15 Eylül 2007 Cumartesi

Nefislerin beyazlaşması..!!!

Dünya yeşillenirken nefisler beyazlaşması lazımdır.

6.151 yorum:

«En Eski   ‹Eski   2201 – 2400 / 6151   Yeni›   En yeni»
Yüksel dedi ki...


Asa-yı Musa, Sayfa 171
Bu Sayfayı 'Sayfalarım'a Ekle
Ve hâkezâ, bunlara kıyasen, yüzer fennin herbirisinin katî şehadetiyle, noksansız bir intizam-ı ekmel içinde, hadsiz hikmetler, maslahatlarla bu kâinat tezyin edilmiştir. Ve o harika ve ihatalı hikmetle mecmu-u kâinata verdiği intizam ve hikmetleri, en küçük bir zîhayat ve bir çekirdekte, küçük bir mikyasta derc etmiştir. Ve malûm ve bedihîdir ki, intizamla gayeleri ve hikmetleri ve faydaları takip etmek, ihtiyar ile, irade ile, kast ile, meşiet ile olabilir, başka olamaz. İhtiyarsız, iradesiz, kastsız, şuursuz esbab ve tabiatın işi olmadığı gibi, müdahaleleri dahi olamaz.
Demek bu kâinatın bütün mevcudatındaki hadsiz intizamat ve hikmetleriyle iktiza ettikleri ve gösterdikleri bir Fâil-i Muhtârı, bir Sâni-i Hakîmi bilmemek veya inkâr etmek, ne kadar acip bir cehalet ve divanelik olduğu tarif edilmez. Evet, dünyada en ziyade hayret edilecek bir ¸ey varsa, o da bu inkârdır. Çünkü kâinatın mevcudatındaki hadsiz intizamat ve hikmetleriyle vücut ve vahdetine şahitler bulunduğu halde Onu görmemek, bilmemek, ne derece körlük ve cehalet olduğunu, en kör cahil de anlar. Hattâ, diyebilirim ki, ehl-i küfrün içinde, kâinatın vücudunu inkâr ettiklerinden ahmak zannedilen Sofestâîler, en akıllılarıdır. Çünkü, kâinatın vücudunu kabul etmekle Allah’a ve Hâlıkına inanmamak kabil ve mümkün olmadığından, kâinatı inkâra başladılar. Kendilerini de inkâr ettiler, "Hiçbir şey yok" diyerek, akıldan istifa ederek, akıl perdesi altında sair münkirlerin hadsiz akılsızlıklarından kurtulup bir derece akla yanaştılar.
DÖRDÜNCÜ NOKTA
Onuncu Sözde işaret edildiği gibi, bir Sâni-i Hakîm ve gayet hikmetli bir usta, bir sarayın herbir taşında yüzer hikmeti hassasiyetle takip etse, sonra o saraya dam yapmayıp, boşu boşuna harap olmasıyla, takip ettiği hadsiz hikmetleri zayi etmesini hiçbir zîşuur kabul etmediği ve bir Hakîm-i Mutlak, kemâl-i hikmetinden, bir dirhem kadar bir çekirdekten yüzer batman faydaları, gayeleri, hikmetleri dikkatle takip ettiği halde, dağ gibi koca ağaca bir dirhem kadar birtek fayda, birtek küçük gaye, birtek meyve vermek için o koca ağacın pek çok masarıfını yapmakla, kendi hikmetine bütün bütün zıt ve muhalif olarak, müsrifâne bir sefahet irtikâp etmesi hiçbir cihetle imkânı olmadığı gibi; aynen öyle de, bu kâinat sarayının herbir mevcudatına yüzer hikmet takan ve yüzer vazife ile teçhiz eden, hattâ herbir ağaca meyveleri adedince hikmetler ve çiçekleri adedince vazifeler veren bir Sâni-i Hakîm, kıyameti getirmemekle ve haşri yapmamakla, bütün had ve hesaba gelmeyen hikmetleri ve nihayetsiz vazifeleri mânâsız, abes, boş, faydasız zayi etmesi, o Kadîr-i Mutlakın kemâl-i kudretine acz-i mutlak verdiği gibi, o Hakîm-i Mutlakın kemâl-i hikmetine hadsiz abesiyet ve faydasızlığı ve o Rahîm-i Mutlakın cemâl-i rahmetine nihayetsiz çirkinliği ve o Âdil-i Mutlakın kemâl-i adaletine nihayetsiz zulmü vermek demektir. Adeta, kâinatta herkese görünen hikmet, rahmet, adaleti inkâr etmektir. Bu ise en acip bir muhaldir ki, hadsiz bâtıl şeyler, içinde bulunur.
Ehl-i dalâlet gelsin, baksın: Gideceği ve düşündüğü kendi kabri gibi, kendi dalâletinde ne derece dehşetli bir zulmet, bir karanlık ve yılanların, akreplerin yuvası bir kuyu olduğunu görsün. Ve âhirete iman ise, Cennet gibi güzel ve nuranî bir yol olduğunu bilsin, imana girsin.

Yüksel dedi ki...

BEŞİNCİ NOKTA
İki Meseledir.
BİRİNCİ MESELE: Sâni-i Zülcelâl, ism-i Hakîmin muktezasıyla, herşeyde en hafif sureti, en kısa yolu, en kolay tarzı, en faydalı şekli ehemmiyetle takip ettiği gösteriyor ki, israf, abesiyet, faydasızlık, fıtratta yoktur. İsraf ise, ism-i Hakîmin zıddı olduğu gibi, iktisat onun lâzımıdır ve düstur-u esasıdır.
Ey iktisatsız, israflı insan! Bütün kâinatın en esaslı düsturu olan iktisadı yapmadığından, ne kadar hilâf-ı hakikat hareket ettiğini bil; âyeti ne kadar esaslı, geniş bir düsturu ders verdiğini anla.
İKİNCİ MESELE: İsm-i Hakem ve Hakîm, bedâhet derecesinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın risaletine delâlet ve istilzam ediyor denilebilir.
Evet, madem gayet mânidar bir kitap, onu ders verecek bir muallim ister. Ve gayet güzel bir cemal, kendini görecek ve gösterecek bir ayna iktiza eder. Ve gayet kemalde bir san’at, teşhirci bir dellâl ister. Elbette, herbir harfinde yüzer mânâlar, hikmetler bulunan bu kitab-ı kebîr-i kâinatın muhatabı olan nev-i insan içinde, elbette bir rehber-i ekmel, bir muallim-i ekber bulunacak. Tâ ki, o kitapta bulunan kudsî ve hakikî hikmetleri ders verecek; belki kâinattaki hikmetlerin vücudunu bildirecek; belki kâinatın hilkatindeki makasıd-ı Rabbâniyenin zuhuruna, belki husulüne vesile olacak; ve umum kâinatta Hâlık tarafından gayet ehemmiyetle izharını irade ettiği kemâl-i san’atını, cemâl-i esmâsını bildirecek, aynadarlık edecek. Ve o Hâlık, bütün mevcudatla kendini sevdirmek ve zîşuur mahlûklarından mukabele istediğinden, o zîşuurların namına birisi o geniş tezahürât-ı rububiyete karşı geniş bir ubudiyetle mukabele edip, ber ve bahri cezbeye getirecek, semâvat ve arzı çınlatacak bir velvele-i teşhir ve takdisle o zîşuurların nazarını o san’atların Sâniine çevirecek; ve kudsî dersler ve talimatla bütün ehl-i aklın kulaklarını kendine çevirecek bir Kur’ân-ı Azîmüşşanla, o Sâni-i Hakem-i Hakîmin makasıd-ı İlâhiyesini en güzel bir surette gösterecek; ve bütün hikmetlerinin tezahürüne ve tezahürât-ı cemâliye ve celâliyesine karşı en ekmel bir mukabele edecek bir zat, güneşin vücudu gibi bu kâinata lâzımdır, zarurîdir. Ve öyle eden ve en ekmel bir surette o vazifeleri yapan, bilmüşahede, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Öyleyse, güneş ziyayı, ziya gündüzü istilzam ettiği derecede, kâinattaki hikmetler risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) istilzam eder.
Evet, nasıl ki ism-i Hakem ve Hakîmin cilve-i âzamı ile, âzamî derecede risalet-i Ahmediyeyi iktiza ediyor; öyle de, Esmâ-i Hüsnâdan Allah, Rahmân, Rahîm, Vedûd, Mün’im, Kerîm, Cemîl, Rab gibi çok isimlerin herbiri, kâinatta görünen bir cilve-i âzamla, âzamî derecede ve mertebe-i katiyette risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) istilzam ederler.

Yiyin için fakat israf etmeyin.

Yüksel dedi ki...


Asa-yı Musa, Sayfa 173
Bu Sayfayı 'Sayfalarım'a Ekle
Meselâ, ism-i Rahmân’ın cilvesi olan rahmet-i vâsia, o Rahmeten li’l-Âlemîn ile tezahür eder. Ve ism-i Vedûdun cilvesi olan tahabbüb-ü İlâhî ve taarrüf-ü Rabbânî, o Habib-i Rabbü’l-Âlemîn ile netice verir, mukabele görür. Ve ism-i Cemîlin bir cilvesi olan bütün cemaller, yani, cemâl-i Zat, cemâl-i esmâ, cemâl-i san’at, cemâl-i masnuat o âyine-i Ahmediyede görülür, gösterilir. Ve haşmet-i rububiyetin ve saltanat-ı ulûhiyetin cilveleri dahi, o dellâl-ı saltanat-ı rububiyet olan zât-ı Ahmediyenin risaletiyle bilinir, görünür, anlaşılır, tasdik edilir. Ve hâkezâ, bu misaller gibi, ekser Esmâ-i Hüsnânın herbiri, risalet-i Ahmediyeye (a.s.m.) birer parlak bürhandır.
Elhasıl, madem kâinat mevcuttur ve inkâr edilmiyor. Elbette kâinatın renkleri, ziynetleri, ışıkları, ziyaları, san’atları, hayatları, rabıtaları hükmünde olan hikmet, inâyet, rahmet, cemal, nizam, mizan, ziynet gibi meşhud hakikatler, hiçbir cihetle inkâr edilmez. Madem bu sıfatların, fiillerin inkârı mümkün değildir. Elbette o sıfatların mevsufu ve o fiillerin fâili ve o ziyaların güneşi olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücud, Hakîm, Kerîm, Rahîm, Cemîl, Hakem, Adl dahi hiçbir cihetle inkâr edilmez ve inkârı kabil olmaz. Ve elbette o sıfatların ve o fiillerin medar-ı zuhurları, belki medar-ı kemalleri, belki medar-ı tahakkukları olan rehber-i ekber, muallim-i ekmel ve dellâl-ı âzam ve tılsım-ı kâinatın keşşafı ve âyine-i Samedânî ve Habib-i Rahmânî olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın risaleti hiçbir cihetle inkâr edilmez. Âlem-i hakikatin ve hakikat-i kâinatın ziyaları gibi, bunun risaleti dahi, kâinatın en parlak bir ziyasıdır.



Ona, Al ve Ashabına günlerin aşireleri ve mahlukatın zerreleri adedincesalat ve selam eyle.
Seni her türlü kusur ve noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilglmiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın. (Bakara Suresi: 32.)

Yüksel dedi ki...

O,akılların idrakinden şaşırıp hayretlere düştüğü kadim olan Ezelidir. Hiç bir anne rahmi ona mekan olmamış,hiçbir babanın sulbünden gelmemiş,hiçbir cisim suretinde görünüp de şekil değiştirmemiştir.O bütün bunlardan münezzehtir.Diller O'nun sıfatlarına misaller getirmekten aciz kalır.Ahiret perdesini aralarken.Haris El Muhasibi

Yüksel dedi ki...

O zatıyla tek olup başka varlıklara benzemekten münezzehtir.Yaratıklara eş olmaktan celaliyle yücedir.O öyle bir yücedir ki,ona denk olacak hiçbir şey yoktur.ona ortak olacak hiçbir şeriki bulunmaz.Yaratmasını irade edip de kendisine zor gelecek veya yaratmasından aciz kalacak hiçbir şey yoktur.Zorba zalimler O nun azametine teslim olup boyun eğmişlerdir.

Yüksel dedi ki...

Evvelkiler ve sonrakiler O nun hükmüne musahhar olmuşlardır.olmuşuyla olacağıyla ve olacaksa nasıl olacağıyla her şeye ilmi nufuz etmiştir.ilmiyle bütün varlıkları kuşatmıştır.hepsinin seslerini çok iyi duyar.Zatlarını ihata eder iradesi hepsine geçer.Meşieti hepsine boyun eğdirir.Her şey onun tarafından çekip çevrilmektedir.Bütün mevcudatı yoktan icad eder.Hiçbirşey,O nun istediği vakitten önce var olamaz.Hiç bir şey O nun iradesine karşı gelemez.Öyleyse daha önce adı bile anılacak bir nesne değilken,Vahid ve Kahhar olan Allah c.c.tarafından varedilen şeyler nasıl O nun emri karşısında diretebilir?.

Yüksel dedi ki...

Çünkü ona göre,toplum hayatında şiddetli ihtiyaç olan doğruluk,İslamiyetin üssü l esasıdır...temel prensibidir....Ve ulvi seciyelerin rabıtasıdır.Ve hissiyat ı ulviyenin mizacıdır.Öyle ise,hayat ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı doğruluğu içimizde ihya edip onunla manevi hastalıklarımızı tedavi etmeliyiz.Çünkü ,necat kurtuluş yalnız sıdkla,doğrulukla olur. Urvetü l vüska sıdktır.Yani en muhkem ve onunla bağlanılacak zincir doğruluktur.Bediüzzaman said nursi ve devlet felsefesi

Yüksel dedi ki...

Doğruluğun bu derece önemine işaret eden Bediüzzaman ,iptidailik ve anarşilik içinde yaşayan ,on dört asır öncesinin toplumunu,en kısa zamanda diğer milletlere efendi ve medeniyette üstad haline getiren sebebin,Hz.Muhammed a.s.m.in peygamberliğinde mevcut olan doğruluk ve yüksek ahlaktan ileri geldiğini ifade etmektedir.Bu bakımdan,insanlığın her türlü münasebetinde mutlak muhtaç olduğu değer,doğruluk olmaktadır.

Yüksel dedi ki...

Sanki hep başkasına gelecek ölüm
Hakkı tutmam lazim
Baskalarinin ayiplariyla uğraşmak yerine kendi ayıplarıyla uğraşmak lazim
Kendi topladığı malı harama harcamayanlara
Ne mutlu fakirlere düşkünlere, acıyanlara infak edenlere
Ne mutlu ehli fakih hikmet ehliyle oturup kalkanlara
Ne mutlu mütevazi olana
Ne mutlu kazancı temiz güzel olana
Ne mutlu iç ve dış dünyası güzel olana
Ne mutlu elinden insanlara zarar gelmeyene
Ne mutlu bildiğini uygulayana
Ne mutlu malının fazlasını infak edene
Ne mutlu sözünü fazlasını tutana
Hadis-i şerif esad coşan hoca efendi

Yüksel dedi ki...

Dinin felaket kaynakları üçtür.1.günah işleyen alim,2.zalim idareci,3.ibadete gayretli cahil.camiü s sağir.cilt 1.sy.24.

Yüksel dedi ki...

Evzai sünnet in Kitab a olduğundan çok,Kitab ın Sünnet e ihtiyacı vardır demiştir.
Riyazü s salihin tercümesi

Yüksel dedi ki...

Verdiğimiz örnekler,sünnetin iki fonksiyonu bulunduğunu göstermektedir.Buna göre sünnet,hem Kur an ı Kerim de bulunmayan problemlere hüküm koymada müstakildir,hem de Kuran ı kerim deki mücmel ayetleri açıklayıcısıdır.Bu durum karşısında Şatibinin dediği gibi şunu kabul etmekten başka yapacak bir şey yoktur.Kuran ı kerim ayetleri de göstermektedir ki Resulullahın getirdiği,emredip yasakladığı her şey,Kuran ı kerim in hükümlerine katılmaktadır.Kuran ı kerim in bir ilavesidir.Hz. peygamber in Kuran a ek olarak olarak getirdiği bu hükümler,hadis i Kuran ı Kerim den sonra gelen ikinci kaynak derecesine çıkarmaktadır.

Yüksel dedi ki...

Fuat köprülü ye göre tarih,Geçmiş zaman hayatını,mümkün olduğu kadar hakikate uygun olarak yeniden ihya etmektir.Türkiye Cumhuriyeti tarihinin kaynakları

Yüksel dedi ki...

Halbuki istihbarat,haberalma teknolojisinden psikolojiye,ekonomiden antropolojiye,matematikten meteorolojiye kadar pek çok bilimin kesişme noktasında,kısaca çok disiplinli ve geniş çalışma alanlarına sahip bir bilim dalıdır.İstihbarat Bilimi

Yüksel dedi ki...

Yerdekilere merhamet edin Gökteki merhamet etsin.

Yüksel dedi ki...

Şunu asla unutmamak gerekir ki hiç bir meşru gayeye,gayr i meşru bir yoldan gidilemez.Bu yüzden,ulvi bir gayeye hizmet etme iddiasıyla Allah c.c.ın yasaklarını mübah sayanlara asla itaat ve teslimiyet gösterilemez.Zira bu itaat değil,isyandır.Halkın hercümerç olmasına,toplumun fitne fesada düşmesine sebeptir.Altınoluk

Yüksel dedi ki...

İlk işimiz helal lokmadır.Haramdan biten et cehenneme layıktır.Esad coşan .

Yüksel dedi ki...

Dinin esası Âllah c.c.tanımaktır,marifetullahtır.Şeksiz,şüphesiz imandır.Aklı selim günahlardan el çekmek.Allah c.c.kulluğu şevkle yapmaktır.

Yüksel dedi ki...

Hem hiç mümkün olurmu ki,bu kainatın sahibi,şu kainatın tahavvülatındaki maksad ve gaye ne olacağını,müş ir i tılsım ı muğlakını,hem mevcudatın Nereden?Nereye? Necisin? üç sual i müşkilin muammasını bir elçi vasıtasıyle açtırmasın!Risale i nur sözler

Yüksel dedi ki...

Nefiy ve inkarda ise,nefsü l emre bakmaz ve bakamaz.Çünki hususi olmayan ve has bir yere bakmayan bir nefiy,isbat edilmez meşhur bir düsturdur.Risalei nur şualar 7. Şua.

Yüksel dedi ki...

Canavara karşı zaif görünmek,onu hücuma sevkettiği gibi,canavar vicdanlılara karşı dalkavuklukla zaaf göstermek de onları tecavüze sevkeder.

Yüksel dedi ki...

Muhabbetten Muhammed s.a.v.oldu hasıl,Muhammed s.a.v. siz muhabbetten ne hasıl ?!

Yüksel dedi ki...

Eğitim muhakeme ...bir sorunu çözmek için çıkar yol arama...düşünme,akıl yürütme...sağlayan manevi ve fen ilimleri verilmelidir.

Yüksel dedi ki...

Sene yüz otuz beş olunca,Davud oğlu Süleyman a.s.ın deniz adalarında hapsettiği şeytanların azılıları serbest kalır.Ve onların onda dokuzu ırak a gider.Ve orada Kuran hakkında şeytanca mücadele ederler.onda biri ise Şam da kalır.Ramuz el ehadis cilt 1.sy.60.p.1.

Yüksel dedi ki...

Edap bir tac imiş Nur-i Hüda'dan
Giy ol tacı emin ol her beladan

Yüksel dedi ki...

İnsana sadakat yaraşır, görse de ikrah
Doğruların yardımcısıdır Hazret-i Allah

Yüksel dedi ki...

Lem'alar, Sayfa 163
YİRMİ BİRİNCİ LEM’A
İhlâs hakkında
On Yedinci Lem’anın On Yedinci Notasının Yedi Meselesinden Dördüncü Meselesi iken, ihlâs münasebetiyle Yirminci Lem’anın İkinci Noktası oldu. Nuraniyetine binaen Yirmi Birinci Lem’a olarak Lemeâta girdi.
Bu Lem’a lâakal her on beş günde bir defa okunmalı.

-1- -2-
-3- -4-

EY ÂHİRET KARDEŞLERİM ve ey hizmet-i Kur’âniyede arkadaşlarım! Bilirsiniz ve biliniz:
Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçi, en metin bir nokta-i istinad, en kısa bir tarik-i hakikat, en makbul bir dua-yı mânevî, en kerametli bir vesile-i makasıd, en yüksek bir haslet, en sâfi bir ubudiyet, ihlâstır.
1 "Allah için kıyamda bulunup Ona kulluk edin." Bakara Sûresi, 2:238.

2 "İhtilâfa düşmeyin; sonra cesaretiniz kırılır, kuvvetiniz elden gider." Enfâl Sûresi, 8:46.

3 "Benim âyetlerimi, az bir dünya menfaatiyle değiştirmeyin." Bakara Sûresi, 2:41.

4 "Nefsini günahlardan arındıran, kurtuluşa ermiştir. Nefsini günaha daldıran ise hüsrana düşmüştür." ?ems Sûresi, 91:9-10.

Yüksel dedi ki...

Madem ihlâsta mezkûr hassalar gibi çok nurlar var ve çok kuvvetler var. Ve madem bu müthiş zamanda ve dehşetli düşmanlar mukabilinde ve şiddetli tazyikat karşısında ve savletli bid’alar, dalâletler içerisinde bizler gayet az ve zayıf ve fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde, gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur’âniye omuzumuza ihsan-ı İlâhî tarafından konulmuş. Elbette, herkesten ziyade, bütün kuvvetimizle ihlâsı kazanmaya mecbur ve mükellefiz. Ve ihlâsın sırrını kendimizde yerleştirmek için gayet derecede muhtacız. Yoksa, hem şimdiye kadar kazandığımız hizmet-i kudsiye kısmen zayi olur, devam etmez; hem şiddetli mesul oluruz. âyetindeki şiddetli tehditkârâne nehy-i İlâhîye mazhar olup, saadet-i ebediye zararına, mânâsız, lüzumsuz, zararlı, kederli, hodfuruşâne, sakîl, riyâkârâne bazı hissiyat-ı süfliye ve menâfi-i cüz’iyenin hatırı için ihlâsı kırmakla, hem bu hizmetteki umum kardeşlerimizin hukukuna tecavüz, hem hizmet-i Kur’âniyenin hürmetine taarruz, hem hakaik-i imaniyenin kudsiyetine hürmetsizlik etmiş oluruz.
Ey kardeşlerim! Mühim ve büyük bir umur-u hayriyenin çok muzır mânileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır. Bu mânilere ve bu şeytanlara karşı ihlâs kuvvetine dayanmak gerektir. İhlâsı kıracak esbabdan yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz. Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm * demesiyle, nefs-i emmâreye itimad edilmez. Enâniyet ve nefs-i emmâre sizi aldatmasın. İhlâsı kazanmak ve muhafaza etmek ve mânileri def etmek için, gelecek düsturlar rehberiniz olsun.
BİRİNCİ DÜSTURUNUZ
Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı.
Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın rızasını esas maksat yapmak gerektir.
İKİNCİ DÜSTURUNUZ
Bu hizmet-i Kur’âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev’inden gıpta damarını tahrik etmemektir.
Çünkü nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez. Belki birbirinin noksanını ikmal eder,

* "Şüphesiz nefis daima kötülüğe sevk eder-ancak Rabbim rahmet ederse o başka." Yusuf Sûresi, 12:53.

Yüksel dedi ki...

Madem ihlâsta mezkûr hassalar gibi çok nurlar var ve çok kuvvetler var. Ve madem bu müthiş zamanda ve dehşetli düşmanlar mukabilinde ve şiddetli tazyikat karşısında ve savletli bid’alar, dalâletler içerisinde bizler gayet az ve zayıf ve fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde, gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur’âniye omuzumuza ihsan-ı İlâhî tarafından konulmuş. Elbette, herkesten ziyade, bütün kuvvetimizle ihlâsı kazanmaya mecbur ve mükellefiz. Ve ihlâsın sırrını kendimizde yerleştirmek için gayet derecede muhtacız. Yoksa, hem şimdiye kadar kazandığımız hizmet-i kudsiye kısmen zayi olur, devam etmez; hem şiddetli mesul oluruz. âyetindeki şiddetli tehditkârâne nehy-i İlâhîye mazhar olup, saadet-i ebediye zararına, mânâsız, lüzumsuz, zararlı, kederli, hodfuruşâne, sakîl, riyâkârâne bazı hissiyat-ı süfliye ve menâfi-i cüz’iyenin hatırı için ihlâsı kırmakla, hem bu hizmetteki umum kardeşlerimizin hukukuna tecavüz, hem hizmet-i Kur’âniyenin hürmetine taarruz, hem hakaik-i imaniyenin kudsiyetine hürmetsizlik etmiş oluruz.
Ey kardeşlerim! Mühim ve büyük bir umur-u hayriyenin çok muzır mânileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır. Bu mânilere ve bu şeytanlara karşı ihlâs kuvvetine dayanmak gerektir. İhlâsı kıracak esbabdan yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz. Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm * demesiyle, nefs-i emmâreye itimad edilmez. Enâniyet ve nefs-i emmâre sizi aldatmasın. İhlâsı kazanmak ve muhafaza etmek ve mânileri def etmek için, gelecek düsturlar rehberiniz olsun.
BİRİNCİ DÜSTURUNUZ
Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı.
Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın rızasını esas maksat yapmak gerektir.
İKİNCİ DÜSTURUNUZ
Bu hizmet-i Kur’âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev’inden gıpta damarını tahrik etmemektir.
Çünkü nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez. Belki birbirinin noksanını ikmal eder,

* "Şüphesiz nefis daima kötülüğe sevk eder-ancak Rabbim rahmet ederse o başka." Yusuf Sûresi, 12:53.

Yüksel dedi ki...

kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder. Yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır.
Hem nasıl ki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârâne uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkit edip, sa’ye şevkini kırıp atâlete uğratmaz. Belki bütün istidatlarıyla birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için yardım ederler; hakikî bir tesanüd, bir ittifakla gaye-i hilkatlerine yürürler. Eğer zerre miktar bir taarruz, bir tahakküm karışsa, o fabrikayı karıştıracak, neticesiz, akîm bırakacak. Fabrika sahibi de o fabrikayı bütün bütün kırıp dağıtacak.
İşte, ey Risale-i nur şakirtleri ve Kur’ân’ın hizmetkârları! Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı mânevînin âzâlarıyız. Ve hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz. Ve sahil-i selâmet olan Dârüsselâma ümmet-i Muhammediyeyi (a.s.m.) çıkaran bir sefine-i Rabbâniyede çalışan hademeleriz. Elbette, dört fertten bin yüz on bir kuvvet-i mâneviyeyi temin eden sırr-ı ihlâsı kazanmakla tesanüd ve ittihad-ı hakikîye muhtacız ve mecburuz.
Evet, üç elif ittihad etmezse, üç kıymeti var. Sırr-ı adediyet ile ittihad etse, yüz on bir kıymet alır. Dört kere dört ayrı ayrı olsa, on altı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksat ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dört bin dört yüz kırk dört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi, hakikî sırr-ı ihlâs ile, on altı fedakâr kardeşlerin kıymet ve kuvvet-i mâneviyesi dört binden geçtiğine, pek çok vukuat-ı tarihiye şehadet ediyor.
Bu sırrın sırrı şudur ki: Hakikî, samimî bir ittifakta herbir fert, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya on hakikî müttehid adamın herbiri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda mânevî kıymeti ve kuvvetleri vardır. HAŞİYE
ÜÇÜNCÜ DÜSTURUNUZ
Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz.
Evet, kuvvet haktadır ve ihlâstadır. Haksızlar dahi, haksızlıkları içinde gösterdikleri ihlâs ve samimiyet yüzünden kuvvet kazanıyorlar.
Evet, kuvvet hakta ve ihlâsta olduğuna bir delil, şu hizmetimizdir. Bu hizmetimizde bir parça ihlâs, bu dâvâyı ispat eder ve kendi kendine delil olur. Çünkü, yirmi

HAŞİYE
Evet, sırr-ı ihlâs ile samimî tesanüd ve ittihad, hadsiz menfaate medar olduğu gibi, korkulara, hattâ ölüme karşı en mühim bir siper, bir nokta-i istinaddır. Çünkü ölüm gelse, bir ruhu alır. Sırr-ı uhuvvet-i hakikiye ile, rıza-yı İlâhî yolunda, âhirete müteallik işlerde kardeşleri adedince ruhları olduğundan, biri ölse, "Diğer ruhlarım sağlam kalsınlar. Zira o ruhlar her vakit sevapları bana kazandırmakla mânevî bir hayatı idame ettiklerinden, ben ölmüyorum" diyerek, ölümü gülerek karşılar. Ve "O ruhlar vasıtasıyla sevap cihetinde yaşıyorum, yalnız günah cihetinde ölüyorum" der, rahatla yatar.

Yüksel dedi ki...

seneden fazla kendi memleketimde ve İstanbul’da ettiğimiz hizmet-i ilmiye ve diniyeye mukabil, burada, yedi sekiz senede yüz derece fazla edildi. Halbuki, kendi memleketimde ve İstanbul’da, burada benimle çalışan kardeşlerimden yüz, belki bin derece fazla yardımcılarım varken, burada ben yalnız, kimsesiz, garip, yarım ümmî; insafsız memurların tarassudat ve tazyikatları altında, yedi sekiz sene sizinle ettiğim hizmet, yüz derece eski hizmetten fazla muvaffakiyeti gösteren mânevî kuvvet, sizlerdeki ihlâstan geldiğine katiyen şüphem kalmadı.
Hem itiraf ediyorum ki, samimî ihlâsınızla, şan ve şeref perdesi altında nefsimi okşayan riyâdan beni bir derece kurtardınız. İnşaallah tam ihlâsa muvaffak olursunuz, beni de tam ihlâsa sokarsınız.
Bilirsiniz ki, Hazret-i Ali (r.a.), o mu’cizevâri kerametiyle ve Hazret-i Gavs-ı Âzam (k.s.) o harika keramet-i gaybiyesiyle, sizlere bu sırr-ı ihlâsa binaen iltifat ediyorlar. Ve himayetkârâne teselli verip hizmetinizi mânen alkışlıyorlar. Evet, hiç şüphe etmeyiniz ki, bu teveccühleri ihlâsa binaen gelir. Eğer bilerek bu ihlâsı kırsanız, onların tokadını yersiniz. Onuncu Lem’adaki şefkat tokatlarını tahattur ediniz.
Böyle mânevî kahramanları arkanızda zahîr, başınızda üstad bulmak isterseniz,
sırrıyla ihlâs-ı tâmmı kazanınız. Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize şerefte, makamda, teveccühte, hattâ menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz. Hattâ, en lâtif ve güzel bir hakikat-i imaniyeyi muhtaç bir mü’mine bildirmek ki, en mâsumâne, zararsız bir menfaattir; mümkünse, nefsinize bir hodgâmlık gelmemek için, istemeyen bir arkadaşla yaptırması hoşunuza gitsin. Eğer "Ben sevap kazanayım, bu güzel meseleyi ben söyleyeyim" arzunuz varsa, çendan onda bir günah ve zarar yoktur; fakat mâbeyninizdeki sırr-ı ihlâsa zarar gelebilir.
DÖRDÜNCÜ DÜSTURUNUZ
Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirâne iftihar etmektir.
Ehl-i tasavvufun mâbeyninde fenâ fi’ş-şeyh, fenâ fi’r-resul ıstılahatı var. Ben sufî değilim. Fakat onların bu düsturu, bizim meslekte fenâ fi’l-ihvân suretinde güzel bir düsturdur. Kardeşler arasında buna tefânî denilir. Yani, birbirinde fâni olmaktır. Yani, kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır.
Zaten mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlât, şeyh ile mürid mâbeynindeki vasıta değildir. Belki hakikî kardeşlik vasıtalarıdır. Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer. Mesleğimiz halîliye olduğu için, meşrebimiz hıllettir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olmak iktiza eder. Bu hılletin üssü’l-esası, samimî ihlâstır. Samimî ihlâsı

"Onları kendi nefislerine tercih ederler." Haşir Sûresi, 59:9.

Yüksel dedi ki...


Lem'alar, Sayfa 167
Bu Sayfayı 'Sayfalarım'a Ekle
kıran adam, bu hılletin gayet yüksek kulesinin başından sukut eder. Gayet derin bir çukura düşmek ihtimali var; ortada tutunacak yer bulamaz.
Evet, yol iki görünüyor. Cadde-i kübrâ-yı Kur’âniye olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar, bize düşman olan dinsizlik kuvvetine bilmeyerek yardım etmek ihtimali var. İnşaallah, Risale-i Nur yoluyla Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın daire-i kudsiyesine girenler, daima nura, ihlâsa, imana kuvvet verecekler ve öyle çukurlara sukut etmeyeceklerdir.
Ey hizmet-i Kur’âniyede arkadaşlarım!
İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, rabıta-i mevttir. Evet, ihlâsı zedeleyen ve riyâya ve dünyaya sevk eden tûl-i emel olduğu gibi, riyâdan nefret veren ve ihlâsı kazandıran, rabıta-i mevttir. Yani, ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülâhaza edip, nefsin desiselerinden kurtulmaktır. Evet, ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat, Kur’ân-ı Hakîmin -1- gibi âyetlerinden aldığı dersle, rabıta-i mevti sülûklarında esas tutmuşlar; tûl-i emelin menşei olan tevehhüm-ü ebediyeti o rabıta ile izale etmişler. Onlar farazî ve hayalî bir surette kendilerini ölmüş tasavvur ve tahayyül edip ve yıkanıyor, kabre konuyor farz edip, düşüne düşüne, nefs-i emmâre o tahayyül ve tasavvurdan müteessir olup, uzun emellerinden bir derece vazgeçer. Bu rabıtanın fevâidi pek çoktur. Hadiste -2- (ev kemâ kàl) yani, "Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz" diye bu rabıtayı ders veriyor.
Fakat mesleğimiz tarikat olmadığı, belki hakikat olduğu için, bu rabıtayı, ehl-i tarikat gibi farazî ve hayalî suretinde yapmaya mecbur değiliz. Hem meslek-i hakikate uygun gelmiyor. Belki, âkıbeti düşünmek suretinde müstakbeli zaman-ı hazıra getirmek değil, belki hakikat noktasında zaman-ı hazırdan istikbale fikren gitmek, nazaran bakmaktır. Evet, hiç hayale, faraza lüzum kalmadan, bu kısa ömür ağacının başındaki tek meyvesi olan kendi cenazesine bakabilir. Onunla yalnız kendi şahsının mevtini gördüğü gibi, bir parça öbür tarafa gitse asrının ölümünü de görür; daha bir parça öbür tarafa gitse dünyanın ölümünü de müşahede eder, ihlâs-ı etemme yol açar.
İkinci sebep, iman-ı tahkikînin kuvvetiyle ve marifet-i Sânii netice veren masnuattaki tefekkür-ü imanîden gelen lemeât ile bir nevi huzur kazanıp, Hâlık-ı Rahîmin hazır, nâzır olduğunu düşünüp, Ondan başkasının teveccühünü aramayarak,

1 "Her nefis ölümü tadıcıdır." Âl-i İmrân Sûresi, 3:185. "Muhakkak ki sen de öleceksin, onlar da ölecekler." Zümer Sûresi, 39:30.

2 Tirmizî, Zühd: 4, Kıyâmet: 26; Nesâî, Cenâiz: 3; İbni Mâce, Zühd: 31; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:321.

Yüksel dedi ki...

huzurunda başkalarına bakmak, medet aramak o huzurun edebine muhalif olduğunu düşünmekle o riyâdan kurtulup ihlâsı kazanır.
Her ne ise, bunda çok derecat, merâtip var. Herkes kendi hissesine göre ne kadar istifade edebilse o kadar kârdır. Risale-i Nur’da riyâdan kurtaracak, ihlâsı kazandıracak çok hakaik zikredildiğinden, ona havale edip burada kısa kesiyoruz.
İhlâsı kıran ve riyâya sevk eden pek çok esbabdan iki üçünü muhtasaran beyan edeceğiz.
BİRİNCİSİ: Menfaat-i maddiye cihetinden gelen rekabet, yavaş yavaş ihlâsı kırar. Hem netice-i hizmeti de zedeler. Hem o maddî menfaati de kaçırır.
Evet, hakikat ve âhiret için çalışanlara karşı bu millet bir hürmet ve bir muavenet fikrini daima beslemiş. Ve bilfiil onların hakikat-i ihlâslarına ve sadıkane olan hizmetlerine bir cihette iştirak etmek niyetiyle, onların hâcât-ı maddiyelerinin tedarikiyle meşgul olup vakitlerini zayi etmemek için, sadaka ve hediye gibi maddî menfaatlerle yardım edip hürmet etmişler. Fakat bu muavenet ve menfaat istenilmez, belki verilir. Hem kalben arzu edip muntazır kalmakla, lisan-ı hal ile dahi istenilmez. Belki ummadığı bir halde verilir. Yoksa ihlâsı zedelenir. Hem
âyetinin nehyine yanaşır, ameli kısmen yanar.
İşte bu maddî menfaati arzu edip muntazır kalmak, sonra nefs-i emmâre, hodgâmlık cihetiyle, o menfaati başkasına kaptırmamak için, hakikî bir kardeşine ve o hususî hizmette arakadaşına karşı bir rekabet damarı uyandırır. İhlâsı zedelenir, hizmette kudsiyeti kaybeder, ehl-i hakikat nazarında sakîl bir vaziyet alır. Ve maddî menfaati de kaybeder.
Her ne ise, bu hamur çok su götürür. Kısa kesip, yalnız, hakikî kardeşlerimin içinde sırr-ı ihlâsı ve samimî ittifakı kuvvetleştirecek iki misal söyleyeceğim.
Birinci misal: Ehl-i dünya, büyük bir servet ve şiddetli bir kuvvet elde etmek için, hattâ bir kısım ehl-i siyaset ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyenin mühim âmilleri ve komiteleri, iştirak-i emval düsturunu kendilerine rehber etmişler. Bütün sû-i istimâlât ve zararlarıyla beraber, harika bir kuvvet, bir menfaat elde ediyorlar. Halbuki, iştirak-i emvâlin, çok zararlarıyla beraber, iştirakle mahiyeti değişmez. Herbirisi umuma gerçi bir cihette ve nezarette mâlik hükmündedir; fakat istifade edemez.
Her ne ise, bu iştirak-i emval düsturu a’mâl-i uhreviyeye girse, zararsız azîm menfaate medardır. Çünkü bütün emval, o iştirak eden herbir ferdin eline tamamen geçmesinin sırrını taşıyor. Çünkü, nasıl ki dört beş adamdan, iştirak niyetiyle biri gazyağı, biri fitil, biri lâmba, biri şişe, biri kibrit getirip lâmbayı yaktılar. Herbiri tam bir lâmbaya mâlik oluyor. O iştirak edenlerin herbirinin bir duvarda büyük bir aynası varsa, herbirinin noksansız, parçalanmadan, birer lâmba, oda ile beraber

"Benim âyetlerimi, az bir dünya menfaatiyle değiştirmeyin." Bakara Sûresi, 2:41.

Yüksel dedi ki...


Lem'alar, Sayfa 169
Bu Sayfayı 'Sayfalarım'a Ekle
aynasına girer. Aynen öyle de, emvâl-i uhreviyede sırr-ı ihlâs ile iştirak ve sırr-ı uhuvvet ile tesanüd ve sırr-ı ittihad ile teşrikü’l-mesâi, o iştirak-i a’mâlden hâsıl olan umum yekûn ve umum nur herbirinin defter-i a’mâline bitamâmihâ gireceği, ehl-i hakikat mâbeyninde meşhud ve vakidir. Ve vüs’at-i rahmet ve kerem-i İlâhînin muktezasıdır.
İşte, ey kardeşlerim! Sizleri inşaallah menfaat-i maddiye rekabete sevk etmeyecek. Fakat menfaat-i uhreviye noktasında bir kısım ehl-i tarikat aldandıkları gibi, sizin de aldanmanız mümkündür. Fakat şahsî, cüz’î bir sevap nerede, mezkûr misal hükmündeki iştirak-i a’mâl noktasında tezahür eden sevap ve nur nerede?
İkinci misal: Ehl-i san’at, netice-i san’atı ziyade kazanmak için, iştirak-i san’at cihetinde mühim bir servet elde ediyorlar. Hattâ dikiş iğneleri yapan on adam, ayrı ayrı yapmaya çalışmışlar. O ferdî çalışmanın, her günde yalnız üç iğne, o ferdî san’atın meyvesi olmuş. Sonra, teşrikü’l-mesâi düsturuyla on adam birleşmişler. Biri demir getirip, biri ocak yandırıp, biri delik açar, biri ocağa sokar, biri ucunu sivriltir, ve hâkezâ... Herbirisi iğne yapmak san’atında yalnız cüz’î bir işle meşgul olup, iştigal ettiği hizmet basit olduğundan vakit zayi olmayıp, o hizmette meleke kazanarak, gayet süratle işini görmüş. Sonra, o teşrik-i mesâi ve taksim-i a’mâl düsturuyla olan san’atın semeresini taksim etmişler. Herbirisine bir günde üç iğneye bedel üç yüz iğne düştüğünü görmüşler. Bu hadise, ehl-i dünyanın san’atkârları arasında, onları teşrik-i mesâiye sevk etmek için dillerinde destan olmuştur.
İşte, ey kardeşlerim! Madem umur-u dünyeviyede, kesif maddelerde böyle ittihad, ittifak ile neticeler, böyle azîm yekûn faydalar verir. Acaba, uhrevî ve nuranî ve tecezzî ve inkısama muhtaç olmayarak ve fazl-ı İlâhî ile herbirisinin aynasına umum nur in’ikâs etmek ve herbiri umumun kazandığı misil sevaba mâlik olmak, ne kadar büyük bir kâr olduğunu kıyas edebilirsiniz. Bu azîm kâr, rekabetle ve ihlâssızlıkla kaçırılmaz!
İHLÂSI KIRAN İKİNCİ MÂNİ: Hubb-u cahtan gelen şöhretperestlik saikasıyla ve şan ve şeref perdesi altında teveccüh-ü âmmeyi kazanmak, nazar-ı dikkati kendine celb etmekle enâniyeti okşamak ve nefs-i emmâreye bir makam vermektir ki, en mühim bir maraz-ı ruhî olduğu gibi, "şirk-i hafî" tabir edilen riyâkârlığa, hodfuruşluğa kapı açar, ihlâsı zedeler.
Ey kardeşlerim! Kur’ân-ı Hakîmin hizmetindeki mesleğimiz hakikat ve uhuvvet olduğu ve uhuvvetin sırrı, şahsiyetini kardeşler içinde fâni edip HAŞİYE onların nefislerini kendi nefsine tercih etmek olduğundan, mâbeynimizde bu nevi hubb-u cahtan gelen rekabet tesir etmemek gerektir. Çünkü mesleğimize bütün bütün münâfidir. Madem kardeşlerin şerefi umumiyetle her ferde ait olabilir; o büyük şeref-i mânevîyi şahsî, hodfuruşâne, rekabetkârâne, cüz’î bir şerefe ve şöhrete feda etmek,

HAŞİYE
Evet, bahtiyar odur ki, kevser-i Kur’ânîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev’indeki şahsiyetini ve enâniyetini o havuz içine atıp eritendir.

Yüksel dedi ki...


Lem'alar, Sayfa 171
Bu Sayfayı 'Sayfalarım'a Ekle
Bir kısım kardeşlerime hususî bir mektuptur
Yazıda usanan ve ibadet ayları olan Şuhur-u Selâsede sair evrâdı, beş cihetle ibadet sayılan HAŞİYE Risale-i Nur yazısına tercih eden kardeşlerime iki hadis-i şerifin bir nüktesini söyleyeceğim.
BİRİNCİSİ: -1- (ev kemâ kàl). Yani, "Mahşerde ulema-i hakikatin sarf ettikleri mürekkep şehidlerin kanıyla muvazene edilir, o kıymette olur."
İKİNCİSİ: -2- (ev kemâ kàl). Yani, "Bid’aların ve dalâletlerin istilâsı zamanında Sünnet-i Seniyyeye ve hakikat-i Kur’âniyeye temessük edip hizmet eden, yüz şehid sevabını kazanabilir."
Ey tembellik damarıyla yazıdan usanan ve ey sufîmeşrep kardeşler! Bu iki hadisin mecmuu gösterir ki, böyle zamanda hakaik-i imaniyeye ve esrar-ı Şeriat ve Sünnet-i Seniyyeye hizmet eden mübarek, hâlis kalemlerden akan siyah nur veya âb-ı hayat hükmünde olan mürekkeplerin bir dirhemi, şühedanın yüz dirhem kanı hükmünde yevm-i mahşerde size fayda verebilir. Öyleyse onu kazanmaya çalışınız.
Eğer deseniz: "Hadiste âlim tabiri var. Bir kısmımız yalnız kâtibiz."
Elcevap: Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir. Eğer anlamasa da, madem Risale-i Nur şakirtlerinin bir şahs-ı mânevîsi var; şüphesiz o şahs-ı mânevî bu zamanın bir âlimidir. Sizin kalemleriniz ise, o şahs-ı mânevînin parmaklarıdır. Kendi nokta-i nazarımda liyakatsiz olduğum halde, haydi, hüsn-ü zannınıza binaen bu fakire bir üstadlık ve tebaiyet noktasında bir âlim vaziyetini verdiğinizden bağlanmışsınız. Ben ümmî ve kalemsiz olduğum için, sizin kalemleriniz benim kalemim sayılır; hadiste gösterilen ecri alırsınız.
Said Nursî
1 Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, 1:6; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 6:466; el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:561; Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, no: 10026.

2 İbni Adiy, el-Kâmil fi’d-Duafâ, 2:739; el-Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, 1:41; Taberânî, el-Mecmeu’l-Kebîr, 1394; Ali bin Hüsâmüddin, Müntehebâtü Kenzi’l-Ummâl, 1:100; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 7:282.

Yüksel dedi ki...


Lem'alar, Sayfa 172
Bu Sayfayı 'Sayfalarım'a Ekle
YİRMİ İKİNCİ LEM’A


Isparta’nın âdil valisine ve adliyesine ve zabıtasına, en mahrem ve en has ve hâlis kardeşlerime mahsus olarak yirmi iki sene evvel Isparta’nın Barla nahiyesinde iken yazdığım gayet mahrem bu risaleceğimi, Isparta milletiyle ve hükümetiyle alâkadarlığını gösterdiği için takdim ediyorum. Eğer münasip görülse, ya yeni veya eski harfle daktilo ile birkaç nüsha yazılsın ki, yirmi beş otuz senedir esrarımı arayanlar ve tarassut edenler de anlasınlar ki, gizli hiçbir sırrımız yok. Ve en gizli bir sırrımız işte bu risaledir, bilsinler.
Said Nursî
İşârât-ı Selâse
On Yedinci Lem’anın On Yedinci Notasının Üçüncü Meselesi iken, suallerinin şiddet ve şümulüne ve cevaplarının kuvvet ve parlaklığına binaen, Otuz Birinci Mektubun Yirmi İkinci Lem’ası olarak Lemeâta karıştı. Lem’alar bu Lem’aya yer vermelidirler. Mahremdir, en has ve hâlis ve sadık kardeşlerimize mahsustur.


Bu mesele Üç İşarettir.
BİRİNCİ İŞARET
Şahsıma ve Risale-i Nur’a ait mühim bir sual: Çoklar tarafından deniliyor ki, "Sen ehl-i dünyanın dünyasına karışmadığın halde, nedendir ki, her fırsatta onlar
"Allah’a tevekkül edene Allah kâfidir. Allah emrini mutlaka gerçekleştirir. Allah herşeye bir ölçü takdir etmiştir." Talâk Sûresi, 65:3.

Yüksel dedi ki...


Lem'alar, Sayfa 173
Bu Sayfayı 'Sayfalarım'a Ekle
senin âhiretine karışıyorlar? Halbuki hiçbir hükümetin kanunu, târikü’d-dünya ve münzevîlere karışmıyor."
Elcevap: Yeni Said’in bu suale karşı cevabı sükûttur. Yeni Said, "Benim cevabımı kader-i İlâhî versin" der. Bununla beraber, mecburiyetle, emâneten istiâre ettiği Eski Said’in kafası diyor ki:
Bu suale cevap verecek, Isparta vilâyetinin hükümetidir ve şu vilâyetin milletidir. Çünkü bu hükümet ve şu millet, benden çok ziyade bu sualin altındaki mânâ ile alâkadardırlar. Madem binler efradı bulunan bir hükümet ve yüz binler efradı bulunan bir millet benim bedelime düşünmeye ve müdafaa etmeye mecburdur; ben neden lüzumsuz olarak müddeîlerle konuşup müdafaa edeyim?
Çünkü dokuz senedir ben bu vilâyetteyim; gittikçe daha ziyade dünyalarına arkamı çeviriyorum. Hiçbir halim de mestur kalmamış. En gizli, en mahrem risalelerim dahi hükümetin ve bazı meb’usların ellerine geçmiş. Eğer ehl-i dünyayı telâşa ve endişeye düşürecek dünyevî bir karışmak halim ve karıştırmak teşebbüsüm ve fikrim olsaydı, bu vilâyet ve kazalardaki hükümet, dokuz sene dikkat ve tecessüs ettikleri halde ve ben de çekinmeyerek yanıma gelenlere esrarımı beyan ettiğim halde, hükümet bana karşı sükût edip ilişmediler. Eğer milletin ve vatanın saadetine ve istikbaline zarar verecek bir kabahatim varsa, dokuz seneden beri valisinden tut, köy karakol kumandanına kadar kendilerini mesul eder. Onlar kendilerini mesuliyetten kurtarmak için, hakkımda habbeyi kubbe yapanlara karşı kubbeyi habbe yapıp beni müdafaa etmeye mecburdurlar. Öyleyse bu sualin cevabını onlara havale ediyorum.
Amma şu vilâyetin milleti, umumiyetle benden ziyade beni müdafaa etmek mecburiyetleri şundandır ki, bu dokuz senedir hem kardeş, hem dost, hem mübarek olan bu milletin hayat-ı ebediyesine ve kuvvet-i imaniyesine ve saadet-i hayatiyesine bilfiil ve maddeten tesirini gösteren yüzer risalelerle çalıştığımızı ve hiçbir dağdağa ve zarar, hiç kimseye o risaleler yüzünden gelmediği ve hiçbir garazkârâne tereşşuhât-ı siyasiye ve dünyeviye görülmediği ve lillâhilhamd şu Isparta vilâyeti, eski zamanın Şam-ı Şerifinin mübarekiyeti ve âlem-i İslâmın medrese-i umumîsi olan Mısır’ın Câmiü’l-Ezher’i mübarekiyeti nevinden, kuvvet-i imaniye ve salâbet-i diniye cihetinde bir mübarekiyet makamını Risale-i Nur vasıtasıyla kazanarak bu vilâyette, imanın kuvveti lâkaytlığa ve ibadetin iştiyakı sefahete hâkim olmasını ve umum vilâyetlerin fevkinde bir meziyet-i dindarâneyi Risale-i Nur bu vilâyete kazandırdığından, elbette bu vilâyetteki umum insanlar, hattâ faraza dinsizi de olsa, beni ve Risale-i Nur’u müdafaaya mecburdur. Onların çok ehemmiyetli müdafaa hakları içinde, benim gibi vazifesini bitirmiş ve lillâhilhamd binlerle şakirtler benim gibi bir âcizin yerinde çalışmış ve çalıştığı hengâmda, ehemmiyetsiz cüz’î hakkım beni müdafaaya sevk etmiyor. Bu kadar binlerle dâvâ vekilleri bulunan bir adam, kendi dâvâsını kendi müdafaa etmez.

Yüksel dedi ki...


