Irvine’deki California Üniversitesi’nden Jonathan Feng liderliğindeki, parçacık fiziği konusunda çalışan bir ekip, aynı verilerle kendi analizlerini gerçekleştirene kadar konu geri planda kaldı. Feng’in ekibinin bu ayki Physical Review Letters’da yayımlanan makalesinde önceki deneyler ile çelişen karanlık foton olasılığı göz ardı edildi. Bunun yerine X bozonu adlı parçacığın, doğanın tamamen yeni bir kuvvetine aracılık ettiği ileri sürüldü.
Araştırmacıların X bozonunu “proton ile etkileşmeyen, çok zayıf ve kısa menzilli” olarak tanımlaması bu parçacığın (ve kuvvetin) şu ana kadar neden tespit edilemediğini açıklıyor.
Ekip kuramlarını geliştirmeye devam ederken, başka araştırmacılar da kuramın dayandığı orijinal verileri sorguluyor. X bozonu şimdiye kadar sadece tek bir deneyde tespit edildi, bu nedenle başka çalışmalar tarafından bağımsız olarak doğrulanmasına ihtiyaç var.
Michigan Eyalet Üniversitesi’nden parçacık fizikçi Oscar Naviliat Cuncic Quanta dergisine Macar grubunun daha önceden çok benzer koşullarda ve iddia edilenden farklı enerjilerde iki bozon daha keşfettiklerini (berilyum-8 çekirdekleri dahil) açıkladı. Macar araştırmacılar 2008’de 12 Megaelektronvolt kütleli yeni bir bozon keşfettiklerini ve daha sonra 2012’de kütlesi yaklaşık 13,5 Megaelektronvolt olan başka bir parçacık bulduklarını iddia etti. Bu iddialar daha gelişmiş dedektörlerle daha çok veri toplandıkça çürütüldü.
Bu durumda16,7 Megaelektronvolt kütleli bozonun varlığı hakkında da henüz net bir şey söylemek mümkün değil. Parçacık fiziğinde deneylerden elde edilen sonuçların üzerine hemen atlamak ve yorumlamak pek de sağlam bir yol değil. Bunu daha önce yaşanan tecrübelerden biliyoruz.
Beşinci kuvvetin keşfedildiği iddiası, daha fazla veri toplandığında ya doğrulanacak ya da çürütülecek. Bu bağlamda, Virginia’daki Jefferson Laboratuvarı’nda aynı enerji aralığı analiz edilerek gerçekleştirilecek karanlık ışık deneyinden elde edilecek veriler bekleniyor.
Şu an için doğanın beşinci kuvvetinin keşfi öngörüsü, olağanüstü kanıtlar gerektiren olağanüstü bir iddia.
Cahile soz anlatmak,deveye hendek atlatmak. Buyukluk tanriya yarasir. Buyuk dagin dumani buyuk olur. Buyuklere hurmet eden saadet bulur. Civisiz tahtayi ruzgar alir. Atasozleri ve deyimler. Sabahat emir.sy.158,159.
Çöreğinde şüphen yok ise Gam yeme. Çürük baklanın kör alıcısı olur. Çocuktan al haberi. Çocuk büyütmek taş kemirmek. Çizmeden yukarı çıkma. Çirkefe taş atma. Çürük iple kuyuya inilmez. Atasözleri ve deyimler. Sabahat Emir sy.159.160.
Beyin fırtınası tekniğinde kullanılan çözüm yollarından biri olan "zarardan yarar çıkarma" ya örnek bu olabilir: Yere düşüp, yerden bir avuç toprakla kalkmak. Eğitim Bilimleri Kpss.2013.sy.255.
Şu üç kişiye;yani cahiller arasındaki alime,zengin iken fakir düşene ve hatırlı iken itibarını kaybedene acı! Unutma ki yüksekte yer tutanlar,aşağıdakiler kadar emniyette değildir. Şeyh edebali
"Her şeyden çift çift yarattık,inceden inceye düşünesiniz diye."meakindeki Zariyat suresi 49.ayet-i kerimesi ile sabittir. Mesela: Açlık ile sağlığı, Tokluk ile hastalığı, Fakirlik ile yükü ağır olmayı, Kalb ile ruhu, Nefs ile renci, yani sıkıntıyı, Din ile kemali, Dünya ile zevali, Toprak ile sukunu , Ateş ile hareketi, Yer altı ile darlığı ve karanlığı, Yer ile genişliği, Gök ile yüksekliği, Cennet ile sıkıntıları çift eyledi. Haya ve iman bir batındadır, ikizdir buyurmuşlardır.
Resulullah Efendimiz s.a.v. buyurdular: Her ölen insanın kalbi mühürlenir, kapatılır. Ancak Allah c.c. yolunda nöbet tutanlar müstesna. Muhakkak onun için ameli(nin sevabı) kıyamet gününe kadar artırılarak devam ettirilir ve kabir fitnesinden emin kılınır. (Sünen-i Tirmizi)
Nakledildiğine göre; Cibril (Aleyhisselâm) Rasulullah (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) e gelerek, bir gencin sabaha karşı öleceğini bildirdi.Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem) de onun haline acıyarak dünyadan ne temenni ettiğini sordu.O: Bir bakire ile evlenmek ve helva yemek! deyince Rasulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bu iki isteğinin de hemen hazır edilmesini emir buyurdu. Ruhu'l Furkan Tefsiri cilt.13.sy.396.
O genç gece âilesiyle birlikte halvetinde bulunmuş, heva tabağı da önlerine konmuşken, rastgele bir dilenci kapıya gelerek Allâh için bir şey isteyince, genç o helva tabağını olduğu gibi ona verdi. Ruhu'l Furkan Tefsiri cilt 13. sy.396.
Rasulullâh (Sallâllahu Aleyhi ve Sellem) sabaha çıktığında oturup o gencin vefât haberinin gelmesini beklerken, haber gecikince: "Bana şu gencin hâlini haber verin!" buyurdu.Onun çok sevinçli ve mutlu olduğu kendisine bildirilince şaşakaldı. Ruhu'l Furkan Tefsiri.cilt.13.sy.396.
Deken Cibril (Aleyhisselâm) gelerek: O, helvayı tasadduk etti. o da ondan belâyı def etti! dedi.Sonra aradıklarında yastığının altında büyük bir yılan ölü olarak bulundu, karnı da hevayla doluydu, o derece ki onun fazlalığından ölmüştü. Ruhu'l Furkan Tefsiri cilt.13.sy.396.
... Bil ki ;-Allah c.c. seni teyid etsin- kazâ (ve kader) iki kısım üzeredir; biri, kazâ-i mu'allak (askıda), diğeri kazâ-i mübrem (kesinleştirilmiş) dir.Değiştirme ve tebdil ihtimâli ancak kazâ-i mu'allaktadır, kazâ-i mübrem de ise hiçbir değiştirme mecâli yoktur. Allah-u Sübhanehu ve Teala: Benim katımda söz değiştirilmez.(Kaf Suresi: 29.) İşte bu, kaza-i Mübrem hakkındadır... Ruhu'l Furkan Tefsiri cilt13. sy.397.
... İçindeki insanlar da dahil olmak üzere bütün doğanın hiçbir şekilde tesadüfi bir oyun olmadığını, yasalara dayandığını ve bütün varoluşun temel bir nedeninin olduğunu söyleyen bir bilinçtir bu. Einstein Yaşamı ve evreni.sy.20.
Yaşamının sonlarına doğru kendisine, New York State Eğitim Departmanı tarafından, okulların neye vurgu yapması gerektiği sorulmuştur." Tarih öğretilirkin, bağımsız karakteri ve kararlarıyla insanoğluna fayda sağlayan kişiliklerin üzerinde etraflıca durulması gerekir" diye karşılık vermiştir. Einstein Yaşamı ve Evreni.sy.6.
Görsel anlama,olayları doğru biçimde muhakeme etmeyi öğretmenin temel ve tek geçerli yoludur.Sayıların ve dilin öğretilmesi kesinlikle daha sonra gelmelidir. Einstein Yaşamı ve Evreni.sy.27.
Esir: Atomlar arasındaki boşluğu ve bütün evreni doldurduğu var sayılan, ağırlığı olmayan ısı ve ışığı ileten töz.Eter. Einstein Yaşamı ve Evreni.sy.25.
Marifetullah(Allah c.c. bilmek)tan bir nebze koklamak dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır.Mahmud Esad Coşan Akra fm. Ma'rifetullah: Allah c.c. bilgisi, Allah c.c. tanıtıcı bilgi; Allah c.c.ı isim ve sıfatları ile doğru şekilde bilme ve tanıma. Risale-i Nur'un Büyük Lügatı.sy.604.
Kur’an; şu kitab-ı kebir-i kainatın bir tercüme-i ezeliyesi, ve ayat-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedisi, ve şu alem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri, ve zeminde ve gökte gizli esma-i İlahiyenin manevi hazinelerinin keşşafı, ve sutur-u hadisatın altında muzmer hakaikin miftahı, ve alem-i şehadette alem-i gaybın lisanı, ve şu alem-i şehadet perdesi arkasında olan ve alem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-ı ebediye-i Rahmaniye ve hitabat-ı ezeliye-i Sübhaniyenin hazinesi, ve şu İslamiyet alem-i manevisinin güneşi, temeli, hendesesi, ve avalim-i uhreviyenin mukaddes haritası, ve zat ve sıfat ve esma ve şuun-u İlahiyenin kavl-i şarihi, te ra olan İslamiyetin ma ve ziyası; ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi, ve insaniyeti saadete sevk eden hakiki mürşidi ve hadisi, ve insanlara hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubudiyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem insanın bütün hacat-ı maneviyesine merci olacak çok kitapları tazammun eden tek, cami bir kitab-ı mukaddes, hem bütün evliya ve sıddikinin ve urefa ve muhakkıkinin fsir-i vazıhı, bürhan-ı katıı, tercüman-ı satıı, ve şu alem-i insaniyetin mürebbisi;. ve insaniyet-i küb muhtelif meşreplerine ve ayrı ayrı mesleklerine, herbirindeki meşrebin mezakına layık ve o meşrebi tenvir edecek ve herbir mesleğin mesakına muvafık ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir kütüphane hükmünde bir kitab-ı semavidir. Kur’an, Arş-ı azamdan, İsm-i azamdan, her ismin mertebe-i azamından geldiği için, On İkinci Sözde beyan ve ispat edildiği gibi, Kur’an, bütün alemlerin Rabbi itibarıyla Allah’ın kelamıdır, hem bütün mevcudatın İlahı ünvanıyla Allah’ın fermanıdır, hem bütün semavat ve arzın Halıkı namına bir hitaptır, hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükalemedir, hem saltanat-ı amme-i Sübhaniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir, hem rahmet-i vasia-i muhita nokta-i nazarında bir defter-i iltifatat-ı Rahmaniyedir, hem uluhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır, hem İsm-i azamın muhitinden nüzul ile Arş-ı azamın bütün muhatına bakan ve teftiş eden hikmet-feşan bir kitab-ı mukaddestir. Ve şu sırdandır ki, Kelamullah ünvanı, kemal-i liyakatle Kur’an’a verilmiş ve daima da veriliyor.
Kur’an; şu kitab-ı kebir-i kainatın bir tercüme-i ezeliyesi, ve ayat-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedisi, ve şu alem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri, ve zeminde ve gökte gizli esma-i İlahiyenin manevi hazinelerinin keşşafı, ve sutur-u hadisatın altında muzmer hakaikin miftahı, ve alem-i şehadette alem-i gaybın lisanı, ve şu alem-i şehadet perdesi arkasında olan ve alem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-ı ebediye-i Rahmaniye ve hitabat-ı ezeliye-i Sübhaniyenin hazinesi, ve şu İslamiyet alem-i manevisinin güneşi, temeli, hendesesi, ve avalim-i uhreviyenin mukaddes haritası, ve zat ve sıfat ve esma ve şuun-u İlahiyenin kavl-i şarihi, te ra olan İslamiyetin ma ve ziyası; ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi, ve insaniyeti saadete sevk eden hakiki mürşidi ve hadisi, ve insanlara hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubudiyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem insanın bütün hacat-ı maneviyesine merci olacak çok kitapları tazammun eden tek, cami bir kitab-ı mukaddes, hem bütün evliya ve sıddikinin ve urefa ve muhakkıkinin fsir-i vazıhı, bürhan-ı katıı, tercüman-ı satıı, ve şu alem-i insaniyetin mürebbisi;. ve insaniyet-i küb muhtelif meşreplerine ve ayrı ayrı mesleklerine, herbirindeki meşrebin mezakına layık ve o meşrebi tenvir edecek ve herbir mesleğin mesakına muvafık ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir kütüphane hükmünde bir kitab-ı semavidir. Kur’an, Arş-ı azamdan, İsm-i azamdan, her ismin mertebe-i azamından geldiği için, On İkinci Sözde beyan ve ispat edildiği gibi, Kur’an, bütün alemlerin Rabbi itibarıyla Allah’ın kelamıdır, hem bütün mevcudatın İlahı ünvanıyla Allah’ın fermanıdır, hem bütün semavat ve arzın Halıkı namına bir hitaptır, hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükalemedir, hem saltanat-ı amme-i Sübhaniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir, hem rahmet-i vasia-i muhita nokta-i nazarında bir defter-i iltifatat-ı Rahmaniyedir, hem uluhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır, hem İsm-i azamın muhitinden nüzul ile Arş-ı azamın bütün muhatına bakan ve teftiş eden hikmet-feşan bir kitab-ı mukaddestir. Ve şu sırdandır ki, Kelamullah ünvanı, kemal-i liyakatle Kur’an’a verilmiş ve daima da veriliyor.
Kur’an’dan sonra, sair enbiyanın kütüp ve suhufları derecesi gelir. Sair nihayetsiz kelimat-ı İlahiyenin ise, bir kısmı dahi, has bir itibarla, cüz’i bir ünvan ile, hususi bir tecelli ile, cüz’i bir isimle ve has bir rububiyetle ve mahsus bir saltanatla ve hususi bir rahmetle zahir olan ilhamat suretinde bir mükalemedir. Melek ve beşer ve hayvanatın ilhamları, külliyet ve hususiyet itibarıyla çok muhteliftir. Kur’an, asırları muhtelif bütün enbiyanın kitaplarını ve meşrepleri muhtelif bütün evliyanın risalelerini ve meslekleri muhtelif bütün asfiyanın eserlerini icmalen tazammun eden ve cihat-ı sittesi parlak ve evham ve şübehatın zulümatından musaffa; ve nokta-i istinadı, bilyakin vahy-i semavi ve kelam-ı ezeli; ve hedefi ve gayesi bilmüşahede saadet-i ebediye; içi bilbedahe halis hidayet; üstü bizzarure envar-ı iman; altı biilmilyakin delil ve bürhan; sağı bittecrübe teslim-i kalb ve vicdan; solu biaynilyakin teshir-i akıl ve iz’an; meyvesi bihakkilyakin rahmet-i Rahman ve dar-ı cinan; makamı ve revacı, bi’l-hadsi’s-sadık makbul-ü melek ve ins ve can bir kitab-ı semavidir.
-2- Evvela: Şu İşaratü’l-İ’caz adlı eserden maksadımız, Kur’an’ın nazmına, lafzına ve ibaresine ait i’caz işaretlerini ve remizlerini beyan etmektir. Çünkü, i’cazın mühim bir vechi, nazmından tecelli eder ve en parlak i’caz Kur’an’ın nazmındaki nakışlardan ibarettir. Saniyen: Kur’an’daki anasır-ı esasiye ve Kur’an’ın takip ettiği maksatlar tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ile ibadet olmak üzere dörttür. Bu dört unsuru beyan edeceğiz. Sual: Kur’an’ın, şu dört hedefe doğru yürüdüğü neden malumdur? Cevap: Evet, beni adem, büyük bir kervan ve azim bir kafile gibi mazinin derelerinden gelip, vücut ve hayat sahrasında misafir olup, istikbalin yüksek dağlarına ve müzeyyen bağlarına müteveccihen kafile kafile müteselsilen yürümekte iken, kainatın nazar-ı dikkatini celb etti. "Şu garip ve acip mahluklar kimlerdir? Nereden geliyorlar? Nereye gidiyorlar?" diye ahvallerini anlamak üzere hilkat hükumeti, fenn-i hikmeti karşılarına çıkardı ve aralarında şöyle bir muhavere başladı: Hikmet: "Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Bu dünyada işiniz nedir? Reisiniz kimdir?
1 Rahman ve Rahim Olan Allahın adıyla. O Rahman -Ki Kuranı öğretti. -İnsanı yarattı. -Ona anlamayı ve anlatmayı öğretti. (Rahman Suresi: 1-4.)
2 O Rahman. Ki Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona anlamayı ve anlatmayı öğretti. (Rahman Suresi 1-4) Ona hamd eder, alemler rahmet olarak gönderdiği, remiz ve işaretleriyle kainatın hakikatlerini toplayan en büyük mucizesini asırların geçmesiyle ta Kıyamete kadar baki kıldığı Peygamberi Muhammed’e, onun bütün Al ve Ashabına salavat getiririz. (Müellifin ifadesi)
Bu suale, beni adem namına, emsali olan büyük peygamberler gibi, Muhammed-i Arabi Aleyhissalatü Vesselam, nev-i beşere vekaleten karşısına çıkarak şöyle cevapta bulundu: "Ey hikmet! Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelinin kudretiyle, yokluk karanlıklarından, ziyadar varlık alemine çıkarılan mahluklardır. Sultan-ı Ezeli, bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrayı bize vermiştir. Biz, haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de, o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle re’sü’l-malımız olan istidatlarımızı nemalandırmaktır. Ve şu azim insan kervanına, bundan sonra Sultan-ı Ezeliden risalet vazifesiyle gelip riyaset eden benim. İşte o Sultan-ı Ezelinin risalet beratı olarak bana verdiği Kur’an-ı Azimüşşan elimdedir. Şüphen varsa al, oku!" Muhammed-i Arabi Aleyhissalatü Vesselamın verdiği şu cevaplar, Kur’an’dan muktebes ve Kur’an lisanıyla söylenildiğinden, Kur’an’ın anasır-ı esasiyesinin şu dört maksatta temerküz ettiği anlaşılıyor. Sual : Şu makasıd-ı erbaa, Kur’an’ın hangi ayetlerinde bulunuyor? Cevap : O anasır-ı erbaa, Kur’an’ın hey’et-i mecmuasında bulunduğu gibi, Kur’an’ın surelerinde, ayetlerinde, kelamlarında, hatta kelimelerinde bile sarahaten veya işareten veya remzen bulunmaktadır. Çünkü, Kur’an’ın küllü, cüzlerinde göründüğü gibi, cüzleri de, Kur’an’ın küllüne aynadır. Bunun içindir ki Kur’an, "müşahhas olduğu halde, efrad sahibi olan külli" gibi tarif edilir. Sual : -1- ve -2- gibi ayetlerde makasıd-ı erbaaya işaretler var mıdır? Cevap : Evet, -3- kelimesi, Kur’an’ın çok yerlerinde mezkur veya mukadderdir. Bu mezkur ve mukadder olan kelimelerine esas olmak üzere ’tan evvel kelimesi mukadderdir. Yani, "Ya Muhammed! Bu cümleyi insanlara söyle ve talim et." Demek besmelede İlahi ve zımni bir emir var. Binaenaleyh, şu mukadder olan emri, risalet ve nübüvvete işarettir. Çünkü resul olmasaydı, tebliğ ve talime memur olmazdı. Kezalik, hasrı ifade eden car ve mecrurun takdimi, tevhide imadır.
1 Allahın adıyla. (Fatiha Suresi: 1.)
2 Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Allaha mahsustur. (Fatiha Suresi: 2.)
Ve keza, -1- nizam ve adalete, -2- de haşre delalet eder. Ve keza -3- ’taki ihtisası ifade ettiğinden tevhide işarettir. -4- adaletle nübüvvete remizdir. Çünkü terbiye, resuller vasıtasıyla olur. -5- zaten sarahaten haşir ve kıyamete delalet eder. Ve keza -6- sadefi de, o makasıd-ı erbaa cevherlerini tazammun etmiştir.
1 O Rahmandır.
2 O Rahimdir.
3 Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Allaha mahsustur. (Fatiha Suresi: 2.)
4 O, Alemlerin Rabbidir. (Fatiha Suresi: 2.)
5 O, hesap gününün sahibidir. (Fatiha Suresi: 4.)
6 Şüphesiz biz sana Kevseri verdik. (Kevser Suresi: 1.)
-1- Bu kelam, güneş gibidir. Yani, güneş başkalarını gösterdiği gibi, kendini de gösterir, başka bir güneşe ihtiyaç bırakmaz. başkalarına yaptığı vazifeyi, kendisine de yapıyor; ikinci bir daha lazım değildir. Evet öyle müstakil bir nurdur ki, bu nur, hiçbir şeye bağlı değildir. Hatta bu nurun car ve mecruru bile hiçbir şeye muhtaç değildir. Ancak harfinden müstefad olan -2- veya örfen malum olan -3- veyahut mukadder olan -4- ’ün istilzam ettiği -5- fiillerinden birine mütealliktir. İhtar : ’ taki car ve mecrura müteallik olarak mezkur olan fiiller, besmeleden sonra takdir edilir ki, hasrı ifade etmekle ihlas ve tevhidi tazammun etsin. İsim, Cenab-ı Hakkın zati isimleri olduğu gibi, fiili isimleri de vardır. Bu fiili isimlerin, Gaffar ve Rezzak, Muhyi ve Mümit gibi pek çok nevileri vardır. Sual : Bu fiili isimlerinin kesretle tenevvüü neden meydana geliyor? Cevap : Kudret-i ezeliyenin, kainattaki mevcudatın nevilerine, fertlerine olan nispet ve taallukundan husule gelir. Bu itibarla, kudret-i Ezeliyenin taalluk ve tesirini celb eder. Ve o taalluk, abdin kesbine ve işine yardım edici bir ruh gibi olur. Öyleyse, hiç kimse, hiçbir işini besmelesiz bırakmasın!
Lafza-i celali, bütün sıfat-ı kemaliyeyi tazammun eden bir sadeftir. Çünkü Lafza-i Celal, Zat-ı Akdese delalet eder; Zat-ı Akdes de, bütün sıfat-ı kemaliyeyi istilzam eder. Öyleyse, o lafza-i mukaddese, delalet-i iltizamiye ile, bütün sıfat-ı kemaliyeye delalet eder. İhtar : Başka ism-i haslarda bu delalet yoktur. Çünkü, başka zatlarda sıfat-ı kemaliyeyi istilzam etmek yoktur.
* Bu iki sıfatın Lafza-i Celalden sonra zikirlerini icap eden münasebetlerden birisi şudur ki: Lafza-i Celalden, celal silsilesi tecelli ettiği gibi, bu iki sıfattan dahi cemal silsilesi tecelli ediyor. Evet, herbir alemde emir ve nehiy, sevap ve azap; terğib ve terhib, tesbih ve tahmid, havf ve reca gibi pek çok füruat, celal ve cemalin tecellisiyle teselsül edegelmektedir. İkincisi: Cenab-ı Hakkın ismi, Zat-ı Akdesine ayn olduğu cihetle, Lafza-i Celal, sıfat-ı ayniyeye işarettir. ’ de, fiili olan sıfat-ı gayriyeye imadır. dahi, ne ayn ne gayr olan sıfat-ı seb’aya remizdir. Zira , "Rezzak" manasınadır. Rızık, bekaya sebeptir
zap; terğib ve terhib, tesbih ve tahmid, havf ve reca gibi pek çok füruat, celal ve cemalin tecellisiyle teselsül edegelmektedir. İkincisi: Cenab-ı Hakkın ismi, Zat-ı Akdesine ayn olduğu cihetle, Lafza-i Celal, sıfat-ı ayniyeye işarettir. ’ de, fiili olan sıfat-ı gayriyeye imadır. dahi, ne ayn ne gayr olan sıfat-ı seb’aya remizdir. Zira , "Rezzak" manasınadır. Rızık, bekaya sebeptir. Beka, tekerrür-ü vücuttan ibarettir. Vücut ise, birincisi mümeyyize, ikincisi muhassısa, üçüncüsü müessire olmak üzere, "ilim, irade, kudret" sıfatlarını istilzam eder. Beka dahi, semere-i rızık mahsulü olduğu için, "basar, sem’, kelam" sıfatlarını iktiza eder ki, merzuk, istediği zaman ihtiyacını görsün, istediği zaman işitsin, aralarında vasıta bulunduğu takdirde o vasıta ile konuşsun. Bu altı sıfat, şüphesiz, birinci sıfatı olan "hayat"ı istilzam ederler. Sual : Rahman büyük nimetlere, Rahim küçük nimetlere delalet ettikleri cihetle, Rahim’in, Rahman’dan sonra zikri, yukarıdan aşağıya inmek manasına olan "san’atü’t-tedelli" kaidesine dahildir. Bu ise, belagatça makbul değildir. Cevap : Evet, kaşlar göze, gem ata mütemmim oldukları ve onların noksanlarını ikmal ettikleri gibi, küçük nimetler de büyük nimetlere mütemmimdirler. Bu itibarla, mütemmim olan, haddizatında küçük de olsa, faydayı ikmal ettiğinden, büyükten daha büyük olması icap eder.
Ve keza, büyükten beklenilen menfaat küçüğe mütevakkıf ise, o küçük, büyük sırasına geçer; o büyük dahi küçük hükmünde kalır; kilit ile anahtar, lisan ile ruh gibi. Ve keza, bu makam, nimetlerin tadadı veya nimetlerle imtinan makamı değildir. Ancak, insanları, gizli ve küçük nimetlere tenbih ve ikaz etmek makamıdır. Evvelki makamlardaki "tedelli" şu tenbih makamında "terakki" sayılır. Çünkü, gizli ve küçük nimetleri insanlara göstermek ve insanları onların vücuduna ikaz etmek, daha layık ve daha lazımdır. Bu itibarla, şu meselemizde tedelli değil, terakki vardır. Sual : Mebde ve me’haz itibarıyla "rikkatü’l-kalb" manasını ifade eden bu iki sıfatın Cenab-ı Hak hakkında kullanılması caiz değildir. Eğer mana-yı hakikatlerinin lazımı ve neticesi olan in’am ve ihsan kastedilirse, mecazda ne hikmet vardır? Cevap : Bu iki sıfat-"yed" gibi-mana-yı hakikileriyle Cenab-ı Hak hakkında kullanılması muhal olan müteşabihattandır. Müteşabihatta, mana-yı mecazinin, mana-yı hakikinin lafzıyla, üslubuyla gösterilmesindeki hikmet, insanların meluf ve malumları olmayan manaları ve hakikatleri zihinlerine yakınlaştırıp kabul ettirmekten ibarettir. Mesela "yed"in mana-yı mecazisi insanlara me’nus olmadığından, mana-yı hakikinin şekliyle, lafzıyla gösterilmesi zarureti vardır. -1- Evvela: Bu kelimeyi makabline bağlattıran cihet-i münasebet, Rahman ve Rahim’in delalet ettikleri nimetlerin hamd ve şükürle karşılanması lüzumundan ibarettir. Saniyen: Şu cümlesi, herbiri niam-ı esasiyeden birine işaret olmak üzere, Kur’an’ın dört suresinde tekerrür etmiştir. O nimetler de, "neş’e-i ula ile neş’e-i ulada beka, neş’e-i uhra ile neş’e-i uhrada beka" nimetlerinden ibarettir. Salisen: Bu cümlenin Kur’an’ın başlangıcı olan Fatiha Suresine fatiha, yani başlangıç yapılması neye binaendir? Cevap: Kainatın ve dolayısıyla insanların hilkatindeki hikmet ve gaye, -2- ferman-ı celilince, ibadettir.
1 Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Allaha mahsustur. (Fatiha Suresi: 2.)
2 Ben, cinleri ve insanları ancak bana iman ve ibadet etsinler diye yarattım. (Zariyat Suresi: 56.)
Hamd ise, ibadetin icmali bir sureti ve küçük bir nüshasıdır. ’ın bu makamda zikri, hilkatin gayesini tasavvur etmeye işarettir. Rabian: Hamdin en meşhur manası, sıfat-ı kemaliyeyi izhar etmektir. Şöyle ki: Cenab-ı Hak, insanı, kainata cami bir nüsha ve on sekiz bin alemi havi şu büyük alemin kitabına bir fihrist olarak yaratmıştır. Ve Esma-i Hüsnadan herbirisinin tecelligahı olan herbir alemden bir örnek, bir nümune, insanın cevherinde vedia bırakmıştır. Eğer insan, maddi ve manevi herbir uzvunu Allah’ın emrettiği yere sarf etmekle hamdin şubelerinden olan şükr-ü örfiyi ifa ve şeriate imtisal ederse, insanın cevherinde vedia bırakılan o örneklerin herbirisi, kendi alemine bir pencere olur. İnsan, o pencereden, o aleme bakar ve o aleme tecelli eden sıfatla o alemden tezahür eden isme bir mir’at ve bir ayna olur. O vakit insan, ruhuyla, cismiyle alem-i şehadet ve alem-i gayba bir hülasa olur ve her iki aleme tecelli eden, insana da tecelli eder. İşte bu cihetle, insan, sıfat-ı kemaliye-i İlahiyeye hem mazhar olur, hem muzhir olur. Nitekim Muhyiddin-i Arabi, hadis-i şerifinin beyanında, "Mahlukatı yarattım ki, Bana bir ayna olsun ve o aynada cemalimi göreyim" demiştir. : burada ihtisas içindir. Hamdin Zat-ı Akdese has ve münhasır olduğunu ifade eder. Bu ’ın mütealliki olan ihtisas hazf olduktan sonra ona intikal etmiştir ki, ihlas ve tevhidi ifade etsin. İhtar : Müşahhas olan birşeyin umumi bir mefhumla mülahaza edildiğine binaen, Zat-ı Akdes de müşahhas olduğu halde, Vacibü’l-Vücud mefhumuyla tasavvur edilebilir. : Yani, herbir cüz’ü bir alem mesabesinde bulunan şu alemi bütün eczasıyla terbiye ve yıldızlar hükmünde olan o cüzlerin zerratını kemal-i intizamla tahrik eder. Evet, Cenab-ı Hak, herşey için bir nokta-i kemal tayin etmiştir ve o noktayı elde etmek için o şeye bir meyil vermiştir. Herşey, o nokta-i kemale doğru hareket
etmek üzere, sanki manevi bir emir almış gibi muntazaman o noktaya müteveccihen hareket etmektedir. Esna-yı harekette onlara yardım eden ve manilerini def eden, şüphesiz, Cenab-ı Hakkın terbiyesidir. Evet, kainata dikkatle bakıldığı zaman, insanların taife ve kabileleri gibi, kainatın zerratı, münferiden ve müçtemian Halıklarının kanununa imtisalen, muayyen olan vazifelerine koşmakta oldukları hissedilir. (Yalnız bedbaht insanlar müstesna!)
-1- Bu kelimenin sonundaki yalnız i’rab alametidir, -2- -3- gibi. Veya cem’ alametidir; çünkü, alemin ihtiva ettiği cüzlerin herbirisi bir alemdir. Veyahut, yalnız manzume-i şemsiyeye münhasır değildir. Cenab-ı Hakkın, şu gayr-ı mütenahi fezada çok alemleri vardır. Evet, -4- ve -5- de olduğu gibi, burada da ukalaya mahsus cem’ sigasıyla gayr-ı ukala cem’lendirilmiştir. Bu ise, kavaide muhaliftir? Evet, alemin ihtiva ettiği uzuvların birer akıl, birer mütekellim suretinde tasavvur edilmesi, belagatin en makbul bir prensibidir. Zira, kainatın alem ile tesmiyesi, kainatın Saniine olan delaleti, şehadeti, işareti içindir. Binaenaleyh, kainatın uzuvları da Sanie olan delaletleri, şehadetleri için birer alem olmaları icap eder. Öyleyse, Saniin o uzuvları terbiyesinden ve o uzuvların da Sanii ilam etmelerinden anlaşılır ki, o uzuvlar; birer hayy, birer akıl, birer mütekellim suretinde tasavvur edilmiştir. Binaenaleyh, bu cem’de kavaide muhalefet yoktur.
1 Alemler. (Fatiha Suresi: 2.)
3 Otuz.
4 Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Allaha mahsustur. Allahın nice felekleri var ki, içinde yıldızlar, güneş ve ay dönüp dururlar.
5 "... Onları bana secde ederken gördüm." (Yusuf Suresi: 4.)
Makabliyle bu iki sıfatın nazmını icap eden şöyle bir münasebet vardır ki: Biri menfaatleri celp, diğeri mazarratları def etmek üzere terbiyenin iki esası vardır. "Rezzak" manasına olan birinci esasa, "Gaffar" manasını ifade eden de ikinci esasa işaretleri için birbiriyle bağlanmıştır.
-2- Makabliyle şu sıfatın nazmını iktiza eden sebep şudur ki: Şu sıfat, rahmeti ifade eden makabline neticedir. Zira, kıyametle saadet-i ebediyenin geleceğine en büyük delil, rahmettir. Evet, rahmetin rahmet olması ve nimetin nimet olması, ancak ve ancak haşir ve saadet-i ebediyeye bağlıdır. Evet, saadet-i ebediye olmasa, en büyük nimetlerden sayılan aklın, insanın kafasında yılan vazifesini görmekten başka bir işi kalmaz. Kezalik, en latif nimetlerden sayılan şefkat ve muhabbet, ebedi bir ayrılık düşüncesiyle, en büyük elemler sırasına geçerler. Sual : Cenab-ı Hakkın herşeye malik olduğu bir hakikat iken, burada haşir ve ceza gününün tahsisi neye binaendir? Cevap : Şu alemin, insanlarca, hakir ve hasis sayılan bazı şeylerine kudret-i ezeliyenin bizzat mübaşereti azamet-i İlahiyeye münasip görülmediğinden, vaz edilen esbab-ı zahiriyenin o gün ref’iyle; herşeyin şeffaf, parlak içyüzüyle tecelli edip Saniini, Halıkını vasıtasız göreceğine işarettir. -3- tabiri ise, haşrin vukuunu gösteren emarelerden birine işarettir. Şöyle ki: Saniye, dakika, saat ve günleri gösteren haftalık bir saatin millerinden birisi devrini tamam ettiği zaman, behemehal ötekiler de devirlerini ikmal edeceklerine kanaat hasıl olur. Kezalik, yevm, sene, ömr-ü beşer ve ömr-ü dünya içinde tayin edilen manevi millerden birisi devrini tamam ettiğinde, ötekilerin de-velev uzun bir zamandan sonra olsun-devirlerini ikmal edeceklerine hükmedilir. Ve keza, bir
1 O Rahmandır; rahmeti bütün varlıkları kuşatır ve bütün yaratıklarının her türlü rızkını merha-metle yetiştirir. O Rahimdir; yaratıklarına karşı pek şefkatli ve merhametlidir. (Fatiha Suresi: 3.)
gün veya bir sene zarfında vukua gelen küçük küçük kıyametleri, haşirleri gören bir adam, saadet-i ebediyenin, haşrin tulu-u fecriyle, şahsı bir nev’ hükmünde olan insanlara ihsan edileceğine şüphe edemez. kelimesinden maksat ya cezadır, çünkü o gün hayır ve şerlere ceza verilecek bir gündür; veya hakaik-i diniyedir, çünkü hakaik-i diniye o gün tam manasıyla meydana çıkar. Ve daire-i itikadın, daire-i esbaba galebe edeceği bir gündür. Evet, Cenab-ı Hak, müsebbebatı esbaba bağlamakla, intizamı temin eden bir nizamı kainatta vaz etmiş. Ve herşeyi, o nizama müraat etmeye ve o nizamla kalmaya tevcih etmiştir. Ve bilhassa insanı da, o daire-i esbaba müraat ve merbutiyet etmeye mükellef kılmıştır. Her ne kadar dünyada, daire-i esbab daire-i itikada galip ise de, ahirette hakaik-i itikadiye tamamen tecelli etmekle, daire-i esbaba galebe edecektir. Buna binaen, bu dairelerin herbirisi için ayrı ayrı makamlar, ayrı ayrı hükümler vardır. Ve her makamın iktiza ettiği hükme göre hareket lazımdır. Aksi takdirde, daire-i esbabda iken tabiatıyla, vehmiyle, hayaliyle daire-i itikada bakan Mutezile olur ki, tesiri esbaba verir. Ve keza, daire-i itikadda iken, ruhuyla, imaniyle daire-i esbaba bakan da, esbaba kıymet vermeyerek Cebriye mezhebi gibi tembelcesine bir tevekkülle nizam-ı aleme muhalefet eder.
-1- zamirinde iki nükte vardır. Birincisi: Makablinde zikredilen sıfat-ı kemaliyenin zamirinde müstetir ve mutazammın olduğuna işarettir. Çünkü, o sıfatların birer birer tadadından hasıl olan büyük bir şevkle, gaybdan hitaba, yani ism-i zahirden şu zamirine iltifat ve intikal olmuştur. Demek zamirinin mercii, geçen sıfat-ı kemaliye ile mevsuf olan Zattır. İkincisi: Elfaz okunurken manalarını düşünmek, belagat mezhebinde vacip olduğuna işarettir. Çünkü, manalar düşünülürse, nazil olduğu gibi okunur. Ve o okuyuş, tabiatıyla, zevkiyle hitaba incirar eder. Hatta ’ yu okuyan adam, sanki -2- cümlesindeki emre imtisalen okuyor gibi olur.
1 Ancak sana kulluk ederiz. (Fatiha Suresi: 5.)
2 Kendisini görüyormuşsun gibi Rabbine kullukta bulun. (Hadis-i Şerif: Sahihü’l-Camiüs’s-Sağir, 1049.)
Cem’ sigasıyla zikredilen -1- deki zamir, üç taifeye işarettir. Birincisi, insanın vücudundaki bütün aza ve zerrata racidir ki, bu itibarla şükr-ü örfiyi eda etmiş olur. İkincisi, bütün ehl-i tevhidin cemaatlerine aittir; bu cihetle şeriata itaat etmiş olur. Üçüncüsü, kainatın ihtiva ettiği mevcudata işarettir. Bu itibarla, şeriat-ı fıtriye-i kübraya tabi olarak hayret ve muhabbetle kudret ve azametin arşı altında sacid ve abid olmuş olur. Bu cümlenin makabliyle vech-i nazmı, ’nun -2- ’ye tefsir ve beyanı olmakla -3- ’de bir netice ve bir lazım olmasıdır. İhtar : -4- ’nin takdimi, ihlası vikaye etmek içindir. Ve zamir-i hitap da, ibadetin sebep ve illetine işarettir. Çünkü, hitaba incirar eden, geçen sıfatla muttasıf olan Zat, elbette ibadete müstehaktır.
-5- -6- ’de müstetir zamir, ’nun faili gibi, o üç cemaatten herbirine racidir. Yani, "Bizim vücudumuzun zerratı veya ehl-i tevhid cemaatı veyahut kainat mevcudatı, bütün hacat ve maksatlarımıza, bilhassa en ehem olan ibadetimize, Senden iane ve tevfik istiyoruz." kelimesinin tekrarlanmasındaki hikmetin, birincisi, hitap ve huzurdaki lezzetin arttırılmasına; iİkincisi, ayan makamının bürhan makamından daha yüksek olduğuna; üçüncüsü, huzurda sıdk olup kizbin ihtimali olmadığına; dördüncüsü, ibadetle istianenin ayrı ve müstakil maksatlar olduklarına işarettir. Bu iki fiili birbiriyle bağlayan münasebet, ücretle hizmet arasındaki münasebettir. Zira ibadet, abdin Allah’a karşı bir hizmetidir. İane de, o hizmete karşı bir ücret gibidir. Veya mukaddeme ile maksud arasındaki alakadır. Çünkü iane ve tevfik, ibadete mukaddemedir. kelimesinin takdiminden doğan hasr, abdin,
1 Kulluk ederiz.
2 Hamd olsun.
3 O, hesap gününün sahibidir. (Fatiha Suresi: 4.)
5 Ancak Senden yardım dileriz. (Fatiha Suresi: 5.)
Cenab-ı Hakka karşı yaptığı ibadet ve hizmetle, vesait ve esbaba olan tezellülden kurtuluşuna işarettir. Lakin, esbabı tamamen ihmal ve terk etmek iyi değildir. Çünkü, o zaman Cenab-ı Hakkın hikmet ve meşietiyle kainatta vaz edilen nizama karşı bir temerrüd çıkar. Evet, daire-i esbabda iken tevekkül etmek, bir nevi tembellik ve atalettir.
-1- Hidayeti talep etmekle ianeyi istemek arasında ne münasebet vardır? Evet, biri sual, diğeri cevap olduklarından birbiriyle bağlanılmıştır. Şöyle ki: -2- ile iane talep edilirken makam iktizasıyla "Ne istiyorsun?" diye varid olan mukadder sual, ile cevaplandırılmıştır. ile istenilen şeylerin ayrı ayrı ve müteaddit olmasır manasının da ayrı ayrı ve müteaddit olmasını icap eder. Sanki dört masdardan müştakdır. Mesela, bir mü’min hidayeti isterse, sebat ve devam manasını ifade eder. Zengin olan isterse, ziyade manasını, fakir olan isterse i’ta manasını, zayıf olan isterse iane ve tevfik manasını ifade eder. Ve keza, (Her şeyi halk ve hidayet etmiştir.) manasında bulunan ayet-i celilesi hükmünce, zahiri ve batıni duygular, afaki ve harici deliller, enfüsi ve dahili bürhanlar, peygamberlerin irsaliyle, kitapların inzali gibi vasıtalar itibarıyla da hidayetin manası taaddüt eder. İhtar : En büyük hidayet, hicabın kaldırılmasıyla hakkı hak, batılı batıl göstermektir. -3-
1 Bize hidayet et. (Fatiha Suresi: 6.)
2 Senden yardım dileriz. Allahım! Bize hakkı hak olarak göster ve ona uymayı nasip et; batılı da, batıl olarak göster ve ondan da sakınmayı nasip et. Amin.
Bu manadaki ayet Taha Suresi 50. Ayettir. Manası: Herşeyi yerli yerince yaratan, fayda ve zararlarını gösteren onu yaratılış maksadına sevk eden [Allahtır].
Sırat-ı müstakim şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülasasından hasıl olan adl ve adalete işarettir. Şöyle ki: Tagayyür, inkılap ve felaketlere maruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskan edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu kuvvetlerin, birincisi, menfaatleri celp ve cezb için kuvve-i şeheviye-i behimiye, ikincisi, zararlı şeyleri def için kuvve-i sebuiye-i gadabiye, üçüncüsü, nef’ ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir. Lakin, insandaki bu kuvvetlere şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmişse de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin herbirisi, tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar. Mesela, kuvve-i şeheviyenin tefrit mertebesi humuddur ki, ne helale ve ne de harama şehveti, iştihası yoktur. İfrat mertebesi fücurdur ki, namusları ve ırzları payimal etmek iştihasında olur. Vasat mertebesi ise iffettir ki, helaline şehveti var, harama yoktur. İhtar : Kuvve-i şeheviyenin yemek, içmek, uyumak ve konuşmak gibi füruatında da bu üç mertebe mevcuttur. Ve keza, kuvve-i gadabiyenin tefrit mertebesi, cebanettir ki korkulmayan şeylerden bile korkar. İfrat mertebesi tehevvürdür ki, ne maddi ve ne manevi hiçbir şeyden korkmaz. Bütün istibdadlar, tahakkümler, zulümler bu mertebenin mahsulüdür. Vasat mertebesi ise şecaattir ki, hukuk-u diniye ve dünyeviyesi için canını feda eder, meşru olmayan şeylere karışmaz. İhtar : Bu kuvve-i gadabiyenin füruatında da şu üç mertebenin yeri vardır. Ve keza, kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi gabavettir ki, hiçbir şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi cerbezedir ki, hakkı batıl, batılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekaya malik olur. Vasat mertebesi ise hikmettir ki, hakkı hak bilir, imtisal eder; batılı batıl bilir, içtinap eder. -2- İhtar : Bu kuvvetin şu üç mertebeye inkısamı gibi, füruatı da o üç mertebeyi havidir. Mesela, halk-ı ef’al meselesinde Cebr mezhebi ifrattır ki,
1 Dos doğru yol ... (Fatiha Suresi: 6.)
2 Kime hikmet verilmişse, işte ona pekçok hayır verilmiştir. (Bakar Suresi: 269.)
bütün bütün insanı mahrum eder. İtizal mezhebi de tefrittir ki, tesiri insana verir. Ehl-i Sünnet mezhebi vasattır. Çünkü bu mezhep, beyne-beynedir ki, o fiillerin bidayetini irade-i cüz’iyeye, nihayetini irade-i külliyeye veriyor. Ve keza, itikadda da tatil ifrattır, teşbih tefrittir, tevhid vasattır. Hülasa: Şu dokuz mertebenin altısı zulümdür, üçü adl ve adalettir. Sırat-ı müstakimden murad, şu üç mertebedir.
-1- Kur’an’ın inci gibi lafızlarının dizilmesi bir hayta, bir çeşide, bir nakşa münhasır değildir. Belki, zuhurca, hafaca, yakınlıkça, uzaklıkça mütefavit çok tenasüplerden hasıl olan pek çok nakışlar üzerine dizilmişlerdir, nazmedilmişlerdir. Zaten i’cazın esası, ihtisardan sonra ancak böyle nakışlardadır. Evet, ile makablindeki herbir kelime arasında bir münasebet vardır. Mesela, -2- ile münasebeti vardır; çünkü nimet, hamde delil ve karinedir. -3- ile münasebettardır. Çünkü, terbiyenin kemali, nimetlerin tevali ve teakubu ile olur. -4- ile alakadardır; çünkü -5- den irade edilen "enbiya, şüheda, suleha, ulema" rahmettirler. -6- ile alakası vardır; çünkü, nimet-i kamile, ancak dindir. -7- ile alakası var; çünkü ibadette imamlar bunlardır. -8- ile var; çünkü, tevfike ve ianeye mazhar bunlardır. -9- ile var; çünkü hidayette
1 Kendilerine nimet ve ihsanda bulunduğun peygamberlerin ve onlara tabi olan salih kullarının yoluna ilet. (Fatiha Suresi: 7.)
2 Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Allaha mahsustur. (Fatiha Suresi: 2.)
kerime, buradaki -1- ayet-i celilesini beyan eder. Zaten Kur’an’ın bir kısmı, bir kısmını tefsir eder. Sual : Şeygamberlerin meslekleri birbirine uymadığı gibi, ibadetleri de birbirine muhaliftir. Bunun esbabı nedir? Cevap : İtikad ve amelde, usul ve ahkam-ı esasiyede peygamberlerin hepsi daimdirler, sabittirler, müttehittirler. İhtilaf ve tefavütleri, ancak füruattadır. Zaten zamanların tebeddülüyle füruatın da tebeddül ve tegayyürü tabii birşeydir. Evet, mevasim-i erbaada tedavi ve telebbüs gibi çok şeyler tebeddüle uğrar. Mesela, kışın giyilen kalın elbise yazın tebeddüle uğrar veya kışın güzel tesiri olan bir ilacın yazın fena tesiri olur, kullanılmaz. Kezalik, kalb ve ruhların gıdası olan ahkam-ı diniyenin füruatı da, ömr-ü beşerin devreleri itibariyle tebeddüle uğrar.
-2- Havf ve firar makamı olan şu sıfatın makablindeki makamlarla münasebatı ise, bu makamın hayret ve dehşet nazarıyla celal ve cemal ile muttasıf olan makam-ı rububiyete baktırması; ve iltica ve dehalet nazarıyla -3- ’deki makam-ı ubudiyete baktırması ve acz nazarıyla -4- ’deki tevekkül makamına baktırması; ve teselli nazarıyla refik-ı daimisi olan makam-ı recaya baktırmasıdır. Çünkü, korkunç birşeyi gören adam, korku ve hayret içinde kalır, sonra firar etmeye meyleder. aciz olduğu takdirde tevekkül eder, sonra teselli yollarını arar. Sual : Cenab-ı Hak Ganiyy-i Mutlaktır. alemde bu kadar dalaletleri ve pek çirkin fena şeylerin yaratılışında ne hikmet vardır? Cevap : Kainatta maksud-u bizzat ve külli ve şümullü olarak yaratılan, ancak kemaller, hayırlar, hüsünlerdir. Şerler, kubuhlar, noksanlar ise hüsünlerin, hayırların, kemallerin arasında görülmeyecek kadar dağınık ve cüz’iyet kabilinden tebei olarak yaratılmışlardır ki, hayırların, hüsünlerin, kemallerin mertebelerini, nevilerini, kısımlarını göstermeye vesile olsunlar ve hakaik-i nisbiyenin vücuduna veya zuhuruna bir mukaddeme ve bir vahid-i kıyasi olsunlar.
1 Kendilerine nimet ve ihsanda bulunduğun kullarının... ( Fatiha Suresi: 4.)
Sual : Hakaik-i nisbiyenin ne kıymeti var ki, onun için şerler istihsan edilecek? Cevap : Hakaik-i nisbiye denilen şeyler, kainatın eczası arasında bulunan rabıtalardır. Ve kainattaki nizam, ancak hakaik-i nisbiyeden doğmuştur. Ve hakaik-i nisbiyeden kainatın envaına bir vücud-u vahid in’ikas etmiştir. Hakaik-i nisbiye, büyük bir ölçüde hakaik-i hakikiyeden çoktur. Hatta bir zatın hakaik-i hakikiyesi yedi ise, hakaik-i nisbiyesi yedi yüzdür. Binaenaleyh, kubuh ve şerde şer varsa da kalildir. Malumdur ki, şerr-i kalil için hayr-ı kesir terk edilmez. Terk edilirse, şerr-i kesir olur; zekat ve cihadda olduğu gibi. Evet, -1- meşhur kaziyeden maksat, birşeyin zıddı, o şeyin hakaik-i nisbiyesinin vücut veya zuhuruna sebeptir. Mesela kubuh olmasaydı ve hüsünlerin arasına girmeseydi, hüsnün gayr-ı mütenahi olan mertebeleri tezahür etmezdi. Sual : -2- fiil, -3- ism-i mef’ul, -4- ism-i fail olarak zikirlerinde ve keza, üçüncü fırkanın sıfatını ve ikinci fırkanın sıfatına terettüp eden akıbetini ve birinci fırkanın ünvan-ı sıfatını aynen zikretmekte ne gibi bir hikmet vardır? Cevap : "Nimet" ünvanı, nefsin daima meylettiği bir lezzet olduğundan ihtiyar edilmiştir. Fiil-i mazi olarak zikrindeki sebep, evvelce beyan edilmiştir. İkinci fırka ise, kuvve-i gadabiyenin galebe ve tecavüzüyle tecavüz ederek ahkamın terkiyle zulüm ve fıska düşmüşlerdir: Yahudilerin temerrüdü gibi. Zulüm ve fıskta hasis ve hayırsız bir lezzet görüldüğünden, onlardan nefis teneffür etmez. Kur’an-ı Kerim, o zulmün akıbeti olan gadab-ı İlahiyi zikretmiştir ki, nefisleri o zulüm ve fısktan tenfir ettirsin. İstimrar ve devam şe’ninde olan isimlerden ism-i mef’ul olarak zikredilmesi ise, şer ve isyanların devam edip, tevbe ve af ile inkıta etmedikleri takdirde kat’ileşeceğine ve silinmez bir damga şekline geçeceğine işarettir. Üçüncü fırka ise, vehim ve heva-yı nefsin akıl ve vicdanlarına galebesiyle, batıl bir itikada tabi olarak nifaka düşen bir kısım Nasaradır. Dalalet, nefisleri tenfir ve ruhları inciten bir elem olduğundan, Kur’an-ı Kerim, o fırkayı aynı o sıfatla zikretmiştir. Ve ism-i fail olarak zikrindeki sebep ise, dalaletin dalalet olması, devam etmesine mütevakkıf olup, inkıtaa uğradığı zaman affa dahil olacağına işarettir. Ey arkadaş! Bütün lezzetler imanda olduğu gibi, bütün elemler de dalalettedir. Bunun izahı ise: Bir şahıs, kudret-i Ezeliye tarafından, adem zulümatından şu
korkunç dünya sahrasına atılırken gözünü açar, bakar. Bir lütuf beklediği zaman, birden bire, düşmanlar gibi, hastalıklar, elemler, belalar hücum etmeye başlarlar. Bir medet, bir yardım için müsterhimane tabiata ve anasıra baktığı vakit, kasavet-i kalble, merhametsizikle karşılaşır. Ecram-ı semaviyeden istimdat etmek üzere başını havaya kaldırır. O ecram, atom bombaları gibi dehşetli ve heybetli halleriyle gözüne görünür. Hemen gözünü yumar, başını eğer, düşünmeye başlar. Bakar ki, hayati hacetleri bağırıp çağırmaya başlarlar. Bütün bütün tevahhuş ederek hemen kulaklarını tıkar, vicdanına iltica eder. Bakar ki, vicdanı, binler amal (emeller) ve emani ile dolu gürültülerinden cinnet getirecek bir hale gelir. Acaba, hiçbir cihetten hiçbir teselli çaresini bulamayan o zavallı şahıs, mebde ile meadı, Sani ile haşri itikad etmezse, onun o vaziyetinden Cehennem daha serin olmaz mı? Evet, o biçare, havf ve heybetten, acz ve ra’şetten, vahşet ve gönül darlığından, yetimlikle meyusiyetten mürekkep bir vaziyet içinde olup, kudretine bakar; kudreti aciz ve nakıs. Hacetlerine bakar; def edilecek bir durumda değildir. Çağırıp yardım istese, yardımına gelen yok. Her şeyi düşman, her şeyi garip görür. Dünyaya geldiğine bin defa nedamet eder, lanet okur. Fakat o şahsın, sırat-ı müstakime girmekle kalbi ve ruhu nur-u imanla ışıklanırsa, o zulmetli evvelki vaziyeti nurani bir halete inkılap eder. Şöyle ki: O şahıs, hücum eden belaları, musibetleri gördüğü zaman, Cenab-ı Hakka istinad eder, müsterih olur. Yine o şahıs, ebede kadar uzanıp giden emellerini, istidatlarını düşündüğü zaman, saadet-i ebediyeyi tasavvur eder. O saadet-i ebediyenin maü’l-hayatından bir yudum içer, kalbindeki emellerini teskin eder. Yine o şahıs, başını kaldırıp semaya ve etrafa bakar, herşeyle ünsiyet peyda eder. Yine o şahıs, semadaki ecrama bakar; hareketlerinden dehşet değil, ünsiyet ve emniyet peyda eder ve onların o hareketlerini ibret ve hayretle tefekkür eder. Yine o şahıs, ecram-ı ulviye ile öyle bir kesb-i muarefe eder ki, hangi bir cirme bakarsa baksın, o cirmlerden "Ey arkadaş, bizden tevahhuş etme. Hareketlerimizden korkma. Hepimiz bir Halıkın memurlarıyız" diye, me’nus ve emniyet verici sesleri kalben işitmeye başlar. Hülasa : O şahıs, evvelki vaziyetinde, vicdanındaki o dehşetli ve vahşetli ve korkunç alam-ı şedideden kurtulmak için, tesellilerle hissini iptal ve sarhoşlukla o halleri unutmak ister. İkinci haletinde ise, ruhunda yüksek lezzetleri ve saadetleri hisseder; kalbini ikaz, vicdanını tahrik edip ruhunu ihsas ettikçe o saadetler ziyadeleşir ve ona manevi cennetlerin kapıları açılır.
Allahım! Bu sure hürmetine bizi sırat-ı müstakimde yürüyenlerden eyle. Amin.
Sual: icaz ile i’caz sıfatlarını havi Kur’an-ı Azimüşşanda, -1- gibi pek çok ayetler tekerrür etmektedir. Halbuki bu tekrarlar, belagate münafidir, usanç veriyor. Cevap: Ey arkadaş! Her parlayan şey, yakıcı ateş değildir. Evet, tekrar ve tekerrür bazan usanç veriyor, fakat umumi değildir. Her yere, her kelama ve her kitaba şamil değildir. Usanç verici addedilen pek çok zahiri tekrarlar, belagatçe istihsan ve takdir edilmektedir. Evet, insanın yediği yemekler, biri gıda, diğeri tefekküh (meyve) olmak üzere iki kısımdır. Birinci kısım, tekerrür ettikçe memnuniyet verir, kuvvet verir, kat kat teşekkürlere sebep olur. İkinci kısmın tekerrüründe usanç, teceddüdünde lezzet vardır. Kezalik, kelamlar da iki kısımdır. Bir kısmı ruhlara kut, fikirlere kuvvet verici hakikatlerdir ki, tekerrür ettikçe güneşin ziyası gibi, ruhlara, fikirlere hayat verir. Meyve kabilinden iştihayı açan kısımda tekerrür makbul değildir, istihsan edilmez. Buna binaen Kur’an, hey’et-i mecmuasıyla kalblere kut ve kuvvet olup, tekrarı usanç değil, halavet ve lezzet verdiği gibi, Kur’an’ın ayetlerinde de öyle bir kısım vardır ki, o kuvvetin ruhu hükmünde olup tekerrür ettikçe daha ziyade parlar, hak ve hakikat nurlarını saçar. -2- Ezcümle -3- gibi ayetlerde bulunan ukde-i hayatiye ve nurani esaslar, tekerrür ettikçe iştahları açar; misk gibi, karıştırıldıkça kokar. Demek tekerrür zannedilen, hakikatte tekerrür değildir. Ancak 1 Rahman ve Rahim olah Allahın adıyla. Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkar edersiniz? (Rahman Suresi: 13, 16, 18, 21, v.d....) Yazıklar olsun o gün... (Mürselat Suresi: 15, 19, 24, 28, 34, v.d...)
2 O, misk gibidir; tekrar tekrar sürdükçe kokusu daha daha çok sayılır.
-1- kabilinden, o ayrı ayrı hikmetleri, nükteleri, gayeleri ifade eden tekrarlı kelamlar, yalnız ibarece, lafızca birbirine benzedikleri için tekrar zannedilir. Hatta kıssa-i Musa, çok meziyetleri ve hikmetleri müştemildir. Her makamda o makama münasip bir vecihle zikredilmesi, ayn-ı belagattir. Evet, Kur’an-ı Azimüşşan, o kıssa-i meşhureyi, gümüş iken, yed-i beyzasına alarak altın şekline ifrağıyla öyle bir nakş-ı belagate mazhar etmiştir ki, bütün ehl-i belagat, onun belagatine hayran olmuşlar, secdeye varmışlardır. Ve keza, teyemmün, teberrük ve istiane gibi çok vecihleri havi; ve tevhid, tenzih, sena, celal ve cemal ve ihsan gibi çok makamları tazammun; ve tevhid ve nübüvvet, haşir ve adalet gibi makasıd-ı erbaaya işaret eden besmele, zikredilen yerlerin herbirisinde bu vecihlerden, bu makamlardan biri itibarıyla zikredilmiş ve edilmektedir. Maahaza, hangi surede tekerrür varsa, o surenin ruhuyla münasip olan bir vecih bizzat kasdedilmekle öteki vecihlerin istitradi ve tebei zikirleri, belagate münafi değildir. • • • -2- Surelerin başlarında bulunan huruf-u mukattaaya ait izahatı dört mebhasta zikredeceğiz. BİRİNCİ MEBHAS:
ile, surelerin evvellerinde bulunan huruf-u mukattaadan teneffüs eden i’caz hakkındadır. İ’caz, inci gibi incecik letaif-i belagatın parıltılarının imtizaç ve içtimaından tecelli eden bir nurdur. Bu mebhasta, bu nuru, birkaç letaif zımnında izah etmekle parlatacağız. Fakat herbir latife ince ve ziyası az ise de, letaifin heyet-i mecmuasından hasıl olan tam bir ziya ile fecr-i sadık çıkacaktır. 1. Hece harflerinin adedi-elif-i sakine hariç kalmak şartıyla-yirmi sekiz harftir. Kur’an-ı Azi-müşşan, surelerin başında bu harflerin yarısını zikretmiş, yarısını da terk etmiştir. 2. Kur’an’ın almış olduğu nısıf, terk ettiği nısıf-tan daha ziyade kesirü’l-istimaldir. 3. Kur’an, surelerin başında zikrettiği kısım için-de lisan üzerine daha suhuletli olan elif, lam’ı çok tekrar etmiştir.
1 Rızıkları birbirine benzer olarak kendilerine sunulur. (Bakara Suresi: 25.)
4. Kur’an, aldığı harfleri, hece harflerinin adedince surelere tevzi etmiştir. 5. Hece harflerinin mehmuse, mechure, şedide, rehve, müsta’liye, münhafıza, mütbika, münfetiha gibi çiftli cinslerinin herbirisinden yine nısıf almıştır. 6. Çifti, yani eşi olmayan (evtar) kısmında sakilden azı, hafiften çoğu almıştır: Kalkale, zellaka gibi. 7. Kur’an-ı Azimüşşanın, surelerin başındaki huruf-u mukattaanın zikredilen minval üzerine tansifleri hakkında ihtiyar ettiği tarik, 504 ihtimalden intihap edilmiştir. Ve intihap edilen şu tarikten başka hiçbir ihtimalle mezkur tansif mümkün değildir. Çünkü, taksimler pek çok birbirine girmiş ve çok mütefavittir. Bu gibi i’caz lem’alarından hisse alamayan, zevkine levm ve itab etsin!