Lem'alar, Sayfa 174
Bu Sayfayı 'Sayfalarım'a Ekle
İKİNCİ İŞARET
Tenkitkârâne bir suale cevaptır.
Ehl-i dünya tarafından deniliyor ki: "Sen neden bizden küstün? Bir defa olsun hiç müracaat etmeyip sükût ettin. Bizden şiddetli şekvâ edip ’Bana zulmediyorsunuz’ diyorsun. Halbuki bizim bir prensibimiz var, bu asrın muktezası olarak hususî düsturlarımız var. Bunların tatbikini sen kendine kabul etmiyorsun. Kanunu tatbik eden zalim olmaz. Kabul etmeyen isyan eder. Ezcümle, bu asr-ı hürriyette ve bu yeni başladığımız cumhuriyetler devrinde, müsavat esası üzerine tahakküm ve tagallübü kaldırmak düsturu bizim bir kanun-u esasîmiz hükmüne geçtiği halde, sen kâh hocalık, kâh zâhidlik suretinde teveccüh-ü âmmeyi kazanarak, nazar-ı dikkati kendine celb ederek, hükümetin nüfuzu haricinde bir kuvvet, bir makam-ı içtimaî elde etmeye çalıştığın, zâhir halin ve eski zamandaki macera-yı hayatının delâletiyle anlaşılıyor. Bu hal ise, şimdiki tabirle, burjuvaların müstebidâne tahakkümleri içinde hoş görünebilir. Fakat bizim tabaka-i avâmın intibahıyla ve galebesiyle tezahür eden tam sosyalizm ve bolşevizm düsturları bizim daha ziyade işimize yaradığı için o sosyalizm düsturlarını kabul ettiğimiz halde, senin vaziyetin bize ağır geliyor, prensiplerimize muhalif düşüyor. Onun için sana verdiğimiz sıkıntıdan şekvâya ve küsmeye hakkın yoktur."
Elcevap: Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse, hayırlı işlerde ve terakkîde muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer. Madem kanun-u fıtrata tatbik-i harekete mecburiyet var; elbette fıtrat-ı beşeriyeyi değiştirmek ve nev-i beşerin hilkatindeki hikmet-i esasiyeyi kaldırmakla, mutlak müsavat kanunu tatbik edilebilir.
Evet, ben neseben ve hayatça avam tabakasındanım. Ve meşreben ve fikren, müsavat-ı hukuk mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten ve İslâmiyetten gelen sırr-ı adaletle, burjuva denilen tabaka-i havassın istibdat ve tahakkümlerine karşı eskiden beri muhalefetle çalışanlardanım. Onun için, bütün kuvvetimle adalet-i tâmme lehinde, zulüm ve tagallübün ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim.
Fakat nev-i beşerin fıtratı ve sırr-ı hikmeti, müsavat-ı mutlaka kanununa zıttır. Çünkü Fâtır-ı Hakîm, kemâl-i kudret ve hikmetini göstermek için, az birşeyden çok mahsulât aldırır ve bir sayfada çok kitapları yazdırır ve birşeyle çok vazifeleri yaptırdığı gibi, beşer nevi ile de binler nevin vazifelerini gördürür. İşte o sırr-ı azîmdendir ki, Cenâb-ı Hak, insan nevini, binler nevileri sümbül verecek ve hayvânâtın sair binler nevileri kadar tabakat gösterecek bir fıtratta yaratmıştır. Sair hayvânat gibi kuvâlarına, lâtifelerine, duygularına had konulmamış; serbest bırakıp hadsiz makamatta gezecek istidat verdiğinden, bir nevi iken binler nevi hükmüne geçtiği içindir ki, arzın halifesi ve kâinatın neticesi ve zîhayatın sultanı hükmüne geçmiştir.
İşte, nev-i insanın tenevvüünün en mühim mayası ve zembereği, müsabaka ile, hakikî imanlı fazilettir. Fazileti kaldırmak, mahiyet-i beşeriyenin tebdiliyle, aklın

Yüksel dedi ki...


Lem'alar, Sayfa 175
Bu Sayfayı 'Sayfalarım'a Ekle
söndürülmesiyle, kalbin öldürülmesiyle, ruhun mahvedilmesiyle olabilir. Evet, şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdadı yaşayan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya lâyık iken ve halbuki o tokada müstehak olmayan gayet mühim bir zâtın yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu sözün,
Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı hürriyet?
Çalış, idrâki kaldır, muktedirsen âdemiyetten!
sözünün yerine, bu asrın yüzüne çarpmak için ben de derim:
Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı hakikat?
Çalış, kalbi kaldır, muktedirsen âdemiyetten!
Veyahut,
Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı fazilet?
Çalış, vicdanı kaldır, muktedirsen âdemiyetten!
Evet, imanlı fazilet, medar-ı tahakküm olmadığı gibi, sebeb-i istibdat da olamaz. Tahakküm ve tagallüb etmek faziletsizliktir. Ve bilhassa ehl-i faziletin en mühim meşrebi, acz ve fakr ve tevazu ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye karışmak tarzındadır. Lillâhilhamd, bu meşrep üstünde hayatımız gitmiş ve gidiyor. Ben kendimde fazilet var diye fahir suretinde dâvâ etmiyorum. Fakat nimet-i İlâhiyeyi tahdis suretinde şükretmek niyetiyle diyorum ki:
Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle, ulûm-u imaniye ve Kur’âniyeye çalışmak ve fehmetmek faziletini ihsan etmiştir. Bu ihsan-ı İlâhîyi bütün hayatımda, lillâhilhamd, tevfik-i İlâhî ile şu millet-i İslâmiyenin menfaatine, saadetine sarf ederek, hiçbir vakit vasıta-i tahakküm ve tagallüb olmadığı gibi, ekser ehl-i gafletçe matlup olan teveccüh-ü nâs ve hüsn-ü kabul-ü halk dahi, mühim bir sırra binaen benim menfûrumdur, onlardan kaçıyorum. Yirmi sene eski hayatımı zayi ettiği için onları kendime muzır görüyorum. Fakat Risale-i Nur’u beğenmelerine bir emâre biliyorum, onları küstürmüyorum.
İşte, ey ehl-i dünya! Dünyanıza hiç karışmadığım ve prensiplerinizle hiçbir cihet-i temasım bulunmadığı ve dokuz sene esaretteki bu hayatımın şehadetiyle yeniden dünyaya karışmaya hiçbir niyet ve arzum yokken, bana eski bir mütegallip ve daima fırsatı bekleyen ve fikr-i istibdat ve tahakkümü taşıyan bir adam gibi yapılan bunca tarassut ve tazyikiniz hangi kanunladır? Hangi maslahatladır? Dünyada hiçbir hükümet böyle fevkalkanun ve hiçbir ferdin tasvibine mazhar olmayan bir muameleye müsaade etmediği halde, bana karşı yapılan bu kadar bed muamelelere, yalnız değil benim küsmem, belki eğer bilse nev-i beşer küser, belki kâinat küsüyor.

Yüksel dedi ki...

ÜÇÜNCÜ İŞARET
Mağlâtalı, divanecesine bir sual:
Bir kısım ehl-i hüküm diyorlar ki: "Madem sen bu memlekette duruyorsun. Şu memleketin cumhurî kanunlarına inkıyad etmek lâzım gelirken, sen neden inzivâ perdesi altında kendini o kanunlardan kurtarıyorsun? Ezcümle, şimdiki hükümetin kanununda, vazife haricinde bir meziyeti, bir fazileti kendine takıp, onunla bir kısım millete tahakküm edip nüfuzunu icra etmek, müsavat esasına istinad eden cumhuriyetin bir düsturuna münâfidir. Sen neden vazifesiz olduğun halde elini öptürüyorsun? Halk beni dinlesin diye hodfuruşâne bir vaziyet takınıyorsun?"
Elcevap: Kanun tatbik edenler, evvelâ kendilerine tatbik ettikten sonra başkasına tatbik edebilirler. Siz kendinize tatbik etmediğiniz bir düsturu başkasına tatbik etmekle, herkesten evvel siz düsturunuzu, kanununuzu kırıyorsunuz ve karşı geliyorsunuz. Çünkü bu müsavat-ı mutlaka kanununun bana tatbikini istiyorsunuz. Ben de derim:
Ne vakit bir nefer, bir müşirin makam-ı içtimaîsine çıkarsa ve milletin o müşire karşı gösterdikleri hürmet ve teveccühe iştirak ederse ve onun gibi o teveccüh ve hürmete mazhar olursa veyahut o müşir, o nefer gibi âdileşirse ve o neferin sönük vaziyetini alırsa ve o müşirin vazife haricinde hiçbir ehemmiyeti kalmazsa; hem eğer en zeki ve bir ordunun muzafferiyetine sebebiyet veren bir erkân-ı harp reisi, en aptal bir neferle teveccüh-ü âmmede ve hürmet ve muhabbette müsavata girerse, o vakit sizin bu müsavat kanununuz hükmünce bana şöyle diyebilirsiniz: "Kendine hoca deme. Hürmeti kabul etme. Faziletini inkâr et. Hizmetçine hizmet et, dilencilere arkadaş ol!"
Eğer deseniz: "Bu hürmet ve makam ve teveccüh, vazife başında olduğu vakte mahsustur ve vazifedarlara hastır. Sen vazifesiz bir adamsın; vazifedarlar gibi milletin hürmetini kabul edemezsin."
Elcevap: Eğer insan yalnız bir cesetten ibaret olsa ve insan dünyada lâyemûtâne daimî kalsa ve kabir kapısı kapansa ve ölüm öldürülse, o vakit vazife yalnız askerlik ve idare memurlarına mahsus kalırsa, sözünüzde dahi bir mânâ olurdu.
Fakat madem insan yalnız cesetten ibaret değil; cesedi beslemek için kalb, dil, akıl, dimağ koparılıp o cesede yedirilmez. Onlar imhâ edilmez; onlar da idare ister. Ve madem kabir kapısı kapanmıyor. Ve madem kabrin öbür tarafındaki endişe-i istikbal her ferdin en mühim meselesidir. Elbette milletin itaat ve hürmetine istinad eden vazifeler, yalnız milletin hayat-ı dünyeviyesine ait içtimaî ve siyasî ve askerî vazifelere münhasır değildir.
Evet, yolculara seyahat için vesika vermek bir vazife

Yüksel dedi ki...


Lem'alar, Sayfa 177
Bu Sayfayı 'Sayfalarım'a Ekle
olduğu gibi, ebed tarafına giden yolculara da hem vesika, hem o zulümatlı yolda nur vermek öyle bir vazifedir ki, hiçbir vazife o vazife kadar ehemmiyetli değildir. Böyle bir vazifenin inkârı, ölümün inkârıyla ve hergün el-mevtü hakkun dâvâsını, cenazelerinin mührüyle imza edip tasdik eden otuz bin şahidin şehadetini tekzip ve inkâr etmekle olur.
Madem mânevî hâcât-ı zaruriyeye istinad eden mânevî vazifeler var. Ve o vazifelerin en mühimi, ebed yolunda seyahat için pasaport varakası ve berzah zulümatında kalbin cep feneri ve saadet-i ebediyenin anahtarı olan imandır ve imanın ders ve takviyesidir. Elbette, o vazifeyi gören ehl-i marifet, herhalde, küfran-ı nimet suretinde, kendine edilen nimet-i İlâhiyeyi ve fazilet-i imaniyeyi hiçe sayıp, sefihler ve fâsıkların makamına sukut etmeyecektir. Kendini, aşağıların bid’alarıyla, sefahetleriyle bulaştırmayacaktır. İşte, beğenmediğiniz ve müsavatsızlık zannettiğiniz inzivâ bunun içindir.
İşte bu hakikatle beraber, beni işkenceyle tâciz eden sizin gibi enâniyette ve bu kanun-u müsavatı kırmakta firavunluk derecesinde ileri giden mütekebbirlere karşı demiyorum. Çünkü mütekebbirlere karşı tevazu, tezellül zannedildiğinden, tevazu etmemek gerektir. Belki ehl-i insaf ve mütevazi ve âdil kısmına derim ki:
Ben, felillâhilhamd, kendi kusurumu, aczimi biliyorum. Değil Müslümanlar üstünde mütekebbirâne bir makam-ı ihtiram istemek, belki her vakit nihayetsiz kusurlarımı, hiçliğimi görüp, istiğfarla teselli bulup, halklardan ihtiram değil, dua istiyorum. Hem zannederim, benim bu mesleğimi, benim bütün arkadaşlarım biliyorlar.
Yalnız bu kadarı var ki, Kur’ân-ı Hakîmin hizmeti esnasında ve hakaik-i imaniyenin dersi vaktinde, o hakaik hesabına ve Kur’ân şerefine, o makamın iktiza ettiği izzet ve vakar-i ilmiyeyi ders vaktinde muhafaza edip, başımı ehl-i dalâlete eğmemek için, o izzetli vaziyeti muvakkaten takınıyorum. Zannederim, ehl-i dünyanın kanunlarının haddi yoktur ki, bu noktalara karşı çıkabilsin.
Câ-yı hayret bir tarz-ı muamele: Malûmdur ki, her yerde ehl-i maarif, marifet ve ilim noktasında muhakeme eder. Nerede ve kimde marifet ve ilmi görse, meslek itibarıyla ona karşı bir dostluk ve bir hürmet besler. Hattâ düşman bir hükümetin bir profesörü bu memlekete gelse, ehl-i maarif, onun ilim ve marifetine hürmeten onu ziyaret ederler ve ona hürmet ederler.
Halbuki İngilizin en yüksek meclis-i ilmiyesinin, Meşihat-ı İslâmiyeden sorduğu altı sualin cevabını altı yüz kelime ile Meşihat-ı İslâmiyeden istedikleri zaman, bura maarifinin hürmetsizliğine uğrayan bir ehl-i marifet, o altı suale altı kelime ile,

Yüksel dedi ki...


Lem'alar, Sayfa 178
Bu Sayfayı 'Sayfalarım'a Ekle
mazhar-ı takdir olmuş bir cevap veren ve ecnebîlerin en mühim ve hükemaların en esaslı düsturlarına hakikî ilim ve marifetle muaraza edip galebe çalan ve Kur’ân’dan aldığı kuvvet-i marifet ve ilme istinaden Avrupa filozoflarına meydan okuyan ve Hürriyetten altı ay evvel İstanbul’da hem ulemayı ve hem de mekteplileri münazaraya davet edip kendisi hiç sual sormadan suallerine noksansız olarak doğru cevap veren HAŞİYE ve bütün hayatını bu milletin saadetine hasreden ve yüzer risale, o milletin Türkçe olan lisanıyla neşredip o milleti tenvir eden; hem vatandaş, hem dindaş, hem dost, hem kardeş bir ehl-i marifete karşı en ziyade sıkıntı veren ve hakkında adâvet besleyen ve belki hürmetsizlik eden, bir kısım maarif dairesine mensup olanlarla az bir kısım resmî hocalardır.
İşte, gel, bu hale ne diyeceksin? Medeniyet midir? Maarifperverlik midir? Vatanperverlik midir? Milliyetperverlik midir? Cumhuriyetperverlik midir? Hâşâ, hâşâ! Hiç, hiçbir şey değil. Belki bir kader-i İlâhîdir ki, o kader-i İlâhî, o ehl-i marifet adamın dostluk ümit ettiği yerden adâvet gösterdi ki, hürmet yüzünden ilmi riyâya girmesin ve ihlâsı kazansın.
Hâtime
Kendimce câ-yı hayret ve medar-ı şükran bir taarruz:
Bu fevkalâde enâniyetli ehl-i dünyanın enâniyet işinde o kadar hassasiyet var ki, eğer şuuren olsaydı, keramet derecesinde veyahut büyük bir dehâ derecesinde bir muamele olurdu. O muamele de şudur:
Kendi nefsim ve aklım bende hissetmedikleri bir parça riyâkârâne enâniyet vaziyetini, onlar enâniyetlerinin hassasiyet mizanıyla hissediyorlar gibi, şiddetli bir surette, ben hissetmediğim enâniyetimin karşısına çıkıyorlar. Bu sekiz dokuz senede, sekiz dokuz defa tecrübem var ki, onların zalimâne bana karşı muamelelerinin vukuundan sonra, kader-i İlâhîyi düşünüp, "Niçin bunları bana musallat etti?" diye nefsimin desiselerini arıyordum. Her defada, ya nefsim şuursuz olarak enâniyete fıtrî meyletmiş veyahut bilerek beni aldatmış, anlıyorum. O vakit, kader-i İlâhî, o zalimlerin zulmü içerisinde, hakkımda adalet etmiş derdim.
Ezcümle, bu yazın arkadaşlarım güzel bir ata beni bindirdiler. Bir seyrangâha gittim. Şuursuz olarak, nefsimde hodfuruşâne bir keyif arzusu uyanmakla, ehl-i

HAŞİYE
Yeni Said diyor ki: Şu makamda Eski Said’in iftiharkârâne söylediği şu sözlere ben iştirak etmiyorum. Bu risalede sözü ona verdiğim için susturamıyorum. Enâniyetilere karşı bir parça enâniyetini göstersin diye sükût ediyorum.

Yüksel dedi ki...
Bu yorum yazar tarafından silindi.
Yüksel dedi ki...

Ölümü düşünmek,ihlas ve Allah c.c.a yakınlık için insana en çok fayda veren iştir.S.Muhammed Raşid k.s.

Yüksel dedi ki...

Kul yalan söylediği zaman,meydana gelen manen kötü kokudan dolayı,melekler kendisinden bir mil uzaklaşır.Cami ü s sağir.cilt 1.sy.244.

Yüksel dedi ki...

Fuhuş yaygınlaşınca yer sarsıntıları olur.idareciler zulüm ve haksızlık yaptıklarında yağmur kesilir.İslam idaresi altında yaşayan gayr ı müslümlere verilen sözler yerine getirilmediğinde de düşman galib gelir.Cami ü s sağir.407.

Yüksel dedi ki...

Bir yerde zina açıkca işlenip faiz açıkca yendiğinde ora halkı Allah c.c.ın azabının gelmesine sebep olmuşlardır.406.

Yüksel dedi ki...

Ya melek kullarımı uyandırma!diyecek ve o meleği nida etmekten yasaklanacaktır.O melek ve bütün sema melekler i Kıyamet kopmasının vakti geldiğinden haberli olacaklardır ve ağlaşmaya başlasalar gerektir.O gecenin uzunluğu üç gün ve üç gece kadar olacaktır.O gece hiç bir horoz ötmeyecek,köpekler ulumayacak,halk bir büyük gaflet içinde,üç gün ,üç gece yatıp kalacaklardır.Ancak daima gece vakti namazı,teheccüdü kılanlar kalkacak,namazlarını kılacak...Kara Davud efendi şerhi

Yüksel dedi ki...

Sabah olmamıs.Acaba tez mi kalktık?deyip yine biraz daha yatacaklardır.Yine kalkacaklar,sabah olmadığını anlayınca Kıyametin geldiğini anlayacaklardır.Gece namazını kılmayanları kaldırmaya çok uğraşacaklar,fakat bir yolunu bulamıyarak kaldıramayacaklardır.Sonra,kendileri toplanıp günahlarına tevbe ve isiğfar edecekler göz yaşları döküp o üç gün,üç gece geçinceye kadar yakarış ve duada bulunacaklardır.o zaman geçince ve sabah olunca güneş de mağribden batıdan doğacak,tevbe kapıları kapanacaktır.Kara Davud Serhi

Yüksel dedi ki...

ALLAH TEALA’NIN CENNETTE MÜ’MİNLERE HAZIRLADIĞI NİMETLER

372) Allah’ın Mü’minlere Cennette Hazırladığı Nimetler

Bu bölümdeki dört ayet ve onyedi hadis-i şeriften, Allah’ın iman eden kulları için cennette hazırladığı pınarları, kalplerden kin ve öfkenin orada sökülüp atılacağını, yorgunluğun da orada olmayacağını, korku ve üzüntüsüz bir hayat olacağını, altın tepsi, tabak ve kadehlerle yiyecek ve içecekler ikram edileceğini, ebedi kalınacak cennetlerde her türlü meyveden yenebileceğini, ipek ve atlas elbiseler içinde karşılıklı sohbetler edileceğini ve iri gözlü huriler verileceğini, cenneti elde edebilmek için insanların dünyada orayı kazanmak için yarış etmeleri gerektiğini, cennette her türlü yeme içmenin olup, idrar ve dışkının olmadığını, oradaki nimetlerin hiçbir göz tarafından görülmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir insanın hatırından geçiremediği ve hayal edemediği nimetler olduğunu, tarakların altından olup her tarafın güzel kokularla donatıldığını, cennetteki en aşağı seviyede olan kimseye dünyanın on misli büyüklüğünde yer verileceğini, altmış mil yüksekliğinde inciden yapılma çadırlar olduğunu, çok büyük ağaçlar olup bir ucundan diğer ucuna yüz senede varılamayacağını, köşklerdeki mü’minlerin birbirlerini semadaki yıldızlar gibi seyredeceğini, esen rüzgarın bile orada insanların güzelliklerine güzellik katacağını ve cennette ölüm, hastalık, ihtiyarlık olmayacağını, keder ve sıkıntı çekilmeyeceğini, cennetteki tüm nimetlerin en üstünü olarak da Allah’ın razı olduğunu kullarına bildireceğini, şu anda gökteki ayı nasıl görüyorsak orada da Rabbimizi öylece göreceğimizi ve en değerli şeyin de bu olduğunu öğreneceğiz. [1]

“Muhakkak ki, yolunu Allah ve kitabıyla bulanlar, cennetlerde ve ırmak başlarındadırlar. Esenlik ve güvenlik içerisinde girin oraya! diyerek karşılanacaklar orada. Gönüllerindeki kini, hasedi kökünden söküp attık onların; Onlar mutluluk divanları üzerinde, karşı karşıya oturmuş kardeştirler. O cennetlerde onlara, hiçbir yorgunluk ve bitkinlik erişmez ve oradan çıkarılacak da değillerdir.” (Hıcr: 15/45-48)
“O gün Allah onlara: “Ey benim kullarım bugün ne korkacaksınız, ne de üzüleceksiniz!” diyecek. O kullarım ki, ayetlerime inanmışlar ve müslüman olmuşlardır. Ey kullarım! Siz ve mü’min eşleriniz girin cennete, orada ağırlanıp sevindirileceksiniz. Orada altın tepsiler ve kadehlerle onların etrafında dolaşılır. Orada canlarının çektiği, gözlerinin hoşlandığı herşey var. Ve sizler orada ebedi kalacaksınız. Dünyada yaptığınız doğru dürüst işler sayesinde, elde edeceğiniz cennet işte böyledir. Size orada pekçok meyveler de var, onlardan yersiniz.” (Zuhruf: 43/68-73)
“Buna karşılık yollarını Allah ve kitabıyla bulanlar, gerçekten güvenilir bir konumdadırlar. Bahçeler ve pınarlar arasında, ince ve kalın ipekten elbiseler giyerler ve karşı karşıya otururlar. İşte böyle olacak, biz o mü’minleri siyah iri gözlü hurilerle de evlendiririz. Orada güven içinde canlarının çektiği her türlü meyveyi isteyip getirtirler. Ve orada ilk ölümden başka bir ölüm tatmayacaklar ve böylece Allah onları yakıcı ateşin azabından korumuş olacaktır. Bu Rabbinin bir lütfudur ve en büyük zafer de budur.” (Duhan: 44/51-57)
“Şüphesiz ki erdem sahipleri ve iyi kişiler cennet nimetleri içindedirler. Koltuklara yaslanarak seyrederler. Onların yüzlerinde nimetin ve mutluluğun sevincini görürsün. Onlara ağızları mühürlenmiş yani bozulmama ve lezzetinin kaçmaması için vakumlanmış, sadece, içecek kimsenin yanında halis sarhoşluk vermeyen şaraplardan sunulur ve içirilir, dünyadaki içkilerin tersine bunların içiminden sonra etrafa kötü kokular değil, misk kokusu yayılır. Öyleyse bu değerli şeylere ulaşmak için can atanlar, yarışanlar bu nimetlerin bulunduğu cennete girmek için yarışsınlar. Ve bu şaraba tesnim pınarının suyu karıştırılmıştır. Bu su öyle bir kaynaktır ki, Allah’a yakın olma şerefine erişenler ondan içerler.” (Mutaffifin: 83/22-28)

Yüksel dedi ki...

1884. Câbir radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Cennetlikler cennette yiyip içerler, ama büyük, küçük abdeste çıkmaz ve sümkürmezler. Sadece hoş kokulu bir geğirti ve ter çıkarırlar. İnsanın kendiliğinden nefes alması gibi, onlar da kendiliklerinden Cenâb–ı Hakk’ı ulûhiyyet makamına yakışmayan sıfatlardan tenzih eder, tekbir getirirler.”[2]

1885. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Allah Teâlâ, ‘Ben sâlih kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı, hiçbir insanın hatır ve hayal edemediği nimetler hazırladım’ buyurdu.”
Ebû Hüreyre, isterseniz şu âyeti okuyunuz, dedi:
“Mü’minlerin yaptıkları ibadet ve iyiliklere karşılık olarak onlara ne mutluluklar saklandığını hiç kimse bilemez” (Secde: 32/17).[3]

1886. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Cennete ilk girecek kimselerin yüzleri, dolunay gibi parlak olacak. Onların ardından gireceklerin yüzleri, gökyüzündeki en parlak yıldız gibi aydınlık olacak. Orada insanlar ne küçük ne büyük abdest bozarlar ve ne de tükürüp sümkürürler. Onların tarakları altındandır. Kokuları mis gibidir. Buhurdanlıklarında tüten hoş koku, cennetin hoş kokulu ağacındandır. Eşleri hûrilerdir. Cennetliklerin hepsi de babaları Âdem’in şeklinde yaratılmış olup boyları altmış arşındır.”[4]

Buhârî ve Müslim’in diğer bir rivayetine göre Resûl–i Ekrem şöyle buyurdu:
“Onların cennetteki kapları altındandır. Orada terleri mis gibi güzel kokacaktır. Orada her birine, baldırının iliği etinin üstünden görünecek kadar güzel ikişer kadın verilecektir. Onların kalpleri tek bir adamın kalbi gibi aynı duyguları taşıdığından, aralarında ne anlaşmazlık ne de çekişme meydana gelecektir. Akşam sabah Allah Teâlâ’yı ulûhiyyetine yakışmayan sıfatlardan tenzih edeceklerdir.”[5]

Yüksel dedi ki...

1887. Muğîre İbni Şu‘be radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Mûsâ sallallahu aleyhi ve sellem Rabbine:
– Cennetliklerin en aşağı derecesi nedir? diye sordu. Allah Teâlâ da şöyle buyurdu:
– O, cennetlikler cennete girdikten sonra çıkagelen bir adamın derecesi olup kendisine:
– Cennete gir! denir.
– Yâ Rabbî! Herkes yerine yerleşmiş ve alacağını almışken ben nereye gideceğim? der. Ona:
– Sana dünya hükümdarlarından birinin mülkü kadar yer verilse razı olur musun? diye sorulur. O da:
– Razıyım yâ Rabbî! der. Bunun üzerine Allah Teâlâ ona:
– İşte öyle bir mülk senindir. Bir o kadar daha, bir o kadar daha, bir o kadar daha, bir o kadar daha buyurur. Beşincisinde o adam:
– Razı oldum yâ Rabbî! der. Allah Teâlâ ona:
– İşte bu kadar şey hep senindir. Onun on misli de senindir. Bir de neyi arzu ediyorsan, gözün neden hoşlanıyorsa hepsi senindir, buyurunca adam:
– Razı oldum yâ Rabbî! diyecek.
Daha sonra Mûsâ aleyhisselâm :
– Yâ Rabbî! Cennetliklerin en üstün derecesi nedir? diye sordu. Allah Teâlâ şöyle buyurdu:
– Onlar benim seçtiğim kullardır. Onların kerâmet fidanlarını kudret elimle ben dikip mühür altına aldım. Onlara hazırladığım nimetleri ne bir göz görmüş, ne bir kulak duymuş, ne de bir kimsenin hatır ve hayalinden geçmiştir.”[6]

1888. İbni Mes’ûd radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Ben cehennemden en son çıkacak (veya cennete en son girecek) kimseyi biliyorum. O adam cehennemden emekleye emekleye çıkar. Allah Teâlâ ona:
– Haydi git, cennete gir, buyurur. Adam cennete gider, fakat ona cennet doluymuş gibi gelir. Geri dönüp Allah Teâlâ’ya:
– Yâ Rabbî! Cennet ağzına kadar dolmuş! der. Allah Teâlâ ona:
– Git, cennete gir, buyurur. Tekrar oraya gider, yine cennetin dolu olduğunu zanneder. Bir daha geri dönüp Allah Teâlâ’ya:
– Yâ Rabbî! Orası dopdolu! der. Allah Teâlâ ona yine:
– Git, cennete gir, orada senin dünya kadar ve dünyanın on misli (veya dünyanın on misli büyüklüğünde) yerin var, buyurur. O Adam:
– Yâ Rabbî! Sen kâinâtın hükümdarı olduğun halde benimle alay mı ediyorsun? (veya benim halime mi gülüyorsun?) der.”
Hadisin râvisi İbni Mes’ûd şöyle dedi: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in gerideki dişleri belirinceye kadar tebessüm ettiğini gördüm. Sonra şöyle buyurdu:
“İşte cennetliklerin en aşağı seviyesinde bulunan adamın derecesi budur.”[7]

Yüksel dedi ki...

1889. Ebû Mûsâ el–Eş'arî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Şüphesiz mü’min için cennette, altmış mil yükseklikte içi boş inciden yapılma bir çadır vardır. Orada mü’minin gidip ziyaret ettiği aileleri vardır. Fakat bu aileler birbirlerini görmezler.”[8]

1890. Ebû Saîd el–Hudrî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Cennette öyle bir ağaç vardır ki, idmanlı bir ata binmiş olan kimse onun bir ucundan diğerine yüz senede varamaz.”[9]

1891. Yine Ebû Saîd el–Hudrî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Cennetlikler, kendilerinden yüksekteki köşklerde oturanları, aralarındaki derece farkı sebebiyle, sizin sabaha karşı doğu veya batı tarafında, gökyüzünün uzak bir noktasında batmak üzere olan parlak ve iri bir yıldızı gördüğünüz gibi göreceklerdir.” Bunun üzerine ashâb–ı kirâm:
– Yâ Resûlallah! O yerler, peygamberlere ait ve başkalarının ulaşamayacağı köşkler olmalıdır, dediler. Resûl–i Ekrem şöyle buyurdu:
– “Evet, öyledir. Canımı kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, o yerler, Allah’a iman edip peygamberlere bütün benlikleriyle inanan kimselerin de yurtlarıdır.”[10]

1892. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Cennette yay kadar bir yer, üzerine güneşin doğup battığı her şeyden daha hayırlıdır.”[11]

1893. Enes radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Cennette, cennetliklerin her hafta gittikleri bir çarşı vardır. Orada, yüzlerine ve elbiselerine cennet kokuları üfleyen bir kuzey rüzgârı eser ve böylece güzellikleri daha da artar. Eskisinden daha güzel ve yakışıklı olarak eşlerinin yanına döndükleri zaman, aileleri onlara:
– Vallahi güzelliğinize güzellik katılmış, derler. Onlar da:
– Vallahi yanınızdan ayrılalı beri siz de daha bir güzel olmuşsunuz, derler.”[12]

1894. Sehl İbni Sa’d radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Cennetlikler, yükseklerdeki köşkleri, sizin gökyüzündeki yıldıza baktığınız gibi seyredeceklerdir.”[13]

1895. Sehl İbni Sa’d radıyallahu anh şöyle dedi:
Bir gün, Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in cenneti geniş bir şekilde anlattığı bir sohbetinde bulundum. Sözünün sonunda şöyle buyurdu:
“Orada hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı, hiç kimsenin hatırından bile geçirmediği nimetler vardır.” Sonra da şu âyeti okudu:
“Korkuyla ve umutla Rablerine yalvarmak üzere ibadet ettikleri için vücutları yataklardan uzak kalır ve kendilerine verdiğimiz rızıktan da başkalarına harcarlar. Yaptıklarına karşılık olarak onlar için ne mutluluklar saklandığını hiç kimse bilemez” (Secde: 32/16–17)[14]

Yüksel dedi ki...

1896. Ebû Saîd ve Ebû Hüreyre radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Cennetlikler cennete girince bir kimse şöyle seslenir: Siz cennette ebediyyen yaşayacak, hiç ölmeyeceksiniz; hep sağlıklı olacak, hiç hastalanmayacaksınız; hep genç kalacak, hiç yaşlanmayacaksınız; hep nimet ve mutluluk içinde yaşayacak, hiç keder ve sıkıntı çekmeyeceksiniz.”[15]

1897. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Sizden cennetin en aşağı derecesinde olan birine (Allah Teâlâ veya bir meleği):
– Ne dilersen dile, diyecek. O da bütün dileklerini söyleyecek. Kendisine, kalbinden geçenlerin hepsini diledin mi? diye soracak. O da:
– Evet, diledim, diyecek. Bunun üzerine o kimseye:
– Bütün dileklerin bir misli fazlasıyla sana verilecektir, diyecek.”[16]

1898. Ebû Saîd el–Hudrî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Allah Teâlâ cennetliklere:
– Ey cennet sâkinleri! diye seslenir. Onlar da:
– Buyur Rabbimiz! Emret! Bütün hayır ve iyilikler senin elindedir, derler. Allah Teâlâ:
– Halinizden memnun musunuz? diye sorar. Onlar:
– Nasıl razı olmayalım, Rabbimiz. Sen bize, hiç kimseye vermediğin bunca nimetler ihsan ettin, derler. Allah Teâlâ:
– Size bunlardan daha değerlisini vereyim mi? buyurur. Cennetlikler:
– Bunlardan daha değerlisi ne olabilir, Rabbimiz! derler. Bunun üzerine Cenâb–ı Hak:
– Üzerinize rızâmı indiriyorum; bundan sonra size hiç gazap etmeyeceğim, buyurur.”[17]

1899. Cerîr İbni Abdullah radıyallahu anh şöyle dedi:
Bir gece Resûlullah’ın yanında bulunuyorduk. On dördüncü gecesindeki aya baktıktan sonra şöyle buyurdu:
“Şu ayı hiç bir sıkıntı çekmeden gördüğünüz gibi Rabbinizi de ayan beyan göreceksiniz.”[18]

Yüksel dedi ki...

1900. Suheyb radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Cennetlikler cennete girince Allah Teâlâ onlara:
– Size vermemi istediğiniz bir şey var mı? diye soracak. Onlar:
– Yâ Rabbî! Yüzlerimizi ak etmedin mi? Bizi cennete koyup cehennemden kurtarmadın mı, daha ne isteyelim, diyecekler.
İşte o zaman Allah Teâlâ perdeyi kaldıracak. Onlara verilen en güzel ve en değerli şey Rablerine bakmak olacaktır.”[19]

Nevevi elimizdeki Riyazu’s-Salihin kitabını Allah’a hamdini ifade eden iki ayet ve bir dua ile bitirmektedir.
“Ama iman edip de yararlı işler yapanlara gelince; Rableri imanlarından dolayı onları doğru yola eriştirmektedir. Ahirette ise nimet dolu cennetlerde bulunacaklar ve onların konaklarının altlarından ırmaklar akmaktadır. Onlar, orada mutluluk makamında olup: “Ey Allah’ım! Sınırsız kudret ve izzetinle sen ne yücesin, seni her türlü noksanlardan tenzih ederiz” diye dua ederler. Orada, onların selamlaşmaları “selam olsun” şeklinde olacaktır. Dua ve niyazlarının sonu ise; “Eksiksiz bütün övgüler alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur” derler.” (Yunus: 10/9-10 )
“Mü’minler cennete girmezden önce, onların benliklerinde takılıp kalmış olabilecek düşünce ya da duygu türünden uygun olmayan ne varsa hepsini silip atacağız. Onların önlerinde dereler ve ırmaklar çağıldayacak ve onlar “Eksiksiz bütün övgüler bizi bu bahtiyarlığa eriştiren Allah’a yakışır. Çünkü o bize yol göstermeseydi, biz asla doğru yolu bulamazdık! Ve Rabbimizin elçileri bize gerçekten doğru söylemişler” diyecekler. Ve bir ses: “İşte geçmişte edip-eyledikleriniz sayesinde kazandığınız cennet bu” diye seslenecek.” (Araf: 7/43)

Allahım İbrahime ve onun âline rahmet ettiğin gibi kulun ve ümmî peygamber olan Rasûlün Muhammed (s.a.v.)’e onun hanımlarına ve zürriyetine hayır ve rahmetini esirgeme. İbrahim ve O’nun âline hayır ve bereket lutfettiğin gibi kulun ve ümmi peygamber olan Rasûlün Muhammed (s.a.v.)’e ve O’nun hanımlarına ve zürriyetine de hayır ve bereket ihsan eyle, şüphesiz sen övülmeye layık ve yücelerin yücesisin.
Bu eseri H. 670 yılı Ramazanı 14. pazartesi günü Dımışk’ta bitirdim.
Hafız, Fakîh Ebu Zekeriyya Muhyiddin Yahya en-Nevevî
Abdullah PARLIYAN
16 Zilkade 1419

Yüksel dedi ki...

İLİM BABI

241) İlmin Üstünlüğü

Bu bölümdeki dört ayet ve on yedi hadis-i şeriften ilmimizi artırması için Rabbimize dua edeceğimizi, bilenlerle bilmeyenlerin hiçbir zaman bir olmadığını, Allah'ın iman eden ve ilimle uğraşanların derecelerini yükselttiğini, Allah'tan ancak ilim sahiplerinin korktuğunu, Allah'ın hakkında hayır istediği kimseye ilim verdiğini, gıbta edilecek iki kişiden birisinin ilim sahibi olduğunu, ilim sahibinin bereketli yağmura benzediğini, vahiy bilgisiyle bir kişinin doğru yolu bulmasının vadiler dolusu develerden hayırlı olduğunu, dinî ilmin yayılması gerektiğini, ilim tahsili için bir yola girene cennet yolunun kolaylaştırılacağını, hidayete çağıranlara kendisine uyanların sevabı kadar sevap verileceğini, sona ermeyen üç amelden birinin de faydalanılan ilim olduğunu, dünya ve içindeki herşeyin değersiz olduğunu, sadece alim ve öğrenci olmanın bunun dışında olduğunu, ilim tahsili için yola çıkanın evine dönünceye kadar Allah yolunda olduğunu, mü'minin cennete girmeye kadar hiçbir hayra doymadığını, alimin ibadet edene üstünlüğünün en alt seviyedeki bir kimsenin peygamberle durumu gibi olduğunu, melekler yer gök ehli karınca ve balıkların dahi ilim öğrenenlere dua ettiğini, duyulan, öğrenilen bilgilerin daima başkalarına aktarılması gerektiğini, bildiği bir şeyde sorulan soruya cevap vermeyenin ateşten bir gem ile gemleneceğini, dünyalık temini için ilim öğrenenin cennetin kokusunu bile duymayacağını, kıyamete yakın zamanlarda ilmin ortadan kaldırılıp insanların cahillere uyarak sapıtacaklarını öğreneceğiz. [1]

"...Ey Rabbim! ilmimi artır de." (Taha: 20/114)
"...Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer: 39/9)
"...Allah sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltir..." (Mücadele: 58/11)
"...Kulları arasından yalnızca, anlama ve kavrama yeteneğine yani vahiy bilgisine sahip olanlar Allah'tan gereği biçimde korkarlar." (Fatır: 35/28)

1379. Muâviye radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Allah, hakkında hayır dilediği kimseye din hususunda büyük bir anlayış verir."[2]

1380. Abdullah İbni Mes'ûd radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Yalnız şu iki kimseye gıbta edilir:
Allah'ın kendisine ihsân ettiği malı hak yolunda harcayıp tüketen kimse;
Allah'ın kendisine verdiği ilimle yerli yerince hükmeden ve onu başkalarına da öğreten kimse."[3]

1381. Ebû Mûsâ el–Eş’arî radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Allah’ın benimle göndermiş olduğu hidâyet ve ilim, yeryüzüne yağan bol yağmura benzer. Yağmurun yağdığı yerin bir bölümü verimli bir topraktır: Yağmur suyunu emer, bol çayır ve ot bitirir. Bir kısmı da suyu emmeyip üstünde tutan çorak bir yerdir. Allah burada biriken sudan insanları faydalandırır. Hem kendileri içer, hem de hayvanlarını sular ve ziraatlarını o su sayesinde yaparlar. Yağmurun yağdığı bir yer daha vardır ki, düz ve hiçbir bitki bitmeyen kaypak ve kaygan arazidir. Ne su tutar, ne de ot bitirir. İşte bu, Allah’ın dininde anlayışlı olan ve Allah’ın benimle gönderdiği hidâyet ve ilim kendisine fayda veren, onu hem öğrenen hem öğreten kimse ile, buna başını kaldırıp kulak vermeyen, Allah’ın benimle gönderdiği hidâyeti kabul etmeyen kimsenin benzeridir."[4]

*

Yüksel dedi ki...

Hidayet: Allah'ın doğru yolunu bulma ve o yola girme anlamlarına gelir. Kasas: 28/56, Fussılet: 41/17. ayetler bunu en güzel şekilde açıklar. Peygamberimiz bu hassas konuyu güzel bir benzetmeyle bize açıklamıştır. Ölü toprağı dirilten yağmur ne ise, gökten gelen Allah'ın vahyi de insanları diriltmekle aynen o su gibidir. Yeryüzünün bazı kesimlerindeki topraklar verimli olup, çok güzel meyve, sebze ve ağaçlar bitirir ve insanlar onlardan istifade eder. Dinin emirlerinden faydalanıp başkalarını da faydalandıran mü'min bu araziye bu toprağa benzetilmiştir. Yine killi ve taşlık arazilerde de su birikir ve oralar havuz vazifesi görür, o sudan insanlar ve hayvanlar istifade ederler. İkinci grup buna benzetilmiştir. İslamı kabul etmeyip ne kendisine ne de başkalarına faydası olmayan kafir insanlar da çöl ve kaypak araziye benzetilmiştir. İnsanlar ve mü'minler de toprak ve madenler gibi çeşit çeşittir. Faydalı olanı, faydasız olanı vardır. Bizler ilim, yani dinimizi öğrenmeye ve onu başkalarına öğretmeye gayret etmeliyiz, bu hadis bizi buna teşvik etmektedir. [5]

1382. Sehl İbni Sa'd radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem Ali radıyallahu anh'a şöyle dedi:
"Allah'a yemin ederim ki, Cenâb–ı Hakk'ın senin aracılığınla bir tek kişiyi hidayete kavuşturması, senin, en kıymetli dünya nimeti olan kırmızı develere sahip olmandan daha hayırlıdır."[6]

1383. Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhümâ'dan rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Benim tarafımdan (tebliğ edilen Kur'an'dan) bir âyet bile olsa insanlara ulaştırınız. İsrailoğulları(nın ibretli kıssaları)ndan da haber verebilirsiniz. Bunda bir sakınca yoktur. Kim bile bile bana yalan isnad ederse, cehennemdeki yerine hazırlansın."[7]

Yüksel dedi ki...

1384. Ebû Hüreyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Kim ilim tahsil etmek için bir yola girerse, Allah o kişiye cennetin yolunu kolaylaştırır."[8]

1385. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Hidâyete davet eden kimseye, kendisine uyanların sevabı kadar sevap verilir. Bu onların sevaplarından da hiçbir şey azaltmaz."[9]

1386. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"İnsanoğlu öldüğü zaman bütün amellerinin sevabı da sona erer. Şu üç şey bundan müstesnadır: Sadaka–i câriye, istifade edilen ilim, kendisine dua eden hayırlı evlat."[10]

1387. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Dünya ve onun içinde olan şeyler değersizdir. Sadece Allah'ı zikretmek ve O'na yaklaştıran şeylerle, ilim öğreten âlim ve öğrenmek isteyen öğrenci bundan müstesnadır."[11]

1388. Enes radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"İlim tahsil etmek için yolculuğa çıkan kimse, evine dönünceye kadar Allah yolundadır."[12]

1389. Ebû Saîd el–Hudrî radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Mü'min, cennete girinceye kadar hiçbir hayıra doymaz."[13]

Yüksel dedi ki...

1390. Ebû Ümâme radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Âlimin âbide üstünlüğü, benim sizin en aşağı derecede olanınıza üstünlüğüm gibidir." Sonra Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Şüphesiz ki Allah, melekleri, gök ve yer ehli, hatta yuvasındaki karınca ve balıklar bile insanlara hayrı öğretenlere dua ederler."[14]

1391. Ebü'd–Derdâ radıyallahu anh şöyle dedi:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'i şöyle buyururken işittim:
"Bir kimse, ilim elde etmek arzusuyla bir yola girerse, Allah o kişiye cennetin yolunu kolaylaştırır. Muhakkak melekler yaptığından hoşnut oldukları için ilim öğrenmek isteyen kimsenin üzerine kanatlarını gererler. Göklerde ve yerde bulunanlar, hatta suyun içindeki balıklar bile âlim kişiye Allah'tan mağfiret dilerler. Âlimin âbide karşı üstünlüğü, ayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Şüphesiz ki âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler altın ve gümüşü miras bırakmazlar; sadece ilmi miras bırakırlar. O mirası alan kimse, bol nasip ve kısmet almış olur."[15]

1392. İbni Mes'ûd radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Bizden bir şey işitip, onu aynen işittiği gibi başkalarına ulaştıran kimsenin Allah yüzünü ağartsın. Kendisine bilgi ulaştırılan nice insan vardır ki, o bilgiyi, bizzat işiten kimseden daha iyi anlar ve korur."[16]

1393. Ebû Hüreyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Bir kimseye bildiği bir konu sorulduğunda cevap vermezse, kıyamet gününde ağzına ateşten bir gem vurulur."[17]

1394. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Kim kendisinde Allah'ın rızası aranan bir ilmi sadece dünyalığa sahip olmak için öğrenirse, o kimse kıyamet gününde cennetin kokusunu bile duyamaz."[18]

1395. Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhümâ şöyle dedi:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'i şöyle buyururken işittim:
"Allah Teâlâ ilmi insanların hafızalarından silip unutturmak suretiyle değil, fakat âlimleri öldürüp ortadan kaldırmak suretiyle alır. Neticede ortada hiçbir âlim bırakmaz. İnsanlar bir kısım cahilleri kendilerine lider edinirler. Onlara birtakım meseleler sorulur; onlar da bilmedikleri halde fetva verirler. Neticede hem kendileri sapıklığa düşer, hem de insanları saptırırlar."[19]

* Alim kimse devamlı ibadet eden kimseden daha faziletlidir. Çünkü ilim öğrenmek farz olup, farz ibadetlerden sonra yapılan nafile ibadetler ise sünnettir. Âbid kimsenin faydası kendisiyle sınırlı olup, alimin faydası bütün canlıları kapsayıcı bir özellik taşır. İbadet ve kulluğun sıhhati de ilme bağlı olduğu için önce ilim, sonra amel gelir. Çünkü bilmeyen bir kişi bir işi hakkıyla yerine getiremez. Alim ve ilim öğrenen talebeye, Allah, melekler, insanlar ve diğer canlıların her biri kendi dilleriyle dua ederler. En büyük ve en üstün zenginlik ilim zenginliğidir. Çünkü ilim zenginliği insanlara hürmet ve saygı kazandırır. Mal ve makam zenginliği ise çok kere düşman kazandırır. Alimler peygamberlerin varisleri oldukları için onlara saygısızlık fısk ve sapıklık yoludur. [20]

Yüksel dedi ki...

370) Belli Bir Konuyu Kapsamayıp Hoş Cazip Ve İlginç Hadisler

1812. Nevvâs İbni Sem’ân radıyallahu anh şöyle dedi:
Bir sabah Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem deccâlden uzun uzun bahsetti. Sonunda yorulup sesini alçalttı, sonra tekrar yüksek sesle konuştu. Biz onun anlatışına bakarak deccâlin Medine civarındaki hurmalıklara gelip dayandığını zannettik. Tekrar yanına gittiğimiz zaman üzüntümüzü anladı ve:
– “Hayrola, bu ne hal?” dedi. Biz de:
– Yâ Resûlallah! Sabahleyin deccâlden bahsettin. Kâh alçak sesle kâh yüksek sesle konuştuğun için, biz onun hurmalıklara gelip dayandığını sandık, dedik. Bunun üzerine şöyle buyurdu:
– “Sizin adınıza deccâlden başka şeylerden daha çok korkuyorum. Şayet deccâl ben aranızdayken çıkarsa, onun oyununu bozar, delillerini çürütürüm.
Eğer ben aranızdan ayrıldıktan sonra çıkarsa, artık herkes kendini ona karşı savunup korumalıdır. Zaten Allah Teâlâ mü’minleri onun kötülüklerinden koruyacaktır. Deccâl kıvırcık saçlı, patlak gözlü, (Câhiliye devrinde ölen) Abdüluzzâ İbni Katan’a benzeyen bir gençtir. Sizden onu gören Kehf sûresinin baş (ve son) tarafından onar âyet okusun. O Şam ile Irak arasındaki bir yerden çıkacak. Sağa sola her yana kötülüğünü yayacaktır. Ey Allah’ın kulları, imanınızı koruyup direnin!”
– Yâ Resûlallah! Deccâlin yeryüzünde kalma süresi ne kadardır? diye sorduk. Şöyle buyurdu:
– “Kırk gündür. Bir günü bir yıl kadar, bir başka günü bir ay kadar, bir diğer günü de bir hafta kadardır; geri kalan günleri ise sizin bildiğiniz günler gibidir.” Biz:
– Yâ Resûlallah! Bir yıl kadar olan günde, kılacağımız bir günlük namaz kâfi gelecek mi? dedik.
– “Hayır, siz namaz vakitlerini ona göre takdir ve hesap ediniz” buyurdu. Biz:
– Yâ Resûlallah! Onun yeryüzündeki sürati ne kadardır? diye sorduk. Şöyle buyurdu:
– “Rüzgârın sürüklediği bulut gibi insanların yanından geçer, ilâh olduğunu söyleyerek kendisine iman etmelerini ister, onlar da iman ederler. Göğe yağmur yağdırmasını emreder, yağmur yağar; yere bitki bitirmesini emreder, otlar, çayırlar biter; insanların yayılmaya gönderdikleri hayvanları daha gösterişli ve semiz, sütleri daha bol olarak döner. Daha sonra başka insanların yanına gelerek onları kendine inanmaya davet eder; fakat onlar kendisine inanmayıp teklifini geri çevirirler; deccâl de yanlarından ayrılıp gider; lakin sabahleyin suları çekilip çayır çimenleri kurur, hayvanları da helâk olur.
Deccâl bir örene uğrayıp ‘Definelerini ortaya çıkar!’ der, o harâbedeki defineler arıbeyinin peşinden giden arılar gibi deccâlin arkasından gider. Sonra deccâl babayiğit bir genci yanına çağırıp onu kılıcıyla ikiye biçer; vücudunun her parçası bir yana düşer; ardından ona seslenir. Delikanlı gülümseyen bir çehreyle ona doğru gelir. Deccâl böyle işler yaparken Allah Teâlâ Mesîh İbni Meryem sallallahu aleyhi ve sellem’i gönderir. Mesîh, boyanmış iki elbise içinde, ellerini iki meleğin kanatları üzerine koyarak Dımaşk’ın doğusundaki Akminare’nin yanına iner. Mesih parıldayan yüzüyle başını yere eğince saçlarından terler damlar, başını kaldırınca inci gibi nûrânî damlalar dökülür. Onun nefesini koklayan kâfir derhal ölür. Nefesi baktığı yere ânında ulaşır. Mesih deccâlin peşine düşer, onu (Kudüs yakınındaki) Bâbülüd’de yakalayıp öldürür. Sonra Îsâ sallallahu aleyhi ve sellem, Allah Teâlâ’nın kendilerini deccâlin şerrinden koruduğu birtakım insanların yanına gelir, onların yüzlerini okşayarak deccâl fitnesinin sona erdiğini söyler ve kendilerine cennetteki yüksek derecelerini haber verir. Bu sırada Allah Teâlâ Îsâ sallallahu aleyhi ve sellem’e vahyederek “Kimsenin öldüremeyeceği kullar yarattım; diğer kullarımı toplayıp Tûr’a götür” buyurur. Allah Teâlâ Ye’cûc ve Me’cûc’ü yeryüzüne gönderir. Onlar tepelerden süratle inip giderler; öncüleri Taberiye gölüne varıp gölün bütün suyunu içer.

Yüksel dedi ki...

Arkadan gelenler oraya vardıklarında, “Bir zamanlar burada çok su varmış” derler. Îsâ sallallahu aleyhi ve sellem ile yanında bulunan mü’minler Tûr dağında mahsur kalırlar. Onlardan her biri için bir öküz başı, sizin bugünkü paranızla yüz altından daha kıymetli olur. Îsâ sallallahu aleyhi ve sellem ile yanındaki mü’minler bu belâdan kendilerini kurtarması için Allah Teâlâ’ya yalvarırlar. Allah Teâlâ da Ye’cûc ve Me’cûc’ün enselerine kurtçuklar musallat eder; hepsi bir anda ölüp gider. Ardından Îsâ sallallahu aleyhi ve sellem ile mü’minler Tûr dağından inerler. Ye’cûc ve Me’cûc’ün kokmuş cesetlerinin olmadığı bir karış yer bulamazlar. Îsâ sallallahu aleyhi ve sellem ile yanındaki mü’minler bu belâdan da kendilerini kurtarması için Allah Teâlâ’ya yalvarırlar.
Allah Teâlâ deve boyunları gibi iri kuşlar gönderir; bu kuşlar onların kokmuş cesetlerini alarak Cenâb–ı Hakk’ın dilediği yere götürüp atarlar. Sonra Allah Teâlâ hiçbir evin ve çadırın engel olamayacağı bol bir yağmur gönderir; bu yağmur yeryüzünü ayna gibi pırıl pırıl temizler. Daha sonra yeryüzüne “Meyveni bitir, bereketini getir” diye emredilir. O gün bir grup insan tek bir nar ile doyar, kabuğuyla da gölgelenirler.
Yaylıma gönderilen hayvanların sütü de bereketlenir, bir devenin sütü kalabalık bir grubu, bir ineğin sütü bir kabileyi, bir koyunun sütü bir cemaati doyurur. Onlar böyle yaşayıp giderken Allah Teâlâ tatlı bir rüzgâr gönderir; bu rüzgâr onları koltuk altlarından sarmalayıp her mü’minin ve müslimin rûhunu alıp götürür. Yeryüzünde insanların en fenaları kalır; onlar eşekler gibi birbiriyle tepişip herkesin gözü önünde cinsel ilişkide bulunurlar ve kıyamet onların üzerine kopuverir.”[1]

* Deccal insanın dünya hayatında karşılaşacağı en büyük fitnedir. Müslüman imanı sayesinde onun şerrinden kurtulacaktır. Çok süratli yayılma gücü olan Deccali Hz. İsa öldürüp insanları ondan kurtaracaktır. Ye’cüc ve Me’cücün çıkıp yeryüzünün ifsad edilmesiyle yeryüzü bazı kurtçuklarla bunlardan temizlenip mü’minlerin ruhları kabzedilecek, kıyamet de kötü insanlar üzerine kopacaktır. [2]

1813. Rib’î İbni Hırâş şöyle dedi:
Ebû Mes’ûd el–Ensârî ile birlikte Huzeyfe İbni Yemân’ın yanına gittim. Ebû Mes’ûd ona:
– Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den deccâl hakkında duyduklarını söyle, dedi. Huzeyfe de şunları söyledi:
– “Deccâl, yanında bir su ve bir de ateş olduğu halde ortaya çıkacak. Bazılarının onun yanında gördüğü su gerçekte su olmayıp yakıcı ateştir. Bazılarının onun yanında gördüğü ateş de gerçekte ateş olmayıp soğuk, tatlı bir sudur. Sizden deccâle kim yetişirse, ateş olarak gördüğü tarafta bulunsun. Zira o, tatlı, içimi güzel bir sudur.”
Ebû Mes’ûd el–Ensârî, Huzeyfe’nin böyle söylediğini ben de duydum, dedi.[3]

1814. Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Ümmetimin hayatta bulunduğu bir zamanda deccâl çıkar ve kırk, bu kadar zaman kalır. (Râvi, Hz. Peygamber’in kırk gün mü, kırk ay mı, yoksa kırk yıl mı buyurduğunu bilemediğini söylemektedir.) Bunun üzerine Allah Teâlâ Îsâ İbni Meryem’i yeryüzüne gönderir; o da deccâli bularak ortadan kaldırır. Sonra insanlar, aralarında hiçbir düşmanlık bulunmadan yedi yıl yaşarlar. Sonra Allah Teâlâ Şam taraflarından soğuk bir rüzgâr gönderir ve bu rüzgâr kalbinde zerre kadar hayır –veya iman– bulunan yeryüzündeki bütün insanların ruhunu kabzeder. Şayet biriniz dağın içine bile girse, bu rüzgâr onu mutlaka bulup canını alır. İşte o zaman yeryüzünde kötülüklere bir kuş hafifliğiyle dalan, yırtıcı hayvan atılganlığıyla şuursuzca saldıran kimseler kalır. Bunlar ne bir iyilik tanırlar ne de bir kötülüğü yadırgarlar. Şeytan bir insan kılığına girerek onlara görünür ve:

Yüksel dedi ki...

Dediğimi yapmayacak mısınız? diye sorar. Onlar da:
– Ne yapmamızı emredersin? derler.
Şeytan da onlara putlara tapmalarını emreder. Onlar her türlü ahlâksızlığı yapıp putlara taparken rızıkları bollaşır, hayat tarzları iyileşir. Daha sonra sûra üflenir. Onun sesini duyan herkes dehşet ve şaşkınlık içinde yıkılır kalır. Sûrun sesini ilk duyup can veren adam, devesinin havuzunu tamir eden bir kimsedir. Onunla birlikte yanındakiler de kendilerini yere atıp can verirler. Sonra Allah Teâlâ çiğ gibi –veya gölge gibi– bir yağmur yağdırır. İnsanların çürüyüp gitmiş cesetleri bununla yeniden hayat bulur. Ardından sûra bir kere daha üflenir; herkes yerinden fırlayıp kendilerine verilecek emri beklemeye başlar. Daha sonra:
– Haydi, Rabbinize gelin! denir. Meleklere de:
– Onları alıkoyun; çünkü onlar sorguya çekilecektir, denir. Daha sonra yine meleklere:
– Cehennemlikleri ayırın! buyurulur. Onlar da:
– Kaçta kaçını ayıralım? diye sorarlar.
– 1000 kişiden 999’unu, denir. İşte o gün, dehşeti yüzünden çocukların ihtiyarladığı bir gün olacaktır. O gün her şeyin ortaya çıktığı korkunç bir gündür.”[4]

1815. Enes radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Mekke ile Medine dışında, deccâlin ayak basmadığı bir yer kalmaz. Mekke ile Medine’nin bütün yollarında saf tutmuş melekler bu iki şehri korur. Deccâl kumlu, çorak bir yere iner. Ardından Medine üç defa sarsılır; Allah Teâlâ orada bulunan kâfir ve münafıkları dışarı çıkarır.”[5]

1816. Yine Enes radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“İsfahan yahudilerinden taylasanlı yetmiş bin kişi deccâlin ardından gider.”[6]

1817. Ümmü Şerîk radıyallahu anhâ Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu dinledi:
“İnsanlar deccâlden kaçıp dağlara sığınırlar.”[7]

1818. İmrân İbni Husayn radıyallahu anh Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken işittim dedi:
“Hz. Âdem’in yaratıldığı zamandan kıyametin kopacağı ana kadar deccâlden daha büyük bir fitne yoktur.”[8]

1819. Ebû Saîd el–Hudrî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Deccâl ortaya çıkınca, mü’minlerden biri onun bulunduğu tarafa doğru gider. Deccâlin silâhlı adamları onun önüne çıkarak:

Yüksel dedi ki...

Nereye gitmek istiyorsun? diye sorarlar.
– Şu ortaya çıkan adamın yanına, der. Deccâlin adamları:
– Sen bizim Rabbimize inanmıyor musun? diye sorarlar. O da:
– Bizim Rabbimizin gizli bir yanı yok ki onu bırakıp başkasına inanalım, der. Deccâlin bazı adamları:
– Öldürün şunu, derler. Bir kısmı ise:
– Tanrınız, haberi olmadan bir kimseyi öldürmeyi yasaklamadı mı! derler ve o mü’mini deccâlin yanına götürürler. O mü’min deccâli görünce diğer mü’minlere:
– Ey mü’minler! Bu adam Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in kendisinden bahsettiği deccâldir, diye seslenir. O zaman deccâl adamlarına:
– Bunu iyice bir dövün, der. Onu dövmek üzere tutarlar. Deccâl tekrar, “Yakalayın şunu, yarın kafasını”, der. Onun sırtını, karnını dayaktan geçirirler. Bu defa deccâl, “Bana iman etmiyor musun?” diye sorar. O mü’min:
– Sen yalancı Mesîh’sin, der.
Deccâlin emri üzerine onu testereyle baştan aşağı ikiye biçerler. Deccâl o zâtın ikiye bölünen cesedinin arasından yürüyüp geçtikten sonra ona:
– Ayağa kalk! der. O da doğrulup kalkar. Deccâl tekrar:
– Bana iman ediyor musun? diye sorar. O da:
– Senin hakkındaki kanaatim iyice pekişti, dedikten sonra halka dönerek, ‘Ey insanlar! O benden sonra artık kimseyi öldürüp diriltemez’, der. Deccâl onu kesmek için yakalar. Fakat Allah Teâlâ o mü’minin boynundan köprücük kemiğine kadar olan kısmı bakır haline dönüştürür; bu sebeple deccâl ona bir şey yapamaz. Bunun üzerine deccâl onun ellerinden ve ayaklarından tutup fırlatır. Halk onu cehenneme attığını zanneder. Halbuki o cennete atılmıştır.”
Resûlullah sözünü şöyle tamamladı:
“İşte bu mü’min, âlemlerin Rabbine göre insanların en büyük şehididir.”[9]

1820. Mugîre İbni Şu‘be radıyallahu anh şöyle dedi:
Hiç kimse Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e deccâl hakkında benden fazla soru sormadı. Resûl–i Ekrem bana:
– “O sana zarar vermeyecek” buyurdu. Ben:
– Bazı kimseler deccâlin yanında dağ kadar ekmek, bir nehir kadar içme suyu bulunduğunu söylüyorlar, deyince:
– “Allah yanında o, bu söylediklerinden daha değersizdir” buyurdu.[10]

1821. Enes radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Bütün peygamberler ümmetlerini yalancı kör deccâlin tehlikesine karşı uyarmışlardır. Şunu bilin ki, onun bir gözü kördür; ama sizin azîz ve celîl olan Rabbiniz tek gözlü değildir. Deccâlin iki gözünün arasına kâfir (ke–fe–re) diye yazılmıştır.”[11]

Yüksel dedi ki...

1822. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Hiçbir peygamberin ümmetine deccâl hakkında söylemediği bir şeyi size haber vereyim mi? Onun bir gözü kördür. Yanında cennete ve cehenneme benzeyen bir şey olacaktır. Onun cennet dediği şey, cennet değil cehennemdir.”[12]

1823. İbni Ömer radıyallahu anhümâ şöyle dedi:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem herkesin yanında deccâlden söz ederek şöyle buyurdu:
“Allah Teâlâ tek gözlü değildir. Şunu unutmayın ki, deccâlin sağ gözü kördür. Onun bu gözü üzüm salkımından dışarı fırlamış üzüm tanesi gibidir.”[13]

1824. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Müslümanlarla yahudiler çarpışmadıkça kıyamet kopmayacaktır. Yahudi taşın, ağacın arkasına saklanacak, bunun üzerine o taş, o ağaç yahudiyi kovalayan kimseye, ‘Ey müslüman! Arkamda bir yahudi var, gel onu öldür!’ diyecek. Yalnız garkad ağacı bir şey söylemeyecek; çünkü o yahudilerin ağaçlarındandır.”[14]

1825. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Canımı kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, bir adam bir kabrin yanından geçerken kendini o kabrin üzerine atıp, ‘Âh! Keşke şu kabirde yatanın yerinde ben olsaydım’ diye kendini yerden yere vurmadıkça dünya hayatı son bulmayacaktır. O kimse dindarlığı sebebiyle değil, başına gelen belâlar yüzünden böyle davranacaktır.”[15]

1826. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Fırat nehrinin suyu çekilip, aktığı yatakta bulunan bir altın dağı meydana çıkmadıkça ve kurtulup kazanan ben olayım diye birbiriyle çarpışan her yüz kişiden doksan dokuzu ölmedikçe kıyamet kopmaz.”[16]

Diğer bir rivayet ise şöyledir: “Pek yakında Fırat nehrinin suyu çekilerek aktığı yatakta bir altın hazinesi meydana çıkacaktır. O günü gören kimse, o hazineden kesinlikle bir şey almasın.”[17]

1827. Ebû Hüreyre radıyallahu anh Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken işittim dedi:
“Bir gün gelecek, insanlar Medine’yi bütün hayır ve güzellikleriyle terkedip gidecekler; orada sadece vahşi hayvanlar ve kuşlar kalacaktır. Medine’ye son olarak koyunlarına seslenip duran Müzeyne kabilesinden iki çoban girecek ve orayı ıpıssız, vahşi hayvanlarla dolu bulacaklar. Onlar da Vedâ Tepesi’ne gelince yüzüstü düşüp öleceklerdir.”[18]

1828. Ebû Saîd el–Hudrî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Dünyanın son günlerinde, halifelerinizden biri, malı saymaya bile gerek duymadan avuç avuç dağıtacaktır.”[19]

1829. Ebû Mûsâ el–Eş’arî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“İnsanlar öyle bir zaman görecektir ki, bir kimse eline altın alıp onu sadaka olarak vereceği bir kimse arayacak, fakat bulamayacaktır. Erkeklerin azlığı, kadınların çokluğu sebebiyle, kırk kadının bir erkeğin himayesine sığındığı görülecektir.”[20]

Yüksel dedi ki...

1830. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Vaktiyle bir adam bir başkasından bir arsa satın aldı. Arsayı alan adam orada altınla dolu bir çanak buldu. Arsayı satan adama:
– Altınını al! Zira ben senden altın değil arazi satın aldım, dedi. Arsanın ilk sahibi de:
– Ben sana o arsayı içindekilerle beraber sattım, dedi.
Anlaşmazlıklarını halletmesi için bir adama başvurdular. Hakem olan bu adam:
– Çocuklarınız var mı? diye sordu. Biri:
– Benim bir oğlum var, dedi. Diğeri de:
– Benim de bir kızım var, dedi. Hakem:
– Oğlanla kızı evlendirin. O altınların bir kısmını onlara verin, bir kısmını da siz harcayın, dedi”.[21]

1831. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinledi:
“Vaktiyle iki kadın yanlarında çocuklarıyla giderken bir kurt gelip onlardan birinin çocuğunu kapıp götürdü. Kadınlardan biri arkadaşına:
– Kurt senin çocuğunu götürdü, dedi. O da:
– Hayır, senin çocuğunu götürdü, dedi.
Kadınlar dâvalarını halletmek üzere Dâvûd sallallahu aleyhi ve sellem’e başvurdular. O da yaşlı kadını haklı görerek çocuğu ona verdi. Kadınlar oradan ayrıldıktan sonra Hz. Dâvûd’un oğlu Süleyman sallallahu aleyhi ve sellem’e giderek, meseleyi ona da anlattılar. Hz. Süleyman:
– Bana bıçağı getirin de çocuğu ikiye bölerek aralarında paylaştırayım, dedi. O zaman genç kadın:
– Allah sana rahmet etsin, öyle yapma! Çocuk onundur, dedi.
Hz. Süleyman da çocuğun genç kadına ait olduğunu belirtti.[22]

1832. Mirdâs el–Eslemî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Allah’ın sâlih kulları birbiri ardından âhirete göçer; geride arpa ve hurmanın döküntüleri gibi değersiz kimseler kalır. Allah Teâlâ da onlara hiçbir önem vermez.”[23]

1833. Rifâa İbni Râfi’ ez–Zürakî radıyallahu anh şöyle dedi:
Cebrâil aleyhisselâm Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’e gelerek:
– İçinizdeki Bedir gazilerine nasıl bir önem veriyorsunuz? diye sordu. Peygamber aleyhisselâm da:
– “Onları müslümanların en faziletlisi kabul ederiz” buyurdu veya buna benzer bir söz söyledi. Cebrâil aleyhisselâm:
– Biz de meleklerden Bedir Gazvesi’ne katılanları meleklerin en faziletlisi sayarız, dedi.[24]

1834. İbni Ömer radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Allah Teâlâ bir kavme azâb gönderdiği zaman, o azâb orada bulunanların hepsine erişir. Sonra da herkes amellerine göre yeniden diriltilir.”[25]

Yüksel dedi ki...

Günahların yaygınlaşması ve bunlara engel olunmaması, toplumun helak edilmesinin bir sebebidir. Deprem, sel ve değişik felaketler gibi. Toplumda kötülükler çoğalır. Allah'a ve Allah'ın dinine isyan edilir, iyi kimseler de vazifelerini yapmazlarsa gelen felaketler iyi kimselere de isabet edebilir. Dolayısıyla kötülükleri görüp onların yaygınlaşmasına engel olmak her müslümanın görevidir.
Bu hadisin bir benzeri 2 ve 91 numarada geçmişti. [26]

1835. Câbir radıyallahu anh şöyle dedi:
Mescid–i Nebevî’de Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in hutbe okurken dayandığı bir kütük vardı. Mescide minber konulduğu (artık Resûlullah hutbesini orada okumaya başladığı) zaman bu kütüğün, doğumu yaklaşmış deve gibi inlediğini duyduk. Bunun üzerine Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem minberden indi, elini kütüğün üzerine koyunca sesi kesildi.[27]

1836. Ebû Sa’lebe el–Huşenî Cürsûm İbni Nâşir radıyallahu anh’ın rivayet ettiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Allah Teâlâ bazı şeyleri farz kıldı, onları ihmal etmeyin. Bazı günahlara yaklaşılmaması için sınırlar koydu, o sınırları aşmayın. Bazı şeyleri haram kıldı, o haramları çiğnemeyin. Bazı şeyleri de unuttuğu için değil size olan merhameti sebebiyle dile getirmedi, onları da araştırıp kurcalamayın.”[28]

1837. Abdullah İbni Ebû Evfâ radıyallahu anhümâ şöyle dedi:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile beraber yedi gazâ yaptık. O gazvelerde çekirge yedik.
Diğer bir rivayete göre, Resûl–i Ekrem ile beraber çekirge yedik, dedi.[29]

1838. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Mü’min bir yılan deliğinden iki defa ısırılmaz.”[30]

* Müslüman uyanık ve dikkatli insandır, kendisini tecrübe tahtası yapmaz. Dikkatsizlik ve tedbirsizlikten dolayı bir defa aldatılsa bile ferasetini kullanarak ikinci defa aynı tuzağa yakalanmaz. [31]

1839. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Allah Teâlâ kıyamet gününde üç kişiyle konuşmaz, yüzlerine bakmaz ve kendilerini temize çıkarmaz; onlar için acıklı azâb vardır:
Biri, yolculuk sırasında ihtiyacından fazla suyu olup da onu öteki yolculardan esirgeyen kimse.
Diğeri, ticaret malını ikindiden sonra satarken, onu şu kadar fiyata aldım diye yemin eden, gerçek hiç de öyle olmadığı halde müşteri kendine inanan kimse.
Öteki de, bir devlet başkanına dünyalık hatırına biat sözü veren, kendisine para pul verirse sözünde duran, vermezse sözünden cayan kimsedir.”[32]

1840. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Sûra iki üfleme arasında kırk vardır.” Ashâb–ı kirâm:
– Ebû Hüreyre! Kırk gün mü? diye sordular.
– Bir şey diyemem, dedi. Sahâbîler:
– Kırk yıl mı? diye sordular.
– Bir şey diyemem, dedi.
– Kırk ay mı? diye sordular.
– Bir şey diyemem, dedi. (Sonra hadisi şöyle tamamladı) “Kuyruk sokumu (acbü’z–zeneb) dışında insanın bütün bedeni çürüyüp yok olur. Yeniden yaratılma işi kuyruk sokumundan başlar. Sonra Allah Teâlâ gökten bir su indirir, herkes bitkiler gibi yeniden canlanır.”[33]

Yüksel dedi ki...

Günahların yaygınlaşması ve bunlara engel olunmaması, toplumun helak edilmesinin bir sebebidir. Deprem, sel ve değişik felaketler gibi. Toplumda kötülükler çoğalır. Allah'a ve Allah'ın dinine isyan edilir, iyi kimseler de vazifelerini yapmazlarsa gelen felaketler iyi kimselere de isabet edebilir. Dolayısıyla kötülükleri görüp onların yaygınlaşmasına engel olmak her müslümanın görevidir.
Bu hadisin bir benzeri 2 ve 91 numarada geçmişti. [26]

1835. Câbir radıyallahu anh şöyle dedi:
Mescid–i Nebevî’de Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in hutbe okurken dayandığı bir kütük vardı. Mescide minber konulduğu (artık Resûlullah hutbesini orada okumaya başladığı) zaman bu kütüğün, doğumu yaklaşmış deve gibi inlediğini duyduk. Bunun üzerine Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem minberden indi, elini kütüğün üzerine koyunca sesi kesildi.[27]

1836. Ebû Sa’lebe el–Huşenî Cürsûm İbni Nâşir radıyallahu anh’ın rivayet ettiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Allah Teâlâ bazı şeyleri farz kıldı, onları ihmal etmeyin. Bazı günahlara yaklaşılmaması için sınırlar koydu, o sınırları aşmayın. Bazı şeyleri haram kıldı, o haramları çiğnemeyin. Bazı şeyleri de unuttuğu için değil size olan merhameti sebebiyle dile getirmedi, onları da araştırıp kurcalamayın.”[28]

1837. Abdullah İbni Ebû Evfâ radıyallahu anhümâ şöyle dedi:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile beraber yedi gazâ yaptık. O gazvelerde çekirge yedik.
Diğer bir rivayete göre, Resûl–i Ekrem ile beraber çekirge yedik, dedi.[29]

1838. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Mü’min bir yılan deliğinden iki defa ısırılmaz.”[30]

* Müslüman uyanık ve dikkatli insandır, kendisini tecrübe tahtası yapmaz. Dikkatsizlik ve tedbirsizlikten dolayı bir defa aldatılsa bile ferasetini kullanarak ikinci defa aynı tuzağa yakalanmaz. [31]

1839. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Allah Teâlâ kıyamet gününde üç kişiyle konuşmaz, yüzlerine bakmaz ve kendilerini temize çıkarmaz; onlar için acıklı azâb vardır:
Biri, yolculuk sırasında ihtiyacından fazla suyu olup da onu öteki yolculardan esirgeyen kimse.
Diğeri, ticaret malını ikindiden sonra satarken, onu şu kadar fiyata aldım diye yemin eden, gerçek hiç de öyle olmadığı halde müşteri kendine inanan kimse.
Öteki de, bir devlet başkanına dünyalık hatırına biat sözü veren, kendisine para pul verirse sözünde duran, vermezse sözünden cayan kimsedir.”[32]

1840. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Sûra iki üfleme arasında kırk vardır.” Ashâb–ı kirâm:
– Ebû Hüreyre! Kırk gün mü? diye sordular.
– Bir şey diyemem, dedi. Sahâbîler:
– Kırk yıl mı? diye sordular.
– Bir şey diyemem, dedi.
– Kırk ay mı? diye sordular.
– Bir şey diyemem, dedi. (Sonra hadisi şöyle tamamladı) “Kuyruk sokumu (acbü’z–zeneb) dışında insanın bütün bedeni çürüyüp yok olur. Yeniden yaratılma işi kuyruk sokumundan başlar. Sonra Allah Teâlâ gökten bir su indirir, herkes bitkiler gibi yeniden canlanır.”[33]

Yüksel dedi ki...

1841. Yine Ebû Hüreyre şöyle dedi:
Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem bir yerde sahâbîlerle konuşurken bir bedevî çıkageldi ve:
– Kıyamet ne zaman kopacak? diye sordu.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sözünü kesmeden konuşmasına devam etti. Bunun üzerine sahâbîlerden biri:
– Bedevînin sorusunu duydu, fakat soruyu beğenmedi, dedi. Bir başkası da:
– Hayır, soruyu duymadı, dedi.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem konuşmasını bitirince:
– “Kıyamet hakkında soru soran nerede?” buyurdu. Bedevî:
– Buradayım, Yâ Resûlallah! dedi.
– “Emanet zâyi edildiği zaman kıyameti bekle!” buyurdu. Bedevî:
– Emanet nasıl zâyi olacak? diye sordu. Resûl–i Ekrem de:
– “Emanet ehil olmayan kimseye verildiği zaman kıyameti bekle!” buyurdu.[34]

1842. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“İmamlar sizin için namaz kılarlar; eğer eksiksiz kıldırırlarsa hem size hem de onlara sevabı vardır; şayet hata ederlerse, size sevap, onlara da ceza vardır.”[35]

1843. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh:
“Siz insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz” âyetini okudu ve onu şöyle açıkladı:
İnsanların diğer kimselere en hayırlı ve faydalı olanları, bazı şahısları boyunlarından zincire vurulmuş olarak (İslâm toplumuna) getiren kimselerdir. Sonra o getirdikleri esirler İslâmiyet’i kabul ederler.[36]

1844. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Allah Teâlâ, boyunlarından zincire vurulmuş olarak cennete götürülen kimselerden hoşnut olur.”[37]

1845. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Allah Teâlâ’nın bir beldede en beğendiği yer oranın mescitleri, bir beldede en sevmediği yer de oranın çarşı–pazarıdır.”[38]

Yüksel dedi ki...

1846. Selmân–ı Fârisî radıyallahu anh şöyle dedi:
Şayet yapabiliyorsan, çarşı–pazara ilk giren ve oradan en son çıkan kimse sen olma! Çünkü orası şeytanın savaş alanı olup bayrağını oraya diker.[39]

Berkânî Sahîh’inde bu hadisi şöyle rivayet etmiştir:
Selmân radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Çarşı–pazara ilk giren ve oradan en son çıkan sen olma! Şeytan orada yumurtlar ve orada yavru çıkarır.”

1847. Âsım el–Ahvel’den rivayet edildiğine göre Abdullah İbni Sercis radıyallahu anh şöyle dedi:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e:
– Yâ Resûlallah! Allah seni bağışlasın, dedim. O da:
– “Seni de bağışlasın” buyurdu.
Âsım el–Ahvel dedi ki, Abdullah İbni Sercis’e:
– Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem senin için böyle mağfiret diledi mi? diye sordum.
– Evet, senin için de mağfiret diledi, dedi ve şu âyet–i kerîmeyi okudu:
“(Habîbim!) Hem kendinin hem de mü’min erkeklerin ve mü’min kadınların günahlarının bağışlanmasını dile!”[40]

1848. Ebû Mes’ûd el–Ensârî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“İlk peygamberlerden itibaren halkın hatırında kalan bir söz vardır: Utanmadıktan sonra dilediğini yap!”[41]

1849. İbni Mes’ûd radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Kıyamet gününde insanlar arasında ilk görülecek hesap, kan dâvalarıdır.”[42]

1850. Âişe radıyallahu anhâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Melekler nûrdan, cinler kızıl ateşten, Âdem de size bildirilen şeyden (topraktan) yaratılmıştır.”[43]

1851. Âişe radıyallahu anhâ şöyle dedi:
Nebiyy–i Muhterem sallallahu aleyhi ve sellem’in ahlâkı Kur’an idi.[44]

1852. Âişe radıyallahu anhâ şöyle dedi:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
“Kim Allah’a kavuşmak isterse, Allah da ona kavuşmak ister. Kim Allah’a kavuşmak istemezse, Allah da ona kavuşmayı arzu etmez” buyurdu. Bunun üzerine ben:
– Yâ Resûlallah! Ölümü sevmediği için mi (kavuşmak istemez)? Öyleyse hepimiz ölümü sevmeyiz, dedim.
– “Hayır, öyle değil. Mü’mine Allah’ın rahmeti, rızâsı ve cenneti müjdelendiği zaman Allah Teâlâ’ya kavuşmak ister; işte o zaman Allah da ona kavuşmayı arzu eder. Kâfire Allah’ın azâbı, gazabı haber verildiği zaman Allah’a kavuşmaktan hoşlanmaz; Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz” buyurdu.[45]

Yüksel dedi ki...

1853. Mü’minlerin annesi Safiyye Binti Huyey radıyallahu anhâ şöyle dedi:
Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem itikâfa girmişti. Bir gece onu ziyarete gidip konuştum. Sonra eve dönmek üzere kalktığım zaman o da beni evime götürmek üzere kalktı.
Bu sırada ensardan iki kişi –Allah onlardan razı olsun– bizimle karşılaştı. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’i görünce oradan çabucak uzaklaşmak istediler. Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:
– “Biraz yavaş olun. Yanımdaki Safiyye Binti Huyey’dir” dedi. Onlar:
– Elçisinin uygunsuz bir davranışta bulunmasından Allah’ı tenzih ederiz, Yâ Resûlallah! deyince de:
– “Şeytan insanın vücudunda kan gibi dolaşır, Onun sizin kalbinize bir kötülük – veya bir şüphe– atmasından korktum” buyurdu.[46]

* Kötü niyet ve sui zan yani şüpheden uzak durmak ve bu tür işlere meydan vermemenin önemi anlatılan hadisimizle insanın apaçık düşmanı olan şeytana karşı daima dikkatli olması gerektiği hatırlatılmaktadır. Çünkü şeytan vesvese ve telkinleriyle insanları saptırabilir. Şeytan daima boş olup izin kullanmıyor, tatil yapmıyor, istirahat etmiyor, o bizi görüyor, biz onu görmüyoruz. Biz görevimizi unutuyor, ibadetlerimizi ihmal ediyoruz, o ise görevini hiç unutmuyor, şeytan her insanı saptırıp cehenneme sokmak için her hileye başvuruyor, bunu unutmamalıdır. [47]

1854. Ebü’l–Fazl Abbâs İbni Abdülmuttalib radıyallahu anh şöyle dedi:
Huneyn Gazvesi’nde Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile beraber bulundum. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (Düldül adındaki) beyaz katırın üzerinde otururken, Abdülmuttalib’in torunu Ebû Süfyân İbni Hâris ile ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanından hiç ayrılmadık. Müslümanlarla müşrikler birbirine girince müslümanlar gerilemeye başladı. Bu sırada Resûlullah Düldül’ü durmadan kâfirlerin üzerine sürüyordu. Ben Düldül’ün geminden tutmuş savaş alanına girmesine engel olmaya çalışıyordum. Ebû Süfyân ise Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in katırının özengisine yapışmıştı. Bu sırada Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
– “Ey Abbâs! Bey‘atürrıdvân’da bulunanlara seslen!” buyurdu.
Gür sesli bir zât olan Abbas sözüne şöyle devam etti:
Var gücümle “Bey‘atürrıdvân’da bulunan sahâbîler! Neredesiniz?” diye bağırdım. Vallahi onların sesimi duydukları zaman Hz. Peygamber’e doğru dönüp gelişleri, bir ineğin yavrusuna doğru şefkatle gelişi gibiydi. “Lebbeyk! Lebbeyk! (Emret! Emret!)” diyerek kâfirlerle vuruştular. Ensarı savaşa çağırırken “Ey ensar topluluğu! Ey ensar topluluğu!” diye sesleniyorlardı. Daha sonra da sadece Hâris İbni Hazrecoğullarından yardım istendi. Bu sırada Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Düldül’ün üzerinde ileri doğru uzanmış vaziyette onların çarpışmalarına bakarken “İşte tandırın kızıştığı zaman!” buyurdu. Sonra Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem yerden birkaç çakıl taşı alıp kâfirlerin yüzüne doğru fırlattı. Ardından da: “Muhammed’in Rabbine yemin ederim ki, bozguna uğradılar” dedi.
Ben savaşanlara bakmaya gittim. Gördüğüm kadarıyla savaş başladığı gibi devam ediyordu. Vallahi Hz. Peygamber’in, kâfirlere taşları fırlatmasından sonra, güçlerinin gittikçe zayıfladığını ve işlerinin tersine döndüğünü gördüm.[48]

Yüksel dedi ki...

1855. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Allah Teâlâ temizdir; sadece temiz olanları kabul eder. Allah Teâlâ peygamberlerine neyi emrettiyse mü’minlere de onu emretmiştir. Cenâb–ı Hak Peygamberlere:
‘Ey peygamberler! Temiz ve helâl olan şeylerden yiyin, iyi ve faydalı işler yapın!’ buyurmuştur. Mü’minlere de:
‘Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin’ buyurmuştur.”
Resûl–i Ekrem daha sonra şunları söyledi:
“Bir kimse Allah yolunda uzun seferler yapar. Saçı başı dağınık, toza toprağa bulanmış vaziyette ellerini gökyüzüne açarak: Yâ Rabbi! Yâ Rabbi! diye dua eder. Halbuki onun yediği haram, içtiği haram, gıdası haramdır. Böyle birinin duası nasıl kabul edilir!”[49]

1856. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Allah Teâlâ kıyamet gününde üç kişiyle konuşmaz, onları temize çıkarmaz, suratlarına bile bakmaz; onlar için acıklı azâb vardır:
Bunlar zina eden ihtiyar, yalan söyleyen hükümdar, kibirlenen fakirdir.”[50]

1857. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Seyhan, Ceyhan, Fırat ve Nil, bunların hepsi cennet nehirlerindendir.”[51]

1858. Ebû Hüreyre şöyle dedi:
Bir gün Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem elimi tutarak şöyle buyurdu:
“Allah, toprağı cumartesi günü yarattı. Oradaki dağları pazar günü, ağaçları pazartesi günü, sevilmeyen şeyleri salı günü, nûru çarşamba günü yarattı. Hayvanları yeryüzüne perşembe günü yayıp dağıttı. Âdem’i yaratılanların sonuncusu olarak cuma gününün son saatlerinde, ikindiyle akşam arasında yarattı.”[52]

1859. Ebû Süleymân Hâlid İbni Velîd radıyallahu anh şöyle dedi:
Mûte Savaşı’nın yapıldığı gün elimde dokuz kılıç kırıldı. Elimde sadece Yemen yapısı enli bir kılıç kaldı.[53]

1860. Amr İbni Âs radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinledi:
“Hâkim, hüküm verirken ictihadda bulunur da isabetli hüküm verirse, iki sevap kazanır. Yine hüküm verirken ictihadda bulunur da yanılırsa, bir sevap kazanır.”[54]

Yüksel dedi ki...

1861. Âişe radıyallahu anhâ’dan rivayet edildiğine göre Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Sıtma, cehennem ateşindendir. Onu su ile serinletiniz.”[55]

1862. Yine Âişe radıyallahu anhâ’dan rivayet edildiğine göre Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Bir kimse, oruç borcuyla ölürse, yakını onun yerine orucunu tutar.”[56]

* Bu hadisteki (sâme anhü veliyyühû) ibaresini bir kısım alimler “ölü namı hesabına fakirleri doyurur” diye anlamışlar ve yakın akrabası ve varisleri fakirleri doyurmak suretiyle borcunu telafi etmiş ve orucunu tutmuş gibi olurlar demişlerdir. Ayrıca; müslümanın tutamadığı her günün orucu için Bakara: 2/184 ve benzeri varid olan hadislere göre bir fakirin doyurulması hükmüyle uygulama devam etmiş, sahabe, tabiin ve Medine halkının ameli de bu şekilde devam etmiştir. Dolayısıyla bu hadis-i şerif, yukarıdaki ayetten ve zikredilen hadisten önce geldiği ve hükümünün kalmadığı da bildirilmiştir.[57]

1863. Avf İbni Mâlik İbni Tufeyl’den rivayet edildiğine göre, bir kimse Âişe radıyallahu anhâ’ya gelerek, sattığı veya bağışladığı bir şey hususunda (yeğeni) Abdullah İbni Zübeyr’in, “Vallahi Âişe ya bu işten vazgeçer veya ben onun böyle davranmasına engel olurum” dediğini haber vermişti. Âişe bu haberi getiren adama:
– O böyle mi dedi? diye sordu. Oradakiler de:
– Evet, böyle söyledi, dediler. Bunun üzerine Âişe:
– Abdullah İbni Zübeyr ile eğer ölünceye kadar bir daha konuşursam, Allah’a adağım olsun, dedi.
Hz. Âişe’nin dargınlığı epeyce uzayınca, İbnü’z–Zübeyr araya şefaatçiler koyarak teyzesinin kendini bağışlamasını istedi. Fakat Âişe:
– Vallahi ben onun hakkında kimsenin aracılığını kabul etmem, adağımı da bozmam, dedi. Bu dargınlığın hayli uzadığını gören Abdullah İbni Zübeyr, Misver İbni Mahreme ile Abdurrahman İbni Esved İbni Abdiyegûs’a konuyu açarak:
– Allah aşkına beni (teyzem) Âişe’nin yanına götürüp barıştırın. Benimle ilgiyi kesip konuşmamak üzere adak adaması helâl değildir, dedi.
Misver ile Abdurrahman bu teklifi kabul edip Hz. Âişe’nin evine geldiler ve:
– Allah’ın selâmı ve bereketleri sana olsun, girebilir miyiz? diye içeri girmek üzere izin istediler. Hz. Âişe de:
– Girin, dedi.
– Hepimiz mi girelim? diye sordular. Yanlarında İbnü’z–Zübeyr’in olduğunu bilmediği için o da:
– Evet, hepiniz girin, dedi. İbnü’z–Zübeyr de onlarla birlikte içeri girdi; perdenin arkasına geçerek teyzesinin boynuna sarıldı ve kendisini bağışlamasını isteyerek ağladı. Misver ile Abdurrahman da, Allah aşkına onu bağışla, diye yalvardılar ve:
– Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem de, pek iyi bildiğin gibi, küs durmayı yasaklamıştır. Bir müslümanın din kardeşiyle üç günden fazla dargın durması helâl değildir, diyerek onunla barışmasını istediler. Suç bağışlamanın önemi, akraba ile ilgiyi kesmenin kötülüğü konusunda o kadar çok şey söylediler ki, nihayet Hz. Âişe onlara adağından söz ederek ağlamaya başladı:
– Ben konuşmamak üzere adak adadım; adağı bozmak günahtır, dedi. Mahreme ile Abdurrahman onun gönlünü yapmak üzere o kadar çok şey söylediler ki, sonunda Hz. Âişe İbnü’z–Zübeyr ile konuştu. Adağını bozduğu için de kırk köleyi âzad etti. Hz. Âişe sonraki günlerde bu adağını sık sık anıp ağlar, gözlerinden akan yaşlar baş örtüsünü ıslatırdı.[58]

Yüksel dedi ki...

1864. Ukbe İbni Âmir radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, aradan sekiz yıl geçtikten sonra bir gün Uhud şehidlerini ziyarete gitti. Yaşayanlara ve ölenlere vedâ eder gibi onlara dua etti. Sonra (konuşmak üzere) minbere çıktı ve şunları söyledi:
“Ben âhirete sizden önce gideceğim ve sizin için hazırlık yapacağım; sizin Allah yolundaki hizmetlerinize şâhitlik edeceğim. Buluşma yerimiz Kevser havuzunun yanıdır. Ben şu bulunduğum yerden Kevser havuzunu görmekteyim. Ben sizin Allah’a şirk koşmanızdan korkmuyorum. Ama dünya hırsıyla birbirinizle didişip çekişmenizden korkuyorum.”
Ukbe sözüne şöyle devam etti: Bu benim Resûlullah’ı son görüşüm oldu.[59]

1865. Ebû Zeyd Amr İbni Ahtab el–Ensârî radıyallahu anh şöyle dedi:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bize sabah namazını kıldırdıktan sonra minbere çıktı, öğle namazına kadar konuştu. Aşağı inip namazı kıldırdı, tekrar minbere çıktı ve ikindi namazına kadar konuştu. Minberden inip ikindi namazını kıldırdıktan sonra yine minbere çıktı ve güneş batıncaya kadar konuştu. Artık bize olmuş ve olacak her şeyi haber verdi. Bunları en iyi bilenimiz, hâfızası en sağlam olanımızdır.[60]

1866. Âişe radıyallahu anhâ’dan rivayet edildiğine göre Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Allah’a itaat etmeyi adayan kimse (adağını yaparak) O’na itaat etsin. Allah’a isyan etmeyi adayan da (adağından vazgeçsin ve) O’na karşı gelmesin.”[61]

1867. Ümmü Şerîk radıyallahu anhâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ona zehirli iri keleri öldürmeyi emretti ve:
“O, İbrâhim aleyhisselâm’a ateş üflerdi” buyurdu.[62]

1868. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Zehirli iri keleri ilk vuruşta kim öldürürse ona şu kadar iyilik sevabı vardır. Onu ikinci vuruşta kim öldürürse, birincisinden daha az olmak üzere ona da şu kadar iyilik sevabı vardır. Eğer bir kimse onu üçüncü vuruşta öldürürse ona da şu kadar iyilik sevabı vardır.”[63]
Bir başka rivayete göre de şöyle buyurdu:
“Kim zehirli iri keleri ilk vuruşta öldürürse ona yüz iyilik sevabı yazılır. İkinci vuruşta öldürene bundan daha az sevap verilir. Üçüncü vuruşta öldürene de daha az sevap verilir.”[64]

Yüksel dedi ki...

1869. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“(Vaktiyle) bir adam:
– Ben mutlaka bir sadaka vereceğim, dedi. Geceleyin evinden sadakasını alıp çıktı ve onu bilmeden bir hırsızın eline tutuşturdu. Ertesi gün halk:
– Hayret! Bu gece bir hırsıza sadaka verilmiş! diye konuşmaya başladı. Adam:
– Allahım! Sana hamdolsun. Ben mutlaka bir sadaka daha vereceğim, dedi. Sadakasını alarak evinden çıktı ve onu bir fâhişenin eline tutuşturdu. Ertesi gün halk:
– Olur şey değil! Bu gece bir fâhişeye sadaka verilmiş! diye dedikoduya başladı. Adam:
– Allahım! Bir fâhişeye sadaka verdiğim için sana hamdolsun. Ben mutlaka bir sadaka vereceğim, dedi. Sadakasını alıp evinden çıktı ve onu bir zenginin eline koydu. Ertesi gün halk:
– Bu ne iştir! Bu gece bir zengine sadaka verilmiş! diye söylenmeye başladı. Adam:
– Allahım! Hırsıza, fâhişeye ve zengine sadaka verdiğim için sana hamdolsun, dedi.
Uykusunda o adama şöyle denildi:
– Hırsıza verdiğin sadaka, belki onu yaptığı hırsızlıktan utandırıp vazgeçirecektir. Fâhişe belki yaptığından vazgeçip iffetli bir kadın olacaktır. Zengin de belki bundan ibret alıp Allah’ın kendisine verdiği maldan muhtaçlara dağıtacaktır.”[65]

* Daima infak edilmesine dair hadisler pek çoktur. Ayrıca her zaman ve durumda infak edilmesini emreden ayetlerden; Bakara: 2/3, 195, 215, 254, 261, 262, 264, 267, 272, 273, 274; Al-i İmran: 3/17, 92, 134; Nisa: 4/39; Enfal: 8/3, 60; Tevbe: 9/34, 99; Ra’d: 13/22; İbrahim: 14/31; Nahl: 16/75; Hac:; 22/35; Furkan: 25/67; Kasas: 28/54; Secde: 32/16, Fatır: 35/29; Sebe’: 34/39; Şura: 42/38; Hadid: 57/7; Münafikun: 63/10; Teğabün: 64/16.ayetlerine bakılabilir. [66]

1870. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh şöyle dedi:
Bir yemek dâvetinde Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile beraber bulunuyorduk. Kendisine etin kol tarafı ikram edildi. Resûl–i Ekrem etin kol tarafını severdi. Ondan bir lokma kopardıktan sonra şöyle buyurdu:
“Kıyamet gününde insanların efendisi benim. Bu da neden biliyor musunuz? Allah Teâlâ gelmiş gelecek bütün insanları düz bir yere toplayacak. Orası, insanlara bakan kimsenin hepsini görebileceği, onlara çağıranın hepsine sesini duyurabileceği bir yerdir. Güneş onlara yaklaşacak, insanlar sıkıntıdan ve kederden artık dayanamayacak hale gelince birbirlerine:
– İçinde bulunduğunuz sıkıntıyı, başınıza gelen hali görmüyor musunuz? Halinizi Rabbinize arzederek size şefaat edecek birini bulmayı düşünmüyor musunuz? diyecekler. Bazıları ötekilerine:
– Babanız Âdem’e gidiniz, diyecekler. Âdeme gelip:
– Ey Âdem! Sen insanların babasısın. Seni Allah kudret eliyle yarattı. Sana kendi rûhundan üfledi. Meleklere sana secde etmelerini emretti, onlar da secde ettiler. Seni cennete yerleştirdi. Rabbine varıp bizim için şefaat et. İçinde bulunduğumuz hali, başımıza gelen derdi görmüyor musun? diyecekler. O da:

Yüksel dedi ki...

Bugün Rabbim çok gazaplı. Ne daha önce böylesine gazaplandı ne de bundan sonra böyle gazaplanır. Rabbim o ağaca yaklaşmamı yasakladı, ama ben O’nu dinlemedim. Asıl benim nefsim şefaat edilmeye muhtaçtır; benim nefsim, benim nefsim! Siz başkasına gidin; Nûh’a gidin, diyecek. Onlar da Nûh’a gelerek:
– Ey Nûh! Sen yeryüzü halkına gönderilen resûllerin ilkisin. Allah Teâlâ sana “çok şükreden kul” demişti. İçinde bulunduğumuz perişan hali görmüyor musun? Başımıza gelenleri görmüyor musun? Rabbinin huzurunda bize şefaat etmeyecek misin? diyecekler. O da:
– Bugün Rabbim benzeri görülmedik şekilde gazaplıdır. Ne daha önce böylesine gazaplandı ne de bundan sonra böyle gazaplanır. Benim bir duam vardı; onu da kavmimin aleyhine kullandım. Asıl benim nefsim şefaat edilmeye muhtaçtır; benim nefsim, benim nefsim! Siz başkasına gidin. İbrâhim’e gidin, diye karşılık verecek. Onlar da İbrâhim’e gelerek:
– Sen Allah’ın peygamberisin, yeryüzü halkı içinde Allah’ın dostu sensin. Rabbinin huzurunda bize şefaat et! İçinde bulunduğumuz perişan hali görmüyor musun? diyecekler. O da şunları söyleyecek:
– Bugün Rabbim benzeri görülmedik şekilde gazaplıdır. Ne daha önce böylesine gazaplandı ne de bundan sonra böyle gazaplanır. Ben vaktiyle üç yalan söylemiştim. Asıl benim nefsim şefaat edilmeye muhtaçtır; benim nefsim, benim nefsim! Siz başkasına gidin; Mûsâ’ya gidin. Onlar da Mûsâ’ya gelerek şöyle diyecekler:
– Ey Mûsâ! Sen Allah'ın Resûlüsün. Allah sana peygamberlik vermek ve seninle konuşmak suretiyle seni diğer insanlardan üstün kılmıştır. Rabbinin huzurunda bize şefaat et. İçinde bulunduğumuz hali görmüyor musun? O da:
– Bugün Rabbim benzeri görülmedik şekilde gazaplıdır. Ne daha önce böylesine gazaplandı ne de bundan sonra böyle gazaplanır. Ben öldürülmesine dair emir almadığım bir adamı öldürdüm. Asıl benim nefsim şefaat edilmeye muhtaçtır; benim nefsim, benim nefsim! Siz başkasına gidin; Îsâ’ya gidin, diyecek. Onlar da Îsâ’ya gelerek:
– Ey Îsâ! Sen Allah’ın Resûlü, O’nun Meryem’e yönelttiği kelimesi ve O’nun yarattığı bir ruhsun. Sen daha beşikte iken insanlarla konuştun. Rabbinin huzurunda bize şefaat et! İçinde bulunduğumuz perişan hali görmüyor musun? diyecekler. Îsâ da:
– Bugün Rabbim benzeri görülmedik şekilde gazaplıdır. Ne daha önce böylesine gazaplandı ne de bundan sonra böyle gazaplanır, diyecek, ama bir günah zikretmeyecek. Sonra da, asıl benim nefsim şefaat edilmeye muhtaçtır; benim nefsim, benim nefsim! Siz başkasına gidin; Muhammed’e gidin, diyecek.
Başka bir rivayete göre Resûl–i Ekrem şöyle buyurdu: Onlar da bana gelerek:
– Yâ Muhammed! Sen Allah’ın Resûlü ve son peygambersin. Allah Teâlâ senin gelmiş geçmiş bütün günahlarını bağışlamıştır. Rabbinin huzurunda bize şefaat et! İçinde bulunduğumuz perişan hali görmüyor musun? diyecekler. Ben de yürüyüp Arş’ın altına geleceğim, Rabbime secdeye kapanacağım. Sonra Allah Teâlâ daha önce kimseye öğretmediği en güzel hamdü senâyı bana ilham edecek. Sonra bana hitaben:
– Yâ Muhammed! Secdeden başını kaldır! İste! İstediğin sana verilecek. Şefaat et, şefaatin kabul edilecek, buyuracak. Ben de başımı secdeden kaldıracağım ve:
– Yâ Rabbî! Ümmetimi bana bağışla! Yâ Rabbî! Ümmetimi kurtar! Yâ Rabbî! Ümmetimi bağışla! diye yalvaracağım. O zaman bana:
– Yâ Muhammed! Ümmetinden hesaba çekilmeyecek olanları cennet kapılarının en sağındaki Bâbü’l–eymen’den içeri al! Onlar başkalarıyla beraber cennetin diğer kapılarından da gireceklerdir, buyurulacak. Sonra Resûl–i Ekrem sözüne şöyle devam etti: Canımı kudretiyle yaşatan Allah’a yemin ederim ki, cennet kapılarının iki kanadı arasındaki mesafe, Mekke ile (Bahreyn’deki) Hecer veya Mekke ile (Suriye’deki) Busrâ arasındaki mesafe kadar geniştir.”[67]

Yüksel dedi ki...

1871. İbni Abbas radıyallahu anhümâ şöyle dedi:
İbrâhim sallallahu aleyhi ve sellem, İsmâil’in annesi (Hâcer) ile henüz memedeki oğlu İsmâil’i alıp Mekke’ye getirdi. Onları Kâbe’nin üst tarafında ve zemzemin yukarısındaki büyük bir ağacın altına bıraktı. O vakitler Mekke’de kimse bulunmadığı gibi içecek su da yoktu. İşte İbrâhim, karısı ile oğlunu oraya bıraktı. Yanlarına da bir dağarcık hurma ve bir kırba su koydu. Sonra İbrahim arkasını dönüp gitmeye başladı. Hâcer onun peşini bırakmadı:
– İbrâhim! Bizi konuşup görüşecek bir kimsenin, yiyip içecek bir şeyin bulunmadığı bu vadide tek başına bırakıp da nereye gidiyorsun? diye sordu. Bu soruyu birkaç defa tekrarladı. İbrâhim dönüp bakmadı bile. Sonunda Hâcer: Bunu böyle yapmanı sana Allah mı emretti? deyince İbrâhim:
– Evet, Allah emretti, diye cevap verdi. Hâcer:
– Öyleyse Allah bizi korur, dedi.
Hâcer geri döndü; İbrâhim sallallahu aleyhi ve sellem de yürüyüp gitti. Kimsenin kendisini göremediği Seniyye mevkiine varınca, yüzünü Kâbe tarafına çevirdi; sonra ellerini kaldırarak şöyle dua etti:
“Ey Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını, senin saygı duyulması gereken Mukaddes Mâbed’inin yanında, ekin bitmez bir vâdiye yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerine onlara karşı muhabbet koy ve kendilerine bazı meyvelerden rızık ver. Umarım ki nimetlerine şükrederler” (İbrâhim: 14/37)
Hâcer İsmâil’i emziriyor ve kırbadaki sudan içiyordu. Nihayet kırbadaki su tükendi. Hem kendi hem oğlu susadı. Çocuk susuzluktan yerde sızlanıp yuvarlanmaya başlayınca, Hâcer onun bu halini görmemek için oraya en yakın tepe olan Safâ’ya gitti ve tepenin üstüne çıktı. Sonra acaba birini görebilir miyim diye vâdiye bakındı; fakat kimseyi göremedi. Safâ tepesinden inip vâdiye gelince, koşmasına engel olmasın diye elbisesinin eteğini topladı. Sonra da çok zor durumda kalmış bir insanın son gayretiyle koşmaya başladı; vâdiyi geçip Merve’ye geldi. Tepenin üstüne çıkıp acaba birini görebilir miyim diye bakındı; fakat kimseyi göremedi. İki tepe arasında böyle yedi defa gidip geldi.
İbni Abbas radıyallahu anhümâ sözünün burasında şöyle dedi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: “İşte bundan dolayı insanlar Safâ ile Merve arasında sa‘yeder” buyurdu. Sonra da sözüne şöyle devam etti:
Hâcer Merve tepesine çıkınca bir ses duydu. Kendi kendine “Sus! Dinle!” dedi. Sonra iyice kulak verdi, aynı sesi bir daha duydu.
– Tamam, sesini duyurdun. Yapabiliyorsan bize yardım et! diye seslendi. Bir de baktı ki, zemzemin olduğu yerde bir melek, topuğuyla –veya kanadıyla– yeri kazmakta! Nihayet su göründü. Hâcer, akıp gitmesin diye suyun etrafını eliyle şöyle çevirmeye, suyu avuçlayıp kırbasını doldurmaya başladı. Hâcer suyu avuçladıkça, bir rivayete göre avuçladığı kadar, yerden kaynıyordu.
İbni Abbas radıyallahu anhümâ şöyle dedi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah İsmâil’in annesine rahmet etsin. Zemzemi kendi haline bıraksaydı –veya suyu avuçlamasaydı– zemzem akarsu olurdu” buyurdu. İbni Abbas sözüne şöyle devam etti:

Yüksel dedi ki...