İKİNCİ MEBHAS: Bu mebhasta da birkaç letaif vardır: 1. ile emsalinde göze çarpan garabet, bu harflerin pek garip ve acip birşeyin mukaddemesi ve keşif kolları olduklarına işarettir. 2. Bu surelerin başlarındaki takti-i huruf ile isimleri hecelemek, müsemmanın me’hazine ve neden neş’et ettiğine işarettir. 3. Bu harflerin taktii, müsemmanın vahid-i itibari olup, terkib-i mezci olmadığına işarettir. 4. Bu harflerin takti’ ile tadadı, san’atın madde ve me’hazini muhataba göstermekle muarazaya talip olanlara karşı meydan okuyarak, "İşte, i’caz-ı san’atı, şu gördüğünüz harflerin nazım ve nakışlarından yaptım. Buyurunuz meydana!" diye, onların tahkirane tebkitlerine (tekdirlerine) işarettir. 5. Manadan soyulmuş şu hece harflerinin zikri, muarızları hüccetsiz bırakmaya işarettir. Evet, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, şu manasız harflerin lisan-ı haliyle ilan ediyor ki: "Ben sizden beliğ manaları, hükümleri, hakikatleri ifade eden yüksek hutbeleri ve nutukları istemiyorum. Yalnız şu tadad ettiğim harflerden bir nazire yapınız-velev iftira ve hikayelerden ibaret bile olursa olsun!" 6. Harfleri tadad ile hecelemek, yeni kıraate ve kitabete başlayan müptedilere mahsustur. Bundan anlaşılıyor ki, Kur’an, ümmi bir kavme ve müptedi bir muhite muallimlik yapıyor. 7. , , gibi harfleri, mesela, elif, lam, dal gibi isimleriyle tabir ve zikretmek, ehl-i kıraat ve erbab-ı kitabetin ittihaz ettikleri bir usuldür. Bundan anlaşılıyor ki, hem söyleyen, hem dinleyen ümmi olduklarına nazaran, bu tabirler, söyleyenden doğmuyor ve onun malı değildir; ancak, başka bir yerden ona geliyor.
Ey arkadaş! Bu letaifin ince iplerinden dokunan yüksek nakş-ı belagati göremeyen adam, belagat ehlinden değildir. Erbab-ı belagate müracaat etsin. ÜÇÜNCÜ MEBHAS: İ’cazın esaslarından, icazın en yüksek ve en ince derecesine bir misaldir. Bunda da birkaç letaif vardır. 1. üç harfiyle üç hükme işarettir. Şöyle ki: Elif, -1- hükmüne ve kaziyesine; lam, -2- hükmüne ve kaziyesine; mim, -3- hükmüne ve kaziyesine remzen ve imaen işarettir. Evet, nasıl ki Kur’an’ın hükümleri uzun bir surede, uzun bir sure kısa bir surede, kısa bir sure bir ayette, bir ayet bir cümlede, bir cümle bir kelimede, o kelime de sin, lam, mim gibi huruf-u mukattaada irtisam eder, görünür; kezalik, ’in herbir harfinde mezkur hükümlerden biri temessül etmiş görünüyor. 2. Surelerin başlarındaki huruf-u mukattaa, İlahi bir şifredir. Beşer fikri ona yetişemiyor. Anahtarı, ancak Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselamdadır. 3. Şifrevari şu huruf-u mukattaanın zikri, Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın fevkalade bir zekaya malik olduğuna işarettir ki, Muhammed Aleyhissalatü Vesselam, remizleri, imaları ve en gizli şeyleri sarih gibi telakki eder, anlar. 4. Şu harflerin taktii, harf ve lafızların havi oldukları kıymet, yalnız ifade ettikleri manalara göre olmayıp, ilm-i esrarü’l-hurufta beyan edildiği gibi, adet ve sayılar misilli harflerin arasında fıtri münasebetlerin bulunduğuna işarettir. HAŞİYE 5. taktiiyle, bütün harflerin esas mahreçleri olan "halk, vasat, şefe" mahreçlerine işarettir. Ve zihinlerin nazar-ı dikkatini şu mahreçlere çeviriyor ki, zihinler, gerek bu üç mahreçte, gerek bunlara bağlı küçük küçük mahreçlerde lafızların ve harflerin nasıl vücuda geldiklerini hayret ve ibretle mütalaa etsinler.
1 Bu, ezeli olan Allahın kelamıdır...
2 Onu cebrail indirdi...
3 Hazret-i Muhammed Aleyhisselama.
HAŞİYE: Kırk sene sonra, Risale-i Nur, bu lem’a-i icazı körlere dahi göstermiştir
Ey zihnini belagatin boyasıyla boyayan arkadaş! Bu letaifi sıkacak olursan, -1- içinden çıkacaktır. DÖRDÜNCÜ MEBHAS: emsaliyle beraber, terkip şeklinden takti’ suretinde zikirleri, bu şeklin müstakil olup hiçbir imama tabi olmadığına ve hiç kimseyi taklit etmiş olmadığına ve üslupları acip, çeşitleri garip yeni saha-i vücuda gelen bir bedia olduğuna işarettir. Bu mebhasta da birkaç letaif vardır. 1. Hatip ve beliğlerin adetindendir ki, mesleklerinde daima bir misale tabi oluyorlar ve bir örnek üzerine nakış dokuyorlar ve işlenmiş bir yolda yürüyorlar. Halbuki, bu harflerden anlaşıldığına nazaran, Kur’an hiçbir misale tabi olmamıştır ve hiçbir nakş-ı belagat örneği üzerine nakış yapmamıştır ve işlenmemiş bir yolda yürümüştür. 2. Kur’an, baştan aşağıya kadar, nazil olduğu heyet üzerine bakidir. Bu kadar Kur’an’ı taklit etmeye müştak olan dostlar ve mütehacim düşmanlara rağmen, şimdiye kadar Kur’an’ın ne taklidi yapılmış ve ne de bir misali gösterilmiştir. Evet, Kur’an, milyonlarca Arabi kitaplarla mukayese edilirse, benzeri bulunamaz. O halde, Kur’-an, ya hepsinin altındadır; bu ise muhaldir. Öyleyse hepsinin fevkindedir; öyleyse Allah’ın kelamıdır. 3. Beşerin san’atı olan birşey, bidayette çirkin ve gayr-ı muntazam olur, sonra yavaş yavaş intizama sokulur. Kur’an ise, ilk zuhurunda gösterdiği halaveti, güzelliği, gençliği şimdi de öylece muhafaza etmektedir. Ey belagat letafetinin kokusunu koklayan arkadaş! Zihnini şu mebahis-i erbaaya gönder ki, bal arısı, -2- balını çıkarsın!
• • •
-3- Arkadaş! Kelamların hüsnünü artıran ve güzelliğini fazlaca parlatan belagatın esaslarından biri de şudur ki: Bir havuzu doldurmak için etrafından süzülen sular gibi, beliğ kelamlarda da zikredilen kelimelerin, kayıtların, heyetlerin tamamen o kelamın takip ettiği esas
1 Bu, Allahın kelamıdır...
2 Şehadet ederim ki bu, Allahın kelamıdır.
3 Şu yüce kitap ki, onda asla şüphe yoktur. O, Allahın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınanlar için bir yol göstericidir. (Bakara Suresi: 2.)
maksada nazır olmakla onun takviyesine hizmet etmeleri, belagat mezhebinde lazımdır. Birinci misal : -1- olan ayet-i kerime nazar-ı dikkate alınırsa görülür ki, bu kelamdaki maksat ve esas, pek az bir azapla fazla korkutmaktır. Ve bu kelamda olan mezkur kelimeler ve kayıtlar, tamamen o maksadı takviye için çalışıyorlar. Ezcümle, şek ve ihtimali ifade eden -2- şartiye olup, azabın azlığına ve ehemmiyetsizliğine işarettir. Ve keza -3- sigasiyle ve tenviniyle azabın ehemmiyetsizliğine imadır. Ve keza -4- kelimesi, azabın şedit olmadığına işarettir.Ve keza, teb’izi ifade eden -5- ve şiddeti gösteren -6- kelimesine bedel, hiffeti ima eden -7- kelimesi ve -8- kelimesinden ima edilen şefkat, hepsi de azabın kıllet ve ehemmiyetsizliğine işaret etmekle, şu şiiri, lisan-ı halleriyle temessül ediyorlar. Yani, "İbarelerimiz ayrı ayrı ise de, hüsnün birdir. Hepsi de o hüsne işaret ediyorlar." İkinci misal : -9- olan ayet-i kerimedir. Bu ayette maksad-ı esas, Kur’an’ın yüksekliğini göstermektir. Ve bu maksadı takviye eden -10- kayıtlarıdır. Evet,
1 And olsun,Rabbinin azabından onlara küçük bir esinti dokunursa... ( Enbiya Suresi:46.)
2 Eğer.
4 Dokundu.
5 ...den.
6 Ağır azap.
8 Terbiye eden, gözetip büyüten.
9 Elif lam mim. Şu yüce kitap ki, onda asla şüphe yoktur. O, Allahın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınanlar için bir yol göstericidir. (Bakara Suresi: 1-2.)
10 Elif lam mim. Şu. Kitap. İçinde hiçbir şüphe yoktur.
bu kayıtlar, istinad ettikleri pek ince ve gizli delillerine işaret etmekle beraber, o maksadın takviyesine koşuyorlar. Ezcümle, kasem olduğu cihetle, Kur’an’ın azametine ve altında müstetir, gizli o mezkur letaif cihetiyle de davanın ispatına işaret eder. Ve keza, zat ile sıfatı gösteren bir işaret olması itibarıyla hem Kur’an’ın azametine, hem azameti ispat eden sıfat-ı kemaliyeye işaret eder. Ve keza, işaret-i hissiyeye mahsus iken, işaret-i akliyede kullanılması, tazim ve ehemmiyeti ifade ettiği gibi, makul olan Kur’an’ı, mahsus suretinde göstermesi, Kur’an’ı, ezhan ve enzarın nazar-ı dikkatine arz etmekle tesettürü icap eden hile, za’fiyet ve sair çirkin şeylerden münezzeh olduğunu izhar ve itiraf ettirmektir. Ve keza ’nin vasıtasıyla ifade ettiği bu’d, Kur’an’ın kemaline delalet eden ulüvv-ü rütbesine işarettir. Ve keza ’ daki hasr-ı örfiyi ifade ettiğinden, Kur’an’ın azametine ve başka kitapların mehasinini cem etmekle onların fevkinde olduğuna işarettir. Ve keza tabiri, ehl-i kıraat ve kitabetten olmayan bir ümminin mahsulü olmadığına işarettir. Ve keza zamirinin her iki ihtimaline binaen Kur’an’ın kemalini ispat veya tekit eder. Ve keza, istiğrakı ifade eden Kur’an’ın her köşesinde rekz ve her yerinde zikredilen deliller, bürhanlar, hücuma gelen şek ve şüpheleri def ile, Kur’an’ın o gibi lekelerden münezzeh olduğunu ilan eder. Ve lisan-ı haliyle şu şiiri okutur: Yani, "Kur’an’da tayip edilecek hiçbir nokta yoktur. Kur’an gibi sahih kavilleri tayip etmek, ancak fehimlerin sekametinden ileri geliyor." Ve keza, zarfiyeti ifade eden -1- tabiri, Kur’an’ın sathına ve zahirine konan şek ve şüphe varsa, içerisindeki hakaik ile def edilebileceğine işarettir.
Arkadaş! Tahlil vasıtasıyla terkibin kıymetini ve küll ile cüzler arasındaki farkı idrak edebildiysen, bu misallerdeki kuyud ve hey’ata dikkat et. Ve o kelimelerden nebean eden zülal-i belagati ve kevser-i fesahati doyuncaya kadar iç, "Elhamdülillah" de. Sual : -1- ayet-i kerimesinin cümleleri, atf ile birbiriyle bağlanmamış olması neye binaendir? Cevap : O cümleler arasındaki şiddet-i ittisal, bağlılık ve sarılmaktan bir ayrılık yoktur ki, birbiriyle bağlanmaya lüzum olsun. Zira, o cümlelerin herbirisi, arkadaşlarına hem babadır, hem oğul; yani, hem delildir, hem neticedir. Evet, lisan-ı haliyle hem muarazaya meydan okur, hem mu’ciz olduğunu ilan eder. -2- hem bütün kitaplara faik olduğunu tasrih eder, hem müstesna ve mümtaz olduğunu izhar eder. -3- hem Kur’an’ın şek ve şüphe yeri olmadığını tasrih eder, hem müstesna ve mümtaz olduğunu izhar eder. -4- hem tarik-i müstakimi irae etmekle muvazzaf olduğunu gösterir, hem mücessem bir nur-u hidayet olduğunu ilan eder. İşte bu cümlelerden herbirisi, ifade ettiği birinci manasıyla arkadaşlarına delil olduğu gibi, ikinci manasıyla da onlara neticedir. Sonra bu ayetin şu cümleleri arasında i’caza menba, belagate medar olan on iki münasebet, alaka ve bağlılık vardır. Bunlardan misal olarak üç taneyi zikir, ötekileri de sana havale ederim. bütün muarızları, muarazaya davet eder. Öyleyse, en yüksek bir kitaptır. Öyleyse, bir yakin sadefidir. Zira kitabın kemali, yakin iledir. Öyleyse, nev-i beşer için mücessem bir hidayettir. 2. Yani, emsaline tefevvuk etmiştir. Öyleyse, müstesnadır. Çünkü şek ve şüphe yeri değildir. Çünkü müttakilere doğru yolu gösterir. Öyleyse mucizedir.
1 Elif lam mim. Şu yüce kitap ki, onda asla şüphe yoktur. O, Allahın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınanlar için bir yol göstericidir. (Bakara Suresi: 1-2.)
2 Şu yüce kitap ki... (Bakara Suresi: 2.)
3 İçinde hiçbir şüphe yoktur. (Bakara Suresi: 2.)
4 O, Allahın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınanlar için bir yol göstericidir. (Bakara Suresi: 2.)
3. Yani, tarik-i müstakime irşad eder. Öyleyse yakiniyattandır. Öyleyse mümtazdır. Öyleyse mu’cizdir. Ey arkadaş, şu cümlesindeki nur-u belagat ve hüsn-ü kelam, dört noktadan tezahür etmiştir. 1. Bu cümlede "mübteda" mahzuftur. Bu hazf, cümleyi teşkil eden "mübteda" ile "haber" arasındaki ittihad öyle bir dereceye varmış ki, sanki "mübteda" hazf olmayıp haberin içerisine girmiş. Haricen ikisi müttehid oldukları gibi, zihnen de müttehid olduklarına işarettir. 2. -1- yerine -2- yani, ism-i fail mevkiinde masdarın kullanılması, tecessüm eden nur-u hidayetten cevher-i Kur’an’ın husule geldiğine işarettir. 3. ’deki tenvin-i tenkirden anlaşılıyor ki, hidayet-i Kur’an öyle ince bir dereceye varmıştır ki, hakikatı idrak edilemez ve öyle geniş bir sahayı işgal etmiştir ki, ihatası ilmen kabil değildir. Çünkü, "ma’rife"nin zıddı olan "nekre," ya şiddet-i hafadan olur veya kesret-i zuhurdan neş’et eder. Buna binaendir ki, "Tenkir bazan tahkiri, bazan tazimi ifade eder" denilmiştir. 4. Müteaddit kelimelere bedel ism-i fail sigasıyla ihtiyar edilen -3- kelimesiyle yapılan icaz, hidayetin semeresine ve tesirine işaret olduğu gibi, hidayetin vücuduna da bir delil-i innidir. Sual : Gayet mahdut, az birkaç noktadan beşerin takatinden hariç denilen i’cazın doğması ihtimali var mıdır? Cevap : Maddi ve manevi her şeyde yardımın ve içtimaın büyük kuvvet ve tesiri vardır. Evet, in’ikas sırrıyla, üç şeyin hüsnü içtima ederse, beş olur. Beş içtima ederse on olur. On içtima ederse kırk olur. Çünkü herşeyde bir nevi in’ikas ve bir nevi temessül vardır. Nasıl ki, birbirine mukabil tutulan iki aynada çok aynalar görünüyor; kezalik, iki üç nükte veya iki üç hüsün içtima ettikleri zaman pek çok nükteler, pek çok hüsünler tevellüt eder. Bu sırra binaendir ki, her hüsün sahibinin ve herbir sahib-i kemalin emsaliyle içtima etmeye fıtri bir meyli vardır ki, içtimaları zamanında hüsünleri, kemalleri bir iken iki olur. Hatta bir taş, taşlığıyla beraber, kubbeli binalarda ustanın elinden çıkar çıkmaz başını eğer, arkadaşıyla birleşmeye meyleder ki, sukut tehlikesinden kurtulsunlar. Maalesef, insanlar teavün sırrını idrak edememişler. Hiç olmazsa taşlar arasındaki yardım vaziyetinden ders alsınlar!
Sual : Belagat ve hidayetten maksat, hakikati vazıh bir şekilde gösterip fikirleri ve zihinleri ihtilaflardan kurtarmak iken, müfessirlerin bu gibi ayetlerde yaptıkları ihtilafat, gösterdikleri ihtimaller, beyan ettikleri ayrı ayrı, birbirine uymayan vecihler altında hak ve hakikat ne suretle görülebilir? Cevap : Malumdur ki, Kur’an-ı Azimüşşan, yalnız bir asra değil, bütün asırlara nazil olmuştur. Hem bir tabaka insanlara mahsus değil, bütün tabakat-ı beşere şümulü vardır. Hem bir sınıf insanlara ait değil, bütün beşerin sınıflarına racidir. Binaenaleyh, herkes, her tabaka, her zaman, fehmine, istidadına göre Kur’an’ın hakaikinden hisse alabilir ve hissedardır. Halbuki nev-i beşer derece itibarıyla muhtelif ve zevk cihetiyle mütefavit; ve keza meyil, istihsan, lezzet, tabiat itibariyle birbirine uymuyor. Mesela bir taifenin istihsan ettiği birşey, öteki taifenin zevkine muhaliftir. Bir kavmin meylettiği birşeyden öteki kavim nefret ediyor. Bu sırra binaendir ki, Kur’an-ı Kerim, günahların cezası veya hayırların mükafatı hakkında zikrettiği ayetlerde tahsisat yapmamış, amm bir şekilde bırakmıştır ki, herkes zevkine göre fehmetsin. Hülasa, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, ayetlerini, cümlelerini öyle bir şekilde nazmetmiş ve vaz etmiştir ki, her cihetten ihtimal yolları bulunsun ki, muhtelif fehimler ve istidatlar, zevklerine göre hisselerini alabilsinler. Binaenaleyh, ulum-u Arabiyenin kaidelerine muvafık ve belagatın prensiplerine uygun ve ilm-i usule mutabık olmak şartıyla, müfessirlerin birbirine muhalif olan beyanatı ve ihtimalleri, zamanlara, tabakalara ve fehimlere göre murad ve caizdir diye hükmedilebilir. Bu nükteden anlaşıldı ki, Kur’an’ın i’caz vecihlerinden biri odur ki, nazmı öyle bir üsluptadır ki, bütün asırlara, tabakalara intibak edebilir.
• • •
-1- Bu cümlenin evvelki cümle ile nazmını icap ettiren münasebet vecihleri ise: Bu cümle mü’minleri medheder, evvelki cümle de Kur’an’ı medheder. Şu her iki medih arasında bir insibab (dökülmek) vardır ki, o onu ister, o onu ister. Çünkü ikinci medih, birinci medhin neticesidir ve birinci medhe bir bürhan-ı innidir ve hidayetin semeresi ve şahididir. Ve aynı zamanda hidayete bir yardımcı vazifesi görüyor. Çünkü mü’minleri medhetmekte imana gelmek için bir teşvik vardır. Teşvik ise bir nevi hidayettir. -2- ile -3- arasındaki münasebete gelince; bunların biri tahliye ( ) diğeri tahliye ( ) dir.Tahliye, ( ) tathir
etmek ve temizlemektir. Tahliye ( ) ise, tezyin etmek ve süslendirmek manasınadır. Bunlar birbiriyle arkadaş olup, burada olduğu gibi, daima birbirini takip ediyorlar. Onun için kalb, takva ile seyyiattan temizlenir temizlenmez, hemen onun ardında imanla tezyin edilmiş ve süslendirilmiştir. Kur’an-ı Kerim, takvayı üç mertebesiyle zikretmiştir: Birincisi, şirki terk, ikincisi, maasiyi terk, üçüncüsü, masivaullahı terk etmektir. Tahliye ( ) ise, hasenat ile olur. Hasenat da, ya kalble olur veya kalıp ve bedenle olur veyahut malla olur. A’mal-i kalbinin şemsi, imandır. A’mal-i bedeniyenin fihristesi, namazdır. A’mal-i maliyenin kutbu, zekattır. Sual : -1-hal iktizasına göre icaz ise de, aynı manayı ifade eden -2- kelimesine nazaran itnabdır (uzundur). Evet, harfi, -3- ile -4- kelimesi -5- fiiliyle tebdil edilmiştir. Bu itnabın, icaza tercih sebebi nedir? Cevap : esma-i müphemeden olduğundan, onu tayin ve temyiz eden yalnız sılasıdır. Demek bütün kıymet, sılasına aittir; başka sıfatlarında hiç kıymet yoktur. Bu ise, burada sılası olan imana büyük bir azamet vermekle insanları iman etmeye teşvik eder. Amma kelimesine bedel fiil sigasıyla ’nin tercihi, iman fiilini hayal nazarına gösterip keyfiyetin tasvir edilmesine, dahili ve harici delillerin tecellisiyle imanın istimrar ve devam ile teceddüt etmesine işarettir. Evet, delailin zuhuru nisbetinde iman ziyadeleşir, teceddüt eder. yani, nifaksız, ihlas-ı kalble iman ediyorlar. Veya iman edilen şeyler gayb olmakla beraber iman ediyorlar. Veyahut gaibe veya alem-i gayba iman ediyorlar. İman, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselamın tebliğ ettiği zaruriyat-ı diniyeyi tafsilen ve zaruriyatın gayrısını icmalen tasdik etmekten hasıl olan bir nurdur.
Sual : Avam-ı nastan, hakaik-i diniyeyi tabir eden ancak yüzde birdir. Cevap : Tabir etmemesi, bilmemesine delil olamaz. Evet, çok defa lisan, insanın tasavvuratından incelerini tabirden aciz olduğu gibi, kalbindeki ve vicdanındaki inceler de akla görünmez. Hatta belagat dahilerinden Sekkaki gibi bir zat, İmruu’l-Kays veya başka bir bedevinin ibraz ettiği belagat incelerini kavramamıştır. Maahaza, imanın var olup olmadığı sorguyla anlaşılır. Mesela ami bir adama, Saniin, cihat-ı sittesiyle kabza-i tasarrufunda bulunan alemin herhangi bir cihetinde mekan ittihaz etmesinin mümkün olup olmadığı hakkında bir sorgu yapıldığı zaman, "Hiçbir cihette değildir, olamaz" dese kafidir. Çünkü, nef-yi cihetin, yani Saniin hiçbir cihette olamayacağı hakikatinin onun vicdanında sabit olduğuna delalet eder. İman, Sa’d-ı Taftazani’nin tefsirine göre; "Cenab-ı Hakkın, istediği kulunun kalbine, cüz-ü ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur" denilmiştir. Öyleyse, iman, Şems-i Ezeliden vicdan-ı beşere ihsan edilen bir nur ve bir şuadır ki, vicdanın içyüzünü tamamıyla ışıklandırır. Ve bu sayede, bütün kainatla bir ünsiyet, bir emniyet peyda olur ve her şeyle kesb-i muarefe eder. Ve insanın kalbinde öyle bir kuvve-i maneviye husule gelir ki, insan, o kuvvetle her musibete, her hadiseye karşı mukavemet edebilir. Ve öyle bir vüs’at ve genişlik verir ki, insan o vüs’atle geçmiş ve gelecek zamanları yutabilir. Ve keza, iman, Şems-i Ezeliden ihsan edilmiş bir nur olduğu gibi, saadet-i ebediyeden de bir parıltıdır. Ve o parıltıyla, vicdanında bulunan bütün emel ve istidatlarının tohumları bir şecere-i tuba gibi neşvünemaya başlar, ebed memleketine doğru hareket eder, gider.
-1- Bu cümlenin evvelki cümleyle bağlılığı ve münasebeti gün gibi aşikardır. Lakin bedeni ibadet ve taatlerden namazın tahsisi, namazın bütün hasenata fihrist ve örnek olduğuna işarettir. Evet, nasıl ki Fatiha Kur’an’a, insan kainata fihristedir; namaz da hasenata fihristedir. Çünkü namaz; savm, hac, zekat ve sair hakikatleri havi olduğu gibi, idrakli ve idraksiz mahlukatın ihtiyari ve fıtri ibadetlerinin nümunelerine de şamildir. Mesela secdede, rükuda, kıyamda olan melaikenin ibadetlerini, hem taş, ağaç ve hayvanların o ibadetlere benzeyen durumlarını andıran bir ibadettir. Sual : -2- nin fiil sigasıyla zikrinde ne hikmet vardır? Cevap : Ruha hayat veren namazın o geniş hareketini ve alem-i İslama yayılmış olan o intibah-ı ruhaniyi muhataba ihtar edip göstermektir. Ve o güzel vaziyeti
1 Ve namazı dos doğru kılarlar. (Bakara Suresi: 3.)
ve o muntazam haleti hayale götürüp tasvir etmekle sami’lerin namaza meylini ikaz edip artırmaktır. Evet, dağınık bir vaziyette bulunan efradı büyük bir sevinçle içtimaa sevk ettiren malum aletin sesi gibi, alem sahrasında dağılmış insanları cemaate davet eden ezan-ı Muhammedinin (a.s.m.) o tatlı sesiyle, ibadete ve cemaate bir meyil, bir şevk husule gelir. Sual : -1- kelimesine bedel, itnablı -2- ’nin zikrinde ne hikmet vardır? Cevap : Namazda lazım olan tadil-i erkan, müdavemet, muhafaza gibi "ikame"nin manalarını müraat etmeye işarettir. Arkadaş! Namaz, kul ile Allah arasında yüksek bir nispet ve ulvi bir münasebet ve nezih bir hizmettir ki, her ruhu celb ve cezb etmek namazın şe’nindendir. Namazın erkanı, Fütuhat-ı Mekkiye’nin şerh ettiği gibi, öyle esrarı havidir ki, her vicdanın muhabbetini celb etmek, namazın şe’nindendir. Namaz, Halık-ı Zülcelal tarafından her yirmi dört saat zarfında tayin edilen vakitlerde manevi huzuruna yapılan bir davettir. Bu davetin şe’nindendir ki, her kalb, kemal-i şevk ve iştiyakla icabet etsin ve mi’raçvari olan o yüksek münacata mazhar olsun. Namaz, kalblerde azamet-i İlahiyeyi tesbit ve idame ve akılları ona tevcih ettirmekle adalet-i İlahiyenin kanununa itaat ve nizam-ı Rabbaniye imtisal ettirmek için yegane İlahi bir vesiledir. Zaten insan, medeni olduğu cihetle, şahsi ve içtimai hayatını kurtarmak için, o kanun-u İlahiye muhtaçtır. O vesileye müraat etmeyen veya tembellikle namazı terk eden veyahut kıymetini bilmeyen, ne kadar cahil, ne derece hasir, ne kadar zararlı olduğunu bilahare anlar, ama iş işten geçer.
-3- Bu kelamın makabliyle nazmını icab ettiren münasebet ise; namaz yani dinin direği ve kıvamı olduğu gibi, zekat da İslamın kantarası, yani köprüsüdür. Demek, birisi dini, diğeri asayişi muhafaza eden İlahi iki esastırlar. Bunun için birbiriyle bağlanmışlardır.
1 Namaz kılarlar.
2 Namazı dos doğru kılarlar. (Bakara Suresi: 3.)
3 Ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda bağışta bulunurlar.(Bakara Suresi:3.)
Zekat ile sadakanın layık oldukları mevkilerini bulmak için birkaç şart vardır: 1. Sadakayı vermekte israf olmaması. 2. Başkasından alıp başkasına vermek suretiyle halkın malından olmayıp kendi malından olması. 3. Minnetle in’amın bozulmaması. 4. Fakir olmak korkusuyla sadakanın terk edilmemesi. 5. Sadakanın yalnız mala ve paraya münhasır olmadığı bilinmesiyle, ilim, fikir, kuvvet, amel gibi şeylerde de muhtaç olanlara sadakanın verilmesi. 6. Sadakayı alan adam, o sadakayı sefahette değil, hacat-ı zaruriyesinde sarf etmesi lazımdır. Kur’an-ı Kerim bu şartları, bu nükteleri insanlara sadaka olarak ihsan ve ihsas etmek için -1- veya -2- veyahut -3- gibi icazlı bir ifadeyi terk edip, -4- gibi itnablı bir cümleyi ihtiyar etmiştir. 1. Teb’izi ifade eden israfın reddine; 2. ’nın takdimi, sadakanın kendi malından olduğuna; 3. minnetin olmamasına (çünkü veren Allah’tır, kul ise bir vasıtadır); 4. Rızkın ’ya olan isnadı, fakirlikten korkulmamasına; 5. Rızkın amm ve mutlak olarak zikredilmesi, sadakanın ilim ve fikir gibi şeylere de şamil olmasına; 6. maddesi, alanın sefahete değil, hacat-ı zaruriyesine sarf etmesine işaretlerdir. Bütün muavenet ve yardım nevilerini havi olan zekat hakkında, sahih olarak Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselamdan -5- hadis-i
1 Zekat verirler.
2 Sadaka verirler.
3 Zekatı verirler.
4 Ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda bağışta bulunurlar.(Bakara Suresi:3.)
5 Zekat İslamın köprüsüdür. (Et-Teğrib ve’t-Terhib, c.1, s. 517,)
şerifi mervidir. Yani, Müslümanların birbirine yardımları, ancak zekat köprüsü üzerinden geçmekle yapılır. Zira yardım vasıtası zekattır. İnsanların heyet-i içtimaiyesinde intizam ve asayişi temin eden köprü, zekattır. alem-i beşerde hayat-ı içtimaiyenin hayatı, muavenetten doğar. İnsanların terakkiyatına engel olan isyanlardan, ihtilallerden, ihtilaflardan meydana gelen felaketlerin tiryakı, ilacı, muavenettir. Evet, zekatın vücubu ile ribanın hurmetinde büyük bir hikmet, yüksek bir maslahat, geniş bir rahmet vardır. Evet, eğer tarihi bir nazarla sahife-i aleme bakacak olursan ve o sayfayı lekelendiren beşerin mesavisine, hatalarına dikkat edersen, heyet-i içtimaiyede görünen ihtilaller, fesatlar ve bütün ahlak-ı rezilenin iki kelimeden doğduğunu görürsün. Birisi: "Ben tok olayım da, başkası açlığından ölürse ölsün, bana ne!" İkincisi: "Sen zahmetler içinde boğul ki, ben nimetler ve lezzetler içinde rahat edeyim." Alem-i insaniyeti zelzelelere maruz bırakmakla yıkılmaya yaklaştıran birinci kelimeyi sildiren ancak zekattır. Nev-i beşeri umumi felaketlere sürükleyen ve bolşevikliğe sevk edip terakkiyatı, asayişi mahveden ikinci kelimeyi kökünden kesip atan, hurmet-i ribadır. Arkadaş! Heyet-i içtimaiyenin hayatını koruyan intizamın en büyük şartı, insanların tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır. Havas kısmı avamdan, zengin kısmı fukaradan hatt-ı muvasalayı kesecek derecede uzaklaşmamaları lazımdır. Bu tabakalar arasında muvasalayı temin eden zekat ve muavenettir. Halbuki vücub-u zekat ile hurmet-i ribaya müraat etmediklerinden, tabakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahim kalmaz. Bu yüzdendir ki, aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilal sadaları, haset bağırtıları, kin ve nefret vaveylaları yükselir. Kezalik, yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor. Maalesef, tabaka-i havastaki meziyetler, tevazu ve terahhuma sebep iken, tekebbür ve gurura bais oluyor. Tabaka-i fukaradaki acz ve fakirlik, ihsan ve merhameti mucip iken, esaret ve sefaleti intaç ediyor. Eğer bu söylediklerime bir şahit istersen alem-i medeniyete bak, istediğin kadar şahitler mevcuttur. Hülasa : Tabakalar arasında musalahanın temini ve münasebetin tesisi, ancak ve ancak erkan-ı İslamiyeden olan zekat ve zekatın yavruları olan sadaka ve teberruatın heyet-i içtimaiyece yüksek bir düstur ittihaz edilmesiyle olur. • • •
Kur’an-ı Kerim, bu ayet gibi çok ayetlerde terkiplerin, kelamların muhtemel bulundukları ihtimallerden, vecihlerden bir ihtimalini veya bir vechini bir emare ile tayin etmemekle, nazm-ı kelamı, mürsel ve mutlak bırakmıştır. Bu da i’cazı intaç eden icaza menşe olarak latif bir sırdır. Şöyle ki: Belagat, mukteza-yı hale mutabakattan ibarettir. Kur’an’ın muhatapları, muhtelif asırlarda mütefavit tabakalardır. Bu tabakalara müraaten, muhavere ve mükalemeyi o asırlara teşmil etmek üzere, çok yerlerde tamim için hazf yapıyor, çok yerlerde nazm-ı kelamı mutlak bırakıyor ki, ehl-i belagat ve ulum-u Arabiyece güzel görünen vecihler, ihtimaller çoğalsın ki, her asırda her tabaka, fehimlerine göre hissesini alsın. Bu ayeti makabliyle nazm ve rapteden münasebet: Kur’an-ı Kerim, evvelki ayetle tamim yaptıktan sonra, bu ayetle tahsis yapmıştır. Evet, bu ayet, ehl-i kitaptan iman edenleri tahsisle şereflerini ilan; ve imana gelmeyenleri imana teşvik ediyor. Abdullah ibni Selam ele alınarak diğerlerinin Abdullah ibni Selam gibi olmaları için yapılan teşvik gibi. Ve keza, Kur’an-ı Kerimin bütün ümmetlere ve risalet-i Muhammediyenin bütün milletlere şamil olduklarını tasrih etmek üzere, her iki -2- ile -3- ’nin her iki kısmına tansis edilmiştir. Ve keza, -4- sadefinde bulunan imanın rükünlerini beyan etmek için, icmalden sonra tafsile geçmiştir. Çünkü bu ayet; kitaplara, kıyamete sarahaten; rusül ve melaikeye zımnen delalet eder. Kur’an-ı Azimüşşan burada -5- gibi icazlı ifadeleri terk edip, -6- ile itnabı ihtiyar etmiştir. Şu itnab, bu makamı yüksek nükte ve letaifle tezyin etmek için ihtiyar edilmiştir.
1 Onlar sana indirilen Kur’an’da, senden önceki peygamberle indirilen kitaplara da inanırlar. Onlar, ahirete de kesin olarak iman etmiş kimselerdir. (Bakara Suresi: 4.)
2 Onlar ki...
3 Müttakiler.
5 Kur’an’a iman edenler.
6 Onlar ki. Sana indirilene iman ederler. (Bakara Suresi: 4.)
Esma-i mevsule ve müphemeden bulunan -1- burada hükmün medarı ve maksadın esası, iman sıfatı olduğuna ve mevsufu ile sair sıfatları iman sıfatına tabi ve altında görünmez bir durumda olduklarına işarettir. 2. Yalnız bir zamanda sübutu ifade eden -2- kelimesine bedel, fiil sigasıyla -3- tabiri, nüzul ve zuhur tekerrür ettikçe imanın teceddüt ettiğine işarettir. 3. İphamı ifade eden iman-ı icmalinin kafi geldiğine ve imanın, hadis gibi batıni ve Kur’an gibi zahiri vahiylere şamil olduğuna işarettir. 4. -4- maddesi itibarıyla, Kur’an’a iman, Kur’an’ın Allah’tan nüzulüne iman demek olduğunu gösteriyor. Kezalik, Allah’a iman, Allah’ın vücuduna iman; ahirete iman, ahiretin gelmesine iman demektir. 5. maziye delalet eden heyeti itibarıyla, henüz nazil olmayanın nüzulü, nazil olanın nüzulü kadar muhakkak olduğuna işarettir. Maahaza, ’deki istikbal, ’nin maziliğinden neş’et eden noksanı telafi eder. Yani henüz nazil olmayan kısım ’nin şumulü dahilinde değilse de, ’nin şumulü altındadır. Bu tenzil meselesi, Kur’an’ın çok yerlerinde vuku bulmuştur. Bazan mazi, istikbale misafir gider; bazan de muzari; mazinin memleketine gelir. Bunda, çok latif bir belagat vardır. Şöyle ki: Bir adam, kendisine göre henüz geçmemiş birşeyi maziye delalet eden bir siga ile işittiği zaman, zihni heyecana gelir, ayılır. Anlar ki, muhatap yalnız o değildir. Belki, arkasında muhtelif mesafelerde pek çok ayrı ayrı taifeler, saflar bulunmakla, kendisine tevcih edilen hitapları, nidaları, İlahi hitabeleri, arkasında bulunan bütün o taifeler işitir gibi zihnine gelir. -5- ye bedel -6- nin zikri, Resul-i Ekremin (a.s.m.) teklif edilen risalet vazifesini cüz-ü ihtiyarisiyle haml ve kabul etmiş olduğuna ve bu
hizmet Cibril tarafından görüldüğünden, Resul-i Ekremin (a.s.m.) daha yüksek olduğuna işarettir. Çünkü -1-’da ihtiyar olmadığı gibi, vasıta-i nüzulün daha yüksek olduğuna delalet eder. ’deki zamirin ism-i zahire tercih sebebi, Kur’an ve Kur’an’a ait hususat hususunda Hazret-i Muhammed (a.s.m.) yalnız muhatap olup, kelam, Allah’ın kelamı olduğuna işarettir. Bu kelamın icaz derecesi, şu zikredilen letaiften anlaşıldı. -2- Bu gibi sıfatlarda bir teşvik vardır. Ve o teşvikten samileri imtisale sevk eden emirler ve nehiyler doğuyor. Bu cümlenin makabliyle nazmına dair "dört letaif" vardır. Bu cümlenin makabline atfı, medlulün delile olan bir atfıdır. Şöyle ki: "Ey insanlar! Kur’an’a iman ettiğiniz gibi, kütüb-ü sabıkaya da iman ediniz. Çünkü Kur’an, onların sıdkına delil ve şahittir." Şa 2. Yahut o atıf, delilin medlule olan atfıdır. Şöyle ki: "Ey ehl-i kitap! Geçmiş olan enbiya ve kitaplara iman ettiğiniz gibi, Hazret-i Muhammed (a.s.m.) ile Kur’an’a da iman ediniz. Zira onlar, Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) gelmesini tebşir ettikleri gibi, onların ve kitaplarının sıdkına olan deliller, hakikatiyle, ruhuyla Kur’an’da ve Hazret-i Muhammed’de (a.s.m.) bulunmuştur. Öyleyse, Kur’an Allah’ın kelamı ve Hazret-i Muhammed (a.s.m.) de resulü olduğunu tarik-i evla ile kabul ediniz ve etmelisiniz." 3. Zaman-ı Saadette Kur’an’dan neş’et eden İslamiyet, sanki bir şeceredir. Kökü Zaman-ı Saadette sabit olmakla, damarları o zamanın ab-ı hayat menbalarından kuvvet ve hayat alarak her tarafa intişar ettikleri gibi, dal ve budakları da istikbal semasına kadar uzanarak alem-i beşere maddi ve manevi semereleri yetiştiriyor. Evet, İslamiyet, mazi ile istikbali kanatları altına almış, gölgelendirerek, istirahat-i umumiyeyi temin ediyor. 4. Kur’an-ı Kerim, o cümlede ehl-i kitabı imana teşvik etmekle, onlara bir ünsiyet, bir sühulet gösteriyor. Şöyle ki: "Ey ehl-i kitap! İslamiyeti kabul etmekte size bir meşakkat yoktur; size ağır gelmesin. Zira, size bütün bütün dininizi terk etmenizi emretmiyor. Ancak, itikadatınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz diye teklifte bulunuyor. Zira Kur’an, bütün kütüb-ü salifenin güzelliklerini ve eski şeriatlerinin
kavaid-i esasiyelerini cem etmiş olduğundan usulde muaddil ve mükemmildir. Yani, tadil ve tekmil edicidir. Yalnız, zaman ve mekanın tagayyür etmesi tesiriyle tahavvül ve tebeddüle maruz olan füruat kısmında müessistir. Bunda akli ve mantıki olmayan bir cihet yoktur. Evet, mevasim-i erbaada giyecek, yiyecek ve sair ilaçların tebeddülüne lüzum ve ihtiyaç hasıl olduğu gibi, bir şahsın yaşayış devrelerinde, talim ve terbiye keyfiyeti tebeddül eder. Kezalik, hikmet ve maslahatın iktizası üzerine, ömr-ü beşerin mertebelerine göre ahkam-ı fer’iyede tebeddül vardır. Çünkü, fer’i hükümlerden biri, bir zamanda maslahat iken, diğer bir zamana göre mazarrat olur. Veya bir ilaç, bir şahsa deva iken, şahs-ı ahere da’ olur. Bu sırdandır ki, Kur’an, fer’i hükümlerden bir kısmını neshetmiştir. Yani vakitleri bitti, nöbet başka hükümlere geldi, diye hükmetmiştir." * Kur’an’da hiçbir kelime bulunmuyor ki, mevkiiyle münasebettar olmasın veyahut mevkiinin başka bir kelimeye münasebeti daha çok olsun. Evet, Kur’an’ın herhangi bir yerinde bulunan bir kelime, o mevkiin başında bir tac-ı zerrin gibi görünür. Ve aralarındaki münasebetlerden dolayı, aralarında geçimsizlik yeri yoktur. Ezcümle, kelimesine bak. Bu ayetin her tarafından uçup bu kelimenin başına konan letaifi gör. Zira bu ayet, nübüvvet hakkındadır. Nübüvvet meselesinde beş maksat vardır. Bu maksatlar, beş nükte ve letaifden in’ikas etmiştir. Bu beş letaif, ’nin sadefindedir. Maksatlar ise:
1. Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselam, resuldür. 2. Ekmelü’r-Rusüldür. 3. Hatemü’l-Enbiyadır. 4. Risaleti, ammedir. 5. Şeriati, sair şeriatlerin mehasinini cem ile onların nasihidir. Birinci maksadın ’den veçh-i in’ikası: Meslekleri ve yolları bir olan bir cemaat, kelimesinden imaen fehmolunur. Binaenaleyh, Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) ’deki zamire merci olması, o cemaatten madud olmasını iktiza eder. Ve onların meslekleri olan nübüvvetlerine ve kitaplarının sıdkına olan bütün deliller, Hazret-i Muhammed
Aleyhissalatü Vesselamın risaletine ve Kur’an’ın Allah’tan nazil olduğuna bir hüccet-i katıa olduğu gibi, onların mucizeleri de Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) davasına bir mucize hükmüne geçer. İkinci maksadın veçh-i in’ikası, üç kaideden tezahür eder. 1. Sultanlar daima halkın, cemaatin, ordunun sonunda çıkarlar. 2. Nev-i beşerde tekemmül vardır. Bu tekemmül kanunu, ikinci mürebbinin ve ikinci mükemmilin, evvelki mürebbilerden daha ekmel olmasını iktiza eder. 3. Alelekser, halefin mahareti, selefinden daha ziyadedir. İşte bu üç kaideden, Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) ekmel-i enbiya olduğu tezahür eder. Üçüncü maksadın vech-i in’ikası: Meşhur bir kaidedir ki, bir vahid çoğalsa, teselsül eder, gittikçe gider, bir yerde durmaz. Fakat çoklar ve kesir olanlar ittihad etse, kuvvetlenir, istikrar peyda eder, yerinde kalır, daha değişmez. Demek, Muhammed Aleyhissalatü Vesselam, hatemü’l-enbiyadır. Mefhum-u muhalifiyle işmam eder ki, ondan sonra peygamber gelmez; hatemiyetine hatem ve imza basar. Dördüncü maksadın veçh-i in’ikası: kelimesinin ifade ettiği gibi, Hazret-i Muhammed (a.s.m.), onların halefidir ve onlar, tamamen o hazretin selefleridir. Binaenaleyh, halefin, selefe ait vazifeyi tamamıyla üzerine alarak onların yerine kaim olması, o hazretin bütün seleflerine naip ve bütün ümmetlerine resul olduğunu iktiza eder. Evet, bu kaide, hükmüne uygun fıtri bir kaidedir. Zira, Zaman-ı Saadetten evvel insan aleminin ihtiva ettiği ümmetler, milletler arasında maddeten ve manen, istidaden ve terbiyeten pek muhtelif ve geniş mesafeler vardı. Bunun içindi ki, terbiye-i vahide ve davet-i münferide kafi gelmiyordu. Vakta ki alem-i insaniyet Zaman-ı Saadetin şems-i saadetiyle uyandı ve müdavele-i efkar ile, an’anelerinin terkiyle, tebdiliyle ve kavimlerin birbirine ihtilatlarıyla ittihada meyil gösterdi ve aralarında münakale ve muhabere başladı; hatta küre-i arz bir memleket, belki bir vilayet, belki bir köy gibi oldu; bir davet ve bir nübüvvet umum insanlara kafi görüldü. Beşinci maksadın veçh-i in’ikası: ’deki iptida manasını ifade eder. İptida ise, bir intihaya bakar. İntiha, adem-i ihtiyaca delalet eder. Öyleyse, o hazret, Hatemü’l-Enbiyadır ve alem-i insaniyetin başka bir resule ihtiyacı yoktur.
kelimesinin bu beş letaife makes ve mazhar olmasına nazar-ı belagatçe delalet eden emare şudur ki: Bu beş maksat, bir nehir gibi şu ayetlerin altında cereyan etmekle, ayetten ayete intikal neticesinde havuzunda içtima etmiştir. Evet, kelimenin sathında görünen bir tereşşuh, bir yaşlık, kelimenin altında havuzun bulunduğuna delalet ve ima eder. Maahaza, bu maksatların beyanına ayrı ayrı ayetler tahsis edilmiştir. -1- Bu ayet, haşir meselesine işarettir. Haşrin ispatı hakkında feyz-i Kur’an’dan fehmettiğim ve başka bir risalede tafsilatıyla zikrettiğim on bürhanın hülasasına burada işaret edeceğiz. Şöyle ki: Kast ve iradeden doğan bir nizam-ı ekmel vardır. Hilkat ve yaratılışta tam bir hikmet hükümfermadır. alemde abes yok, fıtratta israf yok. Bu şahitleri tezkiye eden, istikra-ı tamdır ki, her fen, mevzuu bulunduğu nev’in nizamına bir şahid-i adildir. Ve keza, yevm ve sene vesaire gibi her nevide, nev’i bir kıyamet-i mükerrere vardır. Ve keza, beşerdeki istidat, kıyamete bir remizdir. Ve keza, beşerin gayr-ı mütenahi meyil ve emelleri, kıyameti ister. Ve keza, Sani-i Hakimin rahmet hazinesinin mahall-i sarfı, ancak kıyamet ve haşirdir. Ve keza, sıdk ve emanetle maruf Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam, sarahaten ilan ediyor. Ve keza, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan -2- ayetleriyle ve bu ayetlerin emsaliyle haşrin vukuunu kat’iyetle ispat ediyor. İşte, tam ona baliğ olan şahitler, saadet-i ebediyenin anahtarı olup, o cennetin kapılarını açarlar. Birinci Bürhan : Evet, kainat saadet-i ebediyeyi intaç etmese, akılları hayrette bırakan kainatta görünen en bariz, en mükemmel şu nizam, aldatıcı zayıf bir suretten ibaret kalır. Ve bütün maneviyat ve alakalar, rabıtalar ve nispetler hep heba olur. Öyleyse, o nizamın nizam olması, ancak ve ancak saadet-i ebediyeyi intaç etmekle olur. Yani, o nizamdaki maneviyat ve nükteler, ancak alem-i ahirette sümbüllenecektir. Yoksa, bütün maneviyat söner, rabıtalar kesilir, nispetler darma dağınık olur, nizam da berhava olur. Halbuki o nizamda bulunan kuvvet, bütün kuvvetiyle o nizamın berhava edilmeyeceğini ilan ediyor.
1 Ahirete de kesin olarak iman ederler. (Bakara Suresi: 4.)
2 Halbuki, O sizi halden hale sokarak yaratmıştır. (Nuh Suresi: 14.) Rabbin kullarına haksızlık edecek değildir. (Fussilet Suresi: 46.)
İkinci Bürhan : Herbir nevide, herbir fertte hikmetlere, maslahatlara riayet eden ve inayet-i ezeliyenin timsali olan hikmet-i tamme, saadet-i ebediyenin gelmesini tebşir ediyor. Çünkü, aksi halde, bedahetle ikrar ve tasdik ettiğimiz şu hikmetleri ve faydaları inkar etmemiz lazım gelir. Çünkü, o faydaların, o hikmetlerin, o maslahatların herbirisi zıddına inkılap ederler. Bu hal ise safsatadır. Üçüncü Bürhan : İkinci bürhanı tefsir eder. Fennin de şehadet ettiği gibi, Sani-i Hakim, herşeyde en kısa yolu, en yakın ciheti, en güzel ve en hafif sureti ihtiyar etmiştir. Bu ihtiyar, kainatta abesiyetin bulunmadığına delalet eder. Bu ise ciddiyete delalet eder. Ciddiyet ise, saadet-i ebediyenin gelmesiyle olur; yoksa bu varlık adem sayılır ve herşey abesiyete tehavvül eder. Halbuki abes ve israf gibi batıldan pak ve münezzeh olduğunu şu kelamiyle i’lam ve talim eden Zat-ı Zülcelal, sözüne nasıl muhalefet eder? Dördüncü Bürhan : Üçüncü bürhanı izah eder. Bütün fenlerin şehadetiyle, fıtratta israf yoktur. Eğer insan-ı ekber denilen alemdeki hikmetleri idrakten aciz isen, alem-i asgar denilen insandaki nüktelere, hikmetlere dikkat et. Evet, fenn-i menafiü’l-a’zanın şerh ve beyan ettiği vecihle, insanın cisminde, herbirisi bir menfaat için takriben iki yüz küsur kemik vardır. Ve herbirisi bir fayda için altı bin damar vardır. Ve hüceyrata hizmet eden yirmi dört bin mesame ve pencere vardır. O hüceyratta cazibe, dafia, mümsike, musavvire, müvellide namıyla, herbirisi bir maslahat için beş kuvvet çalışıyor. Alem-i asgar böyle olsa, insan-ı ekber ondan geri kalır mı? Ruha nisbeten ehemmiyetsiz olan ceset bu derece israftan uzak bulunsa, ne suretle cevher-i ruhla asarında, emellerinde, efkarında ve maneviyatında israf olur. Çünkü, saadet-i ebediye olmasa, bütün maneviyat kurur. O hakikatler, israf memleketine kaçarlar. Acaba dünya kadar kıymetli olan bir cevhere malik olmakla, hem daima onun zarfını ve gılafını muhafaza ettikten sonra, o cevheri birden bire yere vurup kırmak ihtimali var mıdır? Hangi akıl kabul eder? Hem bir şahsın bünyesindeki kuvvet, azasındaki sıhhat, istidadındaki kabiliyet, o şahsın yaşayışına ve tekemmülüne delil olduğu gibi, kainatın ruhuna kadar nüfuz eden hakikat-i sabite ve devam ile yaşayışını ima eden intizamındaki kuvvet-i kamile ve tekemmülüne giden nizamındaki kemal acaba haşr-i cismani yoluyla saadet-i ebediyeye delil olmaz mı? Zira intizamını ihtilalden ve bozulmaktan kurtaran, saadet-i ebediyedir. Ve tekemmüle vasıta olur. Ve o kuvveti inkişaf ettiren odur. Beşinci Bürhan : Evet, her nevi mahlukatta bir nevi kıyametin ve bir çeşit haşrin tekrarla vukua gelmekte olduğu, büyük kıyametin vukuuna ve geleceğine işarettir. Buna bir misal: Evet, haftalık saate bak. O saatte saniyeleri, dakikaları,
"Bunları boş yere yaratmadın. Ey Rabbimiz" derler. "Seni bütün noksanlardan tenzih ederiz." (Al-i İmran Suresi: 191.)
saatleri, günleri sayan ibrelerden ve millerden saniyeleri sayan ibre, dakikaları sayan ibrenin hareketini ihbar ediyor. Dakikaları sayan ibre, saatleri sayan ibrenin hareketini ilan ediyor. Saatleri sayan ibre de, günleri gösteren ibrenin hareketini husule getiriyor ve i’lam ediyor. İşte, birincinin hareketinin tamam olması, ikincisinin de hareketinin tamam olacağına ve ikincinin tamam-ı hareket etmesi, üçüncünün de itmam-ı hareket edeceğine işarettir. Kezalik, Sani-i Hakimin kainat denilen büyük bir saati vardır. Bu saatin milleri, feleklerin çeşit çeşit deveranından ibarettir. İşte bu deveranlar günleri, seneleri, ömr-ü beşeri, dünyanın beka müddetini gösteriyorlar. Binaenaleyh, her geceden sonra sabahın, her kıştan sonra baharın gelmesi gibi, haşrin sabahı, o büyük saatten doğacağına delil ve işarettir. Sual: Kainatta görünen şu nev’i kıyametlerde eşya ayniyle iade edilmiyor. Halbuki büyük kıyamette neden ecsam ayniyle iade edilir? Elcevap: İnsanın bir ferdi, başka mahlukatın bir nev’i gibidir. Zira insandaki o nur-u fikir, emellerine, ruhuna öyle bir inkişaf, öyle bir inbisat vermiştir ki, bütün zamanları yutsa doymaz. Zira ondaki o yüksek fikir, insanın mahiyetini ulvi, kıymetini umumi, nazarını külli, kemalini gayr-ı mahsur, lezzet ve elemini daimi kılmıştır. Başka nevilerin fertleri ise böyle değildir. Onların mahiyetleri cüz’i, kıymetleri şahsi, nazarları mahdut, kemalleri mahsur, lezzet ve elemleri anidir. Bundan anlaşılıyor ki, insanın bir ferdi, sair mahlukatın bir nev’i hükmündedir. Binaenaleyh, o nevilerde görünen şu kıyametlerin ve haşir ve neşirlerin keyfiyetleri nasılsa, efrad-ı insaniye de öyledir. Altıncı Bürhan : Saadet-i ebediyeye işaret eden bürhanlardan biri de, insandaki gayr-ı mütenahi istidatlardır. Evet, Cenab-ı Hak tarafından mükerrem kılınan insanın cevher-i ruhunda ekilen ve rakamlara sığmayan istidatlar var. Bu istidatların altında, hesaba gelmeyen kabiliyetler var. Ve bunlardan neş’et eden, hadde gelmeyen meyiller var. Ve bunlardan husule gelen gayr-ı mütenahi efkar ve tasavvurat var. İşte bunların herbirisi haşr-i cismaninin arkasındaki saadet-i ebediyeye, şehadet parmaklarını uzatarak gösteriyorlar. Yedinci Bürhan : Evet, Rahman ve Rahim olan Sani-i Hakimin rahmeti, rahmetlerin en büyüğü olan saadet-i ebediyenin geleceğini tebşir ediyor. Zira rahmet, ancak saadet-i ebediye ile rahmet olur. Ve nimet, ancak o saadetle nimet olur. Evet, bütün nimetleri nikmetlere çeviren ebedi ayrılmaktan doğan ve umumi matemlerden yükselen o belalardan kainatı, bilhassa şuurlu olan mahlukatı kurtaran şey, saadet-i ebediyenin gelmesidir. Çünkü bütün nimetlerin, rahatların, lezzetlerin ruhu olan saadet-i ebediye gelmezse, umum kainatın şehadetiyle sabit olan ve güneş gibi parlayan rahmet ve şefkat-i İlahiyenin bedahetine karşı mükabere ile inkar lazım gelir.
Ey Habib-i Şefik ve ey Şefik-i Habib! Ey Said-i Mecid ve ey Mecid-i Said! Rahmet-i İlahiyenin en latifi, en zarifi, en lezizi olan muhabbet ve şefkatine bakınız. O muhabbet ve şefkati, firak-ı ebedi ve hicran-ı layezali ile karşıladığınız takdirde, vicdan, hayal ve ruh ne hale gireceklerdir? O muhabbet ve o şefkat en büyük, en tatlı bir nimet iken, en azim bir musibete, bir belaya inkılab eder. Acaba göz önünde bilbedahe görünen rahmet-i İlahiye, firak-ı ebedinin muhabbet ve şefkat aleyhine hücum etmesine müsaade eder mi? Vallahi hayır! Ancak o rahmetin şe’nindendir ki, firak-ı ebediyi hicran-ı layezaliye, hicran-ı layezaliyi firak-ı ebediye ve adem-i mutlakı da her ikisine musallat eder ki, o firakların, o hicranların kökleri ortadan kalksın. Sekizinci Bürhan : Bütün alemce her hususta sıdkı ve doğruluğu malum ve müsellem olan Hazret-i Muhammed-i Arabi Aleyhissalatü Vesselam, parmağıyla kameri şak ettiği gibi, lisanıyla da saadet-i ebediyenin kapılarını açmıştır. Ve bütün enbiya-yı izamın bu hakikat üzerine icmaları, bir hüccet-i katıadır. Dokuzuncu Bürhan : On üç asırdan beri yedi vecihle i’cazı tasdik edilen Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyanın haşir hakkındaki beyanatı, saadet-i ebediyenin geleceğine kafi bir delil değil midir? Başka bir delile ihtiyaç var mıdır? Onuncu Bürhan : Bu bürhan, binlerce bürhanları müçtemidir. Bu bürhanları, çok ayetler tazammun etmişlerdir. Evet, Kur’an-ı Kerim, çok ayetlerinden haşre nazır pencereler açmıştır. Ezcümle, -1- ayetiyle, saadet-i ebediyeye yol açan bir kıyas-ı temsiliye işaret etmiştir. Kezalik, -2- ayet-i kerimesiyle, o saadeti gösteren bir kıyas-ı adliye işaret etmiştir. Birinci ayetle işaret edilen kıyas-ı temsili: Evvela insanın vücuduna bak. Nasıl tavırdan tavıra, yani nutfeden alakaya, alakadan mudğaya, mudğadan et ve kemiğe, et ve kemikten insan suretine bir kast, bir irade ve bir ihtiyar altında mahsus kanunlarla, muayyen nizamlarla, muntazam hareketlerle intikal ettiğini ve kalıptan kalıba girip çıktığını gör. Sonra insanın bekasına dikkat et. İnsan, bu vücut libasını her sene değiştirir. Bu vücut değişmesi, bedendeki hüceyratın yıkılıp yapılmasıyla olur. Bu tamirat da, bütün azanın erzak mahzeni hükmünde olan Cenab-ı Hakkın bir kanun-u mahsusla ihzar ettiği o madde-i latifeden alınan ecza ile yapılır. Sonra o madde-i latifenin ahvaline bak. Nasıl
1 Halbuki, O sizi halden hale sokarak yaratmıştır.(Nuh Suresi: 14.)
azanın ihtiyaçlarına göre muayyen bir kanunla taksim edilir ve bedenin her tarafına mahsus bir nizamla muntazaman dağıtılır. Yine şayan-ı dikkattir ki, o madde-i latife, dört mutfakta pişirildikten sonra ve dört inkılaptan geçtikten sonra ve dört süzgeçten tasfiye edildikten sonra rızık olarak taksim edilir. Hem yine şayan-ı dikkattir ki, o madde-i latife, yemeklerin ruhu ve hülasasıdır. O yemekler alem-i anasırda dağınık menbalardan muntazam bir düsturla, mahsus bir nizamla cem ve tahsil edilirler. İşte bütün bu nizamlar, bu kanunlar, bu intizamlar, hep bir kast, bir irade, bir hikmetten çıkıyor. Evet, mesela Habib’in gözünde yerleşen bir zerrenin, unsur-u havadan veya unsur-u türabdan o garip, acip tavırlarda, inkılaplarda yaptığı muntazam hareketinden anlaşılır ki, o zerre, toprakta iken Habib’in gözüne tayin edilmiş ve bir memur gibi mahall-i memuriyetine muntazaman i’zam kılınmıştır (yükseltilmiştir). Evet, fenni bir nazarla dikkat edilirse anlaşılır ki, o zerrenin hareketi, körü körüne, tesadüf eseri değildir. Çünkü o zerre, hangi mertebeye girerse, o mertebenin nizamına tabi olur. Ve hangi bir tavra intikal etmişse, onun muayyen kanunuyla amel etmiştir. Ve hangi bir tabakaya misafir gitmişse, muntazam bir hareketle sevk edilmiştir. Hülasa, neş’e-i ulaya dikkat edenin, neş’e-i uhra hakkında tereddüdü kalmaz. Şeygamber Aleyhissalatü Vesselamın emrettiği gibi, "Neş’e-i ulayı gören adam, neş’e-i uhrayı inkar edebilir mi?" Çünkü ikinci teşekkül, yani ikinci yapılış, birinci teşekkülden daha kolaydır. Bunu yapan, onu daha kolay yapar. Mesela, bir fırka askerin ilk teşekkülünde, efradın birbiriyle ünsiyetleri, muarefeleri olmadığından ve talim ve terbiye görmemeleri yüzünden yontulmamış taşlar gibi olduklarından, o efrad, o fırkanın bünyesinde yerleştirilinceye kadar çok zahmetler vardır. Fakat ba’de’t-teşekkül terhis edilip de bir daha taht-ı silaha davet edildiği zaman, pek kolay içtima eder ve fırkayı teşkil ederler. Bu teşekkül, evvelki teşekkülden daha kolay olur. Kezalik, birbiriyle ülfet peyda eden ve herbirisi yerini tanıyan ve bir derece yontulmuş taşlar gibi kesb-i letafet eden bedenin zerratı, ölümle dağıldıktan sonra, haşirde, Halıkın izniyle, İsrafil’in borusuyla o zerrat-ı asliye ve esasiye içtimaa davet edildikleri zaman, pek kolay içtima ederler ve beden-i insaniyi yine eskisi gibi teşkil ederler. Maahaza, kudret-i ezeliyeye nisbeten en büyük, en küçük gibidir; hiçbir şey o kudrete ağır gelemez. Arkadaş! Zahire nazaran, haşirde, ecza-yı asliye ile ecza-yı zaide birlikte iade edilir. Evet, cünüp iken tırnakların, saçların kesilmesi mekruh ve bedenden ayrılan herbir cüz’ün bir yere gömülmesi sünnet olduğu, ona işarettir. * Fakat tahkike
* Tırnak ve saçların kesildikten sonra toprağa gömülmesi ile ilgili hadisin kaynaklarından biri: Kenzü’l-Ummal, hadis no:1745.
göre, nebatatın tohumları gibi "acbü’z-zeneb" tabir edilen bir kısım zerreler, insanın tohumu hükmünde olup, haşirde o zerreler üzerine beden-i insani neşv ü nema ile teşekkül eder. İkinci ayetle işaret edilen delil-i adli ise: Evet, görüyoruz ki, alelekser, gaddar, facir zalimler lezzetler, nimetler içinde pek rahat yaşıyorlar. Yine görüyoruz ki, masum, mütedeyyin, fakir mazlumlar zahmetler, zilletler, tahkirler, tahakkümler altında can veriyorlar. Sonra ölüm gelir, ikisini de götürür. Bu vaziyetten bir zulüm kokusu gelir. Halbuki kainatın şehadetiyle, adalet ve hikmet-i İlahiye zulümden pak ve münezzehtirler. Öyleyse, adalet-i İlahiyenin tam manasıyla tecelli etmesi için haşre ve mahkeme-i kübraya lüzum vardır ki, biri cezasını, diğeri mükafatını görsün. -1- Bu cümledeki kelimelerin arasında bulunan nazm ve nizam: 1. Bu cümlenin makabliyle bağlanmasını ifade eden bu rükn-ü imaniyenin burada sarahaten zikredilmesi için, amm olarak zikredilen evvelki cümleden bu cümlenin tahsis lüzumuna binaen atıf yapılmıştır. 2. Takdimiyle hasrı ifade eden -2- kelimesi, bazı ehl-i kitabın iman ettikleri ahiret, hakiki bir ahiret olmadığına tarizdir. Çünkü, onların -3- ayet-i kerimesinin hikaye ettiği gibi, "Cehennem ateşi, bizi daima yakacak değil ya! Ancak birkaç gün yakacaktır" gibi sözleriyle ve bir cihette lezaiz-i cismaniyeyi nefiy ve inkar ettiklerinden anlaşıldığına göre, bildikleri ahiret, mecazi bir ahiret imiş. 3. Malum ve mahut olan şeye işaret için vaz edilen edatı, bütün kütüb-ü semaviyenin lisanlarında deveran eden mahut ahirete işarettir. Veyahut mezkur delail-i fıtriye ile akılların gözleri önünde hazır olan ve ahiret ile anılan hakikate işarettir. 4. Mukadder bulunan neş’enin sıfatına ahiret tabiri, zihinleri neş’e-i ulaya çevirip, ondan neş’e-i uhraya bil’intikal, imkan yolunu göstermek için ihtiyar edilmiştir.
1 Onlar ahirete kesin olarak inanırlar. (Bakara Suresi: 4.)
5. Yakin ile beraber tasdiki birlikte ifade eden -1- kelimesine bedel -2- tabiri, haşir meselesi şek ve şüphelere bir mahşer ve bir mecma olduğu için, tasdikten fazla ikan ve yakin daha ehemmiyetli olduğuna işarettir. Veya ehl-i kitabın iddia ettikleri iman, yakinden hali olduğundan, onların imanı, iman olmadığına işarettir. • • •
-3- Bu cümledeki nüktelere işaret eden me’hazlar şunlardır:
1. Evvelki cümle ile bu cümlenin nazmı. 2. -4- ile işaret-i hissiye. 3. ’deki uzaklık. 4. ’daki ulviyet. 5. ’deki tenkir. 6. 7. ’deki terbiyeden ibaret yedi me’hazdır. BİRİNCİSİ : Bu cümleyi makabliyle bağlayan münasebetlerdir. Birinci münasebet: Bu cümle makablinden neş’et eden üç suale cevaptır. Birincisi: Hidayetten neş’et eden o güzel vasıfarı labis olarak hidayet tahtı üstünde oturan o şahısları görmek isteyen saile cevaptır. İkincisi: "O adamların hidayete istihkak ve ihtisasları nedendir?" diye sual eden samie cevaptır. Yani illet, sebep, ile işaret edilen vasıflardır.
Sual: Sabıkan mezkur vasıfların tafsilen zikirlerini -1- kelimesindeki icmalden daha vazıh bir surette sebebi gösteriyor. Cevap: İcmal, bazan tafsilden daha vazıh olur. Bilhassa matlup, birkaç şeyden mürekkep olduğu zaman, samiin gabaveti veya nisyanı dolayısıyla, o mürekkebin eczasını mezc etmekle sebebi çıkarmak müşkül olur. Üçüncüsü: "Hidayetin neticesi, semeresi ve hidayetteki lezzet ve nimet nedir?" diye sual eden saile cevaptır. Yani, hidayette saadet-i dareyn vardır. Hidayetin neticesi, nefs-i hidayettir. Hidayetin semeresi, ayn-ı hidayettir. Zira, hidayet haddizatında büyük bir nimettir ve vicdani bir lezzettir ve ruhun cennetidir. Nasıl ki dalalet ruhun cehennemidir; öyle de, -2- ahiretin felah ve saadetini intaç eder. İKİNCİ ME’HAZ : ile yapılan işaret-i hissiye, birşeyin müteaddit sıfatlarını zikretmek, o şeyin zihinlerde tecessüm etmesine ve akılda hazır ve hayalde mahsus olmasına sebep olduğuna işarettir. Maahaza, sabıkan zikirlerinden bir mahudiyet çıkar. Bu mahudiyet-i zikriye mahudiyet-i hariciyelerine kapı açar. Harici olan mahudiyetlerinden, mümtaz ve müstesna insanlar oldukları tebarüz eder ki, nev-i beşer içinde gözünü açıp bakanların gözlerine en evvel onların parıltıları çarpar. ÜÇÜNCÜ ME’HAZ : Uzaklığı ifade eden onların filcümle yakın oldukları halde uzak gösterilmeleri, ulüvv-ü mertebelerine mecazi bir işaret olduğuna işarettir. Çünkü, uzakta bulunanlara bakıldığı zaman, boyca en uzunları görünür. Maahaza, zamani ve mekani olan bu’d, hakiki kastedilirse, belagate daha uygun olur. Çünkü bütün asırlar Asr-ı Saadet gibi bu ayeti zikrediyorlar. Öyleyse, ile yapılan işaret, safların evvellerine işarettir. Ve bu itibarla bu’d, hakiki olur, mecazi değildir. Binaenaleyh, onların hakikaten zaman ve mekanca uzak oldukları halde işaret-i hissiye ile gösterilmeleri, azametlerine ve ulüvv-ü mertebelerine işarettir. DÖRDÜNCÜ ME’HAZ : Ulviyeti ifade eden -3- kelimesidir. Arkadaş! Eşya arasında öyle münasebetler vardır ki, onları ayna gibi yapıyor. Herbirisi, ötekisini gösteriyor. Birisine bakıldığı zaman, ötekisi
görünür. Mesela bir parça cam büyük bir sahrayı gösterdiği gibi, bazan olur ki, bir kelime, uzun ve hayali bir macerayı sana gösterir. Bir kelime, pek acip bir vukuatı senin gözünün önüne getirir, temessül ettirir. Yahut bir kelam, zihnini alır; misali alem-i misallere kadar götürür, gezdirir. Mesela, -1- kelimesi muharebe meydanını, -2- kelimesi büyük bir meyve bahçesini insanın fikrine getirir. Buna binaen, buradaki kelimesi, temsili bir üsluba pencere açar, gösterir kastıyla zikredilmiştir. Şöyle ki: Sanki hidayet-i İlahi, bir burak olup mü’minlere gönderilmiştir. Mü’minler tarik-i müstakimde ona binerek arş-ı kemalata yürürler. BEŞİNCİ ME’HAZ : -3- ’deki tenkirdir. Bir nekre, marife olarak mükerreren zikredilirse, o marife, o nekrenin aynı olur. Fakat o nekre, nekre olarak zikredildiği takdirde, alelekser birbirinin aynı olamaz. Bu kaideye göre, nekre olarak tekerrür eden evvelki ’nin aynı değildir. Ancak, evvelki masdardır; ikincisi hasıl-ı bilmasdardır ve birincisinin semeresi hükmünde mahsus ve sabit bir sıfattır. ALTINCI ME’HAZ : Hidayetin Allah’tan olduğunu ifade eden -4- kelimesinden burada bir cebir hissedilmekteyse de, hakikatte cebir değildir. Çünkü, onların cüz-ü ihtiyarlarıyla hasıl-ı bilmasdar olan hidayete yorumları üzerine, Cenab-ı Hak, o sıfat-ı sabite olan hidayeti halk ve ihsan etmiştir. Demek ihtida, yani hidayete doğru yürümek, onların kesb ve ihtiyarları dahilindedir; fakat sıfat-ı sabite olan hidayet, Allah’tandır. YEDİNCİ ME’HAZ : Terbiyeyi ifade eden kelimesidir. Bu kelimenin burada ihtiyar edilmesi; onların rızık ile terbiyeleri, rububiyetin şe’ninden olduğu gibi, hidayetle de tagaddileri rububiyetin şe’ninden olduğuna işarettir.
-1- Bu cümledeki nüktelerin me’hazları: 1. ile atıf. 2. -2- ’nin tekrarı. 3. Zamirü’l-fasl olan -3- 4. edatı. 5. Felah yollarının adem-i zikriyle -4- ’nin amm ve mutlak bırakılması gibi beş me’hazdan ibarettir. Birincisi: ile yapılan atıf, her iki cümle arasında bulunan münasebete binaen yapılmıştır. Zira birinci saadet-i acile ( -5- ) olan hidayet semeresine işarettir. İkinci hidayetin semere-i acilesine ( -6- ) işarettir. Evet, herbir makabline bir fezleke, bir icmaldir. Fakat erkan-ı İslamiye me’haz tutulmakla, birinci ’nin birinci -7- ’ye raptı; ikincisinin de ümmi mü’minlere tahsisi ve keza erkan-ı imaniye ile yakin me’haz tutulmakla ikinci ’nin ikinci ’ye raptı ve ikisinin de ehl-i kitap mü’minlere ircaı daha evladır.
1 İşte onlar kurtuluşa erenlerdir. (Bakara Suresi: 5.)
İkincisi : ’nin tekrarı, her iki saadetin gerek hidayete, gerek onların medih ve senalarına müstakil ve ayrı ayrı gayeler ve sebepler olduklarına işarettir. Fakat ikinci ’nin hükmüyle beraber, birinci ’ye işareti daha evladır. Üçüncüsü : Zamirü’l-fasl olan ehl-i kitaptan olup Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselama iman etmeyenlere bir tariz olmak üzere bu cümle ile yapılan hasrı tekit etmekle beraber, güzel bir nükteyi tazammun etmiştir. Şöyle ki: Müpteda ile haber arasında bulunan zamiri, müptedayı, çok haberlere müpteda yapar. Ve bu gibi haberlerin tayinini de hayale havale eder. Yani haberlerin mahdut ve muayyen olmadığını hayale arz etmekle, hayali, münasip haberleri taharri etmeye teşvik eder. Nasıl ki Zeyd’i ele almakla "Zeyd alimdir, Zeyd fazıldır, Zeyd güzeldir" gibi Zeyd’in sıfatlarından çok hükümleri dizebilirsin. Kezalik ’den sonra gelen zamiri hayali harekete getirmekle "Onlar ateşten kurtulurlar," "Onlar Cennete girerler," "Onlar rüyete mazhar olurlar" ve daha bu gibi sıfatlarına münasip çok hükümleri ve cümleleri hayale yaptırır. Dördüncüsü : * kelimesindeki hakikati tasvire işarettir. Sanki lisan-ı haliyle diyor ki: "Eğer müflihlerin hakikatini görmek istersen, ’nin aynasına bak, sana temessül edecektir." Yahut onların tayin ve temyizlerine işarettir. Sanki diyor: "Ehl-i felah olanları tanımak istersen, ’ye bak, içindedirler." Veya hükmün zahir ve bedihi olduğuna işarettir. Beşincisi : Felah ve necat yollarını tayin etmeyen kelimesindeki ıtlak, tamim içindir. Şöyle ki: Kur’an’a muhatap olan, matlupları ve istekleri muhtelif pek çok tabakalardır ki, bir kısmı ateşten necat istiyorlar, bir kısmı Cennete girmek istiyorlar, bir kısmı rüyete mazhar olmak istiyorlar. Ve bunlar gibi o tabakaların pek çok dilekleri vardır. Kur’an-ı Kerim, kelimesini amm ve mutlak bırakmıştır ki, herkes istediğini takip etsin.
-1- Bu cümlenin makabliyle cihet-i nazmı: Arkadaş! Cenab-ı Hakkın sıfat-ı ezeliye aleminde biri celali, diğeri cemali, iki türlü tecellisi vardır. Celal ile cemalin sıfat-ı ef’al aleminde tecellisinden lütuf ve kahır, hüsün ve heybet tezahür eder. Ef’al alemine tecelli edince, tahliye ( ) ile tahliye ( ) , tezyin ile tenzih doğar. Asar ve a’mal aleminden alem-i ahirete intıba’ edince, lütuf Cennet ve nur olarak, kahır da Cehennem ve nar olarak tecelli eder. Sonra alem-i zikre in’ikas edince, biri hamd, diğeri tesbih olmak üzere iki kısma ayrılır. Sonra alem-i kelamda tecelli edince, kelamın emir ve nehye taksimine sebep olur. Sonra alem-i irşada intikal edince, irşadı tergib ve terhib, tebşir ve inzara taksim eder. Sonra vicdana tecelli edince, reca ve havf husule gelir. Sonra irşadın iktizasındandır ki, havf ile reca arasındaki müvazene devamla muhafaza edilsin ki, reca ile doğru yollara süluk edilsin, havf ile de, eğri yollara gidilmesin; ne Allah’ın rahmetinden me’yus, ne de azabından emin olunsun. İşte böylece teselsül eden şu hikmetten dolayı, Kur’an-ı Kerim, aleddevam, terğibden sonra terhib; ve ebrarı medhettikten sonra füccarı zemmetmiştir. Sual : Bu cümle ile -2- cümlesi arasında ne gibi bir fark vardır ki, orada atıf var, burada yoktur? Cevap : Atfın hüsnü, münasebetin hüsnüne bakar. Hüsn-ü münasebet, her iki cümleden takip edilen arz ve maksadın bir olmasına mütevakkıftır. Halbuki oradaki maksat, burada yoktur. Burada birinci cümledeki maksat, Kur’an’ın medhine incirar eden mü’minlerin medhidir. İkinci cümleden maksat, yalnız tahvif ve terhib için kafirlerin zemmidir. Bu ise Kur’an’ın medhiyle alakadar değildir. Sonra bu cümlenin ihtiva ettiği eczanın nazmında tezahür eden letaif cihetine bakalım. -3- ile -4- mevkilere göre ifade ettikleri nüktelerden maada, belagatçe kıymetli sayılan iki nükteyi daha tazammun etmişlerdir ki, Kur’an, pek çok yerlerinde ile ’yi mükerreren zikretmiştir.
1 İnkar ednlere gelince, sen onları inkarlarının akibetiden sakındırsan da birdir, sakındırmasın da. (Bakara Suresi: 6.)
Tahkiki ifade eden ’deki nükte şöyle tasvir edilebilir ki: herhangi bir cümlede bulunursa, o cümlenin damını deler, hakikate nüfuz eder. Ve o davayı veya hükmü aşağıya indirir. Hakikate yapıştırmakla, o hükmün hayali veya zanni veya mevzu veya hurafe hükümlerden olmadığını ve ancak hakaik-i sabiteden olduğunu ispat eder. Bu cümlede ’nin hususi nüktesi, bu ayetin muhatabı olan Hazret-i Muhammmed’e (a.s.m.) şek ve inkar bulunmadığı halde şek ve inkarı ref etmek şe’ninde olan ile karşılanması, onların iman etmesi için peygamberin (a.s.m.) şiddet-i hırsına işarettir. * kelimesi ise, göze görünmezden evvel akla görünen garip ve yeni hakikatlere bir vasıta-i işarettir. Bunun içindir ki, hakikatleri tebdil ve tecdid eden ve inkılapları tasvir için kullanılan işaret ve vasıtalardan en çok kullanılan ve emsalidir. Kur’an’ın tecellisiyle çok neviler silindi, hakikatler yıkıldı. Onlara bedel, yeni yeni neviler, hakikatler teşekkül etti. Evet, zaman-ı cahiliyete bak: O zamanda bütün neviler milli rabıtalar üzerine teşekkül ettiği gibi, içtimai hakikatler de taassub-u kavmi üzerine bina edilmişti. Kur’an’ın tecellisiyle o rabıtalar kesildi, o hakikatler tahrip edildi. Onlara bedel, dini rabıtalar üzerine yeni neviler ve hakikatler ihdas edildi. Evet, Şems-i Kur’an’ın tuluu ile, bazı kalbler, onun ziyasıyla tenevvür etti. Ve mü’minlerin nev’ini temyiz ve tayin eden bir hakikat-i nuraniye meydana geldi. Kezalik, o keskin ziya karşısında, mezbeleye benzeyen bazı pis kalbler de yanıp kömür oldular. Ve o kafirlerin nev’ini ilan eden zehirli bir hakikat-i küfriye husule geldi. İşte bu hakikat-i küfriyeye işaret için zikredilmiştir. Maahaza, her iki arasında tam bir münasebet vardır. Çünkü, herbirisi birbirine zıt olan bir hakikate işarettir. Ve keza, harf-i tarif olan ’in ifade ettiği beş manayı ’de ifade ediyor. O manaların en meşhuru, ahiddir. Yani, gerek ’den, gerek ’den, mahut ve malum birşey kasdedilir. Binaenaleyh, Ebu Cehil, Ebu Leheb, Ümeyye ibni Halef ve saire gibi mahut ve meşhur büyük kafirlere ile işaret
edilmiş olduğu ihtimali pek kavidir. Bu ihtimale binaen, şu ayet, gaybdan ihbar eden ayetlerden biri olur. Çünkü onlar küfür üzerine ölmüşlerdir. Ve aynı zamanda, i’caz-ı manevinin dört nev’inden bir nev’i, şu gaybi ihbarlardan tezahür eder. Sual : Kur’an, zaruriyat-ı diniyedendir. Zaruriyatta ihtilaf olamaz. Halbuki müfessirlerce verilen ayrı ayrı manaların bir kısmı birbirine muhaliftir. Cevap : Azizim! Kur’an’ın herbir kelamı, üç kaziyeyi müştemildir. Birincisi: Bu, Allah’ın kelamıdır. İkincisi: Allah’ca murad olan mana, haktır. Üçüncüsü: Mana-yı murad, budur. Eğer Kur’an’ın o kelamı, başka bir manaya ihtimali olmayan muhkemattan olursa veya Kur’an’ın başka bir yerinde beyan edilmişse, birinci ve ikinci kaziyeleri aynen kabul etmek lazımdır ve inkarları da küfürdür. Şayet Kur’an’ın o kelamı, başka bir manaya ihtimali olan bir nass veya zahir olursa, üçüncü kaziyeyi kabul etmek lazım olmadığı gibi, inkarı da küfür değildir. İşte, müfessirlerin ihtilafları, ancak ve ancak şu kısma aittir.
İhtar : Mütevatir hadisler de, bu hususta, ayetler gibidir. Yalnız birinci kaziye, teemmül yeridir. Çünkü ile işaret edilen hadisin hakikaten hadis olup olmadığında tereddüt yeri vardır.
Sual : Küfür, cehildir. Halbuki kafirler, Hazret-i Muhammed’i (a.s.m.) evlatları kadar tanıyorlardı. Cevap : Küfür iki kısımdır. Bir kısmı, bilmediği için inkar eder; ikincisi, bildiği halde inkar eder. Bu da, birkaç şubedir. Birincisi, bilir, lakin kabul etmez. İkincisi, yakini var, lakin itikadı yoktur. Üçüncüsü, tasdiki var, lakin vicdani iz’anı yoktur. Sual : Şeytanın kalbinde marifet var mıdır? Cevap : Yoktur. Çünkü, san’at-ı fıtriyesi iktizasınca, kalbi daima idlal ile telkin için, fikri, daima küfrü tasavvur etmekle meşgul olduğundan, kalbinde veya fikrinde boş bir yer marifet için kalmıyor. Sual : Küfür, kalbe ait bir sıfattır. Kalbde o sıfat bulunmadığı takdirde, zünnar bağlanmasından veya ona kıyas edilen şapkanın giyilmesinden niçin küfür hasıl olsun? Cevap : Gizli olan umura, şeriat, emarelere göre hükmeder. Hatta illet olmayan esbab-ı zahiriyi, illet yerine kabul eder. Binaenaleyh itmam-ı rükua mani olan bir kısım zünnarların bağlanması ve secdenin ikmaline mani olan bazı şapkaların
giyilmesi, ubudiyetten istiğna ve küfre teşebbüh etmeye emarelerdir. Gizli olan o sıfat-ı küfriyenin yok olduğuna kat’iyetle hükmedilemediğinden, bu gibi emarelere göre hükmedilir. Sual : İnzar yapılmadıkça teklif nasıl yapılır? Cevap : İnzar yapılmadığı takdirde teklif de yapılmazsa, adem-i tecziyelerine bir hüccet olur. Zira, "Biz ne yapalım? Ne tebliğat yapıldı ve ne tekliften haberimiz var" diye mücazattan kurtuluşlarına bir medar olur. Sual : Cenab-ı Hakkın onların küfür ve temerrüdlerinden yaptığı ihbar, onların imana gelmelerini imtina derecesine çıkarıyor. Mümteni ve muhal birşey teklif edilir mi? Cevap : Cenab-ı Hakkın ihbarı, ilmi ve iradesi, sebepten kat-ı nazarla yalnız küfürlerine taalluk etmez. Ancak ihtiyarlarıyla küfürlerine birlikte taalluk eder. Bu ise ihtiyarlarını nefyetmez ki, teklif-i bilmuhal olsun. Bu bahsin tafsilatı gelecektir. Sual : İman etmeyeceklerini ifade eden -1- ve emsali ayetlere, onları iman etmeye davet etmekten, adem-i imana iman çıkıyor. Bu ise, muhal-i aklidir. Cevap : Onlara teklif edilen iman, icmalidir, tafsili değildir. "Herbir ayete, herbir hükme ayrı ayrı, birer birer iman ediniz" diye teklif yapılmıyor ki bu mahzur lazım gelsin. Sonra, küfürlerini siga-i mazi ile zikretmek, Hakkın izhar ve ispatından evvel onların, küfrü kucaklayıp kabul etmelerine işarettir. Bunun içindir ki, onlara karşı inzarın adem-i inzar gibi faydasız kaldığına, -2- kelimesiyle işaret yapılmıştır. Sonra, fevkaniyeti ifade eden -3- deki -4- onların yüzleri yere yapışmış gibi, başlarını kaldırıp amirlerinin sözünü dinleyemediklerine işarettir. Ve keza manaya bir zarar ve bir halel iras etmeyen ve terkine tercih edilen ’in zikri, Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselama nazaran, inzarın, adem-i inzar gibi olmadığına işarettir. Zira inzarda ecir ve sevap vardır. -5- cümlesindeki hemze ile müsavatı ifade ettiğinden kelimesine tekittir. Yahut kelimesinden müsavatın
bir manası, hemze ile ’den ikinci manası irade edilir. Çünkü, müsavatın medarı ya adem-i faydadır veya mucibin adem-i vücududur. Sual : İstifham şekliyle müsavatı ifade etmekte ne mana vardır? Cevap : Yapmış olduğu fiilinde bir faydası olmayan muhatabın fiilinin faydasız olduğuna latif ve mukniane bir vecihle ikaz edilmesi ancak istifham ile olur ki, muhatap, fiilini düşündükten sonra, kötü neticesini nazara alarak kalbi mutmain olsun. Sual : kelimesi inzar ve adem-i inzardan mecaz ise, aralarındaki alaka nedir? Cevap : İstifhamın müsavatı tazammun etmesidir. Zira istifham eden adamın bilgisine göre vücut ile adem mütesavidir. Maahaza bu gibi istifhamlara verilen cevaplar, alelekser şu müsavat-ı zımniye ile verilir. Sual : Mazi sigasıyla inzardan yapılan tabir neye işarettir? Cevap : İkinci ve üçüncü inzarlara lüzum kalmadığına işarettir. Yani "Yaptığın inzar fayda vermedi, bundan sonra da faydasız kalır." Sual : İnzar etmemekte faydanın bulunmaması zahirdir. * kaydında ne fayda vardır? Cevap : Sükut etmek, bazan muhatabın insafa gelip matlup işe muvafakatine sebep olur. Sual : Kur’an-ı Kerim, başka makamlarda terhibden sonra tergib de yaptığı halde, burada tergibi terketmiştir. Esbabı nedir? Cevap : Küfür makamına, ancak terhib ve tahvif münasiptir. Hem de küfür gibi mazarratları def etmek, Cenneti kazanmak gibi menfaatlerin celbinden daha evla ve daha tesirlidir. Maahaza, buradaki terhib, tergibi de andırıyor. Çünkü, inzar ve adem-i inzarı gören hayal, zıddiyet münasebetiyle, derhal tebşir ve adem-i tebşire intikal eder. Azizim! Herbir hükmün başka şeylere hizmet eden çok manaları olduğu ve herbir hükümden takip edilen gizli maksatlar bulunduğu ve bu kelamın da Hazret-i Muhammed’e (a.s.m.) işaret eden manaları olduğu gibi, küfrü takbih etmek maksadıyla büyük bir ölçüde tenkiratta bulunmuştur. Ezcümle, Peygamber Aleyhissalatü
Vesselamın görmekte olduğu zahmetlerin tahfifine ve göstermekte olduğu hırs ve şiddetin tehvinine medar olmak için, mana-yı harfi kabilinden bazan imalarda bulunmuş ve eski resullerin hallerini nazara alarak, onlara iktida ile teselli yollarını göstermişse de, bu bir kanun-u fıtridir, tahammül ve inkıyad lazımdır diye lisan-ı hal ile ilan etmiştir. Bu ayet -1- cümlesine kadar bütün eczasıyla küfrü takbih ve tenfir ile nehyeder. Ve ehl-i küfrü, tehdit ve tahvifle küfürden terhib eder. Ve keza, bütün kelimatıyla, küfrün büyük bir musibet olmakla beraber, lezzeti yok, elemi var; nimeti yok, nikmeti var diye ilan eder. Ve keza, bütün cümleleriyle küfrün herşeyden zararlı olduğunu tasrih eder. Evet, onlar iman etmediklerinden ve cevher-i ruhu ifsad ve bütün elemleri içine alan küfür musibetine maruz kaldıklarından -2- ya bedel -3- tabiriyle işaret edilmiştir. Ve keza -4- kelimesine bedel -5- tabiriyle, onların büyük musibete maruz kaldıkları gibi, pırlanta gibi cevher-i imaniyi de kaybettiklerine işarettir. Ve keza, -6- cümlesiyle, kalb ile vicdan, nur-u iman sayesinde hakaik-i İlahiyenin tecellisine mazhar olmakla menba-ı kemalat, hayattar ve ziyadar oldukları halde; küfrün ihtiyar edilmesiyle zulmetli, ıssız haşarat-ı muzırra yuvasına inkılap ettikleri için mühürlenmiş, kilitlenmiş ki, o korkunç yuvadaki akreplerden veya yılanlardan içtinap edilmesine işaret edilmiştir. Ve keza -7- kelimesiyle, küfür sebebiyle kulağa ait pek büyük bir nimeti kaybettiklerine işaret edilmiştir. Hatta kulaktaki zar, nur-u iman ile ışıklandığı zaman, kainattan gelen manevi nidaları işitir. Lisan-ı hal ile yapılan zikirleri, tesbihatları fehmeder. Hatta o nur-u iman sayesinde rüzgarların terennümatını, bulutların naralarını, denizlerin dalgalarının nağamatını ve hakeza yağmur, kuş ve saire gibi her neviden Rabbani kelamları ve ulvi tesbihatı işitir. Sanki kainat, İlahi bir musiki dairesidir. Türlü türlü avazlarla, çeşit çeşit terennümatla kalblere hüzünleri ve Rabbani aşkları intiba ettirmekle kalbleri, ruhları,
1 Onlar için büyük bir azap vardır. (Bakara Suresi: 7.)
nurani alemlere götürür, pek garip misali levhaları göstermekle o ruhları ve kalbleri lezzetlere, zevklere garkeder. Fakat o kulak, küfürle tıkandığı zaman, o leziz, manevi, yüksek savtlardan mahrum kalır. Ve o lezzetleri iras eden avazlar, matem seslerine inkılap eder. Kalbde, o ulvi hüzünler yerine, ahbabın fıkdanıyla ebedi yetimlikler, malikin ademiyle nihayetsiz vahşetler ve sonsuz gurbetler hasıl olur. Bu sırra binaendir ki, şeriatça bazı savtlar helal, bazıları da haram kılınmıştır. Evet, ulvi hüzünleri, Rabbani aşkları iras eden sesler helaldir. Yetimane hüzünleri, nefsani şehevatı tahrik eden sesler haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise, senin ruhuna, vicdanına yaptığı tesire göre hüküm alır.
-1- Bu cümle ile rüyete, yani göze ait büyük bir nimet-i basariyenin küfürle kaybolduğuna işaret edilmiştir. Zira, gözün nuru, nur-u imanla ışıklanırsa ve kavileşirse, bütün kainat gül ve reyhanlarla müzeyyen bir cennet şeklinde görünür. Gözün gözbebeği de, balarısı gibi, bütün kainat safhalarında menkuş gül ve çiçek gibi delillerinden, bürhanlarından alacağı ibret, fikret, ünsiyet gibi usare ve şıralarından vicdanda o tatlı imanlı balları yapar. Eğer o göz küfür zulmetiyle kör olursa, dünya, genişliğiyle beraber bir hapishane şekline girer. Bütün hakaik-i kevniye, nazarından gizlenir. Kainat ondan tevahhuş eder. Kalbi ahzan ve ekdar ile dolar. -2- cümlesiyle, küfür şeceresinin ahirete ait zakkum gibi semeresine işaret edilmiştir. -3- kelimesi ise, inzar ile adem-i inzar arasındaki müsavata nassederek -4- kelimesine tekittir.
• • •
1 Gözleri üzerinde bir perde vardır. (Bakara Suresi: 7.)
MUKADDEME Bu ayetin üzerinde durmak icap ediyor. Ehl-i İ’tizal, Ehl-i Cebir, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat gibi ehl-i kelamın şu ayet-i azimenin altında yaptıkları muharebe-i ilmiyelerini dinleyelim. Zira, bu gibi fikri harpler, ehl-i nazarı dikkate davet eder. Binaenaleyh, onların bu ayette takip ettikleri cihetleri kontrol lazımdır. Evet, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin sırat-ı müstakim üzerine olduğunu, ötekilerin ya ifrata veya tefrite maruz kaldıklarını ispat için, bazı münasebetlerin zikri lazımdır. • Birincisi: Tahakkuk etmiş hakaiktendir ki, tesir-i hakiki, yalnız ve yalnız Allah’ındır. Öyleyse, Ehl-i İ’tizalin abde verdiği tesir-i hakiki hilaf-ı hakikattir. • İkincisi: Allah Hakimdir; öyleyse, sevap ve ikab abes değildir, ancak istihkaka göredir. Öyleyse ıztırar ve cebir yoktur. • Üçüncüsü: Herşeyin biri mülk, diğeri melekut, yani biri dış, diğeri iç olmak üzere iki ciheti vardır. Mülk ciheti, bazı şeylerde güzeldir, bazı şeylerde de çirkin görünür: Aynanın arka yüzü gibi. Melekut ciheti ise, herşeyde güzeldir ve şeffaftır: Aynanın dış yüzü gibi. Öyleyse, çirkin görünen şeyin yaratılışı, çirkin değildir, güzeldir. Ve aynı zamanda o gibi çirkinlerin yaratılışı, mehasini ikmal içindir. Öyleyse, çirkinin de bir nevi güzelliği vardır. Binaenaleyh, bu hususta Ehl-i İ’tizalin "Çirkin şeylerin halkı Allah’a ait değildir" dedikleri safsataya mahal kalmadı. • Dördüncüsü: Mesela darp ve katle terettüp eden elem ve ölüm gibi "hasıl-ı bilmasdar" ile tabir edilen şey, mahluk ve sabit olmakla beraber, camiddir. İlm-i sarfta malumdur ki, camidlerden ism-i fail gibi sıfatlar yapılamaz. Ancak kisbi, nisbi, itibari olan mana-yı masdariden yapılabilir. Öyleyse, ölümün halkı katl değildir. Öyleyse, Ehl-i İ’tizalin hatalarına, hata nazarıyla bakılmalıdır.
İnkarlarında ısrar ettikleri için Allah onların kalplerini de, kulaklarını da mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde de, hakkı görmelerine mani bir perde vardır. Ahirette ise onların hakkı pek büyük bir azaptır. (Bakara Suresi: 7.)
• Beşincisi: İnsanın katl gibi zahiri ve ihtiyari olan fiilleri, nefsin meyelanına intiha eder. Cüz-ü ihtiyari denilen şu nefis meyelanı üzerine münazaalar deveran eder. • Altıncısı : adetullah üzerine, irade-i külliye-i İlahiye, abdin irade-i cüz’iyesine bakar. Yani, bunun bir fiile taallukundan sonra, o taalluk eder. Öyleyse cebir yoktur. • Yedincisi: İlim, maluma tabidir. Bu kaziyeye göre, malum, ilme tabi değildir; çünkü devir lazım gelir. Öyleyse, bir insan, amelen yaptığı bir fiilin esbabını kadere havale etmekle taallül ve bahaneler gösteremez. • Sekizincisi: Ölüm gibi hasıl-ı bilmasdar denilen şey, kesb gibi bir masdara mütevakkıftır. Yani, adetullah üzerine, o hasıl-ı bilmasdarın vücuduna şart kılınmıştır. Kesb denilen masdarda, çekirdek ve ukde-i hayatiye meyelandır. Bu düğümün açılmasıyla, meseledeki düğüm de açılır. • Dokuzuncusu: Cenab-ı Hakkın ef’alinde tercih edici bir garaza, bir illete ihtiyaç yoktur. Ancak tercih edici, Cenab-ı Hakkın ihtiyarıdır. • Onuncusu: Bir emrin, behemehal bir müessirin tesiriyle vücuda gelmesi lazımdır ki, tereccüh bila-müreccih lazım gelmesin. Amma itibari emirlerde tahsis edici birşey bulunmasa bile muhal lazım gelmez. • On birincisi: Birşey, vücudu vacip olmadıkça vücuda gelmez. Evet, irade-i cüz’iyenin taallukuyla irade-i külliyenin taalluku birşeyde içtima ettikleri zaman, o şeyin vücudu vacip olur ve derhal vücuda gelir. • On ikincisi: Birşeyin vücudunu bilmekle, mahiyetini bilmek lazım gelmez. Ve birşeyi bilmemekle, o şeyin adem-i vücudu lazım gelmez. Binaenaleyh, cüz-ü ihtiyarinin mahiyetinin tabir edilememesi, vücudunun kat’iyetine münafi değildir. Nazar-ı dikkatinize arz ettiğim şu esasları tam manasıyla anladıktan sonra, şu maruzatımı da dinleyiniz. Biz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, Ehl-i İ’tizale karşı diyoruz ki: Abd, kesb denilen masdardan neş’et eden, hasıl-ı bilmasdar olan esere halık değildir. Abdin elinde ancak ve ancak kesb vardır. Zira Allah’tan başka müessir-i hakiki yoktur. Zaten tevhid de öyle ister. Sonra Ehl-i Cebre döner söyleriz ki: Abd, bir ağaç gibi bütün bütün ıztırar ve cebir altında değildir. Elinde küçük bir ihtiyar vardır. Çünkü Cenab-ı Hak hakimdir, cebir gibi zulümleri intaç eden şeylerden münezzehtir.
Sual : Cüz-ü ihtiyari denilen şey nedir? Ne kadar etrafı kazılırsa, altından cebir çıkıyor! Bu nasıl birşeydir? Cevap : Birincisi: Fıtrat ile vicdan, ihtiyari emirleri, ıztırari emirlerden tefrik eden gizli birşeyin vücuduna şehadet ediyorlar. Tayin ve tabirine olan acz, vücuduna halel getirmez. İkincisi: Abdin bir fiile olan meyelanı, Eş’arilerin mezhebi gibi mevcut bir emir ise de, o meyelanı bir fiilden diğer bir fiille çevirmekle yapılan tasarruf, itibari bir emir olup abdin elindedir. Eğer Maturidilerin mezhebi gibi o meyelanın bizzat bir emr-i itibari olduğuna hükmedilirse, o emr-i itibarinin sübut ve tayini, kendisinin bir illet-i tamme olduğunu istilzam etmez ki, irade-i külliyeye ihtiyaç kalmasın. Çünkü çok defalar meyelanın vukuunda fiil vaki olmaz. Hülasa; adetullahın cereyanı üzerine hasıl-ı bilmasdarın vücudu, masdara mütevakkıftır. Masdarın esası ise meyelandır. Meyelan veya meyelandaki tasarruf mevcudattan değildir ki, bir müessire ihtiyacı olsun. Madum da değildir ki, hasıl-ı bilmasdar gibi mevcut olan birşeyin vücuduna şart kılınmasına veya sevap ve ikaba sebep olmasına cevaz olmasın. Sual : İlm-i ezelinin veya irade-i ezeliyenin bir fiille taallukları ihtiyara mahal bırakmıyor. Cevap : Birincisi: Abdin ihtiyarından neş’et eden bir fiile ilm-i ezelinin taalluku, o ihtiyara münafi ve mani değildir. Çünkü müessir, ilim değildir, kudrettir. İlim, maluma tabidir. İkincisi: İlm-i ezeli, muhit olduğu için, müsebbebatla esbabı birlikte abluka eder, içine alır. Yoksa ilm-i ezeli, zannedildiği gibi uzun bir silsilenin başı değildir ki, esbabdan tegafül ile, yalnız müsebbebat o mebdee isnad edilsin. Üçüncüsü: Malum nasıl bir keyfiyet üzerine olursa, ilim öylece taalluk eder. Öyleyse, malumun mekayisi ve esbabı, kadere isnad edilemez. Dördüncüsü: Zannedildiği gibi, irade-i külliyenin bir defa müsebbebe, bir defa da sebebe ayrı ayrı taalluku yoktur. Ancak, müsebbeple sebebe bir taalluku vardır. Bu mezheplerin nokta-i nazarlarını bir misal ile izah edelim: Bir adam, bir aletle bir şahsı öldürse, sebebin madum olduğunu farz edersek, müsebbebin keyfiyeti nasıl olur? Ehl-i Cebrin nokta-i nazarları: "Ölecekti." Çünkü, onlarca taalluk ikidir. Ve sebeple müsebbeb arasında inkıta caizdir. Ehl-i İ’tizalce: "Ölmeyecekti." Çünkü onlarca muradın iradeden tahallüfü caizdir. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatçe, bu misalde sükut ve tevakkuf lazımdır. Çünkü, irade-i külliyenin sebeple müsebbebe bir
taalluku vardır. Bu itibarla, sebebin ademi farz edilirse, müsebbebin de farz-ı ademi lazım gelir. Çünkü taalluk birdir. Cebir ve İ’tizal, ifrat ve tefrittir.
• • •
İKİNCİ BİR MUKADDEME
Ehl-i tabiat, esbaba hakiki bir tesir veriyor. Mecusiler, biri şerre, diğeri hayra olmak üzere iki halıka itikad ediyorlar. Ehl-i İ’tizal de, "Ef’al-i ihtiyariyenin halıkı abddir" diyor. Bu üç mezhebin esası, batıl bir vehm-i mahz, bir hata ve huduttan tecavüzdür. Bu vehmi izale için, birkaç meseleyi dinlemek lazımdır. • Birincisi: İnsanın dinlemesi, konuşması, düşünmesi cüz’i olduğu için, teakub suretiyle eşyaya taalluk ettiği gibi, himmeti de cüz’idir; nöbetle eşya ile meşgul olabilir. • İkincisi: İnsanın kıymetini tayin eden, mahiyetidir. Mahiyetin değeri ise, himmeti nisbetindedir. Himmeti ise, hedef ittihaz ettiği maksadın derece-i ehemmiyetine bakar. • Üçüncüsü: İnsan hangi birşeye teveccüh ederse, onunla bağlanır ve onda fani olur. Bu sırra binaendir ki, insanlar, hasis ve cüz’i şeyleri büyük adamlara isnad etmezler, ancak esbaba ve vesaile atfederler. Sanki, hasis insanlarla iştigal onların vakarına münasip olmadığı gibi, cüz’i şeyler de onların azim himmetlerini işgal etmeye layık değildir! • Dördüncüsü: İnsan, birşeyin ahvalini muhakeme ettiği zaman, o şeyin rabıtalarını, esbabını, esaslarını evvela kendi nefsinde, sonra ebna-yı cinsinde, sonra etraftaki mümkinatta taharri eder. Hatta hiçbir suretle mümkinata müşabeheti olmayan Cenab-ı Hakkı düşünecek olursa, kuvve-i vahimesi ile bir insanın mekayisini, esasatını, ahvalini mikyas yaparak Cenab-ı Hakkı düşünmeye başlar. Halbuki, Cenab-ı Hakka bu gibi mikyaslarla bakılamaz. Zira, sıfatı inhisar altında değildir. • Beşincisi: Cenab-ı Hakkın kudret, ilim, iradesi, şemsin ziyası gibi bütün mevcudata amm ve şamil olup, hiçbir şeyle muvazene edilemez; Arş-ı azama taalluk ettikleri gibi, zerrelere de taalluk ederler. Cenab-ı Hak, şems ve kameri halk ettiği gibi, sineğin gözünü de O halk etmiştir. Cenab-ı Hak, kainatta vaz’ ettiği yüksek mizan gibi, hurdebini hayvanların bağırsaklarında da pek ince ve latif bir nizam vaz’ etmiştir. Semadaki ecramı birbiriyle rapteden cazibe-i umumi kanunu gibi, cevahir-i ferdi de, yani zerratı da o kanunun bir misliyle nazmetmiştir. Sanki bu zerrat alemi, o semavi aleme küçük bir misaldir. Hülasa, aczin müdahalesi ile kudret mertebeleri ayrılır. Aczi mümteni olan kudretçe, büyük-küçük birdir.
• Altıncısı: Kudret-i ezeliye, en evvel eşyanın melekut, yani içyüzüne taalluk eder. Bu yüz ise, alelumum güzel ve şeffaftır. Evet, şems ve kamerin yüzleri parlak olduğu gibi, gecenin ve bulutların da içyüzleri ziyadardır. • Yedincisi: Beşerin zihni ve fikri, Cenab-ı Hakkın azametine bir mikyas, kemalatına bir mizan, evsafının muhakemesine bir vasıta bulmak vüs’atinde değildir; ancak cemi’ masnuatından ve mecmu-u asarından ve bütün ef’alinden tahassul ve tecelli eden bir vecihle bakılabilir. Evet, zerre mir’at olur, fakat mikyas olamaz. Bu meselelerden tebarüz ettiği vecihle, Cenab-ı Hakkın mümkinata kıyas edilmesi ve mümkinatın Onun şuunatına mikyas yapılması, en büyük cehalet ve hamakattir. Çünkü aralarındaki fark, yerden göğe kadardır. Evet, vacibi mümkine kıyas etmekten, pek garip ve gülünç şeyler çıkar. Mesela, ehl-i tabiat, o aldatıcı kıyas ile, tesir-i hakikiyi, esbaba; Ehl-i İ’tizal, halk-ı ef’ali, abde; Mecusiler, şerri, ikinci bir halıka isnad etmeye mecbur olmuşlardır. Güya zuumlarınca Cenab-ı Hak, azamet-i kibriya ve tenezzühü dolayısıyla, bu gibi hasis ve çirkin şeylere tenezzül etmez! Demek, akılları vehimlerine esir olanlar, bu gibi gülünç şeyleri doğururlar.
İhtar : Mü’minlerden de, vesvese cihetiyle bu vehme maruz kalanlar vardır; dikkat etmek lazımdır.
Bu ayetin kelimeleri arasında nazmı icap eden münasebetlere gelelim:
-1- ’nin -2- ile irtibatı ve onun arkasında zikredilmesi, cezanın cürme terettübü kabilindendir. Yani onlar vakta ki cüz-ü ihtiyarilerini ifsad etmekle imana gelmediler; kalblerinin hatmiyle tecziye edildiler. tabiri, onların dalaletlerini tasvir eden temsili bir üsluba işarettir. Şöyle ki: Kalb gözü, sanki cevahire bir hazine olmak üzere Cenab-ı Hak tarafından yapılan bir binadır. Vakta ki su-i ihtiyarlarıyla ifsada uğradı ve cevherlere yapılan yerler, yılanlar ve akreplerle doldu; kapısı hatmedildi ki, o sari hastalıktan başkaları mutazarrır olmasın. : Zamir-i mütekellimin yerine ism-i zahirin gelmesi, tekellümden gaybete iltifattır. Ve bu iltifatta latif bir nükte vardır. Şöyle ki: ’den sonra
-1- mukadder ve menvi (maksut) olduğuna nazaran, sanki nur-u marifet onların kalblerinin kapılarına geldiği zaman kalblerini açıp kabul etmediklerinden, Allah da gadaba gelerek kalblerini hatmetti. -2- fiil-i müteaddi olduğu halde ile zikredilmesi, hatmedilen kalbin dünyaya bakan kapısı değil, ancak ahirete nazır olan kapısı seddedilmiş olduğuna işarettir. Ve keza hatmin alamet-i manasını ifade eden vesm’i (damga) tazammun ettiğine işarettir. Sanki o hatim, o mühür, kalblerinin üstünde sabit bir damgadır ve silinmez bir alamettir ki, daima melaikeye görünür. Sual : Bu ayette kalbin sem’ ve basara takdimindeki hikmet nedir? Cevap : Kalb, imanın mahalli olduğu gibi, en evvel Sanii arayan ve isteyen ve Saniin vücudunu delailiyle ilan eden, kalb ile vicdandır. Zira kalb, hayat malzemesini düşünürken, en büyük bir acze maruz kaldığını hisseder etmez, derhal bir nokta-i istinadı; kezalik, emellerinin tenmiyesi (nemalandırmak) için bir çare ararken, derhal bir nokta-i istimdadı aramaya başlar. Bu noktalar ise, iman ile elde edilebilir. Demek, kalbin sem’ ve basara hakk-ı takaddümü vardır. İhtar : Kalbden maksat, sanevberi (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir latife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı vicdan, makes-i efkarı dimağdır. Binaenaleyh, o latife-i Rabbaniyeyi tazammun eden o et parçasına kalb tabirinden şöyle bir letafet çıkıyor ki, o latife-i Rabbaniyenin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberinin cesede yaptığı hizmet gibidir. Evet, nasıl ki bütün aktar-ı bedene maü’l-hayatı neşreden o cism-i sanevberi, bir makine-i hayattır ve maddi hayat onun işlemesiyle kaimdir; sekteye uğradığı zaman cesed de sukuta uğrar, kezalik, o latife-i Rabbaniye a’mal ve ahval ve maneviyatın hey’et-i mecmuasını hakiki bir nur-u hayat ile canlandırır, ışıklandırır; nur-u imanın sönmesiyle, mahiyeti, meyyit-i gayr-ı müteharrik gibi bir heykelden ibaret kalır.
-3- ’de ’nın tekrarı, kalb ile sem’a vurulan hatemlerin herbirisi müstakil bir nevi delaile ait olduğuna işarettir. Evet, kalbin hatmi, delail-i kalbiye ve vicdaniyeye aittir. Sem’in hatmi, delail-i nakliye ve hariciyeye aittir. Ve keza, her iki hatmin bir cinsten olmadığına bir remizdir.
Sual : Kalb ile basar’ın cem’ sigasıyla, sem’in müfred suretinde zikirlerinde ne gibi bir hikmet vardır? Cevap : Kalb ile basarın taalluk ettikleri şeyler mütehalif, yolları mütebayin, delilleri mütefavit, talim ve telkin edicileri mütenevvidir. Sem’ ise, kalb ve basarın hilafına, masdardır. İşittiren ferttir. Cemaatin işittikleri, ferttir. İşiten fert, fert olur. Bunun için müfred olarak iki cem’in arasına düşmüştür. Sual : Kalbden sonra tercihen sem’in zikredilmesi neye binaendir? Cevap : Melekat ve malumat-ı kalbiye, alelekser kulak penceresinden kalbe girerler. Bu itibarla, sem’, kalbe yakındır. Ve aynı zamanda, cihat-ı sitteden malumat aldığı cihetle kalbe benziyor. Zira göz, yalnız ön ciheti görür. Bunlar ise her tarafı görürler. -1- ’de, üslubun tağyiriyle, cümle-i fiiliyeye tercihan cümle-i ismiyenin ihtiyar edilmesi, basar ile görünen delillerin sabit olduklarına, kalb veya sem’ ile alınan deliller ise müteceddit ve gayr-ı sabit olduklarına işarettir. Sual : -2- ile -3- arasında ne fark vardır ki, -4- isnad edilmiştir. isnadsız bırakılmıştır? Cevap : Allah tarafından onların kesblerine bir cezadır. ise, Allah tarafından olmayıp, onların meksubudur. Ve keza, mebde itibarıyla rüyette bir ıztırar vardır; sema’da, tahatturda ihtiyar vardır. Evet, gözün açılmasıyla eşyayı görmemek mümkün değildir. Fakat mesmuatı dinlemekte veya hatıratı tahattur etmekte bu ıztırar yoktur. tabiri, gözün yalnız ön cihete hakim ve nazır olduğuna işarettir ki, eğer bir perde ile o cihetten alakası kesilse, bütün bütün kör kalır. Tenkiri ifade eden ’deki tenvin, onların gözleri üstündeki perde, malum olmayan bir yerde olup, ondan sakınmak onlar için mümkün olmadığına işarettir. Car ve mecrurun üzerine takdim edilmesi, en evvel nazar-ı dikkati onların gözlerine çevirtmekle, kalblerindeki sırları göstermek içindir. Zira göz, kalbin ayinesidir.
1 Gözleri üzerinde bir perde vardır. (Bakara Suresi: 7.)
Bu cümlenin makabliyle cihet-i münasebeti şudur ki: Evvelki cümledeki kelimat ile, şecere-i küfriyenin dünyaya ait acı semerelerine işaret edilmiştir. Bu cümle ile, o mel’un şecerenin ahirette vereceği semeresi zakkum-u Cehennemden ibaret olduğuna işaret yapılmıştır. Sual : Üslubun mecra-yı tabiisi -2- cümlesi iken, üslubun muktezası olan şu cümlenin terkiyle -3- cümlesi ihtiyar edilmiştir. Halbuki bu cümledeki kelimeler, nimet ve lezzetler hakkında kullanılan kelimelerdir. Cevap : Şu güzel kelimeleri havi olan şu cümlenin onlara karşı zikredilmesi, bir tehekkümdür (istihza), bir tevbihtir, yüzlerine gülmektir. Yani, onların menfaatleri, lezzetleri ve büyük nimetleri ancak ikabdır. Menfaat ve faydayı ifade eden ’deki lisan-ı hal ile, "Amelinizin faydalı olan ücretini alınız!" diye yüzlerine gülüyor. "Tatlı" manasını tazammun eden lafzı, onların küfür ve musibetleriyle istilzaz ettiklerini tezkir ile, sanki lisan-ı hal ile, "Tatlı amelinizin acısını çekin!" diye tevbih ediyor. Alelekser büyük nimetlere sıfat olan kelimesi, Cennette nimet-i azim sahiplerinin hallerini o kafirlere tezkir ettirmekle, kaybettikleri o nimet-i azimeye bedel, elim elemlere düştüklerini ihtar ediyor. Sonra kelimesi, tazimi ifade eden ’deki tenvine tekittir. Sual : Bir kafirin masiyet-i küfriyesi, mahduttur, kısa bir zamanı işgal ediyor. Ebedi ve gayr-ı mütenahi bir ceza ile tecziyesi adalet-i İlahiyeye uygun olmadığı gibi, hikmet-i ezeliyeye de muvafık değildir; merhamet-i İlahiye müsaade etmez. Cevap : O kafirin cezası gayr-ı mütenahi olduğu teslim edildiği takdirde, kısa bir zamanda irtikap edilen o masiyet-i küfriyenin, gayr-ı mütenahi bir cinayet olduğu altı cihetle sabittir: Birincisi: Küfür üzerine ölen bir kafir, ebedi bir ömürle yaşayacak olursa, o
Onlar için büyük bir azap vardır. (Bakara Suresi: 7.)
gayr-ı mütenahi ömrünü behemehal küfürle geçireceği şüphesizdir. Çünkü kafirin cevher-i ruhu bozulmuştur. Bu itibarla, o bozulmuş olan kalbin gayr-ı mütenahi bir cinayete istidadı vardır. Binaenaleyh, ebedi cezası, adalete muhalif değildir. İkincisi: O kafirin masiyeti mütenahi bir zamanda ise de, gayr-ı mütenahi olan umum kainatın, vahdaniyete olan şehadetlerine gayr-ı mütenahi bir cinayettir. Üçüncüsü: Küfür, gayr-ı mütenahi nimetlere küfran olduğundan, gayr-ı mütenahi bir cinayettir. Dördüncüsü: Küfür, gayr-ı mütenahi olan zat ve sıfat-ı İlahiyeye cinayettir. Beşincisi: İnsanın vicdanı, zahiren mütenahi ise de, batınen ebede bakıyor ve ebedi istiyor. Bu itibarla, gayr-ı mütenahi hükmünde olan o vicdan, küfürle mülevves olarak mahvolur, gider. Altıncısı: Zıt, zıddına muanid ise de, çok hususlarda mümasil olur. Binaenaleyh iman, lezaiz-i ebediyeyi ismar ettiği gibi, küfür de alam-ı elimeyi ve ebediyeyi ahirette intaç etmesi, şe’nindendir. Bu altı cihetten çıkan netice ve gayr-ı mütenahi olan bir ceza, gayr-ı mütenahi bir cinayete karşı ayn-ı adalettir. Sual : Kafirin o cezasının adalete uygun olduğunu teslim ettik. Fakat azapları intaç eden şerlerden hikmet-i ezeliyenin gani olduğuna ne diyorsun? Cevap : Kavaid-i esasiyedendir ki, "Ara sıra vukua gelen şerr-i kalil için hayr-ı kesir terk edilmez; terkedildiği takdirde şerr-i kesir olur." Binaenaleyh, hakaik-i nisbiyenin sübutunu izhar etmek, hikmet-i ezeliyenin iktizasındandır. Bu gibi hakaikin tezahürü, ancak şerrin vücuduyla olur. Şerden, haddi tecavüz etmemek için, terhib ve tahvif lazımdır. Terhibin vicdan üzerine tesiri, terhibi tasdik etmekle olur. Terhibin tasdiki ise, harici bir azabın vücuduna mütevakkıftır. Zira vicdan, akıl ve vehim gibi harici ve ebedi hakikat hükmüne geçmiş bir azaptan yapılan terhible müteessir olur. Öyleyse, dünyada olduğu gibi, ahirette de ateşin vücudundan yapılan terhib, tahvif, ayn-ı hikmettir. Sual : Şekala, o ebedi ceza hikmete muvafıktır; kabul ettik. Amma merhamet ve şefkat-i İlahiyeye ne diyorsun? Cevap : Azizim! O kafir hakkında iki ihtimal var. O kafir, ya ademe gidecektir veya daimi bir azap içinde mevcut kalacaktır. Vücudun-velev Cehennemde olsun-ademden daha hayırlı olduğu vicdani bir hükümdür. Zira adem, şerr-i mahz olduğu gibi, bütün musibet ve masiyetlerin de merciidir. Vücut ise, velev Cehennem de olsa, hayr-ı mahzdır. Maahaza, kafirin meskeni Cehennemdir ve ebedi olarak orada kalacaktır. Fakat kafir, kendi ameliyle bu duruma kesb-i istihkak etmişse de, amelinin cezasını çektikten sonra, ateşle bir nevi ülfet peyda eder ve evvelki şiddetlerden
azade olur. O kafirlerin dünyada yaptıkları a’mal-i hayriyelerine mükafaten, şu merhamet-i İlahiyeye mazhar olduklarına dair işarat-ı hadisiye vardır. Maahaza, cinayetin lekesini izale veya hacaletini tahfif, veyahut icra-yı adalete iştiyak için cezayı hüsn-ü rıza ile kabul etmek, ruhun fıtri olan şe’nidir. Evet, dünyada, çok namus sahipleri, cinayetlerinin hicabından kurtulmak için, kendilerine cezanın tatbikini istemişlerdir; ve isteyenler de vardır.
Bu ayetin makabliye veçh-i nazmı: Nasıl ki, bir hükümde iki müfredin iştiraki veya bir maksada iki cümlenin ittihadı atfı icap ettirir. Kezalik, bir hedefi, bir garazı takip eden iki kıssanın da atıfları belagatin iktizasındandır. Binaenaleyh, on iki ayetin hülasasını tazammun eden münafıkların kıssası, kafirler hakkında geçen iki ayetin mealine atfedilmiştir. Evet vakta ki, en evvel Kur’an’ın senasıyla başlandı. Sonra mü’minlerin medhine intikal etti. Sonra kafirlerin zemnine incirar etti. Sonra, insanların kısımlarını ikmal etmek için, münafıkların kıssası zikredildi. Sual : Kafirlerin zemmi hakkında yalnız iki ayetle iktifa edilmiştir. On iki ayetin hülasasıyla münafıklar hakkında yapılan itnab neye binaendir? Cevap : Münafıklar hakkında itnabı, yani tatvili icap ettiren birkaç nükte vardır: Birincisi: Düşman meçhul olduğu zaman daha zararlı olur. Kandırıcı olursa daha habis olur. Aldatıcı olursa, fesadı daha şedit olur. Dahili olursa, zararı daha azim olur. Çünkü; dahili düşman kuvveti dağıtır, cesareti azaltır. Harici düşman ise, bilakis, asabiyeti şiddetlendirir, salabeti arttırır. Nifakın cinayeti, İslam üzerine pek büyüktür. alem-i İslamı zelzeleye maruz bırakan nifaktır. Bunun içindir ki, Kur’an-ı Azimüşşan, ehl-i nifaka fazlaca teşniat ve takbihatta bulunmuştur. İkincisi: Münafık olan, mü’minlerle ihtilat ede ede, yavaş yavaş ünsiyet kesb eder, imanla ülfet peyda eder. Gerek Kur’an’dan, gerek mü’minlerden nifakın kötülüğü hakkındaki sözleri işite işite pis haletten nefret eder. En nihayet, lisanından kelime-i tevhidin kalbine damlamasına zemin hazırlamak için itnab yapılmıştır. Üçüncüsü: İstihza, hud’a, ikiyüzlülük, hile, kizb, riya gibi kötü ahlaklar münafıkta var. Kafirde o derecede yoktur. Bu cihetten münafıklar hakkında itnab yapılmıştır.
İnsanların bir kısmı da, mümin olmadıkları halde, "Allaha ve ahiret gününe inandık" derler. (Bakara Suresi: 8.)