Hâcer sudan içti ve yavrusunu emzirdi. Melek ona:
– Bize bir zarar gelir diye korkma! İşte şurası Beytullah’ın yeridir. Onu şu çocukla babası yapacaktır. Allah, o işi yapacak kimsenin yok olup gitmesine izin vermez, dedi. Beytullah’ın yeri zeminden yüksekçe idi. Seller oranın sağını solunu yalayıp aşındırmıştı. Onlar bu şekilde yaşayıp giderken nihayet bir gün Cürhümlüler’den bir grup insan veya onlardan bir aile Kedâ yolundan gelerek Mekke’nin alt tarafına indiler. O sırada bir kuşun gelip gittiğini gördüler. Bu kuş mutlaka suyun etrafında dönüp duruyor. Halbuki biz bu vadide su bulunmadığını biliyorduk, diyerek ayağına çevik bir veya iki kişiyi oraya gönderdiler. Gidenler orada su bulunduğunu görünce geri dönüp durumu haber verdiler. Suyun yanına geldiklerinde Hâcer’i gördüler:
– Bizim buraya yerleşmemize izin verir misin? diye sordular. O da:
– Evet, ama su üzerinde bir hak iddia edemezsiniz, dedi. Onlar da:
– Peki, kabul, dediler.
İbni Abbas rivayetine şöyle devam etti:
İnsanlarla bir arada olmaya ihtiyaç duyduğu sırada onların çıka gelmesi Hâcer’i sevindirdi. Cürhümlüler oraya yerleştikleri gibi akrabalarına haber saldılar, onlar da gelip yerleştiler. Böylece Mekke civarı yerleşik bir alan haline geldi.
O zaman çocuk olan İsmâil nihayet büyüyüp gelişti. Cürhümlüler’den Arapça’yı öğrendi. Delikanlılık çağına geldiği zaman, Cürhümlüler’in en fazla beğenip takdir ettikleri bir kimse oldu. Erginlik çağına gelince, onu kendilerinden bir kızla evlendirdiler. Günün birinde Hâcer vefat etti. İsmâil’in evlenmesinden sonraki bir tarihte, Hz. İbrâhim, Hâcer ile oğlunun durumunu öğrenmek üzere Mekke’ye geldi. Fakat İsmâil’i evde bulamadı. Karısına:
– İsmâil nerede diye sordu. Kadın:
– Rızkımızı temin etmeye, başka bir rivayete göre, avlanmaya gitti, dedi. İbrâhim aleyhisselâm ona geçimlerinin ve durumlarının nasıl olduğunu sordu. O da:
– Çok kötü durumdayız. Büyük bir sıkıntı ve darlık içindeyiz, diye hallerinden şikâyet etti. İbrâhim de:
– Kocan gelince ona selâmımı söyle; kendisine hatırlat da kapısının eşiğini değiştirsin, dedi.
İsmâil eve gelince, orada bir şeyler olduğunu sezdi ve karısına:
– Ben yokken eve biri geldi mi? diye sordu. O da:
– Evet, yaşlı bir adam geldi, diyerek onu tarif etmeye çalıştı. Seni sordu, ben de söyledim. Nasıl geçindiğimizi öğrenmek istedi. Ben de büyük bir geçim sıkıntısı çektiğimizi anlattım, dedi. İsmâil:
– Peki, sana bir şey tavsiye etti mi? diye sordu. O da şunları söyledi:
– Evet, sana selâm söyledi ve kapısının eşiğini değiştirsin dedi. İsmâil:
– O gelen benim babamdır. Bana senden boşanmamı emretmiş. Haydi ailenin yanına dönebilirsin, dedi. O kadını boşayıp Cürhümlüler’den bir başka kadınla evlendi.

Yüksel dedi ki...

Allah’ın dilediği kadar bir zaman geçtikten sonra İbrâhim tekrar oğlunun evine geldi. Fakat İsmâil’i bulamadı. İçeri girip İsmâil’i sordu. Karısı:
– Rızkımızı temin etmeye gitti, dedi. İbrâhim:
– Geçiminiz, haliniz nasıl? diye sordu. Kadın:
– Çok iyi durumdayız. Rahat ve bolluk içindeyiz, diyerek Allah’a hamdü senâ etti. Konuşma şöyle devam etti:
– Ne yiyorsunuz?
– Et yiyoruz.
– Ne içiyorsunuz?
– Su.
O zaman İbrâhim, ‘Allahım, etlerine sularına bereket ver’, diye dua etti.
Sözün burasında Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“O zamanlar Mekke’de ekin yoktu. Eğer olsaydı tahılın bereketlenmesi için de dua ederdi.”
İbni Abbas dedi ki: İbrahim’in duası sayesinde et ile su, başka yerde yaşayanlarla kıyaslanmayacak şekilde, Mekkeliler’in sağlığına elverişli olmuştur.
Bir başka rivayete göre İbrâhim aleyhisselâm oraya gelince:
– İsmâil nerede? diye sordu. Karısı:
– Avlanmaya gitti, dedi. Sonra da: Bir şeyler yemek ve içmek üzere buyurmaz mısınız? dedi. İbrâhim:
– Ne yiyor ne içiyorsunuz? diye sordu. Kadın:
– Yediğimiz et, içtiğimiz su, dedi. İşte o zaman İbrâhim aleyhisselâm:
– Allahım! Onların yiyeceklerine, içeceklerine bereket ver! diye dua etti.
İbni Abbas sözüne şöyle devam etti: Ebü’l–Kâsım sallallahu aleyhi ve sellem: “İşte bu, İbrâhim’in duasının bereketidir” buyurdu.
İbrâhim gelinine şöyle dedi:
– Kocan eve gelince ona benim selâmımı söyle ve kendisine hatırlat da, kapısının eşiğine sahip olsun, dedi.
İsmâil eve gelince:
– Eve gelen oldu mu? diye sordu, Karısı:
– Evet, güzel görünümlü bir ihtiyar geldi, diyerek onun hakkında güzel şeyler söyledi. Sözüne devamla, bana seni sordu, ben de anlattım; geçimimizi öğrenmek istedi, ben de çok iyi olduğunu belirttim, dedi. İsmâil:
– Sana bir tavsiyede bulundu mu? diye sordu. O da:
– Evet, sana selâm söyledi ve kapının eşiğine sahip olmanı emretti, dedi. O zaman İsmâil:
– O benim babamdır. Evin eşiği de sensin. Babam seni hoş tutmamı, seninle iyi geçinmemi emretmiş, dedi.
Allah’ın dilediği kadar bir zaman geçtikten sonra İbrâhim aleyhisselâm bir daha geldi. O sırada İsmâil zemzemin yakınındaki büyük bir ağacın altına oturmuş ok yontuyordu. Babasını görünce ayağa kalktı. Uzun süre birbirini görmeyen bir baba çocuğuna, bir çocuk da babasına sevgi ve saygısını nasıl gösterirse, onlar da birbirlerine öyle yaptılar.

Yüksel dedi ki...

İbrahim aleyhisselâm oğluyla konuşmaya başladı:
– İsmâil! Allah bana önemli bir görev verdi.
– Öyleyse Rabbinin emrini yap, babacığım.
– Ama bana yardım edeceksin.
– Sana elbette yardım ederim.
İbrâhim oradaki yüksekçe bir tepeyi gösterdi:
– Allah, işte şuraya bir ev yapmamı emretti, dedi. İbrâhim oraya Kâbe’nin temelini atıp yükseltti. İsmâil taş getiriyor, İbrâhim de duvar örüyordu. Binanın duvarları yükselince, İsmâil şu (makâm–ı İbrâhim diye bilinen) taşı getirip babasına verdi. O da bu taşın üstüne çıkıp İsmâil’in getirdiği taşlarla inşaata devam etti. Onlar beraberce binayı yaparken: “Rabbimiz! Bizden bu hizmeti kabul buyur. Şüphesiz sen duamızı duyan, niyetimizi bilensin” (Bakara: 2/127) diye dua ediyorlardı.
Bir başka rivayet ise şöyledir:
İbrâhim aleyhisselâm İsmâil ile onun annesini alıp yola çıktı. Yanlarında bir de su kırbası vardı. İsmâil’in annesi susadıkça kırbadan içip oğlunu emziriyordu. Nihayet Mekke’ye gelince, İbrâhim Hâcer’i büyük bir ağacın altına bıraktı. Sonra geriye, ailesinin yanına dönmeye başladı. Bunun üzerine Hâcer onun arkasına takıldı. Kedâ mevkiine gelince, Hâcer onun arkasından:
– İbrâhim! Bizi kime bırakıp gidiyorsun? diye seslendi. O da:
– Allah’a bırakıyorum, dedi. Hâcer:
– Allah’ın himâyesine razıyım, dedi. Sonra geri döndü. Kırbadaki sudan içiyor, südü artıyor, o da çocuğunu emziriyordu. Sonunda su bitti. Hâcer, gidip etrafa bakınayım, belki birini görürüm, dedi. Yürüyüp gitti, Safâ tepesine çıktı. Birini görebilir miyim diye etrafına bakındı, bakındı, fakat kimseyi göremedi. Vâdiye inince koşmaya başladı. Merve’ye geldi. İki tepe arasında koşarak birkaç defa gidip geldi. Sonra da gidip çocuğa bakayım, acaba ne yapıyor, diye söylendi. Dönüp çocuğun yanına geldi; çocuk bıraktığı gibi bitkin bir halde duruyordu. Orada öylece durmaya gönlü razı olmadı. Gidip etrafa tekrar bakınayım, belki birini görürüm, dedi. Yürüdü gitti, Safâ tepesine çıktı. Bir kimseyi görebilir miyim diye etrafına bakındı, bakındı, fakat kimseyi göremedi. Böylece iki tepe arasında yedi defa gidip geldi. Sonra tekrar kendi kendine, gidip çocuğa bakayım, acaba ne yaptı, diye söylendi. O sırada bir ses duydu. “Eğer bir iyilik yapabileceksen yardım et!” diye seslendi. Bir de baktı ki Cebrâil aleyhisselâm, topuğunu yere vurarak toprağı kazıyor. Derken su fışkırdı. Hâcer hayretler içinde kaldı ve hemen kırbasına avuç avuç su doldurmaya başladı. Sonra Buhârî hadisin tamamını rivayet etti.[68]

1872. Saîd İbni Zeyd radıyallahu anh Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken işittim dedi:
“Mantar, kudret helvası türünden ilâhî bir lutuftur. Suyu da göze şifadır.”[69]

* Tabii olarak ekilmeksizin insan emeği karıştırılmaksızın Allah’ın ikramı cinsinden yeryüzünde biten Domalan ve Tabii Mantar’ın suyu göze şifadır. Suyu göze damlatılacağı gibi sürme gibi çekileceği de söylenmiştir. [70]

Yüksel dedi ki...

RASULULLAH’A SALATU SELAM GETİRME

243) Peygamberimize Salat Ve Selam Getirmek

Bu bölümdeki bir ayet ve onbir hadis-i şeriften Allah'ın ve meleklerin bile peygamberlerin şerefini yücelttiklerini, bizim de salevat getirmemiz gerektiğini, Peygambere kim bir salevât getirirse Allah'tan on misli merhamet elde edeceğini, kıyamette peygambere en yakın olanların ona fazla salevât getirenlerin olduğunu, en faziletli gün olan Cuma günü salevât getirmenin faziletli olduğunu ve tüm getirilen salevâtların peygamberimiz (s.a.v.) kendisine ulaştırıldığını, yanında ismi anıldığı halde peygamberimize salevât getirmeyen kimsenin yüzünün yere sürtüleceğini, peygamberimizin kabrini bayram yerine çevirmememiz gerektiğini, nerede olursak olalım getireceğimiz salevâtın ona hemen ulaştırılacağını ve ulaştırılan bu salevâtın ruhu iade edilerek bizzat peygamberimiz tarafından alınacağını, gerçek cimri kimsenin salevât getirilmesi gereken anlarda salevât getirmeyen kimse olduğunu, dua edileceği zaman önce Allah'a hamdedip sonra salevât getirip sonra dua edilmesi gerektiğini, salât ve selâmın ne olduğunu öğreneceğiz. [1]

"Allah ve melekleri peygambere salat etmekte, yani Allah onun şeref ve şanını yüceltip makamını yükseltmektedir. Melekler de dua edip bağışlanmasını dilemekteler ve yüksek derecelere yükseltilmesini isterler. Ey inananlar! Siz de O'na dua ederek derecesinin yükseltilmesini isteyin. Onu hayırla yad edin, kendinizi O'nun rehberliğine tam bir teslimiyetle terkedin." (Ahzab: 33/56)

1400. Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhümâ Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinlediğini söylemiştir:
“Kim bana bir defa salâtü selâm getirirse, bu sebeple Allah Teâlâ da ona on misli merhamet eder.”[2]

1401. İbni Mes’ûd radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Kıyâmet gününde insanların bana en yakın olanları, bana en çok salât ü selâm getirenleridir.”[3]

* Zümer: 39/75 ve Mü’min: 40/7'de de Allah'ın melekleri Rablerini hamd ile tesbih ederler denerek bizlerin de önceki bölümde Allah'a hamdetmemizin gereği vurgulandığı gibi, burada da peygamberi sevmemiz ve ona salevat getirmemiz tavsiye ediliyor. Al-i İmran: 3/31'de belirtildiği gibi eğer peygamberi seviyorsak, Ahzab: 33/56 gereği ona salevat getirmeliyiz. [4]

1402. Evs İbni Evs radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
– "Günlerinizin en faziletlisi cuma günüdür. Bu sebeple o gün bana çokça salâtü selâm getiriniz; zira sizin salâtü selâmlarınız bana sunulur” buyurunca, ashâb–ı kirâm:
– Yâ Resûlallah! Vefat ettiğin ve senden hiçbir eser kalmadığı zaman salâtü selâmlarımız sana nasıl sunulur? diye sordular.
Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm:
– "Allah Teâlâ peygamberlerin bedenlerini çürütmeyi toprağa haram kıldı" buyurdu.[5]

Yüksel dedi ki...

1403. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Yanında adım anıldığı halde bana salâtü selâm getirmeyen kimse perişan olsun.”[6]

* Hem müslüman olduğunu söylediği halde hem de peygamberin ismi anıldığında salevat getirmeyen kimse Ahzab: 33/56 gereğince bir farzı yerine getirmemiş olacağından, peygamberin cimri demesine ve bedduasına hak kazanmış oluyor. [7]

1404. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Kabrimi bayram yeri haline çevirmeyiniz. Bana salâtü selâm getiriniz. Zira nerede olursanız olun sizin salâtü selâmınız bana ulaşır.”[8]

* Geçmiş ümmetlerin peygamberlerinin kabirlerini bayram yeri haline getirmeleri kınanıp, siz benim ümmetim bunu yapmayın diyor ve kabrimin etrafında bayram yeri gibi merasim yeri haline getirmeyin diyerek (Muvatta, Kasru's-salat, 88)'de beyan edilen "Allahım kabrimi puthane haline getirme" diyerek Allah'a sığındığı bu kötü hal gerçekleşmiş olacaktır. Bu yüzden bu sakındırma yapılmıştır. [9]

1405. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Bir kimse bana salâtü selâm getirdiği zaman, onun selâmını almam için Allah Teâlâ ruhumu iade eder.”[10]

* Bakara: 2/154 ve Al-i İmran: 3/169-170 beyan edildiği üzere şehidlere ölü denmemekte peygamberimiz ve şehidler bizim bilmediğimiz bir hayata sahip olup yaşamaktadırlar. Gönderdiğimiz salat-u selamın alınması biz ümmeti için şeref vesilesidir ve büyük bir fırsattır. [11]

1406. Ali radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Cimri, yanında adım anıldığı halde bana salâtü selâm getirmeyen kimsedir.”[12]

1407. Fedâle İbni Ubeyd radıyallahu anh şöyle dedi:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem namazdan sonra Allah’a hamd etmeden, Peygamber aleyhisselâm’a salâtü selâm getirmeden dua eden bir adamı işitti. Bunun üzerine:
“Bu adam acele etti” buyurdu. Sonra o adamı yanına çağırdı. Ona veya bir başkasına şöyle buyurdu: “Biriniz dua edeceği zaman önce Allah Teâlâ’ya hamdü senâ etsin, sonra Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e salâtü selâm getirsin. Daha sonra da dilediği şekilde dua etsin”[13]

Yüksel dedi ki...

1408. Ebû Muhammed Kâ‘b İbni Ucre radıyallahu anh şöyle dedi:
Bir gün Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem yanımıza gelmişti. Kendisine:
– Yâ Resûlallah! Sana nasıl selâm vereceğimizi öğrendik, sana nasıl salavât getireceğiz? diye sorduk. O da şöyle buyurdu:
– “Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed, kemâ salleyte alâ âli İbrâhîm, inneke hamîdün mecîd. Allâhümme bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed, kemâ bârekte alâ âli İbrâhîm, inneke hamîdün mecîd: Allahım! İbrâhim’in âline rahmet ettiğin gibi Muhammed’e ve âline de rahmet et. Şüphesiz sen övülmeye lâyık ve yücesin. Allahım! İbrâhim’in âline hayır ve bereket lutfettiğin gibi Muhammed’e ve âline de hayır ve bereket ihsan et. Şüphesiz sen övülmeye lâyık ve yücesin, deyiniz.”[14]

1409. Ebû Mes‘ûd el–Bedrî radıyallahu anh şöyle dedi:
Biz Sa‘d İbni Ubâde radıyallahu anh ile birlikte otururken Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem yanımıza geldi. Beşîr İbni Sa‘d ona:
– Yâ Resûlallah! Allah Teâlâ sana salavât getirmemizi emretti. Sana nasıl salâtü selâm getireceğiz? diye sordu.
Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sükût buyurdu. Sükûtun uzaması sebebiyle biz içimizden, keşke sormasaydı, diye geçirdik. Sonra Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
– “Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed, kemâ salleyte alâ âli İbrâhîm, ve bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed, kemâ bârekte alâ âli İbrâhîm, inneke hamîdün mecîd: Allahım! İbrâhim’in âline rahmet ettiğin gibi Muhammed’e ve âline de rahmet et. Allahım! İbrâhim’in âline hayır ve bereket lutfettiğin gibi Muhammed’e ve âline de hayır ve bereket ihsan et. Şüphesiz sen övülmeye lâyık ve yücesin, deyiniz. Selâm ise bildiğiniz gibidir.”[15]

1410. Ebû Humeyd es–Sâ‘idî radıyallahu anh şöyle dedi:
Ashâb–ı kirâm:
– Yâ Resûlallah! Sana nasıl salavât getireceğiz? diye sordular. Şöyle buyurdu:
– “Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ ezvâcihî ve zürriyyetihî kemâ salleyte alâ İbrâhîm, ve bârik alâ Muhammedin ve alâ ezvâcihî ve zürriyyetihî kemâ bârekte alâ İbrâhîm, inneke hamîdün mecîd: Allahım! İbrâhim’in âline rahmet ettiğin gibi Muhammed’e, hanımlarına ve zürriyetine de rahmet et. İbrâhim’e hayır ve bereket lutfettiğin gibi Muhammed’e, hanımlarına ve zürriyetine de hayır ve bereket ihsan et. Şüphesiz sen övülmeye lâyık ve yücesin, deyiniz.”[16]

Yüksel dedi ki...

242) Allah'a Hamd Ve Şükretmek

Bu bölümdeki dört ayet ve dört hadisten, Allah'a şükretmemiz, nankörlük etmememiz gerektiğini, şükrederek Allah'ın bize olan nimetlerinin artıracağını, hamdetmemiz gerektiğini, mü'minlerin her zaman ve her yerde tüm nimetler karşısında daima hamdetmek durumunda olduklarını, bize doğruları bulmaya yönelten Allah'a daima şükretmemiz gerektiğini, Allah'a hamdederek başlanmayan her işin sonu kesik ve bereketsiz olacağını, Allah'tan gelen herşeye sabredip şükredene cennette nimetler bağışlanacağını, yeme içme ve her işimizin sonunda Allah'a hamdetmenin Allah'ı memnun edeceğini öğreneceğiz. [1]

"Öyleyse siz, bütün zamanlarınızda beni anın, gündeminizden çıkarmayın, ben de sizi her an bağışlamak ve sevap vermekle anayım. Verdiğim nimetlere karşı bana şükredin, nankörlük etmeyin." (Bakara: 2/152)
"...Bana şükrederseniz muhakkak ki; size kat kat fazla veririm..." (İbrahim: 14/7)
"De ki: Her türlü eksiksiz övgüler Allah'adır..." (İsra: 17/111)
"....O, mü'minlerin o cennetteki dua ve selamlaşmalarının sonu ise, eksiksiz tüm övgüler Alemlerin rabbi olan Allah'a mahsustur" şeklindedir. (Yunus: 10/10)

1396. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’e İsrâ gecesinde, birinde şarap, diğerinde süt bulunan iki bardak getirildi. Bardaklara şöyle bir baktıktan sonra süt bardağını aldı.
Bunun üzerine Cebrâil:
“Seni, insanın yaratılış gayesine uygun olana yönlendiren Allah’a hamdolsun. Şayet içki dolu bardağı alsaydın, ümmetin sapıklığa düşerdi” dedi.[2]

* Kötülüklerin anası olan şarap insanı sarhoş edip baştan çıkarır. Eğer o gece ikram edilenler arasında tercih edilen içki türünden şarap olsaydı, ümmet içkiyi tabii görüp sapıtıp azarlardı. [3]

1397. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Allah’a hamdederek başlanmayan her önemli iş bereketsiz olur.”[4]

1398. Ebû Mûsâ el–Eş‘arî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Bir kulun çocuğu vefat ettiği zaman Allah Teâlâ meleklerine:
– “Kulumun çocuğunu elinden aldınız öyle mi?” diye sorar. Onlar da:
– Evet, diye cevap verirler. Allah Teâlâ:
– “Kulumun gönül meyvesini mi kopardınız?” diye sorar. Melekler:
– Evet, diye cevap verirler. Allah Teâlâ tekrar:
– “O zaman kulum ne dedi?” diye sorar. Melekler:
– Sana hamdetti ve “innâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn: Biz Allah’tan geldik, Allah’a döneceğiz” dedi, diye cevap verirler.
O zaman Allah Teâlâ şöyle buyurur:
– “Kulum için cennette bir köşk yapın ve ona hamd köşkü adını verin.”[5]

1399. Enes İbni Mâlik radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Allah Teâlâ, kulunun bir şey yedikten sonra hamdetmesinden, bir şey içtikten sonra hamdetmesinden hoşnut olur.”[6]

* Rabbimizin çok büyük lütuf ve ihsanının sınırsızlığına bir örnek olan hadisimiz; verilen herbir nimete karşı şükredip hamdetmenin de başlıbaşına bir iyilik olup sevap kazandıracağını ve Allah'ı razı edeceğini bize bildirmektedir. Bu sebeple bunca nimetler karşısında gafil ve nankör olmayıp, şükredip hamdederek kolayca sevap kazanmalıyız. Çünkü müslüman her an kârdadır ve sevap kazanacak yönleri çoktur.

Yüksel dedi ki...

Müslümanca yaşantı ve hareketin başlangıcı besmeledir. Sonucu ise elhamdülillah demektir. Bu ölçü hayatımızın her bölümünde ve anında geçerlidir. Bir iş ki başında besmele çekemiyor isek ve o işin sonucunda da Elhamdülillah diyemiyorsak o iş müslümanın yapacağı bir iş değildir. Başı besmeleli sonu ise elhamdülillahla biten her iş ise müslümanca bir hareket ve iştir. [7]

Yüksel dedi ki...

Kuran da insanların uyması ve kaçınması istenilen inanç,söz, fiil ve davranışların,Allah c.c. ın istediği şekilde oluşabilmesi bu kavramların iyi ve doğru anlaşılmasına bağlıdır.Kuran da dört kavram sy.11.

Yüksel dedi ki...

Eğer Kuran da kullanılan kavramlar yanlış anlaşılırsa uygulamada yanlış olur.Bu taktirde istenilen sonuca ulaşmak mümkün olmaz. Bu sebeple kuran kavramlarının çok iyi anlaşılması,izah ve tahlil edilmesi gerekir.Kuran da dört kavram

Yüksel dedi ki...

Hayrında,şerrin de büyüğü,kalemle olur.Hayata yön veren düşünceler

Yüksel dedi ki...

Kim Allah c.c.ı gönlüne sultanı ederse,Allah c.c.da onu gönüllere sultan eder.

Yüksel dedi ki...

Her şey araç,bir ŞEY amaç.

Yüksel dedi ki...

Şeyh sadi hz. buyurur.Her yüzü güzel olanın,sureti gibi sireti de güzel olmaz ki!İş gönüldedir,dış görünüşte değil.Altınoluk

Yüksel dedi ki...

Gaflet içinde ömür tüketen bir insan,Yusuf a.s.kadar cemal sahibi olsa,Nuh a.s.kadar uzun ömürlü olsa,Süleyman a.s.kadar varlıklı olsa,yine de hüsrandadır.Esas güzellik,zenginlik ve saltanat,Cenab ı Hakk a güzel bir kul olabilmektir.Hakk a kul olabilmek,bu dünyadaki en yüksek payedir.Altınoluk

Yüksel dedi ki...

...Allah katında en değerli olanınız,O na karşı gelmekten en çok sakınanızdır.el Hucurat,13.

Yüksel dedi ki...

1) İhlâs Ve Niyet (Gizli Ve Açık Bütün İşlerde, Sözlerde Ve Hallerde İyi Niyet Ve İhlâs)

Bu bölümdeki üç ayet ve oniki hadîs-i şerîften; dinin sadece Allah’a has kılınması, boş ve anlamsız şeylerden Allah’a yönelinmesi, niyetin samimi olması, Allah’ın herkesin duygularını da bildiğini, amellerin niyetin samimi oluşuna göre değer bulacağını, İslâmı yaşayamayacağımız bölgelerden yaşayacağımız yerlere göç etmemiz gerektiğini veya daima bu niyette olmamız gerektiğini, cihad için çağrılınca hemen koşulması gerektiğini, mazeretleri sebebiyle cihada katılamayanların niyetlerinin samimiyetinden dolayı aynı sevaba ortak olduklarını, herkesin niyetine göre sevap kazanacağını, kişinin sağlığında malı hakkında tam yetkili ve tasarruf sahibi olduğunu, hastalık ve ölüm anında ise üçte birden fazlasına vasiyet etme vakfetme ve dağıtma yetkisine sahip olmadığını, Allah’ın sadece kalplerimize ve niyetlerimize baktığını, dış görüntülerimiz ve mal varlığımıza göre değerlendirme yapılmayacağını, sadece İslâmı yüceltmek maksadıyle savaşan kimsenin Allah yolunda olup ölürse şehit olacağını, bu maksat dışında savaşanların ve ölenlerin Allah yolunda olamayıp şehit de olamayacaklarını, birbirine silah çeken iki müslümanın ikisinin de cehennemlik olacağını, samimi niyetle ibadet için yapılacak her şeyde ibadet sevabı yazılacağını, iyilik için niyet edenin yapmasa bile sevap alacağı yaptığında ise en az on ve yediyüzden fazla sevaplar alacağını, kötülüğe niyet eden kimsenin o kötülüğü yapmadığı takdirde bir sevap yaptığında ise bir günah kazanacağını, yapılan iyi amelleri anlatarak Allah’a dua etmenin kişiyi belalardan kurtaracağını öğreneceğiz.[2]

“Oysa kendilerine yalnızca Allah’a ibadet etmeleri, bütün içtenlikleriyle yalnız O’na iman ederek batıl olan her şeyden uzak durmaları, namazlarında dikkatli ve devamlı olmaları ve mallarının bencillik kirinden arındırılması için karşılıksız harcamada bulunmaları emrolunmuştu. İşte dosdoğru din de budur.” (Beyyine: 98/5)
“Fakat unutmayın ki, onların ne etleri Allah’a ulaşır, ne de kanları. Fakat O’na ulaşan, yalnızca sizin iyi niyet ve samimiyetinizdir. İşte bu amaçla onları sizin yararınıza sunuyoruz ki, O’nun sizi doğru yola iletmesine karşılık, O’nun şanını yüceltip tekbir getiresiniz için. Öyleyse güzel davrananları müjdele” (Hacc: 22/37)
De ki: “Kalplerinizdekini gizleseniz de, açığa vursanız da Allah onu bilir. Zira O göklerde ve yerde olan her şeyi bilir. Allah’ın gücü her şeye yeter.” (Âl i İmrân: 3/29)

1. Mü’minlerin emîri Ebû Hafs Ömer ibni Hattâb radıyallahu anh, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinledim, dedi:
“Yapılan işler niyetlere göre değerlenir. Herkes yaptığı işin karşılığını niyetine göre alır. Kimin niyeti Allah’a ve Resûlü’ne varmak, onlara hicret etmekse, eline geçecek sevap da Allah’a ve Resûlü’ne hicret sevabıdır. Kim de elde edeceği bir dünyalığa veya evleneceği bir kadına kavuşmak için yola çıkmışsa, onun hicreti de hicret ettiği şeye göre değerlenir.”[3]

Yüksel dedi ki...

Hicret: Kişinin müslümanlığı yaşayamadığı yerden yaşayabileceği yere göç etmesidir. Müslüman bir memlekette müslümanlığı gerektiği gibi yaşayamıyorsa yaşayabileceği yere göç etmelidir. Yapılan işlerden sevap beklenecekse önce iman sonra iyi niyet şarttır. İmansız sırf iyi niyetin bir faydası yoktur. Müslüman göründüğü gibi olmalı, olduğu gibi görünmelidir. Dünyalık bazı çıkarları için dini hiçbir zaman istismar etmemelidir. [4]

2. Mü’minlerin annesi Ümmü Abdullah Âişe radıyallahu anhâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
– “Bir ordu Kâbe’ye saldırmak üzere yola çıkacak; bir çöle geldiklerinde baştan sona bütün ordu yere batacaktır.”
Hz. Âişe der ki, bunun üzerine ben,
“Yâ Resûlallah, onların arasında ticaret için yola çıkanlar ve kötü niyetli olmayanlar varken niçin hepsi birden yere batacaktır?” diye sordum.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
– “Hepsi birden yere batacak, âhirette yeniden diriltilip niyetlerine göre hesaba çekileceklerdir” buyurdu.[5]

* Künye: Hiç bir çocuğu olmayan Aişe anamız; peygamberimiz (s.a.v.)’e “Tüm kardeşlerimizin bir künyesi vardır, benim de olsa ya deyince, “Sen de kız kardeşinin oğlu Abdullah ile künyelen” buyurmaları üzerine Aişe anamız Ümmü Abdillah olarak künyelenmiştir. Bu hadiste de o künyesiyle anılmıştır.[6]
- Bir kötülüğü istemeyerek yapanlar öteki dünyada cezaya çarptırılmazlar.
- Kötülük yapanlardan uzak olmayanlar bu dünyadaki cezaya ortak olurlar.
- Kötü arkadaş ve kötü toplumdan uzak durmak gereklidir. [7]

3. Âişe radıyallahu anhâ’dan rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Mekke fethinden sonra artık hicret yok; fakat cihad ve niyet vardır. Allah yolunda savaşa çağırıldığınız zaman hemen katılın.”[8]

* Mekke müslümanlar tarafından fethedilince İslam diyarı olmuştur, artık oradan hicret edilmez hicrete gerek yoktur. Fakat İslâm’ı yaymak için cihad her an farzdır. İslâm’ı gereği şekilde yaşama imkanı kalmayınca yine yaşayabilecek yerleri tesbit edip oralara hicret etmek mümkündür. Hicret kıyamete kadar bâkidir. Bir gün Rasûlullah (s.a.v.)’in huzurunda hicret müzakere ediliyordu da Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdular:
“Tevbe etme imkanı sona ermeden, hicret etme imkanı da sona ermez”[9]
İslâm diyarı olan bir yeri terkedip başka yerlere gitmemeli, kendi bulunduğu memlekette kötülükleri yok etmek için çaba sarfetmelidir. Müslümanın kalbinden ve kafasından İslâm için savaş ve şehitlik niyeti ile, müslümanca yaşantı olmadığı takdirde hicret niyeti hiç çıkmamalıdır. İslâm uğruna savaş için çağrılınca da, hasta ve sakat olunmadığı sürece mutlaka katılmak farzdır. [10]

Yüksel dedi ki...

4. Ebû Abdullah Câbir İbni Abdullah el–Ensârî radıyallahu anhümâ şöyle dedi:
– Bir defasında Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte bir gazvede bulunuyorduk. Buyurdu ki:
– “Hastalıkları yüzünden Medine’de kalan öyle kimseler var ki, siz bir yolda yürüdüğünüz veya bir vâdiyi geçtiğinizde, onlar da sizinle birlikte gibidir.”
v Bir başka rivayete göre:
– “Sevap kazanmada size ortak olurlar” buyurdu.[11]

5. Enes radıyallahu anh şöyle dedi:
– Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile Tebük Gazvesi’nden döndüğümüz sırada şöyle buyurdu:
– “Medine’de bizden geride kalan öyle kimseler vardır ki, bir dağ yoluna, bir vâdiye girdiğimizde onlar da bizimle yürüyormuş gibi sevap kazanırlar. Çünkü onları birtakım mâzeretleri alıkoymuştur.”[12]

* Bir önceki hadiste de anlatıldığına göre cihad niyetiyle mazeretlerinden dolayı savaşa katılamayanlar aynı sevaba ortak olmuş oluyorlar. Bir numaralı hadis zaten bunu en güzel biçimde açıklamıştı. Niyeti savaşa katılmak olduğu halde özürlerinden dolayı katılamayanlar aynı sevabı kazanmış oluyorlar. Bu işte mazeret ve niyet esastır. Tembellik yüzünden savaşa katılmayanlar Nisâ 4/95 nci Ayetin hükmüne girerler. [13]

6. Ebû Yezîd Ma`n İbni Yezîd İbni Ahnes radıyallahu anhüm –Ma`n de, babası Yezîd de, dedesi Ahnes de sahâbîdir– şöyle dedi:
Babam Yezîd sadaka vermek üzere yanına birkaç dinar aldı ve onları Mescid–i Nebevî de oturan birinin yanına koydu. Ben Mescid’e uğrayarak paraları aldım ve babama götürdüm.
Babam:
– Vallâhi ben onları sen alasın diye bırakmamıştım deyince, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanına giderek durumu arzettim.
Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
– “Yezîd! Sen niyet ettiğin sadaka sevabını kazandın. Ma`n! Aldığın para da senindir.”[14]

* Nafile sadaka sadece Allah rızası için verilmelidir. Bu tür sadakalar kişinin yakınlarına da verilebilir. Farz olan zekat ve nafile sadakalar bir vekil vasıtasıyla da verilebilir. Kişi niyetine göre sevabını mutlaka alacaktır. [15]

7. Cennetle müjdelenen on sahâbîden biri olan Ebû İshâk Sa`d İbni Ebû Vakkâs radıyallahu anh şöyle dedi:
Vedâ Haccı yılında (Mekke’de) yakalandığım şiddetli bir hastalık dolayısıyla Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ziyâretime geldi. Ona:
– Yâ Resûlallah! Gördüğün gibi çok rahatsızım. Ben zengin bir adamım. Bir kızımdan başka mirasçım da yok. Malımın üçte ikisini sadaka olarak dağıtayım mı? diye sordum.
Hz. Peygamber:
– “Hayır”, dedi.
– Yarısını dağıtayım mı? dedim. Yine:
– “Hayır”, dedi.
– Ya üçte birine ne buyurursun, yâ Resûlallah? diye sordum.

Yüksel dedi ki...

Hayır, sen burada kalmayacaksın. Allah rızâsı için güzel işler yaparak yükseleceksin. Allah’tan öyle umuyorum ki, daha nice yıllar yaşayarak kimi insanlar (mü’minler) senden fayda, kimileri de (kâfirler) zarar görecektir.
Allahım! Ashâbımın (Mekke’den Medine’ye) hicretini tamamla! Onları geri döndürüp hicretlerini yarım bırakma! Acınacak durumda olan Sa`d İbni Havle’dir” buyurdu.
Bu sözleriyle Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Sa`d İbni Havle’nin Mekke’de ölmesine üzüldüğünü ifade etti.[16]

* Kişi sağlığında malı hakkında istediği gibi tasarruf hakkına sahiptir. Hastalığı veya ölümü anında yapacağı vasiyyet üçte birini geçmeyecektir. Dolayısıyla müslüman hasta olmayı beklemeden veya ölüm hastalığına yakalanmadan önce malını cenneti kazanacak yolda harcamalıdır.
* Gerideki mirascılar bir şeyler yapsınlar diye beklemektense, kişi sağlığında kendi hayır ve infakını kendi yapmalıdır. Bu da kişinin en yakını olan ailesinden başlamalıdır. Hanımı ve çocukları için yaptığı harcamayla kişi sevap kazanır. Aile reisi böylece hem vazifesini yapmış olur hem de Allah’ın rızasını kazanmış olur. Burada Sa’d’ın hicret ettiği Mekke’de hastalanıp öleceğini sorması üzerine peygamberimiz (s.a.v) Allah’ın bildirmesiyle Sa’d’ın ölmeyeceğini ve yaşayacağını İslâm’a ve müslümanlara faydası dokunacağını, kafirlere de zararı dokunacağını söylemesi Cin: 72/26. ve 27. Ayetlerinde belirtildiği üzere: “Allah gayb bilgisinden dilediği kadarını peygamberlerine bildirebilir.” hükmünce meydana gelmiştir.
* İyi niyetle yapılan her işte kişinin hanımıyla şakalaşması dahi olsa sevap vardır, nafile ibadet türünden sayılır.
* Hasta kimseleri ziyaret etmek te müslümanların yapması gereken işlerdendir. Bu hususta peygamber (s.a.v.)’in teşviki ve bu işi bizzat kendisinin de yaparak göstermesi de vardır.
* Sahabîler Allah rızası için hicret ettikleri yere geri dönüp orada ölmeyi doğru bulmazlardı. Hicret ettikleri yerin dışında ölmeyi isterlerdi. Bu hadiste peygamber (s.a.v.)’in “Acınacak durumda olan Sa’d ibnü Havle’dir” dediği sahabî önce Habeşistan ve Medine’ye hicret etmiş, Bedir, Uhut, Hendek ve diğer pek çok savaşlarda bulunmuş ama veda haccı sırasında Mekke’de vefat etmiştir. Böylece Rasûlullah (s.a.v) erken vefat etmesi ve yapamadığı bazı sevaplardan mahrum kalması dolayısıyle “Acınacak olan” diyerek bu sahabiye olan üzüntüsünü dile getirmiştir. [17]

8. Ebû Hüreyre Abdurrahman İbni Sahr radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
– “Allah Teâlâ sizin bedenlerinize ve yüzlerinize değil, kalblerinize bakar.”[18]

Yüksel dedi ki...

Vahiyden, Allah bilgisinden yoksun olan kimseler insanların dış görünüşlerine ve varlıklarına değer verirler. Cahilî sistemlerin ölçüsü budur. İslâm’ın ölçüsü ise bu hadîs i şerîfte verilmiştir. Bu ölçü İslâm’ın ve Allah’ın ölçüsüdür. Allah insanların yüz güzelliğine ve mal varlığına bakarak yaptıkları davranışları değerlendirmez, çünkü bunlar dünya hayatının gelip geçici değerleridir.
Ama kalplerdeki iyi niyet ve güzel davranışlar Allah katında sevap kazanmaya ve dereceleri artırmaya yarar. Sebe’ 34/37 de Rabbimiz: “Sizi bize yaklaştıracak olan ne ekonomik, ne de sayısal çoğunluğunuzdur. Yalnızca iman edip, doğru ve yararlı işler yapanlar, bize yakın olabilirler. Onlara yaptıklarının kat kat fazlası mükafat var ve onlar cennet köşklerinde huzur ve güven içinde kalacaklardır.” Buyurmaktadır.
İnsanın gerçek değeri tüm bedenini yönlendirecek olan kalbiyle ölçülür. O düzelirse tüm vücut düzgün olur, o bozuksa bütün beden bozulur.[19] Yapılan iş ve ibadetleri değerli kılan kalpteki niyettir. Dolayısıyle kalbi kötü niyetlerden yani küfür, nifak, haset, kin gibi hastalıklardan koruyup düzgün ve samimi bir hale getirmeye çalışmalıdır ki, gerçek dünya ve ahiret saadetine erişilebilsin. [20]

9. Ebû Mûsâ Abdullah İbni Kays el–Eş`arî radıyallahu anh şöyle dedi:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e:
– Biri cesaretini göstermek, diğeri milletini korumak, öteki kendine yiğit adam dedirtmek için savaşan kimselerden hangisi Allah yolundadır? diye soruldu.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şu cevabı verdi:
– “Kim, İslâmiyet daha yüce olsun diye savaşıyorsa, o Allah yolundadır. ”[21]

* Allah yolunda olmayan bir çarpışmanın neticesinde de sevap beklenmez. Allah yolunda ölen ise ancak şehid olabilir. Başka maksatlarla çarpışanlara ve çarpışıp ölenlere de İslâm dininde şehid denilmez. Her beşerî sistem ve hayat tarzının da kendine göre şehitleri vardır. (Basın şehidi, devrim şehidi gibi.) [22]

10. Ebû Bekre Nüfey` İbni Hâris es–Sekafî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“İki müslüman birbirine kılıç çektiği zaman, öldüren de, ölen de cehennemdedir”.
Bunun üzerine ben:
– Yâ Resûlallah! Öldürenin durumu belli, ama ölen niçin cehennemdedir? diye sordum.
Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:
– “Çünkü o, arkadaşını öldürmek istiyordu” buyurdu.[23]

Yüksel dedi ki...

Müslümanlar birbirleriyle silahlı çatışmaya girmezler. Hucûrat: 49/9’a göre çatışmaya giren olursa diğer müslümanlar onları barıştırmak mecburiyetindedirler. Nisâ: 4/92’ye göre bile bile bir mü’minin bir mü’mini öldürmesi yasaktır, öldürürse ebedî cehennemlik olur, dolayısıyla müslüman müslümana karşılıklı silah çekemez, silah işi tek taraflı olursa ölen şehid, öldüren de ebedî cehennemlik olur. [24]

11. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Bir kimsenin câmide cemaatle kıldığı namaz, işyerinde ve evinde kıldığı namazdan yirmi küsur derece daha sevaptır. Şöyleki bir kişi güzelce abdest alır, sonra başka hiçbir maksatla değil, sadece namaz kılmak üzere câmiye gelirse, câmiye girinceye kadar attığı her adım sebebiyle bir derece yükseltilir ve bir günahı bağışlanır. Câmiye girince de, namaz kılmak için orada durduğu sürece, tıpkı namaz kılıyormuş gibi sevap kazanır. Biriniz namaz kıldığı yerden ayrılmadığı, kimseye eziyet etmediği ve abdestini bozmadığı müddetçe melekler:
Allahım! Ona merhamet et!
Allahım! Onu bağışla!
Allahım! Onun tövbesini kabul et! diye ona dua ederler.”[25]

12. Ebü’l–Abbâs Abdullah İbni Abbâs İbni Abdülmuttalib radıyal–lahu anhümâ’dan nakledildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’dan rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurdu:
“Allah Teâlâ iyilik ve kötülükleri takdir edip yazdıktan sonra bunların iyi ve kötü oluşunu şöyle açıkladı:
Kim bir iyilik yapmak ister de yapamazsa, Cenâb–ı Hak bunu yapılmış mükemmel bir iyilik olarak kaydeder.
Şayet bir kimse iyilik yapmak ister sonra da onu yaparsa, Cenâb–ı Hak o iyiliği on mislinden başlayıp yedi yüz misliyle, hatta kat kat fazlasıyla yazar.
Kim bir kötülük yapmak ister de vazgeçerse, Cenâb–ı Hak bunu mükemmel bir iyilik olarak kaydeder.
Şayet insan bir kötülük yapmak ister sonra da onu yaparsa, Cenâb–ı Hak o fenalığı sadece bir günah olarak yazar. ”[26]

* Bu konuyla ilgili Bakara: 2/261; Nisâ: 4/40, 124; En’âm: 6/160; Yûnus: 10/26; Şûrâ: 42/23; Kadr: 97/1-5 ve benzeri pek çok ayetler tetkik edilirse günahın bire bir, sevabın ise ondan otuzbine kadar çıktığı görülecektir. [27]

13. Ebû Abdurrahman Abdullah İbni Ömer İbni’l–Hattâb radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinlediğini söylemiştir:
“Sizden önce yaşayanlardan üç kişi bir yolculuğa çıktılar. Akşam olunca, yatıp uyumak üzere bir mağaraya girdiler. Fakat dağdan kopan bir kaya mağaranın ağzını kapattı. Bunun üzerine birbirlerine:
– Yaptığınız iyilikleri anlatarak Allah’a dua etmekten başka sizi bu kayadan hiçbir şey kurtaramaz, dediler.
İçlerinden biri söze başlayarak:
– Allahım! Benim çok yaşlı bir annemle babam vardı. Onlar yemeklerini yemeden çoluk çocuğuma ve hizmetçilerime bir şey yedirip içirmezdim. Birgün hayvanlara yem bulmak üzere evden ayrıldım; onlar uyumadan önce de dönemedim. Eve gelir gelmez hayvanları sağıp sütlerini annemle babama götürdüğümde, baktım ki ikisi de uyumuş. Onları uyandırmak istemediğim gibi, onlardan önce ev halkının ve hizmetkârların bir şey yiyip içmesini de uygun görmedim. Süt kabı elimde şafak atana kadar uyanmalarını bekledim. Çocuklar etrafımda açlıktan sızlanıp duruyorlardı. Nihayet uyanıp sütlerini içtiler.
Rabbim! Şayet ben bunu senin rızânı kazanmak için yapmışsam, şu kaya sıkıntısını başımızdan al! diye yalvardı. Kaya biraz aralandı; fakat çıkılacak gibi değildi.

Yüksel dedi ki...

Bir diğeri söze başladı:
– Allahım! Amcamın bir kızı vardı. Onu herkesten çok seviyordum. (Bir başka rivayete göre: Bir erkek bir kadını ne kadar severse, ben de onu o kadar seviyordum). Ona sahip olmak istedim. Fakat o arzu etmedi. Bir yıl kıtlık olmuştu. Amcamın kızı çıkıp geldi. Kendisini bana teslim etmek şartıyla ona 120 altın verdim. Kabul etti. Ona sahip olacağım zaman (bir başka rivâyete göre: Cinsî münasebete başlayacağım zaman) dedi ki: Allah’tan kork! Dinin uygun görmediği bir yolla beni elde etme! En çok sevip arzu ettiğim o olduğu halde kendisinden uzaklaştım, verdiğim altınları da geri almadım.
Allahım! Eğer ben bu işi senin rızânı kazanmak için yapmışsam, başımızdaki sıkıntıyı uzaklaştır, diye yalvardı. Kaya biraz daha açıldı; fakat yine çıkılacak gibi değildi.
Üçüncü adam da:
– Allahım! Vaktiyle ben birçok işçi tuttum. Parasını almadan giden biri dışında hepsinin ücretini verdim. Ücretini almadan giden adamın parasını çalıştırdım. Bu paradan büyük bir servet türedi. Birgün bu adam çıkageldi. Bana:
– Ey Allah kulu! Ücretimi ver, dedi. Ben de ona:
– Şu gördüğün develer, sığırlar, koyunlar ve köleler senin ücretinden türedi, dedim. Adamcağız:
– Ey Allah kulu! Benimle alay etme, deyince, seninle alay etmiyorum, diye cevap verdim. Bunun üzerine o, geride bir tek şey bırakmadan hepsini önüne katıp götürdü.
Rabbim! Eğer bu işi sırf senin rızânı kazanmak için yapmışsam, içinde bulunduğumuz sıkıntıdan bizi kurtar, diye yalvardı. Mağaranın ağzını tıkayan kaya iyice açıldı; onlar da çıkıp gittiler. [28]

* Anaya babaya saygı ve hürmet, nefsin bilhassa şehevî hislerine sadece Allah korkusundan dolayı hakim olabilmek ve kul hakkına hürmet etmenin değerli amellerden olduğunu öğrenmiş oluyoruz. Müslüman daraldığı zaman böyle samimi davranışlarını dua vesilesi yapabileceğini de bu hadis bize öğretmiş oluyor. Bu konuyu daha iyi anlamak için Bakara: 2/25, 82, 277; Âl i İmrân: 3/57; Nisâ: 4/57, 122; Mâide: 5/9; A’râf: 7/42; Yûnus: 10/9, 26; Hûd: 11/11, 23; Nâziât: 79/40, 41 ayetlerine bakılabilir. [29]

Yüksel dedi ki...

İyiliği neticelendirmek ona başlamaktan daha faziletlidir.Cami üs Sağir cilt.1.sy.278.

Yüksel dedi ki...

Fitne gelir,kulları fırtına gibi savurur.Bunun içerisinden alim,ancak ilmiyle kendini kurtarır.Ramuz el ehadis cilt 1.sy.105.

Yüksel dedi ki...

En üstün amel niyette doğruluktur.Cami üs Sağir.

Yüksel dedi ki...

Selamı yayınız ki,selamette kalasınız.
Deveni bağlada öyle tevekkül et.
En büyük hata,dilin çok çok yalan söylemesidir.Cami üs Sağir.

Yüksel dedi ki...

Allah yolunda savaşa çıkanların en üstünü,savaşanlara hizmet edendir.Sonra da onlara haber getirendir.Bunlardan Allah katında en özel makam sahibi olanı,oruç tutanıdır.Cami üs Sağir.

Yüksel dedi ki...

İnsanları ölçü alarak gerçeği öğrenmeye çalışma,sen önce gerçeği tanı ki,hakikat ehlinin kim olduğunu bilesin.En güzel sözler unutulmaz özdeyişler

Yüksel dedi ki...

Sonuçlara dikkat eden tehlikelerden kurtulur.
Her şeyi hayra yoran hayra kavuşur.Hz. Ali r.a.

Yüksel dedi ki...

Açık yürekle konuşan düşman,içten pazarlıklı dosttan iyidir.
Düşmanların en büyüğü,düşmanlığını gizleyendir.
Azim ve sebat,insanların en büyük yardımcısıdır.Hz. Ali r.a.

Yüksel dedi ki...

Kalbin aydınlığı helal yemekle olur.
Kanaatkar olarak yaşa sultan olursun.
Kimseden vefa görmesem de vefa göstermeye devam edeceğim.Hz.Ali r.a.

Yüksel dedi ki...

En faydalı bilgi uygulanabilendir.
Karanlık işler,tam tersine aydınlık içinde ortaya çıkar.
Doğru her zaman yüce,yalancı her zaman aşağı ve cücedir.Hz. Ali r.a.

Yüksel dedi ki...

Bir devleti korumak için adaletten daha sağlam kale yoktur.
Bir ülkede ayaklar baş olursa,başlar ayaklar altında ezilir.
Güzel bir siyaset,iktidarı sürekli kılar.Hz.Ali r.a.

Yüksel dedi ki...

Zorluklara hükmeden,kolaylıklara ulaşır.
Fitne birçok felaketlerin kaynağıdır.
Hayra niyet edince acale et ki,nefsin seni yenip de niyetinden caydırmasın.Hz. Ali r.a.

Yüksel dedi ki...

Başkası için kötü gördüğünden kaçınmak,
nefsini terbiye olarak yeter.

Yüksel dedi ki...

Lezzetlerin biteceğini ve sorumlulukların ise kalacağını hatırlayın.
Kişiyi dene ondan sonra nefret et.
Şeriat din akıl ile olsaydı ben abdest alırken ayağın üstüne değil,altına meshederdim.
Hz.Ali r.a.

Yüksel dedi ki...

Üc şey üç şeyi bozar.Kendini beğenmek fikir birliğini,acele etmek tecrübeyi,başkalarını küçük görmek iyi düşünmeyi bozar.
İslam ın sağlam duvarı ile güvenilir kapısı vardır.Sağlam duvarı adalet,güvenilir kapısı da haktır.
İhtiyaçlarını bir mümine söyleyen Allah c.c.a arz etmiş gibi olur.Ama bir kafire söyleyen sanki Allah c.c.ı şikayet etmiş gibi olur.
Hz.Ali r.a.