Dördüncüsü: Alelekser münafıklar, ehl-i kitaptan oldukları için, şeytani bir zeka sahipleri olup, daha hilekar, daha desiseci olurlar. İşte bu durumdaki münafıklar hakkında itnab, yani tatvil-i kelam, ayn-ı belagattır. Bu ayetin kelimeleri arasındaki münasebetlere gelelim: -1- car ve mecruru, -2- kelimesine haber olduğu takdirde, şöyle bir sual varid olur ki: Münafıkların nastan oldukları bedihidir. Bu hüküm, malumu ilam etmekten ibaret kalır. Elcevap: Malumdur ki, bir hüküm bedihi olduğu zaman, o hükmün lazımı kastedilir. Burada kastedilen, o hükmün lazımı olan taaccüptür. Sanki Kur’an-ı Azimüşşan, zımnen "Münafıkların nastan oldukları acip birşeydir" diyerek, halkı taaccüp etmeye davet etmiştir. Zira insan mükerremdir. Mükerrem olan insan, nifaka tenezzül etmez. Sual : Madem ki haberdir, niçin üzerine takaddüm etmiştir? Elcevap : Madem ki o hükümden taaccüp kastedilmiştir; taaccüb-ü inşainin şe’ni, kelamın evvelinde bulunmaktır. Sonra nas tabirinden birkaç letaif çıkıyor. Birincisi: Kur’an’ın, münafıkların şahıslarını tayin etmeyerek umumi bir sıfatla onlara işaret etmesi, Resul-ü Ekremin (a.s.m.) siyasetine daha münasiptir. Zira münafıkların şahıslarının tayiniyle kabahatleri yüzlerine vurulsaydı, mü’minler nefsin desisesiyle vesveseye düşerlerdi. Halbuki vesvese havfe, havf riyaya, riya nifaka müncer olur. Ve keza, eğer Kur’an onları tayinle takbih etseydi, "Resul-ü Ekrem (a.s.m.) mütereddittir, etbaına emniyeti yoktur" denilecekti. Ve keza, bazan kötülük ifşa edilmezse tedricen zail olması ihtimali vardır. Fakat teşhir edildiği takdirde, kötülüğü yapan kimsenin hiddetini tahrik eder, fenalığı daha fazla yapmasına bais olur. Ve keza, nas gibi umumi bir sıfatın nifaka münafi olması, hususi sıfatların daha ziyade münafi olmasına delalet eder. Zira, insan mükerremdir. Bu gibi rezaleti işlemek insaniyetin şanından değildir. Ve keza, nas tabiri, nifakın bir taife veya bir tabakaya mahsus olmayıp, hangi taife olursa olsun, insan nev’inde bulunmasıdır. Ve keza, -3- tabiri, nifak bütün insanların haysiyet ve şereflerini ihlal eden bir rezalet olduğundan, enzar-ı ammeyi nifakın aleyhine çevirtmekle izale ve adem-i intişarına çalışmaları lüzumuna işarettir.
Sual : -1- ile -2-’nın mercileri bir iken, birisinin müfred, diğerinin cem’ sigasıyla zikirlerinde ne hikmet vardır? Elcevap : Zarif bir letafete işarettir ki, imanın mevsufu cem’ ise de telaffuz eden müfreddir. -3- cümlesi, onların iman davalarını hikayedir. Bu cümlede davalarının reddine iki cihetle işaret edildiği gibi, davalarının takviyesine de iki vecihle ima edilmiştir. Şöyle ki: kelimesi, madde cihetiyle onların iman davasının ayn-ı itikad olmayıp ancak kuru bir sözden ibaret olduğuna işarettir. Kezalik, muzari sigasıyla zikrinde, onları aleddevam yaptıkları müdafaaya sevk eden, vicdani bir sebep değildir, ancak halka karşı bir riyakarlık olduğuna işarettir. Davalarının takviyesine yapılan işaretler ise, fiil-i mazinin hey’etinden "Biz ehl-i kitap cemaatleri, eskiden beri mü’miniz. Pimdi imandan geri kalmamıza imkan yoktur" gibi takviye edici bir delil tereşşuh ettiği gibi, cem’e raci olan zamirinden de "Bizler bir fert gibi değiliz, ancak muhteşem bir cemaatiz. Yalana tenezzül etmeyiz" gibi ikinci bir takviye daha çıkıyor. -4- Kur’an-ı Kerim, hikaye ettiği şeyleri ya aynıyla alır veya mealinin ahzıyla veyahut ibaresinin telhisiyle bir tasarruf yapar. Birinci ihtimale göre, onların erkan-ı imaniyeden yalnız bu iki rüknü izhar etmeleri, rükünlerin en mühimlerini izhar etmekle sadakatlerini göstermeye işarettir. Ve aynı zamanda, onlardan en ziyade kabule şayan, zuumlarınca bu iki rükündür. İkinci ihtimale nazaran, Cenab-ı Hakkın, imanın rükünleri içinde kutup sayılan bu iki rüknü tahsis etmesi, onların kuvvetle iddia ettikleri iman, dine iman olmadığına işarettir. Çünkü bu iki rüknün de muktezasına amel ve itikad etmemişlerdir. ’nin tekrarı, her iki rükne olan imanın bir cihetten olmadığına işarettir. Çünkü, Allah’a iman, Allah’ın vücud ve vahdetine imandır. Yevm-i ahirete iman ise, o günün hak olduğuna ve muhakkak geleceğine imandır.
-1- Sual : ya müşabih olan -2- ’ya tercihen olarak cümle-i ismiye ile denilmesinde ne hikmet var? Cevap : Birincisi: Her iki arasında görülen zahiri tenakuzdan içtinap etmek içindir. İkincisi: ihbar değildir, inşadır. İnşa, nefiy ile tekzip edilemediğinden denilmemiştir. Üçüncüsü: cümlesinden zımnen istifade edilen -3- cümlesine nefiy ve tekzibi irca için denilmiştir. Dördüncüsü: Onların adem-i imanlarının devamlarına delalet etmek için cümle-i ismiye ihtiyar edilmiştir. Sual : Nefyi ifade eden cümlenin evvelinde bulunduğu halde, cümleden istifade edilen devamı nefyetmeye delalet etmediğinden hikmet nedir? Cevap : Nefiy, kesif bir harfin medlulüdür. Devam ise, cümle-i ismiyenin heyet-i hafifesinden istifade edilen bir manadır. Binaenaleyh, kesif kesife, yani nefiy, imana daha karibdir. Sual : ’deki haber üzerine harf-i cer olan ’nin duhulü neye işarettir? Cevap : Onların zahiren imanları varsa da, hakikatte imana ehil ve layık insanlar olup, mü’minin sınıfından addedilmediklerine delalet için ’nın haberi üzerine dahil olmuştur.
-1- Bu ayet, bütün cümleleriyle nifaka hücum ederek, münafıkları tevbih, takbih, tehdit, tayib etmekle, evvelce -2- dedikleri kavli, ne maksada ve ne illete binaen söylediklerini ve nifakın en birinci cinayeti olan hud’a ve hilelerini beyan etmektedir. Evvelen, nifakın birinci cinayeti olan hud’aya ait -3- ’den -4- ’ye kadar yedi cümleye terettüp eden müteselsil neticeleri nazara almak lazımdır. Birincisi: Allah’ı kandırmak gibi muhal bir şeyin talebinde bulundukları için tahmik edilmişlerdir. İkincisi: Menfaat niyetiyle kendilerine zarar dokundurdukları için tesfih edilmiştir. Üçüncüsü: Menfaati mazarattan tefrik edemedikleri için techil edilmişlerdir. Dördüncüsü: Tıynetleri pis, sıhhatlerinin madeni hasta, hayat menbaları ölmüş, vesaire gibi rezaletleriyle terzil edilmişlerdir. Beşincisi: Pifanın talebiyle marazlarını ziyade ettikleri için tezlil edilmişlerdir. Altıncısı: Elemden maada birşeyi intaç etmeyen kavi bir azapla tehdit edilmişlerdir. Yedincisi: İnsanlarca alametlerin en çirkini olan kizb ile teşhir edilmişlerdir.
1 Allah’ı ve mü’minleri güya aldatmaktadırlar. Halbuki onlar yalnız kendilerini aldatırlar da farkında bile olmazlar. Onların kalblerinde nifak hastalığı vardır. ayetler peş peşe inip İslam inkişaf ettikçe Allah da onların o hastalıklarını arttırmıştır. ayetlerimizi yalanlayıp durmaları yüzünden onlara pek acı bir azap vardır." (Bakara Suresi, 2:9-10.)
Sonra bu yedi cümlenin arasındaki intizam ve irtibatın, şöyle bir tasvirle dinlenmesi lazımdır: Bir şahıs bir şahsı, nasihatle fena bir şeyden men etmek üzere şöyle tevcih-i kelamda bulunur: "Ey kişi! Aklın varsa şu yapmak istediğin şey muhaldir, hem nefsine zarardır. Hem iyiyi kötüyü tefrik edecek bir hissin yok mudur? Anlaşılan, hakikatı hurafe, tatlıyı acı gösteren seciyende bir hastalık vardır. Şüphesiz o hastalıktan kurtulup şifayab olmak istiyorsun. Fakat senin bu halin, o hastalığı izale değil, tezyid ediyor. Eğer bu halinle bir lezzet, bir zevk istersen, en şedit bir elemi intaç eden bir azap eline geçer. En nihayet sarhoşluktan ayrılıp, kötü halinden vazgeçmediğin takdirde, fesadın başkalara geçmemek üzere hortumun üzerine, bir damganın vurulmasıyla seni teşhir ve ilan etmek lazımdır." Kezalik, Cenab-ı Hak, münafıkları nifaktan zecr ve men için kötü hallerini şöylece nakletmekle yüzlerine vuruyor: : Yani, hile ile Allah’ı kandırmak istiyorlar. Zira Resul-ü Ekrem (a.s.m.) Allah’ın elçisidir. Ona yapılan hile Allah’a racidir. Allah’a yapılan hile ise muhaldir. Muhali talep etmek hamakattir. Böyle hayvancasına hamakat, taaccübü muciptir. : Yani, onlar ancak nefislerine hile yapıyorlar; zira fiillerinde nef’ değil, zarar vardır. Bu zarar da nefislerine racidir. Nefislerine zarar veren, ancak süfeha kısmıdır. : Yani, nef’ ve zararı tefrik edecek bir hisse malik değillerdir. Bu ise cehaletin en edna ve en aşağı bir derekesine düştüklerine işarettir. : Yani, nifak ve hasetten kalblerinde, ruhlarında öyle bir maraz vardır ki, o maraz, hakkı batıl, hakikati hurafe telakki etmeye sebeptir. Zaten fasit bir kalbden, bozuk bir ruhdan böyle rezaletlerin çıkması bedihidir. : Yani, eğer onlar yaptıkları fenalıkla gayz ve hasetlerini izale için bir deva, bir ilaç talebinde iseler, o zannettikleri ilaç, kalblerini, ruhlarını bozan bir zehirdir. Zehirle kendi tedavisine çalışan, elbette zelildir. Evet, kırık ve yaralı bir elle intikamını almak isteyen, yarasının artmasına hizmet eden bir miskindir. : Yani, eğer onlar bir zevk, bir lezzet talebinde iseler, şu nifaklarında pek çok maasi olduğu gibi, muvakkat bir lezzet bile yoktur. O nifak,
ancak dünyada şedit bir elemi, ahirette de en şedit bir azabı intaç edecek bir dalalettir. : Yani, yaptıkları kizbden pişman olup, nedamet etmedikleri takdirde, beynennas yalancılıkla teşhir ve bir alametle tevsimleri lazımdır ki, başkalar onlara itimad edip marazlarına maruz kalmasınlar. Mezkur cümlelerin eczaları arasında bulunan irtibat ve intizamın beyanına gelelim:
Münafıkların yaptıkları hileden takip edilen gayenin muhal olduğuna ve o muhaliyeti göz önüne getirip çirkin bir şekilde gösterilmesine tasrih edilmek üzere -1- cümlesinde münafıkların amelinden (müşareket babından) muzari sigasıyla hud’a ünvanıyla tabir edilmiştir. Ve keza, makamın iktizası hilafına -2-’ye bedel ve -3- ’ye bedel -4- zikredilmiştir. Çünkü -5- nin maddesinden nefret çıkar. Sigasından devam ve istimrar çıkar. Babından müşareket çıkar. Müşareket ise müşakeleti, yani mukabele-i bilmisli icap eder. Müşakelet ise onların seyyielerine karşı seyyie ile mukabele edileceğini istilzam eder. Demek onların devam ile yaptıkları şu kötü fiil, nefisleri titreten bir nefreti intaç ettiği gibi, takip ettikleri garazın da akim kaldığına delalet eder. kelimesinin tasrihinden de garazlarının muhal olduğuna delalet vardır. Çünkü Resul-ü Ekreme (a.s.m.) yapılan hud’a Allah’a racidir. Allah ile pençeleşmek isteyen düşer.
-6- ’nin iphamını izale etmek için sıla olarak iman sıfatının ihtiyar edilmesi, onların iman cihetiyle kendilerini sevdirerek mü’minlerden addetmek istemiş olduklarına işarettir. Ve keza nur-u imanla akılları münevver olan mü’minlerin dirayetinden hilelerinin gizli kalmamasına bir imadır.
1 Hile ile Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışıyorlar.
-1- Bu cümledeki hasr, kemal-i sefahetlerine işarettir. Zira mü’minlere zarar verdirmek için yaptıkları muamele makuse olup, onlar baltayı nefislerine vurmakla, sanki o hud’ayı bizzat nefislerine yapmakla sefahetlerini ilan etmişlerdir. -2- ’nin -3- ’ye tercihi, yine onların sefahetlerine işarettir. Çünkü ashab-ı ukul arasında kasten nefsine zarar veren vardır. Fakat amden kendisiyle hud’a eden yoktur, meğer ki insan suretinden çıkmış ola. -4- Bu ünvan, onların pek aziz ve sevgili olan nefislerini memnun etmek üzere bir hazz-ı nefsani kazanmak niyetiyle yaptıkları nifak, aksul-amel kabilinden bir zakkum-u esmar olduğuna işarettir. Sual : Bu cümledeki hasırdan anlaşılır ki, onların hud’a ve nifakları İslamiyete ve alem-i İslama zarar vermemiştir. Halbuki alem-i İslamın unsurları, onların öldürücü zehir gibi intişar eden nifak şubelerinden gördüğü zararları, hiçbir şeyden görmemiştir. Cevap : alem-i İslamda görünen zararlar ancak onların bozulmuş tabiatlarından, tefessüh etmiş fıtratlarından, taaffün etmiş vicdanlarından neş’et ve intişar etmiştir. Yoksa onların arzu ve ihtiyarlarıyla yaptıkları hud’a ve hilelerin neticesi değildir. Çünkü onların hileleri Cenab-ı Hakka, Peygamber-i Zişana (a.s.m.), cemaat-ı müslimine yapılan bir muameledir. Allah, o muameleye alimdir. Peygamber-i Zişanda (a.s.m.) vahiyle vakıftır. Cemaat-i müslimince de imani bir şiddet-i zeka sayesinde, o gibi hileler tesettür edip, gizli kalamaz. Demek onların alem-i İslama vurdukları balta, dönüp kendi başlarını parçalamıştır. Çünkü aldanan, cemaat-i müslimin değildir. Ancak aldanan, aldatandır. Yani, onlar yaptıkları hilenin nefislerine raci olduğunu hissetmiyorlar. Bu fezleke onların cehaletini ilan ediyor. Çünkü ukaladan değildirler. Çünkü onların bu işi ukala işi değildir. Ve keza, hayvan sınıfına da benzemiyorlar. Çünkü hayvanlar zararlı olan şeyleri hissettikleri zaman çekinirler. Demek bunlar, hiss-i hayvaniden de mahrumdurlar. Öyleyse bunlar, ihtiyarları ve şuurları olmayan cemadat nev’ine dahildirler.
Sual : ’ deki makablinin mabadine sebep olduğunu ifade eder. Halbuki buradaki marazın vücudu, marazın ziyadesine sebep değildir. Cevap : Vakta ki, onlar marazlarını teşhis edip tedavisi talebinde bulunmadılar; sanki, ihmallik yüzünden ziyadesini talep etmişlerdir. Cenab-ı Hak da mü’minlerin zaferiyle onların ümitlerini ye’se çevirmiştir ve Müslümanların galebesiyle onların husumetlerini haset ve kine kalb etmiştir. Sonra da onların maruz kaldıkları o yeis ve kinden doğan korku, zafiyet ve zillet emrazlarını onların kalblerine istila ettirmekle marazlarını ziyadeleştirdi. Sual : Kur’an-ı Kerimin bu cümlede maraz kelimesini mef’ul değil, temyiz şeklinde kullanması neye işarettir? Cevap : Münafıkların batıni ve kalbi olan marazları, sanki zahire çıkmış ve bütün amellerine ve fiillerine sirayet etmekle, onların vücutları tamamıyla maraz kesilmiş olduğunu ifade etmek için, kelimesi, temyiz olarak kullanılmıştır. Evet, kelimesi mef’ul olduğu takdirde bu manayı ifade etmez. Çünkü o vakit ziyadelik, yalnız maraza taalluk eder. Altıncı cümleyi teşkil eden -1- ’in vech-i irtibatı ise: Menfaati ifade eden ’dan anlaşılır ki, münafıkların menfaati ya dünyada elim bir azaptır, veyahut ahirette şedit bir elemdir. Bunlar ise menfaat değildir. Öyleyse menfaatleri muhaldir. Sual : Elim, "müteellim" manasınadır. Müteellim ise şahsın sıfatıdır. Binaenaleyh azabın, elim ile vasıflandırılmasında ne hikmet vardır? Cevap : Azap onların vücutlarını öyle kaplar ve cesetlerini öyle ihata eder ve batınlarına öyle nüfuz eder ki, sanki onların vücutları bir azap külçesi kesilir. Onların cesetlerinden, azaptan maada birşey görünmez olur. Hatta o azap külçesinden fışkıran ah’lar, fizarlar, teellümler, sanki nefs-i azaptan neş’et ederler. Yani çağıran, bağıran, müteellim olan, ayn-ı azap olduğu sanılır. Yedinci cümleyi teşkil eden -2- ’nin veçh-i irtibatı: Münafıkların azaplarının, mezkur cinayetleri arasında yalnız kizb ile vasıflandırılması,
kizbin şiddet-i kubh ve çirkinliğine işarettir. Bu işaret dahi, kizbin ne kadar tesirli bir zehir olduğuna bir şahid-i sadıktır. Zira kizb, küfrün esasıdır. Kizb, nifakın birinci alametidir. Kizb, kudret-i İlahiyeye bir iftiradır. Kizb, hikmet-i Rabbaniyeye zıttır. Ahlak-ı aliyeyi tahrip eden, kizbdir. alem-i İslamı zehirlendiren, ancak kizbdir. alem-i beşerin ahvalini fesada veren, kizbdir. Nev-i beşeri kemalattan geri bırakan, kizbdir. Müseylime-i Kezzab ile emsalini alemde rezil ve rüsvay eden, kizbdir. İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, bütün cinayetler içinde tel’ine, tehdide tahsis edilen, kizbdir. Bu ayet, insanları, bilhassa Müslümanları dikkate davet eder. Sual : Bir maslahata binaen kizbin caiz olduğu söylenilmektedir. Öyle midir? Cevap : Evet, kat’i ve zaruri bir maslahat için mesağ-ı şer’i vardır. Fakat hakikate bakılırsa, maslahat dedikleri şey batıl bir özürdür. Zira usul-i şeriatta takarrur ettiği veçhile, mazbut ve miktarı muayyen olmayan birşey, hükümlere illet ve medar olamaz; çünkü, miktarı bir had altına alınmadığından suistimale uğrar. Maahaza, birşeyin zararı menfaatine galebe ederse, o şey mensuh ve gayr-ı muteber olur. Maslahat, o şeyi terk etmekte olur. Evet, alemde görünen bu kadar inkılaplar ve karışıklıklar, zararın, özür telakki edilen maslahata galebe etmesine bir şahittir. Fakat kinaye veya tariz suretiyle, yani gayr-ı sarih bir kelimeyle söylenilen yalan, kizbden sayılmaz. Hülasa, yol ikidir: Ya sükut etmektir; çünkü söylenilen her sözün doğru olması lazımdır. Veya sıdktır; çünkü İslamiyetin esası, sıdktır. İmanın hassası, sıdktır. Bütün kemalata isal edici, sıdktır. Ahlak-ı aliyenin hayatı, sıdktır. Terakkiyatın mihveri sıdktır. alem-i İslamın nizamı, sıdktır. Nev-i beşeri kabe-i kemalata isal eden sıdktır. Ashab-ı Kiramı bütün insanlara tefevvuk ettiren, sıdktır. Muhammed-i Haşimi Aleyhissalatü Vesselamı meratib-i beşeriyenin en yükseğine çıkaran, sıdktır.
-1- Bu ayetin evvelki ayetle veçh-i irtibatı: Vakta ki, münafıkların nifakından neş’et eden cinayetlerinin birincisini teşkil eden, nefislerine zulmetmekle hukukullaha tecavüzleri olan cinayet zikredildikten sonra mezkur cinayetlerinin ikincisini teşkil eden hukuk-u ibada tecavüz etmekle aralarına fesat ilka etmek cinayetleri dahi mevki-i münasipte zikredilmiştir. Sonra -2- cümlesi münafıkların kıssasına ve hikayesine dahil olduğu cihetle -3- ’deki -4- ’ye bağlıdır, mana ve mealce -5- ’ye nazırdır. Haddizatında dahi -6- ’ye merbuttur. Üslubun tağyiri ise, yani kaziye-i hamliye yerine kaziye-i şartiyenin iradı, ile arasında birkaç cümlenin mukadder olduğuna bir emaredir. Takdir-i kelam şöyle olsa gerektir: "Yalan söyledikleri zaman fitneyi ika ediyorlar. Fitneyi ika ettikleri zaman ifsat ediyorlar. Nasihat edildikleri vakit kabul etmiyorlar. Fesat yapmayın denildiği zaman, ’Biz ancak ıslaha çalışıyoruz’ diyorlar." Bu ayetin ihtiva ettiği mezkur ve gayr-ı mezkur cümleler arasındaki veçh-i irtibat bir misalle izah edilecektir. Şöyle ki: Bir insan tehlikeli bir yola süluk ettiği zaman, en evvel "Senin bu yolun seni felakete götürüyor, bu yoldan vazgeç" diye nasihat edilir. O insan vazgeçmediği takdirde şiddetle zecir ve nehyedilir ve aynı zamanda "Umum halkın nefret ve kahrına uğrarsın" diye tehdit edildiği gibi, "Ebna-yı cinsine zulmetmiş olursun" diye şefkat-i cinsiyeye de davet edilir. Eğer o insan, sarhoşlar gibi inatçı ve kafasız
ise, kendisine yapılan nasihat ve zecir ve nehiyleri müdafaa etmekle mukabele eder ve "Benim mesleğim haktır; ne senin hakk-ı itirazın var ve ne de benim senin nasihatlerine ihtiyacım var" diye serkeşliğe başlar. Eğer o insan iki yüzlü ise, bir cihetten nasihat edenleri kandırır ve ilzama çalışır. Diğer cihetten de "Ben ıslah edici bir insanım" diye mesleğini hak göstermeye devam eder. Ve aynı zamanda "Islah benim hakiki bir sıfatım olup, bilahare hasıl olmuş bir sıfat değildir" diye davasını tekit ve te’yid eder. Bundan sonra eğer o insan mesleğinde ısrarla nasihatları kabul etmezse anlaşılır ki, onun ıslahına hiçbir çare ve hiçbir deva yoktur. Yalnız onun fesadı halka sirayet etmemek için, mesleğinin muzır ve fena olduğunu ilan etmek lazımdır ki, herkes ondan tahaffuz etsin. Zira o insan aklını çalıştırmıyor, şuurunu istihdam etmiyor ki, böyle zahir olan birşeyi hissedebilsin. İşte bu misaldeki cümlelerin arasındaki münasebetlere dikkat edilirse, mezkur ayetin cümleleri arasında bulunan münasebet halkaları güzelce görünecektir. Evet, aralarında öyle fıtri bir nizam vardır ki, icaz ve ihtirasından, i’cazın yüksek sesleri işitilir.
Mezkur ayetin herbir cümlesinin heyetindeki veçh-i intizam: Evet, kat’iyeti ifade eden -1- ’deki -2- kötü ve fena şeyleri men ve nehyetmek lazım ve vacip olduğuna işarettir. Failin terkiyle, siga-yı meçhul ile zikredilen -3- kötü birşeyi nehyetmek farz-ı kifaye olduğuna işarettir. Menfaat ve lutfu ifade eden -4- ’deki yapılacak nehiylerin, tahkir ve tahakküm suretiyle değil, ancak nasihat tarzıyla lazım olduğuna işarettir. -5- şöyle bir kıyas-ı istisnaiye işarettir ki: "Böyle yapmayın, aksi takdirde karışıklıklar meydana gelir. İnsanlar arasında itaat rabıtası kesilir. Adalet, ihtilale inkılap eder. İttifak ve ittihadın ipleri kopar. Fesat doğmaya başlar. Öyleyse, böyle yapmayın ki fesat olmasın." -6- nehyi tekit, zecri idame ettiriyor. Çünkü nasihat muvakkat olduğu için inzicarın devamı lazımdır. Bu da vicdanın heyecana getirilmesiyle olur. Bu dahi ya şefkat-i cinsiyenin uyandırılmasıyla veya nefret-i umumiyeye maruz kalmak korkusuyla olur. Evet
kelimesi her iki ciheti de temin eder. Zira kelimesi, lisan-ı haliyle, "Sizin bu fesadınız nev-i beşere sirayet eder. Nev-i beşerin, bilhassa fakirlerin ve masumların sizlere kötülüğü nedir ki, onlara karşı böyle fenalıkta bulunuyorsunuz? Pefkat-i cinsiyeniz yok mudur? Niçin merhamet etmiyorsunuz? Evet, teslim ettik ki, sizin şefkat-i cinsiyeniz yoktur. Hiç olmazsa nefret-i umumiyeden korkunuz" diye onları ikaz ediyor. Sual : Onların maksatları umum insanlar değildir. Niçin onların fesadı bütün insanlara sirayet etsin? Cevap : Evet, siyah bir gözlüğü takan adam herşeyi siyah ve çirkin görür. Kezalik, basiret gözü de nifakla perdelenirse ve kalb küfürle peçelenirse, bütün eşya çirkin ve kötü görünür. Ve bütün insanlara, belki kainata karşı bir buğz ve bir adavete sebep olur. Hem de küçük bir dişlinin kırılmasıyla büyük bir makine müteessir olduğu gibi, bir şahsın nifakıyla heyet-i beşeriyenin intizamı müteessir olur. Zira adalet, intizam, İslamiyet ve itaatle olur. Maalesef onların serptikleri zehirler tabakadan tabakaya intikal ede ede bu zillet ve sefaleti ismar etmiştir. Yani, "Halkı ifsat etmeyin denildiği zaman ’Bizler ancak ıslah edici insanlarız’ iddiasında bulundular." -1- ’da iki hasiyet var. Birincisi: Dahil olduğu hükmün hakikaten veya iddiaen malum olması lazımdır. Bu hasiyetten, nasihat edenleri tezyif etmeye ve cehaletlerine olan sebatlarını izhar etmeye bir remiz vardır. Yani, "Bizim ıslah edici olduğumuz malumdur; binaenaleyh mesleğimizde sebat ederiz, nasihatlere kulak vermeyiz." İkinci hasiyet, hasırdır. Bu hasırdan dahi, onların salahlarına hiçbir fesadın karışmamış olduğuna bir remiz vardır ki, bu remizden onların salahlarına fesat karışıyor diye mü’minlere bir tariz vardır. Sebat ve devamı ifade eden ism-i fail sigasıyla -2- ’nin -3- ’ye tercihen zikredilmesi, salahlarının sabit ve daimi bir sıfat olduğundan şimdiki halleri de ayn-ı salah olduğuna işarettir. Sonra onlar, bu kelamlarında da münafıklık ediyorlar. Zira, batınen fesatlarını salah addettikleri gibi, zahiren "Bu amelimiz mü’minlerin salah ve menfaatleri içindir" diye mürailik yapıyorlar.
Bu ayetin makabliyle vech-i irtibatı: Evvelki ayette münafıklardan hikaye edilen bazı manalar ve iddialar vardır. Mesela münafıklar mesleklerini terviç ve teşvik etmişlerdir. Salahı kendilerine ispat ve salahın daimi bir sıfatları olduğunu iddia etmişlerdir. Ve amellerinin salaha münhasır olduğu ve salahlarına hiçbir fesadın karışmamış olduğu ve bu hükmün malum hükümlerden bulunduğu iddiasında bulunmuşlardır. Ve mü’minlere tarizde bulunarak mü’minlerden kendilerine nasihat edenleri teçhil etmişlerdir. Kur’an-ı Kerim dahi münafıkların şu mezkur iddialarını cerh ve akslerini ispat etmek üzere şu cümlede bazı hükümler serdetmiştir. Ezcümle, fesat, münafıklara isnat ve ispat edilmiştir. Ve onların, müfsitlerin hakikatiyle ittihat ettiklerine işaret edilmiştir. Ve fesadın münafıklara münhasır olduğuna ve bu hükmün sabit bir hakikat bulunduğuna işaretler yapılmıştır. Ve onların muzır olmalarıyla halk ikaz edilmiştir. Ve onların hisleri nefyedilmekle teçhil edilmişlerdir. Evet, fena birşeye düşmemek için kullanılmakta olan ikaz aleti denilen -2- ’ile onların davaları halkın nazarında tezyif ve iptal edilmiştir. Tahkiki ifade eden -3- ile, davalarında iddia ettikleri hakkaniyet ve malumiyet reddedilmiştir. Hasrı ifade eden -4- onların -5- ve -6- ile mü’minlere karşı yaptıkları tarizi cerh edici bir mukabeledir. Cins ve hakikati ifade eden -7- deki harf-i tariften anlaşılır ki, onlar müfsitlerin hakikatıyla ittihat etmişlerdir. Şuurdan mahrum olduklarını ifade eden -8- cümlesi, onların zu’umlarınca davalarının malumiyeti dolayısıyla nasihate ihtiyaçları olmadığına ve nasihat edenleri tezyif ettiklerine karşı bir müdafaadır.
• • •
1 Dikkat edin, asıl bozguncular onlardır; fakat farkında değildirler.(Bakara Suresi, 2:11-12.)
-1- Yani, "Halkın imana geldikleri gibi siz de imana geliniz, diye imana davet edildikleri zaman, ’Süfeha takımının imana geldiği gibi biz de mi imana geleceğiz?’ diye cevapta bulunurlar. Fakat süfeha takımı ancak ve ancak onlardır; lakin bilmiyorlar." Bu ayeti makabliyle rapt ve nazm eden cihetlere gelince: Bu iki ayet münafıkların cinayetlerini hikaye ettiği gibi, onlara hem nasihat, hem irşad vazifesini de görüyor. Binaenaleyh, bu iki ayetin arasındaki atıf, ya onların mü’minlere isnat ettikleri sefahet cinayetini kendilerinin arzda yaptıkları ifsat cinayetine atıftır, veyahut emr-i bilmarufu tazammun eden ikinci ayet, nehy-i anilmünkeri ifade eden birinci ayete atıftır. Demek bu iki ayet arasındaki cihetü’l-vahdet, ya cinayettir veyahut irşaddır. Bu ayetteki cümlelerin arasındaki cihet-i irtibat ise; vaktaki -2- cümlesiyle farz-ı kifaye olan nasihat vazifesi ifa edilmek üzere kamil insanlardan ibaret olan cumhur-u nasa ittibaen, halis bir imana davet edildikleri zaman, onların enaniyet-i cahiliyeleri heyecana gelerek -3- deyip gurur ve inatlarında ısrar ettiler ve "Davamız haktır ve bizler hak üzereyiz" diye batıl ve inatçıların adeti gibi batıl davalarını hak ve cehaletlerini ilim iddia ettiler. Çünkü onların nifakla kalpleri fesada uğramıştır. Püphesiz fasit olan bir kalb, gururlu olur ve ifsadata meyleder. Binaenaleyh, onlar kalblerinin fasid olmasından temerrüt ve inat ediyorlar. Ve hedef ittihaz ettikleri ifsat iktizasıyla yekdiğerlerine halkı idlal etmeyi tavsiye ediyorlar. Ve gururlarının hükmüyle, diyanet ve imanı sefahet ve sefalet telakki ediyorlar. Ve nifaklarının icabıyla, bu sözlerinde de münafıklık yapıyorlar. Zira bu sözlerinin zahirinden "Biz divaneler değiliz, nasıl sefihler gibi olacağız?" diye bir mana çıkar. Batınından ise "Nasıl ekserisi fukara ve nazarımızda sefih olan mü’minler gibi olacağız?" diye diğer bir mana çıkıyor.
1 (Bakara Suresi: 13.)
3 "Süfeha takımının imana geldiği gibi biz de mi imana geleceğiz?" diye cevapta bulunurlar.
Sonra, Kur’an-ı Kerim, onların mü’minlere attıkları sefahet taşını -1- cümlesiyle onlara iade etmekle kendilerine yutturmuştur. Çünkü inat ve cehaletleri bu dereceye vasıl olanın hak ve müstehakı, beynennas teşhir edilmekle sefahetin kendisine münhasır olduğunu ilan etmektir. Sonra -2- cümlesiyle onların cehl-i mürekkeple cahil olduklarına işaret etmiştir ki, bu gibi cahillere nasihat tesir etmediğinden, onlardan tamamıyla iraz etmek lazımdır. Çünkü, nasihati dinleyen ancak cehlini bilenlerdir. Bunlar cehillerini de bilmezler. Bu ayetin ihtiva ettiği cümlelerin eczası arasında bulunan irtibata gelelim: -3- cümlesindeki -4- kat’iyeti ifade ettiğinden emr-i maruf ile halkı irşad etmek lüzumuna işarettir. Siga-yı meçhul ile zikredilen -5- nasihatın, ala sebili’l-kifaye vacip olduğuna işarettir. Ve -6- gibi, ihlas lafzını ihtiva eden bir cümleye bedel -7- lafzının zikredilmesi, ihlası olmayan imanın, imandan addedilmemesine işarettir. Ve -8- lafzıyla güzel bir misal, bir nümune, bir örnek gösterilmiştir ki, onlara ittiba ederek ihlaslı bir imana gelsinler. -9- lafzında iki nükte vardır ve o iki nükte, vicdanları emr-i marufa icbar eden amillerdendir. Birincisi: ünvanı, herkesi cumhur-u nasa tabi olmaya davet eder. Çünkü cumhura muhalefet öyle bir hatadır ki, o hatayı irtikap etmek, kalbin, vicdanın şanından değildir.
1 Dikkat edin, gerçek sefihler, ancak onlardır.
2 Lakin bilmiyorlar.
3 Kendilerine "Halkın imana geldiği gibi siz de imana gelin" denildiği zaman.
İkincisi: tabirinden anlaşılıyor ki, imanı olmayanın nastan addedilmemesi lazımdır. Ancak tabiri mü’minlere mahsustur. Bu da, ya imanın hasiyetiyle insaniyetin hakikati mü’minlere mahsustur; veya imansız olanlar, insaniyetin mertebesinden sukut etmişlerdir. Yani, "Bizler nasihatleri kabul etmiyoruz. Pu miskinlerin cemaatine nasıl gireceğiz? Bizim gibi ashab-ı cah ve mertebe, onlara kıyas edilemez." -1- nefislerini tezkiye, mesleklerini terviç, nasihatten istiğna, mağrurane dava şeklinde müdafaa etmelerine işarettir. İnkari bir istifhamı ifade eden -2- kelimesi, onların cehalette gösterdikleri temerrüt ve inada işarettir. Sanki onlar istifham ile nasihat edene soruyorlar ki: "Mesleğimizi terk etmemize senin vicdanın razı olup insafın kabul eder mi?" Sual : Onlar o sözlerinde kimleri muhatap etmişlerdir? Cevap : Evvela nefislerine, saniyen ebna-yı cinslerine, salisen nasihat edenlere tevcih-i hitap etmişlerdir. Evet, birisine nasihat yapan adam evvela nefsine müracaat eder, sonra arkadaşlarıyla konuşur. Sonra nasihat ettiğine döner, yaptığı müracaatların neticesini ona söyler. Buna binaen, vakta ki münafıklar imana davet edildiler; onlar fesada uğramış kalblerine, tefessüh etmiş vicdanlarına müracaatta bulundular. İnkar cevabını aldıkları için, kalblerindeki şeyi dışarıya verdiler. Sonra ifsat arkadaşlarına müracaat ettiler. Yine inkar cevabını alarak, gizli gizli konuşmalara başladılar. Sonra, itizar şeklinde nasihat edene dönerek şöyle bir safsatada bulunurlar: "Yahu, aramızda çok fark vardır. Biz onlara kıyas edilemeyiz. Çünkü biz zenginiz, onlar fakirdirler. Onlar mecburiyet saikasıyla imana gelmişlerdir. Onların diyaneti ıztıraridir. Biz ise ashab-ı izzet ve servet insanlarız." Hülasa, onlar gururlarının hükmüyle mürşidi insafa davet ettiler. Hud’a ve hilelerle ikiyüzlü bir konuşmada bulundular. Şöyle ki: "Ey mürşid! Bizleri süfeha zannetme. Bizler süfeha gibi olamayız. Ancak halis mü’minlerin yaptıkları gibi yapıyoruz" diye mürşidi kandırmak istediler. Halbuki, kalblerinde, "Bu fakir ve kıymetten sukut eden mü’minler gibi değiliz" gibi başka bir manayı izhar etmişlerdir. Hülasa lafzında onların fesadlarına, ifsadlarına, gururlarına ve nifaklarına gizli birer remiz vardır.
: Yani, "Kamil zannettiğiniz mü’minler, nazarımızda zelil ve fakir bir cemaattır. Onların herbirisi bir kavmin sefihidirler." O kamil mü’minlerin tecviz ettiği kıyasta birkaç işaret vardır: Birincisi: Mecmaü’l-mesakin, melceü’l-fukara, hakkı himaye, hakikatı muhafaza, gururu men, tekebbürü def eden, yegane İslamiyettir. Evet, kemal ve şerefin mikyası İslamiyettir. İkincisi: Nifakı intaç eden, garaz, gurur, tekebbürdür. Üçüncüsü: İslamiyet, ehl-i dünya ve ashab-ı meratip ellerinde tahakküm ve tagallübe vesile olamaz. Ancak sair dinlerin hilafına olarak, ehl-i fakr ve hacet elinde ihkak-ı hak için kırılmaz elmas bir kılıçtır. Bu hakikate tarih güzel bir şahittir. -1- Bilinmesi lazımdır ki, Kur’an-ı Kerimin, nifakın aleyhine kesretle yaptığı şiddetli tehditler ve takbihlerin sebebi, ancak ve ancak alem-i İslamın nifak şubelerinden gördüğü darbelerdir. -2- , ikaz aleti olup, sefahetlerini teşhir ve efkar-ı ammeyi sefahetlerine istişhad etmek için zikredilmiştir. Hakikati göstermek için bir ayna ve hakikate delalet için bir delil vazifesini gören -3- lisan-ı haliyle, "Hakikate bakınız, onların zahiri safsatalarının aslı yoktur, aldanmayınız" diyor. Hasrı ifade eden -4- kelimesi, nefislerine iddia ettikleri tezkiyeyi red ve mü’minlere isnat ettikleri sefaheti def eder. Yani, bir lezzet-i faniye için ahiretini terk eden sefihtir. Baki bir mülkü hevesat-ı faniyesinin terkiyle satın alan sefih değildir. ’deki elif ve lam ( ), hükmün malumiyetine ve kemaline işarettir. Yani, onların sefaheti malumdur. Ve sefahetin son sistemi onlardadır. -5- cümlesinde üç işaret vardır:
Birincisi: Hakkı batıldan, iman mesleğini nifak mesleğinden temyiz etmek, ancak ilim ve nazar ile olur. Fakat yaptıkları fitne ve fesatları zahir olduğu için, edna bir şuuru olan farkında olur. Buna binaen, Kur’an-ı Kerim birinci ayeti -1- ile zeyillendirmiştir. İkincisi: -2- gibi, ayetlerin sonunda zikredilen -3- gibi cümlelerle, İslamiyetin akıl, hikmet ve mantık üzerine müesses olduğuna işaret etmiştir ki, İslamiyeti herbir akl-ı selimin kabul etmesi, İslamiyetin şanındandır. Üçüncüsü: Onlardan iraz etmek ve onlara itimat etmemek lazımdır. Çünkü cehillerini bilmediklerinden, nasihatin onlara tesiri olmuyor.
İstihza ve istihfaf gibi münafıkların dördüncü cinayetlerini beyan eden şu ayetin fesat, ifsat, tesfih gibi sebkat eden cinayetlerine atfını iktiza eden ayn-ı münasebetle bu ayetin mealiyle makablinin meali arasında irtibat ve intizam hasıl olmuştur. Bu ayetin cümleleri arasındaki vech-i irtibata gelince: İnsanın musibet ve elemlere karşı nokta-i istinadı ve ihtiyaç ve emellerini tesviye için nokta-i istimdadı olan imanın üç hassası vardır. Birincisi: Nokta-i istinadından neş’et eden izzet-i nefistir. İzzet-i nefsi olan, başkalarına kendisini zelil göstermeye tenezzül etmez. İkincisi: Şefkattir. Pefkati olan, kimseyi tahkir ve tezlil etmez. Üçüncüsü: Hakikatlere ihtiram etmek ve yüksek şeylerin kıymetini bilmekle istihfaf etmemektir. Kezalik, imanın zıddı olan nifakın da üç hassası vardır. Birincisi: Zillettir. İkincisi: İfsadata meyletmektir. Üçüncüsü: Başkalarını tahkir etmekle gururlanıp zevk almaktır. Binaenaleyh, iman, izzet-i nefsi intaç ettiği gibi, nifak da onun aksine zilleti intaç eder. Zilleti olan, herkese karşı kendisini zelil gösterir. Bu ise riyadır. Riya ise müdahenedir. Müdahene dahi kizbdir. Kur’an-ı Kerim, şu silsileli kizbe ile işaret etmiştir. Yani, "Mü’minlere rast geldikleri zaman, biz de imana geldik’ diyorlar."
İman edenlere rastladıklarında ’İnandık’ derler. Şeytanlaşmış reisleri ve arkadaşlarıyla baş başa kalınca da, ’Aslında biz sizinle beraberiz; onlarla sadece alay ediyoruz’ derler. Alaylarına karşılık Allah onları maskaraya çevirir. Ve onlara mühlet verip azgınlıkları içinde bırakır da, şaşkın şaşkın bocalayıp dururlar. (Bakara Suresi, 2:14-15.)
Sonra nifak, imanın hilafına, kalbleri ifsad eder. Kalbin fesadı ise, yetimliği intaç eder. Yani, bozuk olan bir kalb kendisini sahipsiz, maliksiz, yetim bilir. Bu haletten korku neş’et eder. O korku onu kaçıp gizlenmeye icbar eder. Kur’an şu hallerine ile işaret etmiştir. Yani, "Kaçıp halvetlere gittikleri zaman." Sonra nifak, imanın aksine, akraba ve saireler arasında sıla-i rahmi kat eder, keser. Bu ise şefkati izale eder. Pefkatin zevali ise ifsadata sebep olur. İfsaddan fitne çıkar. Fitneden hıyanet doğar. Hıyanet dahi zafiyeti muciptir. Zafiyet de himaye edecek bir zahire, bir arkaya iltica etmeye icbar eder. Kur’an-ı Kerim buna ile işaret etmiştir. Yani, "Şeytanlarına kaçıp, şeytanlarının himayelerine giriyorlar." Sonra, imanın hilafına, nifakta tereddüt vardır. Yani münafık olan kimse, kat’i bir hüküm sahibi değildir. Bu ise sebatsızlığı intaç eder. Bu da mesleksizliği. Bu dahi emniyetsizliği tevlid eder. Bu ise-kanunen maznunların hergün ispat-ı vücut etmeleri lüzumu gibi-daima şeytanlarına gidip küfürlerini, ahidlerini tazelemelerini icap ettirir. Kur’an-ı Kerim bu silsileye ile işaret etmiştir. Yani, "Bizler sizinle beraberiz" diye ahidlerini tecdid ediyorlar. Sonra mü’minlere gidip geldiklerinden hasıl olan şüpheyi izale etmek için, and dilemeye mecbur oldular. Ve imanın hilafına, hakikatlere adem-i hürmet ve istihfafta bulunarak kıymetli şeylere ihanet ettiler ki, kendilerine atfedilen ithamları defetsinler. İşte, Kur’an-ı Kerim buna ile işaret etmiştir. Yani, "Bizim mü’minlerle olan ihtilatımız, onlarla istihza içindir. Aramızda samimiyet yoktur. Ancak yüzlerine gülüyoruz." Sonra, münafıkların şu gidiş ve söyleyişlerini dinleyen samiin mü’minlerin de mukabelede bulunmalarını intizar etmekte bulunduğu, siyak-ı kelamdan anlaşıldı. Bunun için Kur’an-ı Kerim de mü’minlere bedel diye mukabelede bulunmuştur. Yani, "Cenab-ı Hak, onların istihzaları üzerine eşedd-i ceza ile dünya ve ahirette tecziye eder ve edecektir." Cenab-ı Hakkın şu mukabelesi, mü’minlerin şerefine ve münafıkların yaptıkları istihzanın, Cenab-ı Hakkın tecziyesine karşı adem hükmünde kaldığına ve onların hamakatlerine işarettir.
Sonra Kur’an-ı Kerim cümlesiyle cezalarını istihza suretiyle tasvir etmiştir. Yani, "Onlar dalalet ve tuğyanı intaç eden esbaba su-i ihtiyarlarıyla ve arzularıyla tevessül ettikleri için, sanki lisan-ı halleriyle dalaletin talebinde bulunmuşlardır; Cenab-ı Hak da onların talepleri üzerine, istediklerine yardım etmiştir." Bu ayetin tazammun ettiği cümlelerin heyetleri arasında intizam ciheti ise: Dahil olduğu hükmün kat’iyetini ifade eden -1- ’deki -2- onların mü’minlere olan mülakatlarını amden ve kasten cezmettiklerine işarettir. Alel-ekser yollarda rast gelmek manasını ifade eden -3- onların, yollarda halk içinde mü’minlere mülakatlarını taammüd ettiklerine işarettir. -4- kelimesine tercihan -5- kelimesinin zikri, onların mü’minlerle cihet-i irtibatları, yalnız iman sıfatı hasebiyle olduğuna ve bütün sıfatlar içinde de en mümtaz ve medar-ı nazar yalnız iman sıfatı olduğuna imadır. -6- : Bu ünvan, onların sözleriyle kalbleri bir olmadığına ve söyledikleri sözler mahza riya ve müdahene perdesi altında kendilerine yapılan ithamları def etmek ve mü’minlerden celb-i menafi ile sırlarına vakıf olmak azminde bulunduklarına işarettir. -7- : Makamın iktizasıyla bu kelimenin tekitlerle müekked olarak zikredilmesi lazım iken, tekitsiz zikri, kalblerinde tahrik edici bir şevkin ve bir aşkın bulunmamasıyla, sözlerini şiddetsiz ve tekitsiz, serseriyane söylemiş olduklarına işarettir. Ve keza onların tekitleri adem hükmünde olup, mü’minleri inandıramadıklarına işarettir. Ve keza kelimesi ile nifaklarına örttükleri perde pek zayıf olduğundan tekit ve teşdit edildiği takdirde yırtılması ihtimali olduğuna işarettir. Çünkü tekit ve teşdit şüpheyi dağıtır. Püphe ise tahkikate baistir. Tahkikat yapıldığı
takdirde foyaları meydana çıkar. ’nın cümle-yi fiiliye ile zikri ise imanlarının sabit ve devamlı olduğuna mü’minlere inandırmak imkanını bulamadıklarına ve yalnız menfaatleri celb ve esrara muttali olmak maksadıyla mü’minlere müdahene ve tasannu yapmakla ihdas-ı iman ettiklerine işarettir. -1- Evvelki ayetle bu ayetin birbirine olan atıfları, onların mesleksiz ve sebatsız olduklarına işarettir. -2- nın ifade ettiği cezmiyet, itiyad ettikleri fesat ve ifsat iktizasıyla şeytanlarına gitmelerini zaruri bir vazife bildiklerine işarettir. -3- tabiri, cinayetlerinden korktuklarından tesettür ve gizlenmek istediklerine işarettir. kelimesinin kelimesiyle daha uygun olan -4- kelimesine tercihan zikredilmesi, iki şey içindir: Birisi, acz ve zaafları yüzünden iltica etmeye mecbur olmalarıdır. İkincisi, fitne ve ifsat iktizasıyla mü’minlerin sırlarını kafirlere isal etmektir. Bu iki manayı ifade edemez. -5- Bu ünvan, reislerinin şeytanlar gibi gizlenip vesveseleri ilka ettiklerine ve şeytanlar kadar muzır olduklarına ve şeytanlar gibi şerden maada birşey tasavvur etmediklerine işarettir. Yani, "Sizinle beraberiz." Bu cümle ile nefislerinin tezkiyesine, ahidlerinin tecdidine, mesleklerinde sabit kaldıklarına işaret etmişlerdir. Yalnız bu cümlenin muhataplarında münafıkların münkirleri bulunmadığı halde cümle tekitleştirilmiştir -6- cümlesinin muhatapları hep münkir oldukları halde, cümle tekitsiz bırakılmıştır. Bunun sebebi,
1 Şeytanlaşmış reisleri ve arkadaşlarıyla başbaşa kalınca da, "Aslında biz sizinle bereberiz" derler.
2 Zaman.
3 Başbaşa kaldılar.
4 Beraber.
5 Şeytanları.
6 İman edenlere rast geldikleri zaman, "İman ettik" derler.
birinci cümleyi şevksiz, aşksız, ikinci cümleyi ise aşk ve şevkle söylediklerine işarettir. Peytanlarına söyledikleri cümleyi, cümle-i ismiye şeklinde, mü’minlere karşı söylediklerini cümle-yi fiiliye suretinde zikretmeleri, maksatlarının burada ahidlerine sabit ve devamlı kaldıklarını ispat ettiklerine, orada ise yalnız imana geldiklerini ihdas ettiklerine işarettir. Yani, "Bizler mü’minlere karşı, ancak istihza edici insanlarız." Bu cümlenin evvelki cümleye atfedilmediğinin esbabı: İki kelime veya iki cümle arasında ya kemal-i ittisal ve ittihad vardır veya kemal-i inkıta ve infisal vardır. Bu iki surette, birbirine atıfları caiz değildir. Ancak aralarında orta derecede bir inkıta ve bir ittisal olan yerlerde atıfları caizdir. Bu cümle ise -1- cümlesine bir cihetten tekittir, bir cihetten de bedeldir. Bu iki surette, her iki cümlenin arasında kemal-i ittisal vardır. Diğer bir cihetten dahi mukadder bir suale cevaptır. Bu surette de aralarında kemal-i inkıta vardır. Çünkü alelekser sual inşa, cevap ihbar olur. İşte bunun için aralarında atıf yapılmamıştır. Sual: Bu cümlenin cümlesine tekit veya bedel olduğunun tevcihi? Elcevap: cümlesi gerek hak vehakikate ve gerek ehl-i hak ve ehl-i hidayete ihanete dairdir. Çünkü bundan dalalet ve ehl-i dalalete tazim çıkıyor. Bu ise cümlesinin mealidir. Demek her iki cümlenin mealleri birdir veya birbirini tekit eder. Mukadder bir suale cevap olduğunun tevcihi ise, sanki onların şeytanları tarafından şöyle bir sual varit olmuştur ki, "Yahu, eğer siz bizimle beraber ve bizim mesleğimizde olmuş olsaydınız, mü’minlere muvafakat etmezdiniz. Ya siz onların mezheplerine geçtiniz veyahut sizin için muayyen bir mezhep yoktur?" Bu suale karşı diye, Müslümanlardan olmadıklarını sarahaten söyledikleri gibi, hasrı ifade eden -2- ile, muayyen bir mezhebi olmayanlardan olmadıklarına işaret etmişlerdir. Ve keza, devamı ifade eden ism-i fail sigasıyla -3- demeleri, mü’minlere karşı yaptıkları istihzanın daimi bir sıfatları olup, bilahare arız olmuş sıfatları olmadığına işarettir.
Yani, "Allah onları istihza ediyor." Bu cümlenin evvelki cümlelere atfedilmeyerek atıfsız zikredilmesinin esbabı: Eğer atfedilmiş olsaydı, ya cümlesine atfolurdu; bu ise bu cümlenin de cümlesine tekit olmasını icap eder. Veya cümlesine atfolurdu; bu dahi bu cümlenin onların sözlerinden biri olduğunu iktiza eder. Veya ’ya atfolacaktı; o vakit Allah’ın onlara olan istihzası halvet zamanıyla mukayyet olacaktı. Halbuki Allah’ın istihzası daimidir. Veyahut cümlesine atıf yapılacaktı; bu ise her iki taraftan, yani matuf ve matufun-aleyhten maksadın, bir olduğunu istilzam eder. Halbuki birinci cümle amellerini beyan eder; ikinci cümle cezaları hakkındadır. Demek mahzursuz, münasip bir matufun-aleyh bulunmadığından müste’nife olarak, yani makabliyle bağlı kalmayarak mukadder bir suale cevap kılınmıştır. Evet, münafıkların fenalığı ve kötülüğü öyle bir dereceye baliğ olmuştur ki, hallerine vakıf olan her ruh, "Acaba böyle fena olanların cezası nedir ve cezaları verilmeyecek mi?" diye sormaya mecbur olur. İşte, Kur’an-ı Kerim cümlesiyle şu mukadder suale cevap vermiştir. Demek bu cümlenin istinafı, atfından daha mühimdir. Sonra, makamın muktezasıyla onların istihzalarına karşı mü’minlerin mukabelede bulunmaları icap ederken Cenab-ı Hakkın mukabelede bulunması, mü’minlerin teşvikine ve terahhumlarına işaret olduğu gibi, münafıkları da istihza etmekten zecir ve men etmek içindir. Zira, istinatları Allamü’l-Guyuba olanlar, istihza edilemezler. Sonra, Cenab-ı Hakkın tenkil ve tazibini istihza ile tabir etmek şe’n-i uluhiyete yakışmadığından, istihzanın lazımı olan tahkir irade edilmiştir. Sual: Münafıkların istihzası, devamı ifade eden ism-i fail sigasıyla olduğu halde Cenab-ı Hakkın mukabil istihzası, teceddüdü ifade eden fiil-i muzari sigasıyla yapıldığında hikmet nedir? Elcevap: Tazip ve tahkirler tebeddül ve teceddüt ettikçe tesirleri çoğalır. Zira bir tarzda devam eden bir elemin tesiri gittikçe azalır; tazelendikçe tesiri çok olur. Bu manayı ifade eden, ancak fiil-i muzaridir. İsm-i fail ise yalnız devamı ifade eder.
Yani, "Dalaletin esbabına tevessül etmeleriyle, dalaletin talebinde bulunmuşlardır. Allah da onlara dalalet vermiştir." Allah tarafından yardımın yapılmasını ifade eden -1- kelimesi, abdin halık-ı ef’al olduğunu iddia eden İtizal mezhebinin reddine işarettir. Ve onların lisan-ı hal ile istekleri üzerine, Allah’ın onlara yardım ettiğine delalet eden ’ün tazammun ettiği -2- cümlesi, abdin elinde birşey yok, hep Allah’tan olduğunu iddia eden mezheb-i Cebrin reddine işarettir. Zira, onlar su-i ihtiyarlarıyla ve arzularıyla dalaleti istemişlerdir. Allah da onların isteklerini vermiştir. -3- kelimesinin -4- zamirine izafesi, tuğyan cinayeti, onların ihtiyarlarıyla husule gelip, cebr ile alakadar olmadığından "Bizler Allah’ın cebriyle bu tuğyanı yapıyoruz" diye mazeretlerinin reddine işarettir. ünvanı ise onların zararı, tufan gibi, bütün mehasin ve kemalatı tahrip ettiğine imadır. Yani, "Tuğyan ve dalaletlerinde mütehayyir ve mütereddit şahıslardır. Onların ne meslekleri var ve ne de muayyen bir maksatları vardır."
-1- Yani: "Onlar, hidayeti verip dalaleti satın alan birtakım kafasızlardır ki, ticaretlerinden bir fayda görmedikleri gibi o zarardan kurtulmak için yol da bulamıyorlar."
Bu ayetin makabliyle cihet-i irtibatına gelince: Bu ayet geçen tafsillere bir fezleke, bir hülasadır. Ve o tafsilleri yüksek ve müessir bir üslupla tasvir etmiştir. Lakin muhataplarının saff-ı evvelinde ve tabaka-i ulasındakiler kışın Yemen cihetine, yazın da Pam cihetlerine giderek yaptıkları ticaretin kar ve zararını, lezzet ve elemini gördüklerinden, tasvir için ticaret üslubu intihap edilmiştir. Şöyle ki: Nev-i beşerin dünyaya gönderilmesi, daimi bir tavattun için değildir. Ancak sermayeleri olan istidat ve kabiliyetlerini tenmiye ve inkişaf ettirmek üzere ticaret için gelmişlerdir. Fakat münafıklar bu ticaretlerinde sermayelerini batırıp aleme rezil oldular.
Sonra bu ayetin cümleleri arasında cihet-i nazım ve intizam ise: Bu ayetin cümleleri arasında ticaret üsluplarındaki tertipler gibi gayet fıtri, selis ve muntazam bir tertip vardır. Şöyle ki: Bir tüccara yüksek bir sermaye verilir. O da o sermaye ile zararlı ve zehirli şeyleri alır, satarsa, o tüccar alışverişinin sonunda ne bir fayda görür ve ne de bir kar görür. Bilakis, hasaret içinde boğulmakla beraber, kaçmak için yolu da kaybeder. İşte, münafıkların yaptıkları muamele de aynen buna benziyor.
Sonra, mezkur ayetteki cümlelerin heyetleri ise: -2- kelimesi, uzaklarda bulunan şeyleri ihzar ederek mahsus ve meşhud olarak göstermek için kullanılan bir işaret aletidir. Sual : Münafıkların ile ihzarlarında ne fayda vardır? Elcevap : Onların mezkur cinayetlerini işiten samiin kalbinde hasıl olan nefret ve adavet öyle bir dereceye baliğ olmuş ki, onları gözüyle göreceği ve yüzlerine
1 İşte onlar hidayete karşılık sapıklığı tercih etmiş kimselerdir. Fakat bu alışverişleri onlara bir kar getirmemiş ve bir daha da doğru yolu bulamamışlardır. (Bakara Suresi: 16.)
tüküreceği gelir ki, yüzlerine tükürmekle kalbi rahat olsun. İşte bunun için onlar dürbünüyle ihzar edilmiştir ki, sami yüzlerine tükürsün. Sual : Münafıkların mahsus ve meşhud olmadıkları halde ile mahsus olarak gösterilmeleri ne suretle olur? Ve ne gibi bir faydası vardır? Elcevap : Münafıkların mezkur cinayetlerle ve acip sıfatlarla ittisafları, onları öyle tecessüm ettirmiştir ki, hayalce mahsus ve meşhud ve hazır görünmektedirler. Ve şu mahsusiyetlerinden, onlara isnat edilen hükmün illeti de anlaşılır. Evet, hidayeti verip dalaleti almak gibi bir hükme elbette bir illet ve bir sebep lazımdır. O illet ise, onların sebkat eden cinayetleri ve sıfatlarıdır. İşte, Kur’an-ı Kerim, onları o sıfatlarla muttasıf olarak ile ihzar etmiştir ki, bu ayette onlara yükletilen hükmün illet ve sebebi samice malum olsun. Sual : Uzaklık cihetini de ifade eden ile münafıkları uzak göstermekten maksat nedir? Elcevap : Onların tarik-i haktan uzaklaşmalarına ve bir daha doğru yola rücuları mümkün olmadığına işarettir. Çünkü gitmek onların elinde ise, gelmek onların elinde değildir. Yeni, in’ikad ve teşekkül etmeye başlayan hakikatler hakkında kullanılan -1- ünvanı, hidayeti satıp dalaleti almak gibi şu pis muamelenin-bir nevi ticaret olmakla-zamanın insanları için esaslı bir meslek olmaya başlamış olduğuna işarettir. -2- ünvanı ise, münafıkların "Hidayeti terk edip dalaleti aldığımız, fıtratımızın iktizasıdır, ihtiyarımızla değildir" diye yapacakları mazeretin reddine işarettir. Evet, sanki Kur’an-ı Kerim onlara diyor ki: "Cenab-ı Hak re’sülmal olarak size uzun bir ömür vermiştir. Ve ruhlarınızda da kemalat istidadını bırakmıştır. Ve hidayet-i fıtrıyenin çekirdeğini de vicdanınıza dikmiştir ki, saadeti alasınız. Halbuki sizler saadete bedel, lezaiz-i faniye ve menafi-i dünyeviyeyi alıyorsunuz. Demek, su-i ihtiyarınızla, dalalet mesleğini hidayet mesleğine ihtiyar ve tercih etmekle, hidayet-i fıtriyenizi ifsat, re’sülmalınızı da zayi ettiniz."