Yüksel dedi ki...

Bu ayette ikinci azapla murad,kıtlık,olduğuna nazaran kıtlığın dünya ukubetlerinin pek büyüğü olduğuna işaret için Vacib Teala azabı,şiddetle tavsif etmiştir.Çünkü,insanları açlık kadar terbiye eden bir şey olmadığı cümlenin malumudur.Hülasat ül Beyan cilt 9.sy.3654.

Yüksel dedi ki...

Toplum mühendisliğini eleştirenler aynı işe soyunmamalı, "gerçek sünneti ortaya koyacağız" derken sebep oldukları şüphecilikle toplumu Hz.Peygamber'in sünnetinden koparıp, gücün sünnetine teslim etme riski almamalıdır. Toplum mühendisliğinin geri döndürülemez çok zaman da amacı tam tersini götüren sunuçları vardır. Tarih ve çağımız bunun tanığıdır.

Yüksel dedi ki...

kaynak: Modern Dönemde Dini İlimlerin Temel Meseleleri ilmi toplantı

Yüksel dedi ki...

Bende bekaya karşı aşırı derecede bir aşk var.Halbuki cismim,demirden ve taştan değil ki kısmen dahi devam edebilsin.risale i nur dan dualar

Yüksel dedi ki...

Belki,her an dağılmaya hazır etten, kandan ve kemikten yapılmış.Ve yine,hayatım,aynen cismim gibi,iki tarafının sınırlılığıyla birlikte,yakın bir zamanda ölüm mührüyle noktalanacak.Risale i Nur dan dualar

Yüksel dedi ki...

Sır,senin esirindir.onu ortaya çıkardığın zaman sen ona esir olursun.Hz.Ali r.a. Altınoluk Şebnem

Yüksel dedi ki...

Cenab ı Hak,Günahın zahirisinide batınisini de terkedin!..buyurmaktadır.el en am 120.Altın silsile Altınoluk.

Yüksel dedi ki...

Tasavvuf,İslami ilimler bütününün ayrılmaz bir parçasıdır.Bilhassa fıkıh ile tasavvuf,Allah c.c.emir ve nehiylerine ..hem zahiren hem de batınen..riayeti temin etme hususunda,bir elmanın iki yarısı gibi,birbirini tamamlayan iki kardeş ilimdir.Altın Silsile Altınoluk

Yüksel dedi ki...

Bir müslümanın sıkıntısını gidermeyi,dünya dolusu altın ve gümüşe sahip olmaya tercih ederim.Hz.Ali r.a.Altın Silsile Altınoluk

Yüksel dedi ki...

Din nedir?
Din edepten ibarettir!Mevlana Hz.
Altın Silsile

Yüksel dedi ki...

Allah rızası murad edilmeyen sözde,
Allah c.c.yolunda harcanmayan malda,
Cehaleti hilmine galip gelen kimsede,
Allah c.c.için yapacağı bir işte,ayıplayanın ayıplamasından korkan kimsede hayır yoktur.
Hz.Ebu Bekir Sıddık Altın silsile

Yüksel dedi ki...

Allah c.c.ın sizden önce gelip geçem kullarının halini tefekkür edin!Dün nerede idiler bugün neredeler?Hz.Ebubekir Sıddık Altın Silsile Altınoluk

Yüksel dedi ki...

Ümmetim üzerine korktuğumun en korkuncu,ya namazın vaktini geciktirmeleri veya vaktinden evvel kılarak acele etmeleridir.Hz.Enes r.a.Ramuz el ehadis cilt 1. Sy.113.p.3.

Yüksel dedi ki...

Ümmetim üzerine en korktuğum kimseler,ilimleri dillerinde olan münafıklardır.(dili alim)
Ramuz el ehadis.

Yüksel dedi ki...

Ümmeti üzerine korktuklarımın en korkuncu;alimin hatası,münafığın kuranla mücadelesi,kendisine fetholunacak dünya.(Yani dünya rahata mübtela edip,insana fedakarlığı unutturur.Dinin temeli ise fedakarlık üzerine kaimdir.)Ramuz el ehadis

Yüksel dedi ki...

Yoksa süleyman A.S. ın tahririnde Besmele mukaddem olduğu ekser müfessirinin cümle i beyanatındandır.Tahrir:yazma ,4.serbest bırakma,hürriyete (özgürlüğe) kavuşturma.5.kaydetme,deftere geçirme.....
Mukaddem:3.öncelik tanınan,üstün, değerli .....yani sonuç için ileri sürülen şart.

Yüksel dedi ki...

Kaynak:Hülasat ül Beyan cilt 10. sy.4003.

Yüksel dedi ki...

İleri süren kim olursa olsun,yanlış daima onu ileri sürene geri döner.İbn Sina ve bilim

Yüksel dedi ki...

Şafii nin de,bir baş soğan satın almakla yükümlü tutulsaydım,bir mesele bile anlayamazdım dediği naklediliyor.İslami gelenekte Eğitim ahlakı.

Yüksel dedi ki...

Ebu Zerr ve Ebu Hureyre den naklediliyor (r.a.)şöyle demişler:İlim den bir bölüm konu öğrenmemiz,bizim için,nafile bin rekat namazdan daha iyidir.İlim den bir bölüm öğrenmemiz,kendisiyle amel edilsin veya edilmesin,nafile yüz rekat namazdan bize daha sevimlidir.İslami Gelenekte Eğitim Ahlakı

Yüksel dedi ki...

Sehl : Kim,peygamber meclislerini görmek isterse ,alimlerin meclislerine baksın.
Asyanın Bahtının miftahı,meşveret ve şuradır.

Yüksel dedi ki...

Şafii r.a.İlminin gereğince davranan (amel eden )alimler,Allah c.c.ın dostları olmayacakslarsa,Allah c.c.ın hiçbir dostu yok demektir.
Ümitvar olunuz Şu istikbal inkilabı içinde en yüksek gür sada İslam ın sadası olacaktır.

Yüksel dedi ki...

İbn Ömer:Bir ilim meclisi,altmış yıllık nafile ibadetten daha hayırlıdır.
Süfyan es -Sevri (ö.161) ve Şafii den naklediyor(r.a.):farzlardan sonra,ilim tahsilinden daha üstünü yoktur.

Yüksel dedi ki...

Zühri nin r.a.şöyle dediği naklediliyor.İlmin/fıkhın benzeri hiçbir şeyle Allah c.c. kulluk/ibadet edilmemiştir.

Yüksel dedi ki...

Bahsedilen üç bin isminin manası şu üç isimde toplanmıştır.BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM.Kim bunu öğrenir ve söylerse,ALLAH c.c.ın bütün isimlerini anmış gibi olur.Sırlar hazinesi
Hazinetü l esrar -Celiletü l-Ezkar

Yüksel dedi ki...

1. [1:30, Hadîs No: 1][1]
Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyuruyor:
Ameller niyetlere göredir. Kişi için ancak niyet ettiğinin karşılığı vardır. Şu halde kimin hicreti Allah ve Resulü için ise o kimsenin hicreti Allah ve Resûlünedir. Kimin de hicreti elde edeceği bir dünya­lık veya nikahlayacağı bir kadın için ise, onun da hicreti hicret ettiği o şeyedir. [2]

İnsanları değerlendirirken ifade ve hareketlerine, dışa akseden davranışları­na göre hüküm veririz. Çünkü kalblerini bilmemiz, o hareketi niçin ve ne maksat­la yaptığını tam kestirebilmemiz mümkün değildir. Cenab-ı Hak ise kullarının amellerini, davranış!annı değerlandirirken içte taşıdıkları niyet ve yapış maksat­larına bakar, öyle muamele eder. İşte Peygamber Efendimiz (a.s.m.) "Ameller niyetlere göredir" buyururlarken yapılan işin içte taşınan niyet ve maksada göre değerlendirileceğini bildirmektedir. "Şüphesiz Allah sizin suretlerinize ve malları­nıza bakmaz. Ancak amellerinize ve kalblerinize bakar"[3] hadîsinde de aynı ger­çek anlatılır. Bu bakımdan belki bize göre çok iyi ve güzel görünebilen bir söz veya davranış,—iyi niyetle yapılmadığı, Allah rızası gözetilmediği, gösteriş ol­sun diye yapıldığı takdirde—Allah katında hiçbir mânâ ve değer ifade etmeyebi­lir.
Niyet niçin bu kadar önemlidir?
Çünkü niyet söz, hareket ve davranışların esasını, belkemiğini teşkil eder. Çağımızın büyük İsiârn âlimi, müceddidi Bediüzzaman'ın ifadesiyle "Niyet bir ruhtur. O ruhun ruhu da ihlâstır[4] Evet, niyet ölü hareketleri dirilten, canlı, ha-yatlı hale getiren, biri bin yapan bir ruhtur. Onun içindir ki sağlam ve temiz bir ni­yetle yapılan az amel, çok sevabı netice verir. Kısa bir ömür, Cennet gibi ebedî bir hayatı kazandırır.
Niyet, eşyanın içyüzünü, mahiyetini, aslını değiştirecek, sevabı günaha, gü­nahı sevaba dönüştürecek kadar büyük bir tesire sahiptir. Meselâ bir insan, ha­yır yapsa, eğer Allah için yapıyorsa bu hareketi sevaplı bir iş olur. Nefsi için "Ne kadar da cömert!" desinler diye yapıyorsa hayrı hayır olmaktan çıkar, günaha çevrilir, ameli iptal olur, geçersiz ha!e gelir. Bakara Sûresinin 264. âyetinde inan­madan, Allah rızası gözetilmeden, gösteriş maksadıyla, başa kakmak ve eziyet vermek niyetiyle yapılan hayır ve sadakaların boşa gideceği açıkça şöyle anla­tılır: "Ey îman edenler! Allah'a ve âhiret gününe inanmadığı halde insanlara gösteriş olsun diye malını bağışlayan kimse gibi, siz de sadakalarınızı başa kakmak ve eziyet vermekle boşa çıkarmayın. O kimsenin hali, üzerinde bir par­ça toprak bulunan kaygan bir taşa benzer ki, şiddetli bir yağmur vurduğunda toprağı götürüp taşı çıplak bırakıverir. Öylelerinin Allah rızasını gözetmeksizin gösteriş için yaptıkları iyiliklerin hepsi ellerinden uçar gider; kazandıklarından dolayı hiçbir sevaba erişemezler. Allah o kâfirler güruhunu hayra ve doğru yola iletmez."

Yüksel dedi ki...

Kısaca ne olursa olsun, Allah İçin yapılmayan ibadetin Allah katında hiçbir değeri yoktur, sevap yerine günah kazandırır.
Niyette âdetleri ibadete dönüştürebilecek bir iksir de vardır. Günlük hayatta hergün yapageldiğimiz yeme, içme, yatma, kalkma, yürüme gibi mubah davra­nışlar, âdetler iyi bir niyetle ibadete dönüşür. Aslında sevabı da, günahı da ol­mayan bu davranışlar, Sünnet-i Seniyye esas alındığında, "Resûlullah nasıl ye­miş, nasıl içmiş, nasıl yatıp kalkmış; ben de öyle hareket etmeliyim" düşünce­siyle yapıldığında ibadete dönüşür ve insana sevap kazandırır.
Yine o niyetle insan yirmi dört saatini ibadete çevirme imkânı bulur, bütünü­nü de âhiretine mal edebilir. Eğer bir insan beş vakit farz namazını kılar, diğer mubah dünya işlerinde de helal dairede kalmayı ve Sünnete sarılmayı esas edi­nirse, uykusuna varıncaya kadar bütün gününü, böylece de bütün ömrünü iba­dete dönüştürmüş olur.
Yine bu niyet sebebiyledir ki Allah yolunda cihada çıkan bir er, başkalarının altmış senede kazanamadığı sevabı kazanır, beş dakikada şehidlik gibi yüksek bir makama erer. Herkesin sefahete, günaha daldığı, dini, îmanı son plâna attı­ğı, bütün duygularıyla dünyaya yöneldiği günümüzde de yüz şehid sevabını ka­zanmak mümkündür.
Çünkü Allah Resulü, "Kim ümmetimin bozulduğu bir zamanda sünnetime sa-rılırsa, yüz şehid sevabı kazanabilir"[5] buyurmuştur.
Hadiste niyeti dünya olanın dünyaya, niyeti kadın olanın kadına kavuşacağı­nın bildirilişi de niyetin, amellerin ruhu ve özü olduğunu açıkça göstermektedir. Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) bu hadîslerini şöyle bir hâdise üzerine söylemişti. Ümmü Kays (r.a.) isimli bir Sahabî kadına, birisi evlenme teklifinde bulundu. Fakat o, adama eğer Medine'ye hicret ederse evlenebileceğini söyledi. O da kabul etti. Ümm-ü Kays, hicretini Allah ve Resulü için yaparken kocası, evlenmek niyetiyle yapmıştı. Bunun üzerine Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) bahsi geçen hadîslerini söyle­diler: "Kim de dünya nimetleri veya bir kadınla evlenmek niyetiyle hicret etmiş ise, onun hicreti de o kadınadır."

Yüksel dedi ki...

Demek oluyor ki, ameller niyetlere göredir. [6]

2. [1:35, Hadîs No: 2]
Enes (r.a.) Resûlullahın (a.s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiş­tir:
Ben Cennet kapısına gelir, açılmasını isterim. Cennet bekçisi Hâ­zin, "Sen kimsin?" der. Ben, "Muhammed'im" derim. O şöyle der: "Senden önce hiç kimseye kapıyı açmamakla emrohındum."[7]

3. [1:43, Hadîs No: 6]
Ebû Mes'ud el-Bedrî (r.a.) rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyuruyor:
Geçmiş peygamberlerin sözlerinden insanların en son kavradığı söz şudur:
"Utanmadıktan sonra istediğini yap."[8]

4. [1:44, Hadîs No: 7]
İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
İbrahim'in (a.s.) ateşe atıldığında en son sözü, "Hasbiyallahü ve ni'me'l-vekîl [Allah bana yeter; O, ne güzel vekildir" oldu.[9]

5. [1:49, Hadîs No: 10]
Ali (r.a.) rivayet ediyor ki:
Güzel konuşmanın tehlikesi insanlara karşı kibirlenme ve kendi­sinde olmayan şeyle övünmektir. Cesaretin tehlikesi zulüm ve haddi aşmaktır. İyilikseverliğin tehlikesi başa kakmaktır. Güzelliğin tehli­kesi böbürlenmektir. İbâdetin tehlikesi tembellik ve usanç duymak­tır. Konuşmanın tehlikesi yalan söylemektir. İlmin tehlikesi unut­maktır. Yumuşak huyluluğun tehlikesi kendinden beklenen metanet ve salâbeti göstermemektir. Asaletin tehlikesi soyu ile övünmektir. Cömertliğin tehlikesi israftır.[10]

Yüksel dedi ki...

İnsan Cenab-ı Hakkın antika bir sanat eseridir. Binbir çeşit duygu ve kabili­yetle donatılmıştır. Bu duygu ve kabiliyetler insanın saadetini olduğu gibi felake­tini de hazırlayabilecek güçtedir. Eğer insan onları istikâmetle kullanabilir, orta yolu, vasatı muhafaza edebilir ve aşırılıklardan sakınabilirse saadeti elde eder, aksi halde felâkete sürüklenir.
İşte Cenab-ı Hak gönderdiği dinler ile yaratılışça sınırlandırılmayan, bir ibre gibi aşırılıklar, geri ve ileri dereceler arasında zikzak çizen bu duygulara bir limit göstermiş, sınır çizmiş, "Şu çizgiyi aşmayın!" diye İlâhî talimatını vermiştir. Bü­tün mesele insanın iradesiyle duygularına sahip olup doğru yolda gitme gayreti içerisinde olmasıdır.
Hadis-i şerifte, temelde bazı güzel huylardan bahsedilmiş ve bunların ifrat ve tefritleri sonucu doğabilecek tehlikelerden söz edilmiştir. Biz bunların üzerinde ayrı ayrı durma yerine insanda en belirgin olan belli başlı üç duygu ve kabiliye­tin ifrat, tefrit ve vasatları, yani aşırı, geri ve orta dereceleri üzerinde durmak isti­yoruz.
Daima değişikliklere maruz ve felâketlere hedef olan insanın bedeninde mi­safir olan ruhun yaşayabilmesi için gerekli olan üç duygudan biri akıl, biri öfke, biri de şehvettir.
Asıl veriliş maksadı faydalıyı zararlıdan, iyiyi kötüden ayırmak olan akıl, eğer aşırılığa kayacak olursa cerbeze içerisine girer. Cerbeze; aklı, hakkı bâtıl, bâtılı hak, akı kara, karayı ak göstermek için kullanmaktır. Tefrit derecesi ise saflık ve bönlüktür. Böyle biri, kendisini ilgilendiren bir konu da olsa kayıtsız ka­lır, kafa yormaya yanaşmaz. Aktın vasat kullanımı ise hikmettir. Böyle bir akıl sahibi hakkı araştırır, bulduğunda ona uyar, bâtılı da tanımaya çalışır, tesbit et­tiğinde de ondan sakınır.

Yüksel dedi ki...

Öfke duygusunun aşırısı saldırganlıktır ki, maddî manevî hiçbirşeyden kork­mamak demektir. Bütün zorbalıklar, zulümler, istibdatlar, baskılar bundan kay­naklanır. Geri derecesi ise korkaklıktır. Böyle biri korkulmayacak şeylerden dahi korkar. Oysa Allah dilemedikçe insana hiçbir şeyin zararı dokunmaz. Öfkenin orta derecesi de şecaattir. Şecaat de şahsının veya dininin hak ve hukukunu ko­ruma konusunda arslan kesilme, canını dahi feda etmekten çekinmeme, kendi­sini ilgilendirmeyen ve karışmaması gereken şeylere kanşrnama, meşru olma­yan şeylere de girmeme demektir.
Bir şeye duyulan fazla arzu mânâsına gelen şehvetin ifratı fücurdur. Şehveti fücur seviyesinde olan bir insan, nefsin arzularına öylesine düşkündür ki namus ve ırzları çiğnemekten çekinmez. Tefriti ise helale de, harama da arzu duyma­maktır; şehvet duygusunun sönmesidir. Şehvetin arzu edilen vasat mertebesi ise iffettir ki helâle arzu duyup haramdan kaçınmak şeklinde kendini gösterir.
İşte, dinimiz olan İslâm, insanlan doğru yola çağırırken bu üç duygunun ifrat ve tefritten uzak hikmet, şecaat ve iffetten ibaret orta derecelerini emretmiş, günde en az kırk defa okuduğumuz Fatiha Sûresinde, "Bizi doğru yola ilet!" dua­sını yaptırmakla da bu yolda sebat göstermemizi istemiştir. Böylece fazilet ufku­nun yollarını açmış, dünyayı da Cennete döndürmeyi başarmıştır. Esasında in­sanlık tarih boyunca bütün hak dinlerin emir ve tavsiyeleri içerisinde bulunan doğru yolun temel taşları olan bu üç duyguyu yaşamakla, insanlığa saadet bu­ketleri armağan etmiştir. Bu fıtrî hakikate kulak vermeyenler ise insanlığa boğazda düğümlenen zakkum meyvelerini yedirmekten, dünyayı yaşanmaz hale getirmekten geri kalmamışlardır.
O hak dinler ki bu üç duyguyu yeşertmekle akıl dalında enbiyaları, evliyaları, sıddîkînleri, âdil idarecileri, melek gibi hükümdarları; öfkeyi kullanmada, Hz. Ömer, Hz. Hamza, Hz. Ali, Salahaddin Eyyubi, Fatih Sultan Mehmed, Yavuz Sultan Selim gibi kahramanları; şehvet sahasında da Hz. Yusuf gibi iffet âbidesi insanlık yıldızlarını insanlığa en büyük örnekler olarak takdim etmişlerdir. Bu gerçeğe kulak asmayan insanlık ise, akıl dalında maddeci, tabiatçı gibi akılsız dinsizleri; öfke dalında Nemrud, Firavun, Şeddad gibi zâlimleri, şehvet hususun­da da enva-ı çeşit putlart, tanrıçaları, tanrılık dâvasında bulunan nice sapık ve sapıklıkları âlemin başına musallat etmekte tereddüt etmemişlerdir.
Bu üç duygunun ifrat ve tefritinin hayatı onduracak veya öldürecek seviyede güçlü sırlara sahip olduklarını dikkate aldığımızda yukardaki hadiste bahsi ge­çen huyların vasat, ifrat ve tefritlerinin de maddî ve manevî hayatımıza neler ka­zandırdığı veya kaybettirdiklerini anlamak zor olmayacaktır.[11]

Yüksel dedi ki...

6. [1:52, Hadîs No: 11]
İbni Abbas'tan (r.a.) rivayetle:
Dinin felâket kaynakları üçtür: (1) günah işleyen âlim, (2) zâlim idareci, (3) ibâdete gayretli câhil.[12]

Hadiste dine zarar veren şeylerden üçü sayılmaktadır. İlk bakışta günah iş­leyen âlimle zâlim idarecinin felâkete sebep oldukları anlaşilabildiği halde ibâde­te gayretli olmantn dine zarar vereceği pek anlaşılmamaktadır. Fakat mesele üzerinde biraz düşünüldüğünde ibâdete gayretli câhil birisinin dine zarar verdiği­ni anlamak güç olmaz. Böyle birisi ibâdete düşkündür, fakat neyi nasıl yapaca­ğını bilemez. Dine ters şeyleri dinin emri diye yapar, bunları savunur. Karşısın­daki kişi de dini bilmiyorsa, böylelerin dinden diye savunduğu yalan yanlış şeylerin, bid'atların İslâmiyetten olduğunu zanneder, "Böyle de olur rnu?" diye­rek İslâmiyete karşı cephe alır. Bu bakımdan, dini bilmediği halde ibâdete düş­kün olan câhil kimseler, din için büyük bir felâket kaynağı olmuş olurlar. Böylelerinin dine verdiği zararı önlemek, başlı başına bir iştir ve oldukça da zordur.[13]

7. [1:52, Hadîs No: 12]
İbni Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor ki, Resûlullah (a.s.m.) şöyle buyu­ruyor:
İlmin tehlikesi, unutmak; zayi edilmesi, ehil olmayana öğretmek­tir.[14]

Yüksel dedi ki...

8. [1:53, Hadîs No: 13.]
İbni Mes'ud (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivayet ediyor ki:
Bilerek faizi yiyen, yediren, ona kâtiplik eden, bilerek ona şahit­likte bulunan kimse, dövme yapan ve güzellik için yaptıranlar Kıya­met günü Muhammed'in dili ile lanete uğramışlardır.[15]

Yüce Rabbimiz pekçok hikmetten dolayı faizi haram kılmış ve bir âyet-i keri­mede, "Ey îman edenler! Faizi kat kat yemeyin. Allah'tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz"[16] buyurmuştur. Bir başka âyet-i kerime ise şu mealdedir:
"Faiz yiyen kimseler, Kıyamet Gününde kabirlerinden şeytan çarpmış kimse­nin kalkışı gibi kalkarlar[17]
Âyet-i kerimelerde faiz yeme açıkça haram kılınırken buna aracı olan diğer hususlar da dolaylı olarak yasaklanmıştır. Peygamberimiz (as.rn.) yukarıdaki hadîs-i şerifle, âyet-i kerimelerdeki özlü ifâdeyi açmış ve bilerek faizi yiyen, yediren, ona kâtiplik eden, şahitlikte bulunan kimselere lanet etmiştir. Faiz kurulu­şunda memur olarak çalışanlar her ne kadar faiz yemiyor ve yedirmiyorlarsa da; faizin muamelesini görmekte, hesap ve yazışmalarını yapmakta, idarî işlerini yürütmektedirler. Gerek müdürü, gerek memuru; hadiste ifâde edilen "kâtip" mefhumunun içine girmiş olmaktadır.
Hadiste lanet edilen bir başka kesim de "dövme" yaptıranlardır. Dövme, bili­nen şekliyle şöyle yapılıyor: İğne ve benzeri bir şeyle vücudun bir yeri kan aka­cak şekilde yaralanıyor. Sonra aynı yere iç yağı ve bazı maddeler konarak yar iyileştiriliyor.
Câhiliye devrinden beri Araplar vücutlarının çeşitli yerlerine dövme yapagel-mişlerdir. Günümüzde de Avrupa ve Amerika'da bazıları bunu bir "süs" olarak yaparken, memleketimizde de bâzı gençler onları taklid etmekte ve dövme yap­tırmaktadırlar.
İşte dövme vücuda bir eziyet ve Allah'ın yarattığını değiştirmek olduğundan, dinimiz dövme yapmayı haram kılmış. Peygamberimiz dövme yaptıranlara lanet etmiştir.[18]

Yüksel dedi ki...

9. [1:55, Hadîs No: 14]
Aişe (r.a.) rivayet ediyor ki:
Ben kulun yediği gibi yerim, kulun oturduğu gibi otururum.[19]

Peygamberlerin en önemli özelliklerinden biri, bizim gibi birer insan olmaları­dır. Gerçi onlar peygamberliklerini ispat için mucize gösterirler, ama onların her halleri mucize değildir. Eğer öyle olsaydı, insanlar itirazı basar, "Biz onlara ula-şamayız, onlar gibi olamayız" derlerdi. Onun içindir ki, peygamber, bizim gibi bir insanın taşıyabileceği bütün özelliklere sahiptir. Bir insan gibi yer, içer, kalkar, yatar, acı duyar, sevinç duyar. Mektûbafta (s. 96) belirtildiği gibi Resûl-ü Ekre-min (a.s.m.) her hâli, her tavrı doğruluğuna, peygamberliğine şahit olduğu hal­de, her hali ve her tavrının harikulade olması gerekmez. Çünkü Cenab-ı Hak onu beşer suretinde göndermiştir. Tâ ki dünya ve âhiret saadetlerini kazandır-cak iş ve hareketlerde rehber olsun, imam olsun, normalmişjer gibi görülen ya-ratıklardaki Allah'ın olağanüstü sanatını göstersin. Eğer fiil, işve davranışların­da bir insan gibi değil de hep harikulade olsaydı, her bakımdan insanlara önder olamaz, ders veremezdi. Ancak o, inatçı insanlara peygamberliğini ispatlamak gayesiyle ve ihtiyaç ânında arasıra mucize gösterirdi. Diğer zmanlarda Allah'ın tabiata koyduğu kanunlar çerçevesinde hareket eder, hasta olur, sıkıntı çeker, soğuğa, sıcağa katlanır, zırh giyer, "Sipere giriniz" emrini verirdi.
Resülullahın böyle davranmasının önemli bir sebebi de dünyanın bir imtihan salonu olmasıdır. Çünkü Resülullahın her hali olağanüstü olsaydı, Ebû Cehil gi­bi kömür ruhlu kişiler Ebû Bekir gibi elmas ruhlu kimselerle eşit seviyeye gelir, o mucizevî insan karşısında mecburen inanırlardı. Oysa Resülullahın şâir zaman­larda bir beşer gibi davranışıdır ki kâfirlerle münafıkların birbirlerinden ayrılma­larını netice vermiştir.

Yüksel dedi ki...

"Ben kulun yediği gibi yerim, kulun oturduğu gibi otururum" ifadesinden bu mânâlar çıkarılabileceği gibi ilk akla gelen, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) ne kadar büyük bir tevazu sahibi olduğunu anlamak olmalıdır. Çünkü Resûl-ü Ekre-me (a.s.m.) bütün dünya hazinelerinin kapılan açılmış, dünyanın her türlü nime­ti önüne serilmiş, dağ ve taşların isterse altın ve gümüş yapılabileceği söylen­miş, hatta Süleyman Peygamber (a.s.) gibi kral bir peygamber olabileceği belirtilmiş, ama o kul bir peygamber olmayı tercih etmiştir. Dünyanın binbir çeşit nimetinden en geniş ölçüde istifade etmesi hem hakkı, hem de mümkünken o bunları elinin tersiyle itmiş, "Ben ancak bir kulum. Yerde yemek yer, sof giyer, deve sağar ve okşarım. Parmaklarıma bulaşan yemek artıklarını yer, kölelerin dahi davetine katılırım, Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir" buyurmuştur.
Benliğe, kendini beğenmeye, riyaya, israfa kaçmadan, şükrederek dünya ni­metlerinden elbetteki istifade etmeli. Ama yeri gelince tevazu ve mahviyet gös­termesini de bilmelidir. Resûl-ü Ekremin devesine baktığı, koyun sağdığı, ayak­kabısını tamir ettiği, elbiseninin söküğünü diktiği, küçük büyük, siyah beyaz, hür köle ayırd etmeden herkesle selâmlaştığı, hizmetçisiyle yemek yeyip ona yemek hazırladığı düşünüldüğünde, gurur ve kibiri kıracak bu tip davranışlara ne kadar önem verilmesi gerektiği kendiliğinden anlaşılır. Birgün Hz. Âişe'ye Resûlullahın bu özellikleri duyurulduğunda Hz, Âişe, Peygamberimizin isteseydi dünyanın do­ğusuna batısına sahip olabileceğini, fakat bunları elinin tersiyle ittiğini belirtmiş, karnı doyuncaya kadar yemediğini, bundan dolayı da hiçbir zaman şikayetçi ol­madığını, yiyecek bulamadığında oruç tuttuğunu, çoğu zaman çektiği açlık se­bebiyle dayanamayarak ağladığını ve şu soruyu sorduğunu anlatır:
"Niye böyle davranıyorsun? Hiç olmazsa yetecek kadar birşeyler edinsey-din?"
Şu cevabı verir Kâinatın Efendisi (a.s.m.):
"Peygamber kardeşlerim benden daha çok eziyet çektiler. O halleriyle Rable-rine kavuşup yüksek mevkîler kazandılar. Ben dünyada refah içinde yaşayıp da âhirette onlardan daha aşağı mevkfde bulunmaktan haya ederim. Şurada birkaç günlük sıkıntı çekeyim ki ebedî hayatta mes'ûd olayım. Bütün maksat ve gayem, kardeşlerime ulaşabilmemdir."

Yüksel dedi ki...

Bu tevazu, bu anlayış ve bu bakış açısı sebebiyledir ki Resûl-ü Ekremin (a.s.m.) nazarında dünya, çok şeyler kazanılıp edinilse bile gönül verilecek de­ğerde değildi. Böyle olmadığı için de ona sahip olmayanlara karşı üstünlük ölçü­sü, gurur ve kibir vesilesi de olamazdı. Makam, mevki, mülk, tek başlarına bü­yüklük ölçüsü olamazlardı. Bunlar ancak tevazuyla gerçek mânâ ve değerini bulabilirlerdi.
O halde Resûlullahın bütün kalbiyle inanıp yaşadığı bir hayatı beğenmeme, sahip olduğu fâni bir kısım imkânlar sebebiyle gurur ve kibire kalkma, elbetteki aklı başında olan bir insan için başvurulacak bir yol olamaz. Allah katında en üstün, dünya ve âhirette en şerefli insan o olduğuna göre, hangi hal ve şart içe­risinde bulunursa bulunsun bir Müslüman için o yüce insanı örnek edinmekten başka hangi çâre olabilir?[20]

10. [1:55, Hadîs No: 15]
Enes (r.a.) rivayet ediyor ki:
Her takva sahibi kimse, Muhammed'in Ehl-i Beytindendir.[21]

Peygamber Efendimizin (a.s.m.) hanımları, çocukları ve özellikle Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasarı, Hz. Hüseyin ve bunların nurlu neslinden gelenlere Ehl-i Beyt denir. Fakat Peygamber Efendimiz (a.s.m.), bâzı hadislerinde, Hz. Selman gibi Sahabîlere "Sen benim Ehl-i Beytimdensin" diyerek, bu halkayı genişletmişlerdir. Bu hadislerinde de Ehl-i Beyt halkasını daha da genişletirken, Ehl-i Beyte ayrı­calık kazandıran özelliğe de dikkat çekmiştir, O özellik ise takvadır. Takva da Al­lah'tan lâyıkıyla korkmak, Ona hakkıyla kulluk etmek, emirlerini gönül hoşluğuy-la yerine getirmek ve haramlardan sakınmaktır. Böyle davrananlar manevî Ehl-i Beytten sayılır.[22]

11. [1:56, Hadîs No: 16]
Enes (r.a.) Resûlullahın (a.s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiş­tir:
Kur'ân ehli, ehlullahtır.[23]

Yüksel dedi ki...

12. [1:56, Hadîs No: 17]
İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle bu­yuruyor:
Kızlarını evlendirmek hususunda anneleriyle istişare ediniz.[24]

13. [1:56, Hadîs No: 18.]
Urs bin Ameyrete'den rivayetle:
Evlilikleri hakkında kadınların fikrini alınız. Dul, kendi arzusunu açıkça ifâde eder. Bakirenin izni ise susmasidır.[25]

Aile yuvasının sağlam temellere oturabilmesi, gerek evlilik öncesi, gerekse evlilik sonrası bâzı esaslara uymakla temin edilebilir. İşte bu esaslardan birisi de, kızın hiçbir tesir altında kalmadan, kendisini isteyen erkekle evlenmeye razı olmasıdır, Kız râzt olmadığı halde, annesinin veya babasının zorlamasıyla ger­çekleştirilen bir evlilik, uzun müddet devam etmez. Etse de, böyle bir evlilik ço­ğu zaman sıkıntı kaynağı olmaktan öteye geçmez. Hayat âdeta bir zindan olur. Bunun içindir ki, Sevgili Peygamberimiz (a.s.m.) evlilikte kadının rızâsının alın-masını tavsiye etmiş, dul bir kadının isteğini açıkça söylemesini, kızın da kabul ettiğini hiç olmazsa susmak suretiyle bildirmesini istemiştir. Bir hadislerinde de, babasının isteğiyle evlendirilen kızın, bu evliliği istemediği takdirde nikâhtan vaz geçme hakkının bulunduğunu ifâde etmiştir. İbni Büreyde'nin (r.a.) rivayet ettiği bu hadis şu mealdedir:
"Genç bir kız Peygamberimizin yanına geldi ve 'Babam benim sayemde alt tabakadan kurtulup mevkiini yükseltmek için beni erkek kardeşinin oğlu ile ev­lendirdi' diyerek, şikâyette bulundu. Peygamberimiz kızı yapılan evliliği kabul veya reddetme hususunda serbest bıraktı. Kız, 'Ben, babamın yaptığı evliliği kabul ediyorum. Fakat babaların böyle yapmaya haklan olmadığının kadınlar tarafından bilinmesini istedim' dedi."[26]
Bununla beraber, gençlerde akıldan çok hissiyatın hâkim olduğu da bilinen bir gerçektir. Gençler çoğu zaman ileriyi göremezler, düşünmeden hareket ederler. Bu itibarla bir baba veya anne kızının istediği erkekle onu evlendirme-yebilir. Çünkü hayat tecrübeleri vardır.
Ancak hiçbir sebep yokken, evliliğin engellenmesi de doğru değildir. Böyle davranıldığında iş daha tehlikeli boyutlara ulaşabilir.[27]

14-[1:59, Hadîs No: 20]
Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
Duaların sonunda söylenen "Âmin!" mü'min kullarının dili üzerin­de Âlemlerin Rabbinin mührüdür.[28]

Yüksel dedi ki...

15. [1:60, Hadîs No: 21]
Knes (r.a.) rivayet ediyor ki: Ayete'l-Kürsî, Kur'ân'ın dörtte biridir.[29]

16-[1:61, Hadîs No: 23]
Muaz bin Enes'den rivayet ediliyor:
İzzet, güç ve kuvvet kazanmak için okunacak âyet şudur: "Ham-dolsun o Allah'a ki, evlât edinmekten münezzehtir, mülkünde ortağı bulunmaz ve hiçbir şeyden de âciz değildir ki yardımcıya ihtiyacı ol­sun. Hürmet ve tazim ile Onun yüceliğini an." (İsrâ Sûresi, 17/111.) [30]

17-[1:63, Hadîs No: 25]
Ebû Hüreyre'den (r.a.) rivayetle:
Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz ver­diğinde sözünden döner. Kendisine emniyet edildiğinde hıyanet eder.[31]

18-[1:64, Hadîs No: 27]
Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyuruyor:
Kur'ân'da iki âyet vardır ki, mü'minler için şifâdır ve Allah'ın^sev­diği şeylerdendir. O iki âyet Bakara Sûresinin son iki âyetidir [Âme-nerresûlü].[32]

19. [1:65, Hadîs No:28]
Harmele bin Abdullah bin Evs'den Resûlullahtan (a.s.m.) rivayet ediyor:
İyiliği yap, kötülükten sakın. Yanlarından kalktığında halkın se­nin hakkında söyleyeceklerinden hoşlanacağın şeyleri gözet ve yap. Yanlarından kalktığında halkın senin hakkında söyleyeceklerinden hoşlanmadığın şeylere dikkat et ve onları yapmaktan da sakın.[33]

20. [1:66, Hadîs No:29]
Behz bin Hakim 'den rivayet ediliyor:
Hanımına tenasül uzvuna olmak şartıyla istediğin şekilde yaklaş. Ona yediğinden yedir, giydiğinden giydir. Yüzüne karşı "Çirkinsin" deme ve dövme.[34]

Yahudiler, "Kadının tenasül uzvuna arka taraftan yaklaşılırsa, doğan çocuk şaşı olur" gibi asılsız şayialar yayıyorlardı. Bunun üzerine Bakara Sûresinin 223. âyeti nazil oldu.[35] Âyette şöyle buyuruluyordu:
"Kadınlarınız, sizin için evlât yetiştiren tarlanızdır. Tarlanıza dilediğiniz gibi varın."
Ayet-i kerimede kadının tenasül uzvu bir ekin tarlasına benzetilmiş ve bu ekin ekmenin, yani cinsî münâsebetin şekli ve usûlü sınırlandırılmamış, arzuya bırakılmıştır. İşte bu hadîste de bu yaklaşma şekli üzerinde durulmuştur.
Hadîsin ikinci kısminda Peygamber Efendimiz (a.s.m.) kadınların erkekler üzerindeki en mühim iki hakkını sayıyor. Bunlar, erkeğin hanımına kendi yedi­ğinden yedirmesi ve giydiğinden giydirmesidir. Dinimize göre kadın ne kadar zengin olursa olsun, yiyim ve giyimini temin etmek erkeğin üzerine farzdır. Er­kek kadının bu hakkını yerine getirdiğinde sevap kazanacağı gibi, ihmal ettiğin­de de günahkâr olur. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bununla ilgili oiarak şöyle buyuruyor:
"Kişi kendi el emeğinden daha helâl bir rızık kazanmamıştır. Onun kendisi, âüesi, çocukları ve hizmetçisi için harcadığı mal birer sadakadır."[36]
"Kişinin geçimi üzerine farz olan kimseleri ihmal etmesi, günah olarak kendi­sine yeter."[37]

Yüksel dedi ki...

Hadiste dikkat çekilen bir diğer husus da, kadını kıracağı için erkeğin "Çir­kinsin" dememesi ve onu dövmemesidir. Çünkü aile yuvasının devamı, karı ko­ca arasındaki karşılıklı sevgi ile mümkündür. Kadına "Çirkinsin" demek, hele hele onu dövmek eşler arasındaki sevgiyi sarsar. Nazik bir yaratılışa sahip olan kadının kendisine hakaret eden ve döven erkeğe karşı sevgi beslemesi, onun isteklerini gönül rızasıyla yerine getirmesi düşünülemez. Bu ise ailedeki huzuru alt üst eder.
Nitekim günümüzde birçok aile yuvası, sırf dayak sebebiyle yıkılmaktadır. Kısacası dayak, aile hayatı ve huzurunda en mühim problemlerden birisidir.
İşte bugün yüzbinlerce kadının dert yandığı bu meseleyi, Peygamberimiz (as.rn.) bundan asırlarca önce halletmiştir. Kendisi hanımlarına kötü söz söyle­mediği, dövmediği gibi, Müslümanlara da hanımlarına şefkatle muamele etme­leri tavsiyesinde bulunmuş, hanımlarını döven erkeklerin "hayırlı erkekler" olma­dığına dikkat çekmiştir.

21. [1:67, Hadîs No: 31]
îbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor ki: Davet edildiğinizde icabet edin.[38]

22. [1:71, Hadîs No: 39]
Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyuruyor:
Allah mü'mine rızkını ancak ummadığı yerden vermek ister.

Rizık Allah'ın elindedir. Bütün canlılara rızkı veren Odur. Rızıksızlıktan ölen yoktur. Bir âyette, "Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkını vermek Allah'a âit olmasın"[39] buyurularak bu gerçeğe dikkat çekilir.
Böyle olunca nzık için endişelenmeye, telaşlanmaya hiç gerek yoktur. Allah, küçücük bir mikrobun rızkını verdiği gibi bizim de rızkımızı verecektir.
Bu konuda bize düşen ise gayret göstermektir. Çünkü Allah herşeyi bir sebe­be bağlamıştır. Meselâ meyveler, sebzeler Allah'ın biz kullarına bir ikram ve ih­sanıdır. Şu var ki o ihsanlara erebiimek için ya onları bizzat yetiştirmeli, ya da çalışıp onları satın alabilecek parayı kazanmalıyız.
Bu inanca sahip olup gereğine göre hareket etmeye başlayınca Cenab-ı Hakkın rızkı kuilarına ummadıkları yerden ihsan ettiğini görmemek, hissetme­mek mümkün değildir. Şahsî hayatımızda dahi bunu hissedebiliriz. Yalnız bun­lar hep sebepler yoluyla gelir. İş arayanın beklenmedik bir anda iş bulması, aç olanın yiyeceğe kavuşması, dükkân kepeğini açana müşterilerin gelmesi bunun birer örneğidir. Kul beklemediği, ummadığı yerden bir vesileyle gelen rızık sa­yesinde o kadar mutlu olur ki, neşesinden nerdeyse yerinde duramaz. İhsanı yapanın Allah olduğunu bilip o duyguyla baktığında ise sevinci bir kat daha ar­tar. Kendisini asla unutmayan bir Rabbi olduğunu düşünüp, Ona sonsuz hamd ve senada bulunur.

23- [1:72, Hadîs No: 40]
îbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor ki:
Allah bid'atçının amelini bid'atmdan vaz geçinceye kadar kabul etmez.[40]

Yüksel dedi ki...

24. [1:73, Hadîs No:41]
Enes (r.a.) rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyuru­yor:
Allah belâ ve musibetlerin mü'min kulunun bedeni üzerinde hâki­miyet kurmasına izin vermez. [41]

İslâmî ölçüler içerisinde hareket edildiğinde kul kolay kolay hastalanmaz, maddeten ve manen sağlıklı kalır. İbadetlerini günü gününe yapan; Ramazan orucunu tutan, beş vakit farz namazını kılan, verdiği zekâtla fakir fukarayı göze­ten, iyiliğin kurumlaşması, ayakta kaîması ve güçlenmesi için elinden gelen her türlü maddî ve manevî gayreti gösteren kimse üzerinde belâ ve musibetlerin hâ­kimiyet kurması söz konusu değildir.
Gerçi kişi tedbirsizliği yüzünden bir kısım musibetlere maruz kalabilir; hasta olabilir, sıkıntı ve zararlara uğrayabilir. Musibet onu yatağa düşürse, borca gömse de manen hâkimiyet Kuramaz.
Aslına bakılırsa tedbirli davranan, geçmişini geleceğini düşünen, yapacağı işin başını, sonunu hesap eden böyle durumlara nadiren düşer. Hatası yüzün­den düşse veya beklenmedik bir anda başına bir belâ ve musibtet gelse yine o musibet onda hâkimiyet kuramaz. Yani onu moralmen çökertemez, şevkini kıra-maz, ümitsizliğe, bedbinliğe itemez. O musibet ne kadar şiddetli olursa olsun, mü'min, Allah'ın izin ve müsaadesi dışında bir kuşun dahi kanadını oynatmadı­ğını bildiği için, onun Allah'tan geldiğini düşünür. "Güzelden gelen güzeldir" de­yip sabreder, asla isyan ve şikayete girmez. Onun dahi birçok hikmetleri olduğu­nu düşünüp sabırla musibetin üzerine yürür ve musibet ona hâkim olacağı yerde o musibete hâkim olur, ondan kurtulur. O musibeti maddeten yenemese de manen mağlup eder, çökertir, yıkımına müsaade etmez.
Kısaca söylemek gerekirse musibetleri sebep olabileceği inkarcılık, isyan­kârlık, bedbinlik, yıkılmışlık mü'mincle hâkimiyet kuramaz. îmanının güçlülüğü ölçüsünde mü'min bunlara boyun büktürür, söndürür.

25. [1:73, Hadîs No: 43]
İbni Ömer (r.a.) Resûlullahın (a,s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
Kaba davranana yumuşaklıkla muamele ederek, vermeyene vere­rek şerefi Allah katında arayınız. [42]

Yüksel dedi ki...

26. [1:74, Hadîs No: 45]
Ebû Hümeyd es-Sâidî'den rivayet ediliyor:
Seni seven kimseye sen de ona olan sevgini bildir. Çünkü bu sev­giyi daha da sağlamlaştırır[43]

27. [1:77 Hadis No: 50]
ibni Ömer (r.a,) Resûlullahın (a.s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
Yemeği sıcakken yemeyin. Çünkü sıcak yemeğin bereketi yoktur.[44]

28. [1:77, Hadîs No: 51]
Ebû Mûsâ (r.a.) rivayet ediyor ki:
Size müjde veriyorum. Siz de sonra gelenlere müjde verin ki, Al­lah'tan başka ilâh olmadığına samimî olarak şahitlik eden kimse Cennete girecektir.[45]

29. [1:78, Hadis No: 52]
Ebû Hüreyre'den (r.a.) rivayetle:
Kıyamet günü Alllah'm ihsanından ve rahmetinden en fazla uzak olan, başkalarına yapmalarını söyledikleri şeyin tersini yapan kim­selerdir.[46]

30. [1:79, Hadîs No: 53]
îbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
Allah'ın en hoşlanmadığı helâl, boşanmadır.[47]
.
Dinimizde evlilik teşvik edilmiş, evlilik müessesesine çok büyük ehemmiyet verilmiş ve müessesenin sağlam kurulabilmesi için evlilik öncesinde nelere dik­kat edilmesi hususunda ölçüler konulmuştur. Evlilik yuvası kurulduktan sonra da huzurlu bir şekilde devam etmesi için, eşlerin dikkat etmesi gereken hususlar üzerinde hassasiyetle durulmuştur. Evlilik müessesesini bozabilecek her hareketten sakınılması istenmiştir. Hiçbir haklı sebep ve gerekçe yokken boşanma­yı Peygamber Efendimiz (as.m.) hiç hoş karşılamamış ve mü'minleri bundan şiddetle sakındırmıştır. Bununla ilgili bu hadisten başka daha birkaç hadis var­dır:
"Evleniniz, fakat meşru bir sebep yokken boşanmayınız. Çünkü Allah zevkle­rine düşkün erkek ve kadınları sevmez."[48]

Yüksel dedi ki...

Hiçbir sebep yokken kocasından boşanmak isteyen kadın Cennetin koku­sunu alamaz.[49]
"Kadını kocası aleyhine kışkırtan bizden değildir.[50]
Peygamber Efendimiz (a.s.m.), bir hadislerinde de boşanma sebebiyle Arş-ı Âlânın titreyeceğini bildirmiş, başka bir hadislerinde ise "Şöyle yaparsam hanı­mım benden boş olsun" şeklinde ancak münafık olanların yemin edeceğini bil­dirmiştir.[51]
Boşanma dinimizde istenilmeyen ve tavsiye edilmeyen birşey olmakla birlik­te, bazan zaruret haline gelebilir. Bunun için de istenilmemekle beraber helâl kı­lınmıştır. Çünkü karı kocanın hak ve vazifelerini yerine getirdiği huzurlu bir aile ocağı nasıl bir nevî Cennetten bir köşe ise, huzursuz ve geçimsiz bir aile ocağı da Cehennemden bir köşedir. Insanlan böyle bir ailede birlikte yaşamaya zorla­mak ise manasızdır. Zira zorla güzellik olmayacağı, zorlama ile evlilik bağının devam etmeyeceği herkesin bildiği bir gerçektir. Böyle olunca, boşamayı zorlaş­tırmak bir çözüm değildir, her iki tarafı da mağdur duruma düşürür. Günümüzde kadın olsun, erkek olsun boşanamadıklan için yeni bir aile yuvası kuramayan kişilerin sayısı bir hayli fazlalaşmıştır. Bu durum, sadece tarafların mağdur ol­masını netice vermemekte, aynı zamanda birçok kötü neticeleri de beraberinde getirmektedir. Meselâ, boşanamadığı için başka biriyle evlenemeyen kadın ve erkek, gayrimeşrû bir hayatın kucağına düşebilmektedir. Diğer taraftan, boşan­mayı zorlaştırmak, başka istenmeyen durumların ortaya çıkmasına da sebep olabilmektedir. Meselâ hanımından boşanmak isteyen ve boşanamayan erkek, daha kolay boşanmak için oha zina isnadında bulunabilmektedir. Ve hattâ bunu ispatlamak için bir komplo kurabilmektedir. Ki bunun misâllerini zaman zaman gazetelerden okuyoruz. Bu ise son derece çirkin bir davranıştır. Çünkü bu er­kek, zamanında hanımıyla birlikte tatil günler geçirmiş, aynı sıkıntıyı birlikte paylaşmıştır. Belki ondan çocukları olmuştur. Fakat anlaşamadığı eşinden bo-şanabilmek ve yeni bir yuva kurmak için "iftira" etmekten başka çâre bulama­maktadır. Öyleyse birlikte yaşamak istemeyen insanları kağıt üzerinde evli gös-
termeye gerek yoktur. En güzel yol, 'Ya güzellikle birlikte olmak, ya güzellikle ayrılmaktır." İşte bunun içindir ki, dînimiz boşanmayı kolaylaştırmış, artık birlik­te yaşamaları mümkün olmayan eşlere isterlerse yeni bir yuva kurma fırsatı ta­nımıştır. Bu ise hakkın ve adaletin tâ kendisidir.

Yüksel dedi ki...

31 -[1:79, Hadîs No: 54]
Muâz (r.a.) rivayet ediyor ki:
Allah'ın en çok buğzettiği yaratık îman edip sonra- küfre giren kimsedir. [52]

32. [1:80, Hadîs No: 55]
Âişe (r.a.) rivayet ediyor:
Allah'ın en çok gazap ettiği kimse, düşmanlıkta aşırı gidendir.[53]

33. [1:80, Hadîs No: 56]
Âişe'den (r.a.) rivayetle:
Kullar içerisinde Allah'ın en çok buğzettiği kimse, kılık kıyafeti amelinden daha hayırlı olan kimsedir. Kılık kıyafeti peygamberlerin-ki gibi, ameli ise günahkar ve zâlimlerin amelidir.

Bir kısım değerlerin alt üst olduğu, manevî duyguların zayıfladığı toplumlar­da değer ölçülerinin de büyük ölçüde değiştiğini görürüz. Böyle toplumlarda in­sanı insan yapan inanç, ahlâk, fazilet gibi manevî değerler bir tarafa atılır. Bun­ların yerine para pul, makam mevki, kılık kıyafet ve şan şöhrete göre insanlara kıymet verilir. Meselâ kişinin kılık kıyafeti düzgünse itibar görür. Ama canavar ruhluymuş bu araştırılmaz bile.
Kılık kıyafetin düzgünlüğü, derli topluluğu elbetteki önemli ve gereklidir. Ama ondan daha gerekli olan gönül dünyası ve amelin düzgünlüğüdür. Bozuk davra-nışlı, kırıcı, yıkıcı, incitici insanlar ne kadar süslü kıyafetler içerisine girerlerse girsinler vicdan sahibi hiç kimseyi memnun edemezler. Hatta nefret kazanırlar. Böyle kimseler sadece insanların değil, Allah'ın da nefretini kazanır.
Bir de dinî kisveye bürünüp Peygamberlerin yolundaymış gibi görünerek dış görünüşüyle insanlara güven verdiği halde amel noktasında günahkâr ve zâlim kimselerin davranışları içerisine girenler vardır ki, bunlar doğrudan doğruya ha­diste anlatılan Allah'ın buğzettiği kimselerdir. Bunlar kılık kıyafetlerini, cübbeleri-ni, takkelerini istismar ederler, İslama gölge düşürürler. Bunlar düşmanlardan daha çok İslama zarar verirler.
Bu hadis bu tip istismarcılara dikkat etmemize işaret ettiği gibi bizzat istis­marcılara da büyük bir Fkaz mahiyeti taşımaktadır. Ya kılık kıyafetlerini davra­nışlarına uydurup insanları kandırmaktan kaçınacaklar, ya da kılık kıyafetlerine uygun bir ruh hali ve davranış sergileyeceklerdir. Aksi halde Allah'ın buğzundan kurtulmaları mümkün değildir.

34. [1:81, Hadîs No: 57]
Ibni Abbas (r.a.) rivayet ediyor ki:
Allah en çok şu üç kişiye gazap eder:, (1) Mekke ve Medine'de gü­nah işleyene, (2) dinde Câhiliye âdetini yaşatmak isteyene, (3) bir kimsenin haksız yere kanını dökmeyi şiddetle arzulayana.[54]

Yüksel dedi ki...

35. [1:82, hadis No: 58]

Ebû'd-Derdâ'dan rivayetle Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle ri­vayet etmiştir:
Siz ancak zayıflarınız hürmetine rızıklandırılıyor ve yardım görü­yorsunuz.[55]

Zayıflar, fakirler, garibanlar, kimsesizler, yetimler sevgiye, şefkate, ilgiye, yardıma en çok muhtaç olan kimselerdir. İnsandaki merhamet duygusunun veri­lişinin en önemli hikmetlerinden biri de. böyle kimseler üzerine eğilmek, prob­lemleriyle ilgilenmek, dertlerine derman olmaktır.
Birçok âyet ve hadis zayıflan övmekte, adetâ onları kâinatın manevî çekim gücü haline getirmektedir. Evet, o masum zayıf çocuklara Cenab-ı Hak anne babalarını hizmetkâr yapar. Yırtıcı kaplan elde ettiği rızkı kendi yemez, yavru­suna yedirir. Evdeki yaşlı ve zayıf anne ve babalar bolluk ve bereket vesilesi olur. Onlar hürmetine Cenab-ı Hak o aileye rahatlık, kolaylık bahşeder. Bilhassa aile reisi öylesine kolaylık görür ki, rızkının nereden ve nasıl geldiğinin bile far­kında otmaz.
O zayıflardan öyleleri vardır ki, Cenab-ı Hak onları azaplandırmaya haya et­mektedir. Meselâ rızası uğrunda saçını ağartmış ihtiyarlar bunlardandır.
Eli, ayağı tutmayan, dilsiz nice sakat kimseler, evlerinde bereket vesiles olurlar.
Bir işyerinde patron bir ölçüde zayıf sayılan işçiler sayesinde işlerini yürüte­bilmekte, kazanç sağlayabilmektedir. Cenab-ı Hak onlar vesilesiyle işverene rı-zı k ihsan etmektedir.
Madem ki Rabbimiz herkesten çok zayıflara önem vermekte, onlar sayesin­de rızıklanacağımızı, nzıklandığımızı bildirmektedir. Öyleyse hiçbir zayıf hor ve hakir görülmemeli, gereken sevgi ve hürmet gösterilmelidir.

36. [1:83, Hadîs No: 59]
Ebû'd-Derdâ (r.a.) Resûlullahın (a.s.m.) şöyle buyurduğunu riva­yet etmiştir:
İhtiyacım ilgili yere ulaştıranı ayan kimsenin ihtiyacını ulaştırın. Kim bunu yaparsa, Allah Kıyamet günü ayaklarını Sırat köprüsünde sabit kılar.[56]

Yüksel dedi ki...

37. [1:84, Hadîs No: 62]
Ebû Karsafe'den rivayet ediliyor:
Kim bir cami yaparsa, Allah da onun için Cennette bir ev yapar. Caminin temizliğini yapmak ise, Cennet kadınlarının mehirleridir.[57]

38. [1:85 Hadîs No: 63]
Ebû Said'den rivayet ediliyor:
Su bardağını ağzından uzaklaştır, sonra nefes al.[58]

39. [1:86, Hadîs No: 64]
Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyuruyor:
Ey Âdemoğlu, Rabbine itaat et ki, sana akıllı denilsin. Ona isyan etme ki, sana câhil denmesin.[59]

40. [1:86, Hadîs No: 65]
îbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
Ey Âdemoğlu! Sana Wı gelecek nimetler varken, seni azdıracak şeyleri istiyorsun. Ey Âdemoğlu, ne aza kanaat ediyorsun; ne de çoğa doyuyorsun.[60]

41.[1:88, Hadis No: 68]
Câbir'den (r.a.) rivayetle
Ebû Bekir ve Ömer, peygamber ve resuller hâriç, gelmiş ve geçmiş bütün Cennet halkının yaşlılarının efendisidir.[61]

42- [1:89, Hadîs No: 69]
Câbir (r.a.) rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyuru­yor:
Baş için kulak ve göz ne ise Ebû Bekir ve Ömer de benim için öyle­dir.[62]

43. [1:90, Hadîs No: 70]
Seleme bin Ekvâ (r.a.) Resûlullahın (a.s.m.) şöyle buyurduğunu ri­vayet etmiştir:
Ebû Bekir, peygamberler müstesna insanların en hayırlısıdır.[63]

44. [1:90, Hadîs No: 71]
İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyürüyor:
mağarada can yoldasımdır. Ebû ir m kapısından başka mescide açılan bütün kapıları kapatın.[64]

45. [1:91, Hadîs No: 72]
Âişe (r.a.) rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyuru­yor:
Ebû Bekir benden, ben de ondanım. Ebû Bekir benim dünyada ve âhirette kardeşimdir.[65]

46. [1:91, Hadîs No: 73]
Said bin Zeyd (r.a.) rivayet ediyor:
Ebû Bekir Cennettedir. Ömer Cennettedir. Osman Cennettedir. Ali Cennettedir. Talha bin Ubeydullah Cennettedir. Zübeyr bin Av-vam Cennettedir. Abdurrahman bin Avf Cennettedir. Sa'd bin Ebî Vakkas Cennettedir. Saîd bin Zeyd Cennettedir. Ebû Ubeyde bin Cerrah Cennettedir[66]

Yüksel dedi ki...

47. [1:98, Hadîs No: 83]
Ebû Saîd (r.a.) rivayet ediyor ki:
Bana Cebrail geldi. "Rabbim ve Rabbin, 'Seni nasıl yücelttiğimi bi­liyor musun?' diye soruyor" dedi. Ben, "Allah daha iyi bilir" dedim, Cebrail şöyle dedi:
"Allah, 'Benim ismimin anıldığı her yerde senin ismini de anarak' buyuruyor."

Dikkat edilirse kelime-i şehadette Allah'ın !sminden hemen sonra Peygam­ber Efendimizin (a.s.m.) ismi geiir. Allah'a hamd ü senadan hemen sonra da Peygamber Efendimize (a.s.m.) salâtü selâm getiririz. Ezanda da aynı kelimeler hep tekrar edilmez mi?
Şüphesiz bu sebepsiz değildir. Herşeyden önce Allah, Kendi ismiyle birlikte Peygamberimizin ismini zikretmiş, bize de böyie davranmamızın yolunu açmıştır.
Allah'ın bizzat yücelttiği, emirlerinin ulaştırıcısı, rızasının göstericisi, saltana­tının dellalı bir peygamberi elbette biz de yüceltecek, ismini hürmet ve tazimle yâdedecek, salât ü selâm yetirmeyi bir görev bileceğiz.
Resûl-ü Ekrem (as.m.) niçin yüceltilmeye layık olmuştur?
Çünkü o kâinatın yaratıltşındaki maksadı en güzel biçimde ifade etmiş, Al­lah'ın varlık ve birliğini hem hâli, hem de diliyle anlatan en büyük delil olmuştur.
Öyle bir din ve kitapla gelmiştir ki, getirdiği dinin en küçük bir meselesi bile değiştirilmemiş ve çürütülememiştir, Zaman ihtiyarlamasına rağmen hiçbirinin hükmü geçmemiş, her asırda bütün tazeliğiyle kendini muhafaza etmiş, herşey yaşlandıkça o gençleşmiştir.
Öyle bir peygamberdir ki geçmiş peygamberler onu müjdelemiş ve onun ter­biyesi, irşadı ve dinine tâbi olan milyonlarca evliya onun dâvasını tasdik etmiş, bütün enbiyaya reis, evliyaya da önder olmuştur. Allah'ın habibi olan o yüce peygamber insanlığa dünya ve âhirette huzuru bulma ve mutlu olmanın, Ai-iah'ın sevgi ve rızasını kazanmanın yollarını göstermiştir.
Zâtında öyle bir yüce ahlâk, vazifesinde öyle bir üstün titizlik, dinini tebliğde öyle güzel bir karakter sergilemiştir ki, büyüklüğünü sadece dostları değil, düş­manları dahi kabul etmek zorunda kalmış, "en ahlâklı insan" demekten kendile­rini alamamışlardır.
Bütün güzel ahlâk ve olgunluklara sahip o büyük Peygamber kendiliğinden değil, Allah tarafından konuşturulmakta ve Onun nâmına konuşmaktadır. Kâinat Yaratıcısından ders airfıış ve ona göre anlatmıştır. Onun elinde zuhur eden bini aşkın mucîze kâinat Sahibinin nâmına konuştuğunun, Onun kelâmını tebliğ etti­ğinin ap açık bir delilidir. En büyük ve ebedf mucfzesi olan Kur'ân da göster­mektedir ki, O Cenâb-ı Hakkın tercümanıdır. Vazifesini yürütürken gösterdiği ihlas, ciddiyet, samimiyet, fedakârlık ve feragat da Allah'ın kitabını tebliğ ettiğinin kesin bir delilidir. O insanlara ve cinlere öyle bir ders veriyor ki, asırlar onun ge­tirdiği nurla aydınlanıyor. Kalbler manevî esaretten, ruhlar zilletten kurtuluyor.
O öyle erişilmez bir zâttır ki, îmanıyla, ibadetiyle, ahlakıyla, faziletiyle insan­lık tarihinin en mümtaz ve erişilmez şahsiyeti olmuştur.
O kâinat ağacının hem en nurlu çekirdeği, hem en mükemmel meyvesidir. Sonsuz rahmetin timsali, Allah sevgisinin misali, Hakkın en münevver delili, ha­kikatin en parlak lambasıdır. Kâinatın sır küpünü o açmıştır. Yaratılış muamma­sını o çözmüştür. Kâinat kitabının mânâlarını en geniş ve ayrıntılı şekilde o izah etmiştir. Kainatın yaratılış sebebidir o. Kâinat Halikı ona bakmış, kâinatı yaratmıştır. Eğer onu fcad etmeseydi, kâinatı dahi îcad etmezdi, denilebilir. "Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım" kudsî hadîsi de bu gerçeğin bizzat Allah tara-fından ifadesinden başka birşey değildir.
Kısaca böyle bir zâtın gönderilmesi, ışığın güneşe gerekliliği derecesinde Al­lah'ı zât, isim, sıfat, emir ve yasaklarıyla tanıtmak için gereklidir, İşte bu ve bun­lara benzer özellikleri sebebiyledir ki, Allah, Resulünü yüceltmiş, onu Kendi is­miyle birlikte zikretmiş, zikrettirmiştir.

48. [1:100, Hadîs No; 87]
Zeyd bin Harise (r.a:) rivayet ediyor ki:
İlk vahyin indiği sıralarda Cebrail bana geldi, abdest ve namazı öğretti.[67]

Yüksel dedi ki...

49. [1:102, Hadîs No; 87]
Ali (r.a.) rivayet ediyor ki, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyuruyor:
Cebrail gelerek bana şöyle dedi: “Ey Muhammed, istediğin kadar yaşa, sonunda öleceksin, istediğin kimseyi sev, sonunda ayrılacaksın; istediğin şeyi yap, sonunda karşılığını göreceksin. Şunu muhakkak bil ki, mü’minin şerefi gece ibadete kalkmasıdır, izzeti, Allah’ın kendisine verdiğine kanaat edip, insanlardan bir şey beklememesidir.” [68]

50. [1:103, Hadîs No; 90]
Ebu Musa (r.a.) rivayet ediyor ki, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyuruyor:
Rabbimden bir elçi geldi. Ümmetimin yarısını cennete koymakla onlara şefaat etmem arasında beni serbest bıraktı. Ben şefaati tercih ettim. Şefaat ümmetimden Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmadan ölen kimseler içindir.[69]

51. [1:104, Hadîs No; 91]
Ebu Talha (r.a.) rivayet ediyor ki, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyuruyor:
Bana Rabbimin katından bir melek geldi ve şöyle dedi: Ümmetinden kim sana bir salavat getirirse Allah bundan dolayı ona on sevap yazar, on günahını siler, derecesini on kat yükseltir ve getirdiği salavatın aynısıyla karşılık verir.[70]

Yüksel dedi ki...

52. [1:105, Hadîs No; 93]
Huzeyfe (r.a.) rivayet ediyor ki, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyuruyor:
Gökten daha önce hiç inmemiş olan bir melek geldi, selam verdi, sonra Hasan ve Hüseyin’in Cennet gençlerinin, Hz. Fatıma’nın da Cennet kadınlarının efendisi olduğunu müjdeledi. [71]

53. [1:105, Hadîs No; 93]
Enes (r.a.) rivayet ediyor ki, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyuruyor:
Alimlere uyunuz. Çünkü onlar dünyanın kandilleri, ahiretin de lambalarıdır.[72]

54. [1:107, Hadîs No:95]
Zeyd es-Sillemi'den rivayet ediliyor:
Sizin için ölüm kesin olarak takdir edilmiştir; ya azap getirir, ya da saadet.[73]

Dünya . Ölüm kaçınılmaz bir gerçektir. İster istemez İyi kötü herkes bu köprüden ge­çecektir. Çünkü Kâinatın Sahibi bu kânununu herşeyi içine alacak kadar şümul­lü tutmuştur. Allah'ın en sevdiği Habîbullah ve Kainatın Efendisi Hz. Mumam-med bile bu kânuna boyun bükmüştür.
Peki, Hz. Muhammed (as.m.) başta olmak üzere nice insanlığın ayı, güneşi, yıldızı olmuş insanları alıp götüren ölüm insanlıktan ne istiyor? Hani zâlimleri, canileri alsa, iyi diyeceğiz; ama nice muhterem, değerli, şerefli insanları alması­na nasıl tahammül edeceğiz veya bunu nasıl yorumlayacağız?
Bir defa ölümü rastgele, gelişigüzel, tesadüfert, kendiliğinden oluvermiş bir hadise olarak görmek yanlıştır. Hadiste ölümün Allah'ın takdirinde olduğu açık­ça bildirilmektedir. Kâinatta Allah'ın izni, müsaadesi, tasarruf ve takdiri dışında hangi hadise vardır ki, ölüm bunlardan biri olsun. Öyleyse hadiseye Allah'ın bir fiili olması açısından bakmak gerekir. Hiçbir işi mânâsız, gayesiz, boş, lüzum­suz ve zararlı olmayan Allah'ın bir tasarrufu ve takdirinden ibaret olan ölüm de birçok hikmetler taşımalıdır. Önemli bir hikmetini Rabbimiz bir âyetinde şöyle anlatmaktadır:
"Hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye sizi imtihan etmek için ölümü de, hayatı da O yarattı."[74]
Bir defa Onun yaratması olan hayat ne kadar güzelse, yine Onun bir fiili olan ölüm de o Ölçüde güzeldir. Çünkü Rahman, Rahîm, Hakim, Kerîm gibi nice mü­kemmel ismin sahibi olan sonsuz rahmet sahibi Allah'ın hiçbir çirkin, kötü ve za­rarlı fiili yoktur. Güzelden gelen güzel değil midir? O halde ölümün, sevimli ha­yatın sona ermesi, bütün zevk ve lezzetlerin bitmesi, çürüme, dağılma, toz toprak haline gelme gibi, çirkin görünen yüzüne bakıp "Çirkindir" hükmüne vara­mayız.
O halde ölüm de güzelse bu güzellik neresindedir?
Risale-i Nur Külliyatfnm bir çok yerinde gayet veciz ifadelerle anlatıldığı gibi ölüm bir hiçlik, yokluk; herşeyin bitip tükenmesi, yok olup gitme değildir. En aşa­ğı bir hayat tabakasında olan bir bitkinin ölümü dahi, hayattan daha mükemmel bir sanatı netice veriyor. Meselâ bir çekirdek toprak altında dağılıp parçalan­mak, kısacası ölmekle yok olmuyor, aksine daha mükemmel, daha güzel bir ha­yatı netice veriyor. Çıkan filiz büyüyüp zamanla binlerce meyve veren bir ağaç haline geliyor. Demek oluyor ki çekirdeğin ölümü, yeni ve daha üstün bir hayatın
başlangıcı oluyor. Yediğimiz, içtiğimiz meyve ve sebzeler de midemizde öldük­ten sonra bağırsaklar ve damarlar yoluyla hücrelerimize gidip canlanmıyorlar mı?
Peki en aşağı hayat tabakasında yer alan bir bitkinin ölümü böylesine harika bir hayatı netice veriyorsa, insan gibi üstün bir yaratığın ölümü nasıl yokluk ola­bilir? İnsan da kabir âleminde filiz ve âhirette de ebediyet ağacını netice vere­cektir.
Diyebiliriz ki ölüm hayatın binbir türlü meşakkat, güçlük ve sıkıntılarından bir kurtuluştur. Dar, sıkıntılı, ızdıraplı, gürültülü, sıkıcı, bilhassa ihtiyarlar için ağır­laşmış hayat şartlarından, zindana dönmüş dünyadan çıkıştır. Geniş, rahat, fe­rahtı, sevinçli ve saadetlerle dofu, baki bir hayata, Cenab-ı Hakkın rahmetine geçiştir.
Ölüm ebedî hayatın başlangıcıdır. Aslî vatanımız, Âdem babamızın memle­keti olan Cennete sevk oluştur.

Yüksel dedi ki...

İnsan bu dünyada bir misafirdir ve Allah'a kullukla mükelleftir. Vazifesini ifa sadedinde nice ıztıraplara göğüs germek zorunda kalır. Ama dünya hayatının geçiciliğini, birgün bütün bu çilelerin biteceğini, en küçük bir iyiliğinin dahi mükâ-fatsız kalmayacağını düşünür, tam bir sabırla dayanır. Dünyayı âhiretin bir bek­leme salonu gibi görür, güçlüklere göğüs gerer. Birgün ölüm gelir, onun için ter­his tezkeresi yerine geçer. Çünkü artık hayat vazifesi bitmiş, paydos verilmiş, mükâfat alma zamanı yaklaşmıştır.
Ölüm, ruhun beden evini terkedişi, ruhlar âlemine uçuşudur. Bedende misafi-reten bulunan ruh Berzah âlemi dediğimiz âleme gider. Yalnız kabirde olan be­deniyle de irtibat halindedir. Bedenin çürümesinin ise ruha hiçbir zararı yoktur. Tıpkı bu bir insanın elbisesinin toprağa gömülüp çürüdüğü halde kendisine bir-şey olmamasına benzer. Beden elbisesini Cenab-ı Hak, Kıyametten sonra yeni baştan inşa edecek, ruhu bedene göndermekle o bedeni yeniden canlandıra­caktır. ...
Ölüm bir yer değiştirme ve bir yayladan diğer bir yaylaya gitme gibi bir göç hadisesidir. Dünyadan başta Sevgili Peygamberimiz olmak üzere yüz yirmi dört bin peygamber, yüz yirmi dört milyon evliya baba, anne, dede, teyze, hala, kar­deş gibi kabir âlemine göç etmiş sayısız sevdiklerimize bir kavuşmadır. Demek ölüm bir ayrılık değil, bir kavuşmadır. Bu kavuşma hadisesini dinî meselelere orijinal yorumlar getirmekle tanınan çağımızın büyük âlimlerinden Bediüzzaman Said Nursî, Sözler isimli eserinde bir misalle şöyle anlatır:
"Meselâ şu karyede (yanî Barla'da) iki adam bulunur. Birisinin yüzde doksan dokuz ahbabı İstanbul'a gitmişler, güzelce yaşıyorlar. Yalnız birtek burada kal­mış. O dahi oraya gidecek? Bunun için şu adam İstanbul'a müştaktır; orayı dü­şünür. Ahbaba kavuşmak ister. Ne vakit ona denilse, 'Oraya git'; sevinip, güle-rek gider. İkinci adam ise, yüzde doksan dokuz dostları buradan gitmişler; bir kısmı mahvolmuşlar, bir kısmı ne görür, ne de görünür yerlere sokulmuşlar. Pe­rişan olup gitmişler, zanneder. Şu bîçare adam ise, bütün onlara bedel y.alnız bir misafire ünsiyet edip [yakınlık duyup] teselli buimak ister. Onunla o eiîm âlâm-ı firakı [ayrılık acılarını] kapamak ister.
"Ey nefis! Başta Habibullah, bütün ahbabın, kabrin öbür tarafındadırlar. Bu­rada kalan bir iki tane ise, onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup, başını çevirme. Merdane kabre bak, dinle ne talep eder. Erkekcesine ölümün yüzüne gül; bak ne ister. Sakın gafil olup ikinci adama benzeme.[75]
Yine Bedîüzzaman görünüşte korkunç görülen öiümün bir yer değiştirme, dünyadan kabre geçiş ve dost ve sevgililere bir kavuşma olduğunu Mesnevî-i Nuriye isimli eserinde şöyle bir misâlle anlatır:
"Eğer İmam-ı Rabbânî Ahmed-i Farukî bugün Hindistan'da hayattadır diye ziyaretine bir davet vuku bulsa, bütün zahmetlere ve tehlikelere katlanarak ziya­retine gideceğim. Binâenaleyh, İncil'de 'Ahmed,' Tevrat'ta 'Ahyed,' Kur'ân'da 'Muhammed' ismiyle müsemmâ [isimlendirilen] iki cihanın güneşi kabrin arka ta­rafında milyonlarca Farukî Ahmedler ile muhat [kuşatılmış] olarak sakindir. On­ların ziyaretlerine gitmek için niye acele etmiyoruz. Geri kalmak hatadır.[76]
Ruhlara ürperti veren, dehşetli ölüm işte îman dürbünüyle böylesine sevimli ve cana yakın hale gelir. Onun içindir ki ölümün gerçek mahiyetini bilen büyük­ler ölümü sevmiş, gülerek karşılamışlardır.

Yüksel dedi ki...

Buraya kadar anlattığımız ölümün saadet getiren yönüdür. Yine hadisten an­laşıldığı gibi ölümün bir de azap getiren yönü vardır. "Kabir ya Cennet bahçele­rinden bir bahçe, ya da Cehennem çukurlarından bir çukurdur"[77] hadisi de bunu anlatır. Kabir hayatı Kıyamete kadar sürer. İnsan, amelinin durumuna göre ya azap, ya da saadet görür. .
Allah'a ve âhirete inanmayanlar için kabir bir azap çukurudur. İnançsızlar, ölümü yokluk olarak gördükleri için ölüm hem kendilerini, hem de bütün sevdik­lerini asan bir darağacı haline gelir, devamlı azap çektirir, idamlığın acısını tat­tırır.
Allah'a ve âhirete inandığı halde inancına zıt bir hayat sürenler için ise kabir bir haps-i münferide, yani tek kişilik bir hücreye dönüşür. Günahları ölçüsünde ızdırap çekerler.
Allah'a ve âhirete inanıp inandığı gibi ömür sürenler için ise kabir Cennet bahçesine açılan bir kapı olur. Öylesine mutlu bir hayat sürerler ki Kıyametin ne zaman geldiğinin bile farkına varmazlar.

55. [1:107, Hadîs No: 961
Enes (r.a.) Resûl-ü Ekremden (a.s.m.) rivayet ediyor:
Yetimlerin malını kendileri namına çalıştırın. Tâ ki zekât onu ye­mesin.[78]

Yüce Rabbimiz pekçok âyet-i kerimede yetimlere iyilik yapmayı, onlara ih­sanda bulunmayı emrediyor.[79] Şu âyet-i kerimede de yetimlerin mallarını koru­mayı emrediyor ve şöyle buyuruyor:
"Sana bir de yetimlerden soruyorlar. De ki: Onların durumunu düzeltmek, hi­maye altına alıp mallannı korumak hayırlıdır. Eğer onlarla karışır, bir arada ya­şarsanız, zâten onlar sizin kardeşlerin izdir. Allah ı&lah edenle ifsâd edeni birbi­rinden ayırır; kimin hangi niyetle yetim malına yaklaştığını bilir."[80]
Peygamberimizin de yetimleri himaye ile ilgili pekçok hadisleri vardır. Bu ha­dislerinde de yetim malını korumayı emrediyor.
İmam Şafiî gibi bâzı âiimlere göre bir yetime miras olarak kalan para, zekât düşecek miktardaysa, velîsi onun malından onun namına zekâtını verir. Bu du­rumda her yıl zekât verile verile yetimin malı gittikçe erir. İşte Peygamberimiz bu hadislerinde yetimleri görüp gözetenlere bir vazife yüklüyor. Zekâtın onların malını yiyip bitirmemesi için mallarını onlar namına çalıştırmalarını tavsiye edi­yor. Mala zekât düşüp düşmemesi de mühim değildir. Yetimin malt zekât düş­meyecek kadar az olsa da velî onun malını yetimin nâmına çalıştırabilir. Vela­yeti altındaki yetim yetişkin çağa geldiğinde, veli kârı İle birlikte maiını kendisine teslim eder. Yüce Rabbimiz bununla ilgili olarak da şöyle buyuruyor:
"Yetişkin çağa geldiklerinde yetimlere mallarını verin. Helâli harama değiş­meyin. Onların malını kendi malınıza katmak suretiyle de yemeyin. Şüphesiz o pek büyük bir günahtır." [81]

56. [1:108, Hadîs No: 97]
Ebû Derdâ (r.a.) rivayet ediyor:
Kalbinin yumuşamasını ve ihtiyacına kavuşmayı ister misin? Öyle ise yetime merhamet et, başını okşa, yiyeceğinden ona yedir ki, kal­bin yumuşasm ve ihtiyacına kavuşasm.[82]

57. [1:109, Hadîs No: 98]
Ebû Hüreyre (r.a,) rivayet ediyor:
Allah İbrahim'i dost, Musa'yı sırdaş edindi. Beni de Habib edindi. Sonra şöyle buyurdu: 'İzzet ve büyüklüğüm hakkı için seni dostum ve sırdaşımdan üstün tuttum."[83]

58-[1:109, Hadîs No: 99]
Ali'den (r.a.) rivayetle:
Sirval edininiz. Çünkü, o elbisenin en iyi örtenidir. Dışarı çıktıkla­rında hanımlarınızı da onunla koruyunuz:[84].

Yüksel dedi ki...

Kadın olsun, erkek olsun Araplardan bazıları entarilerinin altına birşey giymi­yorlardı. Bu giyim şekli her ne kadar tesettürü temin ediyorsa da, açılma riskin­den emin değildi. İşte Peygamberimiz tesettürün sağlam bir şekilde temin edile­bilmesi için ayrıca sirval giyilmesini de tavsiye etmiştir. Sirval, entarinin altından giyilen şalvar tipinde, geniş ve rahat bir giysidir.
Hadiste tesettürün en sağlam şekilde yapılabilmesine dikkat çekilmektedir. İslâmın çerçevesini çizdiği tesettür şekline uyulduktan sonra örf ve âdete göre değişen çeşitli elbiseler giyilebilir, Nitekim günümüzde her Müslüman millet, kendi örf ve âdetine göre örtün m ektedir.

59- [1:112, Hadîs No: 103]
Ümmü Hâni (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivayet ediyor ki:
Koyun edinin. Çünkü o berekettir.[85]

60-[1:113, Hadîs No: 104]
Hüseyin bin Ali'den rivayet ediyor:
İyilik yapmak suretiyle fakirlerin yanında bir yatırımınız bulun­sun. Çünkü Kıyamet günü zenginlik sırası onlarındır.[86]

61- [1:114, Hadîs No: 106]
Enes (r.a) rivayet ediyor ki: ,
Şaşırtıcı derecede büyük iftiranın ne olduğunu biliyor musunuz? Aralarını bozmak için insanlar arasında söz taşımaktır.[87]

62. - [1:115, Hadîs No: 109]
Behz bin Hakîm rivayet ediyor:
Açıktan günah işleyenleri anlatmaktan niçin çekiniyorsunuz? İn­sanlar onları ne zaman tanıyacak? Onun vasıflarını anlatın ki, insan­lar onlardan sakınsınlar.[88]

Dini tabiriyle "fasık-ı mütecahir" denilen, fenalıktan sıkılmayan, aksine işledi­ği kötülükle iftihar eden, ballandıra ballandıra anlatan, yaptığı zulümden lezzet alan ve sıkılmadan açıktan işleyen kimseler bulaşıcı hastalık mikrobu taşıyan kimseler gibidir. Eğer bunlara karşı tedbir alınmazsa cemiyete bu pis hastalığın bulaşması kaçınılmaz olur. Böyle kimselerin kötülüklerinin diğer kimselere de bulaşmaması için bir nevi manevî karantina uygulanmalıdır. Bunlara karşı ilk tedbirin nasıl ofması gerektiğini anlatırken, Peygamberimiz (as.m.-) bunları teş­hir etmek gerektiğini, çekinilmemesini tavsiye ediyor. İnsanlar onları tanımalı ki şerlerinden uzak kalsın, sakınılsın.
Elbette ıslahı mümkünse güzellikle îkaz edilmeli, ama laftan, sözden anla­mayan cinsten iseler ve günahlarından pişmanlık duymayıp alenen işlemeye devam ediyorlarsa, diğer insanları onlardan kaçındırmak için şer ve kötülüklerini anlatmak gıybet olmaz, aksine Resûlullahın tavsiyesine uygun bir davranış olur. Tâ ki en önemli özelliklerinden biri "iyiliği emretme, kötülükten sakındırma" olan ümmet-i Muhammed, gerektiği gibi vazifesini yapmış olsun. Aksi halde Resûlul-lahın anlattığı gemi örneğinde olduğu gibi gemiyi delmeye çalışanlara göz yum­mak sadece gemiyi delenlerin değil, hepsinin birden helak olmasını netice verir. İyi olmak kurtarmaz, kötülüğe göz yummanın, ona karşı mücadele vermemenin sonucuna topyekün katlanılır.

63. [1:119, Hadîs No: 113]
Zeyd bin Seleme rivayet ediyor:
Bildiğini yaşamak suretiyle Allah'tan kork.[89]

Yüksel dedi ki...

İslâm okuma, öğrenme üzerine bina edilmiştir. Okuma öğrenmeden maksat da öğrendiklerini yaşamaya çalışmaktır. Uygulamaya dökülmeyen bilginin insa­na ne ölçüde faydası olabilir? Bir öğrenci bildiklerini yazılı kağıdına dökmezse başarılı olamaz. Bir mimar bilgilerini pratiğe dönüştürmezse ilminin faydasını göremez. Doktor doktorluğunun fonksiyonunu icra etmezse doktorluğu kuru bir unvandan öte gitmez. Din de böyledir. Herkes öğrenilmesi gereken bir kısım farz emirleri öğrenip yaşamazsa dinin mukaddesliğinin ona ne ölçüde faydası olabilir? Kur'ân'ın, bildiklerini yaşamayan insanlarla ilgili şiddetli îkazlan vardır. Bakara Sûresinin 44. âyetinde, "İnsanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz?" buyurarak iyiliği bile emretmenin yetmediğini, herşeyden önce o ha­kikatleri yaşamak gerektiğini bildirir.
Resûiullahın da bildiklerini yaşama konusunda îkazlan vardır. Birgün Küba Mescidi önünde on kişilik bir grubun toplanıp ilim öğrendiklerini görmüş, "İstedi­ğiniz kadar ilim öğrenin! Vallahi, onlan uygulamadıkça hiçbir faydasını göre­mezsiniz" buyurmuştur. Öğrendiklerini yaşayanları da başka bir seferinde öv­müşlerdir. Birgün yanındakilere, "İnsanların en üstünü kimdir, biliyor musunuz?" diye sormuş, onlar susunca cevabını da kendisi vermiş. "İnsanların en üstünü, dinlerini iyice anlayıp bilerek yaşayanlardır" buyurmuşlardır. Resûlullah bu an-lattığt hususlara ise herkesten önce kendisi uymuş, önce yaşamış, sonra da an­latmıştır. Hûd Sûresinde bulunan "Emrolunduğun gibi dos doğru ol.[90] âyeti se­bebiyle "Beni Hûd Sûresi ihtiyarlattı" buyurmuş, bütün zorluğuna rağmen dos doğru olduğunu bildirmiştir.
İslâm yaşanmalıdır. Çünkü yaşanmayan hakikat kök salmayan ağaca ben­zer, meyve vermesi de güçtür. Yaşanmalıdır. Çünkü yaşanmayan hakikatler dış çevrede tesir icra edemez. 'Yanmayan yakamaz" kaidesi gereğince inandığı, benimsediği esasları şahsında yaşamayan kimseler savunduğu, fakat yaşama­dığı hakikatlere de saygısızlıkta bulunur, gölge olmuş olurlar.
Yaşanmalıdır. Çünkü ancak yaşanırsa dinin ter ü tazeliği, gençliği, yeniliği, faydalılığı ve güzelliği görünmüş olur. İnandığını yaşayan insan mıknatıs gibi cazibe sahibi olur, etrafında sevgiden bir hâle oluşturur. Başkalaıının mânevi hayatlarının kurtulmasına, iyiye, güzele, doğruya yönelmelerine vesile olur ve böylece hak kuvvet kazanır. Geçmiş dönemlerde İslâmın kısa zamanda dünya­ya yayılışının temelinde bu özellik vardı. Sahabe ezberlediği on âyeti yaşama­dıkça ikinci on âyeti ezberlemezdi. İslâmiyet onların hayatında sadece bilgi da­ğarcıklarında yer aian bir din değil, yaşanan din olmuştu. İslama ayna oldukları için de İslâmın güzelliklerini gösterebilmiş, yansıtabilmiş, kısa zamanda İslâmı dünyanın dört bir yanına ulaştırmışlardı. Bugün bu hakikate dünkünden yüz ke­re, bin kere daha muhtacız. Eğer İslâmı tam öğrenip uygulayabilsek, dünya bü­yük değişikliklere sahne olacaktır. Bedîüzzaman ne güzel söyler:
"Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakâik-ı îmaniyenin kemâlâtını ef'âlimizle iz­har etsek [îman hakikatlerinin mükemmelliklerini fiillerimizle göstersek,] şâir din­lerin tabileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler, belki küre-i arzın bazı ktt'aları ve devletleri de İslâmiyete dehalet edecekler."[91]
Bütün mesele İslamı elden geldiğince yaşayabilmektir. İşte bu hadisin ifadesiyle aynı zamanda Allah’tan korkmanın da ifadesidir. İslam’ı yaşamadığımız takdirde Allah’tan korkmada ne derece samimi olup olmadığımızı da düşünmemiz gerekir.

64. [1:119, Hadîs No: 114]
Tulayb bin Arefe rivayet ediyor:
Genişlik ânında da, sıkıntı ânında da Allah'tan kork.[92]

Yüksel dedi ki...

65 -[1:120, Hadîs No: 115]
Ebu Zer (r.a.) Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
Nerede olursan ol, Allah’tan kork. Kötülüğün peşinden iyilik yap ki, onu silsin. İnsanlarla da iyi geçin. [93]

66. [1:121, Hadîs No: 116]
Câbir bin Süleym rivayet ediyor:
Allah'tan kork! Hiçbir iyiliği küçümseme. Bu, su isteyen birine ko­vandan su vermek, Müslüman kardeşini güler yüzle karşılamak bile olsa.
Yerde sürünecek kadar uzun elbise giymekten sakın, Çünkü bu ki­bir alâmetidir. Allah ise kibri sevmez.
Biri sana dil uzatır ve sende olmayan bir kusurla seni ayıplarsa, sen onu sahip olduğu kusurla dahi ayıplama. Onu, günahı kendine, sevabı sana olduğu halde terk et. Kimseye asla sövme. [94]

Hadîste bazı hususlara özellikle dikkatimiz çekilmektedir. Allah'tan korkma, iyiliği küçümsememe, kibirlenmeme, ayıplayanı ayıplamama ve kimseye söv­meme.
Bunların hepsi de Allah korkusuna dayalı davranışlardır. Resûlullah (a.s.m.) başta Allah'tan korkmayı hatırlatarak bu tip davranışlardan uzak kalmaya davet etmiştir. Halk arasında yapılmaması gereken bir davranıştan sakındırırken "Al­lah'tan kork!" denmesi bunun halka mal olmasından ibarettir. Allah'tan korkma­yan insandan herşey beklenir. Allah korkusu ise hadisin ifadesiyle "Hikmetin ba­şıdır," her türlü iyiliğe götürücü ve kötülüğe set olucudur. Her türlü güzellik, iyilik ve fayda onun altındadır.
İnsan Allah'tan korkarsa artık hiçbir iyiliği küçümsemez. Su vermek gibi ucuz ve kolay, güler yüz göstermek gibi zahmetsiz bir davranış olsa bile. Burada Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) aynı zamanda insanları iyiliğe alıştırma eğitimi vermek­tedir. Küçük büyük iyiliğe koşmayı prensip edinen kimse, küçük ve basit bir iyilik karşısında "Bundan da ne çıkar" deyip kaçma yoluna girmeyecek, hangi iyilik olursa olsun âdeta yapabilmek için yarışa girecektir. Çünkü Allah'ın rızasının iyilikte olduğunu düşünecek, "Belki Allah razı olur" düşüncesiyle yapabildiğince iyilik yapacaktır. Sonra dünyada bulunuş sırnnın âhirete azık hazırlamak, yani sevap götürmek olduğunu düşününce "Ne kadar sevap kazanırsam kârdır" dü­şüncesine sahip olacaktır.
Allah korkusuna sahip olan kimse aynı zamanda kibire götürebilecek davra­nışlardan da sakınacaktır. Allah'ın kibreden ve büyüklenenleri sevmeme haki­kati onu düşündürecek, kibre düşmemek için gayret gösterecektir.
Ayıplayanı ayıplamama da yine Allah korsusuyla ilgili bir davranıştır. Allah korkusunu hayat pusulası yapmış bir kimse olumsuz bir davranışa muhatap ol­sa, hadiste belirtildiği gibi kendisine di! uzatılsa; yapmadığı, kendinde bulunma­yan bir kusurla ayıplansa, hadisteki öğüde uyarak sabredecek, onda bulunan bir kusurla dahi onu ayıplama yoluna girmeyecek, onu günahıyla, kendisini de se­vabıyla baş başa bırakacaktır. Birgün Hz. İsa Yahudiler tarafından alabildiğine ayıplanmış, kötülenmiş, fakat o yine de iyi sözlerle karşılık vermekten geri kal­mamıştı. Tahammül edemeyen Havarilerinin, "Bunca kötülüğe de karşılık ver­meyecek misiniz?" demeleri karşısında, "Herkes kendi kesesinden harcar. Be­nim kesemde iyi şeyler var" cevabını vermişti.
"Kötülüğe kötülük her kişinin kârı,
"Kötülüğe iyilik er kişinin kârı" beytinde de aynı gerçeğe dikkat çekilir.
Kötülüğe karşılık vermemek zor bir iştir. Ama Resûlullahı (a.s.m.) örnek edi­nen kimseler ona özenmeye çalışacak, bu zorun da üstesinden geleceklerdir. O zaman kötülüklerin önü alınmış olacaktır. Biri diğerine ağır sözler söylese, ku­surlarını sayıp dökse, öbürü ona mukabele etmediğinde yangın söner. Ama mukabeleye kalksa yangın körüklenir. Kur'ân'da da mukabelede bulunmamak, hatta iyilikle karşılık vermek konusunda birçok öğütler vardır. Bunlardan bir kıs­mı şöyledir:
"İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğe iyiliğin en güzeliyle karşılık ver; bir de ba­karsın, aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluvermiştir."[95]

Yüksel dedi ki...

aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluvermiştir."[95]
"Rahman'ın o makbul kulları ki...... boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşı­laştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhafaza ederek oradan geçip giderler.[96]
"...Onları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, muhakkak ki Allah çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.[97]
Bu güzel ahlâka uygun hareket maddeten ve manen insana çok şey kazan­dırır.

67. [1:124, Hadîs No: 118]
Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor ki:
Haramlardan sakın ki, insanların en çok ibâdet edeni olasın. Al­lah'ın takdir ettiği rızka razı ol ki, insanların en zengini olasın. Kom­şuna iyilik et ki, olgun mü'min olasın. Kendin için istediğini başkala­rı için de iste ki, gerçek Müslüman olasın. Çok gülme; çünkü çok gülmek kalbi öldürür.[98]

68. [1:125, Hadîs No: 119]
Ali'den (r.a.) rivayetle:
Mazlumun bedduasından sakın. Çünkü o, ancak Allah'tan hakkını almasını ister. Muhakkak Allah hiçbir hakkını geri çevirmez.[99]

69. [1:125, Hadîs No: 1203
Sehl bin Hamaliye (r.a.) rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyuruyor:
Dilsiz hayvanlara eziyetten sakının. Onlara güzel bir şekilde bi­nin. Besili iken kesip yiyin.[100]

70. [1:127, Hadîs No: 122]
Numan bin Beşîr (r.a.) Resûlullahın (a.s.m.) şöyle buyurduğunu ri­vayet etmiştir:
Allah'tan korkun. Nasıl onların sizin hakkınızı gözetmelerini isti­yorsanız, siz de çocuklarınız arasında adaletli davranın.[101]

71. [1:127 Hadîs No: 123]
Enes'den (r.a.) rivayetle Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuş­tur;
Allah'tan korkun ve birbirinizin arasını düzeltin. Çünkü Allah Ki-yâmet günü mü'minlerin arasını adaletiyle düzeltecektir.[102]

72. . [1:128, Hadîs No: 127]
yor:Enes (r.a.) rivayet ediyor ki, Resâl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyuru-":
Namazı şartlarına uygun bir şekilde kılmak konusunda Allah'tan korkun. Namazı şartlarına uygun bir şekilde kılmak konusunda Al­lah'tan korkun. Namazı şartlarına uygun bir şekilde kılmak konu­sunda Allah'tan korkun. Emriniz altındakilere iyi davranmak konu­sunda da Allah'tan korkun. Emriniz altındakilere iyi davranmak konusunda da Allan'tan korkun. Şu iki zayıfın hakkını gözetme hu­susunda Allah'tan korkun: Dul kadın ve yetim çocuk. [103]

73- [1:129, Hadîs No:128]
Ebû Ümâme (r.a.) Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurdu­ğunu rivayet etmiştir:
Allah'tan korkun, beş vakit namazınızı kılın, Ramazan orucunuzu tutun, mallarınızın zekâtını gönül hoşluğu ile verin, idarecilerinize itaat edin ki, Rabbinizin Cennetine giresiniz.[104]

Peygamberimiz (as.m.) bu hadislerinde, Müslümanlara Allah'tan korkmaları­nı emrediyor. Ve emrin devamında gerçek takvanın nasıl olması gerektiğine dikkat çekiyor.
Kişi Allah'tan lâyıkıyla korkarsa, Onun 'Yap!" dediğini yapar, 'Yapma!" dedi­ğinden de sakınır. "Dinin direği" ve Kıyamet gününde hesabı verilecek ilk şey olan namazını dosdoğru kılar. İnsanı melekleştiren, Allah'ın rızâsını kazanma­ya, Cennete girmeye sebep olan Ramazan orucunu hakkıyla tutar. Malı kirden temizleyen, bereketlendiren, musibetlere karşı koruyacak olan zekât! da gönül hoşluğuyla verir. İdarecilerin Allah'ın dinine aykırı olmayan emirlerine itaat eder.
Peygamberimiz hadisin son kısmında da bunların neticesinde kazanılacak mükâfatın Cennet olduğunu müjdeliyor.
Bu sayılan özellikler takva sahibi kimsenin belli başlı vasıflarıdır. Yoksa tak­va sahibinin vasıfları sadece bunlardan ibaret değildir. Fakat bunlar takva bina­sının temel taşlarıdır. Takva binası bu temeller üzerine kurulur.

74-[1:130, Hadîs No: 129]
îbni Mes'ud'dan (r.a.) rivayetle Peygamberimiz (a.s>m.) şöyle bu­yurmuştur:
Allah'tan korkun ve akrabalarınıza iyilik edin.[105]

Yüksel dedi ki...

75. [1:130, Hadîs No: 130]
Ebû Mûsâ (r.a.) rivayet ediyor ki:
Bize göre sizin hainlikte en ileri gideniniz, ehli olmadığı halde biz­den iş isteyeninizdir.[106]

76- [1:130, Hadîs No: 131]
Ebû Ümâme'den (r.a.) rivayetle:
İdrar bulaşmasından sakınınız. Çünkü kabirde hesabı ilk sorula­cak şey budur.[107]

Yüce dinimiz temizliğe büyük ehemmiyet verir ve temizliği îmanın yarısı ve birçok ibâdetin temel şartı sayar. Bu bakımdan mü'minin en mühim vasıfların­dan birisi, temiz olmaktır, Çünkü temizlik Allah'ın sevgi ve rızasını kazanmanın en mühim yollarından birisidir. Bir âyet-i kerimede bununla ilgili olarak şöyle bu-yurulur:
"Muhakkak ki Allah çok tevbe edenleri ve temizlenenleri sever,"[108]
Peygamber Efendimiz de (a.s.m.) bir hadislerinde temizliği namazın anahta­rı saymıştır.[109]
Peygamberimiz yukarıdaki hadisleriyle de Müslümanları idrardan sakındır­mış, bundan sakınmayanların kabirde hesaba çekileceklerini bildirmiştir. Başka bir hadislerinde de idrardan sakınmamanın kabir azabına sebep olduğunu bil­dirmiştir.[110] Bunun sebebini şöyle izah edebiliriz:
İdrardan sakınmamak namazın bâtıl olmasına sebep olabilir. Şöyle ki: Tuva­letten çıktıktan hemen sonra abdest alındığında erkeklerden genelde akıntı ge­lir. Bu akıntı bir iki damla da olsa abdesti bozar. Buna dikkat etmeyen kişi bile­rek veya bilmeyerek abdestsiz namaz kılmış olur. Böyie bir namaz ise kabul edilmez.
Diğer taraftan, idrar pis bir maddedir. Gerek sıçrama, gerekse doğrudan elbi­seye veya vücuda namaza mâni olabilecek kadar bulaşırsa,kılınan namaz yine bâtıl olur. Şafiî mezhebine göre idrarın en küçük bir damlası bile namaza mâni­dir.
Her iki durumda da kişi namaz kılmamış sayılır. Gelen akıntıyla abdesti bo­zulduğunu veya üzerinde namaza mâni olacak miktarda sidik bulaştığını bile bi­le namaz kılan kimse, ayrıca günahkâr olur. Bu durumda da namaz kılmamış veya bile bile abdestsiz namaz kılmış olduğu için kabirde hesaba çekilir ve aza­ba uğratılır.

77. [1:131, Hadîs No: 132]
îbni Ömer (r.a.) Resûlullahın (a.s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
Evlerinizde haram taş kullanmaktan sakının. Çünkü bu yıkılışın temelidir.[111]

78- [1:132, Hadîs No: 133]
îbni Abbas (r.a.) rivayetle Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuş­tur:
İyice bildiklerinizin dışında benden söz nakletme konusunda Al­lah'tan korkun. Kim ki, bile bile benim söylemediğim bir sözü söyledi diye benim adıma yalan konuşursa Cehennemdeki yerine hazırlan­sın. Kim ki, Kur'ân hakkında kendi şahsî görüşüyle söz söylese Ce­hennemdeki yerine hazırlansın.[112]

Yüksel dedi ki...

79-[1:132, Hadîs No: 134]
Muaz bin Cebel (r.a.) rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöy­le buyuruyor:
Dünyadan sakınınız. Kadınlardan da sakınınız. Çünkü şeytan hü­cum etmek için dâima pusuda bekler. Şeytanın takva sahiplerini av­lamak için kadınlardan daha sağlam ağı yoktur..[113]

80- [1:134, Hadîs No: 136]
Câbir (r.a.) rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyuru­yor;
Zulümden sakınınız. Çünkü zulüm Kıyamet Gününde karanlık­lardır. Cimrilikten sakınınız. Çünkü cimrilik sizden öncekileri helak etmiş, birbirlerinin kanını dökmeye, hak ve hukuklarını çiğnemeyi helâl görmeye sevk etmiştir.[114]

81 -[1:136 Hadîs No: 139]
Muaz bin Cebel (r.a.) rivayet ediyor ki;
Lanete sebep olan üç şeyden sakınınız. Bunlar: Su başlarına, in­sanların gelip geçtiği yol üzerine ve dinlendikleri gölgelere büyük ab-dest yapmaktır.[115]

82. [1:137, Hadîs No: 141]
Ebû Hüreyre'den (r.a.) rivayetle:
Aslandan sakındığınız gibi cüzzamlıdan sakınınız.[116]

83- [1:138, Hadis No: 142]
Abdullah bin Ca'fer rivayet ediyor:
Yırtıcı hayvandan sakındığınız gibi, cüzzamlıdan sakınınız. O bir vadiye indiğinde siz başka bir vadiye gidiniz.[117]

84. [1:138, Hadîs No: 144]
Adiyy bin Hatem (r.a.) rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle buyuruyor:
Cehennem ateşinden yarım hurmayla da olsa korununuz. Eğer onu bulamazsanız hoş bir sözle bunu yapınız.[118]

85. [1:139, Hadis No: 145]
Abdullah bin Büsr rivayet ediyor ki:
Dünya'dan sakınınız. Çünkü dünya Harut ve Maruftan daha faz­la büyüleyicidir.[119]

86. [1:140 Hadîs No: 146]
Ibni Abbas (r.a.) rivayet ediyor: Hamamdan sakının. Oraya giren örtünsün.[120]

87-[1:140, Hadîs No: 147]
Amr bin Avf rivayet ediyor:
Alimin hatasından sakının. Onun hatasından dönmesini bekleyin[121].

İlim sahibi olmayan pekçok insan, güvendikleri bir ilim sahibini taklit edegel-mişlerdir. Ki bu normaldir. Fakat kişi âlim de olsa. insan olması îcabı bilerek ve­ya bilmeyerek hatâ yapabilir. Bu hatâ bir hususta yanlış hüküm vermek olabile­ceği gibi, yanlış bir davranış da olabilir. Âlimin bilerek veya bilmeyerek yanlış bir hüküm vermesi veya yanlış bir davranışta bulunması, ümmet için son dere­ce tehlikelidir.

Yüksel dedi ki...

Onun yanlış bir sözü veya davranışı pekçok insanı yanlış yola sevk eder. İşte Peygamberimiz yukarıdaki hadiste Müslümanları dikkatli olmaya çağırıyor ve âlim de olsa, hiç kimseyi körü körüne taklid etmemek gerektiği ika­zını yapryor. Sözlerini ve davranışlarını mihenge vurmak gerektiğine dikkat çe­kiyor. Bediüzzaman Hazretleri de hiçbir sözü, söyleyene hüsn-ü zan ederek he­men kabul etmemek gerektiğini söylüyor ve şöyle diyor:
"Her söylenen sözün kafbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayâlin elinde kalsın; mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalbde sakla-yıntz, bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana red­dediniz, gönderiniz."[122]
Âlimin yanlışını taklid etmemek gerektiği ikazını yapan Peygamberimiz, ha­disin ikinci kısmında da, hatâ yaptı diye o âlimi hemen terk etmeyip, onun doğ­ru olan bilgilerinden yine istifade etmek gerektiğine dikkat çekiyor; hatasından dönmeyi beklemek gerektiğini ifâde ediyor. Âlimin ilminin er geç onu hatasından döndürebileceğine işaret ediyor.

88. [1:142, Hadîs No: 149]
îbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) şöyle bu­yuruyor:
Mazlumun bedduasından sakının. Çünkü o kıvılcım gibi semâya yükselir.[123]

Hadiste geçen kıvılcım hız ifâde ediyor ve zulme uğrayan kimsenin duası­nın kıvılcım hızıyla semâya yükseldiğine dikkat çekiliyor ve böylelerinin bed­duasından sakınmak gerektiği îkaz ediliyor.