-1- münafıkların iki hüsrana maruz kaldıklarına işarettir. Birisi, dalalet hüsranıdır. İkincisi, hidayet gibi büyük bir nimeti kaybetmektir. Yani, "Ticaretlerinin karı olmadı." Sual : Münafıkların bu ticaretlerinde re’sül-malları da zayi olduğu halde, yalnız karlarının olmamasından bahsedilmesi neye işarettir? Elcevap : Akıllı bir tüccarın, karı olmayan bir alışverişe girişmemesi lazım olduğuna ve karı olmamasıyla beraber, re’sül-malın da zayi olması ihtimali olan ticaretlere girişmemesi elzem ve evla olduğuna işarettir. Sual : Ribh fiili, hakikaten münafıkların fiili olduğu halde, bu cümlede ticarete isnat edilmiş olduğu neye işarettir? Elcevap : Onların ne bu ticaretlerinde, ne eczasında, ne ahvalinde ve ne vesaitinde, ne cüz’i ve ne de külli bir fayda bulunmadığına işarettir. Evet, bazı ticaretlerde matlup kar olmasa da, ahvalinde veya vesaitinde az çok bir fayda olabilir. Fakat bu ticaret ise şerr-i mahzdır, faydalardan tamamen mahrum bir zarardır. -2- Yani, "Re’sül-mallarını zayi etmekle hüsrana maruz kaldıkları gibi, yollarını da kaybetmişlerdir." Bu cümlede, surenin başındaki -3- cümlesine gizli bir remiz vardır ki: Kur’an-ı Kerim hidayeti vermemiş değildir; hidayeti vermiş de bunlar kabul etmemişlerdir.
• • •
1 Hidayet karşılığında dalaleti...
2 Bir daha da doğru yolu bulamamışlardır.
3 Takva sahipleri için hidayet. (Bakara Suresi: 2.)
Bu uzun ayetle hem makabli arasında, hem cümleleri arasında, hem cümlelerinin keyfiyetlerinde bulunan cihet-i irtibat ve intizam ise: Kur’an-ı Kerim, evvela münafıkların hallerini, saniyen cinayetlerini sarahaten kaydettiği gibi, muamelelerinin kötülüğünü akla kabul ettirdikten sonra, hayale, vehme, hisse de gösterip onlara da kabul ettirilmesini bu temsille temin etmiştir. Evet akli şeylerden fazla, temsillerle hayali şeyleri kabule, hayal daha yakındır. Ve keza, akla muhalif olan ve hem gayr-ı meluf bulunan birşeyin me’nus bir şekilde gösterilmesiyle hayal çabuk kabul eder. Ve keza, gaip birşeyi hazır göstermekle, akıl ile his arasında mutabakat hasıl olur, his de kabul eder. Hülasa: Münafıkların kötülüğü şu temsille akla tasdik ettirildiği gibi, hayale, vehme, hisse de kabul ettirilmesi temin edilmiştir. Ve eyzan, münafıkların ayrı
O münafıkların hali, karanlık bir gecede ateş yakan kimsenin durumu gibidir ki, ateş tam onların çevresini aydınlatmışken, Allah birden nurlarını alıp götürmüş ve onları karanlıklar içinde bırakmış; onlar da artık hiçbir şeyi göremez olmuşlardır. Sağır, dilsiz ve kördürler; gece karanlığında bir ses işitmez, kimseye birşey işittiremez, bağırsalar da yardıma gelen olmaz, yollarını bulamazlar. Çabaladıkça batar, o musibetten kurtulup geri dönemezler. Yahut onların hali, şiddetle boşanan karanlıklı, gök gürültülü ve şimşekli bir yağmura tutulmuş yolcuların misaline benzer. Yıldırımdan ölme korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Halbuki Allah o kafirleri kudretiyle çepe çevre kuşatmıştır. Pimşeğin çakması neredeyse gözlerini alır. Etraflarını aydınlatınca birkaç adım yürürler. Fakat üzerlerine karanlık çökünce oldukları yerde kalırlar. Eğer Allah dileseydi onlara verdiği işitme ve görme nimetlerini de alıverirdi. Muhakkak ki Allah herşeye hakkıyla kadirdir. (Bakara Suresi, 2:17-20.)
ayrı cinayetleri ve muhtelif sıfatları arasında hakiki bir irtibatın bulunması şu temsille gösterilmiştir. Ve eyzan, münafıkların muamelelerini hayalin gözü önüne şu temsille getirmekten maksat, lisanın söyleyemediği ince cihetleri bizzat hayal bakıp, görsün ve alsın ki, bir itiraz kalmasın. Sonra bu temsilin cümlelerinin meali, heyet-i mecmuasıyla münafıkların hikayelerinin mealine muvafık geldiği gibi, ayrı ayrı da hikayelerinin cümlelerine uygun gelir. Evet, münafıkların hikayesi böyledir: Zahiren imana gelmişlerdir. Sonra kalben küfür ve inkar etmişlerdir. Sonra hayret ve tereddüt içinde kalmışlardır. Sonra hakkı talep etmemişlerdir. Sonra o dalaletten rücua kadir olmamışlardır ki, hakkı arasınlar. Temsilin meali ise: Evvelen ateş yakmışlardır. Sonra o ateşi muhafaza edememişlerdir. Sonra ateşleri sönmüştür. Sonra zulmet içinde kalmışlardır. Sonra herşey onlara görünmez olmuştur. Gece vakti ses sada olmadığından, sanki sağır olmuşlardır. Ateşleri söndüğünden, ama gibi olmuşlardır. Bir muhatap veya bir yardımcıları bulunmadığından, sanki lal olmuşlardır. Ve o zulmetten çıkıp rücua kadir olmadıklarından, sanki ruhsuz, heykel kesilmişlerdir. İşte temsildeki cümlelerle hikayedeki cümleler arasında muvafakat tamamen tebaruz etmekle, aralarında bir muhalefet kalmadığı tebeyyün etti. İhtar : Temsildeki zulmet, hayret, ateş, hikayedeki küfür, adem-i sebat ve fitnelerine işarettir.
Sual : Temsilde nurdan bahsedilmiştir. Münafıkların nuru nerede? Elcevap : Kendisinde nur olmayan bir insan, muhitinde bulunan nurdan istifade eder. Muhitinde bulunmasa kavminde, kavminde bulunmasa nev’inde, nev’inde bulunmasa fıtratında, fıtratında mümkün olmasa dünya menfaatleri için lisanında vardır. Bu da olmasa, evvelce iman edip sonra irtidat edenlerin evvelki nurlarına işarettir. Bu da olmasa dünyaya ait gördükleri istifadelerine işarettir -Ateşin, fitnelere işaret olduğu gibi. Bu da olmadığı takdirde daire-i imkanda olan nurları, vücut dairesine indirilmiştir- ’daki hidayet gibi. Sonra cümlelerin arasındaki cihet-i intizama gelince: Yani, "Onların meseli, ateş yakan adamın meseli gibidir." Bu cümlenin mevki ve makama olan münasebeti, şöyle tasvir edilebilir ki:
Ayette beyan edildiği şekil üzerine, ateş yakan adamın hali, Cezire-i Arapta sakin Kur’an’ın muhataplarından birinci tabakadaki adamların hallerine tetabuk ediyor. Zira o tabakadaki adamlar, bu ateşi yakan adamın halini ya bizzat görmüşler veya işitmişlerdir. Ve o halin ne derece müessir ve feci olduğunu hissetmişlerdir. Zira onlar çok defa güneşin zulmünden gecenin zulmetine kaçarak gecenin serinliğinde yollarına devam ettikleri sırada, şiddetli yağmurlara rast gelerek çok zahmetlere düşmüşlerdir. Ve keza çok defa yollarını kaybederek muzır hayvanlarla dolu mağaralara girmişlerdir. Ve arkadaşlarını görüp onlarla ferahlanmak ve eşyalarını görüp, muhafaza etmek veya muzır hayvanları görüp onlardan tahaffuz etmek için ateş yakmışlardır. Ateşin ziyasından istifade ederlerken, semavi bir afetle ateşleri söner ve reca ve ümitleri tamamen ye’se ve hüsrana inkılap eder. İşte, Kur’an-ı Kerim onların bu durumuna cümleleriyle işaret etmiştir. Yani, vakta ki o ateş etrafı ışıklandırdı; birden bire Cenab-ı Hak, nurlarını söndürerek ziyalarını zulmete çevirdi. -1- ’da kelamın siyakı, kelamın şu şekilde olduğunu iktiza ettiğine işarettir ki, ziyasından istifade için ateş yaktılar. Ateş onları ziyalandırdı. Onlar da mutmain ve müferrah oldular. Sonra bir hüsrana uğrayıp yere düştüler. Sonra bu cümle-i şartiyenin, şart ve ceza denilen her iki cümlesi arasında lüzumun vücudu lazımken, izae ile nurun zehabı arasında hiçbir lüzum görünmüyor. Binaenaleyh, bu gizli lüzumu dışarıya çıkarıp göstermek için bazı mukadder cümlelere ihtiyaç vardır. Şöyle ki: Vakta ki ateş onları ışıklandırdı. Onlar da ışıklandılar. Fakat ateşe ehemmiyet verip muhafaza etmediler ve o nimetin kadrini bilip devam ettirmediler, o da söndü gitti. Evet, ziyayı muhafaza etmekten gaflet, adem-i devamını istilzam eder. Adem-i devam ise intifasını, yani sönmesini istilzam eder. Nurların sönmesiyle uğradıkları hüsrandan sonra -2- cümlesiyle, zulümata düşmek gibi ikinci bir hüsrana maruz kaldıklarına işaret edilmiştir. -3- cümlesi ise üçüncü bir hüsranlarına işarettir. Çünkü insan zulmete düşmekle yolunu kaybettiği zaman, arkadaşlarını ve eşyasını görmekle bir derece müteselli olur. Fakat bunları da görmediği gibi, onun o karanlıkta durması ve yürümesi bir musibet ve bir vahşettir. Yani, "Sağır, lal, dilsiz, kör olup dönemezler." Bir insan, böyle bir belaya düştüğü zaman, dört cihetle ümitvar ve müteselli olabilir.
Birincisi: Köylü halkından veya geçen yolculardan bir ses gelir de, o ses vasıtasıyla yolunu bulup görmek ümidinde olur. Halbuki gecesi sakit ve sakin, sessiz ve sadasız bir gece olduğundan, o adamla bir sağırın arasında fark kalmaz. Bu cihetten ümidinin kesik olduğuna işaret eden Kur’an-ı Kerim kelimesini demiştir. İkincisi: Eğer çağırıp yardım isterse, belki bir işiten olur da onun kurtulmasına gelir diye bir ümit besleyebilir. Fakat gecesi sağır olduğu için, dilli, dilsiz birdir. Bu recasını da kesmek için denilmiştir. Üçüncüsü: Gideceği cihetin yolunu tahminen tayin etmek ve görmek için bir alamet, bir ateş, bir yıldız arar, müteselli olur. Halbuki gecesi öyle zulmetlidir ki, gözlü gözsüz bir olur. O adamın bu emelini söndürmek için denilmiştir. Dördüncüsü: O beladan kurtulup rücu etmek için var kuvvetiyle çalışmaktan maada bir çare kalmadığını görür görmez, kuvvetine güvenir, ümitvar olur. Halbuki zulmet her taraftan o adamı öyle ihata etmiştir ki, o adam bütün kuvvetiyle çalıştığı halde kurtuluş imkanını bulamaz. Kendi su-i ihtiyarıyla bataklığa giren ve bir daha çıkması mümkün olmayan bir hayvan gibi, o zulmet içinde kalır. Evet, çok şeyler var ki, insan ihtiyarıyla girer, fakat çıkması mümteni olur. İnsan onu bırakır, fakat o insanı bırakmaz. İşte onların şu vaziyetlerine karşı -1- denilmiştir ki, o musibetten kurtulup rücularına bir çare kalmadığına ve son ümitlerinin de kesildiğine binaen, vahşet, yeis ve korkular içinde kaldıklarına işarettir. Cümlelerin hey’etlerine gelince: -2- cümlesi, nüktelere bir define hükmündedir. Şöyle ki: Lisanlarda deveran eden ve beynennas garip ve acip şeylerde kullanılan ve "hikmetü’l-avam" ve "felsefetü’l-umum" ile anılan kelimesi, münafıkların vaziyetleri bir ağruba ve kıssaları bir acube olduğuna işarettir. Bu işaretten, onların sıfatları üstünde nefretin, lisanları üstünde lanetin ilelebed darb-ı mesel gibi deveran etmek şanında olduğuna bir remiz vardır. Sual : Teşbihi ifade eden her iki mesel arasındaki ’in hazfı belağatçe daha makbul olduğu halde, niçin burada hazfedilmemiştir?
1 Onlar geri de dönemezler.
2 Onların hali, karanlık bir gecede ateş yakan kimsenin durumu gibidir.
Elcevap : Bu makamda edat-ı teşbihin zikri, hazfından daha beliğdir. Zira sami, teşbih edatını görür görmez, teşbihle alakadar olur. Müşebbehünbihte olan her noktayı, müşebbehteki nazirine tatbik eder. Fakat edat-ı teşbihin mahzufu takdirde, teşbihten gaflet ederek her iki tarafı birbirine tatbik etmek fikrine gelmemesi ihtimali vardır. İkinci mesel kelimesi ise, ateş yakan o adamın vaziyeti, efkar-ı ammece bir darb-ı mesel hükmüne geçmiş olduğuna işarettir. Sual : Ateşi yakanlar bir cemaat iken müfred işareti olan -1- ile işaret edilmesi neye binaendir? Elcevap : Ferdin yapacağı bir işe cemaatin iştirak etmesiyle ziyadelik veya noksanlık hasıl olmadığı takdirde, fert veya nevi, cüz veya küll bir olur. Maahaza ’nin müfred işareti olması, onlardan herbir ferdin, dehşeti temessül ve kabahati tasvir etmekte müstakil olduğuna işarettir. -2- ’deki ateş yakmalarının külfetle ve araştırmakla husule geldiğine işarettir. Hem ’nin ifrad sigasıyla olması -3- ’deki cemi zamiri, bir cemaat için bir ferdin ateş yakması adet olduğuna işarettir. Hem lamba vesaire gibi alat-ı tenviriye arasında -4- ’ın intihap edilmesi, teklifin pek şiddetli bir nur olduğuna ve onların izhar ettikleri zahiri nur altında fitne ateşini yaktıklarına işarettir. İhtar : Nekre olarak kelimesinin zikri, onların şiddet-i lüzumundan dolayı herhangi bir ateş olursa olsun, hemen yakmak ihtiyacında olduklarına işarettir. -5- Takibi ifade eden ’deki onların yeisten sonra ümit ve reca zamanlarının geldiğine işarettir. ise, kıyas-ı istisnai ile anılan, dahil olduğu cümlelerden
1 O kimse ki.
2 Ateş yaktı.
3 Nurları.
4 Ateş.
5 Ateş tam onların çevresini aydınlatmışken, Allah birden nurları alıp götürdü.
birinci cümlenin tahakkuk ve vücuda geldiğine delalet etmekle, ikinci cümlenin de vücuda geldiğini intaç ettiğine ve onların teselli ve ümitlerinin tamamıyla kesilmiş olduğuna işarettir. -1- kelimesi, onların ısınmaya değil, aydınlanmaya ihtiyaçları olduğuna işarettir ki, etrafında bulunan zararlı şeyleri görüp onlardan tahaffuz etsinler. -2- dehşetin her dört taraftan ihata eylediğine ve ziya ile cihat-ı sitteden hücum eden zararlardan tahaffuz etmek lüzumuna işarettir. -3-: Bu kelime ile kelimesi arasındaki lüzum meselesi geçmiştir; oraya bakılsın. -4-: Zehabın Allah’a isnadı, iki cihetten reca ve ümitlerinin kesik olduğuna işarettir. Birincisi: afet, semavi olduğundan, def’i mümkün değildir. İkincisi: O afet, kusurlarının cezası olduğundan Cenab-ı Haktan merhamet de reca edilemez. Çünkü iptal-i hak için çalışan adam Haktan yardım ve merhamet talep edemez. -5- deki harf-i cer olan nur ve ziyanın bir daha avdet etmemesine işarettir. Çünkü ’in manası, "Allah onların nurlarını götürmüştür." Malumdur ki, Allah’ın aldığı bir şeyi kimse reddedemez. ünvanı ise, sırat üstündeki hallerini andırır. İhtisası ve hasrı ifade eden ’un zamirine olan izafesi, onların şiddet-i teessürlerine işarettir. Zira halkın ateşleri yanarken bir insanın ateşi sönse, o insan çok müteessir olur.
-1- Harf-i atıf olan onların iki zararı cem etmiş olduklarını ifade ediyor. Birisi, ziyalarının selb edilip söndürülmesidir. İkincisi ise, zulmetin onlara ilbas edilip giydirilmesidir. ünvanı ise, onlar ruhsuz bir ceset, içsiz bir kabuk hükmünde olduklarından, bu gibilerin hali, onlardan alakayı kesip bütün bütün terk edilmelerine delalet eder. edatının ifade ettiği zarfiyetten anlaşılır ki, zulmetin şiddetinden, onların nazarında herşey ademe gitmiş, yalnız zulmet kalmıştır. Onlar da, dehşetlerinden, o zulmeti kendilerine kabir yapmışlar ve içine girip gizlenmişlerdir. : Bu kelimenin cem sigasıyla zikri ise, gecenin karanlığıyla beraber bulutların zulmetinden, onların ruhlarında yeis ve havfın yerlerinde vahşet ve dehşet ve zamanlarında sükun ve sükunetiyle hasıl olan zulmetler gibi, türlü türlü zulmetler vücuda gelmişlerdir. kelimesindeki tenkir ise, o gibi zulmetlerin emsalini görmediklerinden, kendilerince meçhul ve ülfet edilmemiş birtakım zulmetler olduğuna işarettir. -2- cümlesi, musibetlerin en büyüğünü gösterir. Zira gözü görmeyen adam pek çok belalar çeker. Gözlerini kaybedenler, pek gizli musibetlerin elemlerini daima çekiyorlar. (La yubsirun)nin siga-i muzari ile zikri, onların vaziyetlerini tasvirle hayalin gözü önüne getirip ihzar eder ki, sami hayaliyle dehşetlerini görsün, vicdanıyla ibret alsın. ’nin mef’ulsuz bırakılması, tamim içindir. Şöyle ki: Onlar menfaatlerini görmüyorlar ki, celp ve muhafaza etsinler. Tehlikeleri görmüyorlar ki, içtinap etsinler. Arkadaşlarını görmüyorlar ki, bir parça ferahlasınlar. Sanki herbirisi tek başıyla o zulmet içinde kalmışlardır. Yani, "Sağır, lal, kör şahıslar gibi o zulmetten çıkıp kurtulamazlar." Bu cümlede bulunan sıfat-ı erbaa, münafıklarla ateş yakanlar arasında müşterek olup, her iki taraftan haber verir, vaziyetlerini bildirir, ayna gibi hallerini gösterir.
1 Onları karanlıklar içinde bırakmış; onlar artık görmezler.
İşte, ateş yakanlara karşı işaratı şöyledir: Böyle bir zulmete düşen bir adam, evvelen kendisini kurtaracak bir sese kulak verir, etrafı dinler. Lakin gecenin sessiz ve lal olması, o adamın sağırlığını intaç etmiştir. Sonra yardımına gelecek bir adamı çağırmak ister. Lakin gecenin sakit ve sağırlığı, onun lal olmasına sebep olmuştur. Sonra yolunu bulmak ümidiyle bir alamet, bir nişan arar. Fakat gecenin ziyasızlığı ve körlüğü, onun körlüğünü mucip olmuştur. Sonra bu zulmetten kurtulmak için, evvelki yerine avdet etmek ister. Fakat kapılar bağlanmış, rücua imkan kalmamıştır. Bataklığa düşen adam gibi titredikçe batar. Battıkça zulmette kalır. Münafıklara nazır ciheti ise: Evet, münafıklar küfür ve nifak zulmetine düştükleri zaman, onların dört cihetle kurtulmaları mümkündü: Zira, o nifaktan başlarını kaldırıp hakkı dinlemek, Kur’an’ın irşadına kulak vermek ile necatları mümkündü. Fakat nefislerinin şeytani olan hevası-Kur’an’ın sadasını kulaklarına işittirecek hevayı karıştırdığı için-Kur’an’ın kendilerini irşad etmesine mani olmuştur. Kur’an-ı Kerim, bu cihetten onların ümitleri inkıta etmiş olduğuna işareten demiştir. Ve bu işaretten, sanki onların kulakları kesilmiş olup, kulakları kesik hayvanların kulaklarını andıran bir remiz vardır. Saniyen: Başlarını aşağıya indirip vicdanlarıyla müşavere ederek doğru yolu ve hakkı sual etmekle necat cevabını almak imkanı varken, kalblerindeki inat, zebhedilen tavuk gibi, dillerini içeri tarafa çekerek, konuşmalarına ve nedametle tevbe etmelerine mani olmuştur. Kur’an-ı Kerim bu kapının da kapalı olduğuna işareten demiştir. Ve bu işaretten, dilleri çekilip atılmış bedbaht kimseler olduklarına bir remiz vardır. Salisen: İbret nazarıyla bakıp, dahili ve harici delilleri görüp hakka rücuları mümkünken, gafletleri gözlerini perdelemiş, körlük de gözlerinin kapaklarını kapatmakla yine necattan mahrum kalmışlardır. Kur’an-ı Kerim buna işareten demiştir. Yani, şeytanlara bir yuva inşa edilmek üzere gözleri örtülmüş. Ateşi mahluklar gibi, şeytanların başlarını andıran bir vaziyeti hayale arz ediyorlar. Rabian: Pis ve çirkin vaziyetlerine bakıp nadim olarak tevbe etmeleri mümkün olduğu halde, nefislerinin hevasına tabi olarak, hem bozuk fıtratlarının iktizasını destekleyerek, şeytanlarının iğvasıyla yaptıkları o çirkin halleri, gözlerine güzel göründüğünden terk edemediler. İşte Kur’an-ı Kerim buna da demekle, onların son ümitlerinin de suya düştüğüne ve kum deryasına ihtiyarlarıyla giren ve bir daha çıkamayan bedbaht insanlar olduklarına işaret etmiştir.
"Yahut münafıkların meseli; semadan yağan şiddetli, fırtınalı yağmura tutulan yolcuların meseli gibidir. O yağmurun şiddetini arttıran zulmetler, gürültüler, şimşekler yağmurun içinde vardır. Pimşeklerin çakmasıyla ölmek korkusundan parmaklarını kulaklarına sokarlar. Cenab-ı Hak, kudretiyle kafirleri ihata etmiştir. Kafirlerden küfürlerinin cezasından kurtulan yoktur. Çakan şiddetli şimşekler, hemen hemen gözleri kör edecek şanındandır. Onlar, şimşekler çaktığı ve etraf aydınlandığı zaman yürürler, karanlık çöktüğü vakit dururlar. Eğer Cenab-ı Hak murad etseydi, onların kulaklarının ve gözlerinin nurlarını götürürdü. Cenab-ı Hak herşeye kadirdir." Bu ayette beyan edilecek üç nokta vardır. Birincisi, bu ayetin makabliyle veçh-i irtibatı. İkincisi, cümleleri arasındaki cihet-i intizam. Üçüncüsü, cümlelerin heyetlerinde, eczalarında, kelimelerindeki nizamdır. Evet, bu ayetin cümleleri arasındaki nizam ve irtibat, aynen saniye, dakika, saatleri sayan miller arasındaki irtibat gibidir.
Evvela, bu ayeti evvelki ayetle rapteden cihet: Kur’an-ı Kerim münafıkların vaziyetlerini tasvir için itnab ve tatvil ile, yani uzun ibareleri havi misal ve temsilleri tekrar etmiştir. Bu da münafıkların vaziyetine terettüp eden dehşet ve hayretin iki kısma ayrıldığından ileri gelmiştir. Zira, birinci temsilin hülasasına göre, münafık olan kimse, kendisini vücut sahrasında arkadaşlarından ayrılmış, tek başına kaldığını ve kainat cemiyetinden tard edilmiş (Bakara Suresi: 19-20)
sahipsiz kaldığını bildiği gibi, herşeyi de madum bilir. Ve vahşetle ihata edilmiş, sükun ve sükunet içinde bütün mahlukata ecnebi nazarıyla bakar. Münafıkın şu bakışıyla mü’minin bakışı arasında dağlar kadar fark vardır. Zira, mü’min olan zat, nur-u iman ile bütün mevcudatı kendisine dost ve aşina bilir. Ve kainatla, tevahhuş etmek değil, tam bir ünsiyeti ve muarefesi vardır. İkinci temsilin hülasasına göre: Münafık olan adam, alemi musibetleriyle öldürücü, belalarıyla boğucu, dehşetli hadisatıyla tehdit edici, şedaidiyle sıkıcı bir şekilde görür. Bütün dünyayı, envaıyla beraber kendisine adavet etmekte ittifak ettiklerini zanneder. İşte o münafıkın bu zannına göre, alemde ona menfaat verecek hiçbir şey yoktur. Bütün eşya ve mevcudat onun aleyhindedirler. Halbuki mü’min olan zat nur-u imanın iktizasıyla, kainatın yaptığı tesbihleri ve tebşirleri manen işitir, ferahnak olur. Ve keza, Kur’an-ı Kerimin temsil hususunda yaptığı tekrar, münafıkların iki kısma ayrılmış olduklarına işarettir. Birisi, süfli ve ami olan tabakadır. Bu tabakanın haline uygun birinci temsildir. İkincisi, kibirli, gururlu, güya yüksek tabakadır. Buna münasip ikinci temsildir. Demek temsillerin tekrarı, kısımların taaddüdüne işarettir. Sual : Pu ikinci temsilin münafıkların nazarına göre, bu makamla münasebeti nedir? Elcevap : Kur’an-ı Kerimin muhataplarından tabaka-i ulada veya saff-ı evvelde olanlar, daima sahralarda gezen çöl adamlarıdır. Bunlar, bilumum bu hadiseyi ya görmüşler veya ebna-yı cinslerinden işitmişlerdir. Hem böyle ateş yakmak meselesi efkar-ı amme ile alakadardır. Ve bu hadise onlara bir darb-ı mesel kadar tesir eder. Sonra ikinci temsilin birinci temsille münasebeti pek aşikardır. Zira, o ona ikmal edici bir tetimmedir. Hatta çok noktalarda da ittihadları vardır. Sonra, bu ikinci temsilin, münafıkların haline beş cihetten münasebeti vardır. Birincisi: Her iki taraf da öyle hayrete düşmüşlerdir ki, kendilerine kurtuluş yolları tamamen kapanmış, necat vesileleri kaybolmuştur. İkincisi: Her iki taraf da korku şiddetinden, bütün mevcudatın kendilerine düşman olduklarını zannederler. Bir dakika bile ölüm tehlikesinden emin olmazlar. Üçüncüsü: Her iki taraf da dehşetin şiddetinden akıllarını kaybetmiş deliler gibi olurlar. Hatta kılıçların parıltısını görüp gözlerini yummakla veya tüfeklerin seslerini işitip kulaklarını tıkamakla ölümden tahaffuz etmek isteyen veya güneşin gurubunu istemediğinden saatin zembereğini kısaltan ahmaklar gibi bir vaziyet gösterirler. Halbuki kulaklarını tıkamakla veya gözlerini yummakla gök gürültüsünden veya şimşek çakmasından kurtulamazlar.
Dördüncüsü: Güneş, yağmur, su, ziya, çiçeklere isabet ederse hayat verirler. Nebatata olursa terbiye ve tenmiye ettirirler. Pis şeylere isabet ederlerse kabih kokuları ihdas ederler. Emvat ve ölülere bakarlarsa ufunet tevlid ederler. Kezalik, rahmet ve nimet dahi kendilerine layık olan mevkilere isabet etmezler de, onları intizar edip kıymetlerini bilmeyen mevkilere isabet ederlerse zahmetlere ve nikmetlere inkılap ederler. Beşincisi: İkinci temsilin mealiyle münafıkların kıssasının meali arasında, eczalarına bakılmaksızın münasebet olduğu gibi, her iki tarafın eczaları arasında da münasebetler vardır. Ezcümle, -1- nebatata hayat verdiği gibi, İslamiyet de ervaha hayat veriyor. Pimşek, gök gürültüsü, va’d, vaid, yani hayırlı ve zararlı, Allah’ın emirlerine; zulümat da küfrün şüphelerine, nifakın şeklerine işarettir.
Sonra, bu temsilin cümleleri arasındaki münasebetler: Kur’an-ı Kerim cümlesiyle, "Münafıkları ıssız, korkunç, vahşetli bir sahrada, karanlıklı bir gecede herbir katresi bir mermi gibi şiddetli bir yağmura tutulan yolcular gibidir" dediği zaman, sami derhal ayıldı, suale geldi ve dedi: Yağmurlar merğup ve matlup bir rahmet iken, niçin onlara korkunç bir musibete dönmüştür? Kur’an-ı Kerim, bu suale karşı o yağmurun dehşetini tasvir etmekle, -2- demiştir. Ve -3- ’ın cem’iyle, bulutların zulmetine ve yağmurun kesafetinden hasıl olan zulmete ve o zulmet ihatalı ve kesretli olduğundan, sanki gecede bulut gibi, bulutun yağdırdığı siyah siyah katrelerin zulmetine zarf olduğunu bildirmiştir. Sonra, zulmetli, yağmurlu geceler alelekser gürültülü olurlar. Sami yine suale geldi ve dedi: Acaba onların da bu gecelerinde gürültü var mıdır? Kur’an-ı Kerim buna da cevaben -4- diye, vaziyetin dehşet ve korkulu olduğuna işaret etmiştir. Sanki mevcudatın bir zahiri padişahı olan sema, onları felaketlere ve helaketlere sevk etmek için, zemini sarsan gürültüsüyle, her tarafı dehşetlere veren şimşeklerinin sesleriyle çağırıp bağırıyor. İşte böyle bir vaziyet karşısında, böyle dehşetli bir musibete uğrayan bir adam, kendi sükutu içinde kainatın her tarafından
zararlı hareketlerin, korkunç sayhaların kendisine gelmekte olduğunu tahayyül eder. Maahaza, ra’d sesini işittiği vakit, onun sayhalarını kendisine karşı pek şiddetli naralar olduğunu zanneder. Zira korkak ve hain bir adam, her sayhayı aleyhine zanneder. Sonra, ra’d ve berk arasında bir refakat-i zikriye bulunduğundan, birisinden bahsedildiği zaman, ötekisi de velev tufeyli bir surette olsun, yani davetsiz olarak zihne gelir, ondan da bahsedilir. İşte bu münasebetle, Kur’an-ı Kerim -1- ’dan sonra -2- demiştir. Ve tenkiriyle, berkin pek garip ve acip olduğuna işaret etmiştir. Evet, berkin çakmasıyla zulümat alemi ölür. Her tarafı dolduran o zulümat birden bire ortadan kaldırılır, adem deryasına atılır. Ve ani olarak berkin ölümüyle de zulümat alemi tekrar dirilir, o vasi meydanı tekrar kaplar. Sanki berk söndüğü zaman, alemi tamamen dumanıyla dolduran hakiki, meçhul bir zulmet ateşi vücuda gelir ki, gören adam sathi bir nazarla değil, nazar-ı im’an ile dikkat edip baksın ve kudretin asar-ı azametini görsün. Sonra sami, "Münafıklar şu musibetin çıkmaz sokağına girdiklerinde ne gibi bir tedbirde bulundular?" diye kendi kendine düşünmeye başlarken, Kur’an-ı Kerim düşünmeye ihtiyaç bırakmadan -3- diye onlara bir melce, bir kurtuluş çaresi kalmadığına işaret etmiştir. Hatta boğulan adam denizin ortasında bir ot parçasına iltica ettiği gibi, bunlar da şaşkınlıklarından parmaklarının ucunu değil, parmaklarının tamamını kulaklarına sokuyorlar. Sanki onların musibetleri dehşet kırbacıyla kendi ellerine vuruyor, onlar da acısından parmaklarını ceplerine değil, şaşkınlıklarından kulaklarına sokuyorlar. Hülasa, saikanın isabetinden kurtulmak zannıyla yaptıkları şu eblehane hareketlerden, onların ne oldukları anlaşılır. Sonra samiin zihnine gelir ki: Acaba bu musibet umumi midir, yoksa onlara mı mahsustur? Buna karşı Kur’an-ı Kerim -4- demiştir. Yani bu musibet, onların nimetlere karşı yaptıkları küfran cezasıdır. Allah onları bu musibetle tecziye eder. Çünkü onlar cumhur için vaz edilen kanun-u İlahiden huruç etmişlerdir.
Sonra sami, "Ra’dın şiddetine mukabil berkin onlara bir faydası olmadı mı?" diye nefsiyle konuşurken Kur’an-ı Kerim -1- cümlesiyle, berkin onlara bir faydası değil, bilakis ışığıyla onların gözlerini hemen kör edecek kadar bir şiddet göstermektedir, diye samie cevap vermiştir. adeta ra’d kulaklarına, berk de gözlerine ilan-ı husumet etmişlerdir. Sami baktı ki, ra’d ve berk vesaire gibi kainatın eczası müttefikan onların aleyhinde olup onları itlaf etmek için birbirine yardım ediyorlar; bunlara karşı onların ne yapacaklarını düşünmeye başladı. Kur’an-ı Kerim, -2- cümlesiyle, onların hayret dairesinde tereddüt içinde şaşkın bir vaziyette yollarını görüp, yola devam etmek için cüz’i bir fırsat beklemekte olduklarına ve berkin ziyasıyla yol göründüğü zaman devamından ümitsiz, mezbuhane bir harekete geçerek bir iki adım attıklarına, fakat zulmet birden bire istila ettiğinde yerlerinde incimad etmiş gibi bir vaziyette kaldıklarına işaretle cevap vermiştir. Sami bu vaziyeti görünce, suale geldi ve dedi: "Bu kadar tazipler altında ezilmektense, birden bire ölüp gitmeleri veyahut bütün bütün sağır ve kör olmaları daha iyi değil midir?" diye sordu. Kur’an-ı Kerim cümlesiyle, "Onların ölümle azaptan ve ıztıraptan kurtulmaya istihkakları yoktur, bunun için meşiet-i İlahiye onların ölümüne taalluk etmemiştir. Taalluk etseydi, gözleri kör, kulakları sağır etmeye taalluk ederdi. Buna da taalluk etmiyor. Çünkü kanun-u İlahiden hariç kalan bu gibi bedbahtların gözleri, kulakları daima sağ kalsın ki, azapları işitmekten ve akrepleri görmekten zevk alsınlar, yani titresinler" diye samie cevap vermiştir. Sonra bu kıssanın ihtiva ettiği azamet ve kudret-i İlahiye ile Cenab-ı Hakkın umum kainatta tasarruf sahibi olduğu (ve bilhassa asar-ı kudretinden ra’d, berk, sehab mucizelerinin görünmesi ile) samice tahakkuk edince "Kainat, heybetinin bir tecellisi ve bu musibetlerde gadabının bir kahrı olan Zatın kudreti ne kadar büyüktür, -3- diye tesbihata başlamıştır. Kur’an-ı Kerim de onu tasdiken -4- demiştir.
1 Çakan şiddetli şimşekler hemen hemen gözleri kör edecek şanındadır.
2 Onlar, şimşeklerin çaktığı ve etraf aydınlandığı zaman yürürler, karanlık çöktüğü vakit dururlar.
Mezkur ayetin ihtiva ettiği cümlelerin heyetlerindeki münasebetlere gelince: ’deki -1- süfli ve gayr-ı süfli münafıkların iki kısma münkasım olduklarına işarettir. Ve her iki temsilin birbirine münasip olduğuna ve münafıkların haline uygun bulunduğuna remizdir. Ve aralarında müşabehetin bulunması, malum ve müsellem olduğuna imadır. Ve keza, kelimesi huruf-u atıftan terakkiyi ifade eden -2- kelimesinin manasını mutazammındır. Çünkü ikinci temsil, birinci temsilden daha şedittir. ’deki münafıkları yağmura teşbih etmek içindir. Halbuki birbirine müşabih değildir. Aralarında mutabakat yoktur. Öyleyse müşebbehün-bih olacak şey, mukadderdir. Zikredilmemesi, lafzın icaz ve ihtisarı içindir. Lafzındaki icaz da mananın itnabı, yani uzatılması içindir. Mananın bu uzatılması da samiin vüs’at-i hayaline havale edilir ki, makama münasip cümleleri tayin etsin. Mesela, gibi, münafıklara müşebbehün-bih olmaya uygun ve uzun bir cümleyi takdir edebilir. Yani, "Münafıklar hali bir sahrada, zulmetli bir gecede sefer ederlerken, yağmur musibetine tutulan yolcular gibidir." İhtar: Herkesin bildiği -3- kelimesine, meluf olmayan -4- kelimesinin tercihen zikredilmesi; o yağmurun katreleri güya birer musibet olup, onların ruh ve canlarına mermi gibi kasten atıldığına işarettir.
Sonra, yağmur, çıplak olan sema cihetinden yağdığı herkesçe malum olduğu halde -5- kaydıyla takyid edilmesi, ıtlak içindir. Yani, sema kaydıyla yapılan tahsis, tamim içindir. Evet semanın kaydından anlaşılır ki, o yağmur bütün semanın ufkunu tutmuş, umumi bir şekilde yağıyor. Hiçbir yer o yağmurdan
hali kalmıyor. Evet -1- cümlelerinde dahi -2- ’nin -3- ile, -4- ’in -5- ilaahir ile takyidleri, ıtlak ve tamim içindir. Müfessir ünvanı taşıyan bazı adamlar, yağmur vesaire gibi yağan şeylerin semanın cirminden yağdığına zahip olmuşlar ve kocaman bir denizin de semada bulunduğunu ilave etmişler. Onları bu zehaba sevk eden, Kur’an-ı Kerimin birkaç yerinde -6- kelimesinin bulunmasıdır. Halbuki, ashab-ı tahkik ve erbab-ı belağatçe en uygun mana ile arasında lafzının takdiriyle, yağmurların sema cirminden değil, sema cihetinden nazil olduğuna hükmetmektir. Mahaza, sema kelimesinin yukarıda bulunan herşeye ıtlak edilebildiğine binaen, buluta da sema denilebilir. Ve bulut da sema kelimesinin şumulüne dahildir. Bu makamın tahkiki şöyle izah edilebilir: Eğer kudret-i İlahiyenin azametine bakılırsa, cihetler hep birdir. Hangi cihetten ve hangi şeyden olursa olsun, yağmurun yağması mümkündür. Eğer hikmet-i İlahiyeye bakılırsa, yağmurun nüzulü, ancak küre-i havaiyede münteşir ve küre-i havaiyenin onda bir cüz’ünü teşkil eden buhar-ı mainin tekasüfünden husule geliyor. Zira, hikmet-i İlahiye, bütün eşyada en güzel bir nizam teşkil etmiştir. Bu nizam eşyadaki muvazene-i umumiyenin muhafazasına hizmet eder. Bu muvazenenin muhafazası da en yakın ve en kolay ve en kısa yolları tercih etmekle olur. Yağmur yağması hakkında en kısa yol şöyle tarif edilebilir: Tabaka-i havaiyede münteşir buhar-ı mainin zerrelerine irade-i İlahiye emrettiği vakit, o zerreler her taraftan "Lebbeyk!" diyerek toplanmaya başlarlar ve bulut şeklini alıp, irade-i İlahiyeye emirber olarak hazır dururlar. Yine irade-i İlahiyenin emriyle bir kısım zerreler şiddet-i tazyik ve tekasüfle beraber tebarüd ederek katrelere inkılap ederler. Sonra kanunların mümessilleri ve nizamatın makesleri denilen melaikelerden, o katrelere münasip yaratılan melaikeler vasıtasıyla o katreler müzahametsiz, müsademesiz nüzul ederler ve yere düşerler. Lakin cevv-i havada muvazenenin muhafazası için, yağan katrelerden boş kalan yerler, denizlerden ve yerlerden kalkan buharlarla doldurulur.
1 Yerde hareket eden hiçbir hayvan ve havada kanat çırpan hiçbir kuş yoktu... (Enam Suresi: 38.)
İhtar : Semada büyük bir denizin bulunduğuna edilen zehab, mecazın hakikat zannedildiğinden ileri gelmiştir. Evet, cevv-i hava, denizin rengini andırır ve küre-i havaiyede münteşir bahr-i muhitten fazla su vardır. Binaenaleyh cevv-i havayı denize teşbih etmek baid değildir. Fakat mana-yı hakiki ile bakılırsa hatadır. Sual : -1- ayet-i kerimesinin zahirine göre yağmurun nüzulü, doludan müteşekkil semada bulunan dağlardandır. Bunun izahı nasıldır? Elcevap : Bir kelamın belağate uygun, akla muvafık, mantığa mutabık olmadığı halde mana-yı zahirisine yapışıp, mana-yı zahirinden ayrılmaması, o kelam için bir cümudiyet ve bir sönüklüktür. Zira, Cennetin yemek kaplarının vasıfları hakkında -2- cümlesi, bir istiare-i bediiyeyi tazammun ettiği gibi -3- cümlesi dahi bir istiare-i bediiyeyi ihtiva etmektedir. Şöyle ki: Cennetin kapları ne şişeden ve ne de gümüşten olmadıklarından, bu cümlenin mana-yı zahirisine hamli caiz değildir. Çünkü o kaplara "gümüşten yapılmış şişeler" denilemez. Zira, her iki unsur arasında mutabakat yoktur. Ancak cümlesinden, mana-yı mecazi ile hem şişenin şeffafiyeti, hem gümüşün beyazlığı kastedilmiştir. Yani "O kaplar, şişe gibi şeffaf, gümüş gibi beyazdırlar." Kezalik, cümlesi de, iki istiareyi tazammun etmiş. Bu istiareler samiin şairane bir hayaline müessestir; bu hayalde alem-i süfli ile alem-i ulvi arasında bir nevi müşabehet ve mümaseleti mülahaza etmeye mebnidir. Yani, alem-i süfli denilen arz, mevasim-i erbaada, bilhassa bahar mevsiminde nasıl türlü türlü şekillere girer ve envaen ziynetli, nakışlı elbiseleri giyer, ayrı ayrı manzaraları gösterir; alem-i ulvi olan semavat dahi, bilhassa bulutlarıyla pek garip ve acip keyfiyetlere, suretlere, renklere girer çıkar, adeta her iki alem birbirine rekabet ederler. Bu iki alem arasında şöylece bir müşabehet ve mümaseletin düşünülmesi de, aralarında bir müsabaka ve rekabeti tahayyül etmekten neş’et eder. Şöyle ki:
1 Gökteki dağ gibi bulutlardan Allah dolu taneleri indirir. (Nur Suresi, 24:43.)
2 Gümüş beyazlığında, billur berraklığında kaplar. (İnsan Suresi, 76:16.)
Arz ve sema, güzellik müsabakasına girmek için lazım gelen ziynetlerini takınıp hazırladıkları zaman, arz, kış mevsiminde kardan mamul beyaz elbiselerini giyer, oturur. Bahar mevsimi gelince o beyaz elbiseyi üzerinden çıkarır, zümrüt gibi yeşil halılarını sahralarına serer. Yem yeşil gömleklerini dağlarına giydirir. O dağların şahikalarının başlarına beyaz sarıklarını sarar. Ve bu güzel inkılap ve manzaralarıyla kudret-i İlahiyenin mucizelerini hikmet-i İlahiyenin nazarına arz eder. Buna karşı cevv-i sema dahi azamet-i İlahiyeyi izhar etmek için koca koca dağları, tepeleri, dereleri ve pek çok garip ve acip şeylerin şekillerini ve sanki beyaz, siyah, kırmızı boyalarla boyanmış pamuk yığınlarını andıran bulut kafilelerini ileri sürer, nazar-ı hikmete takdim eder. İşte bu iki alem arasındaki hayali müşabehetten dolayı, bilhassa yaz mevsimindeki bulutlar, Araplar tarafından dağlara, gemilere, bostanlara, derelere, deve kafilelerine yapılan teşbihler, üsluplar, nazar-ı belağatte pek güzel görünür. Binaenaleyh, alem-i ulvi ile alem-i süfli arasındaki ve dolayısıyla bulutlarla dağlar arasındaki müşabehet ve münasebete binaen, -1- ayet-i kerimesinin mana-yı beliğanesi, "Dağların büyüklüğünde, dolunun renginde bulunan semadaki bulutlardan yağmurları inzal ediyoruz" demektir. Bu güzel ve belağatçe makbul, akıl ve mantığa mutabık mana dururken, ayetin zahirine yapışıp, "beş yüz senelik mesafeden iki dakikalık bir zaman zarfında yağmuru cirm-i semadan yeryüzüne indirmek" gibi sakat bir manaya zahip olmak, kar-ı akıl değildir. Hem hikmet ve iktisat ve adem-i abesiyet, bu yanlış zehabı reddeder. Yolcuların gecesinin korkunç olduğunu göstermek için zikredilen -2- ’deki -3- ’nin takdimi, o musibetli gecenin şiddet-i zulmetinden dehşet alanlarca, güya çok gecelerin zulmetleri toplanıp, o gecenin zulmetine inzimam etmiş olduklarına işarettir. Sual : ’deki zamirin ’ e raci olmasından, yağmurun zarf, zulmetin mazruf olduğu anlaşılır. Halbuki kaziye makusedir; yağmur zulmetin içindedir.
Elcevap : Yağmurun kesretinden dehşet alan yolcuların zannıyla güya şu boşluk yağmurla dolu bir havuzdur. Ve o zulmetin zerreleri de o yağmurun katreleri arasına dağılmıştır. İşte böyle bir zanna binaen, yağmur zarf, zulmet mazruf olabilir. * kelimesinin cem sigasıyla zikri ise, bulutların hem karanlıklarından, hem kesafetlerinden, hem karanlık ve kesafet, amm olduğundan, hem yağmurun katrelerinin kesafetlerinden hasıl olan müteaddit zulmetlere işarettir. Tenkiri ve meçhuliyeti ifade eden zulümattaki tenvin, yolcularca hakikatleri meçhul birtakım zulmetler olduğuna işarettir. Demek o tenvin, yolcuların ilmine perde olarak bir zulmeti daha ilave etmiştir. O halde bu tenvin, yolcuların gözlerine perde olan zulümata bir tekittir. Yani, gök gürültüsüyle şimşek, Cenab-ı Hakkın azametine ve kudretine delalet eden pek aşikar iki ayettir ki, alem-i gaybdan, bulutların idare ve tedvirlerine müekkel ve nizam ve intizam kanunlarının mümessilleri ve memurları olan meleklerin yed-i salahiyetlerine verilmiştir. Sonra müsebbebatın esbapla zahirde bağlı olduğuna binaen, bulutlar, havada münteşir olan buhar-ı maiden izn-i İlahi ile teşekkül ederler. Bu bulutların hikmet-i Rabbaniye ile bir kısmı menfi elektriği hamildir, bir kısmı da müsbet elektriği hamiledir. Bu kısımlar birbirine yaklaşıp, aralarında müsademe hasıl olduğunda, irade-i Halık ile berk tevellüd eder. Bulutların bir kısmı hücum, bir kısmı da firar ettikleri zaman, aralarında havasız kalan yerleri doldurmak için emr-i Rabbani ile tabakat-ı havaiye hareketle heyecana geldiğinde ra’d sadası, yani gök gürültüsü meydana gelir. Fakat bu hallerin cereyanı bir nizam ve bir kanun altında olur ki, o nizamı ve o kanunu temsil eden, ra’d ve berk melekleridirler. Sual : Ra’d ve berkin kelimesine atıflarından anlaşılır ki, bunların zarfı yağmurdur. Halbuki zarfları buluttur, yağmur değildir. Elcevap : Dehşetinden bayılmış olan samice, o yağmurun herşeyi ihata etmiş olduğu zannedildiğine göre, ra’d ve berk de yağmurun içine aldığı şeylere dahildir. Sual : Zulümatın aksine, ra’d ve berkin müfred sigasıyla zikirleri neye işarettir? Elcevap : Yolcuların en çok nazar-ı hayretlerini celb eden, semavatın bağırmasıyla mevcudatı ani olarak ışıklandırmasıdır. Bunlar ise mana-yı masdaridir. Mana-yı masdari müfred olur, fert ile ifade edilir. Ve keza ra’d olsun, berk olsun,
semavi ayetlerden efradı pekçok birer nevidirler. Burada onlardan maksat nevileridir, efradları değildir. Onun için müfred olarak zikredilmişlerdir. Sual : Ra’d ve berkteki tenvin neye işarettir? Elcevap : Ya mahzuf bir sıfata ıvazdırlar; takdir-i kelam rad-ı kasif(pek gürleyen), berk-i hatıf(göz kamaştıran) demektir. Yahut ra’d ve berkin nekre ve meçhuliyetlerini ifade içindir. Çünkü yolcular gözlerini yummuş, kulaklarını tıkamış olduklarından, ra’d ve berki olduğu gibi görmüş ve tamamıyla işitmiş değillerdir ki, onları hakkıyla bilsinler. -1- Bu cümle müste’nifedir. Yani makabliyle bağlı değildir. Ancak mukadder bir suale cevaptır. Şöyle ki: Vaktaki sami şu ikinci kıssa-i temsiliyeyi işitti; şüphesiz, musibetin keyfiyetini anlamak için şiddetli bir meyli uyandı. Vakta ki Kur’an-ı Kerimin tasvirinden malumat aldı; musibetzede olan yolcuların da hallerini ve o musibete karşı ne yaptıklarını anlamak istedi. Kur’an-ı Kerim -2- demekle, onları kurtaracak bir melce kalmadığına ve (necat bulmak hülyasıyla denizde ellerini otlara uzatan boğulanlar gibi) semavi top ve mancınıklardan kurtulmak için kulaklarını tıkamaktan maada çareleri kalmadığına işaret etmiştir. Sual : Makamın iktizası hilafına -3- ’nin yerine -4- kullanılması neye binaendir? Elcevap : Yolcular necatlarını intaç edecek hakiki sebepleri arayıp bulmaktan meyus olduktan sonra kulaklarını tıkamak gibi ca’li ve zanni şeylere müracaat etmek mecburiyetinde kaldıklarına işarettir. Sual : Geçen vak’aları zaman-ı hale ihtar için kullanılan muzari sigasıyla ’nin zikri neye işarettir? Elcevap : Hayretleri arttıran şu makamın, samie verdiği dehşetten dolayı yolcuların hadisesini-velev hayali olsun-görmek arzusunda bulunan samiin arzusunu tatmin için siga-yı muzari ile geçen o vak’a, zaman-ı hale getirilerek samiin hayaline tasvir edilmiştir. Ve keza, muzari sigası, ikide bir kesilip tazelenmekle
beraber istimrarı ve devamı iktiza eder. Ve bunun istimrarından bulutun gürültüsünün de devamını ima vardır. -1- Kulaklara sokulabilen ancak parmak uçları iken, burada parmak manasında olan in kullanılması, onların hayret ve dehşetlerinden dolayı son derece şaşkınlıklarına işarettir. -2- Bu kelam ra’dın sadasından onların uğradıkları öyle bir şiddet-i havfe işarettir ki, eğer ra’d onların kulaklarının penceresinden içeri girecek olursa derhal ruhları ağızlarının kapısından dışarı kaçacaktır. Ve keza, bu kayıtta çok güzel ve latif bir ima vardır ki: Vakta ki onlar kendilerine edilen nasihatleri ve nida-yı hakkı, kulaklarını açıp içerisine almadılar; semavat cihetinden kulaklarının cephesi ra’d ve berkin top ve mancınıklarına tutuldu. Onlar o zaman hayır için tıkadıkları kulaklarını şimdi de şer ve azap için tıkamaya mecbur oldular. -3- Evet, sirkat elle yapıldığından, el kesilir. Fena sözler ağızla söylendiğinden, ağıza vurulur. Öyleler de nedamet için sağ elini ağzına ve hacalet için sol elini gözlerine korlar.
Bu makamda ra’d ve berkin yolculara zarar vermekte müttehid olduklarına işareten, yalnız berkin sıfatı olan saikanın zikriyle iktifa edilerek ra’dın sıfatı terk edilmiştir. Fakat saika şiddetli bir savtla yakıcı bir ateşten ibaret olduğu cihetle, ra’dın gürültüsünü de tazammun etmiş bulunuyor. Bu itibarla ra’dın sıfatı da zikredilmiş demektir.
Yani, yolcuların saikalara karşı parmaklarıyla yaptıkları o gülünç müdafaaları mal, evlat, eşya vesaire gibi şeylerin korkusundan değildir. Ancak canlarını Cehenneme teslim edecek olan ölümün korkusundandır. Çünkü musibetin bıçağı kemiğe dayanmıştır. Onlar sevdikleri şeylerden hiçbirisine kederlenmezler, merak etmezler. Ancak ölümü ve hıfz-ı hayatı düşünürler.
-1- Bu cümlede bulunan kelimelerin birbiriyle münasebetlerine ve ifade ettikleri nüktelere gelince; aralarında münasebet bulunan iki şeyi birbirine atfeden bir alettir. Burada ise makabliyle mabadi arasında bir münasebet görünmüyor. Fakat birinci temsille ikinci temsilin arasındaki münasebete bakarak şöyle silsileli birkaç cümleyi ihtar ediyor: Onlar şenlikli olan yerlerden firar ettiler. Şehirlilikten nefret ettiler. Gecenin istirahat zamanı olduğuna dair kanuna muhalefet ettiler. Hem nasihatlere itaat etmeyerek sanki necatları çöllerdeymiş gibi sahralara düştüler. En nihayet haybet ve hüsrana uğrayarak her taraftan Allah’ın belasına maruz kaldılar. : Bu kelime-i mübareke ise, onların son ümit ve recalarının kesildiğine işarettir. Çünkü musibetzede olan bir adam, evvel ve ahir Allah’ın merhametine iltica etmekle müteselli olur. Halbuki Allah’ın kahır ve gadabına müstehak olanın elbette ve elbette necatından ümidi ve recası kesilir. kelimesi, onları ihata eden musibetlerin, Allah’ın asar-ı azameti olduğuna işarettir. Yani, gökler, bulutlar, yağmurlar, geceler, onlara cihat-ı sitteden hücum ettikleri gibi, Allah’ın da gazap ve beliyyatı onları her taraftan ihata etmiştir. Ve keza, Allah’ın bütün kainatı ihata eden ilim ve kudreti ve bütün zerrata şamil olan emirleri göz önüne getirilirse kelimesinden şöyle bir ihtar fışkırmaya başlar: Ey kafirler! Semavat ve arzın dışarısına çıkamazsınız. Dahilde ise her nereye kaçacak olursanız olunuz, Allah, ilim ve kudretiyle her yerde hazır ve nazırdır. -2- Bu kelimeyi muhit lafzına bağlayan harf-i cerri, Allah’ın gadabından kaçan kafirler, yine Allah’ın gadabına rast gelip musibet oklarına hedef olduklarına işarettir. ünvanı ise üç işareti taşıyor.
Birincisi: Temsil içerisinde mümessilleri, yani münafıkları göstermekle, samiin temsil ile meşgul olup mümesselden ve maksattan gafil olmamasını temin etmek içindir. İkincisi: Temsil ile mümessellerin, yani yolcuların durumuyla münafıkların durumu arasında son sistemde bulunan müşabehetin kuvvetinden dolayı, birbirinin sıfatını ve yekdiğerinin lakabını ve soyadını taşıdıklarına işarettir. Üçüncüsü: Kafirlerin kalbleri gibi, münafıkların da kalbleri zulmet ve azap içinde bulunduğuna işarettir. Zira yaptıkları cinayet ve kusurlarından dolayı, vicdanları dahi onları tazip etmekten geri kalmıyor. Evet, bizzat yaptığı cinayetin cezasını gören bir adamın vicdanı müsterih olmaz. * Bu cümledeki kelimelerin işgal ettikleri yerlerle münasebetleri ve herbirinin taşıdığı işaretleri ise, evvela bu cümle müste’nifedir. Yani makabliyle bağlı değildir. İstinafı ise mukadder bir suale cevaptır. Sual : Berk, zulmetleri dağıtan ziyadar bir ateştir. Onlar onun ziyasından istifade etmediler mi? Elcevap : Bir fayda ve bir menfaat görmeleri şöyle dursun, berkin zararından ve belasından korktular diye Kur’an-ı Kerim bu cümle ile o mukadder suale cevap vermiştir. Kurbiyeti ve yakınlığı ifade eden kelimesinin bu cümlede delalet ettiği mana şöyledir: Gözlerini hatfedecek, yani kaptıracak ve kör edecek esbap mevcut olduğuna rağmen, her nasılsa bir maniden dolayı henüz kör olmamışlardır. Kaptırmak manasını ifade eden kelimesinde pek güzel ve latif bir belagat vardır. Şöyle ki: Eşyanın suretlerini alıp getirmek için gözün gönderdiği ziya, esna-yı rahta eşyaya yetişmezden evvel, birden bire şimşek çakar; o şimşek kapıcı bir kuş gibi gözdeki o ziyayı alır, götürür. Veya gözün şuası, eşyanın şekillerini alıp getirirken, gecenin gözü hükmünde olan şimşek kemal-i sür’atle hücum ederek gözün elinden o şekilleri alır, götürür. Sanki, zulmeti kaldırmakla eşyayı gösteren şimşek, o bedbahtların eşyayı görmelerine razı olmadığından, onların gözlerinin şuasından o şekilleri alıp götürüyor.
* Çakan şiddetli şimşekler hemen hemen gözleri kör edecek şanındadır.
kelimesine tercihen zikredilen ünvanı, Kur’an’ın beyan ettiği kat’i bürhanlara karşı körlük gösteren münafıkların basiret ve kalblerindeki kötü niyetlerini ve amellerini yad ettirmekle teşhir etmek içindir. Zira, göz kalbin aynasıdır. Kalbin muzmeratı gözde görünür. -1- Bu ayeti teşkil eden kelimelerin işaretleri: Evvela, bu cümle yine müste’nife olup, makabliyle alakadar değildir. Ancak, samiin hatırına gelen şu suali cevaplandırıyor. Sual : Onların musibeti tebeddül ve taaddüd ettikçe, acaba her iki halette halleri nasıl oluyor? Elcevap : "Pimşeğin ziyasıyla yolları göründüğü zaman yürürler, zulmet çöktüğü zaman dururlar" diye Kur’an-ı Kerim şu cümle ile samiin o şüphesini izale etmiştir. Sual : -2- istiğrak ve istimrarı, yani umumiyet ve devamı ifade eden bir edattır. -3- ise ne umumiyeti ve ne devamı ifade etmez. Bu itibarla şimşeğin ziyalandırmasında ’nın, zulmetin çöktüğünde ’nın kullanılması neye binaendir? Elcevap : Onların ziyaya fazlaca hırs ve ihtiyaçları olduğu için en az bir ziyayı bile fırsat bilip kaçırmak istemediklerine işareten ziya üzerinde istimal edilmiştir. Sebebiyet ve menfaate delalet eden -4- ’deki harfinden anlaşılır ki, bayılmak üzere olan bir musibetzede nefsine ait şeylerden maada hiçbir şeyi düşünmez. Hatta kudret-i İlahiyenin binlerle hikmetleri için kainatta neşrettiği ziyanın menfaati, tamamen kendisine ait olduğunu ve kendisi için gönderildiğini zanneder.
1 Onlar, şimşeklerin çaktığı ve etraf aydınlandığı zaman yürürler, karanlık çöktüğü vakit dururlar.
Ziyanın adem-i devamı yüzünden sür’atli bir yürüyüşle yollarına devam etmeleri mukteza-yı hal ve makam iken, süratsiz, adi bir yürüyüş ifade eden * tabiri, musibetin şiddetinden neş’et eden zafiyet yüzünden, sür’at-i seyre kadir olamadıklarına işarettir. Sual : İnsanlar yerde yürüdükleri gibi, onların da yürümeleri yerde olmalıdır. Halbuki ’deki zamirin ziyaya raci olması cihetiyle, onların yürümeleri ziyada olduğu anlaşılır. Elcevap : Onların ziya haricinde yürümeleri mümkün olmadığı için, sanki mesafeleri ve medar-ı hareketleri yalnız ziyaya münhasırdır. ’deki yolcuların evvelce gördükleri zulmet musibetini tazelemek için ikinci bir zulmet daha atıf ve ilave edildiğine işarettir. nın ifade ettiği cüz’iyet ve kıllet ise, yolcuların zulmete karşı besledikleri nefret ve gösterdikleri körlük şiddetinden, fikren zulmeti düşünmediklerine, ancak aleddevam ziya için bir fırsat beklerlerken, birden bire zulmetin hücumuna maruz kaldıklarına işarettir. ’nin berke olan isnadı, berkin ziyasından sonra hücum eden zulmetin, başka zulmetlerden şedit olduğuna işarettir. Ve keza, musibetzede olan yolcuların tahayyüllerine göre, güya berkin ziyasından sonra şu boşluğu dolduran zulmetler hep berk ateşinin sönmesinden meydana gelen dumanlar olduğuna da hayali bir imadır. Zarar için kullanılan ’deki kelimesi, zulmet musibetinin tesadüfi olmayıp, ancak onların ceza-yı amelleri olduğuna işarettir. Ve musibetzede olan yolcuların, şu boşluğu dolduran zulmetler ve bütün insanlar içerisinden onları kast ve onlara zarar vermek için gönderilmiş olduklarını tahayyül ettiklerine bir remizdir. Zulmet çöktüğü vakit sükunetle durup depreşmemeleri icap ederken, "ayağa kalktılar" manasını ifade eden tabiri, musibetin şiddetinden ve musibetle çok uğraştıklarından, rüku vaziyetini andıran bellerinde bir tekavvüs peyda olduğuna ve zulmetin ani hücumundan tiksinerek ayağa kalkıp kaçanlar gibi, bellerini doğrulttuklarına işarettir.