89. [1:142, Hadîs No: 150]
Enes (r.a.) Resûlullahın (a.s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiş­tir:
Kâfir de olsa mazlumun duasından sakının. Çünkü onunla Allah arasında perde yoktur.[124]

90. [1:144, Hadîs No: 153]
İbni Amr'dan (r.a.) rivayetle Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle buyur­muştur:
Resûlullah (a.a.m.) (meclislerin baş köşesini kastederek) "Şu bo­ğazlama yerlerinden sakının" buyurdu.[125]

Yüce Rabbimiz pekçok âyet-i kerimede kibirli olanı ve böbürleneni sevmedi­ğini bildirmiştir. Bir âyet-i kerimede, 'Yeryüzünde büyüklük taslayarak yürüme. Sen ne yeri yarabilir, ne de dağlarla boy ölçüşebilirsin"[126] buyurmuştur. Yüce Rabbimiz başka bir âyet-i kerimede de şöyle buyurur:
"Gururlanıp insanlardan yüzünü çevirme; yeryüzünde kasılarak yürüme. Çünkü Allah büyüklük taslayan ve övünenleri sevmez."[127]
Dinimiz sadece gurur ve kibiri çirkin görmekle kalmamış, insanı bunlara sevk edebilecek şeylerin önüne de set çekmiştir. Meselâ Peygamberimiz bir hadisle­rinde, gurura kapıiabilecek insanları yüzlerine karşı övmemeyi istemiştir. Bura­da da kişiyi gurura sevk edeceği için, meclislerin baş köşesine göz dikip özellik­le oraya oturmamayı tavsiye etmiş ve bu davranışların kişinin manevî hayatını boğazlamak ve öldürmek demek olacağını bildirmiştir. Çünkü böyle yapan bir insan kendisini oradaki herkesten üstün görüyor demektir. Bu ise gerçek bir Müslümana yakışmayan bir halet-i ruhiyedir.

91. [1:146, Hadîs No: 156]
Enes (r.a.) rivayet ediyor:
Namazda ilk safı tamamlayınız. Sonra ikincisini. Bir eksiklik ka­lırsa en son safta kalsın.[128]

92-[1:146, Hadîs No: 157]
Hâlid bin Velid'den (r.a.) rivayetle:
Abdestinizi tam alınız. Ateşte yanan topukların vay haline.[129]

93-[1:148, Hadîs No: 159]
Ali (r.a.) rivayet ediyor ki:
Sıratta en sağlam yürüyeniniz, Ehl-i Beytimi ve Ashabımı en çok sevenlerdir.[130]

94-[1:149, Hadîs No: 162]
Enes'den (r.a.) rivayetle Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuş­tur:
İki kişi vardır ki, Kıyamet Günü Allah onlara rahmet nazarıyla bakmaz; akrabalarıyla ilgiyi kesen kimse ve kötü komşu.[131]

95. [1:149, Hadis No: 163]
Ebû Zer (r.a.) rivayet ediyor:
İki kişi bir kişiden, üç kişi iki kişiden, dört kişi de üç kişiden daha hayırlıdır. O halde cemaate sarılınız. Çünkü Allah ümmetimi ancak hidâyet üzere bir araya toplar.[132]

96. [1:150, Hadîs No:165]
Ebû Hüreyre (r.a.) Resûlullah'tan (a.s.m.) rivayet ediyor: İnsanlarda iki huy vardır ki, kâfirlerin vasıflarındandır: Birisi, in­sanları nesebleri sebebiyle kötülemek, diğeri, Ölü üzerine bağırarak ağlamaktır.[133]

Yüksel dedi ki...

97. [1:151 Hadîs No: 166]
Mahmud bin Lebîd rivayet ediyor:
Âdemoğlunun hoşuna gitmeyen iki şey vardır. Birincisi ölüm. Oy­sa ölüm fitneden daha hayırlıdır. İkincisi, mal azlığıdır. Oysa az ma­lın hesabını yapmak daha kolaydır.[134]

98. [1:151, Hadîs No: 167]
Ebû Bekre (r.a.) rivayet ediyor ki:
İki şey vardır ki, Allah cezasını dünyada verir: Biri zulüm, diğeri anne babaya karşı gelmek.[135]

99. [1:151 Hadîs No: 168]
Câbir bin Abdullah'tan (r.a.) rivayetle:
Müslüman kardeşinize bolluk ve berekete kavuşması için d\ıâ ede­rek mükâfatlandırınız. Çünkü yemeği yenildiğinde, suyu içildiğinde bereketle duâ etmek ona mükâfat vermektir.[136]

100. [1:152 Hadîs no: 169]
Vahşi bin Harb (r.a.) rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (a.s.m.)şöy­le buyuruyor:
Yemeklerinizi birlikte yiyin ve Allah'ın ismini zikredin ki bereket­lensin.[137]

101- [1:153, Hadîs No: 171]
Ebû Hüreyre'den (r.a.) rivayetle:
İnsanı helak edici şu yedi şeyden sakının: (1) Allah'a ortak koş­mak, (2) sihir yapmak, (3) Allah'ın haram kıldığı bir cana haksız ye­re kıymak, (4) faiz yemek, (5) yetim malı yemek, (6) savaştan kaç­mak, (7) namuslu, hiçbir şeyden haberi olmayan mü'min bir kadına zina iftirasında bulunmak.[138]

102. [1:154, Hadîs No: 172]
tbni Abbas'tan (r.a.):
İçkiden sakınınız. Çünkü o her kötülüğün anahtarıdır.[139]

103-[1:154, Hadîs No: 173]
Ebû Saîd'den (r.a.) rivayetle: Yüzlerden sakının. Oralara vurmayın.[140]

1O4- [1:154 Hadîs No: 174]
Ebû Umâme'den (r.a.):
Kibirlenmekten sakınınız. Çünkü kul kibirlenmeye devam ettikçe Allah onun hakkında şöyle buyurur:
"Kulumu zorbalar listesine yazın."[141]

1O5- [1:156, Hadîs No: 177]:
Büyük günahlardan sakının ve istikâmet üzere olun ki, müjdeye eresiniz.[142]
106-[1:157, Hadîs No: 179]
Abdullah bin Mugaffel rivayet ediyor: Sarhoşluk veren her şeyden sakınınız.[143]
107- [1:157, Hadîs No: 181]Sa'd (r.a.) rivayet ediyor:
Duâ ederken diz üstü oturun, sonra «Ey Rabbim, ey Rabbim,» deyin.[144]
108-[1:158, Hadîs No: 182]
Abdullah bin Ebî Ca'fer rivayet ediyor:[145]
109. [1:160, Hadîs No: 186]
tbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:[146]
110. [1:160, Hadîs No: 187]
Âişe'den (r.a.) rivayetle:
nafile namazlarmız evde. Evlerinizi kabirlere cevirme-[147]
Peygamberimiz zamanında Sahabîlerin pekçoğu bütün namazlarını camide cemaatle kılıyorlardı. Peygamberimiz onlardan sünnet namazların bir kısmını evlerinde kılmalarını istedi. Böylece Sahabîler farz namazları camide, sünnet namazları ise evlerinde kılmaya başladılar. Fakat günümüzde bu büyük ölçüde mümkün olamamaktadır. Çünkü kişi evinden çok uzak yerlerde namaz kılmak­ta, namazdan sonra çoğu zaman evine dönememektedir. Kişi evinde dünyevî meşgalelere dalıp unutma endişesiyle sünnet namazlarını camide kılsa bile, ev­lerini namazın feyiz ve bereketinden mahrum bırakmamalıdır. Hadisin ifadesiy­le "kabirlere" çevirmemelidir. Evlerinde efe varsa kaza namazı, yoksa nafile na­maz kılmalıdır.
Böyle yapılmakla çoluk, çocuk ve ev halkı da namaza teşvik edilmiş olur.

Yüksel dedi ki...

111- [1:161, Hadîs No: 188]
Nu'man bin Beşîr (r.a.) rivayet ediyor:
Haramla kendi aranıza helâlden bir engel koyunuz. Kim böyle davranırsa, ırzını ve dinini korumuş olur. Kim o engele yaklaşırsa, koruluğun kenarında otlayan hayvan gibi olur. Ki o hayvanın koru­luğa girmesi an meselesidir. Şüphesiz her hükümdarın bir koruluğu vardır, Yer yüzünde Allah'ın koruluğu da haram kıldığı şeylerdir.[148]
.
Helal dairesi geniştir. Herşeyin helali o kadar çok, o kadar boldur ki harama girmeye gerek de yoktur, ihtiyaç da. Ancak nefis bu geniş ve bol olan helallarla yetinmek istemez. Nerde bir haram ve zarar varsa ona meyletmek ister. Nefsin yapısında vardır bu. Nefis daima şüpheli ve haram şeyleri yapmak, onlara yö­nelmek ister. Nerde kötülük varsa onları arzu eder. Zehirli baldan farksız olan o menhus lezzetleri tatmak ister. Bir üzüm tanesi yemeye karşılık yüz tokat yiye­ceğini düşünmez bile.
Nefsin bu özelliği göz önüne alındığında onun önüne set germekten başka çare yoktur. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bahsi geçen hadîslerinde bu gerçeği gayet net bir şekilde gözlerimizin önüne sermiştir. Koruluğun kenarında otlayan hayvanın nasıl koruluğa girmesi kaçınılmazsa, haramlara karşı helallarla-set germeyip kenarında, köşesinde dolaşan insanın da harama girmesi an mesele­si olur. Nefse taviz vere vere bir noktaya varan insan, artık nefsin zebunu olur, kendini haramın içerisinde buluverir. "Zinaya yaklaşmayın!"[149] âyetinde olduğu gi­bi zinaya götürücü, yaklaştırıcı sebeplerin, vasıtaların yasaklanmasında da ay­nı hikmet vardır. Önemli olan harama götürebilecek vasattan dahi uzak kalmak­tır.
Korulukların kenarına duvar örüldüğünde hayvanların oraya girmesi nasıl zorlaşırsa, haramlara karşı helallardan kurulan duvarlar da insanları haramlar­dan uzaklaştırır. Herşeyin helalinin bulunduğu, helal dairesinin alabildiğine ge­niş ve haram dairesinin ise diken ve mayınlarla dolu olduğu düşünülür ve ha­ram daire etrafında dolaşmaktan şiddetle kaçınılırsa nefse hâkim olmak kolay­laşır ve huzurlu bir hayat sürülür.

112- [1:162, Hadîs No: 190]
Ebû'd-Derda rivayet ediyor:
Allah'ı büyük tanıyıp dilinizle de bunu ifâde ediniz ki Allah da gü­nahlarınızı bağışlasın.[150]

113- [1:162, Hadîs No: 191]
Ebû Humeyd es-Sâidî rivayet ediyor:
Dünya için çalışmakta hırs göstermeyin. Çünkü herkes dünyada kendisi için ne takdir edilmişse ona kavuşur.[151]

114. [1:163, Hadîs No: 192]
İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
İnsanların en açı ilim isteklisidir, en tok olanı da ona istek duynıayandır.[152]

115- [1:164, Hadîs No: 194][153]
İbni Mes'ud'dan (r.a.) rivayetle:
Davete icabet edin, hediyeyi geri çevirmeyin ve Müslümanları dövmeyin.

Yüksel dedi ki...

Peygamberimiz her vesileyle Müslümanlar arasındaki kardeşlik ve sevginin kuvvetlenmesine gayret göstermiştir. Onun selâm vermek, cemaatle namaz kıl­mak, hasta ziyaretinde bulunmak, cenazelerine katılmak, cenaze sahiplerine ta­ziyede bulunmak gibi tavsiyeleri bu gaye içindir. İşte bu hadislerinde de dâveti­ne gitmek, hediyesini kabul etmek ve dövmemek gibi, Müslümanlar arasında sevgiyi arttıracak üç mühim husus üzerinde duruyor. Hiç şüphesiz bir Müslüma-nın dâvetine katılmamak, hediyesini geri çevirmek ve Müslümanı dövmek sev­giyi giderir, soğukluğa ve düşmanlığa sebep alur. Müslümanlar arasındaki so­ğukluk ve düşmanlık ise, İslâm toplumunun birliğini temelden sarsan tehlikeli bir husustur.
Asrımızın İslâmî hizmet öncülerinden Bedîüzzaman'ın hediye kabul etme­mesinin yukarıdaki hadise ters düşen tarafı yoktur. Çünkü Bedîüzzaman herşe­yin maddeyle değerlendirildiği, menfaatin hükmettiği bir dönemde İslâmı temsil­cilik gibi ağır bir görevi üstlenmişti. Buna toz kondurmaması gerekiyordu. Hediye almamasının temelinde bu vardır. Bunun sebepleri özetle şöyle sırala­nabilir:
(1) Ehl-i dalâletin ilimle uğraşanları, "İlmi, çıkar sağlamada kullanıyorlar, ge­çimlerine vasıta yapıyorlar "diye msafsızcasına suçladıkları bir zamanda onlar fiilen tekzib edilmelidir.
(2) Hak ve hakikati yaymayı omuzlamış kimseler, Peygamberlere ittibâen, hizmetlerinin karşılığında ücret almamalıdırlar.
(3) Hediye Allah nâmına verilmeli, Ailah nâmına alınmalı. Verenin gafil olup kendi namına verdiği, gizli bir minnet ettiği; alanın da gafil olup hakiki nimet ve­ren Allah'ı unutarak aldığı bir anda nasıl hediye alınabilir?
(4) İnsanlardan mal alarak tevekkül, kanaat ve iktisad gibi tükenmez bir hazi­ne kapatılmamalıdır.
(5) Bir kısım tecrübelerle verilen hediyelerin rahatsızlık verdiği görülmüştür.
(6) Âhirete yönelik amellerin baki meyvelerini sadaka ve hediye alarak dün­yada fânî bir surette yemek akıl kârı değildir.
Detayı Mektûbâfta anlatılan[154] bu önemli sebepler yüzündendir ki Bedîüzza-man hediye almamıştır.

116- [1:164 Hadîs No: 195]
Ebû Ümâme (r.a.) rivayet ediyor:
Yatacağınız zaman kapılarınızı kapayınız, yemek kaplarınızın üzerini örtünüz, su kaplarınızın ağzını bağlayınız, yanan ateşi sön­dürünüz. Bunları yaparsanız size zararları dokunmasına Allah tara­fından izin verilmez.[155]

Yüksel dedi ki...

Bu hadîste tevekkülün en önemli basamaklarından biri olan sebeplere sanl-manın gerekliliğine dikkat çekilmektedir. Kapıyı açık bırakıp yatan insanın evine hırsız girerse önce kendisini suçlamalıdır. Üstü açık yemek kabına bir böcek düştüğünde kimseye kabah&t bulmamalıdır. Üstü açık su kabına mikropların üşüşmesi, haşeratın düşmesi kaçınılmaz olur. Yanan ateş söndürülüp yatılma-dığında yangın çıkma ihtimali kuvvetlidir. Bu tedbirleri almak tevekküldür. 'Tedbir bizden, takdir Allah'tandır" sözü her yerde olduğu gibi burada da geçerlidir. Bu tedbirleri alıp Allah'a sığınan kimseyi Allah çeşit çeşit tehlike ve zararlardan koruyacak, bunların yol bulup gelmesine fırsat vermeyecektir. Allah'ın emanı al­tında yatıp kalkmak isteyen kimse üzerine düşen tedbirleri almakla mükelleftir.

117. [1:164, Hadîs No: 196]
îbni Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:
Allah'a en sevimli amel, vaktinde kılman namazdır. Sonra anne babaya iyilik, sonra da Allah yolunda cihad etmektir.[156]

118. [1:165, Hadîs No: 197]
Aişe'den (r.a.) rivayetle:
Allah katında amellerin en sevimlisi az da olsa devamlı olanıdır.[157]

119- [1:166, Hadîs No: 198]
Muâz (r.a.) rivayet ediyor:
Allah katında en sevimli ameî, ölünceye kadar dilin, Allah'ın zikri ile meşgul olmasıdır[158].

120- [1:166, Hadîs No: 199]
Hakem bin Ümeyr rivayet ediyor:
Allah'ın en sevdiği amel aç olan bir muhtaca yemek yedirmek ve­ya onun bir borcunu ödemek ya da onun bir sıkıntısını gidermektir[159].

121- [1:167, Hadîs No: 200]
îbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
Farzları yerine getirdikten sonra, Allah'ın en çok sevdiği amel bir Müslümanı sevindirmektir.[160]

122. [1:167 Hadîs No: 201]
Ebû Cüheyfe rivayet ediyor:
Allah katında amellerin en sevimlisi dili muhafaza etmektir.[161]

123- [1:167, Hadîs No: 202]
Ebû Zer'den (r.a.) rivayetle:
Allah'ın ençok sevdiği amel, Allah için sevmek ve Allah için düş­manlık beslemektir.[162]

124. [1:168, Hadîs No: 203]
Üsâme (r.a.) rivayet ediyor:
Ehl-i Beytimden bana en sevgili olan Fâtıma'dır.[163]

Yüksel dedi ki...

125. [1:168, Hadîs No: 204]
Enes'den (r.a.) rivayetle:
Ehl-i Beytim içerisinde en çok sevdiğim Hasan ile Hüseyin'dir.[164]

126. [1:168, Hadîs No: 205]
Enes (r.a.) rivayet ediyor:
İnsanlardan en çok sevdiğim Âişe, erkeklerden de onun babasıdır. [165]

127. [1:168, Hadîs No: 206]
îbni Ömer'den (r.a.) rivayetle:
Allah'ın en çok sevdiği isimler Abdullah ve Abdurrahman'dır.[166]

128-[1:171, Hadîs No: 2103
Ebû Ümâme (r.a.) rivayet ediyor:
Allah'ın en çok sevdiği cihad, zâlim bir idareciye karşı hakkı söyle­mektir.[167]

129-[1:171, Hadîs No: 211]
Mesûr bin Mahreme ve Mervan birlikte rivayet ediyor: Benim en çok sevdiğim söz, en doğru olanıdır.[168]

130. .[1:171, Hadîs No: 2123
îbni Amr'dan (r.a.) rivayetle:
Allah'ın en çok sevdiği oruç, Davud'un (a.s.) orucudur. Ki, o bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı. Allah'ın en çok sevdiği namaz da Davud'un (a.s.) namazıdır. Ki, gecenin ilk yarısında uyur, üçte birini ibâdetle geçirir, geride kalan altıda birinde de yine uyurdu.[169]

131- [1:172, Hadîs No: 2133
Câbir bin Abdullah (r.a.) rivayet ediyor:
Allah'a en sevimli olan yemek, başına çok kişinin oturduğu yemek­tir.[170]

132. [1:173, Hadîs No: 215]
Semûre bin Cündeb'den (r.a.) rivayetle:
Allah'ın en çok sevdiği sözler şu dört cümledir: "Sübhanallah [Al­lah'ı bütün noksan sıfatlardan tenzih ederiz,]" "Elhamdülillah [Ezel­den ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet Allah'a mahsus­tur,]" "Lâ ilahe illallah [Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur,] "Allahü ekber [Allah en büyüktür]." Bunlardan hangisini önce söylenirse fark etmez. [171]

133- [1:174, Hadîs No: 2173
Hasan-ı Basri rivayet ediyor:
Allah'ın en sevdiği kimseler, âdeta omm ev halkı hükmündeki mahlukâtına en çok faydası dokunanlardır.[172]

134- [1:174 Hadîs No: 218]
Üsâme bin Şerik rivayet ediyor:
Allah'ın en çok sevdiği kimse ahlâkı en güzel olandır.[173]

Yüksel dedi ki...

[1] Parantez içindeki numaralar Câmiü's-Sağîr'de esas alınan hadîs numaralarıdır.
[2] Buharı, îman: 41; Müslim, Imâre: 155; İbniMace, Zühd: 26.
İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/19.
[3] Müslim, Birr: 34; İbni Mâce, Zühd: 9.
[4] Mesnevî-i Nuriye, s. 61.
[5] Müntehabâtü Kenzi'İ-Ummâl, 1:100.
[6] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/19-21.
[7] Müslim, îman: 333; Müsned, 3: 136.
İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/21.
[8] Buhâri, Enbiya: 54; İbniMâce, Zühd: 17; Ebû Dâvud, Edeb: 6.
İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/21.
[9] Hatib’in Tarih’inden
İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/22.
[10] Beyhaki’den.
İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/22
[11] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/22-24
[12] Deylemi’nin Müsnedü’l-Firdevsi’nden.
İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/24
[13] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/24
[14] İbn Ebi Şeybe’den.
İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/25
[15] Müslim, Musakât: 105; NeseS, Talak: 13, Zînet: 23,24.
İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/25
[16] Âl-i Imran Sûresi, 130.
[17] Bakara Sûresi, 275.
[18] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/25-26.
[19] Ebu Ya’la ve İbn Hibban’dan.
İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/26.
[20] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/26-28.
[21] Taberani’nin Evsat’ından.
İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/28.
[22] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/28.
[23] Hatib’in Tarihi’nden.
İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/29.
[24] Ebû Davud, Nikâh: 23; Müsned, 2:34.
İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/29.

Yüksel dedi ki...

[25] Taberani’nin Kebir’inden
İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/29.
[26] İbni Mâce, Nikâh: 12.
[27] İmam Suyuti, Camiu’s-Sağir, Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi (Heyet), Yeni Asya Neşriyat: 1/29-30.
[28] İbni Adiyy’in el-Kamil’i veTaberani’nin el-Kebir’inden
[29] Ebu'ş-Şeyh'in Seyab'ından.
[30] Müsned, 3/439.
[31] Buharı, İman: 24; Şehadat: 28, Vesaya: 8; Müslim, îman: 107; Ebû Davud, Sünnet 15; Timizi, İman: 14; Neseî, İman: 20; Müsned, 2/189, 198, 200.
[32] Deylemi’nin Müsnedü’l-Firdevs’inden.
[33] Beyhakî'nin Şuabu’l-İman’ından.
[34] İbni Mâce, Nikâh, 23; Müsned, 53; Ebû Davud, Nikâh: 49.
[35] İbni Mâce, Nikâh: 23.
[36] ibni Mâce, Ticâret: 1
[37] Müslim, Zekât; 40.
[38] Buhan, Nikâh: 74; Müslim, Nikâh: 99,102,104; Tirmizî, Nikâh: 12; Müsned, 2:68,127.
[39] Hûd Sûresi, 6.
[40] İbni Mâce, Mukaddime: 7.
[41] Deylemi’nin Müsnedü’l-Firdevs’inden
[42] İbni Adiyy’in El Kamil’inden.
[43] Taberani’nin Kebir’inden.
[44] Hakim’in Müstedrek’i ve deylemi’nin Müsnedü’l-Firdevs’inden
[45] Müsned, 4:402,411
[46] Deylemi’nin Müsnedü’l-Firdevs’inden.
[47] Hakim’in Müstedrek’i ve Darimi’den
[48] Feyzü'i-Kadîr, 3:242.
[49] İbni Mâce, Talâk: 21.
[50] Ebû Dâvud, Talâk: 1.
[51] Tecrid-i Sarih Tercümesi, 11:328.
[52] Hemmam’ın el-Fevaid’inden
[53] Buharî, Ahkâm: 34.
[54] Buhari, Diyat.9..
[55] Buhârî, Cihad: 76; Timizi, Cihad: 24; Müsned, 5:198.
[56] Taberani’nin Kebir’inden
[57] Taberani’nin Kebir’inden
[58] Beyhaki’nin Şuabü’l-İman’ından
[59] Ebu Nuaym’ın Hilye’sinden
[60] Beyhaki’nin Şibü’l-İman’ı ve İbni Adiyy’in el-Kamil’inden.
[61] Tirmizî, Menâkıb: 16; İbniMâce, Mukaddime: 11; Müsrted, 1:80.
[62] Ebû Ya'la'dan

Yüksel dedi ki...

[63] Taberani,nin Kebir’i ve İbni Adiyy,in el-Kamil,inden
[64] Abdullah bin Ahmed bin Hanbel'den.
[65] Deylemi’nin Müsnedü’l-Firdevs’inden.
[66] Timizi, Menâkib: 26
[67] Buhal, Vuzu; 7; Mösned, 1:268; 4:161.
[68] Beyhaki’nin Şuabu’l-İman ve Ebu Nuaym’ın Hilye’sinden.
[69] Buhari, Tefsir, sure 9, 12, 13; Müslim, Fedailu’s-sahabe: 25; Münafikin: 4; Tirmizi, Kıyame: 13; İbn Mace, Zühd: 13.
[70] Müsned: 4/29.
[71] Tirmizi, Menakıb: 31.
[72] Deylemi’nin Müsnedü’l-Firdevs’inden.
[73] İbni Ebi’d-Dünya ve Beyhaki’nin Şi’bü’l-İman’ından
[74] Mülk Suresi, 2.
[75] Sözler, s, 176-177.
[76] Mesnevi-Nuriye, s, 121, 122.
[77] Keşfü'İ-Hafâ, 2:90 (H. 1853.)
[78] Taberani’nin Evsaf’ından.
[79] Bakara: 2/83, 177, 285.
[80] Bakara: 2/220.
[81] Nisa: 4/2.
[82] Taberani’nin Kebir’inden.
[83] Beyhaki’nin Şi’bü’l-İman’ından.
[84] İbni Adiyy’in el-Kamil’i ve Ukayli’nin ez-Zuafa’sından.
[85] Taberani’nin Kebir’i ve Hatib’in Tarih’inden.
[86] Ebu Nuaym’ın Hilye’sinden
[87] Beha’nın Edeb’i ve Beyhaki’nin Sünen’inden.
[88] İbni Ebi’d-Dünya; Beyhaki’nin Sünen’i Taberani’nin Kebir’i ve Hatib’in Tarih’inden.
[89] Tirmizi, İlim:19.
[90] Hûd Sûresi, 112.
[91] Hutbe-i Şâmiye, s, 20.
[92] Ebu Kurretü’z-Zebidi’nin Sünen’inden.
[93] Tirmizi, Birr:55; Darimi, Rikak:47; Müsned, 3:5;5:153.
[94] Müslim' , Birr: 144;Ebu Davud, Libas:24;Tirmizi, Etime:30 ve İbni Hıbban’dan.
[95] Fussılet Sûresi, 34.
[96] Furkan Sûresi, 72.
[97] Teğabün Sûresi, 14.
[98] Tirmizî, Zühd: 2; Müsned, 2:310
[99] Hatib’in Tarih’inden.
[100] Ebu Davud,Cihad:44.
[101] Taberani’nin Kebir’inden.
[102] Hakim’in Müstedrek’i ve Ebu Ya’la’nın Müsned’inden
[103] Beyhaki’nin Şibü’l-İman’ından.
[104] Tirmizî, Cuma: 80; Müsned, 5:251,262.
[105] İbni Asakir’den
[106] Taberani’nin Kebir’inden.
[107] Taberani’nin Kebir’inden.

Yüksel dedi ki...

[108] Bakara Sûresi, 222.
[109] İbni Mâce, Taharet: 3; Tirmizî, Taharet: 3.
[110] İbni Mâce, Tahare: 26.
[111] Beyhaki’nin Şibü’l-İman’ından.
[112] Tirmizi, Fiten: 70, Edep:13; Müsned, 1:65,70.
[113] Deylemi’nin Müsnedü’l-Firdevs’inden.
[114] Müslim, Birr: 56; Mösned, 2:2,136.
[115] Ebû Davud, Tahare: 14; Ibni Mâce, Tahare: 21
[116] Buhari’nin Tarih’inden.
[117] İbni Sad’ın Tabakat’ından
[118] Buharı, Zekât: 10; Menâkıb: 25; Müslim, Zekât: 68; Neseî, Zekât 63; Darimî, Zekât: 24; Mösned, 4:256,257.
[119] Tirmizi’nin Nevadir’inden.
[120] Taberani’nin Kebir’i, Hakim’in Müstedrek’i, ve Beyhaki’nin Şi’bü’l-İman’ından.
[121] İbni Adiyy’in el-Kamil’i ve Beyhaki’nin Sünen’inden.
[122] Münâzarât, s. 48, 49.
[123] Hakim’in Müstedrek’inden
[124] Müsned, 1:233 ve Ebû Ya'Ia'dan
[125] Taberani’nin Kebir’i ve Beyhaki’nin Sünen’inden
[126] İsrâ Sûresi, 37.
[127] Lokman Sûresi, 18.
[128] Ebû Davud, Salât: 93; Neseî, İmame: 3; Müsned, 3:132,215.
[129] İbni Mâce, Taharet: 53; Müsned, 3:205.
[130] İbni Adiyy’in el-Kamil’i ve Deylemi’nin Müsnedü’l-Firdevs’inden
[131] Deylemi’nin Müsnedü’l-Firdevs’inden
[132] Müsned, 5:145.
[133] Müslim, İman: 121 ve Müsned, 2:377,415.
[134] Müsned, 5:427; Said bin Mansur'un Sünen'inden.
[135] Buhari’nin Tarih’i ve Taberani’nin Kebir’inden.
[136] Ebû Davud, Et'ime: 54.
[137] Ebu Davud, Etime:14.
[138] Buharı, Vesâya: 23; Hudûd: 44, Tıb: 48; Müslim, İman; 144; Ebû Dâvud, Vesâya: 10.
[139] Hakim’in Müstedrek’i ve Beyhaki’nin Şi’bü’l-İman’ından.
[140] İbni Adiyy’in el -Kamil’inden.
[141] İbni Adiyy’in el-Kamil’inden.
[142] İbni Cerir’in Tefsir’i ve Ebu’l-Hattap’tan.
[143] Taberani’nin Kebir’i ve Ahmet İbni Hanbel’in Müsned’inden.
[144] Ebu Avane ve Bağavi’den

Yüksel dedi ki...

[145] Said bin Mansur'un Sünen'inden.
[146] Darekutni’nin Sünen’i ve Beyhaki’nin Sünen’inden.
[147] Buhati, Salat: 52; Ezan: 81; Müslim, Misafirîn- 26" Nesel KıyâmOl-Leyl: 1; Taberânt, Sefer: 73; ibniMâce,
[148] Taberani’nin Kebir’i ve İbni Hıbban’ın Sahih’inden.
[149] fsrâ Sûresi, 32.
[150] Müsned, 5:199,
[151] İbni Mâce, Ticâret 3.
[152] Ebu Nuaym ve Deylemi’nin Müsnedü’l-Firdevs’inden.
[153] Buharı, Ahkâm: 23; Nikâh: 71; Ebû Dâvud, Zekât: 38; Edeb: 108; Müsned, 1:404.
[154] Geniş bilgi için bkz: Mektûbat, s. 12-13.
[155] Buhârî, Eşribe: 22; Bedü'l-halk: 11; Müslim, Eşribe: 97; EbûDâvud, Edeb: 161; Timizi, Etime; 15, Edeb; 74; Muvatta, Sıfat-in Neblyyi: 21.
[156] Buhari,Mevakiti’s-Salat:5,Cihad:1;Edeb:1;Tevhid:48;Müslim,İman:137,140;Ebu Davud,Edeb:120;Tirmizi,Salat:13.
[157] Buhar!, İman: 33; Mösned, 6:124.
[158] Beyhaki’nin Şi’bü’l-İman’ından.
[159] Taberani’nin Kebir’inden.
[160] Taberani’nin Kebir’inden.
[161] Beyhaki’nin Şi’bü’l-İman’ından.
[162] Ebû Dâvud, Sünnet 2.
[163] Tirmizi ve Hakim’in Müstedrek’inden.
[164] Tirmizi’den.
[165] Müslim, Fezâilü's-Sahabe: 8; İbni Mâce, Mukaddime 101; Tirmizi, Menakıb: 14.
[166] Buhari Edeb: 106; Müslim, Edeb: 2; İbni Mâce, Edeb: 30; Timizi, Edeb: 64; Dârimî, İsti'zâr, 20; Müsned, 2:24,128.
[167] .İbni Mace,Fiten:20.
[168] Buharı, Vekâle: 7; Itk: 13; Hibe: 24; Hums: 15; Megazi, 54; EbûDâvud, Cihad: 121.
[169] Buharı, Teheccüd: 7; Savm: 59; Enbiya: 38; Müslim, Siyam: 182,186,189,192; Ebû Dâvud, Savm: 53.
[170] Beyhaki’nin Şi’bü’l-İman’ı,İbni Hıbban’ın Sünen’i ve Ebu Yala’nın Müsned’inden.
[171] İbni Mâce, Edeb: 56; Müsned, 5:10,11, 20, 21.
[172] Abdullah’ın Zühd’ünden.
[173] Taberani’nin Kebir’inden.

Yüksel dedi ki...

135-[1:174, Hadîs No: 2193
Ömer'den (r.a.) rivayetle:
Allah'a en sevimli eviniz, içinde ikram gören bir yetimin bulundu­ğu evdir.[1]

136- [1:175, Hadîs No: 221]
İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
Sizin Allah'a en sevimli olanınız, az yiyip içen ve bedence hafif ola­nı nızdır.[2]

En büyük nimetlerden biri olan sağlık, ağız tadıyla hayat sürebilmenin en önemli unsurlarından biridir. Bunda dengeli ve ölçülü yiyip içmenin önemi elbetteki büyüktür.
Sağlığı tahrip eden sebeplerin ilk sıralarında ise çok yemek, aşırı ve denge­siz beslenme gelmektedir. Böyle davranmak herşeyden önce sorumluluk getirir. Çünkü bunda vücud emanetini gerektiği gibi koruyamamak, tehlikeye atmak söz konusudur. Hadiste bildirildiğine göre vücudumuzun da bizim üzerimizde hakkı olduğuna göre ona karşı vazifemiz onu gerektiği gibi korumak, tehlikelere maruz bırakmamaktır. Aksi halde "Kendi kendinizi tehlikeye atmayınız"[3] âyetindeki îka-za girmekten kurtulamayız.
Fazla beslenme sonucu ortaya çıkan şişmanlık her organa gerektiğinden fazla yük yüklemek, dolayısıyla onlara eziyet etmek, onları yormak demektir. 70 kiloluk bir vücuda hizmet etmesi gereken bir kalbin 80 kiloluk bir vücuda hizmet etme mecburiyetinde kalışını düşünün. Aslında bu başta kalb olmak üzere bir­çok organa zulmetmek demektir.
İş bununla kalmamakta; şişmanlık, yüksek tansiyon, kalb, damar, böbrek, solunum, sindirim, kemik, eklem hastalıklarından tut, ânî ölümlere varıncaya ka­dar birçok rahatsızlıklara sebep olmaktadır. Sağlık kitaplarında bunlar bir bir an­latı.
Kur'ân-ı Hakim, bu durumlara düşmememiz için ikazda bulunmakta, 'Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz"[4]buyurmaktadır. İslâm âlimleri bu âyeti sağfık açı­sından o kadar önemli görürler ki "Tıbbın yarısı işte budur!" derler.
Peygamberimizin, âdemoğlunun doldurduğu kapların en kötüsünün mide ol­duğunu bildirişi oldukça manâlıdır. Yeme içmede takip edilmesi gereken usûlü de şöyle belirtmişlerdir: "Âdemoğluna belini doğrultacak kadar yemek yeterlidir. Eğer yemek istiyorsa midesini üçe ayırsın. Bir kısmını yemekle, bir kısmını da suyla doldursun. Üçte birini de boş bıraksın." Gelişen ilim bu hadîste tavsiye edilen usûlün insan hayatı için son derece faydalı olduğunu kabullenmekte, böyle davranmanın birçok hastalığa engel olduğunu belirtmektedir. Bu hususta diğer bir ölçü de iyice acıkmadan yemek yememe, yerken de daha iştah varken kalkmadır. Resûlullah zamanında Arabistan'a İran'dan bir doktor gelmiş, hasta­ları tedavi etmek istemişti. Ne var ki aradan günler geçtiği halde hiçbir hasta gel­memişti. Kendisine iş çıkmayacağını anlayınca Peygamberimize gelmiş, gitmek için izin istemişti. Fakat merak ettiği bir sorusu vardı. Sahabe ne yapıyordu da hasta olmuyordu? Peygamberimize sormadan edemedi. Şu cevabı verdi Pey­gamberimiz: "Benim Ashabım iyice acıkmadan yemek yemezler. Yedikleri za­man da tıka basa değil, daha iştahtan varken kalkarlar." İranlı doktor heyecan­landı ve şöyle dedi: "İşte sağlığın şartı budur!"
İbni Sina da sağlıklı yaşamada, yeme içmede ölçülü olmanın önemli rolünü şöyle anlatır:
"Tıp ilmini iki satırda topluyorum. Sözün güzelliği kısalığtndadır. Yediğin va­kit az ye. Yedikten sonra dört beş saat kadar daha yeme. Şifa, hazımdadır. Yani kolayca hazmedeceğin miktarı ye. Nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, ye­mek üstüne yemek yemektir."

Yüksel dedi ki...

Sağlığı korumanın manevî hayata yönelik faydaları da vardır. Manevî haya­tın devamı, çokça ibadet edebilmek, şevk ve zevkle manevî hizmetlere yönete­bilmek için de sağlık çok önemlidir. Sağlık tehlikeye düştü mü, bu hizmetler de büyük ölçüde aksayacakta. Hasta insan îcabında yerinden kalkamazken, genç ve dinç bir kimse zevk ve şevkle kendini ibadete verebilecektir. "Kuvvetli mü'min zayıf mü'minden hayırlıdır" hadîsinin mânâlarından biri de "Sağlıklı mü'min, sağlığı bozuk mü'mine göre daha hayırlıdır" şeklindedir.
Çok yiyip içme manevî hayatın zedelenmesine ele sebep olabilir. Çünkü böyle bir insan, manevî hayatı sarsabilen helali, haramı araştırma titizliğini de yitirebilir. Hele maneviyatı zayıfsa imkânları yetmediğinde kolaylıkla haramlara girebilir.
Bu kısa izahtan sonra Allah'a en sevimli olan insanın az yiyip içen ve beden­ce hafif olan insan olarak belirtilmiş olmasının hikmet ve önemi herhalde daha iyi anlaşılmış olacaktır.

137- [1:176 Hadîs No: 222]
Yezid bin Üseyd rivayet ediyor:
Kendin için istediğini insanlar için de iste.[5]

138- [1:176, Hadîs No: 223]
Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
Sevdiğini Ölçülü sev; bir gün gelir sevmediğin biri olabilir. Sevme­diğini de ölçülü olarak sevme; bir gün gelir dostun olabilir.[6]

139- [1:177, Hadîs No: 224]
İbni Abbas'tan (r.a.) rivayetle:
Size verdiği nimetlerin çokluğu sebebiyle Allah'ı sevin. Allah uğru­na sevgi sebebiyle beni sevin. Ben kendilerini sevdiğim için de Ehl-i Beytimi sevin.[7]

140- [1:178, Hadîs No: 225]
İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor: Şu üç şey sebebiyle Arapları sevin:
1. Ben Arap olduğum için.
2. Kur'ân Arapça olduğu için.
3. Cennette Arapça konuşulacağı için.[8]

Peygamberimizin Araplar içinden gönderilmesi, Kur'ân'ın Arapça oluşu ve Cennette Arapça konuşulmasının şüphesiz birçok hikmetleri vardır. Resûlullah o günün dünyasının en bozuk bir bölgesinde gönderilmiş, onların anlayacağı bir dille onlara hitap etmiş, edebiyatın ilerlediği bir dönemde aynı zamanda edebî bir mucize olan Kuranla peygamberliğini ispat etmeye çalışmıştı. İlk muhatap­ları Arap olan bir topluma gönderilen bir kitabın Arapça gönderilmesi kadar tabii ne olabilir?

Yüksel dedi ki...

Arapça, harflerinin yeniliği, tamamlığı; kelimelerinin îtidalli otuşu ve zenginliği; çekim ve kelime türetimindeki asalet, ahenk ve çeşitlilik, kinaye ve mecazlarındaki güzellik, edat ve takılarındaki düzgünlük, faydatılık, çekimlerin-deki incelik gibi birçok husus itibariyle mevcut diller içerisinde maksadı ifade et­me açısından en güçlü olanıdır. Arapçanın çok geniş ve şümûliü, az cümleyle çok mânâ ifade edilebilen zengin bir dil oluşu, asırlar sonra anlaşılabilecek mâ­nâ ve hakikatleri de içerisine almasını sağlamıştır. Hz. Ali'nin "Sadece Fatiha Sûresi için yetmiş deve yükü tefsir yazarım" demesi Kur'ân'ın nasıl engin ve zengin bir okyanus olduğunu göstermektedir. Her İşinde nice hikmetler yaratan Cenab-ı Hak, Kur'ân'ı Arapça göndermek suretiyle her asrın insanına bu derin mânâları bulmaya sevk etmiş, Yusuf Sûresinin ikinci âyetinde "İyice anlayasmız diye, Biz onu Arapça bir Kur'ân olarak indirdik" buyurmuştur.
Peygamberimizin, kendisinin Arap, Kur'ân'ın ve Cennet lisanının Arapça olu­şunu açıkça bildirerek Arapları sevmeyi tavsiye etmesinde ise şüphesiz mühim incelikler ve sırlar vardır. İslâmiyet Türklükle olduğu gibi Araplıkla da aynîleş-mistir. Türk denince İslâmiyet hatıra geldiği gibi Arap denilince de İslâmiyet ha­tıra gelmektedir. Resûlullaha gönülden bağlanmış, dâvasına canla başla sarıl­mış Sahabe genellikle Araptı. İslâmın temelini onlar atmışlardı. Kur'ân'a en büyük hizmeti onlar yapmışlardı. Kur'ân'ı en İyi anlayıp uygulayan onlardı.
Resûlullahın "Ben Arabım" buyurusunu düşünürken bu kudsî hakikatleri de göz önünde bulundurmak gerekir. Zaman zaman, bilhassa çağımızda Araplar aleyhine yürütülen karalama ve kötüleme kampanyalarının İslâm birliği ve kar­deşliğini nasıl yaraladığı, bölünme ve parçalanmalara vesile olduğu bütün ıztı-raplanyla yaşanmıştır. Âlet olunmaması, böyle bir duruma düşülmemesi gerek­tiğini Resûlullah mucizevî bir tarzda beyan buyurmuşlardır. Irkçılığı öne sürüp İslâm dünyasını parçalamayı hedef alan ve Müslümanları birbirine düşüren ve Arap düşmanlığını körükleyen İslâm düşmanlarının bu oyunlarını nazara alma­yıp şuursuzca tavırlar takınmak büyük bir felâkettir. Bediüzzaman'ın ifadesiyle "sinek ısırmasın diye müthiş yılanlara kendini kaptırmak" nevinden bir divanelik­tir. Büyük ejderhalar hükmündeki Avrupa'nın doymak bilmeyen hırslarına, açtık­ları pençelerine ehemmiyet vermemek, belki onlara manen yardım etmek de­mektir. Irkçılık fikriyle Şark vilayetlerindeki vatandaşlara ve güneydeki dindaşla­ra düşmanlık besleyip, onlara karşı cephe almak, çok zararları ve tehlikeleri de beraberinde getirir. Bunun yanlışlığını ise Bediüzzaman şöyle dile getirir; "O Cenub efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın. Ce-nubtan gelen Kur'ân nuru var; İslamiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur."
Bediüzzaman onlara düşmanlığın insanı nasıl bir tehlikeli sonuca götürdü­ğünü de şöyle anlatır:
"İşte o dindaşlara adavet [düşmanlık] ise, dolayısıyla İslâmiyete, Kur'ân'a dokunur. İslâmiyet ve Kur'ân'a karşı adavet ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviyye ve hayat-ı uhreviyeyyesine bir nevi adavettir. Hamiyyet nâmına ha­yat-ı içtimaiyeye hizmet edeyim diye, iki hayatın temel taşlarını harap etmek; hamiyet değil hamakattır [aptallıktır]. [9]
Bütün mesele îman kardeşliği potasında eriyebilmek, dünyanın neresinde olursa olsun bütün Müslümanlara karşı kardeşçe duygular besleyebilmektir.

Yüksel dedi ki...

141. [1:179 Hadîs No: 227]
Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
Fakirleri sevin ve onlarla oturup kalkın. Kendi kusurunu bilmen, seni başkalarının kusurunu araştırmaktan alıkoysun.[10]

İmtihan dünyası gereği Cenab-ı Hak, bazı kullarını zengin, bazılarını da fa­kir yaratmıştır. Herkesin rızkı takdir edilmiş, kısmeti belirlenmiştir. Bazıları çalı­şır, çabalar zengin olur; bazıları da çalışmasına rağmen fakir kalır.
Böyle olunca zenginlik böbürlenme ve büyüklenme vesilesi olamayacağı gibi fakirlik de üzülme ve ezilme vasıtası olamaz. Zengin, imkânlarını Allah'ın bir ih­sanı bilip, bir şükran ifadesi olarak fakirleri gözetmek, ellerinden tutmakla mükel­leftir.
Hadîste fakirleri sevme, onlarla oturup kalkma emredilmiştir ki, bunun birçok faydaları vardır. Herşeyden önce fakirlerle oturan kimse gururunu, kibirini kır­makta, tevazu ve şefkat kanatlarını açmaktadır. Tevazu âbidesi olan Resûlulla­hın en güzel âdetlerinden biri de fakirlerle oturup kalkmasıydı. Hatta bu davra­nışlarını gurur ve kibirden yanlarına yanaşılmayan müşrikler bir türlü hazmede-miyorlardı. Birgün Selman-ı Farisî, Ebû Zer gibi fakir mü'minlerle sohbet etmek­te olan Resûlullahın yanına gelen müşrikler, 'Ya Muhammedi" dediler. "Ne zaman senin yanma gelsek, bu fakir kimseleri buluyoruz. Biz Mudar kabilesinin eşrafıyız. Bunları yanından uzak tut ki, sana îman edelim. Biz bunlarla bir arada bulunmaktan ar duyuyoruz, nefsimize yediremiyoruz. Şayet biz îman edersek, her kabile iman eder."
her kabile iman eaer.
Oysa Cenab-ı Allah, Resulüne nasıl davranacağını indirdiği âyetiyle şöyle bildirmişti: "Ey Muhammedi Rablerinin rızasını dileyerek sabah akşam Ona iba­det edenlerle sabret. Sakın dünya hayatının aldatıcı zinetine kapılıp gözünü Ashabından ayırma."[11]
Bunun üzerine Resûlullah Selman'la Ebû Zer'i buldu, haklarında âyetin indi­rildiğini bildirdikten sonra şu müjdeyi verdi:
"Sizinle beraber sabretmeyi emretmeden canımı almayan Allah'a hamd ve senalar olsun. Şunu bilin ki, ben yaşadığım müddetçe aranızda yaşayacağım. Öldüğüm zaman aranızda öleceğim."[12]
Hz. Nuh'a da o günün müşrikleri aynı şeyleri söylemişlerdi: "Ey Nuh, başın­dan o fakirler topluluğunu kov! Biz onlarla beraber bulunmayı, bir zütl telakki edi­yoruz. Onları kovarsan biz de îman ederiz."
Hz. Nuh ise onlara şu cevabı vermişti: "Ben onları asla kovamam. Onlar âhi-rete ve Allah'a inanan kimselerdir. Allah'a îman edenlerin ise, şanı çok yücedir. Rableri onlara âhirette nice nice nimetler hazırlamıştır. Halbuki sizler, üstünlü­ğü, geçici mal ve mevkilerde anyorsunuz. Ne îman edenlerin kadrini ve ne de onları âhirette bekleyen nîmetleri biliyorsunuz. Allah'a ve âhirete inanmadığınız halde, böyle bir teklifte bulunmanızın mânâsı nedir? Böylesine kıymetli ve aziz olan mü'minleri sizin hatırınız İçin yanımdan kovarsam, beni Allah'ın azabından kim kurtarır? Şunu iyi bilin ki, sizlerin hepinizi, şu halinizle onların bir tekine bile tercih etmem."[13]

Yüksel dedi ki...

Fakirlerle beraber olan onların durumlarını, acı hal ve tztıraplarını daha ya­kından hissetme fırsatı bulur. Vicdanen harekete geçip yardımlarına koşar.
Sonra zengin, o imkân ve nimetlere bir ölçüde fakirler sayesinde ulaştığının şuurunda da olmalıdır. "Zayıflarınız sayesinde nzıklanırsınız" hadîsi o zayıf ve fakirlere şükran borcumuz olduğunu da göstermektedir.
Öte yandan fakir haldeki birçok işçi, memur kimseler sayesindedir ki, zengin­lerin çarkı dönmektedir. Onların çalışmaması demek, çarkın durması demektir. Öyleyse durumu iyi olmayan hiçbir kimse hor ve hakir görülmemelidir.
Fakir ve yoksullarla bir arada bulunmak onların hayırlı dualarını almaya da vesiledir. Bu dualar vesilesiyle Cenab-ı Hak zenginlerin işlerini kolaylaştırır.
Bu davranış aynı zamanda içtimaî kaynaşmayı ve kenetleşmeyi de sağlar. Toplum yekvücut haline gelmiş olur. Böyle toplumlarda alt-üst kavgası, zengin-fakir çatışması da olmaz. Zenginler fakirlere şefkat ve sevgiyle eğilirlerken, fa­kirler de onların iyilikleri için duacı olurlar.
Hadisin ikinci cümlesi de her Müslüman için bir ölçü olacak mahiyettedir. İn­san kendini kusurlu bilip ve kendi kusurlarıyla meşgul olup onları düzeltmeye çalışsa başkalarının kusurlarını görmeye, onlarla meşgul olmaya fırsat dahi bu­lamaz. Biz herkesten önce kendimizden mes'ûl olduğumuza göre bize başkala­rının kusurları değil, kendi kusurlarımız sorulacaktır.
Kişinin kendi kusurlarıyla uğraşması aynı zamanda tekâmülünün de esasını teşkil eder. Başkalarının kusurlarını sayıp dökmekten başka iş bilmeyen kimse­ler kendilerini yetiştirme, olgunlaştırma fırsatı da bulamazlar.
Kendi kusurunu bilen insan, o kusurunun ezikliği içerisine bürünür, başkaları­nın kusurlarıyla uğraşmanın uygun olmayacağını düşünür ve o kusurlardan kur­tulmaya çalışır.

142- [1:180, Hadîs No: 229]
Enes'den (r.a.) rivayetle:
Mü'minin yitik malı olan ilmi elde ettiğinizde, onu kaybolmaktan koruyunuz.[14]

143- [1:182, Hadîs No: 234]
îbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
Sizi çok çok övenlerin yüzüne toprak saçın.[15]

Birinden birşey istediğinde karşısındaki kimseyi çok çok öven, dalkavukluğu kendisine meslek ve geçim vasıtası yapan, överken sözlerine yalan karıştıran kimseler vardır. İşte, Peygamberimiz böylelerini hoş karşılamıyor. Hadîste ge­çen "toprak saçma" ifâdesi, "birşey vermemekten" kinayedir. Buna göre hadîsin mânâsı, "Yalan sözlerle çok överek sizden birşey isteyen kimseye birşey verme­yin, onu boş çevirin" demek olur. Zaten Peygamberimiz (as.m.) başka bir hadîs­lerinde de "Birşey isterken söze karşıdakini överek başlamayın" buyurmuşlardır.

Yüksel dedi ki...

144- [1:186, Hadîs No: 243]
Sevbân (r.a.) rivayet ediyor:
Mü'minin ferasetinden sakınınız. Çünkü o Allah'ın nuru ile bakar ve Onun muvaffak kılmasıyla konuşur.[16]

Bütün güzellik ve faziletlerin kaynağı olan îmanın mü'mine kazandırdığı en önemli özelliklerden birisi de ferasettir. Mü'min ferasetlidir, basiretlidir, keskin görüşlüdür, hadiseleri iyi değerlendirir, sonucu baştan görür. îmanın kuvvetliiiği ölçüsünde bu özellik mü'minde inkişaf eder. Âdeta insanların kalblerini okurca­sına bir inkişaf kaydeder mü'min. Öylesine bir anlayış ve şuura erer ki jylyi kötü­yü, hileyi hud'ayı bir çırpıda kestirir, meseleyi hemen kavrar. Kolay kolay hük­münde yanıJmaz. Mü'minin bu özelliğini bilen münafık ve kâfirler, hareketlerinde dikkatli olmak, adımlarını ihtiyatla atmak zorunda kalır, hile ve desiselerinin su yüzüne çıkacağını, aldatma ve düzenbazlıklarının keşfedileceğini düşünür, dik­katli davranırlar.
Mü'minin bu anlayış ve keskin görüşlülüğü, Allah'ın nuruyla bakmasından dolayıdır. Bu nura hiçbir güç dayanamaz. Fikrî bir atmosferde de yine mü'minin ortaya koyduğu deliller ve ispatladığı meseleler karşısında muarızlar iki kelâm edemez, susmak zorunda kalırlar. Çünkü mü'minin dayanağı kuvvetlidir. Kur'ân'ın akla ve mantığa dayalı esaslarını kendine esas edindiği içindir ki, kim­se onun sırtını yere getiremez, mağlup edemez.

145- [1:187, Hadîs No: 245]
Ebû'd-Derdâ (r.a.) rivayet ediyor:
Dünyadan sakınınız. Çünkü dünya Harut ve Maruftan daha fazla büyüleyicidir[17].