* Bu cümledeki kelimelerin işaretlerine gelince: Evvelki cümlelerde gözlerini kör, kulaklarını sağır etmek şanında olan esbap zikredildikten sonra, bu cümlede müsebbebatı, meşiet-i İlahiye ile bağlar. Sonra, evvelki cümlelere atfeden harfi, esbabın perdesi altında tasarruf eden ve bütün esbap ve illetler üzerinde murakebe eden bu kudretin, ancak nazar-ı hikmet olduğuna işarettir. : Bu kelimenin tazammun ettiği kıyas-ı istisnai şöyle tasvir edilebilir: Meşiet-i İlahiyenin olmaması; zehab-ı sem’ ve basarın olmamasına illettir. Zehab-ı sem’ ve basarın olmaması da meşietinin olmadığını bildirmeye bir delil ve bir illettir. Ve keza meşiet-i İlahiyeden maada bütün esbap tekemmül etmiş de olsa, ancak meşiet-i İlahiyenin taallukuyla göz ve kulaklarının işi bitmiş olacağına işarettir. tabiri, müsebbebatı esbapla bağlayan, meşiet ve irade-i İlahiye olduğuna delalet eder. Öyleyse tesir kudretindir. Esbap ise, kudretin, nazar-ı zahiride umur-u hasise ile mübaşereti görünmemesi için vaz edilmiş perdelerdir. Lafz-i Celalinin sarahatle zikri, halkı fazlaca esbaba ehemmiyet vermekten zecir ve men etmekle, esbabın perdesi altında tasarruf eden yed-i Kudreti görmeye fikirleri davet eder. fiilinin bir mef’ul ile takyid edilmeyerek mutlak bırakılması, meşiet ve irade-i İlahiyenin kainatın ahvalinden müteessir olmadığına ve mevcudatın sıfat-ı İlahiyeye tesirleri bulunmadığına işarettir. Yani, beşerin iradesi ve sair sıfatları, mevcudatın hüsün ve kubuh, büyüklük ve küçüklük gibi ahvalinden müteessir olduğu gibi, sıfat-ı İlahiye müteessir olmaz. Sıfat-ı İlahiyeye göre hepsi müsavidir. Götürmek manasını ifade eden ’den anlaşılıyor ki, esbap müsebbebat üzere musallat ve müstevli değildir. Yani, esbabın irtifaı zamanında, esbapla bağlı ve kaim olan müsebbebatın adem deryasına düşmesi ihtimali yoktur. Ancak, esbabın arkasında hazır bulunan yed-i kudret o müsebbebatı hıfz eder. Ve hikmet-i İlahiye muvazene ve nizam kanunu mucibince başka mevkilere gönderir, ihmal etmez. Evet, hararet suyu kaynatmakla suyun bünyesini tahrip ettiği zaman, o tahrip
* Eğer Allah murad etse idi, onların kulaklarının ve gözlerinin nurlarını götürdü.
neticesi vücuda gelen buhar ademe gitmez, belki nizamat-ı havaiye mucibince muayyen bir mecraya sevkedilir ve muayyen bir mevkie çıkar, emr-i İlahiyeye intizaren orada durur. Ve keza, tabirinden anlaşılır ki, havass-ı hamse denilen duygular, sağır, kör, camid tabiattan neş’et etmiş değildirler. Ancak o duygular, Cenab-ı Haktan ihsan edilen hediyelerdir. Yalnız göz, kulak tabirleri adi birer isimdirler. Ve keza, ’nin harf-i cer olan ile beraber gelmesinden anlaşılıyor ki, müsebbebat esbaptan ayrıldığı zaman başıboş bırakılmaz, yine bir nizam altına alınır. Çünkü "beraberce götürmek" manasını ifade eder. Beraber götürülen birşey sahipsiz, başıboş bırakılmaz. İhtar : Sem’in müfred olarak, basarın cem olarak zikirleri işitilen bir, görünen çok olduğuna işarettir. Evet, söylenilen sözler birer birer kulağa girer, öyle işitilir. Fakat çok şeyler bir defa bakmakla göze görünür. * Bu cümledeki nükteler ve işaretler: Evvela, bu cümle münafıkları ve yolcuları istila eden dehşetin hakikat olduğuna bir fezleke ve bir hülasadır. Ve bu hülasadan anlaşılır ki, yolcuların ahvali, münafıkların ahvalini tamamıyla temsil ettiği ve herbir halleri yolcuların hallerinde göründüğü gibi, herbir zerrede ve herbir halde kudret-i İlahiyenin tasarrufu görünür. Tahkiki ifade eden dahil olduğu hükmün sabit ve sarsılmaz hakikatlerden olduğuna delalet ettiği gibi, meselenin azametini ve vüs’atini ve dikkatini ve nev-i beşerin bu gibi meselelerde aciz, zayıf ve kasır olduğunu remzen gösteriyor. Çünkü bu gibi yakini meselelerde tereddüdü intaç eden, ancak vehimlerdir. Vehimleri tevlit eden zafiyet, acz, kusurdur; bunlar ise insanın tıynetiyle yoğrulmuş sıfatlardır. Lafza-i Celalinin burada sarahaten zikredilmesi, bu cümledeki hükmü ispat eden delile işarettir. Çünkü bütün mevcudat, taht-ı tasarrufunda ve daire-i şumulünde bulunan kudret, sair sıfatlar gibi Uluhiyetin lazimesidir.
kelimesinden anlaşılır ki, ademden eşyayı çıkaran kudret, o eşyayı mühmel ve başıboş bırakmaz. Ancak hikmetin murakabesi ve nezareti altında terbiye eder ve ettirir. edatından anlaşılır ki, esbabın bütün eserleri ve hasıl-ı bilmasdar denilen ef’al-i ihtiyariyeye terettüp eden eserler, tamamen kudrete bağlıdır. Mevcuda ve mevcudata, neş’et ettiğine nazaran tabirinden anlaşılır ki, eşya vücuda geldikten sonra da Saniden alakası kesilmez. Vücudun tekerrüründen ibaret olan bekaları için daima Sanie muhtaçtırlar. kelimesinin bedel, sübut ve devamı ifade eden sigasından anlaşılır ki, kudret, makdurat nisbetinde olmayıp, kudretin daire-i tasarrufu pek geniştir. Hem kudret zatiyedir, tagayyürü kabul etmez. Hem aynı zamanda kudret lazimedir, ziyade ve noksan olmaz. Hem kudret, Rezzak, Gaffar, Muhyi, Mümit gibi sıfat-ı fiiliyenin mercii ve mizanıdır.
Yani, "Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelkileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki, takva mertebesine vasıl olasınız. Ve yine Rabbinize ibadet ediniz ki, arzı size döşek, semayı binanıza dam yapmış ve semadan suları indirmiş ki, sizlere rızık olmak üzere yerden meyve ve sair gıdaları çıkartsın. Öyleyse, Allah’a misil ve şerik yapmayınız. Bilirsiniz ki, Allah’tan başka mabud ve halıkınız yoktur."
Mukaddeme Akaidi ve imani hükümleri kavi ve sabit kılmakla meleke haline getiren, ancak ibadettir. Evet, Allah’ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibadetle, vicdani ve akli olan imani hükümler terbiye ve takviye edilmezse, eserleri ve tesirleri zayıf kalır. Bu hale, alem-i İslamın hal-i hazırdaki vaziyeti şahittir. Ve keza, ibadet, dünya ve ahiret saadetlerine vesile olduğu gibi, maaş ve maade, yani dünya ve ahiret işlerini tanzime sebeptir ve şahsi ve nev’i kemalata vasıtadır ve Halıkla abd arasında pek yüksek bir nisbet ve şerefli bir rabıtadır. İbadetin dünya saadetine vesile olduğunu izah eden cihetler: • Birisi: İnsan, bütün hayvanlardan mümtaz ve müstesna olarak, acip ve latif bir mizaçla yaratılmıştır. O mizaç yüzünden, insanda çeşit çeşit meyiller, arzular meydana gelmiştir. Mesela, insan, en müntehap şeyleri ister, en güzel şeylere meyleder, ziynetli şeyleri arzu eder, insaniyete layık bir maişet ve bir şerefle yaşamak ister.
Şu meyillerin iktizası üzerine, yiyecek, giyecek ve sair hacetlerini istediği gibi, güzel bir şekilde tedarikinde çok san’atlara ihtiyacı vardır. O san’atlara vukufu olmadığından, ebna-yı cinsiyle teşrik-i mesai etmeye mecbur olur ki, herbirisi, semere-i sa’yiyle arkadaşına mübadele suretiyle yardımda bulunsun ve bu sayede ihtiyaçlarını tesviye edebilsinler. Fakat insandaki kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye, kuvve-i akliye Sani tarafından tahdit edilmediğinden ve insanın cüz-ü ihtiyarisiyle terakkisini temin etmek için bu kuvvetler başıboş bırakıldığından, muamelatta zulüm ve tecavüzler vukua gelir. Bu tecavüzleri önlemek için, cemaat-i insaniye, çalışmalarının semerelerini mübadele etmekte adalete muhtaçtır. Lakin her ferdin aklı, adaleti idrakten aciz olduğundan, külli bir akla ihtiyaç vardır ki, fertler, o külli akıldan istifade etsinler. Öyle külli bir akıl da ancak kanun şeklinde olur. Öyle bir kanun, ancak şeriattır. Sonra, o şeriatın tesirini, icrasını, tatbikini temin edecek bir merci, bir sahip lazımdır. O merci ve o sahip de ancak peygamberdir. Peygamber olan zatın da, zahiren ve batınen halka olan hakimiyetini devam ettirmek için, maddi ve manevi bir ulviyete ve bir imtiyaza ihtiyacı olduğu gibi, Halıkla olan derece-i münasebet ve alakasını göstermek için de bir delile ihtiyacı vardır. Böyle bir delil de ancak mucizelerdir. Sonra, Cenab-ı Hakkın emirlerine ve nehiylerine itaat ve inkıyadı tesis ve temin etmek için, Saniin azametini zihinlerde tesbit etmeye ihtiyaç vardır. Bu tesbit de, ancak akaid ile, yani ahkam-ı imaniyenin tecellisiyle olur. İmani hükümlerin takviye ve inkişaf ettirilmesi, ancak tekrarla teceddüd eden ibadetle olur. • İkincisi: İbadet, fikirleri Sani-i Hakime çevirttirmek içindir. Abdin Sani-i Hakime olan teveccühü, itaat ve inkıyadını intaç eder. İtaat ve inkıyad ise, abdi intizam-ı ekmel altına ithal eder. Abdin intizam altına girmesiyle ve nizama ittiba etmesiyle, hikmetin sırrı tahakkuk eder. Hikmet ise, kainat sayfalarında parlayan san’at nakışlarıyla tebarüz eder. • Üçüncüsü: İnsan, santral gibi, bütün hilkatın nizamlarına ve fıtratın kanunlarına ve kainattaki nevamis-i İlahiyenin şualarına bir merkezdir. Binaenaleyh, insanın, o kanunlara intisap ve irtibat etmesi ve o namusların eteklerine yapışıp temessük etmesi lazımdır ki, umumi cereyanı temin etsin. Ve tabakat-ı alemde deveran eden dolapların hareketlerine muhalefetle o dolapların çarkları altında ezilmesin. Bu da, ancak o emir ve nevahiden ibaret olan ibadetle olur. • Dördüncüsü: Emirleri imtisal, nehiylerden içtinap etmek sayesinde, bir fert, heyet-i içtimaiyede çok mertebelerle nisbet peyda eder ve alakadar olur. Bilhassa ahkam-ı diniye ve mesalih-i umumiye hususunda, bir fert, bir nevi hükmüne geçer. Yani, pek çok hukuklar, haysiyetler, irşadlar, talimler, ıslahlar gibi vazifeler, bir şahsa yüklenir. Eğer o emri imtisal, nevahiden içtinap eden o şahıs olmasa, o vazifeler tamamen payimal olur.
Beşincisi: İnsan, İslamiyet sayesinde, ibadet saikasıyla bütün Müslümanlara karşı sabit bir münasebet peyda eder ve kavi bir irtibat ve bağlılık elde eder. Bunlar ise, sarsılmaz bir uhuvvete, hakiki bir muhabbete sebep olur. Zaten heyet-i içtimaiyenin kemaline ve terakkisine ilk ve en birinci basamaklar, uhuvvetle muhabbettir. İbadetin şahsi kemalata sebep olduğunun izahı: İnsan, cismen küçük, zayıf ve aciz olmakla beraber, hayvanattan addedildiği halde, pek yüksek bir ruhu taşıyor. Ve pek büyük bir istidada maliktir. Ve hasredilmeyecek derecede meyilleri vardır. Ve gayr-ı mütenahi emeller sahibidir ve addedilemez fikirleri vardır. Ve gayr-ı mahdud şeheviye ve gadabiye gibi kuvveleri vardır. Ve öyle acaip bir yaratılışı vardır ki, sanki bütün enva ve alemlere fihriste olarak yaratılmıştır. İşte, böyle bir insanın o yüksek ruhunu inbisat ettiren, ibadettir. İstidatlarını inkişaf ettiren, ibadettir. Meyillerini temyiz ve tenzih ettiren, ibadettir. Emellerini tahakkuk ettiren, ibadettir. Fikirlerini tevsi’ ve intizam altına alan, ibadettir. Peheviye ve gadabiye kuvvelerini had altına alan, ibadettir. Zahiri ve batıni uzuvlarını ve duygularını kirleten tabiat paslarını izale eden, ibadettir. İnsanı, mukadder olan kemalatına yetiştiren, ibadettir. Abd ile Mabud arasında en yüksek ve en latif olan nisbet, ancak ibadettir. Evet kemalat-ı beşeriyenin en yükseği, şu nisbet ve münasebettir. İhtar : İbadetin ruhu, ihlastır. İhlas ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir fayda ibadete illet gösterilse, o ibadet batıldır. Faydalar, hikmetler yalnız müreccih olabilirler, illet olamazlar.
Kur’an-ı Kerim vakta ki -1- (ila ahir) emriyle insanları ibadete davet etti; sanki lisan-ı hal ile "Niçin ibadet yapalım? İlleti nedir?" diye sorulan suali, Kur’an-ı Kerim -2- cümleleriyle cevaplandırmak üzere Saniin vücud-u vahdetine dair bürhanları zikretmeye başladı.
1 Ey insanlar! İbadet ediniz... (Bakara Suresi: 21.)
Ateşin dumana olan delaleti gibi, müessirden esere yapılan istidlale "bürhan-ı limmi" denildiği gibi; dumanın ateşe olan delaleti gibi eserden müessire olan istidlale de "bürhan-ı inni" denir. Burhan-ı inni, şüphelerden daha salimdir. Bu ayetin, Saniin vücut ve vahdetine işaret eden delillerinden biri de, inayet delilidir. Bu delil, kainatı ve kainatın eczasını ve envaını ihtilalden, ihtilaftan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususatını intizam altına almakla kainata hayat veren nizamdan ibarettir. Bütün maslahatların, hikmetlerin, faydaların, menfaatlerin menşei, bu nizamdır. Menfaatlerden, maslahatlardan bahseden bütün ayat-ı Kur’aniye, bu nizam üzerine yürüyor ve bu nizamın tecellisine mazhardır. Binaenaleyh, bütün mesalihin, fevaidin ve menafiin mercii olan ve kainata hayat veren bir nizam, elbette ve elbette bir Nazımın vücuduna delalet ettiği gibi, o Nazımın kast ve hikmetine de delalet etmekle, kör tesadüfün vehimlerini nefyeder. Ey insan! Eğer senin fikrin, nazarın şu yüksek nizamı bulmaktan aciz ise ve istikra-i tam ile, yani umumi bir araştırmayla da o nizamı elde etmeye kadir değilsen, insanların telahuk-u efkar denilen fikirlerinin birleşmesinden doğan ve nev-i beşerin havassı (duyguları) hükmünde olan fünunla kainata bak ve sayfalarını oku ki, akılları hayrette bırakan o yüksek nizamı göresin. Evet, kainatın herbir nev’ine dair bir fen teşekkül etmiş veya etmektedir. Fen ise kavaid-i külliyeden ibarettir. Kaidenin külliyeti ise, nizamın yüksekliğine ve güzelliğine delalet eder. Zira nizamı olmayanın, külliyeti olamaz. Mesela, "Her alimin başında beyaz bir amame var." Külliyetle söylenilen şu hüküm, ulema nev’inde intizamın bulunmasına bakar. Öyleyse, umumi bir teftiş neticesinde fünun-u kevniyeden herbirisi, kaidelerinin külliyetiyle kainatta yüksek bir nizamın bulunmasına bir delildir. Ve herbir fen nurlu bir bürhan olup, mevcudatın silsilelerinde salkımlar gibi asılıp sallanan maslahat semerelerini ve ahvalin değişmesinde gizli olan faydaları göstermekle Saniin kast ve hikmetini ilan ediyorlar. adeta vehim şeytanlarını tard etmek için herbir fen, birer necm-i sakıptır. Yani, batıl vehimleri delip yakan birer yıldızdırlar. Ey arkadaş! O nizamı bulmak için umum kainatı araştırmaktansa, şu misale dikkat et, matlubun hasıl olur. Gözle görünmeyen bir mikrop, bir hayvancık, küçüklüğüyle beraber pek ince ve garip bir makine-i İlahiyeyi havidir. O makine mümkinattan olduğundan, vücut ve ademi, mütesavidir. İlletsiz vücuda gelmesi muhaldir. O makinenin bir illetten vücuda geldiği zaruridir. O illet ise, esbab-ı tabiiye değildir. Çünkü o makinedeki ince nizam, bir ilim ve şuurun eseridir. Esbab-ı tabiiye ise, ilimsiz, şuursuz, camid şeylerdir. Akılları hayrette bırakan o ince makinenin esbab-ı tabiiyeden neş’et ettiğini iddia eden adam, esbabın herbir zerresine
Eflatun’un şuurunu, Calinos’un hikmetini ita etmekle beraber, o zerrat arasında bir muhaberenin de mevcut olmasını itikad etmelidir. Bu ise, öyle bir safsata ve öyle bir hurafedir ki, meşhur sofestaiyi bile utandırıyor. Maahaza, esbab-ı maddiyede esas ittihaz edilen kuvve-i cazibeyle kuvve-i dafianın inkısama kabiliyeti olmayan bir cüzde birlikte içtimaları iltizam edilmiştir. Halbuki bunlar birbirlerine zıt olduklarından, içtimaları caiz değildir. Fakat, cazibe ve dafia kanunlarından maksat, "adetullah" ile tabir edilen kavanin-i İlahiye ise ve tabiatla tesmiye edilen şeriat-ı fıtriye ise, caizdir. Lakin, kanunluktan tabiata, vücud-u zihniden vücud-u hariciye, umur-u itibariyeden umur-u hakikiyeye alet olmaktan müessir olmaya çıkmamak şartıyla makbuldür. Aksi takdirde caiz değildir. Ey arkadaş! Misal olarak gösterdiğim o küçük hurdebini hayvancığın, yani mikrobun büyük fabrikasındaki nizam ve intizamı aklınla gördüğün takdirde başını kaldır, kainata bak. Emin ol ki, kainatın vuzuh ve zuhuru nisbetinde o yüksek nizamı, kainatın sayfalarında pek zahir ve okunaklı bir şekilde görüp okuyacaksın. Ey arkadaş! Kainatın sayfalarında "delilü’l-inaye" ile anılan nizama ait ayetleri okuyamadıysan, sıfat-ı kelamdan gelen Kur’an-ı Azimüşşanın ayetlerine bak ki, insanları tefekküre davet eden bütün ayetleri, şu delilü’l-inayeyi tavsiye ediyorlar. Ve nimetleri ve faydaları sayan ayetler dahi, delilü’l-inaye denilen o yüksek nizamın semerelerinden bahsediyorlar. Ezcümle, bahsinde bulunduğumuz şu ayet -1- cümleleriyle, o nizamın faydalarını ve nimetlerini koparıp insanlara veriyorlar. Delil-i İhtirai: Mezkur ayetin Saniin vücut ve vahdetine işaret eden delillerinden biri de -2- cümlesiyle işaret ettiği delil-i ihtiraidir. Delil-i ihtirainin hülasası şöyle izah edilebilir: Cenab-ı Hak, hususi eserlerine menşe ve kendisine layık kemalatına mehaz olmak üzere her ferde ve her nev’e has ve müstakil bir vücut vermiştir. Ezel cihetine sonsuz olarak uzanıp giden hiçbir nevi yoktur. Çünkü bütün enva, imkandan vücut dairesine çıkmamışlardır. Ve teselsülün de batıl olduğu meydandadır. Ve alemde görünen şu tagayyür ve tebeddül ile bir kısım eşyanın hudusu, yani yeni vücuda geldiği de gözle görünüyor. Bir kısmının da hudusu, zaruret-i akliye ile sabittir. Demek, hiçbir şeyin ezeliyeti cihetine gidilemez.
1 O rabbiniz ki, yeryüzünü size bir döşek, gökyüzünü bir kubbe yaptı. Gökten de size bir su indirip onunla türlü meyvelerden ve mahsullerden size rızık ve sair gıdaları çıkardı.(Bakara Suresi:21.)
2 O Rabbiniz ki, sizi sizden öncekileri yaratmıştır. (Bakara Suresi: 21.)
Ve keza ilmü’l-hayvanat ve ilmü’n-nebatatta ispat edildiği gibi, envaın sayısı ikiyüzbine baliğdir. Bu neviler için birer "adem" ve birer evvel-baba lazımdır. Bu evvel-babaların ve ademlerin daire-i vücutta olmayıp ancak mümkinattan olduklarına nazaran, behemehal vasıtasız, kudret-i İlahiyeden vücuda geldikleri zaruridir. Çünkü bu nevilerin teselsülü, yani sonsuz uzanıp gitmeleri batıldır. Ve bazı nevilerin başka nevilerden husule gelmeleri tevehhümü de batıldır. Çünkü, iki neviden doğan nevi, alelekser ya akimdir veya nesli inkıtaa uğrar, tenasül ile bir silsilenin başı olamaz. Hülasa: Beşeriyet ve sair hayvanatın teşkil ettikleri silsilelerin mebdei, en başta bir babada kesildiği gibi, en nihayeti de son bir oğulda kesilip bitecektir. Evet, şuursuz, ihtiyarsız, camid, basit olan esbab-ı tabiiyenin bütün akılları hayrette bırakan o enva silsilelerinin icadına kabiliyeti olduğu, daire-i imkandan hariçtir. Ve keza, kudret mucizelerinden birer nakş-ı garip ve birer san’at-ı acip taşıyan o envaın ihtiva ettikleri efradın da, ihtira ve yaratılışlarını o esbaba isnad etmek, yalnız bir muhalin değil, muhalatın en hurafesidir. Binaenaleyh, o silsileleri teşkil eden enva ile efrad, hudus ve imkan lisanıyla, Halıklarının vücub-u vücuduna kat’i bir şehadetle şehadet ediyorlar. Sual : Bütün silsilelerin Halıkın vücub-u vücuduna kat’i şehadetleri gözönünde olduğu halde, bazı insanların maddeyle, maddenin hareketinin ezeliyeti cihetine zahip olmakla dalalete düştüklerinin esbabı nedendir? Cevap : Kasıt ve dikkatle değil, sathi ve dikkatsiz bir nazarla, muhal ve batıla, mümkün nazarıyla bakılabilir. Mesela, bir bayram akşamı, gökte ay ve hilali arayanlar içinde ihtiyar bir zat da bulunur. Bu zat, gökteki hilali görmek için bütün kasıt ve dikkatiyle nazarını göğe tevcih edip hilali araştırmakla meşgul iken, gözünün kirpiklerinden uzanan ve gözünün hadekası üzerine eğilen beyaz bir kıl nasılsa gözüne ilişir. O zat, derhal "Hilali gördüm" der, "İşte bu gördüğüm aydır!" diye hükmeder. İşte, sathi ve dikkatsiz nazarlar bu gibi hatalara düştükleri gibi, yüksek bir cevhere ve mükerrem bir mahiyete malik olan insan, kastı ve dikkatiyle daima hak ve hakikati ararken, bazan sathi ve dikkatsiz bir nazarla batıla bakar. O batıl da; ihtiyarsız, talepsiz, davetsiz fikrine gelir. Fikri de çar-naçar alır saklar, yavaş yavaş kabul ve tasdikine de mazhar olur. Fakat onun o batılı kabul ve tasdiki, bütün hikmetlerin mercii olan nizam-ı alemden gaflet etmesinden ve maddeyle hareketinin ezeliyete zıt olduğuna körlük gösterdiğinden ileri gelmiştir ki, şu garip nakışları ve acip san’at eserlerini esbab-ı camideye isnad etmek mecburiyetiyle o dalaletlere düşmüşlerdir. Hüseyin-i Cisri’nin dediği gibi, asar-ı medeniyetle müzeyyen ve bütün ziynetlere müştemil bir eve giren bir adam, ev sahibini göremediğinden, o ziyneti, o esasatı, tesadüfe ve tabiata isnad etmeye mecbur olmuştur.
Kezalik, nizam-ı alemdeki bütün hikmetlerin, faydaların tam bir ihtiyara ve şamil bir ilme ve kamil bir kudrete yaptıkları şehadetten gaflet eden gafiller, sathi nazarlarınca, tesir-i hakikiyi esbab-ı camideye vermeye mecbur kalmışlardır. Ey arkadaş! Cenab-ı Hakkın pek ince asar-ı san’atından ve pek yüksek acaib-i kudretinden sarf-ı nazar ederek yalnız tabiat denilen şu asar ve esbabdan en zahir olan in’ikas ve irtisam keyfiyetine bak. Mesela, bir aynayı semaya karşı tuttuğun zaman, semayı, irtifaıyla, nakışlarıyla, yıldızlarıyla celb edip aynada in’ikas ve irtisam ettiren illet-i müessirenin, aynanın yüzündeki hasiyet olduğuna kanaat hasıl edebilir misin? Haşa! Veyahut hakikatte bir emr-i vehmiden ibaret olan cazibe-i umumiyenin, arz ile yıldızları şu boşlukta muntazam tahrik ve tedbirine illet-i müessire olarak telakki ve kabul edebilir misin? Haşa! Bunlar ancak şart ve sebep olabilirler, illet-i müessire olamazlar. Hülasa: İnsan sathi ve gayr-ı kasti bir nazarla batıl ve muhal birşeye baktığı zaman, hakiki illetini bulamadığı takdirde, çar-naçar sıhhatine veya inkarına kail olmakla kabul etmesi ihtimali vardır. Fakat, talip ve müşteri sıfatıyla kasten ve bizzat dikkatle bakacak olursa, onların hikemiyat dedikleri o batıl meselelerden hiçbirisini de kabul etmez. Ancak, bütün siyasilerin hikmetini ve hükemanın akıllarını zerrelerde farz etmekle eblehane kabul eder. Sual : Onların daima iftiharla bahsettikleri tabiat, nevamis ve kuva nedir ki, kendilerini onlarla iknaa çalışıyorlar? Cevap : Tabiat dedikleri şey, bir matbaadır, tabi’ değildir. Tabi’, ancak kudrettir. Kanundur, kuvvet değildir. Kuvvet, ancak kudrettedir. Yahut, nasıl ki bildiğimiz şeriat, insanlardan sudur eden ef’al-i ihtiyariyeyi bir nizam ve bir intizam altına alıp tahdit eden kaidelerin hülasasıdır veya devletin işlerini tanzim eden nizamların, düsturların, kanunların mecmuasıdır. Kezalik, tabiat denilen şey de, alem-i şehadetin uzuvlarından ve eczalarından sudur eden ef’al arasında bir nizam ve bir intizamı ika eden İlahi bir şeriat-ı fıtriyedir. Binaenaleyh, şeriat ile devlet nizamı, makul ve itibari emirlerden oldukları gibi, tabiat dahi itibari bir emir olup, hilkatte, yani yaratılışta cari olan adetullahtan ibarettir. Amma tabiatın bir mevcud-u harici olduğunu tevehhüm etmek, bir fırka askerin, idman ve talim esnasında yaptıkları o muntazam hareketlerini gören bir vahşinin, "Aralarındaki o nizamı idare edip birbiriyle bağlayan ip gibi birşey mevcuttur" diye vahşice ettiği vehme benzer. Binaenaleyh, vicdanı ve aklı vahşi olan bir adam, sathi ve tebei bir nazarla devam ve istimrarını muhafaza eden tabiatın müessir bir mevcud-u harici olduğuna ihtimal verebilir. Hülasa: Tabiat, Allah’ın san’atı ve şeriat-ı fıtriyesidir. Nevamis ise, onun meseleleridir. Kuva dahi, o meselelerin hükümleridir.
Tevhide geçiyoruz: Kur’an-ı Kerim, Saniin vahdetine dair delillerden hiçbir şey terk etmemiştir. Bilhassa, "Arz ve semada Allah’tan başka ilahlar olmuş olsa idiler, şu görünen intizam fesada uğrardı" manasında olan, -1- ayetinin tazammun ettiği "bürhanü’t-temanü’" Saniin vahid ve müstakil olduğuna kafi bir delildir. Ve istiklaliyet, uluhiyetin zati bir hassası ve zaruri bir lazımı olduğuna nurlu bir bürhandır. Ey arkadaş! Bahsinde bulunduğumuz ayetin evvelinde bulunan -2- emri, İbn-i Abbas’ın tefsirine nazaran, insanları tevhide davet eden bir emirdir. Ve aynı zamanda bu ayet, heyet-i mecmuasıyla tevhide işaret eden pek latif ve güzel bir bürhanı tazammun etmiştir. Şöyle ki: Nev-i beşer ile sair hayvanatın medar-ı maişetleri olan semeratın tevlidi için, arz ile sema arasındaki muavenet ve münasebetleri ve asar-ı alemin birbirine müşabehetleri ve etraf-ı alemin birbiriyle kucaklaşmaları ve birbirinin elini tutup ihtiyaçlarını temin etmeleri ve yekdiğerinin sualine cevap verip yardımına koşmaları ve tamamıyla bir nokta-i vahideye bakmaları ve bir Nazzam-ı Vahidin mührü üstünde hareket etmeleri gibi halleri havi olan böyle garip bir makine, sahip ve Saniinin bir olduğunu kat’i bir şehadetle ilan etmekle, "Herbir şeyde, Saniin vahdetine delalet eden bir ayet ve bir alamet vardır" manasında olan şu beyitle tanin-endaz oluyorlar: Ey arkadaş! Sani-i Zülcelal, Vahid ve Vacibü’l-Vücud olduğu gibi, bütün sıfat-ı kemaliye ile de muttasıftır. Zira alemde ve masnuatta bulunan kemalat tamamıyla Saniin kemalinden tecelli eden gölgeden muktebestir. Öyleyse, Sanide bulunan cemal, kemal, hüsün, umum kainatta bulunan umum cemallerden, kemallerden, hüsünlerden gayr-ı mütenahi derecelerle yüksektir. Zira ihsan, in’am edenin servetinden doğar ve servetine delildir. İcad, icad edenin vücuduna delalet eder. İcab, mucibin vücuduna bürhandır. Verilen hüsün, verenin hüsnüne delildir. Ve keza, Sani-i Zülcelal, bütün nevakıstan pak ve münezzehtir. Çünkü noksaniyet, maddiyatın mahiyetlerindeki istidadın kılletinden ileri gelir. Halbuki Cenab-ı Hak, maddiyattan değildir. Ve keza, Sani-i Kadim-i Ezeli, kainatın ihtiva ettiği eşyanın cismiyet, cihetiyet, tagayyür, temekkün gibi istilzam ettikleri levazım ve evsaftan beri ve münezzehtir. Kur’an-ı Kerim, şu iki hakikate "Allah’a misil yapmayın" manasına olan -3- ayetiyle işaret etmiştir.
1 Enbiya Suresi: 22.
2 İbadet ediniz... (Bakara Suresi: 22.)
3 Öyleyse Allaha eş ve ortak koşmayınz. (Bakara Suresi: 21.)
Delil-i imkani: Bu ayetin, Saniin vücuduna işaret eden delillerden birisi de delil-i imkanidir ki, -1- ayetiyle işaret edilmiştir. Bu delilin hülasası: Kainatın ihtiva ettiği zerrelerden herbirisinin gerek zatında, gerek sıfatında, gerek ahvalinde ve gerek vücudunda gayr-ı mütenahi imkanlar, ihtimaller, müşkilatlar, yollar, kanunlar varken, birden bire o zerre, gayr-ı mütenahi yollardan muayyen bir yola süluk eder. Ve gayr-ı mahdud hallerden, bir vaziyete girer. Ve gayr-ı madud sıfatlardan bir sıfatla vasıflanır. Ve doğru bir kanun üzerine mukadder bir maksada harekete başlar. Ve vazife olarak uhdesine verilen herhangi bir hikmet ve bir maslahatı derhal intaç eder ki, o hikmet ve o maslahatın husule gelmesi, ancak o zerrenin o çeşit hareketiyle olabilir. Acaba o kadar yollar ve ihtimaller arasında o zerrenin macerası, lisan-ı haliyle, Saniin kasıt ve hikmetine delalet etmez mi? İşte herbir zerre, müstakillen, kendi başıyla Saniin vücuduna delalet ettiği gibi, küçük-büyük herhangi bir teşekküle girerse veya hangi bir mürekkebe cüz olursa, girdiği ve cüz olduğu o makamlarda kazandığı nisbete göre Saniine olan delaletini muhafaza eder.
Bu ayetin makabliyle cihet-i irtibatına gelince: Vakta ki Kur’an-ı Kerim, birincisi müttaki mü’minler, ikincisi inatlı kafirler, üçüncüsü ikiyüzlü münafıklar olmak üzere insanları üç kısma ayırdı ve aralarında taksimat ve teşkilat yaptı ve herbir kısmın sıfatını ve akıbetini beyan etti. Sonra -2- ayetiyle her üç kısma tevcih-i hitap ederek onları ibadete emir ve davet etti. Demek, bu ayetin evvelki ayetlere terettübü ve onları takip etmesi, hane ve binanın, mühendisin krokisine; amelin ilme; kazanın kadere terettübü ve birbirini takip etmeleri gibidir. Evet, evvelki ayetlerde yapılan teşkilat ve taksimat, kroki ve plandan sonra bu ayette ibadet binasının yapılmasına emredilmiştir ve o ayetlerde verilen bilgi ve malumattan sonra, bu ayette, amel ve ibadete emredilmiştir. Ve onlarda yazılan sıfat ve istihkaklara göre, burada, emir ve nehiylerle hükümler verilmiştir. Ve keza, evvelki ayetlerde insanların taksimatı, ahval ve sıfatı zikredildikten sonra, makamın iktizasıyla, bu ayet onları takip etmiştir. Vakta ki Kur’an-ı Kerim, insanların her üç fırkasından bahsetti ve herbir fırkanın sıfatını ve akıbetini söyledi; samiin arzusu ve makamın iktizası üzerine, Kur’an-ı Kerim gaybdan hitaba intikal ederek onlara karşı şu hitapta bulundu. Evet, bazı adamlar hakkında gaibane konuşanların bilahare konuşmalarını hitaba çevirmelerinde şöylece bir nükte-i umumiye vardır: Mesela, bir şahsın iyiliğinden veya fenalığından bahsedilirken, gerek konuşanda, gerek dinleyende, ya tahsin veya tel’in için bir meyil uyanır. Sonra git gide o meyil öyle kesb-i şiddet eder ki, sahibini o şahısla görüştürüp şifahen konuşmaya
1 Allah ganidir; muhtaç olan sizsiniz. (Muhammed Suresi, 47:38.)
kuvvetli bir arzu uyandırır. Burada samilerin o meyillerini tatmin etmekle makamın iktizası üzerine Kur’an-ı Kerim, onları samilerin huzuruna götürüp kendilerine hitap ile tevcih-i kelam etmiştir. Bu ayette, gaybdan hitap edilen iltifat ve intikalde hususi bir nükte de vardır ki, ibadetle yapılan tekliften hasıl olan meşakkat, hitab-ı İlahiyeden neş’et eden zevk ve lezzetle karşılanır ve insanlara ağır gelmez. Ve keza hitap suretiyle ibadeti teklif etmek, abd ile Halık arasında vasıta olmadığına işarettir.
Ey arkadaş! Bu ayetin cümlelerini birbiriyle nazmeden münasebetler ise: -1- cümlesinde emir ve hitap, geçen her üç fırkayı teşkil eden mü’min, kafir ve münafıkların mazi, hal ve istikbalde vücuda gelmiş veya gelecek bütün efradını ihtiva eden tabakalara hitaptır. Binaenaleyh -2- vav’ının merciinde dahil olan kamil mü’minlere göre ibadete devam ve sebat etmeye emirdir. Orta derecedeki mü’minlere nazaran, ibadetin arttırılmasına emirdir. Kafirlere göre, ibadetin şartı olan iman ve tevhid ile ibadetin yapılmasına emirdir. Münafıklara nazaran, ihlasa emirdir. Binaenaleyh, ’nun ifade ettiği ibadet kelimesi mükellefine göre müşterek-i manevi hükmündedir. Yani: "Sizi terbiye eden ve büyüten Odur. Ve sizin mürebbiniz Odur. Öyleyse, siz de Ona ibadet etmekle abd olunuz!" Ey arkadaş! Vakta ki Kur’an-ı Kerim ibadeti emretti. İbadet ise üç şeyden sonra olabilir. Birincisi: Mabudun mevcut olmasıdır. İkincisi: Mabudun vahid olmasıdır. Üçüncüsü: Mabudun ibadete istihkakı bulunmasıdır. Kur’an-ı Kerim, o üç mukadder suale işaret etmekle beraber, şartlarının delillerini de zikrederken, Mabudun vücuduna dair olan delilleri iki kısma ayırmıştır. Birisi: Hariçten alınan delillerdir ki, buna "afaki" denilir. İkincisi: İnsanların nefislerinden alınan bürhanlardır. Buna, "enfüsi" tesmiye edilir. Enfüsi olan kısmını da, biri nefsi, diğeri usuli olmak üzere iki kısma taksim etmiştir. Demek, Mabudun vücuduna üç türlü delil vardır: afaki, nefsi, usuli. Evvela, en zahir ve en yakın olan nefsi delile -3- cümlesiyle, usuli delile de -4- cümlesiyle işaret etmiştir. Sonra, ibadet insanların hilkat ve yaratılışına talik edilmiştir.
İbadetin hilkat-ı beşere terettübü iki şeyden ileri geliyor: Ya insanlar ilk yaratılışında ibadete istidatlı ve takvaya kabiliyetli olarak yaratılmışlardır. Ve o istidadı ve o kabiliyeti onlarda gören, onların ibadet ve takva vazifelerini göreceklerini kaviyyen ümit eder. Veyahut, insanların hilkatinden ve memur oldukları vazifeden ve teveccüh ettikleri kemalden maksat, ibadetin kemali olan takvadır. -1- Şu cümle, her iki noktaya da tatbik edilebilir. Yani, "İstidad ve kabiliyetinizde ekilen veya vazife ve hilkatinizden kastedilen takvanın kuvveden fiile çıkarılması lazımdır." Sonra, Kur’an-ı Kerimde Mabudun vücuduna ait afaki delillerin en karibine -2- cümlesiyle işaret edilmiştir. Ve bu işaretten arzın bu şekle getirilmesiyle nev-i beşere ve sair hayvanata kabil-i sükna olarak hazır bulundurulması, ancak Allah’ın ca’liyle (yapmasıyla) olup tabiatın ve esbabın tesiriyle olmadığına bir remiz vardır. Çünkü tesir-i hakikinin esbaba verilmesi bir nevi şirktir. -3- cümlesiyle, Saniin vücuduna olan afaki delillerden en basit ve en yükseğine işaret edilmiştir. Sonra, mürekkebat ve mevalidin vücud-u Sanie veçh-i delaletlerine -4- ila ahir cümlesiyle işaret edilmiştir. Sonra, geçen delillerin herbirisi alel’infirad, yani birer birer Saniin vücuduna delalet ettiği gibi, heyet-i mecmuası da Saniin vahdetine işarettir. Sonra, nimetlerin menşei ve menbaı olan alemin nizamına işaret eden o cümlelerin suret-i tertibi -5- ün delaletiyle beraber, Mabudun ibadete müstehak olduğuna delalet eder. Çünkü ibadet, şükürdür. Şükür, Mün’ime edilir; yani nimetleri veren Zata şükretmek vaciptir. Sonra cümlesinden, arz ve arzdan çıkan mevalid, yani arzın semereleri insanlara hadim oldukları gibi, insanlar da onların Saniine hadim olmaları lazım olduğuna bir remiz vardır.
-1- cümlesi ise, geçen cümlelerin herbirisiyle alakadardır. Yani, Rabbinize ibadet yaptığınızda şerik yapmayınız. Zira Rabbiniz, ancak Allah’tır. Sizi, nev’inizle beraber halk eden Odur. Ve Arzı size mesken olarak hazırlayan Odur. Semayı sizin binanıza dam olarak yaratan Odur. Ve sizin rızık maişetinizi tedarik için suları gönderen Odur. Hülasa, bütün nimetler Onundur; öyleyse bütün şükürler ve ibadetler de ancak Onadır.
Arkadaş! Bu ayetin tazammun ettiği cümlelerin keyfiyet ve nüktelerine gelelim. Evvela: Kur’an-ı Kerimde kesretle zikredilen -2- ile edilen hitap ve nida, üç vecihle ve üç edatla tekit edilmiştir. Birisi, ikazı ifade eden ve ikaz için kullanılan -3- harfidir. İkincisi, alametleri aramakla birşeyi bulmak için kullanılan kelimesidir ki, Türkçede "hangi" kelimesiyle tercüme edilir. Üçüncüsü, gafletten ayıltmak için kullanılan harfidir. Bu tekitlerden anlaşılır ki, burada şu tarzla yapılan nida ve hitap, çok faydalara ve nüktelere işarettir. Ezcümle: Birincisi: İnsanlara ibadetlerin teklifinden hasıl olan meşakkatin, hitab-ı İlahiye mazhariyetten neş’et eden zevk ve lezzetle tahfif edilmesidir. İkincisi: İnsanın gaibane olan aşağı mertebesinden, huzurun yüksek makamına çıkması ancak ibadet vasıtasıyla olduğuna işarettir. Üçüncüsü: Muhatabın üç cihetten ibadete mükellef olduğuna işarettir. Kalbiyle teslim ve inkıyada, aklıyla iman ve tevhide, kalıbıyla amel ve ibadete mükelleftir. Dördüncüsü: Muhatabın mü’min, kafir, münafık olmak üzere üç kısma ayrılmış olduğuna işarettir. Beşincisi: İnsanların yüksek, orta, avam tabakalarına hitaben şamil olduğuna işarettir. Altıncısı: İnsanlar arasında yapılan nida ve hitaplarda adet edinmiş olan şeylere işarettir ki, insan, evvela gördüğü adamı çağırır ve durdurur, sonra kim olduğunu anlamak için alametlerine dikkat eder, sonra maksadını anlatır. Hülasa: Mezkur hitap, geçen üç cihetten tekit edilmiş şu nüktelere işarettir. ile nida edilen insanlar gafil, gaip, hazır, cahil, meşgul, dost, düşman gibi çok muhtelif tabakalara şamildir. Bu muhtelif tabakalara göre ’nın ifadesi
değişir. Mesela, gafile karşı tenbihi ifade eder; gaibe ihzarı, cahile tarifi, dosta teşviki, düşmana tevbih ve takri’i gibi her tabakaya münasip bir ifadesi vardır. Sonra, makam-ı kurbu iktiza ettiği halde, uzaklara mahsus olan edatının kullanılması birkaç nükteye işarettir. 1. Teklif edilen emanet ve ibadetin pek büyük bir yük olduğuna, 2. Derece-i ubudiyetin mertebe-i uluhiyetten pek uzak olduğuna, 3. Mükelleflerin, zaman ve mekanca hitabın vakit ve mahallinden ırak bulunduğuna, 4. İnsanların derece-i gafletlerine işarettir. Muzafun ileyhsiz zikredildiğinden, umumi bir tevessümü ifade eden kelimesi, hitabın umum kainata şamil olup, yalnız farz-ı kifaye suretiyle haml-i emanete ve ibadete insanların tahsis edilmiş olduklarına işarettir. Öyleyse ibadette insanların kusurları umum kainata tecavüzdür. Sonra, kelimesinde bir icmal ve bir ipham vardır; çünkü izafesiz zikredilmiştir. Onun o ipham ve icmali, -1- kelimesiyle izale ve tafsil edildiğinden, aralarında bir icmal ve tafsil cezaleti meydana gelmiştir. , ’nün muzafun ileyhine ıvaz olmakla beraber, edatiyle çağrılanları tenbih içindir. aslında nisyandan alınmış bir ism-i faildir; vasfiyet-i asliyesi mülahazasıyla insanlara bir itaba işarettir. Yani, "Ey insanlar! Niçin misak-ı ezeliyi unuttunuz?" Fakat bir cihetten de insanlara bir mazeret yolunu gösteriyor. Yani, "Sizin o misakı terk etmeniz, amden değil; belki sehiv ve nisyandan ileri gelmiştir." -2- nidaya cevaptır. Mü’min, kafir, münafık olan geçen tabakalar nida ile çağırıldıklarından, emri devam, itaat, ihlas, tevhid gibi, her tabakaya münasip bir manayı ifade eder. -3- Rab ünvanı ile teklif edilen ibadete bir illet ve bir sebebe işarettir. Yani, "Sizin terbiyeniz Rabbinizin elinde olduğundan, daima Ona muhtaçsınız. Ve terbiyenize lazım olan bütün levazımatı veren Odur. Onun, o nimetlerine şükür lazımdır. Şükür ise ancak ibadettir."
-1- -2- esma-i müphemeden olduğu için, merci ve medlulü ancak sıla denilen dahil olduğu cümle ile malum olur. Mesela; -3- denildiği zaman, gelen adamın yalnız sana gelmekle malumiyeti var, başka cihetten malumiyeti yoktur. Binaenaleyh, burada kelimesinin ile vasıflandırılması Cenab-ı Hakkın marifeti, hakikatiyle olmayıp ancak ef’al ve asarıyla olduğuna işarettir. İcad, inşa veya başka bir kelimeye tercihan yaratılışın güzel şeklini ifade eden -4- tabiri, insanlardaki istidadın sedad ve istikametçe ibadete elverişli olduğuna işarettir. Ve keza ibadet, yaratılışın ücreti ve neticesidir. Bu itibarla sevap, ibadetin ücreti olmayıp, ancak Cenab-ı Hakkın kereminden olduğuna işarettir. -5- merci ve medlulünün adem-i malumiyetine delalet eden evvelki insanların ölümle mahvolup gittiklerine ve onların ahvalini bildirecek bir bilgi olmadığına ve yalnız sizin gibi bir kısım mahluklar onların yerlerine gelmekle, o mahvolan insanların tarifleri mümkün olduğuna işarettir. -6- kelimesi, ümit ve recayı ifade ediyor. Fakat bu mana, hakikatiyle Cenab-ı Hak hakkında istimal edilemez. Binaenaleyh, ya mecazen istimal edilecektir veya muhataplara veyahut sami ve müşahitlere isnad edilecektir. Mana-yı mecazıyla Cenab-ı Hak hakkında isnad edilmesi şöyle tasvir edilir: Nasıl ki bir insan, bir iş için bir adamı teçhiz ettiği zaman, o işin o adamdan yapılmasını ümit eder. Kezalik-bila-teşbih-Cenab-ı Hak, insanlara, kemal için bir istidat, teklif için bir kabiliyet ve bir ihtiyar vermiştir. Bu itibarla, Cenab-ı Hak,
insanlardan o işlerin yapılmasını intizar etmektedir denilebilir. Bu teşbih ve istiarede, hilkat-i beşerdeki hikmetin takva olduğuna ve ibadetin de neticesi takva olduğuna ve takvanın da en büyük mertebe olduğuna işaret vardır. Reca manasının muhataplara atfedilmesi şöyle izah edilir: Ey muhatap olan insanlar! Havf ve reca ortasında bulunmakla, takvayı reca ederek Rabbinize ibadet ediniz. Bu itibarla insan, ibadetine itimad etmemelidir ve daima ibadetinin artmasına çalışmalıdır. Reca manası, sami ve müşahitlere göre olursa şöyle tevil edilecektir: Ey müşahitler! Arslanın pençesini gören adam, o pençenin iktizası olan parçalamayı arslandan ümit ve reca ettiği gibi, siz de, insanları ibadet teçhizatıyla mücehhez olduklarını gördüğünüzden, onlardan takvayı reca ve intizar edebilirsiniz. Ve keza, ibadetin fıtri bir iktiza neticesi olduğuna işarettir. -1- Takva, tabakat-ı mezkurenin ibadetlerine terettüp ettiğinden, takvanın bütün kısımlarına, mertebelerine de şamildir. Mesela, şirkten takva; kebairden, masivaullahtan kalbini hıfzetmekle takva; ikabdan içtinap etmekle takva; gazabtan tahaffuz etmekle takva. Demek kelimesi bu gibi mertebeleri tazammun eder. Ve keza, ibadetin ancak ihlas ile ibadet olduğuna ve ibadetin mahzan vesile olmayıp maksud-u bizzat olduğuna ve ibadetin sevap ve ikab için yapılmaması lüzumuna işarettir. -2- Kur’an-ı Kerim, bu cümle ile beyan ettiği kudret-i İlahiyenin azametiyle insanları ibadete teşvik edip heyecana getiriyor. Şöyle ki: Ey insanlar! Arz ve semayı sizlere muti ve hizmetkar yapan Zat, yaptığı şu iyiliğe karşı ibadete müstehaktır; ibadetini ediniz! Ve keza, insanların faziletine ve yüksek bir kıymete malik olduğuna ve indallah mükerrem bulunduğuna bir imadır. Sanki beşere emrediyor: Ey beşer! Yüksek ve alçak bütün ecramı sizin istifadenize tahsis etmekle sizlere bu kadar izaz ve ikramlarda bulunan Cenab-ı Hakka ibadet ediniz ve sizlere yaptığı keramete karşı liyakatinizi izhar ediniz!
1 Takva mertebesine ulaşasınız.
2 O Rabbiniz ki, yeri size döşek, gökyüzünü bir kubbe yaptı. (Bakara Suresi: 22.)
Ve keza esbap ve tabiata tesirin verilmesini reddediyor. Şöyle ki: Ey insan! Pu gördüğünüz yerler, gökler, sıfatlarıyla beraber, bir Halıkın halkıyla, kastıyla, tahsisiyle ve bir Nazımın nazmıyla husule gelip bu intizamı bulmuşlardır. Kör tabiatın bu kadar büyük şeylerde yeri olmadığı gibi en küçük şeylerde de yeri yoktur. Ve keza, sıfatlar da mümkinattan oldukları cihetle, Sanie delalet ettiklerine işarettir. Zira cisimleri teşkil eden zerreler, büyüklük-küçüklük, çirkinlik-güzellik gibi gayr-ı mütenahi ahval ve keyfiyetleri kabul etmekte müsavidirler. Yani bir zerrenin, bin keyfiyeti kabul etmeye kabiliyeti vardır ve bir halet, binlerce zerrelere hal olabilir. Binaenaleyh, güzellik gibi bir sıfat, binlerce zerrelere ve dolayısıyla cisimlere sıfat olabildiği halde, o kadar imkanat ve ihtimaller içinde muayyen bir cisme tayin edildiği zaman, herhalde bir kast ile, bir hikmet altında, bir zatın irade ve tahsisiyle, binlerce cisimler arasında o cisim, o sıfata mevsuf kılınmıştır. -1- : Bu ihtisas için değildir, ancak sebebiyeti ifade ediyor. Yani arzın tefrişine sebep, yani vesile, insandır. Bu misafirhanedeki ziyafet onun namına verildi. Fakat istifade, insanlara mahsus ve münhasır değildir. Öyleyse insanların ihtiyacından, istifadesinden fazla kalana abes denilemez. -2- : Bu tabir, garip bir nükte-i belagate işarettir. Çünkü, arzın sıkletinden dolayı suya batıp kaybolması tabiatının icabatından olduğu halde, Cenab-ı Hak, merhametiyle bir kısmını dışarıda bırakarak, insanlar için bir mesken ve nimetlerine bir maide, yani bir sofra olmak üzere tefriş etmiştir. Ve keza tabirinden anlaşılıyor ki, arz, bir hanenin tabanı gibi insan ve hayvanlara ferş ve bast edilmiştir. Öyleyse arzdaki nebatat ve hayvanat, hanedeki efrad-ı aile ile erzak vesaire gibi levazım-ı beytiye hükmündedir. Ve keza tabirinden anlaşılıyor ki, arz, taş gibi katı ve sert değildir ki kabil-i sükna olmasın; ve su gibi mayi de değildir ki, ziraat ve istifadeye kabil olmasın. Belki orta bir vaziyette yapılmıştır ki, hem mesken, hem mezraa olsun. Bu iki faydanın taht-ı temine alınması, elbette ve elbette bir maksat, bir hikmet ve bir nizam ile olabilir. -3- : Semanın, insanlara bir sakf, bir dam gibi yapılması, yıldızların o damda asılı kandiller gibi olmalarını istilzam eder ki, teşbih tamam olsun. Öyleyse gayr-ı
mütenahi şu boşlukta dağınık bir şekilde yıldızların bulunması, akılları hayrette bırakan nizam ve intizamlı vaziyetleri kör tesadüfe isnad edilemez. Sual: İnsan, arza nisbeten bir zerredir. Arz da kainata nazaran bir zerredir. Ve keza, insanın bir ferdi, nev’ine nisbeten bir zerredir; nev’i de, sair ortakları bulunan enva içinde bir zerre gibidir. Ve keza, aklın düşünebildiği gayeler, faydalar hikmet-i ezeliye ve ilm-i İlahideki faydalara nisbeten bir zerreden daha aşağıdır. Binaenaleyh, böyle bir alemin insanın istifadesi için yaratılmış olduğu akla giremez. Cevap: Evet, zahire bakılırsa insan bir zerre hükmündedir. Fakat insanın taşıdığı ruha, kafasına taktığı akla, kalbinde beslediği istidatlara nazaran bu alem-i şehadet dardır, istiab edemez. Ancak o ruhun arzularını ve o aklın fikirlerini ve o istidatların meyillerini tatmin ve temin edecek alem-i ahirettir. Ve keza, istifade hususunda müzahame, mümanaa ve tecezzi yoktur; bir küll ile cüz’iyatı gibidir. Nasıl ki bir külli, bütün cüz’iyatında mevcut olduğu halde, ne o küllide tecezzi ve inkısam olur ve ne de cüz’iyatında müzahame ve müdafaa olur. Küre-i arzdan da binlerce müstefid olsa, ne aralarında bir müzahame olur ve ne küre-i arzda bir noksaniyet peyda olur. Yalnız insanın indallah kerameti olduğu için, alem-i şehadetin yaratılışında insan, ille-i gaiye menzilesinde gösterilmiştir. Ve insanın hatırı için, bütün envaa bir umumi ziyafet verilmiştir. Bu ise, bütün alemin faydaları insana münhasır olup başkalara hiçbir faydası yoktur demek değildir. -1- : İnzalin Cenab-ı Hakka olan isnadından anlaşılıyor ki, yağmurun katreleri başıboş değildir; ancak bir hikmet altında ve bir mizan-ı kasti ile inerler. Çünkü, o mesafe-i baideden gelmekle beraber, rüzgar ve hava da müsademelerine yardımcı olduğu halde, katrelerin aralarında müsademe olmuyor. Öyleyse o katreler başıboş olmayıp, gemleri, onları temsil eden meleklerin elindedir. -2- : Sema kelimesinin zikri geçtiğine nazaran, makam, zamirin yeri olduğu halde ism-i zahir ile zikredilmesi, yağmurların sema cirminden değil. Sema cihetinden geldiğine işarettir. Çünkü, sebkat eden sema kelimesinden maksat, cirm değil, cihettir. -3- : Semadan gelen karlar, dolular, sular olduğu halde yalnız suların zikredilmesi, en büyük istifadeyi temin eden, su olduğuna işarettir. kelimesinde tenkiri
1 Ve gökten de size bir su indirip onula türlü meyvelerden ve mahsullerden size rızık ve sair gıdaları çıkardı. (Bakara Suresi: 22.)
ifade eden tenvin ise, yağmur suyunun acip bir su olup, nizamı garip, imtizacat-ı kimyeviyesi size meçhul olduğuna işarettir. -1- ’deki müddet ve mühlet olmaksızın takibini ifade eder. Buna binaen, semeratın ihracı, yağmurun inzali akabinde bir müddet ara vermeden husule gelmesi lazımdır. Halbuki ihraç ile inzal arasında hayli bir zaman vardır. Öyleyse , ’ye atıf değildir. Ancak, inzali takip eden fiillerin silsilesi ortadan kaldırılarak o fiillerin neticesi hükmünde olan , -2- ’ye atfedilmiştir. Takdir-i kelam şöyle olsa gerekir: -3- Bu itibarla, inzali takip eden -4- fiilidir. ’nin de asıl mevkii, ’dir. -5- ’deki harfi, sebebiyetle karışık ilsak manasınadır. Yani, su, semeratın husulüne sebep olduğu gibi, semerata mülsak, karışık, yapışık olduğundan da, semeratın taravet ve tazeliğini muhafazaya vesiledir. -6- ’deki beyan ile karışık ibtidayı ifade eder. Bu itibarla ’ye mef’ul olamaz, ancak sami’in fehmine göre tayin edilen mef’ul-ü mukadderdir. ise, o mef’ule beyandır. Takdir-i kelam -7- şeklindedir. Nekre olarak -8- ’nın zikredilmesi, bu rızkın nereden ve neyle husule geldiği size meçhul olduğuna işarettir.
1 Çıkardı.
2 İndirdi.
3 Semadan bir su indirdi, yeryüzü harekete gelip kabardı, yeşillendi, bitkiler verdi, o suyla meyveler çıkardı.
-1- ’deki ecliyet ve sebebiyet içindir. Yani, "Siz, rızkın gelmesine sebepsiniz, amma istifadesi size mahsus ve münhasır değildir ve başkalar da tebean istifadeye şeriktirler." Ve keza, Cenab-ı Hak, sizlere nimetlerini tahsis ettiği gibi, sizin de şükrünüzü ona tahsis etmeniz lazım geldiğine işarettir. -2- Başta bulunan geçen dört fıkraya bakıyor. Yani: "Odur Mabud, şerik yapmayınız. Odur Kadir-i Mutlak, şerikini itikad etmeyiniz. Odur Mün’im, şükründe şerik yapmayınız. Odur Halık, başka bir halık tahayyül etmeyiniz." -3- Bu tabirin, -4- tabirine tercihi, onların, Allah’a isnad ettikleri şeriklerin ve misillerin aslı ve hakikati olmadığı için o uydurma şeriklerin itikad edilecek şeyler olmadığına, ancak uydurma, ca’li şeyler olduklarına işarettir. -5- Lafza-i Celalin -6- üzerine takdimi, Allah’ın daima hazır olduğunu düşünmek lüzumuna ve nehyin menşei, şerikin Allah için yapılışı olduğuna işarettir.
Endad, ’ün cem’idir. ise, "misil" manasınadır. Halbuki, Cenab-ı Hakka yapılan misil, onun zıddı olur. Birşey, hem zıt, hem misil olamaz; ve birşeyin zıddı, ona misil olamaz. Öyleyse mislin bulunması, mislin muhaliyetini istilzam eder. ’in siga-i cem ile zikri, müşriklerin cehaletine işarettir. Yani: "Hiçbir cihetten bir benzeri olmayan Cenab-ı Hakka nasıl bir sürü misil ve zıt yapıyorsunuz?" Ve keza, bütün enva-ı şirkin reddine işarettir. Yani, "Ne zatında ve ne sıfatında ve ne ef’alinde şeriki, şebihi yoktur." Ve keza, veseni, sabii, ehl-i teslis, ehl-i tabiat gibi firak-ı dallenin tevehhüm ettikleri şeriklerin tabakalarına işarettir.
1 Sizin için.
2 Öyleyse Allaha eş ve ortak koşmayınız. (Bakara Suresi: 22.)