Hârut ve Mârut Hz. Süleyman zamanında insanlara sihir öğretmekle görevli iki melekti. İmtihan için gönderilmişlerdi. İsteyen herkese bu ilmi öğreteceklerdi. Ne var ki, insanlar bu ilmi şerre âlet etmeyeceklerdi. Bu iki melek sihrin şerrin­den korunmak ve onu şerre kullanmamak şartıyla insanlara bu ilmi öğretiyorlar­dı. Ellerindeki sanat cazipti, büyüleyiciydi.
Peygamberimiz (as.m.) insanları dünyanın şerrinden sakındırmak için Hârut ve Mârufu misâl vermekte, dünyanın onlardan daha büyüleyici olduğunu bildir­mektedir.
Evet, dünyanın zevkleri, eğlenceleri caziptir. Nefsin hoşuna gider. İnsanı o kadar büyüler, sersemleştirir ve sarhoşlaştırır ki, insan ölmeyecekmişcesine on­lara sarılır. Ayıldığında bakar ki ömrü bitmiş, elinde zevk ve eğlence namına birşey kalmamış, günahları ise boynuna yüklenmiş.
Hadîslerde dünyayı sevmenin her kötülüğün başı olarak gösterilmesi, yukar­da geçtiği gibi ondan sakınmanın tavsiye edilmesi, işte dünyanın sefahete, oyun ve eğlencelere, gayr-i meşru keyiflere bakan bu yönüdür. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle dünyanın zevk ve eğlenceleri zehirli balı andınr. Tadım­lıktır. Ağza beş dakika tad verir, ama saatlerce kann sancısı çektirir. Gayr-i meşru zevklerin nerede başlayıp nerede biteceği belli olmaz. Hastahanelerde mi, hapishanelerde mi veya kabristanlarda mı noktalanır, bilinmez. Bir saat zevk uğruna, saatlerce, günlerce, yıllarca ıztırap çekmenin akılla, mantıkla bağdaşır yanı yoktur. Artık o zevk, zevk olmaktan çıkar. Hiçbirşey olmasa bile ayrılık acı­sı, ona kavuşmanın lezzetini hiçe indirir.
Ama insan dünyanın bu fânî ve nefse hitap eden yönünden yüzünü çevirip âhirete bakan yönlerine yönelse, o zaman dünya, gerçek mânâda değer kazanır ve ebedî saadete bir atlama basamağı olur.
Evet, dünyanın diğer ikinci yüzü, âhiretin tarlası hükmünde olan yüzüdür. Bu yönüyle dünyaya ne kadar çok çalışılsa yeridir. İyi amel tohumlarını eken insan­lar öbür tarafta iyi neticeler alırlar.

Yüksel dedi ki...

Dünyanın üçüncü bir yüzü ise, Cenab-ı Hakkın Esmâ-i Hüsnasına bakan yü­züdür. Bu yönüyle dünya Esmâ-i Hüsnaya bir aynadır. Neye bakılırsa bakılsın, Cenab-[ Hakkın isimlerinin birer nakşı, sanatı olduğunu anlamak zor olmaz. Herbir eşyada görünen güzellikler Cemîl isminden, binbir faydayla yaratılışları Hakim isminden, ince bir plânın eseri oluşları Mukaddir isminden, harika suret­leri Musavvir isminden kaynaklanmaktadır. Bir ilmin eseri oluşları, Alîm ismini, bir kudretin neticesi oluşları Kadir ismini; bir iradenin sonucu oluşları da Mürîd ismini göstermektedir. O hatde Cenab-ı Hakkın güzel isimlerine birer ayna olan yaratıkları bu yönleriyle sevmek, takdir etmek, Allah'ın eşsiz büyüklüğünü ve kudretini görmek,mânâsına geldiğinden faydalıdır. Bu yönüyle de dünya ne ka­dar sevilirse sevilsin yeridir.

146- [1:188, Hadîs No: 247]
Ebû Hüreyre'den (r.a.) rivayetle:
Nefsin gizli desisesinden sakının. Âlim etrafında insanların otur­masını ister.[18]

Manevî makam yükseldikçe nefis ve şeytanın hile ve tuzakları da o ölçüde artar. Nefis ve şeytan ilim yolunda olan ve hakka hizmet edenlerle daha çok uğ­raşır. Onun içindir ki birçok badirelerden geçen âlim her adtm başı önüne çıka­bilecek manevî tuzaklardan sakınmakla baş başadır. Bu tuzaklardan biri de et­rafına kendini dinleyecek kalabalıkların toplanmasıdır.
Bunda ne gibi mahzurlar olabilir? Eğer nefis bunlardan hoşlanıyor ve âlimi havalara sokuyor, üstünlük kompleksine kaptırıyor, "Bakın, ben ne kadar büyük ve değerli bir âlimim ki herkes beni dinliyor, etrafımda halkalanıyor" dedirtiyorsa, işte o zaman tehlike çanları çalıyor demektir. Nefis artık âlimin o kadar içine iş­ler ki ne kadar çok insan dinlerse o kadar çok hoşlandırır, az insan dinlediğinde de hayai kırıklığına uğratır.
Nefsin bu desisesinden kurtulmanın yegâne çâresi ihlasa sarılmaktır. Az ve­ya çok ne kadar insan dinlerse dinlesin bunları ne büyüklük, ne de küçüklük me­selesi edinmemektir. "Benim vazifem hizmettir, anlatmaktır. Az veya çok ne ka­dar insan dinlerse dinlesin, kabul etsinler veya etmesinler, bunlar beni ilgilen­dirmez. Dinletmek, kabul ettirmek Allah'a aittir. Benim vazifem ise sadece anlat­maktır. Gerisine karışmam" diyebilmektir. Bu duygu ve düşünce yerleştiğinde ne kadar büyük kalabalıklar dinlerse dinlesin artık âlim böbürlenmez. Dinleyen­leri azaldığında da üzülmez. Aşk ve şevkle hizmetini yürütür, sonucu Allah'a bı­rakır ve mükâfatını Ondan bekler,

147-[1:189, Hadîs No: 250]
Ali'den (r.a.) rivayetle:
Zulümden sakınınız. Çünkü zulmün cezasından daha süratli gelen hiçbir ceza yoktur.[19]

Yüksel dedi ki...

148. [1:190, Hadîs No: 251]
Ali bin Hüseyin bin Ali rivayet ediyor: Ziraat yapınız. Çünkü o mübarektir.[20]

Tabiî nzık vasıtası üçtür: Sanat, ziraat ve ticaret. Hadîslerinde ziraatçılığı tavsiye eden Resûlullah bu üç yoldan birisi olan ziraatçılığın mübarek bir mes­lek olduğuna dikkatleri çekiyor. Bu mesleği hor ve hakir görüp ziraatçılığa ya­naşmayan insanlara verilebilecek en güzel cevaplardan biri bu olmalıdır. Rızkın en büyük kaynaklarından biri şüphesiz topraktır. En büyük geçim vasıtalarından birisi de bu değil midir? Birçok ülkede nüfusun çoğunluğunun toprakla uğraşma­sı ziraatçılığın insanların hayatındaki yeri ve önemini gösterir. Kalkınmış ülkele­rin bile tarım ürünlerine muhtaç oiuşu ziraatın her devirde geçerliliğini koruduğu­nun delilidir.
Resûlullahın diğer bir çok önemli meslek yanında özellikle ziraatçılığa teşvik edişi, hatta başka bir hadîslerinde "Dünya öküzle balık üzerinde duruyor" buyu­rurlarken de içtimaî hayatta, geçim vasıtaları arasında Öküzü sembol olarak gösterirken de ziraatçılığın ehemmiyetine dikkat çekmiştir. Birgün eli nasırlaş­mış bir çiftçinin elini okşayarak, "İşte AHah ve Resulünün sevdiği el" buyurusu da herkesçe bilinen hakikatlerdendir. Resûlullahın ziraatçılığı teşvik eden daha birçok hadîsleri vardır. Bunlardan biri şöyledir: "Herhangi bir Müslüman bir ağaç diker veya ekin eker de ondan bir kuş, bir insan veya hayvan yerse, muhakkak ki onun için sadaka olur[21]
Hz. Âdem gibi insanlığın atası olan bir Peygamberin yeryüzünde ilk defa çift­çilik yapan insan oluşu, peygamber mesleği olan çiftçiliğe bir teşvik mânâsı taşı­mıyor mu?
Koca süper devletlerin bile toprak ürünleri ithal etmek zorunda kaldığı bir za­manda toprağı gerektiği gibi değerlendirebilmek ve bunun yollarını aramak, kal­kınmanın önemli unsurlarından biri olduğu kadar dinimizin de bizden istediği önemli davranışlardan biridir.

149, [1:190, Hadîs No: 252]
îbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor:
En güzel Kur'ân okuyan insan, okurken Allah'tan korktuğunu an­ladığın kimsedir.[22]

150. - [1:191, Hadîs No: 254]
Ebû Saîd (r.a.) rivayet ediyor:
İdareci olduğunuzda iyilikle muamele edin. İdareniz altındakile­rin kusurlarını affedin.[23]

151- [1:191, Hadîs No: 255]
Âişe'den (r.a.) rivayetle:
Allah'ın nimetlerine gereken saygıyı gösterin ve günah işleyerek onu elinizden kaçırmayın. Çünkü bir topluluğun elinden kaçan nimet nadiren geri gelir.[24]

Nimet denilince insanın yiyip içtiği, giyip kuşandığı, tek kelimeyle faydalandı­ğı şeyler hatırımıza gelir. Allah yer ve göklerin nimetlerini biz kulları için hazırla­mış, önümüze sermiştir. Bunlardan âzami ölçüde faydalanmak, çare ve vasıta­larını bulmak da bize düşmektedir.
Yalnız Rabbimiz bu nimetlere saygı duymamız şartını da getirmiştir. Nimete saygı duymak demek sadece dille "Allah'a hamdolsun, şükürler olsun" demek­ten ibaret değil, nimetleri yerli yerinde ve en güzel şekilde kullanmak demektir. Bunun da yolu helal dairede kalmak, haramı helali ayırmak, israfa girmemek, ik­tisat ve kanaat etmek, kısacası şükretmekten geçer. Şükür nimetin devamını sağlamakla kalmaz, artmasına da vesile olur. Nimete saygı göstermemek, nânkörlük etmek, o nimetleri günaha âlet etmek İse nimetin elden kaçmasına vesile olur. Bir âyette, "Siz şükreder, îman ederseniz, Allah size niye azap etsin?"[25] buyururken, diğer bir âyette de, "Eğer siz şükrederseniz andolsun ki, nimetimi arttırırım. Eğer nankörlük ederseniz azabım çetin olur[26] buyurulmaktadır. Nime­te saygı duymayanlar nimeti sadece ellerinden kaçırmakla kalmaz, şiddetli bir azaba da duçar olurlar.
Eğer bu nimet kişiyi değil de toplumu alâkadar ediyorsa, ekseriyetin o nime­tin değerini bilmemesi, nimetin elden kaçmasını netice vermekle kalmaz, sıkıntı ve ıztırapları da beraberinde getirir. Kişi ve toplum olarak yaşadığımız birçok hâdise bu gerçeğin birer tefsiri mâhiyetinde değil midir?

Yüksel dedi ki...

152- [1:192 Hadîs No: 256]
Ebû Hüreyre (r.a.) Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurdu­ğunu rivayet ediyor:
Namazda saflarınızı düzgün tutunuz.

Cemaatle namaz kılarken safları düzgün ve sık tutmak cemaatle namazda aranan mühim hususlardan birisidir. Safların tertibi, birinci ve onu takip eden saflarda namaz kılmanın fazileti ve sevabı hakkında pekçok hadîs vardır. Pey­gamberimiz bir çok hadîslerinde mü'minleri bu hususta ikaz etmiştir. Yukarıdaki hadîsten başka daha pekçok hadislerinde Peygamberimiz düzgün saf tutmanın ehemmiyetine dikkat çekmiştir. Meselâ şu hadîslerinde birinci safın faziletini na­zara veriyor ve şöyle buyuruyor:
"Allah birinci safı dolduranlara rahmet eder; melekler de onlar için duâ eder­ler. Safları doldurmak için atılan bir adımdan Allah rızâsına daha yakın başka bir adım yoktur."[27]
Safların tertibine son derece ehemmiyet veren Peygamberimiz, safları bir mızrak gibi düzeltmeden namaza başlamazlardı. Hz. Ömer safları düzeltmesi için hususî birini görevli tâyin etmişti. O da Resûtullah gibi saflar tam olarak dü­zeltilmeden namaza başlamazdı. Hz. Osman ve Hz. Ali de namaza başlamadan önce safları bizzat düzeltirlerdi.

153- [1:192 Hadîs No: 257]
Seki bin Hamaliye rivayet ediyor:
Güzelce giyinip kuşanınız; kılık kıyafetinizi düzeltiniz. Tâ ki in­sanlar arasında siyah üzerindeki beyaz gibi görünesiniz.[28]

Siyah bir zemin üzerindeki beyaz bir nokta hemen dikkati çeker. Mü'min de işte o beyaz nokta gibi îman ve ahlakıyla olduğu gibi, giyim ve kuşamıyla da di­ğer insanlardan farklı olduğunu göstermekle mükelleftir. Sahip olduğu îman, iba­det ve güzel ahlâk onu âdeta melekleştirirken, pırıl pırıl, ter temiz kıyafetlere bü-rünüşü de ona olgunluk, ağırlık ve güzellik kazandırır.
Niçin mü'min siyah üzerindeki beyaz gibi olmalıdır?
Mü'minin mühim bir vazifesi Esmâ-i Hüsnâya aynalık yapmaktır. Zerreyi, kü­reyi, çiçeği, sineği, kelebeği, bebeği, kısacası herşeyi plânlı, programlı, düzenli ve sanatlı yaratan Allah, tabiatta sergilediği renk ve ahenk cümbüşüne insanın da uyum sağlamasını istemektedir. Diğer yaratrklar bir noktada buna mecburen ayak uydururlarken, insan iradesiyte, şuuruyla katılacaktır. O halde tertiplilik, dü­zenlilik, kılık kıyafetteki düzgünlük Cenab-i Hakkın kâinatta tecelli etmekte olan Musavvir, Mukaddir, Cemîl, Mücemmîl gibi isimlerine bir ayna, bir mazhar ve te-celligâh olmaktan ibarettir.
Güzel ve düzgün giyinme insanın kibire, gurura kaptırmasına sebep olmaz. O niyetle olmadfkça kibir ve gurur olmaz. Peygamberimiz (a.s.m.) birgün "Kal­binde zerre kadar kibir bulunan kişi Cennete giremez" buyurduğunda, "İnsan el­bisesinin, ayakkabısının güzel olmasını sever" demişler, Resûlullah da şöyle buyurmuşlardı:
"Allah Cemîldir, güzelliği sever. Kibir hakkı beğenmemek, şımarmak ve in­sanları küçümsemektir."[29]

Yüksel dedi ki...

O halde insan hakkı beğenmeme, kılık kıyafetle şımarma, çalım satma, in­sanlara tepeden bakma gibi bir duruma girmediği sürece Cemîl ismine mazhar olacaktır.
Elbette güzel, tertipli ve derli toplu giyinmenin kibirle alâkası olamaz.Tehlike, herşeyi kılık kıyafette arama şaşkınlığına düşme, onu üstünlük ölçüsü gibi görme, insana gerçek değer veren üstünlüklere, manevî değer ve faziletlere yan bakma, elbiseyle büyüklenme ve gururlanmaya kalkmadır. Allah Resulü, "Allah, kibirli kibirli elbisesini çekip duran kişinin yüzüne bakmaz. O elbise ister helal-dan, isterse haramdan temin edilmiş olsun"[30] buyurarak yanlış ve tehlikeli olan giyinmenin büyüklük vasıtası yapılan giyim ve kuşam olduğunu açıkça belirt­mişlerdir.
Tehlike kılık kıyafetle gösterişe kaymaktır. Sırf insanlara gösteriş olsun diye, şöhret sevdasıyla güzel giyinen kimse kendini Allah'a değil, insanlara beğendir­meyi düşünme sevdasındadır. Kulu Allah beğenmedikten sonra insanlar beğen­miş kaç para eder? Sonra Allah, insanların'kalbine beğenme duygusunu koyma-sa atlastan, ipekten elbiseler de giyse yine beğenmezler. İbni Ömer'in rivayet etti­ği bir hadîs de şöhret için elbise giyenlerin kulaklarını çınlatacak ehemmiyettedir. Hadîse göre böyle bir kimseye, Cenab-ı Hak, Kıyamet Gününde şöhretelbisesi yerine zillet elbisesi giydirecek, sonra da o elbiseyi ateşle alevlendirecektir.[31]
Demek ki kibire, riyaya, şöhrete, küfran-ı nimete kaçmadığı sürece güzel, te­miz ve düzenli giyinmenin dinimizin açık tavsiye ve emirleri arasında olduğu gözden uzak tutulmamalıdır. Cuma, bayram ve cemaat namazlarına katılırken temiz ve düzenli elbiseler giymenin tavsiye edilişini bunlar arasında saymak ge­rekir.
Ayrıca güzel giyinmek, "Allah verdiği nimetin eserini kulunun üzerinde gör­mek ister" hadîs-i şerifinde anlatılan hakikate de uygun hareket etmek demektir. Mü'min imkânları ölçüsünde giydiği temiz ve düzgün kıyafetlerle Allah'ın nimet­lerine şükretmenin işaretini de taşımış olur.
Bilhassa öze değil kabuğa, ruh yerine şekle, kalbi bir tarafa atıp görünüşe, fazilet yerine kıyafete önem verildiği günümüzde İslâmı temsilde manen görevli olan her mü'minin dilleri ve halleriyle olduğu kadar, kılık kıyafetleriyle de çekici bir platformda olmalarının birçok faydaları vardır. Perişan kıyafetli bir kimse, is­terse içinde hazineler taşısın, antipati uyandırmak ve sahip olduğu hakikatlere gölge düşürmekle baş başa kalabilir. İslâmı bütün berraklığıyla sunabilmek için bu hususu da göz önünde bulundurmak gerekir.

Yüksel dedi ki...

154- [1:193, Hadîs No: 258]
îbni Abbas'tan (r.a.) rivayetle;
Seslerinizi Kur'ânla süsleyiniz.[32]

.Bu hadîs mü'minleri güzel bir noktaya yöneltmektedir. Gerçek ses güzelliği ancak Kur'ân'la süslenebildiği ölçüde mümkün olur, Kur1 ân âlemlerin Rabbi olan Allah'ın kelâmıdır. Nasıl büyüklerin sözleriyle sözlerimiz değer kazanıyorsa ilâ­hî kelâmı serpiştirilen ve onunla pekiştirilen sözler o ölçüde kıymet kazanırlar. Şâirin, "Ben sözlerimle Kur'ân'ı övemedim. Kur'ân benim sözlerimi övdü, güzel-leştirdi" dediği gibi sözlerimiz ona dayandığı, ondan kaynaklandığı, ona yer ver­diği, ondan bahsettiği ölçüde daha çok değer ve mânâ kazanırlar.
Hadisten Kur'ân okuyarak seslerimizi renklendirmenin yanısıra şarkı, türkü ve hoş olmayan sözler söyleme yerine Kur'ân okuyarak sesleri güzelleştirmenin en önemli yollarından biri olduğunu da çıkarıyoruz. Öyle Kur'ân okuyucuları vardır ki güzel sesleriyle ruhları büyüler, nefisleri etki altına alırlar.

155. [1:194 Hadîs No: 263]
Sa 'sa' el-Müeâşiî rivayet ediyor:
îki çenenin ve iki bacağının arasmdakini koru.[33]

156- [1:196, Hadîs No: 265]
İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
Baba dostunu gözet; onunla ilişkiyi kesme ki, Allah, nurunu sön­dürmesin[34].

157- [1:197, Hadîs No: 267]
îyaz el-Ensârî rivayet ediyor:
Ashabım ve akrabalarım hususunda hakkımı gözetin. Kim onİar ısusunda hakkımı gözetirse, Allah dünyada ve âhirette onu gözetir, im bunu yapmazsa, Allah ondan yüz çevirir. Allah kimden yüz çevi-rse yakasından tutması yakındır.[35]

158- [1:198, Hadîs No: 269]
Enes'den (r.a.) rivayetle:
Bıyıklarınızı kısaltın, sakalınızı uzatın. Yahudilere benzemeyin.[36]

159. [1:201, Hadîs No: 276]
İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
Kadınları, eğer denk iseler istedikleri ile evlendirin.[37]

160- [1:201, Hadîs No: 277]
Ebû Derdâ'dan (r.a.) rivayetle:
Ümmetim hakkında üç şeyden korkuyorum: (1) âlimin hatâsı, (2) münâfıkın Kur'ân'i âlet ederek mücâdeleye kalkması, (3) kaderin in­kâr edilmesi.[38]

161- [1:202, Hadîs No: 278]
El- Hakim rivayet ediyor:
Benden sonra ümmetim hakkında üç şeyden korkuyorum:
1. Heva ve heveslerinin kendilerini şaşırtması.
2. Mide düşkünlüğü ve şehevânî isteklerine uymaları.
3. Hakikati bilip öğrendikten sonra gaflete düşmeleri.[39]

Yüksel dedi ki...

162- [1:203, Hadîs No: 279]
Ebû Mihcen es-Sekaft rivayet ediyor:
Benden sonra ümmetim hakkında şu üç şeyden korkuyorum:
1. İdarecilerin zulme sapmaları.
2. Yıldızların tesirine inanmaları.
3. Kaderi inkar etmeleri.[40]

163. [1:204, Hadîs No: 281]
Ali (r.a.) rivayet ediyor:
Cebrail bana Hüseyin'in Fırat kenarında şehid edileceğini haber verdi.

Hz. Hüseyin Peygamberimizin torunu, Hz. Ali ve Hz. Fâttma'nın oğludur. Peygamberimizin mübarek nesli Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'den devam etmiştir. Peygamberimiz bu hadîslerinde Cebrail'in haber vermesiyle bir mû'cize olarak Hz. Hüseyin'in Fırat kenarında şehid edileceğini bildiriyor. Cebrail'in bunu Pey­gamberimize haber vermesi şöyle olmuştu:
Birgün Cebrail (a.s.) Peygamberimizin yanına gelmişti. Peygamberimiz o sı­rada Ümmü Seleme validemizin yanındaydı. Ümmü Seleme'ye (r.a.), "Kapıyı üzerimizden kapat, içeriye kimseyi atma" buyurdu. Onlar içerdeykeri Hz. Hüse­yin geldi, içeriye girmek istedi. Hz. Ümmü Seleme onu içeriye koymak isteme-diyse de Hüseyin (r.a.) bir fırsatını bulup içeriye daldı ve Resûlullahın kucağına oturdu. Peygamberimiz sevgili torununu öptü, sevdi. Cebrail (a.s.), "Hüseyin'i çok mu seviyorsun?" diye sordu. Peygamberimiz, "Evet, çok seviyorum" buyur­du. Cebrail (a.s.), "İyi ama ümmetin onu şehid edecek" dedi. Peygamberimiz, "Demek onu mü'minler öldürecek?" diye hayretini bildirdi, Cebrail (as.) "Evet" dedi ve oradan ayrılarak kısa bir müddet içerisinde Kerbelâ'dan getirdiği kırmızı ve ıslak bir avuç toprakla geri döndü. Bunun üzerine Peygamberimizin mübarek gözlerinden yaşlar aktı. Cebrail'in getirdiği toprağı da saklaması için Ümmü Se­leme'ye verdi.[41]
Gerçekten de, Peygamberimizin "Reyhanım" dediği Hz. Hüseyin Hicretin 61. yılında Kerbelâ'da Yezid'in askerleri tarafından hunharca şehid edildi.

164. [1:206, Hadîs No: 282]
İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
Bana öyle bir ağaçtan haber verin ki, Müslümana benzesin. Yap­rakları hiç dökülmesin ve her an meyve verip dursun. îşte o, hurma ağacıdır.[42]

165 [1:209, Hadîs No: 288]
Beyhakî rivayet ediyor: Ümmetimin ihtilafı rahmettir.[43]

İhtilaf; anlaşmazlık, uyuşmazlık, farklılık, başka başka olma mânâlarına ge­lir. Peki herşeycle birliği, beraberliği, kardeşliği, dayanışmayı emreden dinimiz burada ihtilafa nasıl müsaade etmekte, hatta bunu "rahmet" olarak vasıflandır­maktadır?
Görünüşe bakarak hareket edenler ya hadîsi inkâra kalkar veya ihtilaflarına fetva çıkarabilirler. Oysa hadisi bir sarraf gibi ölçen müdakkik islâm âlimleri bur-daki ihtilafı, hakta olmak şartıyla farklı farklı düşünme ve görüşlere sahip olma mânâsında anlamakta ve bunu İslâmın akla verdiği önemin delillerinden birisi olarak saymaktadırlar. Bu ihtilaf, Sünnet-i Seniyye dairesi içerisinde kalmak, bid'atlara dalmamak şartıyla ortaya çıkan birçok hak mezhebin de kaynağını teşkil etmektedir.

Yüksel dedi ki...

Evet, mezheplerdeki farklılıklar birer rahmetten ibarettir. Çünkü herbir mez­hep imamı, âyet ve hadîslerdeki muhtemel ve hak mânâlardan birini yakalamış, içtihadını ona göre yapmıştır. Nasıl aynı suyun kimi hastaya göre tıbben fayda­lı, kimi hastaya göre de zararlı olması akla uygunsa, mezheplerdeki farklı, hatta birbirine ters gibi gözüken içtihadlar da gayet yerindedir.
İslama hizmet maksadıyla ortaya çıkan bütün hak cemaatleri, kalbi inkişaf ettirmeyi ve Sünnet-i Seniyyeyi esas alan bütün hak tarîkatları da aynı çerçeve içerisinde değerlendirebiliriz. Bu ihtilaflar müsbet dairede kaldığı ve birbirlerinin hizmetine mâni olmaya çalışmadıktan, düşmancasına tavırlar içerisine girme­dikleri müddetçe faydalıdır. Mektubafta belirtildiği gibi herbir meslek ve grup kendi mesleğinin muhabbeti uğruna başkalarının tahrip ve iptaline çaJışmamalı-dır. Bir taraftan kendi mesleğinin tamir ve revacına çalışırken, diğer taraftan da başkalarının ikmal ve ıslahına gayret göstermelidir. Tâ ki müsbet dairede kala­bilsin. Garazkârâne, düşmancasına birbirlerinin tahribine çalıştıkları zaman ise menfî bir ihtilaf sergilemiş olurlar. Birbirleriyle boğuştukları için müsbet hareket edemezler. Bu ise hadisin nazarında reddolunmuştur.
Hak ve hakikat namına olan fikirlerin çarpışması da maksat ve esasta birleş­mekle birlikte metodda ihtilaf eder. Böyle bir fikir çarpışması sonunda hakikat bütün yönleriyle ortaya çıkmış, hakka ve hakikate hizmet edilmiş olur. Fakat ta-rafgirâne ve garazkârâne firavunlaşmış nefis hesabına, kendini beğenme ve şöhrete düşküncesine yapılan fikirlerin çarpışmasından ise hakikat kıvılcımları değil, aksine fitne ateşleri çıkar. Çünkü maksatta ittifak gerekirken, böylelerinın fikirlerinin yeryüzünde dahi birleşme noktası bulunmaz. Hak namına olmadığı için, sonsuz derece ifratla gider. Tamiri mümkün olmayan bölünmelere sebep olur.[44]

166. [1:212, Hadîs No: 289]
Ali'den (r.a.) rivayetle Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyur­muştur:
İdarecinin hediye alması haramdır. Hâkimin rüşvet alması da kü­fürdür.[45]

Bir memlekette huzurun, sulhun devam edebilmesi için o memlekette adale­tin hükmetmesi şarttır. Adaletin bulunduğu yerde zayıflar ezilmez; hak ve hu-kuklannı koruyabilir, çiğnenmişse haklarını alabilirler. Güçlü de hak ve hukuku çiğneme cesareti gösteremez. Gösterse bile cezasını bulur. Bu durumu bilen di­ğer güçlüler koiay kolay haksızlık yapma cür'eti gösteremezler, işte Hz. Ömer, adaletin bu ve buna benzer faydaları içindir ki, "Adalet mülkün temelidir" demiş­tir.
Adaletin ayakta kalabilmesi için ise idarecilerle hâkimlerin tarafsızlıkların! yi-tirmemeleri gerekir. İdarecinin hediye alması tarafsızlığını yitirmesine vesîle olur. Bu da haksızlıklara götürür. Sonuçta zâlimler keyif sürer, mazlumlar inler; cemiyetin tadı kaçar.
İdareci de, hâkim de hediye, rüşvet gibi çıkar sağlayacak şeylerden uzak kalmalıdırlar ki, suçlu en yakınları da olsa, güçlü kuvvetli de olsalar hak ile hük­medebilsinler. Böylece adalet tecelli edebilsin. Hâkimin rüşvet alması demek haksız tarafa meyletmesi, taraftar olması demektir ki, adaletin sarsılmasını, ayaklar altına alınmasını netice verir. Hadiste bu "küfür" olarak nitelendirilmiştir. Buradaki küfür, inanç noktasından küfür değil, büyük nankörlük, küfran-ı nimet­te bulunmak, nimeti hiçe saymak demektir. O hareket helâl kabul edilmedikçe küfre girilmiş olmaz.

167. [1:213, Hadîs No: 291]
Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
Kader hakkında bilir bilmez konuşmak, ümmetimin âhirzaman-daki kötülerine bırakıldı.[46]

Yüksel dedi ki...

Olacak herşeyin olmadan önce tâ ezelde Allah tarafından bilinip yazılması hâdisesine kader denir. Kıyamete kadar olacak her şey kader ile takdir edilmiş­tir. Bu, Allah'ın sonsuz ilminin eseridir.
Allah kuluna bir cüz'î irade vermiş, iyi ve kötü yolları göstermiş, sonucuna katlanmak şartıyla istediğini seçebileceğini bildirmiştir. Kuf iyi ve kötü neyi ister­se Allah onu yaratır.
Meselenin özünü bilmeyenler, "Allah benim kaderime ne yazmışsa o olur" deyip işledikleri kötülüklerden ötürü kaderi suçlamaya kalkarlar. Allah, 'Yapma­yın" dediği birşeyi kulunun kaderine yazmışsa, kul istediği için yazıyor. O halde suçlu kader değil, o suçu işleyen kimsedir.
Kaderin önceden bilinmiş olması kişiyi sorumluluktan kurtarmaz. Bilmek de­ğil, yapmak suçtur. Sonra Allah yazmış olduğu için biz yapmıyoruz. Biz yapaca­ğımız için—Allah geçmişi ve geleceği bilen sonsuz ilmiyle görmüş, bilmiş ve— yazmıştır.
Kaderin bir de ıztırarî kısmı vardır ki bu tamamen bizim irademizin dışında gerçekleşmektedir. Boyumuz, rengimiz, falan anne ve babadan meydana gel­memiz gibi hususları bunlar arasında sayabiliriz. Bunlarda bizim irademizin mü­dahalesi yoktur. Herşeyi plânlayıp düzenleyip yaratan Allah'tır. Ve bu yaratışın­da da sayısız hikmetler vardır. İnsana düşen ise bu hikmetleri görmek, göreme­se bile "Bunda da Allah'ın birçok hikmetleri vardır" deyip rıza göstermektir. "Ni­çin şöyle olmamışım; böyle yaratılsaydım?" gibi sözler kadere itiraz etmek de­mektir.
Yine irademiz dışında başımıza gelen bir kısım belâ ve musibetler vardır ki; bunları da sabır, teslimiyet ve olgunlukla karşılamak, "Mevla görelim neyler, neylerse güze! eyler" demek kadere îmanın gereğidir. Böyle davranmayıp da "Bu belâ da beni nereden buldu?" diyerek isyana girmek, belâ vereni göreme­mek büyük bir gaflettir. Böyle davransa da insanın eline hiçbirşey geçmez. Çün­kü kadere itiraz eden rahmetten mahrum kalır, başını örse vurur kırar
Kısaca böyle bakılması gereken kader konusunda ne yazık ki, yukarıda da misâllerini verdiğimiz gibi, önüne gelen herkes, bilir bilmez, ileri geri konuşabil­mektedir. Oysa bu da bir ihtisas işidir. Ev yaptırırken mühendisi, hastalık ânın­da doktoru, hem de mütehassısını arayan insan îmanla ilgili hassas bir mesele­de niçin bilen birisine sormaz?
İşte Peygamberimiz (as.m.) işi ehlinden sormayıp gerçeğini öğrenmeyip bu konuda ileri geri söz eden kimselerin ümmetinin âhirzamandaki kötüleri olduğu­nu bildirmektedir.

Yüksel dedi ki...

168. [1:214, Hadîs No: 294]
Âmir bin Rebiâ'dan (r.a.) rivayetle:
Uhrevî ticârette en çok zarar eden kimse, dünyevî âmellerine ılaşmak için kendisini yiyip bitiren, arzularına kavuşma konusunda ;aman kendisine yardım etmeyen, azıksız olarak dünyadan ayrılan 'e elinde kendisine mazeret olabilecek hiçbir delil bulunmadığı bir ıalde Allah'ın huzuruna çıkarılan kimsedir.[47]

169- [1:215 Hadîs No: 295]
Câbir bin Abdullah (r.a.) rivayet ediyor;
Ümmetim hakkında en çok şu hususlardan korkuyorum: Şişman­lık, uykuya düşkünlük, tembellik ve îman zayıflığı.[48]

170- [1:216, Hadîs No: 298]
Muaz b. Cebel (r.a.) rivayet ediyor:
Dininde ihlâslı ol ki, az bir amel bile sana kâfi gelsin.[49]

171-[1:217, Hadîs No: 299]
Dahhak bin Kays rivayet ediyor:
Yaptığınız amelleri sırf Allah rızâsı için işleyiniz. Çünkü Allah sa­dece kendisi için yapılan amelleri kabul eder.[50]

172. [1:218, Hadîs No: 300]
Ebû'd-Derdâ'dan (r.a.) rivayetle:
Allah'a ihlasla ibâdet ediniz. Beş vakit namazınızı kılın. Gönül hoşluğu ile malınızın zekâtını verin. Ramazan orucunuzu tutun. Harcınızı yapın ki, Rabbinizin Cennetine giresiniz.[51]

Hadîste ihlasla yapılan ibadetin önemi üzerinde durulmaktadır. Bilindiği gibi ibadet Allah'ın emirlerini tutmak, yasaklarından kaçınmaktır. Beş vakit namaz, oruç, zekât, hac gibi ibadetler ise ibadetin ilk sıralarında yer alırlar. Hadiste özellikle bunların zikredilmiş olması, bunların ibadetler arasında ne kadar bü­yük bir yer tuttuğunu göstermektedir.
Kıldığı namazı, tuttuğu orucu, verdiği zekâtı, yaptığı haccı sırf Allah emretti­ği için yapan, başka hiçbir menfaat gözetmeyen insan, ihlasla ibadet yapmış demektir ki bunun mükâfatı Cennettir. Aksi halde menfaat kaygısı ve gösteriş düşüncesiyle yapılan ibadetler, ne kadar çok olursa olsun makbul değildir ve in­sanı Cehenneme gitmekten kurtaramaz.

173- [1:219, Hadîs No: 302]
îbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
Benden sonra Ehl-i Beytimin hakkını gözetiniz[52].

Yüksel dedi ki...

174- [1:221, Hadîs No: 304]
Ebû Zer'den (r.a.) rivayetle:
Emrinizin altındaki hizmetçileriniz kardeşlerinizdir. Onları emri­niz altına veren Allah'tır. Öyle ise kimin emri altında bir kardeşi varsa, ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Gücünün yet­mediğini kendisine yüklemesin; bunu yaptığı takdirde ona yardımcı olsun.[53]

175- [1:221, Hadîs No: 305]
Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey, ağzı iyi laf yapan mü­nafıktır[54].

176- [1:222, Hadîs No: 306]
Câbir'den (r.a.) rivayetle:
Ümmetim hakkında ençok korktuğum şey nefsin isteklerine uy­mak ve ölümsüzlük hayâlidir.[55]

177- [1:223, Hadîs No: 308]
Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
Sana birşey emânet edene emânetini ver. Sana hıyanet edene hı­yanet etme.[56]

Bahsi geçen hadîs gibi, Resûlullahın birçok altın sözleri vardır ki, insanı ide­al insanlık ufkuna, faziletin zirvesine yöneltmektedir. Resûlullaha uymayı hayat gayesi edinmiş insanlar bunu bir hedef olarak görür, davranışlarını ona göre ayarlamaya çalışırlar. Sûreten medenî, fakat dinde lâkayd olanlarla manen in­sanlıktan uzaklaşmış insanlar huzursuzluktan kurtuluş reçetelerini de Resûlulla-hin bu ve buna benzer tavsiyelerinde bulabilirler. Gerçekten binbir türlü sıkıntı­lar içerisinde kıvranan, ruhen bunalan, büyük bir manevî açlık içerisinde olan in­sanlığın can ü gönülden arzuladığı insanlık modelini Resûlullahın emir ve tavsi­yelerinde görmemek mümkün değildir.
İşte Resûlullah bu öğütlerinde bize güvenenin güvenini sûistimal etmememi­zi, birşey emanet edenin de emanetini gereği gibi koruyup zamanı geldiğinde iade etmemizi emrediyor. Hadisteki fazilete teşvik bu kadarla da kalmıyor, hıya­net edene dahi hiyanette bulunmamayı içine alıyor. Bunu yapabilmek her ne kadar zor ise de mü'min bunu yapmakla mükelleftir. Çünkü rnü'min olmanın ge­reği budur.
Herkes bilmelidir ki mü'min her haliyle güvenilir İnsandır, kendisine hıyanet edilse bile hıyanet etmeyen insandır. Öyle olmalıdır. Kalbine iyiliği, doğruluğu, fazileti nakşetmiş, ruhuna her türlü güzel huyu yerleştirmiş mü'minin hayatında elbette hıyanetin yeri olamaz. Resûlullahın emri de budur.

Yüksel dedi ki...

Hıyanet edenin büyük bir günah işlediği açıktır. Eğer "O hıyanet etti. Bunu karşılıksız bırakmayacağım" deyip hıyanete kalkmak, ateşe körükle gitmekten farksızdır. Bir günah da hıyanetle kendisi işlemiş olur. Oysa hıyanete hiyânetle karşılık vermeyen günaha girmemekte, muhatabı günahıyla baş başa bırak­maktadır. Bu tarz hareketler kötülüklerin kökünü kazımanın da en kestirme yol­larından biridir. Muhatabı pişmanlığa da yöneltebilir.

17 8. [1:224, Hadîs No: 309]
İbni Mes'ud'dan (r.a.) rivayetle:
Allah'ın sana emrettiği farzları işle ki, insanların ençok ibâdet edenlerinden olasın. Sana yasakladığı haramlardan sakın ki, insan­ların en takvâlılarından olasın. Senin için takdir ettiği kısmetine râ-zi ol ki, insanların en zenginlerinden olasın.[57]

179- [1:224, Hadîs No: 310]
İbni Mes'ud (r.a.) rivayet ediyor:
Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi güzel yaptı.[58]

180- [1:225, Hadîs No: 311]
Ali'den (r.a.) rivayetle:
Çocuklarınızı şu üç haslet üzere terbiye ediniz: Peygamberinizin sevgisi, onun Ehl-i Beytinin sevgisi ve Kur'ân okumak. Çünkü Kur1 ân okuyanlar, Allah'ın Arşının gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı Kıyamet Gününde, peygamberler ve asfıyalarla beraber Arşın gölgesinde bulunacaklardır.[59]

181- [1:226, Hadîs No: 313]
Osman Bin Affan (r.a.) rivayet ediyor:
Alırken, satarken, borcunu öderken ve borcunu isterken yumuşak davranan kişiyi Allah Cennetine koysun.[60]

182. [1:226, Hadîs No: 313]
Âişe (r.a.) rivayet ediyor:
Gücünüz yettiği müddetçe Müslümanlara suç kesin olarak sabit-leşmedikçe ceza vermemeye çalışın. Müslüman için en küçük bir çı­kış yolu bulduğunuzda onu serbest bırakınız. Çünkü idarecinin affet­mede yanılması, ceza vermede yanılmasından daha hayırlıdır.[61]

183- [1:228, Hadîs No: 316]
Ebû Hüreyre'den (r.a.) rivayetle:
Allah'a duanızın kabul edileceğine kesinlikle inanmış olarak duâ edin. Şunu da bilin ki, Allah kendisinden gafil ve başka işlerle meş­gul bir kalbin duasını kabul etmez.[62]

Yüksel dedi ki...

184. [1:229, Hadîs No: 318]
Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor: ....
Ölülerinizi salih kimselerin arasına gömün. Çünkü tıpkı dirinin kötü komşudan sıkıntı çektiği gibi ölü de kötü komşudan sıkıntı çe­ker.[63]

185. [1:232, Hadîs No: 323]
Ebû Saîd'den (r.a.) rivayetle:
Cehennemliklerin en az azap görenine ateşten iki ayakkabı giydi­rilir. Ayakkabıların sıcağından beyni kaynar.[64]

186. [1:232, Hadîs No: 324]
Ebû Saîd (r.a.) rivayet ediyor:
Cennetliklerin en aşağı derecesinde olanına seksen bin hizmetçi, yetmiş iki huri verilir ve kendisi için inci, zeberced ve yakuttan Câbi-ye ve Sana arası genişliğinde bir çadır kurulur.[65]

187- [1:234 Hadîs No: 327]
Sehl bin Hüneyf rivayet ediyor:
Sohbet toplantılarının hakkını Allah'ı çok çok zikrederek, yolunu kaybedenlere yol göstererek ve harama bakmayarak ödeyiniz.[66]

188. [1:234 Hadîs No: 328]
îbni Ömer'den (r.a.) rivayetle:
Azimeti uygulayın. Ruhsatı da kabul edin. İnsanların ayıp ve ku­surlarıyla uğraşmayın ki, şerlerinden emin kalasınız;[67].

İslâmın en önemli özelliklerinden biri de kolaylık dini oluşudur. Bütün emir ve yasaklarında bunu görmek mümkündür. Bu hadîslerinde de âlemlere rahmet olarak gönderilen Kâinatın Efendisi Peygamber Efendimiz (as.m.) bu konuda bize bir ölçü vermektedir.
Hadîste geçen azimet, takva olanı seçme, dinî vazifeleri hiçbir özür ileri sür­meden usûlüne uygun şekilde, mükemmel bir tarzda yapma mânâsına gelmek­tedir. Ruhsat ise bu husustaki izin ve müsaadedir. Meselâ Ramazan'da yolcu­lukta oruç tutmak azîmet, sonra tutmak üzere yemek ise ruhsattır. Bunlar gibi daha birçok örnekler vardır ki, dinimizde ibadetlerin bir azîmet, bir de ruhsat yö­nü olduğunu göstermektedir.
İşte Peygamber Efendimiz (a.s.m.) mümkün olduğunca azîmeti uygulamaya çalışmamızı, yeri ve zamanı gelince de ruhsata uymamızı öğütlemektedir. Azî-mete uymak şüphe yok ki kuvvetli bir îmanın, takva üzere davranmanın netice­sidir. Ama bazan şartlar öyle gerektirir ki, ruhsata da uymak icap edebilir. O za­man da uyulmalıdır.
Şahsımız için azîmete uyma gayreti içinde olabiliriz. Ama başkalannı azime­te zorlama yoluna gitmemeliyiz. Azîmetfe birlikte ruhsatı da göstermeliyiz. Hatta bazan azîmet yerine ruhsatı göstermek daha yerinde bir hareket olabilir. Bilhas­sa dirîe yeni ısınma ve bağlanma yolunda olan kimselere ruhsatlar gösterilmeli­dir ki, ürküp kaçmasınlar.

Yüksel dedi ki...

Hadîsin ikinci bölümünde bir ahlâkî esasa dikkat çekilmiş, insanların ayıp ve kusurlarıyla uğraşmama öğütlenmiş, uğraşıldığında serlerine maruz kalabilece­ğimize dikkat çekilmiştir. Zaten başkalarının kusur ve hatalarıyla uğraşmak, on­ları kurcalamak, dile dolamak olgun bir mü'mine yakışacak bir davranış değildir. Neticesini düşünmeyip dedikoduya başvurmak, önüne gelene başkalarının hata ve kusurlarını sayıp dökmek ancak îman zayıflığının ürünü olabilir. Böyle kim­seler karşt tarafın kötülüğüne de ister istemez hedef olmakta, tatsız hâdiselerin çıkmasına sebep olabilmektedirler. Aleyhinde konuşulduğunu duyan kimse nef­sine hâkim olamayan y/eya anlatılanları hazmedeyen bir tipse yapılanlar karşı­lıksız bırakmayacaktır. En azından kötü söz ve kırıcı davranışlarla karşılık ve­recektir. Bunların hiçbirisi arzu edilecek davranışlar değildir. Resûl-ü Ekrem (as.rn.) mü'minin değerini düşürecek durumlara düşmemesi için bu hadislerin­de gerekli îkazları yapmıştır.
Mü'mine yaraşan kusur ve hataları sayıp dökmek değil, usûlüne uygun ola­rak ıslahı için çalışmaktır.

189[1:235 Hadîs No: 330]
Vâlid Ebu'l-Ahvaz rivayet ediyor:
Allah sana bir mal verdiğinde Allah'ın sana olan nimet ve keremi­nin izleri sende görülsün.[68]

Allah âhiret nimetlerini olduğu gibi dünya nimetlerini de rnü'min kulları için hazırlamıştır. Mü'min, imkânları ölçüsünde bunlardan istifade edecektir. Bol im­kanlara sahip olup da fakircesine bir tavır ve yaşayış sergilemek dince istenen bir davranış değildir. Bolluk israf etmeyi gerektirmediği gibi, meşru dairede on­lardan istifade etmeye de engel değildir. Şükretmek ve harama girmemek şartıy­la yeme, içme, giyme gibi konularda o nimetlerin eserini üzerimizde gösterebil­meliyiz. Allah'ın bizden istediği budur.
Bir vaazında fakir kılıklı birisini gören İmam-ı Azam adamın haline acımış, topluluk dağılırken onu bir kenara çekip cebinden çıkardığı bir parayı uzatıp, "Şunu al da kendine bir elbise diktirirsin" demiş. Parayı reddeden adam, "Ey imam, ben zenginim. Şu kadar malım mülküm var. Sağolun ihtiyacım yok" de­yince, İmam-ı Azam Peygamberimizin bu hadisini hatırlatarak, Allah'ın verdiği nimetin eserini kulunun üzerinde görmek istediğini belirtmiştir.
Mal nimeti herşeyden önce şükrü gerektirir. Bu da zekât, sadaka ve hayırlar­la gerçekleşir. Çünkü her nimetin şükrü kendi cinsinden ve Allah'ın belirttiği şe-kiide kullanmakla olur. Buna göre kulun meşru dairede güzel ve tertipli giyinme­si, Allah'ın nimet ve kereminin izlerini üzerinde sergilemesi de bir şükürdür ve Allah'ın hoşlandığı davranışlardandır. Bu aynı zamanda ihtiyaç sahiplerinin kendisine ihtiyaçlarını arzetme cesaretini de verir. Aksi halde ihtiyaç sahibi kim­se onu derdine derman olacak makamda görmez ve ihtiyacını arzedemez.
Bununla birlikte kişi gurur ve kibire de girmemeli, sahip olduğu herşeyi Al­lah'tan bilerek şükretmelidir. Nasıl maharetli ve cömert bir terzi bir elbiseyi biz­zat dikip hediye olarak birisine giydirse, ona "Ne kadar güzelleştin" denilse, "Ha­yır, ne güzelliği, güzellik bunun neresinde?" dese bu bir nankörlük olur. Aksine, "Benim gibi güzel var mı?" dese gurura girmiş olur. "Evet ben güzelleştim. Ama bu güzellik benim eserim değil, bana elbiseyi diken, giydiren terziden geliyor" dese hem teşekkür etmiş, tahdis-i nimette bulunmuş, hem de tevazuyla şükrü birleştirmiş olur. Bunun gibi Allah'ın ihsan ettiği nimetlerin izleri üzerimizde görülmeli. Bunları ne inkâr etme yoluna gitmeli, ne de onlarla gurur ve kibire kapıl-malıyız. Hepsini Allah'tan bilmeli, şükretmeli, tahdis-i nimette bulunmalıyız.

Yüksel dedi ki...

190- [1:235 Hadîs No: 332]
Yezid bin Zuâme ed-Dabbi rivayet ediyor:
Biri diğeri ile dostluk kurduğunda ismini, kimlerden olduğunu sorsun. Çünkü bu sevgiyi daha çok artırır.[69]

191- [1:237, Hadîs No: 336]
Ümmü Seleme (r.a.) rivayet ediyor:
Biriniz iki Müslüman arasında hüküm verme imtihanına tabi tu­tulduğunda öfkeli iken karar vermesin. Bakışta, oturmada ve işaret etmede onlara karşı eşit davransın.[70]

Yüce Rabbimiz İslâmı inançta, ahlâkta, sosyal hayatta gerçek adaleti temin etmek için indirmiştir. Kur'ân-ı Kerim'inde, devamlı olarak adaletli olmayı, adale­tin temin ve tesisini emreder. Kur'ân'ın dört ana esasından birisi adalettir. Diğer üç esas ise Allah'ın birliği inancı, peygamberlik müessesesi ve öldükten sonra dirilmedir. Kur'ân-ı Kerimde adaletle ilgili olarak şöyle buyurulur:
"Allah adaleti, iyilik yapmayı ve iyi kullukta bulunmayı emreder; fuhşiyatı, kö­tülüğü ve azgınlığı yasaklar. Allah düşünüp ibret almanız için size böyle öğütler verir.[71]
Adaleti emreden dinimiz, adalete gölge düşürecek, adaletin tecellîsine olum­suz yönde tesir edecek hususları ise yasaklamıştır. Meselâ bunlardan birisi, şâhitliğin doğru yapılması, yalan şahitlikten kaçınılmasıdır. Yüce Rabbimiz anne­mizin, babamızın, akrabamızın, hatta şahsımızın aleyhine dahi olsa adalet üze­re olmayı, Allah için şahitlik etmeyi emreder.[72]
İşte Peygamberimiz de yukarıdaki hadislerinde adaletin tecellisine menfi yönden tesir edeceğinden kendisinden hüküm vermesi istenilen kimselerin öfke­li iken hüküm vermemelerini; bakışta, oturmada, ses tonunda ve işarette dâvâ­lıyla davacıya eşit davranmalarını istemektedir. Dâvâlı rütbece büyük biri, hattâ devlet başkanı da olsa, hâkimin onunla dâvâcı arasında eşit davranması gere­kir. İslâm târihi bunun güzel örnekleriyle doludur. Burada bunlardan sadece bir tanesini misâl olarak verelim:
Her nasılsa halife Hz. Ömer'le büyük Sahabîlerden Übey bin Ka'b (r.a.) ara­sında bir anlaşmazlık çıkmıştı. Meseleyi kendi aralarında halledemeyince, Zeyd bin Sâbit'i (r.a.) hakem seçip ona gittiler, "Aramızda meseleyi halletmen için sa­na geldik" dediler.
Hz. Zeyd bir minder serdi, Halifeyi yanına oturtmak istedi, "Ey Mü'minlerin Emiri, şöyle buyurun" dedi.
Hz. Ömer hiddetlendi. Oraya bir dâvanın halli için gitmişti. Hâkim ise kendisini yakınına davet ediyordu. Bunu bir tarafgirlik olarak değerlendirdi ve şöyle dedi:
"Bu, şimdi vereceğin hükümde yaptığın ilk adaletsizliktir. Ben dâvâlımla be­raber oturmak istiyorum."
Hz. Ömer dâvâcı değil, dâvâlıydı. Aleyhindeki iddiayı da kabul etmiyordu. Dolayısıyla yemin etmesi gerekiyordu. Dâvâcı Übey (r.a) ondan yemin etmesini istedi.
Hz. Zeyd, Hz. Ömer'in mevkiini nazara alarak Hz. Übey'e, "Hz. Ömer'i yemin­den affet. Halifenin dışında başka birisi için böyle bir teklifte bulunmam" diye ri­cada bulundu.
Hz. Ömer yine hiddetlendi. Hz. Übey'in teklifi üzerine yemin ettikten sonra şöyle dedi:
"Ömer ile herhangi bir Müslüman arasında eşit muamele yapmadıkça Zeyd'e dâva götürülmemelidir."

«En Eski ‹Eski   2201 – 2400 / 6151   Yeni› En yeni»