İhtar : Veseni mezhebinin menşei, yıldızları ilah itikad etmek, hululü tahayyül etmek, cismiyeti tevehhüm etmek gibi gülünç şeylerdir. -1- Bu cümle ile ayetlerin sonunda zikredilen emsali cümleler, İslamiyetin menşei ilim, esası, akıl olduğuna işaret eder. Binaenaleyh, İslamiyetin, hakikati kabul ve safsatalı evhamı reddetmek, şanındandır. -2- ’ye bir mef’ulün terki, çok mef’ullerin takdirine sebep olmuştur. Demek, icaz ve ihtisarı yapmakla itnab ve uzatmaktan kaçarken, daha ziyade itnaba, tatvile sebep olmuştur. Yani, Allah’tan başka mabudunuz olmadığını, halıkınızın bulunmadığını başka bir kadir-i mutlak olmadığını ve mün’iminizin bulunmadığını bilirsiniz. Keza bilirsiniz ki, onların uydurdukları alihe ve esnam, bir şeye kadir olmayıp, onlar da mahluk ve mec’ul şeylerdir.
Gayet kısa bir meali: Yani, "Abdimiz üzerine inzal ettiğimiz Kur’an’da bir şüpheniz varsa, Kur’an’ın mislinden bir sure yapınız. Hem de, Allah’tan başka, işlerinizde kendilerine müracaat ettiğiniz şüheda ve muinlerinizi de çağırınız, yardım etsinler. Eğer sözünüzde sadık iseniz hepiniz beraber çalışınız, Kur’an’ın mislinden bir sure getiriniz. Eğer bir misil getiremediğiniz takdirde-zaten getiremezsiniz ya-öyle bir ateşten sakınınız ki, odunu, insanlar ile taşlardır." Kitabın evvelinde beyan edildiği gibi Kur’an-ı Kerimin takip ettiği esas maksat dörttür. Birinci maksadı olan "tevhid", evvelki ayetle beyan edilmiştir. Bu ayetle de, ikinci maksat olan "nübüvvet" beyan ve izah edilmiştir. Yalnız birşey var ki, bu ayet, nübüvvet-i Muhammediyenin (a.s.m.) ispatı hakkındadır; nübüvvet-i mutlaka hakkında değildir. Halbuki maksat, mutlak nübüvvettir. Fakat külli, cüz’ide dahildir. Cüz’inin ispatıyla külli de ispat edilmiş olur. Bu ayet, Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın nübüvvetini, en büyük mucizesi olan i’caz-ı Kur’an’dan bahisle ispat ediyor. O Zatın (a.s.m.) nübüvvetine dair delail başka risalelerimizde beyan edilmiştir. Burada, yalnız bir kısmını hülasaten "altı mesele" zımnında beyan edeceğiz. Bakara Suresi: 23-24.
BİRİNCİ MESELE Enbiya-i salifinde nübüvvete medar ve esas tutulan noktalar ve onların ümmetleriyle olan muameleleri hakkında-yalnız zaman ve mekanın tesiriyle bazı hususat müstesna olmak şartıyla-yapılacak tam bir teftiş ve kontrol neticesinde, Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselamda daha ekmel, daha yükseği bulunmakta olduğu tahakkuk eder. Binaenaleyh, nübüvvet mertebesine nail olanların heyet-i mecmuası, mucizeleriyle ve sair ahvalleriyle, lisan-ı hal ve kal ile, nev-i beşerin sinni, kemale geldiğinde "Üstadü’l-Beşer" ünvanını taşıyan Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselam’ın sıdk-ı nübüvvetine ilan-ı şehadet etmişlerdir. O Hazret de (a.s.m.), bütün mucizeleriyle Saniin vücut ve vahdetini, nurlu bir bürhan olarak aleme ilan etmiştir. İKİNCİ MESELE O zatın (a.s.m.) evvel ve ahir bütün ahval ve harekatı nazar-ı dikkatten geçirilirse, herbir hareketi, herbir hali harikulade değilse de onun sıdkına delalet eder. Ezcümle: "Gar" meselesinde, Ebu Bekri’s-Sıddık ile beraber halas ve kurtuluş ümidi tamamıyla kesildiği bir anda * "Korkma, Allah bizimle beraberdir" diye Ebu Bekri’s-Sıddık’a verdiği teselli ve tavk-ı beşerin fevkinde bir ciddiyetle, bir metanetle, bir şecaatle, havfsız, tereddütsüz gösterdiği vaziyet, elbette sıdkına ve nokta-i istinadı olan Halıkına itimad ettiğine güneş gibi bir bürhandır. Kezalik, saadet-i dareyn için tesis ettiği esaslarda isabet etmiş olduğu ve izhar ettiği kavaidin, hakikatle muttasıl ve hakkaniyetle yapışık olduğu, bütün alemce mazhar-ı kabul ve tasdik olmuş ve olmaktadır. İhtar : O zatın (a.s.m.) ahval ve harekatı birer birer, yani tek tek onun sıdk ve hakkaniyetini gösterirse, heyet-i mecmuası onun sıdk-ı nübüvvetine öyle bir delil olur ki, şeytanları bile tasdike mecbur eder. ÜÇÜNCÜ MESELE O zatın (a.s.m.) sıdk-ı nübüvvetini yazıp tasdik eden birkaç sayfa vardır. Pimdi o sayfaları okuyacağız. Birinci sayfa : O Hazretin zatıdır. Fakat bu sayfayı mütalaadan evvel, dört nükteye dikkat lazımdır. Birinci nükte: Yani, fıtri karagözlülük, sun’i (yapma) karagözlülük gibi değildir. Yani, yapma ve sun’i olan birşey ne kadar
güzel ve ne kadar kamil olursa olsun, fıtri ve tabii olan şeylerin mertebesine yetişemez ve onun yerine kaim olamaz. Herhalde sun’iliğin yanlışlıkları, onun ahvalinden, etvarından belli olacaktır. İkinci nükte: Ahlak-ı aliyeyi ve yüksek huyları hakikate yapıştıran ve o ahlakı daima yaşattıran, ciddiyet ile sıdktır. Eğer sıdk kalkıp araya kizb girerse, rüzgarlara oyuncak olan yapraklar gibi, o adam da insanlara oyuncak olur. Üçüncü nükte: Mütenasip olan eşya arasında meyil ve cezbe vardır. Yani, birbirine temayül ederler ve yekdiğerini celb ederler, aralarında ittihad olur. Fakat birbirine zıt olan eşyanın aralarında nefret vardır, çekememezlik olur. Dördüncü nükte: Cemaatte olan kuvvet fertte yoktur. Mesela, çok iplerin heyet-i mecmuasının teşkil ettiği urgandaki kuvvet, ipler birbirinden ayrı olduğu zaman bulunmaz. Bu nükteler göz önüne getirilmekle o Hazretin sayfası okunmalıdır. Evet, o Zatın bütün asarı, siretleri, tarihçe-i hayatı ve sair ahvali, onun pek büyük, azim ve ahlak sahibi olduğuna şehadet ediyorlar. Hatta düşmanları bile onun ahlakça pek yüksekliğinden dolayı kendisini "Muhammedü’l-Emin" ile lakaplandırmışlardır. Malumdur ki, bir zatta içtima eden ahlak-ı aliyenin imtizacından izzet-i nefis, haysiyet, şeref, vakar gibi, hasis, alçak şeylere tenezzül etmeye müsaade etmeyen yüksek haller husule gelir. Evet, melaike, ulüvv-ü şanlarından, şeytanları reddeder, kabul etmezler. Kezalik, bir zatta içtima eden ahlak-ı aliye kizb, hile gibi alçak halleri reddeder. Evet, yalnız şecaatle iştihar eden bir zat, kolay kolay yalana tenezzül etmez. Bütün ahlak-ı aliyeyi cem eden bir zat, nasıl yalana ve hileye tenezzül eder; imkanı var mıdır? Hülasa: Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselam kendi kendine güneş gibi bir bürhandır. Ve keza, o Zatın (a.s.m.) dört yaşından kırk yaşına kadar geçirmiş olduğu gençlik devresinde bir hilesi, bir hıyaneti görülmemiş ve bir yalanı işitilmemiştir. Eğer o Zatın yaratılışında, tabiatında bir fenalık, bir kötülük hissi ve meyli olmuş olsaydı, behemehal gençlik saikasıyla dışarıya verecekti. Halbuki bütün yaşını, ömrünü kemal-i istikametle, metanetle, iffetle, bir ıttırad ve intizam üzerine geçirmiş, düşmanları bile hileye işaret eden bir halini görmemişlerdir. Ve keza, yaş kırka baliğ olduğunda, iyi olsun, kötü olsun ve nasıl bir ahlak olursa olsun, rüsuh peyda eder, meleke haline gelir, daha terki mümkün olmaz. Bu Zatın tam kırk yaşının başında iken yaptığı o inkılab-ı azimi aleme kabul ve tasdik ettiren ve alemi celp ve cezb ettiren, o Zatın (a.s.m.) evvel ve ahir herkesçe malum olan sıdk ve emaneti idi. Demek o Zatın (a.s.m.) sıdk ve emaneti, dava-yı nübüvvetine en büyük bir bürhan olmuştur.
DÖRDÜNCÜ MESELE İkinci sayfayı okuyacağız. Bu sayfa, mazi, yani Zaman-ı Saadetten evvelki zamandır. Pu sayfanın havi olduğu enbiya-i salifinin ahval ve kıssaları, o Zatın sıdk-ı nübüvvetine birer bürhandır. Yalnız dört nükteye dikkat lazımdır. Birinci nükte: İnsan, bir fennin esaslarını ve o fennin hayatına taalluk eden noktaları bilmekle, yerli yerince kullanmasına vakıf olduktan sonra davasını o esaslara bina etmesi, o fende mahir ve mütehassıs olduğuna delildir. İkinci nükte: Fıtrat-ı beşeriyenin iktizasındandır ki, adi bir insan da olsa, hatta çocuk da olsa, hatta küçük bir kavim içinde de bulunsa, pek kıymetsiz bir dava hususunda cumhura muhalefet edip yalan söylemeye cesaret edemez. Acaba, pek büyük bir haysiyet sahibi, alem-şümul bir davada, pek inatlı ve kesretli bir kavim içinde, ümmi, yani okur-yazar sınıfından olmadığı halde, aklın tek başına idrakten aciz olduğu bazı şeylerden bahsedip kemal-i ciddiyetle aleme neşir ve ilan etmesi onun sıdkına delil olduğu gibi, o meselenin Allah’tan olduğuna da bir bürhan olmaz mı? Üçüncü nükte: Malumdur ki, medeni insanlarca malum ve meluf pek çok ilimler, sıfatlar, fiiller vardır ki, bedevilerce meçhul olur ve o gibi şeylerden haberleri yoktur. Binaenaleyh, bilhassa geçmiş zamanlardaki bedevilerin ahvalinden bahsetmek isteyen bir adam, hayalen o zamanlara, o çöllere gidip onlarla görüşmelidir. Zira onların ahvalini ezberden, onları görmeden muhakeme etmekle istediği malumatı elde edemez. Dördüncü nükte: Ümmi bir adam, bir fennin ulemasıyla münakaşaya girişerek, beyne’l-ulema ittifaklı olan meseleleri tasdik ve ihtilaflı olanları da tashih ederse, o adamın bu harika olan hali, onun pek yüksekliğine ve onun ilminin de vehbi olduğuna delalet etmez mi? Bu dört nükteyi göz önüne getir, Muhammed-i Arabi Aleyhissalatü Vesselama bak ki, o zat, herkesçe müsellem ümmiliğiyle beraber, geçmiş enbiya ile kavimlerinin ahvallerini görmüş ve müşahede etmiş gibi, Kur’an’ın lisanıyla söylemiştir. Ve onların ahvalini, sırlarını beyan ederek aleme neşir ve ilan etmiştir. Bilhassa naklettiği onların kıssaları, bütün zekilerin nazar-ı dikkatini celb eden dava-yı nübüvvetini ispat içindir. Ve naklettiği esasları, beyne’l-enbiya ittifaklı olan kısmı tasdik, ihtilaflı olanı da tashih edip davasına mukaddeme yapmıştır. Sanki o Zat, vahy-i İlahinin makesi olan masum ruhuyla zaman ve mekanı tayyederek o zamanın en derin derelerine girmiş ve gördüğü gibi söylemiştir. Binaenaleyh, o Zatın bu hali, onun bir mucizesi olup nübüvvetine delil olduğu gibi, evvelki enbiyanın da nübüvvet delilleri manevi bir delil hükmünde olup, o Zatın nübüvvetini ispat eder. BEŞİNCİ MESELE Asr-ı Saadete ve bilhassa Ceziretü’l-Arab meselesine dairdir. Bunda da dört nükte vardır.
Birinci nükte: alemce malumdur ki, az bir kavmin adetlerinden, hakir, ehemmiyetsiz bir adeti kaldırmak veya zelil, miskin bir taifenin cüz’i zayıf huylarını ref etmek, büyük bir hükümdara, uzun bir zamanda bile çok zahmetlere bağlıdır. Acaba, hakim olmamakla beraber, az bir zamanda, nihayet derecede adetlerine mutaassıp, inatçı ve kesretli bir kavimde rüsuh ve kuvvet peyda etmiş olan adetleri ref ve kalblerde istikrar peyda eden ve zamanlarca devam ve istimrar eden ahlaklarını terk ettiren, hem yerlerine gayet yüksek adetleri, güzel ahlakları tesis eden bir zat harikulade olmaz mı? İkinci nükte: Yine alemce malumdur ki, devlet bir şahs-ı manevidir. Çocuk gibi, teşekkülü, büyümesi tedricidir. Ve keza, yeni teşekkül eden bir devletin, bir milletin ruhuna kadar nüfuz eden eski bir devlete galebe etmesi, yine tedricidir, zamana mütevakkıftır. Acaba, Muhammed-i Arabi Aleyhissalatü Vesselamın bütün esasat-ı aliyeyi havi olan ve maddi-manevi bütün terakkiyat ve medeniyet-i İslamiyenin kapısını açan, kısa bir zamanda def’aten teşkil ettiği bir devletle dünyanın bütün devletlerine galebe edip maddi-manevi hakimiyetini muhafaza ve ibka ettiren, harikuladeliği değil midir? Üçüncü nükte: Evet, kahır ve cebirle zahiri bir hakimiyet, sathi bir tahakküm, kısa bir zamanda ibka edilebilir. Fakat bütün kalblere, fikirlere, ruhlara icra-yı tesir ederek, zahiren ve batınen beğendirmek şartıyla vicdanlar üzerine hakimiyetini muhafaza ve ibka etmek, en büyük harika olmakla, ancak nübüvvetin hassalarından olabilir. Dördüncü nükte: Evet, tehditlerle, korkularla, hilelerle efkar-ı ammeyi başka bir mecraya çevirtmek mümkün olur. Fakat tesiri cüz’idir, sathidir, muvakkat olur. Muhakeme-i akliyeyi az bir zamanda kapatabilir. Amma irşadıyla kalblerin derinliklerine kadar nüfuz etmek, hissiyatın en incelerini heyecana getirmek, istidatların inkişafına yol açmak, ahlak-ı aliyeyi tesis ve alçak huyları imha ve izale etmek, cevher-i insaniyetten perdeyi kaldırıp hakikati teşhir etmek, hürriyet-i kelama serbesti vermek, ancak şua-ı hakikatten muktebes harikulade bir mucizedir. Evet, Asr-ı Saadetten evvelki zamanlarda kalb katılığı ve merhametsizlik öyle bir hadde baliğ olmuştu ki, kocaya vermekten ar ederek kızlarını diri diri toprağa gömerlerdi! Asr-ı Saadette İslamiyetin doğurduğu merhamet, şefkat, insaniyet sayesinde, evvelce kızlarını gömerlerken müteessir olmayanlar, İslamiyet dairesine girdikten sonra karıncaya bile ayak basmaz oldular. Acaba böyle ruhi, kalbi, vicdani bir inkılap hiçbir kanuna tatbik edilebilir mi? Bu nükteleri ceyb-i kalbine soktuktan sonra, bu noktalara da dikkat et: 1. Tarih-i alemin şehadetiyle sabittir ki, parmakla gösterilen en büyük bir dahi, ancak umumi bir istidadı ihya ve umumi bir hasleti ikaz ve umumi bir hissi inkişaf ettirebilir. Eğer böyle bir hissi de ikaz edememiş ise sa’yi hep heba olur.
2. Tarih bize gösteriyor ki, en büyük bir insan, hamiyet-i milliye, hiss-i uhuvvet, hiss-i muhabbet, hiss-i hürriyet gibi hissiyat-ı umumiyeden bir veya iki veyahut üç hissi ikaz etmeye muvaffak olur. Acaba evvelki zamanların cehalet, şekavet, zulüm zulmetleri altında gizli kalan binlerce hissiyat-ı aliyeyi, Ceziretü’l-Arab memleketinde, bedevi ve dağınık bir kavim içinde inkişaf ettirmek harikulade değil midir? Evet, şems-i hakikatin ziyasındandır. Bu noktaları aklına sokamayanın, Ceziretü’l-Arabı biz gözüne sokarız. Ey muannid! Ceziretü’l-Araba git, en büyük filozoflardan yüz taneyi de intihap et, beraber götür. Onlar da orada ahlakın ve maneviyatın inkişafı hususunda çalışsınlar. Muhammed-i Arabinin o vahşetler zamanında o vahşi bedevilere verdiği cilayı, senin o filozofların, şu medeniyet ve terakkiyat devrinde yüzde bir nisbetinde verebilirler mi? Çünkü o Zatın yaptığı o cila İlahi, sabit, layetegayyer bir ciladır ve onun büyük mucizelerinden biridir. Ve keza, bir işte muvaffakiyet isteyen adam, Allah’ın adetlerine karşı safvet ve muvafakatini muhafaza etsin ve fıtratın kanunlarına kesb-i muarefe etsin ve heyet-i içtimaiye rabıtalarına münasebet peyda etsin. Aksi takdirde, fıtrat, adem-i muvafakatla cevap verecektir. Ve keza, heyet-i içtimaiyede, umumi cereyana muhalefet etmemek lazımdır. Muhalefet edildiği takdirde, dolabın üstünden düşer, altında kalır. Binaenaleyh, o cereyanlarda, tevfik-i İlahinin müsaadesine mazhariyeti dolayısıyla, o dolabın üstünde, Muhammed-i Arabi Aleyhissalatü Vesselamın hak ile mütemessik olduğu sabit olur. Evet, Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın getirdiği şeriatın hakaiki, fıtratın kanunlarındaki muvazeneyi muhafaza etmiştir. İçtimaiyatın rabıtalarına lazım gelen münasebetleri ihlal etmemiştir. Zaman uzadıkça, aralarında ittisal peyda olmuştur. Bundan anlaşılır ki, İslamiyet, nev-i beşer için fıtri bir dindir ve içtimaiyatı tezelzülden vikaye eden yegane bir amildir. Bu nükteler ile şu noktaları nazara al, Muhammed-i Haşimi Aleyhissalatü Vesselama bak. O Zat, ümmiliğiyle beraber, bir kuvvete malik değildi. Ne onun ve ne de ecdadının bir hakimiyetleri sebkat etmemişti; bir hakimiyete, bir saltanata meyilleri yoktu. Böyle bir vaziyette iken, mühim bir makamda, tehlikeli bir mevkide, kemal-i vüsuk ve itmi’nan ile büyük bir işe teşebbüs etti, bütün efkar-ı ammeye galebe çaldı, bütün ruhlara kendisini sevdirdi, bütün tabiatların üstüne çıktı, kalblerden bütün vahşet adetlerini, çirkin ahlakları kaldırarak pek yüksek adat ve güzel ahlakı tesis etti, vahşetin çöllerinde sönmüş olan kalblerdeki kasaveti ince hissiyatla tebdil ettirdi ve cevher-i insaniyeti izhar etti. Onları, o vahşet köşelerinden çıkararak, evc-i medeniyete yükseltti ve onları, o zamana, o aleme muallim yaptı. Ve onlara öyle bir devlet teşkil etti ki, sahirlerin sihirlerini yutan asa-yı Musa gibi, başka zalim devletleri yuttu ve nev-i beşeri istila eden zulüm, fesat, ihtilal,
şekavet rabıtalarını yaktı, yıktı ve az bir zamanda, devlet-i İslamiyeyi şarktan garba kadar tevsi ettirdi. Acaba o zatın şu macerası, onun mesleği hak ve hakikat olduğuna delalet etmez mi? ALTINCI MESELE Bu mesele, istikbal sayfasına bakar. Bu sayfada dahi dört nükte vardır. Birinci nükte: Bir insan, ne kadar yüksek olursa olsun, ancak dört beş fende mütehassıs ve meleke sahibi olabilir. İkinci nükte: Bazan olur ki, iki adamın söyledikleri bir söz, bir kelam, mütefavit olur; birisinin cehline, sathiliğine; ötekisinin ilmine, maharetine delalet eder. Şöyle ki: Bir adam, düşünmeden, gayr-ı muntazam bir surette söyler; ötekisi, o sözün evvel ve ahirine bakar, siyak ve sibakını düşünür ve o sözün başka sözlerle münasebetlerini tasavvur eder ve münasip bir mevkide, münbit bir yerde zer’ eder. İşte bu adamın şu tarz-ı hareketinden, derece-i ilim ve marifeti anlaşılır. Kur’an-ı Kerimin fenlerden bahsederken aldığı fezlekeler, bu kabil kelamlardandır. Üçüncü nükte: Bu zamanda vesait, alat ve edevat, sanayiin tekemmülüyle çocukların oyuncakları gibi adileşmiş olan çok şeyler vardır ki, eğer onlar bundan iki üç asır evvel vücuda gelmiş olsaydılar, harikalardan addedilecekti. Kezalik, kelamlarda, sözlerde de zamanın tesiri vardır. Mesela bir zamanda kıymetli bir sözün, başka bir zamanda kıymeti kalmaz. Binaenaleyh, şu kadar uzun zamanlar, asırlar boyunca gençliğini, güzelliğini, tatlılığını, garabetini muhafaza eden Kur’an, elbette ve elbette harikadır. Dördüncü nükte: İrşadın tam ve nafi olmasının birinci şartı, cemaatin istidadına göre olması lazımdır. Cemaat, avamdır. Avam ise, hakaiki çıplak olarak göremez, ancak onlarca malum ve me’luf üslup ve elbise altında görebilirler. Bunun içindir ki, Kur’an-ı Kerim, yüksek hakaiki, müteşabihat denilen teşbihler, misaller, istiarelerle tasvir edip, cumhura, yani avam-ı nasın fehimlerine yakınlaştırmıştır. Ve keza, tekemmül etmeyen avam-ı nasın tehlikeli galatlara düşmemesi için, hiss-i zahiri ile gördükleri ve itikad ettikleri güneş, arz gibi meselelerde icmal ve ipham etmişse de, yine hakikatlere işareten bazı emareler, karineler vaz etmiştir. Bu nükteleri aklına koyduktan sonra, şu gelen fezlekeye dikkat et. Şeriat-ı İslamiye, akli bürhanlar üzerine müessestir. Bu şeriat, ulum-u esasiyenin hayati noktalarını tamamıyla tazammun etmiş olan ulum ve fünundan mülahhasdır. Evet, tehzibü’r-ruh, riyazetü’l-kalb, terbiyetü’l-vicdan, tedbirü’l-cesed, tedvirü’l-menzil, siyasetü’l-medeniye, nizamatü’l-alem, hukuk, muamelat, adab-ı içtimaiye, vesaire vesaire gibi ulum ve fünunun ihtiva ettikleri esasatın fihristesi, şeriat-ı İslamiyedir. Ve aynı zamanda, lüzum görülen meselelerde, ihtiyaca göre izahatta bulunmuştur. Lüzumlu olmayan yerlerde veya zihinlerin istidadı olmayan
meselelerde veyahut zamanın kabiliyeti olmayan noktalarda, bir fezleke ile icmal etmiştir. Yani, esasları vaz etmiş, fakat o esaslardan alınacak hükümleri veya esasata bina edilecek füruatı akıllara havale etmiştir. Böyle bir şeriatın ihtiva ettiği fenlerin üçte biri bile, şu zaman-ı terakkide, en medeni yerlerde, en zeki bir insanda bulunamaz. Binaenaleyh, vicdanı insaf ile müzeyyen olan zat, bu şeriatın hakikatinin bütün zamanlarda, bilhassa eski zamanda, takat-i beşeriyeden hariç bir hakikat olduğunu tasdik eder. Evet, zahiren İslamiyet dairesine girmeyen düşman filozofları bile, bu hakikati tasdik etmişlerdir. Ezcümle, Amerikalı filozof Carlyle, Alman edib-i şehiri Goethe’den naklen, Kur’an’ın hakaikine dikkat ettikten sonra, "Acaba İslamiyet içinde alem-i medeniyetin tekemmülü mümkün müdür?" diye sormuştur. Yine bu suale cevaben demiştir ki: "Evet. Muhakkikler, şimdi o daireden istifade ediyorlar." Yine Carlyle demiştir ki: "Hakaik-ı Kur’aniye tulu ettiği zaman, ateş gibi bütün dinleri yuttu. Zaten bu onun hakkı idi. Çünkü, Nasara ve Yahudilerin hurafelerinden birşey çıkmadı." İşte bu filozof, ilaahir olan ayet-i kerimenin mealini tasdik etmiştir. HAŞİYE Sual : Gerek Kur’an-ı Kerim olsun, gerek tefsiri olan hadis-i şerif olsun, her fenden, her ilimden birer fezleke almışlardır. Bir kitap veya bir şahsın yalnız fezlekeleri ihata etmekle harika olması lazım gelmez. Bir şahıs, pek çok fezlekeleri ihata edebilir. Cevap : Bahsettiğimiz fezleke, sellemehüsselam fezlekeler değildir. Ancak, hüsn-ü isabetle, münasip bir mevkide ve münbit bir yerde, işitilmemiş çok işaretleri tazammun etmekle istimal ve zer edilen fezlekelerdir. Kur’an veya hadisin aldıkları fezlekeler, bu kabil fezlekelerdir. Bu kabil fezlekeler, tam bir meleke ve ıttıladan sonra hasıl olabilir ki, herbir fezleke, me’hazı olan fen veya ilmin hükmünde olur. Bu ise, bir şahısta olamaz. Aziz arkadaş! Bu meselelerde yazılan muhakemelerin neticesi olarak şu gelen kaideleri de koynuna koy, sana lazım olur. 1. Bir şahıs, çok fenlerde ihtisas sahibi olamaz. 2. İki şahıstan sudur eden bir söz, istidatlarına göre tefavüt eder. Yani birisine göre altın, ötekisine nazaran kömür kıymetinde olur. 3. Fünun, fikirlerin birleşmesinden hasıl olup, zamanın geçmesiyle tekamül eder. 4. Eski zamanda nazari olup, bu zamanda bedihi olmuş olan çok meseleler vardır.
Kuranın mislinden bir süre yapınız. Eğer bunu yapamazsanız -ki asla yapamayacaksınız-öyle bir ateşten sakınınız ki... (Bakara Suresi: 23-24)
HAŞİYE Kırk sene sonra neşrolan Risale-i Nur’da Carlyle, Goethe ve Bismarck gibi, kırk meşhur filozofların tasdikleri beyan edilmiş. İnşaallah bu kitabın zeylinde dahi yazılacak.
5. Zaman-ı mazi, bu zamana kıyas edilemez; aralarında çok fark vardır. 6. Sahra ve çöl adamları, basit ve saf insanlar olduğundan, medenilerin medeniyet perdesi altında gizleyebildikleri hile ve desiseleri bilmezler ve gizleyemezler; her işleri merdanedir, kalbleri ve lisanları birdir. 7. Çok ilim ve fenler vardır ki, adetlerin telkiniyle, vukuatın talimiyle ve zamanla, muhitin yardımıyla husule gelirler. 8. Beşerin nazarı istikbale nüfuz edemez, hususi keyfiyat ve ahvali göremez. 9. Beşer için bir ömr-ü tabii olduğu gibi, yaptığı kanunlar için de bir ömr-ü tabii vardır; onun nihayeti olduğu gibi, bunun da nihayeti vardır. 10. İnsanların sıfatlarında, tabiatlarında, ahvalinde zaman ve mekanın çok tesiri vardır. 11. Eski zamanlarda harika addedilen çok şeyler vardır ki, mebadi ve vesaitin tekamülüyle adi şeyler hükmüne geçmişlerdir. 12. Def’aten bir fennin icadına ve ikmal edilmesine, bir zeka-i harika olsa bile, muktedir olamaz. O fen, ancak çocuk gibi tedricen kemale erer. Aziz kardeşim! Bu kaideleri birer birer sayıp kafana koyduktan sonra, zamanın hayal ve hülyalarından, muhitin evham ve hurafelerinden tecerrüd et, çıplak ol, bu asrın sahilinden dal, Ceziretü’l-Arab yarımadasına çık. O yarımadanın mahsulatından olan insanların kılık ve kıyafetlerine gir, fikirlerini başına tak, pek geniş olan o sahraya bak. Göreceksin ki: Bir insan, tek başına, ne muini var ve ne yardım edeni; ne saltanatı var ve ne definesi. Meydana çıkmış, bütün dünyaya karşı mübareze ediyor. Ve umum insanlara hücum etmeye hazırlanmıştır. Ve omuzlarına küre-i arzdan daha büyük bir hakikat almıştır. Elinde de, insanların saadetini temin eden bir şeriat tutmuştur ki, libasa benzemiyor; cilt ve deri gibi yapışık olup, istidad-ı beşerin inkişafı nisbetinde tevessü ve inkişaf etmekle saadet-i dareyni intaç ve nev-i beşerin ahvalini tanzim eder. "O şeriatın kanunları, kaideleri nereden gelmiş ve nereye kadar devam eder gider?" diye sorulduğu zaman, yine o şeriat, lisan-ı i’cazıyla cevaben diyecektir ki: Biz, Kelam-ı Ezeliden ayrıldık, nev-i beşerin fikriyle beraber ebede kadar devam edip gideceğiz. Fakat nev-i beşer dünyadan kat-ı alaka ettikten sonra, biz de sureten, teklif cihetiyle insanlardan ayrılacağız. Fakat maneviyatımız ve esrarımızla nev-i beşerin arkadaşlığına devam edip, onların ruhlarını gıdalandırarak, onlara delil olmaktan ayrılmayacağız. Ey arkadaş! Bu gördüğün garip, acip sayfanın baştan nihayete kadar ihtiva ettiği haller, inkılaplar, vaziyetler, ’deki emr-i taciziyi, nev-i beşere tekrar tekrar ilan ediyorlar.
Kur’an’ın mislinden bir sure yapınız. (Bakara Suresi: 23.)
Aziz kardeşim! Bir kapı daha açıldı, oraya bakalım. * ila ahir, olan ayet-i kerimenin işaret ettiği gibi, cemaatin istidadına göre irşadın yapılması lüzumundan ve Şari’in, cumhuru irşad etmekte takip ettiği maksattan gafletleri ve cehilleri dolayısıyla bazı insanlar, Kur’an hakkında çok şek ve şüphelere maruz kalmışlardır. O şek ve şüphelerin menşei üç emirdir. 1. Diyorlar ki: Kur’an’da "müteşabihat ve müşki-lat" denilen, hakiki manaları anlaşılmayan bazı şeylerin bulunması, i’cazına münafidir. Zira Kur’-an’ın i’cazı, belagat üzerine müessestir; belagat da, ancak ifadenin zuhur ve vuzuhuna mebnidir. 2. Diyorlar ki: Yaratılışa ait meseleler, müphem ve mutlak bırakılmıştır. Ve keza, kainata dair fünundan pek az bahsedilmiştir. Bu ise, talim ve irşad mesleğine münafidir. 3. Diyorlar ki: Kur’an’ın bazı ayetleri zahiren akli delillere muhaliftir. Bundan, o ayetlerin hilaf-ı vaki oldukları zihne geliyor. Bu ise, Kur’an’ın sıdkına muhaliftir. O heriflerin zuumlarınca, Kur’an’a bir nakise ve şek ve şüphelere sebep addettikleri şu üç emir, Kur’an-ı Kerime bir nakise teşkil etmez. Ancak, Kur’an’ın i’cazını bir kat daha ispat etmeye ve irşad hususunda Kur’an’ın en beliğ bir ifade ile en yüksek bir üslubu ihtiyar etmesine sadık-ı şahid ve kat’i delildir. Demek kabahat, onların fehimlerindedir-haşa!-Kur’an-ı Kerimde değildir. Evet, şairin dediği gibi, fehimleri hasta olduğundan, sağlam sözleri tayip ediyorlar veya, ayı gibi, elleri üzüm salkımına yetişemediğinden, ekşidir diyorlar. Bunların da fehimleri Kur’an’ın o yüksek i’cazına yetişemediğinden, tayip ediyorlar. "Kur’an-ı Kerim’de müteşabihat vardır" dedikleri birinci şüphelerine cevap: Evet, Kur’an-ı Kerim, umumi bir muallim ve bir mürşiddir. Halka-i dersinde oturan, nev-i beşerdir. Nev-i beşerin ekserisi avamdır. Mürşidin nazarında ekall, eksere tabidir. Yani, umumi irşadını ekallin hatırı için tahsis edemez. Maahaza, avama yapılan konuşmalardan havas hisselerini alırlar. Aksi halde, avam, yüksek konuşmaları anlayamadığından, mahrum kalır. Ve keza, avam-ı nas, ülfet ettikleri üsluplardan ve ifadelerin çeşitlerinden ve daima hayallerinde bulunan elfaz, maani ve ibarelerden fikirlerini ayıramadıklarından, çıplak hakikatleri ve akliyatı fehmedemezler. Ancak, o yüksek hakaikin,
* Eğer indirdiğimiz Kur’an’dan bir şüpheniz varsa... (Bakara Suresi: 24.)
onların ülfet ettikleri ifadelerle anlatılması lazımdır. Fakat Kur’an’ın böyle ifadelerinin hakikat olduğuna itikad etmemelidirler ki, cismiyet ve cihetiyet gibi muhal şeylere zahip olmasınlar. Ancak o gibi ifadelere, hakaike geçmek için bir vesile nazarıyla bakılmalıdır. Mesela, Cenab-ı Hakkın kainatta olan tasarrufunun keyfiyeti, ancak bir sultanın taht-ı saltanatında yaptığı tasarrufla tasvir edilebilir. Buna binaendir ki, * ayetinde kinaye tariki ihtiyar edilmiştir. Hissiyatı bu merkezde olan avam-ı nasa yapılan irşadlarda, belagat ve irşadın iktizasınca, avamın fehimlerine müraat, hissiyatına ihtiram, fikirlerine ve akıllarına göre yürümek lazımdır. Nasıl ki bir çocukla konuşan, kendisini çocuklaştırır ve çocuklar gibi çat-pat ederek konuşur ki, çocuk anlayabilsin. Avam-ı nasın fehimlerine göre ifade edilen Kur’an-ı Kerimin ince hakikatleri, ile anılmaktadır. Yani, insanların fehimlerine göre Cenab-ı Hakkın hitabatında yaptığı bu tenezzülat-ı İlahiye, insanların zihinlerini hakaikten tenfir edip kaçırtmamak için İlahi bir okşamadır. Bunun için, müteşabihat denilen Kur’an-ı Kerimin üslupları, hakikatlere geçmek için ve en derin incelikleri görmek için, avam-ı nasın gözüne bir dürbün veya numaralı birer gözlüktür. Bu sırra binaendir ki, büleğa, büyük bir ölçüde ince hakikatleri tasavvur ve dağınık manaları tasvir ve ifade için istiare ve teşbihlere müracaat ediyorlar. Müteşabihat dahi ince ve müşkil istiarelerin bir kısmıdır. Zira müteşabihat, ince hakikatlere suretlerdir. "Kur’an’da müşkilat vardır" dedikleri birinci şüphenin ikinci kısmına cevap: İşkal dedikleri şey ya üslubun pek yüksek ve muhtasar olmasıyla mananın çok derin ve inceliğinden ileri gelir; Kur’an’ın müşkilatı bu kabildendir. Veya ibarede karışık ve düğümlü noktaların bulunmasından neş’et eder; Kur’an-ı Kerim, bu kısım müşkilattan müberra ve münezzehtir. Acaba cumhurun zihninden uzak ve pek derin hakikatleri kolay ve kısa bir suretle avam-ı nasın fehimlerine yakınlaştırmak ayn-ı belagat değil midir? Belagat, mukteza-yı hali müraattan ibaret değil midir? Hey gözlerin kör olsun herif! "Yaratılışa ve maddiyata dair meselelerde Kur’an müphem geçmiştir" dedikleri ikinci şüphelerine cevap, şöyle ki: Şecere-i alemde, meylül-istikmal vardır. Yani, kainatın, bir ağaç gibi, bütün zerratı ve eczası kemale meyleder ve kemale doğru yürümektedirler. O umumi meylü’l-istikmalden ayrı olarak, insanda da meylü’t-terakki vardır. Bu meylü’t-terakki çekirdek gibidir; neşvüneması pek çok tecrübeler vasıtasıyla olur ve çok fikirlerin mahsulü olan neticelerin içtimaıyla teşekkül ve tevessü etmekle fünunu intaç eder. Bu fünun da, mürettebedir. Yani her ikinci fen, birincisinin neticesidir.
* O Rahman ki, hükümranlığı Arşı kaplamıştır. (Taha Suresi: 5.)
Birincisi olmasa, o olamaz. Birincisinin ona mukaddeme ve ulum-u mütearife hükmünde olması şarttır. Buna binaen, bundan on asır evvel gelen insanlara fünun-u hazırayı ders vermek veya garip meselelerden bahsetmek, onların zihinlerini şaşırtmaktan ve o insanları safsatalara atmaktan gayrı bir fayda vermezdi. Mesela, Kur’an-ı Kerim, "Ey insanlar! Pemsin sükununa, arzın hareketine HAŞİYE1 ve bir katre su içinde binlerce hayvanatın bulunduğuna dikkat ediniz ki azamet-i İlahiyeyi anlayasınız" demiş olsaydı, bütün o zamanların insanlarını tekzibe sevk etmiş olurdu. Çünkü hiss-i zahiriye muhaliftir. Maahaza, on asırdan beri gelip geçen insanları şaşırtmak, yalnız fünun-u cedidenin zuhurundan sonra gelen insanları memnun etmek, makam-ı irşada muhalif olduğu gibi, ruh-u belagatle de kabil-i telif değildir. Sual : "Keşfiyat-ı fenniye ve fünun-u hazıra eski insanlara meçhul ve gayr-ı me’luf olduğundan, onları onlara ders vermek hatadır" diyorsun. Bilhassa ahirete ait ahval gibi müstakbeldeki nazariyat da böyle değil midir? Onlar da bize meçhul ve gayr-ı me’lufturlar. Onlardan bahsetmek niçin hata olmuyor? Cevap : Müstakbeldeki nazariyat, bilhassa ahirete ait ahvale hiçbir cihetle hiss-i zahiri taalluk etmemiştir ki, o hissin hilafını söylemek şaşırtma olsun. Binaenaleyh, o gibi şeyler, daire-i imkandadırlar. Öyleyse, onlara itikad ve onlarla itminan peyda etmek mümkündür. Öyleyse, o gibi şeylerin hakk-ı sarihi, onları tasrih etmektir. Lakin keşfiyat-ı fenniye, eski insanlara göre, imkan ve ihtimal dairesinden çıkıp, muhal ve imtina derecesine girmişlerdir. Çünkü gözleriyle gördükleri şeyler, onlarca bedahet derecesine girmekle, onun hilafı onlarca muhaldir. Öyleyse, onların hissiyatına hürmeten, o gibi meselelerde belagatın iktizası, ipham ve ıtlaktır ki, onlara bir şaşırtma olmasın. Fakat Kur’an-ı Kerim, irşadını noksan bırakmamıştır. Bu zamanın fencilerini de istifadeden mahrum etmemek üzere, çok karine ve emarelerin vaz’ıyla, hakikatlere işaretler yapmıştır. HAŞİYE2 Ey insafsız! Seni insafa davet ediyorum. Bir kere olan meşhur düsturu nazara almakla, zamanlarıyla muhitlerinin müsaadesizliğini düşünerek, telahuk eden binlerce efkarın neticelerinden doğan şu keşfiyat-ı fenniyeyi o zamanlardaki insanların kafa
İnsanlarla anlayış seviyelerine göre konuş.
HAŞİYE1 Hasta halimde, nevm ile yakaza arasında ihtar edilen bir nüktedir. Şemsin, yerinde, Mevlevi-vari yaptığı semavi hareketi, kuvve-i cazibeyi tevlit etmek içindir, kuvve-i cazibe de manzume-i şemsiye ile anılan güneşe bağlı yıldızları düşmek tehlikesinden kurtarmak içindir. Demek şemsin mihverinde dairevari cereyan ve hareketi olmasa yıldızlar düşerler. Said Nursi Muhterem Müellif, diğer bir risalesinde şöyle diyor: Evet, güneş bir meyvedardır, silkinir, ta düşmesin seyyar olan yemişleri. Eğer sükunuyla sükunet eylese, cezbe kaçar, ağlar fezada muntazam meczupları. Mütercim
mideleri alıp hazmedemediklerine dikkat edersen anlayacaksın ki Kur’an-ı Kerimin o gibi meselelerde ihtiyar ettiği ipham ve ıtlak yolu, ayn-ı belagat olduğu gibi, yüksek i’cazını da ispata aşikar bir delil olduğunu, gözün kör değilse göreceksin! "Kur’an’da, delail-i akliyeye ve fennin keşfiyatına muhalif bazı ayetler vardır" dedikleri üçüncü şüphelerine cevap: Kur’an-ı Kerimde takip edilen maksad-ı asli, ispat-ı Sani, nübüvvet, haşir, adalet ile ibadet esaslarına cumhur-u nası irşad ve isal etmektir. Binaenaleyh, Kur’an-ı Kerimin kainattan yaptığı bahis tebeidir, kasti değildir. Yani ligayrihidir, lizatihi değildir. Yani, Kur’an-ı Kerim, Cenab-ı Hakkın vücut, vahdet ve azametine istidlal suretiyle kainattan bahsetmiştir. Yoksa, kainatın bizzat keyfiyetini izah etmek için değildir. Çünkü Kur’an-ı Kerim, coğrafya, kozmoğrafya gibi kasten kainatın keyfiyetinden mana-yı ismiyle bahseden bir fen, bir kitap değildir. Ancak, kainat sayfasında yazılan san’at-ı İlahiyenin nakışları ve yaratılan kudretin mucizeleri ve kozmoğrafyacıları hayrette bırakan nizam ve intizamla, mana-yı harfiyle Sani ve nizam-ı hakikiye istidlal keyfiyetini öğretmek için nazil olan bir kitaptır. Binaenaleyh, san’at, kasıt, nizam, kainatın her zerresinde bulunur, matlup hasıl olur; teşekkülü nasıl olursa olsun bizim matlubumuza taalluku yoktur. Febinaen ala zalik, madem ki Kur’an’ın kainattan bahsi istidlal içindir ve delilin de müddeadan evvel malum olması şarttır ve delilin muhataplarca vuzuhu müstahsendir; bazı ayetlerin onların hissiyatına ve edebi malumatlarına imale etmesi ve benzetmesi, mukteza-yı belagat ve irşad olmaz mı? Fakat bu ayetlerin, hissiyatlarına imale etmesi meselesi o hissiyata kasten delalet etmek için değildir. Ancak, kinaye kabilinden o hissiyatı okşamak içindir. Maahaza, hakikate ehl-i tahkiki isal için, karine ve emareler vaz edilmiştir. Mesela, eğer Kur’an-ı Kerim, makam-ı istidlalde şöylece demiş olsaydı ki: "Ey insanlar! Güneşin zahiri hareketiyle hakiki sükununa ve arzın zahiri sükunuyla hakiki hareketine ve yıldızlar arasında cazibe-i umumiyenin garibelerine ve elektriğin acibelerine ve yetmiş unsur arasında hasıl olan imtizacata ve bir avuç su içinde binler mikrobun bulunmasına dikkat ediniz ki, bu gibi harika şeylerden Cenab-ı Hakkın herşeye kadir olduğunu anlayasınız" deseydi, delil, müddeadan binlerce derece daha hafi, daha müşkül olurdu. Halbuki, delilin müddeadan daha hafi olması, makam-ı istidlale uymaz. Maahaza, onların hissiyatına imale edilen ayetler kinaye kabilinden olup, ifade ettikleri zahiri manaları sıdk veya kizbe medar olamaz. Evet, görmüyor musun, ’deki hiffeti ifade ediyor? Aslı olsun olsun, ne olursa olsun, bize taalluk etmez. Hülasa: Madem ki Kur’an, bütün zamanlardaki bütün insanlara nazil olmuştur; şu şüphe addettikleri umur-u selase, Kur’an’a nakise değil, Kur’an’ın yüksek i’cazına delillerdir. Evet, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyanı talim eden Cenab-ı Hakka
kasem ederim ki, o Beşir ve Nezirin (a.s.m.) basar ve basireti, hakikatı hayalden tefrik edememekten münezzehtir, celildir, celidir; veya insanları kandırarak mağlatalara düşürtmekten, meslek-i alileri ganidir, alidir, temizdir, tahirdir! YEDİNCİ MESELE Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın izhar ettiği mahsus ve zahiri ve insanlarca meşhur ve malum olan harika ve mucizelerinin ekserisi, tarih ve siyer kitaplarında mezkurdur ve aynı zamanda, muhakkikin-i ulema tarafından izah ve beyan edilmişlerdir. Binaenaleyh, tafsilatını o kitaplara havale ile yalnız o harikaların nevilerini icmalen izah edeceğiz. Evet, Peygamber Aleyhisselamın zahiri harikalarının herbirisi ahadi olup mütevatir değilse de, o ahadilerin heyet-i mecmuası ve çok nevileri, mütevatir-i bilmanadır. Yani, lafız ve ibareleri mütevatir değilse de, manaları çok insanlar tarafından nakledilmiştir. O harikaların nevileri üçtür. Birincisi: "İrhasat" ile anılmaktadır ki, Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın nübüvvetinden evvel zuhur eden harikalardır. Mecusi milletinin taptığı ateşin sönmesi, Sava denizinin sularının çekilmesi, Kisra sarayının yıkılması ve gaipten yapılan tebşirler gibi şeylerdir. Sanki o Hazretin (a.s.m.) zaman-ı veladeti, hassas ve keramet sahibi imiş gibi, o zatın kudüm ve gelmesini şu gibi hadiselerle tebşiratta bulunmuştur. İkinci nev’: İhbarat-ı gaybiyedir ki, bilahare vukua gelecek pek çok garip şeylerden bahsetmiştir. Ezcümle, Kisra ve Kayserin definelerinin İslam eline geçmesi, Rumların mağlup edilmesi, Mekke’nin fethi, Kostantiniye’nin alınması gibi hadisattan haber vermiştir. Sanki o zatın cesedinden tecerrüd eden ruhu, zaman ve mekanın kayıtlarını kırarak istikbalin her tarafına uçup gezmiş ve gördüğü vukuatı söylemiştir ve söylediği gibi de vukua gelmiştir. Üçüncü nev’: Hissi harikalardır ki, muaraza zamanlarında kendisinden talep edilen mucizelerdir. Taşın konuşması, ağacın yürümesi, ayın iki parçaya bölünmesi, parmaklarından su akması gibi. Tefsir-i Keşşaf’ın müellifi Zemahşeri’nin dediğine göre, o Hazretin bu nevi harikaları bine baliğ olmuştur. Ve bir kısmı da mütevatir-i bilmanadır. Hatta Kur’an’ı inkar edenlerden bir kısmı, inşikak-ı kamer manasında tasarruf etmemişlerdir. Sual : İnşikak-ı kamer bütün insanlarca kesb-i şöhret etmesi lazım bir mucize iken alemce o kadar şöhret bulmamıştır. Esbabı nedir? Cevap : Matla’ların ihtilafı ve havanın bulutlu olmasının ihtimali ve o zamanda rasathanelerin bulunmaması ve vaktin uyku gibi gaflet zamanı olması ve inşikakın ani olması gibi esbabdan dolayı, herkesçe o vak’anın görünmesi ve malum olması lazım gelmez. Maahaza, Hicaz matla’ıyla matla’ları bir olan yerlerde, o gece yollarda bulunan kervan ve kafilelerden naklen, inşikakın vukua geldiği hakkında çok rivayetler vardır.
Diyarbakır’da Van Valisi Cevdet Beyin evinde 19 Pubat 1330 tarihinde Cuma gecesi bu tefsirin ilk Arabi nüshasını tebyiz ederken, şu şekl-i garib, tevafukan vaki olmuştur. Ve o gece vukua gelen Bitlis’in sukutuyla mü-ellif Bediüzzaman’ın esaretine rastgelir. Sanki şu şekl-i garibin, şu mucizeler ve harikalar bahsinde o gece hu-sule gelmesi, müellifin Ruslara esir düştüğüne ve berabe-rinde bulunan bazı talebelerinin şehid olarak kanlarının dökülmesine harika bir işarettir. Said’in Küçük Kardeşi, Yirmi Senelik Talebesi Abdülmecid Ve keza bu nakış, başı kesilmiş bir yılanın, kuyruğunu müellif Bediüzzaman’a sarmış olduğuna ve müellifin ya-ralı olarak otuz saat ölüme muntazıran su arkının içinde kaldığı yere benziyor ve o vaziyeti andırıyor. Eski Said’in Ehemmi-yetli Talebesi Hamza
Lakin i’cazının en yüksek veçhi, nazmındaki belagatten doğmuştur. Evet, Kur’an’ın bu nevi i’cazı, beşerin takatinden hariç bir derecededir. Bu hakikati tafsilen anlayıp kanaat hasıl etmek isteyen, bu tefsiri ve emsali eserleri ve Yirmi Beşinci Sözü zeyilleriyle beraber mütalaa etsin. Fakat icmali bir malumatı elde etmek isteyenler de, belagatin imamları bulunan Abdülkahir-i Cürcani, Zemahşeri, Sekkaki, Cahız’ın bu kısım i’caz hakkında üç tarikle beyan ettikleri malumattan, miktar-ı kafi malumat elde edebilir. Birinci tarik: Arap kavmi maarifsiz, bedevi bir millet idi. Muhitleri de, onlar gibi bedevi bir muhit idi. Divanları, şiir idi. Yani, medar-ı iftihar olan hallerini, şiirle kayt ve muhafaza ederlerdi. İlimleri, belagat idi. Medar-ı iftiharları, fesahat idi. Sair kavimlerden fazla bir zekaya malik idiler. Başka insanlara nisbeten cevval fikirleri vardı. İşte Arap kavmi böyle bir vaziyette iken ve zihinleri de bahar çiçekleri gibi yeni yeni açılmaya başlarken, birden bire Kur’an-ı Azimüşşan, yüksek belagatiyle, harika fesahatiyle mele-i a’ladan yeryüzüne indi. Arapların medar-ı iftiharları ve timsal-i belagatleri olan ve bilhassa Kabe duvarında teşhir edilmek üzere altın suyu ile yazılmış "Muallakat-ı Seb’a" ünvanıyla anılan en meşhur ediplerin en beliğ ve en fasih eserlerini iftihar listesinden sildirtti. Maahaza, Hazret-i Muhammed (a.s.m.) Kur’an’la muarazaya ve Kur’an’a bir nazire yapılmasına onları şiddetle davet etmekten geri durmuyordu, damarlarına dokunduruyordu, techil ve terzil ediyordu. O Hazretin yaptığı böyle şiddetli hücumlara karşı, o umera-i belagat ve hükkam-ı fesahat ünvanıyla anılan Arap edipleri, bir kelime ile dahi mukabelede bulunamadılar. Halbuki kibir ve azametleri, enaniyetleri ve göklere kadar çıkan gururları iktizasınca, gece gündüz çalışıp Kur’an’a bir nazire yapmalıydılar ki, aleme karşı rezil ve rüsvay olmasınlar. Demek bu meselenin uhdesinden gelemediklerinden, yani Kur’an’ın bir benzerini yapmaktan aciz kaldıklarından sükuta mecbur olmuşlardır. İşte onların bu ıztırari sükutları aczlerini meydana çıkardı. Ve bunların aczlerinden de, i’caz-ı Kur’an’ın güneşi tulu etmiştir. İkinci tarik: Kelamların hasiyetlerini, kıymetlerini, meziyetlerini bilip altınlarını bakırından tefrik eden bütün ehl-i tahkikten, tetkikten, tenkitten, dost ve düşmanlar tarafından Kur’an-ı Kerim sure sure, ayet ayet, kelime kelime mihenk taşına vurularak, altından maada bir bakır eseri görülmemiştir. Bu ağır imtihandan sonra, Kur’an-ı Azimüşşanın ihtiva ettiği mezaya, letaif, hakaikin hiçbir beşer kelamında bulunmadığına şehadet etmişlerdir. Onların sıdk-ı şehadetleri şöylece ispat edilebilir: Kur’an’ın insan aleminde yaptığı büyük inkılap ve tebeddül ve şark ve garbı içine alan tesis ettiği din, diyanet ve zamanın geçmesiyle gençlik ve şebabiyetini ve tekerrür ettikçe halavetini muhafaza etmesi gibi harika halleri, ayetini okuyup ilan ediyorlar.
O ancak kendisine vahyolunanı söyler.(Necm Suresi: 4.)
Üçüncü tarik: Belagat imamlarından meşhur Cahız’ın tahkikatına göre, Arap edip ve beliğlerinin Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın davasını kalemle iptal etmeye tarife gelmez derecede ihtiyaçları vardı. Ve o Hazrete karşı olan kin, adavet ve inatlarıyla beraber, en kolay, en yakın, en selim olan kalem ve yazı ile muarazayı terk ve en uzun, en müşkül, en tehlikeli ve şüpheli seyf ve harp ile mukabeleye mecburen iltica ettiler. Suret-i kat’iyede bundan anlaşıldı ki, Kur’an’ın benzerini yapmaktan aciz kalmışlardır. Zira, her iki yolun arasındaki farkı bilmeyenlerden değildiler. Binaenaleyh, birinci yol iptal-i dava için daha müsait iken onu terkedip, hem malları, hem canları tehlikeye atan başka bir yola süluk eden, ya sefihtir-halbuki Müslüman olduktan sonra siyaset-i alemi eline alanlara sefih denilemez-veya birinci yola süluktan kendilerini aciz görmüşlerdir. Onun için kalem yerine seyfe müracaat etmişlerdir. Sual : Kur’an’a bir nazire yapmak mümkinattan imiş, fakat nasılsa yapılmamıştır? Cevap: Mümkinattan olmuş olsaydı, damarlarına dokundurulanlar, behemahal muarazayı arzu ederlerdi. Ve muaraza arzusunda bulunmuş olsaydılar, muaraza yapacaklardı. Çünkü, iptal-i dava için muarazaya ihtiyaçları pek şedit idi. Muaraza etmiş olsaydılar, gizli kalmazdı, tezahür ederdi. Çünkü tezahürüne rağbet çok olduğu gibi, esbab dahi çok idi. Tezahür etseydi, alemde şöhret bulurdu. Pöhret bulmuş olsaydı, Müseylime’nin hezeyanları gibi behemahal tarihte bulunacaktı. Madem ki tarihte bulunmamıştır, demek yapılmamıştır. Madem yapılmamıştır, demek Kur’an mucizedir. Sual : Müseylime, füseha-i Arabdan olduğu halde sözleri niçin aleme maskara olmuştur? Cevap : Çünkü onun sözleri, bin derece fevkinde bulunan sözlere karşı mukabeleye çıktığından çirkin ve gülünç olmuştur. Evet, güzel bir adam, Hazret-i Yusuf (a.s.) ile beraber güzellik imtihanına girerse, elbette çirkin ve gülünç olur. Sual : Kur’an-ı Kerim hakkında şek ve şüpheleri olanlar, Kur’an’ın bazı terkip ve kelimeleri güya nahiv ilminin kaidelerine muhalefet etmiş gibi şüphe ika etmişlerdir? Cevap : Bu gibi heriflerin, ilm-i nahvin kaidelerinden haberleri yoktur. Sekkaki’nin dediği gibi, efsah-ı füseha olan Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselam, Kur’an-ı Kerimi uzun uzun zamanlarda tekrar tekrar okuduğu halde o hataların farkında olmamış da bu cahil herifler mi farkında olmuşlardır? Bu, hangi akla girer ve hangi kafaya sığar? Sekkaki, Miftah’ının sonunda, bu gibi cahilleri iyi taşlamıştır. Evet, bir şairin dediği gibi, "Her üren kelbin ağzına bir taş atacak olsan dünyada taş kalmaz."
Bu ayeti makabliyle rapteden ikinci vecih ise: Evvelki ayet vakta ki ibadeti emretti, sanki "İbadetin keyfiyeti nasıldır?" diye samiin zihnine bir sual geldi; "Kur’an’ın talim ettiği gibi" diye cevap verildi. Tekrar, "Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunu nasıl bileceğiz?" diye ikinci bir suale daha kapı açıldı. Bu suale cevaben -1- ila ahir, ayetiyle cevap verildi. Demek her iki ayetin arasındaki cihet-i irtibat, bir sual-cevap ve bir alış-veriştir. Arkadaş! Bu ayetin ihtiva ettiği cümlelerin arasına girelim, bakalım aralarında ne gibi münasebetler vardır? Evet, cümlesi, mukadder bir suale cevaptır. Çünkü, Kur’an, evvelki ayette ibadeti emrettiği vakit, "Acaba ibadete olan bu emrin Allah’ın emri olup olmadığını nasıl anlayacağız ki imtisal edelim?" diye bir sual samiin hatırına geldi. Bu suale cevaben denildi ki: "Eğer Kur’an’ın ve dolayısıyla bu emrin Allah’ın emri olduğunda şüpheniz varsa, kendinizi tecrübe ediniz ve şüphenizi izale ediniz." Ve eyzan, vakta ki Kur’an, surenin evvelinde -2- cümlesiyle kendisini sena etti, sonra mü’minlerin medhine, sonra kafir ve münafıkların zemmine intikal etti, sonra ibadet ve tevhidi emrettikten sonra surenin başına dönerek cümlesini tekiden ila ahir, cümlesini zikretti. Yani; "Kur’an, şek ve şüphelere mahal değildir. Sizin şüpheleriniz, ancak kalblerinizin hastalığından ve tabiatınızın sekametinden neş’et ediyor." Evet, gözleri hasta olan, güneşin ziyasını inkar eder; ağzı acı olan, tatlı suya acı der. Yani: "Kur’an’ın mislinden bir sure getiriniz." Arkadaş! Bu cümleyi -3- cümlesiyle bağlayan edat-ı şarttır. Part edatları, daima-hararetle ateş gibi-biri sebep, diğeri müsebbep iki cümleye dahil olurlar. İlm-i nahivce, birisine fi’lü’ş-şart, ikincisine cezaü’ş-şart denir. Bu iki cümle arasında, hararetle ateş arasında olduğu gibi "lüzum" lazımdır. Halbuki bu iki cümle arasında lüzum görünmüyor. Binaenaleyh, ayetin ihtisarı dolayısıyla, ortadan kaldırılan cümlelere müracaat lazımdır. Mukadder
1 İndirdiğimiz hakkında şüphede iseniz...
2 Onda şüphe yoktur. O, takva sahipleri için bir hidayettir. (Bakara Suresi: 2.)
cümleler ise, -1- emirleridir. Bunlar, sırayla, ikincisi birincisine lazımdır. Yani ityan (delil getirmek), tecrübeye lazımdır; tecrübe taallüme, taallüm vücub-u teşebbüse, vücub-u teşebbüs de teşebbüse, teşebbüs de raybe lazımdır. Demek bu kadar lüzumların takdiri lazımdır ki, "Kur’an’ın bir mislini getiriniz" ile "Kur’an’da şüpheniz varsa" arasında lüzum tezahür edebilsin. -2- Bu cümlenin, üç vecihle makabliyle irtibatı vardır. Birinci vecih: "Kur’an’a muaraza etmekten zahir olan aczimiz, bütün insanların aczini istilzam etmez. Biz yapamadık, ama başkaları yapabilirler" diye zihinlerine gelen vesveseyi def etmek için, Kur’an-ı Kerim, bu ayetin lisanıyla, "Büyüklerinizi, reislerinizi de çağırınız, size yardım etsinler" diye onları ilzam etmiştir. İkinci vecih: "Eğer biz muaraza teşebbüsünde bulunsak, bizi destekleyen, müdafaa eden yoktur" diye ileri sürdükleri zuumlarını da reddetmiştir ki, "Herhangi bir meslek olursa olsun, mutaassıpları çoktur. Muaraza ettiğiniz takdirde, sizi müdafaa eden çok olur" diye onları iskat etmiştir. Üçüncü vecih: Kur’an-ı Kerim, sanki onlara istihzaen diyor ki: "Muhammed Aleyhissalatü Vesselam, bütün insanlara nübüvvetini tasdik ettirmek için Allah’ından yardım istedi. Allah’ı da, Kur’an’ına sikke-i i’cazı basarak pek çok insanlara tasdik ettirdi. Sizin alihelerinizden bir faydanız varsa, siz de onları çağırınız, size yardım etsinler." Yani, "Tecrübeden sonra bakınız; muarazaya kadir olmadığınız takdirde, acziniz zahir olur ve muarazayı da yapmış olmazsınız." Yani, "Mazide yapamadığınız gibi, bundan sonra da kat’iyetle yapamayacaksınız." Binaenaleyh, "Bizim mazide yapamamamız, istikbalde beşerin yapamamasını istilzam etmez" diye izhar ettikleri o bahaneyi de, ile defetmiştir. Ve aynı zamanda üç vecihle i’caza işaret yapmıştır. Birinci vecih: Gaipten haber vermiştir ve ihbar ettiği gibi de muaraza vaki olmamıştır. Bakınız, milyonlarca Arabi kitap vardır ve bütün müellifler, dost olsun,
1 Müteşebbis olunuz. Çünkü, üzerinize borç olmuştur. Öğreniniz ve tecrübe ediniz.
düşman olsun, Kur’an’ın üslubunu taklit etmeye fevkalade müştak oldukları halde, hiçbir müellif, hiçbir kitabında Kur’an-ı Kerimin üslubunu taklit etmeye muvaffak olamamıştır. Sanki Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, yani, bir şahısta inhisar etmiş bir nevidir. Binaenaleyh, Kur’an-ı Kerim, ya bütün kitapların altındadır-bu, gülünç bir sözdür-veya bütün kitapların fevkinde, fevkalküll bir nadiredir. İkinci vecih: Böyle büyük bir davada ve müşkül bir makamda, onların asaplarını tahrik, izzet-i nefislerini kırmak suretiyle "Yapamayacaksınız" diye kat’iyetle verdiği hüküm, onun emin, mutmain, itimadlı olduğuna bir delildir. Üçüncü vecih: Sanki Kur’an-ı Kerim diyor ki: "Sizler, fesahatin ümerası ve herkesten ziyade fesahate muhtaç olduğunuz halde, muarazaya kadir olamadınız. Beşer de Kur’an’ın muarazasına kadir olamaz." Ve keza, Kur’an’ın neticesi olan İslamiyete bir nazirenin yapılmasına zaman-ı mazi kadir olmadığı gibi, istikbal zamanı da onun mislinden aciz kalacağına bir işarettir.
Yani, "Kafirlere hazırlanan bir ateşten sakınınız ki, odunu, insanlar ile taşlardır." -1- cümlesi -2- cümlesine cezaü’ş-şart olduğu cihetle, aralarında lüzumun bulunması lazımdır. Halbuki muarazanın yapılmaması, ateşten sakınmayı istilzam etmez. Binaenaleyh, ihtisar için ortadan kaldırılan cümlelere müracaat etmekle, bu lüzumu arayıp bulacağız. Şöyle ki:
1. Muarazanın yapılmamasından, Kur’an’ın i’cazı lazımgelir. 2. Kur’an’ın i’cazından, Allah’ın kelamı olduğu lazım gelir. 3. Allah’ın kelamı olduğundan, emirlerine imtisal lazım gelir. 4. Emirlerine imtisalden, ibadetin yapılması lazım gelir. 5. İbadetin yapılması, ateşe girmemeye vesiledir. İşte bu cümlelerin arasında bulunan lüzumların silsilesinden, ile arasındaki o gizli lüzum tezahür eder. Ve bu yapılan icaz ve ihtisardan, i’cazın bir şuası meydana gelir.
-1- Kur’an-ı Kerim, onları -2- cümlesi ile tehdit ettikten sonra, -3- kelimesinin bu cümle ile vasıflandırılmasıyla da o tehdidi tekit ve teşdit etmiştir. Zira, odunu insanlar ile taşlar olan bir ateşin heybeti, dehşeti ve havfı daha şedittir. Ve keza, bu cümle ile, sanemlere ibadet yapanları zecir ve men etmeye işaret yapılmıştır. Şöyle ki: "Ey insanlar! Allah’ın emirlerine imtisal etmeyip, bilhassa taşlara ve camid şeylere ibadet yaparsanız, muhakkak biliniz ki, tapanlar ile taptıkları şeyleri yiyip yutacak bir ateşe gireceksiniz!" -4- Bu cümle, ile cümleleri arasındaki lüzumu izah eder ve kararlaştırır. Yani, şu ateş azabı, Kur’an’a imtisal etmeyen kafirlere hazırlanmıştır. Hem bu ateş, tufan ve sair musibetler gibi iyi-kötü bütün insanlara şamil musibetlerden değildir. Ancak bu musibeti celb eden, küfürdür. Bu beladan kurtuluş çaresi, ancak Kur’an-ı Kerime imtisaldir. Mazi sigasıyla zikredilen -5- kelimesi, Cehennemin el’an mahluk ve mevcut olup, Ehl-i İ’tizalin bilahare vücuda geleceğine zehapları gibi olmadığına işarettir. Ey arkadaş! Ateş unsuru, kainatın bütün kısımlarını istila etmiş pek büyük bir unsurdur. Bir damar gibi kainatın yaratılışından başlayarak her tarafa dal budak salıp gelen şu şecere-i nariyeye nazar-ı hikmetle dikkat edilirse, bu şecerenin başında, yani sonunda büyük bir meyvenin bulunduğu anlaşılır. Evet, toprağın içinde büyük ve uzun bir damarı gören adam, o damarın başında kavun gibi bir meyvenin bulunduğunu zannetmesi gibi, alemin her tarafında damarları bulunan şu şecere-i nariyenin de Cehennem gibi bir meyvesinin bulunduğuna bilhads, yani sür’at-i intikal ile hükmedebilir. Sual : Cehennem şimdi mevcut olduğu takdirde, yeri nerededir? Cevap : Biz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, el’an Cehennemin vücuduna itikad ediyoruz, ama yerini tayin edemiyoruz.
Sual : Bazı hadislerin zahirine göre, Cehennem tahtel-arzdır; yani yerin altındadır. Ve keza, bir hadise nazaran, Cehennem ateşinin dünya ateşinden iki yüz derece fazla harareti vardır. Bu noktaların izahı? Cevap : Kürenin tahtı, merkezinden ibarettir. Buna binaen, arzın tahtı, merkezidir. Nazariyat-ı hikemiyece sabit olduğu vecihle, arzın merkezinde, harareti iki yüz bin dereceye baliğ bir ateş vardır. Çünkü, her otuz üç zıra’ derinliğinde, tahminen bir derece hararet artar. Buna binaen, merkeze kadar iki yüz bin dereceli bir hararet meydana gelir. İşte bu nazariyeye, mezkur hadisin meali mutabık gelir. Buna binaen, küre-i arzın merkezinde bulunan iki yüz bin derece hararetli bir ateş, Cehenneme bir çekirdek hükmünde olup, kıyamette, kabuğu hükmünde bulunan tabaka-i türabiyeyi çatlatıp, bütün dehşetiyle çıkar, tevessü etmeye başlar ve tam teçhizatıyla Cehennem meydana gelir, denilebilir. Ve keza, bir hadise nazaran, "Zemherir" namında, burudet ile yakan bir ateş vardır. Bu hadis de, o nazariyeye mutabıktır. Zira, merkez-i arzdan sathına kadar derece derece artan veya tenakus eden ateş, Zemherir de dahil olmak üzere, ateşin bütün mertebelerine şamildir. Hikmet-i tabiiyede takarrur ettiği gibi, ateş, bazen öyle bir dereceye gelir ki, yakınında bulunan şeylerden hararetleri tamamen celp ve cezb etmekle, onları bürudet ile yakar ve suyu incimad ettirir. Sual : Mezkur hadise göre, Cehennem, arzın merkezindedir. Halbuki arz, Cehenneme nisbeten bir yumurta kadardır. O kocaman Cehennem, arzın karnında nasıl yerleşir? Cevap : Evet, alem-i mülk, yani alem-i şehadet, yani bu görmekte olduğumuz aleme göre, Cehennem, arzın içindedir diye, Cehennemi küçük gösteriyoruz. Amma alem-i ahirete nazaran, Cehennem öyle azamet peyda eder ki, binlerce arzları içine alır, doymaz. Bu alem-i şehadet, bir perde gibi, onun tevessüüne mani olmuştur. Binaenaleyh, arzın içindeki Cehennemden maksat, Cehennemin kalbi ve Cehennemin çekirdeğidir. Ve keza Cehennemin arzın altında bulunması, arzın karnında veya arz ile muttasıl, yapışık olmasını istilzam etmez. Zira şems, kamer, yıldız, arz gibi küreler, hep şecere-i hilkatin meyveleridir. Malumdur ki, meyvenin altı, bütün dalların aralarına şumulü vardır. Binaenaleyh, Allah’ın mülkü pek geniştir. Pecere-i hilkatin dalları da her tarafa uzanıp gitmiştir; Cehennem nereye giderse, yeri vardır. Ve keza, bir hadise göre, Cehennem matvidir, yani bükülmüştür, yani tam açık değildir. Demek Cehennemin, bir yumurta gibi, arzın merkezinde mevcut ve bilahere tezahür edeceği, mümkinattandır. İhtar : Cehennemin şimdi mevcut olmadığına Mutezileleri sevk eden, bu hadis olsa gerektir. Arkadaş! Bu ayetin cümlelerini yoklayalım, bakalım, o zarflar nasıl sadeflerdir, içlerinde ne gibi cevherler vardır?
Evet, -1- cümlesinin başındaki harf-i atıftır. Malum ya, birşeyin diğer birşeye atfı, aralarında bir münasebetin bulunmasına mütevakkıftır. Halbuki -2- ile -3- cümleleri arasında münasebet görünmüyor. Bunların aralarındaki münasebet, ancak iki sual ve cevabın takdiriyle tezahür eder. Şöyle ki: Evvelki ayette ibadete emredildiğinde, "İbadet nasıldır?" diye varit olan suale cevaben, "Kur’an’ın talim ettiği gibi" denildi. "Kur’an Allah’ın kelamı mıdır?" diye edilen ikinci suale cevaben ilaahir denildi. İşte, her iki cümle arasında bu suretle münasebet tezahür eder ve harf-i atfın da muktezası yerine gelir. Sual : şek ve tereddüdü ifade eder. ise, cezm ve kat’iyete delalet eder. Onların şek ve raybları, Kur’an hakkında kat’idir. Binaenaleyh, makamın iktizası hilafına kelimesinin kelimesine tercihan zikrinde ne gibi bir işaret vardır? Cevap : Evet, onların şek ve rayblarını izale edecek esbabın zuhurundan dolayı, o gibi şüphelerin vücuduna kat’iyetle hükmedilemeyeceğine, ancak o şeklerin vücuduna yine şek ve şüphe ile hükmedilebileceğine işarettir. İhtar : kelimesinin ifade ettiği şek ve tereddüd, üslubun iktizasına göredir, haşa, Mütekellime ait değildir. ile -4- cümleleri bir manayı ifade ettikleri ve ikinci cümle, birinci cümleden kısa olması üsluba daha uygun olduğu halde, birinci cümlenin ikinci cümleye tercihan zikri, onların rayblarının menşei, hasta tabiatlarıyla kötü vücutları olduğuna işarettir. Sual : Onlar rayblara zarf ve mahal oldukları halde, onları mazruf, raybı onlara zarf göstermek neye binaendir? Cevap : Evet, kalblerindeki raybın zulmeti bütün bedenlerine, kalıplarına intişar ve istila etmiş olduğundan, kendilerinin rayb içinde bulundukları sanılmakta olduğuna işarettir.
1 Kulumuz üzerine indirdiğimiz hakkında şüphe ediyorsanız...
Nekre olarak -1- kelimesinin zikri, tamim içindir. Yani, hangi raybınız varsa, cevap birdir; herbir raybınıza karşı mahsus bir cevap lazım değildir. Hangi çareye başvurursanız, alacağınız cevap, Kur’an’ın i’cazıdır. Evet, bir çeşme başında su içip tatlılığını anlayan bir adam, bütün o çeşmeden teşaub eden arkları tecrübe etmeye hakkı yoktur; zira menbaı birdir. Kezalik, bir surenin muarazasından aciz kalan adamın, bütün Kur’an’ı tecrübeye hakkı yoktur. Çünkü Katip birdir. ’daki beyanı ifade ettiğinden, -2- kelimesinin takdirini ister. Takdir-i kelam, -3- olsa gerektir. -4- tabirinden anlaşılır ki, onların şüphelerinin menşei nüzul sıfatı olup, kat’i cevapları da, ispat-ı nüzuldür. Tedricen, yani ayet ayet, sure sure, hadiselere göre nüzulü ifade eden tef’il babından kelimesinin, def’aten nüzule delalet eden if’al babından -5- kelimesine tercihan zikredilmesi, onların, davalarında "Niçin Kur’an def’aten nazil olmamıştır?" diye delil getirdiklerine işarettir. -6- Abd lafzının nebi veya Muhammed (a.s.m.) lafızlarına cihet-i tercihi; abd tabiri, Peygamber Aleyhissalatü Vesselamın azametine ve ibadetin ulüvv-ü derecesine işaret olduğu gibi, -7- emrini tekittir ve Resul-i Ekrem hakkında varit olan vehimleri def etmektir ki, o zat bütün insanlardan ziyade ibadet yapmış ve Kur’an’ı okumuştur. -8- Bu emir, taciz içindir. Yani emirden maksat, muhataptan birşey talep değildir. Ancak, başlarına vurmakla muarazaya, tecrübeye davet etmektir ki, aczleri meydana çıksın.
ilaahir. Bu tabirden anlaşılır ki, onların ilzamları, aczleri son hadde baliğ olmuştur. Zira, dokuz dereceye baliğ olan tahaddinin, yani muarazaya davet etmenin tabirleri, tabakaları vardır. 1. Yüksek nazmıyla, ihbarat-ı gaybiyesiyle, ihtiva ettiği ulumu ve ali hakaikiyle beraber tam bir Kur’an’ın mislini, ümmi bir şahıstan getiriniz. 2. Eğer böylece mislini getirmek takatinizin fevkinde ise, beliğ bir nazımla uydurma şeylerden olsun, getiriniz. 3. Eğer buna da kudretiniz olmazsa, on sure kadar bir mislini yapınız. 4. Bu da mümkün olmadıysa, uzun bir surenin mislini yapınız. 5. Eğer bu da size kolay değilse, kısa bir surenin misli olsun. 6. Eğer ümmi bir şahıstan imkan bulamadıysanız, alim ve katip bir adamdan olsun. 7. Bu da olmadığı takdirde, biribirinize yardım etmek suretiyle yapınız. 8. Buna da imkan bulunamadığı takdirde, bütün ins ve cinlerden yardım isteyiniz ve bütün efkarın neticelerinden istimdad ediniz. Neticeleri, tamamen yanınızda bulunan kütüb-ü Arabiyede mevcuttur. Bütün kütüb-ü Arabiye ile Kur’an arasında bir mukayese yapılırsa, Kur’an, mukayeseye gelmez. Çünkü hiçbirine benzemiyor. Öyleyse Kur’an, ya hepsinden aşağıdır veya hepsinden yukarıdır. Birinci ihtimal, batıl ve muhaldir. Öyleyse hepsinden yukarı, fevka’l-küll bir kitaptır. On üç asırdan beri misli vücuda gelmemiştir, bundan sonra da vücuda gelemeyecektir, vesselam. 9. "Bizim şahitlerimiz yoktur. Eğer muarazaya girişsek, bizi destekleyecek kimse yoktur" diye gösterdikleri o bahaneyi de def etmek için, "Pühedanıza da müsaade edilmiştir. Onları da çağırın, size yardım etsinler." İşte bu tabakalara dikkat edilirse, muarazanın şu mertebelerine işareten, Kur’an-ı Kerimin yaptığı icaz ile gösterdiği i’caza bir şua görünür. Arkadaş! Kur’an-ı Kerimden en kısa bir sureye muaraza etmekten beşerin aczi, mezkur izahat ile sabit oldu. Amma i’cazın limmiyet ciheti kaldı. Yani, beşerin aczini intaç eden illet ve sebep nedir? Evet, Kur’an ile muaraza ve mübarezeye çıkan insanların kuvveti Cenab-ı Hak tarafından körleştirilerek, muarazayı yapabilecek kabiliyetten sukut ettirilmiştir. Fakat Abdülkahir-i Cürcani, Zemahşeri, Sekkaki gibi belagat imamlarınca, beşerin kuvveti Kur’an’ın yüksek üslup ve nazmına yetişemediğinden, aczi tezahür etmiştir. Bir de, Sekkaki demiştir ki: "İ’caz, zevkidir; tarif ve tabir edilemez."
-1- Yani, fikriyle i’cazı zevketmeyen, tarifle vakıf olamaz; bal gibidir. Lakin Abdülkahir’in iltizam ettiği veçhe göre, i’cazı tarif ve tabir etmek mümkündür. Biz de bu veçhi kabul ediyoruz. Sual : Taife, necm, nevbet kelimeleri, sure kelimesinin vazifesini ifa edebilirler. Sure kelimesinin onlara tercihan zikrinde ne vardır? Cevap : Onları, şüphelerinin menşei ile ilzam ve boğmaktır. Şöyle ki: Onları şüpheye düşürten, güya Kur’an’ın def’aten nazil olmamasıdır. Demek Kur’an def’aten nazil olmuş olsaydı, Allah’ın kelamı olduğundan şüpheleri olmazdı. Lakin parça parça nazil olduğundan, şüphelerine bais olmuştur ki, "Bu, beşerin kelamıdır, parça parça yapılışı kolaydır, biz de yapabiliriz" diye şüpheye düştüler. Kur’an-ı Kerim de, onların kolay zannettikleri yolu, tabiriyle ihtar ve "Haydi, mislini getiriniz de, sizin kolay zannettiğiniz parça parça şeklinde olsun" diye, onları kolay addettikleri yolda boğmuştur. Ve keza, Zemahşeri’nin beyanı vechiyle, Kur’an-ı Kerimin surelere taksim edilmiş bir şekilde nazil olmasında çok faydalar vardır. Evet, çok garip letaifi havi olduğu için, şu üslub-u garip ihtiyar edilmiştir. ’deki zamir, ya Kur’an’a racidir, yani, "Kur’an’ın mislini getiriniz." Veya Hazret-i Muhammed’e (a.s.m.) aittir. Yani, "Bir sureyi o zatın (a.s.m.) misli olan ümmi bir şahıstan getiriniz." Lakin birinci ihtimale göre ibarenin hakkı iken,iktizanın hilafına -2- denilmiştir. Bunun esbabı: Çünkü birinci ihtimalde, ikinci ihtimalin de mülahazası ve riayeti lazımdır. Zira, yalnız Kur’an’ın mislini getirmekle mesele bitmiş olmuyor. Ancak ümmi bir şahıstan getirilmesi lazımdır ve muarazanın tamamiyetine şarttır. İşte, bunun için, hem ’ deki zamirin Kur’an’a raci olması lazımdır. Hem ibarenin tebdili lazımdır ki, her iki ihtimal mer’i olsun. Ve keza, muarazanın tamamiyeti, yalnız bir surenin mislini getirmekle olmuyor. Ancak Kur’an’ın tamamına misil olacak bir mecmudan, bir kitaptan alınan bir surenin mislini getirmek şart olduğuna işarettir. Ve keza, nüzulde Kur’an’ın emsali olan kütüb-ü semaviyeye zihinleri çevirir ki, aralarında yapılacak muvazene ile Kur’an’ın ulviyeti anlaşılsın.
* Bu tabirin istiane veya istimdat kelimelerine cihet-i tercihi, davet kelimesinin kullanış yerlerinden anlaşıldığı vecihle, onları belalardan, zahmetlerden kurtarıp yardım edenler hazır bulunup, yalnız çağırmaları lazımdır, fazla bir zahmete ihtiyaç olmadığına işarettir. İstiane ve istimdat kelimeleri ise yardımcıların hazır bulunduklarına delalet etmezler.
Bu tabir, üç manaya tatbik edilebilir. Birincisi: Büyük ediplerdir. Bu manaya göre, onların muaraza manasında "Bizim kuvvetimiz muarazaya kafi değilse de, büyük edip ve hocalarımızın muarazaya kudretleri vardır" diye söyledikleri yalanı da, Kur’an-ı Kerim, emriyle kesip atmıştır. İkincisi: Muarazayı destekleyip şehadet edenlerdir. Bu ihtimale nazaran, onların, "Biz muarazaya girişsek bizi destekleyen, şehadet eden yoktur" diye gösterdikleri bahaneyi de Kur’an-ı Kerim, müsaade vermek suretiyle "Haydi, şahitlerinizi de çağırınız, sizi takviye etsinler" diye, o bahaneyi de yalana çıkartmıştır. Üçüncüsü: alihe manasınadır. Bu manaya nazaran, sanki Kur’an-ı Kerim onlara karşı, "Yahu, bu kadar taptığınız ilahlarınız varken, böyle dar ve sıkıntılı bir vaktinizde niçin onlardan yardım istemiyorsunuz? Onları çağırınız ki, bu muaraza belasından sizi kurtarsınlar!" diye bu cümle ile onlara tehekküm etmiş, yüzlerine gülmüştür.
İhtisası ifade eden şu izafe, kelimesinin her üç manasına da bakar. Şöyle ki:
1. Madem ki büyük edip ve hocalarınız vardır, tabii aranızda irtibat, hürmet ve muhabbet vardır. Ve yanınızda hazır olup, gaip de değillerdir. Eğer onların bu dehşetli muarazaya kudretleri olsaydı, herhalde yardım edeceklerdi. Demek, onlar da sizler gibi acizdirler, kusurlarına bakmayınız! 2. Muarazada sizleri destekleyecek, şehadet edecek her kim olursa olsun kabul ederiz, çağırınız. Amma onlar, böyle bedihü’l-butlan bir davada yalan şehadete cesaret edemezler.
Mabud ittihaz ettiğiniz aliheleriniz nasıl size yardım etmiyorlar? Onları da çağırınız, bakalım. Fakat onlarda can yok, şuurları da olmadığı gibi, hiçbir şeye de kadir değillerdir. Onları da mazur görünüz! Yani, "Allah’tan maada." Bu kayıt, şühedanın birinci manasına göre tamimi ifade eder. Yani, "Allah’tan maada, dünyada ne kadar erbab-ı fesahat varsa çağırınız." Pühedanın ikinci manasına nazaran, aczlerine işarettir. Çünkü bir meselede aciz ve mağlup olan, yemin eder, şahitleri gösterir. Bu, acizler için bir usuldür. Pühedanın üçüncü manasına göre, onların Resul-i Ekrem ile muarazaları, adeta, şirk ile tevhid veya cemadat ile Halık-ı Arz ve Semavat arasında bir muaraza olduğuna işarettir. -1- Bu cümle, "Biz istersek, Kur’an’ın mislini yaparız" diye evvelce sarf ettikleri sözlerine işarettir. Ve keza, onların yalancı olduklarına bir tarizdir. Yani, "Sıdk erbabı değilsiniz, ancak safsatacı adamlarsınız. Evet, siz hakkı talep ederken rayb, şüphe kuyusuna düşmediniz. Ancak rayb, şek ve şüphelere koşarken içine düşmüş kafasız adamlarsınız." İhtar : cümlesinin cezaü’ş-şartı, makablinin hülasasıdır. Takdir-i kelam: Yani: "Sözünüzde sadık olsaydınız, yapacaktınız."
-2- Arkadaş! cümlesi, onların aleyhine bir kıyas-ı istisnaiyi tazammun etmiştir. O kıyasın suret-i teşekkülü: "Eğer sadık olsaydınız, yapacaktınız. Lakin yapamadınız; öyleyse sadık değilsiniz." Fakat Kur’an-ı Kerim, mukaddeme-i istisnaiye yerinde, yani "Lakin yapamadınız"a bedel, -3- ila ahir cümlesini, şekki ifade ifade eden ile söylemiştir. Bunun esbabı ise, onların, "Yapacağız" diye ettikleri zannı bir derece okşamak içindir.
1 Eğer doğru söylüyor iseniz...
2 Eğer bunu yapamazsanız -ki asla yapamayacaksınız- öyle bir ateşten sakınınız ki...
Ve keza, o kıyasın neticesi olan "Sadık değilsiniz" yerine de, o neticenin üçüncü derecede lazımının illeti olan -1- söylemiştir. Takdir-i kelam: "Eğer sadık olsaydınız, yapacaktınız. Lakin yapamadınız. Öyleyse sadık değilsiniz. Öyleyse hasmınız olan Resul-i Ekrem sadıktır. Öyleyse Kur’an, mu’cizdir. Öyleyse iman ve tasdikiniz lazımdır ki, ateşe düşmeyesiniz." Bu emr-i ilahi, onlara yapılan tehditleri dehşetlendiriyor. cümlesindeki kelimesi, fi’l-i muzaridir. Bu fiil, zaman-ı hal ile istikbal arasında müşterektir. Huruf-u şartiyeden olan zaman-ı halden istikbal dağlarına atıyor. Huruf-u cazimeden olan istikbalden mazi derelerine fırlatıyor. Zavallı her iki edatın ellerinde top gibi oyuncak olmuştur. Bu edatların bu vaziyetleri zihinleri hem maziye, hem istikbale gönderiyor ki, maziyi süslendiren beliğ hitabeleri, altınla yazılan muallakatları, Kur’an’ın yakınına bile gelemediklerini görsünler. O sayfayı gördükten sonra, istikbal sayfasını da ona kıyas etsinler. ’nun -2- kelimesine tercihinde, iki nükte vardır. Birisi: Kur’an’ın i’cazı, onların aczindendir. Aczleri ise, eserden olmayıp fiilden olduğuna işarettir. Yani aczlerinin menşei, Kur’an’ın misli değildir, o misli yapmaktandır. İkincisi ise: İlm-i sarfta , , bütün fiillerin terazisi olduğu gibi, üsluplarda da uzun hikayeleri, işleri, vakıaları, kıssaları bir lafızla ifade eden bir fezlekedir. Sanki kinaye kabilinden cümleleri tabir eden bir zamirdir. ’ daki huruf-u nasıbeden olup, dahil olduğu fiili istikbale nakleder, müekked veya müebbed olarak istikbalde nefyeder. Demek bu cümlenin kaili, pek büyük bir itminan ve ciddiyetle, şek ve şüphe etmeyerek bu hükmü vermiştir. Bundan anlaşılır ki, o zatın işlerinde hile yoktur. Sual : ittika ile tecennüb, ikisi de bir manayı ifade ederler. İttika’nın tecennüb’e cihet-i tercihi nedir?
Cevap : Evet ittika, imana tabidir. Yani ittika, iman olduktan sonra husule gelir. Tecennübde bu tebaiyet yoktur. Binaenaleyh, ittika kelimesi imanı andırır ve ittika lafzıyla, imana ima ve işaret edilebilir. Fakat tecennüb kelimesi bu işi göremez. Bunun içindir ki, ’nun hakiki cezası olan -1- ’nun yerinde -2- ’ya tercihan ihtiyar ve ikame edilmiştir. : Nar’ın ile tarifi, nar’ın mahudiyet ve malumiyetine işarettir. Çünkü, enbiya-i izamdan işitilmek suretiyle, zihinlerde malumiyeti takarrur etmiştir. Sual : -3- esma-i mevsuledendir. Sıla, dahil olduğu cümlenin evvelce malum olduğunu iktiza eder. Halbuki sılası olan -4- evvelce muhataplara malum değilmiş. Cevap : ... ayeti bu ayetten evvel nazil olduğuna nazaran, muhataplar ondan kesb-i malumat ettiklerine binaen, burada ile arasında tavsif muamelesi yapılmıştır. Bu kayıtlardan maksat, tehdittir. Tehdidlerin tekit ve teşdit edildiğine binaen, burada -5- kelimesiyle tekit edilmiştir, -6- lafzıyla de teşdit ve tevbih edilmiştir. Şöyle ki: "Menfaat, necat ümidiyle taştan mamul mabud ittihaz ettiğiniz sanemler, size tazip aleti, yani sizi yandırıp yakan ateşe odun olmuşlardır. Zavallılar! Niçin bunu düşünmüyorsunuz?"
Sual : -1- cümlesinde, makamın iktizası hilafına -2- yerine -3- denilmesi neye binaendir? Cevap : Evet, Kur’an-ı Kerim’in takip ettiği usul, ale’l-ekser ayetlerin sonunda külli kaideleri, fezlekeleri söylediğine göre, Kur’an-ı Kerim, onların Cehennemlik olduklarını ispat eden delilin ikinci mukaddemesine işaret etmek üzere, ism-i zahiri, zamir yerine, yani cümlesini, yerine ikame ile tamim yapmıştır. Takdir-i kelam: ; Yani: "Siz Cehennemliksiniz. Zira kafirlerdensiniz. Cehennem de kafirler içindir."
-1- Yani, "İman eden ve iyi işler işleyen mü’minlere beşaret ver ki, altında nehirler akan Cennetler onlarındır. O Cennetlerden bir meyve yedikleri zaman, ’Bu, bundan evvel yediğimiz meyvedir’ derler. Biribirine benzer bir surette rızıkları getirilip verilir. Ve o Cennetlerde, onlar için temiz kadınlar vardır. Ve onlar, o Cennetlerde de daimi bir şekilde kalacaklardır." Arkadaş! Bu ayetin, evvela makabliyle olan irtibatından bahsedeceğiz. Şöyle ki: Bu ayetin geçen ayetlerle mütefavit çok irtibatları vardır. Yani, mezkur cümlelere doğru bu ayetten uzanıp giden muhtelif hatlar vardır. Bakınız, Kur’an-ı Kerimin bu ayetle işaret ettiği netice, imanla amel-i salihin semeresi, surenin başında mü’minlere yaptığı medh ü senaya bakıyor. Ve yine surenin başında, kafir ve münafıklara yaptığı zem ve tahkirlerden sonra tuttukları yolun onları ebedi bir şekavete sevk edeceğini beyan etmiştir. Bu ayetle, tasrih ettiği saadet-i ebediyenin nurunu göstererek, onların bu büyük nimetleri kaybettiklerinden çektikleri hasretleri tezyid ve arttırmıştır. Ve yine -2- ile emrettiği, bir kısım dünya lezzetlerinin terkine bais olan ibadetten neş’et eden zahmet ve meşakkatlere karşı, bu ayetle Cennetin kapısını açarak, Cennetin lezaizini göstermekle mü’minlerin kalblerini tatmin ve temin etmiştir. Ve yine, teklifin esası ve imanın birinci rüknü olan tevhidi, evvelce ispat etmiştir. Bu ayette dahi tevhidin semeresini ve rahmetin ünvanını Cennet ve saadet-i ebediye ile göstermiştir.
-1- Yani, "İman eden ve iyi işler işleyen mü’minlere beşaret ver ki, altında nehirler akan Cennetler onlarındır. O Cennetlerden bir meyve yedikleri zaman, ’Bu, bundan evvel yediğimiz meyvedir’ derler. Biribirine benzer bir surette rızıkları getirilip verilir. Ve o Cennetlerde, onlar için temiz kadınlar vardır. Ve onlar, o Cennetlerde de daimi bir şekilde kalacaklardır." Arkadaş! Bu ayetin, evvela makabliyle olan irtibatından bahsedeceğiz. Şöyle ki: Bu ayetin geçen ayetlerle mütefavit çok irtibatları vardır. Yani, mezkur cümlelere doğru bu ayetten uzanıp giden muhtelif hatlar vardır. Bakınız, Kur’an-ı Kerimin bu ayetle işaret ettiği netice, imanla amel-i salihin semeresi, surenin başında mü’minlere yaptığı medh ü senaya bakıyor. Ve yine surenin başında, kafir ve münafıklara yaptığı zem ve tahkirlerden sonra tuttukları yolun onları ebedi bir şekavete sevk edeceğini beyan etmiştir. Bu ayetle, tasrih ettiği saadet-i ebediyenin nurunu göstererek, onların bu büyük nimetleri kaybettiklerinden çektikleri hasretleri tezyid ve arttırmıştır. Ve yine -2- ile emrettiği, bir kısım dünya lezzetlerinin terkine bais olan ibadetten neş’et eden zahmet ve meşakkatlere karşı, bu ayetle Cennetin kapısını açarak, Cennetin lezaizini göstermekle mü’minlerin kalblerini tatmin ve temin etmiştir. Ve yine, teklifin esası ve imanın birinci rüknü olan tevhidi, evvelce ispat etmiştir. Bu ayette dahi tevhidin semeresini ve rahmetin ünvanını Cennet ve saadet-i ebediye ile göstermiştir.
-1- Yani, "İman eden ve iyi işler işleyen mü’minlere beşaret ver ki, altında nehirler akan Cennetler onlarındır. O Cennetlerden bir meyve yedikleri zaman, ’Bu, bundan evvel yediğimiz meyvedir’ derler. Biribirine benzer bir surette rızıkları getirilip verilir. Ve o Cennetlerde, onlar için temiz kadınlar vardır. Ve onlar, o Cennetlerde de daimi bir şekilde kalacaklardır." Arkadaş! Bu ayetin, evvela makabliyle olan irtibatından bahsedeceğiz. Şöyle ki: Bu ayetin geçen ayetlerle mütefavit çok irtibatları vardır. Yani, mezkur cümlelere doğru bu ayetten uzanıp giden muhtelif hatlar vardır. Bakınız, Kur’an-ı Kerimin bu ayetle işaret ettiği netice, imanla amel-i salihin semeresi, surenin başında mü’minlere yaptığı medh ü senaya bakıyor. Ve yine surenin başında, kafir ve münafıklara yaptığı zem ve tahkirlerden sonra tuttukları yolun onları ebedi bir şekavete sevk edeceğini beyan etmiştir. Bu ayetle, tasrih ettiği saadet-i ebediyenin nurunu göstererek, onların bu büyük nimetleri kaybettiklerinden çektikleri hasretleri tezyid ve arttırmıştır. Ve yine -2- ile emrettiği, bir kısım dünya lezzetlerinin terkine bais olan ibadetten neş’et eden zahmet ve meşakkatlere karşı, bu ayetle Cennetin kapısını açarak, Cennetin lezaizini göstermekle mü’minlerin kalblerini tatmin ve temin etmiştir. Ve yine, teklifin esası ve imanın birinci rüknü olan tevhidi, evvelce ispat etmiştir. Bu ayette dahi tevhidin semeresini ve rahmetin ünvanını Cennet ve saadet-i ebediye ile göstermiştir.
Ve yine, yukarıda nübüvvet-i Muhammediye (a.s.m.) -1- ila ahir, ayetiyle işaret edilen i’caz ile ispat edilmiştir. Burada da, tebşir ve inzar gibi nübüvvet vazifelerine lisan-ı Kur’an ile işaret edilmiştir. Ve yine, yukarıda i’ad ve inzar, yani tahvif ve tehditler yapılmıştır. Burada da vaadler, rağbetler, beşaretler yapılmıştır. Bunların arasındaki münasebet, tezadi bir münasebettir. Ve yine, nefsin, vicdanın ve aklın hükümlerine itaatlerini devam ettiren tergib ve terhib, yani ümit ve korku hisleri lazımdır. Bu hislerin vücut bulup devam etmeleri ancak, tergib ve terhib, yani ümitlendirmek ve korkutmakla olur. Tergib ve terhibin devamı, ancak vicdanda mevcut tahrik edici bir emrin vücuduyla olur. İşte bu ayetle, tergib hissi uyandırılmıştır. Evvelki ayetlerle de, terhib hissi tahrik edilmiştir. Bu itibarla, aralarında tezadi bir münasebet vardır. Ve yine, geçen ayetlerde ahiretin bir şıkkına, yani Cehenneme işaret yapılmıştır. Bu ayette, ikinci şıkkı olan Cennetten haber verilmiştir. Bu itibarla, ahiretin her iki şıkkı da zikredilmiş bulunuyor. Arkadaş! Cennet ve Cehennem, şecere-i hilkatten ebede doğru uzanıp giden iki daldan tezahür eden iki semeredir. Ve kainatın teselsülen gelmekte olan silsilelerinin iki neticesidir. Ve ebede doğru akıp giden kainat seylinin iki mahzeni ve iki havuzudur. Evet, Cenab-ı Hak, gayr-ı mütenahi hikmetler için bu alemi, imtihana sahne yaptı. Yine sonsuz hikmetler için tagayyürata, tahavvülata, inkılaplara mahal olmasını irade etti. Ve yine, sonsuz gayeler için hayır ile şerri, nef ile zararı, hüsün ile kubhu, hülasa iyilikle kötülüğü karışık bir şekilde Cennet ve Cehenneme tohum olmak üzere kainatın şu mezraasına serpti. Evet, madem ki bu alem, nev-i beşerin imtihan meydanıdır ve müsabaka yeridir. İyilikle kötülüğün birbirinden tefrik edilemeyecek derecede muhtelit ve karışık olmaları lazımdır ki, insanların dereceleri tezahür etsin. İmtihan ve tecrübe zamanları bittikten sonra, kötü insanlar; -2- "Ey mücrimler, bir tarafa çekiliniz!" diye olan tüy ürpertici, saika-vari, şiddetli emr-i İlahiye maruz kalacakları gibi, iyi insanlar da -3- "Daimi kalmak üzere Cennete giriniz" diye olan Cenab-ı Hakkın mün’imane, şefikane, lütufkarane emirlerine mazhar olacaklardır. İnsanlar bu iki kısma ayrıldıktan sonra, kainat da tasfiye ameliyatına uğrayacak; kötülüğü, şerri, zararı tevlid eden maddelerin bir tarafa çekilmesiyle Cehennemin; iyiliği, hayrı, nef’i doğuran maddelerin de diğer tarafa çekilmesiyle Cennetin teçhizatları ikmal edilecektir.
Bu ayet, makabliyle beraber kıyamete, haşre işaret eder. Binaenaleyh, bu meselede nazara alınacak dört nokta vardır. * Birincisi: alemin imkan-ı harabiyetiyle ölümüdür. * İkincisi: Harabiyetin vukua gelmesidir. * Üçüncüsü: Tamir ve ihyasıdır. * Dördüncüsü: Tamirinin imkanı ve vukuudur.
Evvela: Harabiyet-i alem imkan dairesinde olup olmadığından bahsedeceğiz. Evet, alemde tekamül kanunu vardır. Bu kanuna tabi olan, neşvünema kanununa dahildir. Bu kanuna dahil olanın bir ömr-ü tabiisi vardır. Ömr-ü tabiisi olanın, ecel-i fıtrisi vardır; ecelin pençesinden kurtulamaz. Evet, kainatın ihtiva ettiği envaın ve bu envaın ihata ettiği efradın kısm-ı ekserisi bu kanunlara tabidirler. Binaenaleyh, alem-i sağir denilen insan, ölümden ve harabiyetten kurtulamadığı gibi, insan-ı kebir denilen alemin de ölümden necatı yoktur. Ve keza, kainatın bir ağacı ölümden, dağılmaktan halas olmadığı gibi, şecere-i hilkatten olan kainat silsilesinin de harabiyetten kurtuluşu yoktur. Evet, eğer kainat ömr-ü fıtrisinden evvel harici bir tahribata veya Sanii tarafından bir hedm ve kıyamete maruz kalmasa bile, fenni bir hesapla, kainatın öyle bir günü gelecektir ki, -1- ve -2- gibi ayetlere masadak olacaktır ve insan-ı kebir denilen koca kainat, şu boşluğu sekeratının bağırtılarıyla dolduracaktır. İkinci nokta: Harabiyet-i alemin vukua geleceğidir. Evet, bütün semavi dinler, alemin harap olacağında müttefiktirler. Hem herbir fıtrat-ı selime, alemin öleceğine şehadet eder. Ve kainatta gözle görünen şu kadar nev’i, ferdi, yevmi, şehri, senevi tagayyürat, tahavvülat, inkılapların yalnız işaretleriyle değil, sarahatleriyle, kıyametin geleceği sabittir. Eğer bu icmal ile kanaat hasıl edemediysen, bir parça izahat verelim. 1 Güneş dürülüp toplandığında. (Tekvir Suresi: 1-2.)
6.315 yorum:
«En Eski ‹Eski 1801 – 2000 / 6315 Yeni› En yeni»Irvine’deki California Üniversitesi’nden Jonathan Feng liderliğindeki, parçacık fiziği konusunda çalışan bir ekip, aynı verilerle kendi analizlerini gerçekleştirene kadar konu geri planda kaldı. Feng’in ekibinin bu ayki Physical Review Letters’da yayımlanan makalesinde önceki deneyler ile çelişen karanlık foton olasılığı göz ardı edildi. Bunun yerine X bozonu adlı parçacığın, doğanın tamamen yeni bir kuvvetine aracılık ettiği ileri sürüldü.
Araştırmacıların X bozonunu “proton ile etkileşmeyen, çok zayıf ve kısa menzilli” olarak tanımlaması bu parçacığın (ve kuvvetin) şu ana kadar neden tespit edilemediğini açıklıyor.
Ekip kuramlarını geliştirmeye devam ederken, başka araştırmacılar da kuramın dayandığı orijinal verileri sorguluyor. X bozonu şimdiye kadar sadece tek bir deneyde tespit edildi, bu nedenle başka çalışmalar tarafından bağımsız olarak doğrulanmasına ihtiyaç var.
Michigan Eyalet Üniversitesi’nden parçacık fizikçi Oscar Naviliat Cuncic Quanta dergisine Macar grubunun daha önceden çok benzer koşullarda ve iddia edilenden farklı enerjilerde iki bozon daha keşfettiklerini (berilyum-8 çekirdekleri dahil) açıkladı. Macar araştırmacılar 2008’de 12 Megaelektronvolt kütleli yeni bir bozon keşfettiklerini ve daha sonra 2012’de kütlesi yaklaşık 13,5 Megaelektronvolt olan başka bir parçacık bulduklarını iddia etti. Bu iddialar daha gelişmiş dedektörlerle daha çok veri toplandıkça çürütüldü.
Bu durumda16,7 Megaelektronvolt kütleli bozonun varlığı hakkında da henüz net bir şey söylemek mümkün değil. Parçacık fiziğinde deneylerden elde edilen sonuçların üzerine hemen atlamak ve yorumlamak pek de sağlam bir yol değil. Bunu daha önce yaşanan tecrübelerden biliyoruz.
Beşinci kuvvetin keşfedildiği iddiası, daha fazla veri toplandığında ya doğrulanacak ya da çürütülecek. Bu bağlamda, Virginia’daki Jefferson Laboratuvarı’nda aynı enerji aralığı analiz edilerek gerçekleştirilecek karanlık ışık deneyinden elde edilecek veriler bekleniyor.
Şu an için doğanın beşinci kuvvetinin keşfi öngörüsü, olağanüstü kanıtlar gerektiren olağanüstü bir iddia.
BBİSMİLLAHİRRAMANİRRAHİM
ELHAMDÜLİLLAH
ALLAHÜMMESALLİALASEYYİDİNAMUHAMMED
ESTAĞFİRULLAH
Cahile soz anlatmak,deveye hendek atlatmak.
Buyukluk tanriya yarasir.
Buyuk dagin dumani buyuk olur.
Buyuklere hurmet eden saadet bulur.
Civisiz tahtayi ruzgar alir.
Atasozleri ve deyimler.
Sabahat emir.sy.158,159.
Çöreğinde şüphen yok ise Gam yeme.
Çürük baklanın kör alıcısı olur.
Çocuktan al haberi.
Çocuk büyütmek taş kemirmek.
Çizmeden yukarı çıkma.
Çirkefe taş atma.
Çürük iple kuyuya inilmez.
Atasözleri ve deyimler.
Sabahat Emir sy.159.160.
Beyin fırtınası tekniğinde kullanılan çözüm yollarından biri olan "zarardan yarar çıkarma" ya örnek bu olabilir:
Yere düşüp, yerden bir avuç toprakla kalkmak.
Eğitim Bilimleri Kpss.2013.sy.255.
Şu üç kişiye;yani cahiller arasındaki alime,zengin iken fakir düşene ve hatırlı iken itibarını kaybedene acı! Unutma ki yüksekte yer tutanlar,aşağıdakiler kadar emniyette değildir.
Şeyh edebali
"Her şeyden çift çift yarattık,inceden inceye düşünesiniz diye."meakindeki Zariyat suresi 49.ayet-i kerimesi ile sabittir. Mesela:
Açlık ile sağlığı,
Tokluk ile hastalığı,
Fakirlik ile yükü ağır olmayı,
Kalb ile ruhu,
Nefs ile renci, yani sıkıntıyı,
Din ile kemali,
Dünya ile zevali,
Toprak ile sukunu ,
Ateş ile hareketi,
Yer altı ile darlığı ve karanlığı,
Yer ile genişliği,
Gök ile yüksekliği,
Cennet ile sıkıntıları çift eyledi. Haya ve iman bir batındadır, ikizdir buyurmuşlardır.
Resulullah Efendimiz s.a.v. buyurdular:
Her ölen insanın kalbi mühürlenir, kapatılır.
Ancak Allah c.c. yolunda nöbet tutanlar müstesna. Muhakkak onun için ameli(nin sevabı) kıyamet gününe kadar artırılarak devam ettirilir ve kabir fitnesinden emin kılınır.
(Sünen-i Tirmizi)
Nakledildiğine göre; Cibril (Aleyhisselâm) Rasulullah (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) e gelerek, bir gencin sabaha karşı öleceğini bildirdi.Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem) de onun haline acıyarak dünyadan ne temenni ettiğini sordu.O: Bir bakire ile evlenmek ve helva yemek! deyince Rasulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bu iki isteğinin de hemen hazır edilmesini emir buyurdu.
Ruhu'l Furkan Tefsiri cilt.13.sy.396.
O genç gece âilesiyle birlikte halvetinde bulunmuş, heva tabağı da önlerine konmuşken, rastgele bir dilenci kapıya gelerek Allâh için bir şey isteyince, genç o helva tabağını olduğu gibi ona verdi.
Ruhu'l Furkan Tefsiri cilt 13. sy.396.
Rasulullâh (Sallâllahu Aleyhi ve Sellem) sabaha çıktığında oturup o gencin vefât haberinin gelmesini beklerken, haber gecikince: "Bana şu gencin hâlini haber verin!" buyurdu.Onun çok sevinçli ve mutlu olduğu kendisine bildirilince şaşakaldı.
Ruhu'l Furkan Tefsiri.cilt.13.sy.396.
Deken Cibril (Aleyhisselâm) gelerek: O, helvayı tasadduk etti. o da ondan belâyı def etti! dedi.Sonra aradıklarında yastığının altında büyük bir yılan ölü olarak bulundu, karnı da hevayla doluydu, o derece ki onun fazlalığından ölmüştü.
Ruhu'l Furkan Tefsiri cilt.13.sy.396.
...
Bil ki ;-Allah c.c. seni teyid etsin- kazâ (ve kader) iki kısım üzeredir; biri, kazâ-i mu'allak (askıda), diğeri kazâ-i mübrem (kesinleştirilmiş) dir.Değiştirme ve tebdil ihtimâli ancak kazâ-i mu'allaktadır, kazâ-i mübrem de ise hiçbir değiştirme mecâli yoktur.
Allah-u Sübhanehu ve Teala:
Benim katımda söz değiştirilmez.(Kaf Suresi: 29.) İşte bu, kaza-i Mübrem hakkındadır...
Ruhu'l Furkan Tefsiri cilt13. sy.397.
Sübhanehu: Sübhan olan O; her türlü kusur, noksanlık ve eksiklikten uzak olan O (Allah c.c.) bkz Sübhan
Risale-i Nur'un Büyük Lügatı.sy.1056.
...
İçindeki insanlar da dahil olmak üzere bütün doğanın hiçbir şekilde tesadüfi bir oyun olmadığını, yasalara dayandığını ve bütün varoluşun temel bir nedeninin olduğunu söyleyen bir bilinçtir bu.
Einstein
Yaşamı ve evreni.sy.20.
Yaşamının sonlarına doğru kendisine, New York State Eğitim Departmanı tarafından, okulların neye vurgu yapması gerektiği sorulmuştur." Tarih öğretilirkin, bağımsız karakteri ve kararlarıyla insanoğluna fayda sağlayan kişiliklerin üzerinde etraflıca durulması gerekir" diye karşılık vermiştir.
Einstein
Yaşamı ve Evreni.sy.6.
Görsel anlama,olayları doğru biçimde muhakeme etmeyi öğretmenin temel ve tek geçerli yoludur.Sayıların ve dilin öğretilmesi kesinlikle daha sonra gelmelidir.
Einstein
Yaşamı ve Evreni.sy.27.
Esir: Atomlar arasındaki boşluğu ve bütün evreni doldurduğu var sayılan, ağırlığı olmayan ısı ve ışığı ileten töz.Eter.
Einstein
Yaşamı ve Evreni.sy.25.
Marifetullah(Allah c.c. bilmek)tan bir nebze koklamak dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır.Mahmud Esad Coşan Akra fm.
Ma'rifetullah: Allah c.c. bilgisi, Allah c.c. tanıtıcı bilgi; Allah c.c.ı isim ve sıfatları ile doğru şekilde bilme ve tanıma.
Risale-i Nur'un Büyük Lügatı.sy.604.
Kur’an Nedir? Tarifi Nasıldır?
Kur’an; şu kitab-ı kebir-i kainatın bir tercüme-i ezeliyesi, ve ayat-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedisi, ve şu alem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri, ve zeminde ve gökte gizli esma-i İlahiyenin manevi hazinelerinin keşşafı, ve sutur-u hadisatın altında muzmer hakaikin miftahı, ve alem-i şehadette alem-i gaybın lisanı, ve şu alem-i şehadet perdesi arkasında olan ve alem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-ı ebediye-i Rahmaniye ve hitabat-ı ezeliye-i Sübhaniyenin hazinesi, ve şu İslamiyet alem-i manevisinin güneşi, temeli, hendesesi, ve avalim-i uhreviyenin mukaddes haritası, ve zat ve sıfat ve esma ve şuun-u İlahiyenin kavl-i şarihi, te ra olan İslamiyetin ma ve ziyası; ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi, ve insaniyeti saadete sevk eden hakiki mürşidi ve hadisi, ve insanlara hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubudiyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem insanın bütün hacat-ı maneviyesine merci olacak çok kitapları tazammun eden tek, cami bir kitab-ı mukaddes, hem bütün evliya ve sıddikinin ve urefa ve muhakkıkinin fsir-i vazıhı, bürhan-ı katıı, tercüman-ı satıı, ve şu alem-i insaniyetin mürebbisi;. ve insaniyet-i küb muhtelif meşreplerine ve ayrı ayrı mesleklerine, herbirindeki meşrebin mezakına layık ve o meşrebi tenvir edecek ve herbir mesleğin mesakına muvafık ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir kütüphane hükmünde bir kitab-ı semavidir.
Kur’an, Arş-ı azamdan, İsm-i azamdan, her ismin mertebe-i azamından geldiği için, On İkinci Sözde beyan ve ispat edildiği gibi, Kur’an, bütün alemlerin Rabbi itibarıyla Allah’ın kelamıdır, hem bütün mevcudatın İlahı ünvanıyla Allah’ın fermanıdır, hem bütün semavat ve arzın Halıkı namına bir hitaptır, hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükalemedir, hem saltanat-ı amme-i Sübhaniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir, hem rahmet-i vasia-i muhita nokta-i nazarında bir defter-i iltifatat-ı Rahmaniyedir, hem uluhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır, hem İsm-i azamın muhitinden nüzul ile Arş-ı azamın bütün muhatına bakan ve teftiş eden hikmet-feşan bir kitab-ı mukaddestir. Ve şu sırdandır ki, Kelamullah ünvanı, kemal-i liyakatle Kur’an’a verilmiş ve daima da veriliyor.
Kur’an Nedir? Tarifi Nasıldır?
Kur’an; şu kitab-ı kebir-i kainatın bir tercüme-i ezeliyesi, ve ayat-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedisi, ve şu alem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri, ve zeminde ve gökte gizli esma-i İlahiyenin manevi hazinelerinin keşşafı, ve sutur-u hadisatın altında muzmer hakaikin miftahı, ve alem-i şehadette alem-i gaybın lisanı, ve şu alem-i şehadet perdesi arkasında olan ve alem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-ı ebediye-i Rahmaniye ve hitabat-ı ezeliye-i Sübhaniyenin hazinesi, ve şu İslamiyet alem-i manevisinin güneşi, temeli, hendesesi, ve avalim-i uhreviyenin mukaddes haritası, ve zat ve sıfat ve esma ve şuun-u İlahiyenin kavl-i şarihi, te ra olan İslamiyetin ma ve ziyası; ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi, ve insaniyeti saadete sevk eden hakiki mürşidi ve hadisi, ve insanlara hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubudiyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem insanın bütün hacat-ı maneviyesine merci olacak çok kitapları tazammun eden tek, cami bir kitab-ı mukaddes, hem bütün evliya ve sıddikinin ve urefa ve muhakkıkinin fsir-i vazıhı, bürhan-ı katıı, tercüman-ı satıı, ve şu alem-i insaniyetin mürebbisi;. ve insaniyet-i küb muhtelif meşreplerine ve ayrı ayrı mesleklerine, herbirindeki meşrebin mezakına layık ve o meşrebi tenvir edecek ve herbir mesleğin mesakına muvafık ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir kütüphane hükmünde bir kitab-ı semavidir.
Kur’an, Arş-ı azamdan, İsm-i azamdan, her ismin mertebe-i azamından geldiği için, On İkinci Sözde beyan ve ispat edildiği gibi, Kur’an, bütün alemlerin Rabbi itibarıyla Allah’ın kelamıdır, hem bütün mevcudatın İlahı ünvanıyla Allah’ın fermanıdır, hem bütün semavat ve arzın Halıkı namına bir hitaptır, hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükalemedir, hem saltanat-ı amme-i Sübhaniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir, hem rahmet-i vasia-i muhita nokta-i nazarında bir defter-i iltifatat-ı Rahmaniyedir, hem uluhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır, hem İsm-i azamın muhitinden nüzul ile Arş-ı azamın bütün muhatına bakan ve teftiş eden hikmet-feşan bir kitab-ı mukaddestir. Ve şu sırdandır ki, Kelamullah ünvanı, kemal-i liyakatle Kur’an’a verilmiş ve daima da veriliyor.
Kur’an’dan sonra, sair enbiyanın kütüp ve suhufları derecesi gelir. Sair nihayetsiz kelimat-ı İlahiyenin ise, bir kısmı dahi, has bir itibarla, cüz’i bir ünvan ile, hususi bir tecelli ile, cüz’i bir isimle ve has bir rububiyetle ve mahsus bir saltanatla ve hususi bir rahmetle zahir olan ilhamat suretinde bir mükalemedir. Melek ve beşer ve hayvanatın ilhamları, külliyet ve hususiyet itibarıyla çok muhteliftir.
Kur’an, asırları muhtelif bütün enbiyanın kitaplarını ve meşrepleri muhtelif bütün evliyanın risalelerini ve meslekleri muhtelif bütün asfiyanın eserlerini icmalen tazammun eden ve cihat-ı sittesi parlak ve evham ve şübehatın zulümatından musaffa; ve nokta-i istinadı, bilyakin vahy-i semavi ve kelam-ı ezeli; ve hedefi ve gayesi bilmüşahede saadet-i ebediye; içi bilbedahe halis hidayet; üstü bizzarure envar-ı iman; altı biilmilyakin delil ve bürhan; sağı bittecrübe teslim-i kalb ve vicdan; solu biaynilyakin teshir-i akıl ve iz’an; meyvesi bihakkilyakin rahmet-i Rahman ve dar-ı cinan; makamı ve revacı, bi’l-hadsi’s-sadık makbul-ü melek ve ins ve can bir kitab-ı semavidir.
Said Nursi
-2-
Evvela: Şu İşaratü’l-İ’caz adlı eserden maksadımız, Kur’an’ın nazmına, lafzına ve ibaresine ait i’caz işaretlerini ve remizlerini beyan etmektir. Çünkü, i’cazın mühim bir vechi, nazmından tecelli eder ve en parlak i’caz Kur’an’ın nazmındaki nakışlardan ibarettir.
Saniyen: Kur’an’daki anasır-ı esasiye ve Kur’an’ın takip ettiği maksatlar tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ile ibadet olmak üzere dörttür. Bu dört unsuru beyan edeceğiz.
Sual: Kur’an’ın, şu dört hedefe doğru yürüdüğü neden malumdur?
Cevap: Evet, beni adem, büyük bir kervan ve azim bir kafile gibi mazinin derelerinden gelip, vücut ve hayat sahrasında misafir olup, istikbalin yüksek dağlarına ve müzeyyen bağlarına müteveccihen kafile kafile müteselsilen yürümekte iken, kainatın nazar-ı dikkatini celb etti. "Şu garip ve acip mahluklar kimlerdir? Nereden geliyorlar? Nereye gidiyorlar?" diye ahvallerini anlamak üzere hilkat hükumeti, fenn-i hikmeti karşılarına çıkardı ve aralarında şöyle bir muhavere başladı:
Hikmet:
"Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Bu dünyada işiniz nedir? Reisiniz kimdir?
1 Rahman ve Rahim Olan Allahın adıyla.
O Rahman -Ki Kuranı öğretti. -İnsanı yarattı. -Ona anlamayı ve anlatmayı öğretti. (Rahman Suresi: 1-4.)
2 O Rahman. Ki Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona anlamayı ve anlatmayı öğretti. (Rahman Suresi 1-4)
Ona hamd eder, alemler rahmet olarak gönderdiği, remiz ve işaretleriyle kainatın hakikatlerini toplayan en büyük mucizesini asırların geçmesiyle ta Kıyamete kadar baki kıldığı Peygamberi Muhammed’e, onun bütün Al ve Ashabına salavat getiririz. (Müellifin ifadesi)
Bu suale, beni adem namına, emsali olan büyük peygamberler gibi, Muhammed-i Arabi Aleyhissalatü Vesselam, nev-i beşere vekaleten karşısına çıkarak şöyle cevapta bulundu:
"Ey hikmet! Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelinin kudretiyle, yokluk karanlıklarından, ziyadar varlık alemine çıkarılan mahluklardır. Sultan-ı Ezeli, bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrayı bize vermiştir. Biz, haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de, o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle re’sü’l-malımız olan istidatlarımızı nemalandırmaktır. Ve şu azim insan kervanına, bundan sonra Sultan-ı Ezeliden risalet vazifesiyle gelip riyaset eden benim. İşte o Sultan-ı Ezelinin risalet beratı olarak bana verdiği Kur’an-ı Azimüşşan elimdedir. Şüphen varsa al, oku!"
Muhammed-i Arabi Aleyhissalatü Vesselamın verdiği şu cevaplar, Kur’an’dan muktebes ve Kur’an lisanıyla söylenildiğinden, Kur’an’ın anasır-ı esasiyesinin şu dört maksatta temerküz ettiği anlaşılıyor.
Sual : Şu makasıd-ı erbaa, Kur’an’ın hangi ayetlerinde bulunuyor?
Cevap : O anasır-ı erbaa, Kur’an’ın hey’et-i mecmuasında bulunduğu gibi, Kur’an’ın surelerinde, ayetlerinde, kelamlarında, hatta kelimelerinde bile sarahaten veya işareten veya remzen bulunmaktadır. Çünkü, Kur’an’ın küllü, cüzlerinde göründüğü gibi, cüzleri de, Kur’an’ın küllüne aynadır. Bunun içindir ki Kur’an, "müşahhas olduğu halde, efrad sahibi olan külli" gibi tarif edilir.
Sual : -1- ve -2- gibi ayetlerde makasıd-ı erbaaya işaretler var mıdır?
Cevap : Evet, -3- kelimesi, Kur’an’ın çok yerlerinde mezkur veya mukadderdir. Bu mezkur ve mukadder olan kelimelerine esas olmak üzere ’tan evvel kelimesi mukadderdir. Yani, "Ya Muhammed! Bu cümleyi insanlara söyle ve talim et." Demek besmelede İlahi ve zımni bir emir var. Binaenaleyh, şu mukadder olan emri, risalet ve nübüvvete işarettir. Çünkü resul olmasaydı, tebliğ ve talime memur olmazdı. Kezalik, hasrı ifade eden car ve mecrurun takdimi, tevhide imadır.
1 Allahın adıyla. (Fatiha Suresi: 1.)
2 Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Allaha mahsustur. (Fatiha Suresi: 2.)
3 De!
Ve keza, -1- nizam ve adalete, -2- de haşre delalet eder.
Ve keza -3- ’taki ihtisası ifade ettiğinden tevhide işarettir. -4- adaletle nübüvvete remizdir. Çünkü terbiye, resuller vasıtasıyla olur. -5- zaten sarahaten haşir ve kıyamete delalet eder.
Ve keza -6- sadefi de, o makasıd-ı erbaa cevherlerini tazammun etmiştir.
1 O Rahmandır.
2 O Rahimdir.
3 Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Allaha mahsustur. (Fatiha Suresi: 2.)
4 O, Alemlerin Rabbidir. (Fatiha Suresi: 2.)
5 O, hesap gününün sahibidir. (Fatiha Suresi: 4.)
6 Şüphesiz biz sana Kevseri verdik. (Kevser Suresi: 1.)
-1-
Bu kelam, güneş gibidir. Yani, güneş başkalarını gösterdiği gibi, kendini de gösterir, başka bir güneşe ihtiyaç bırakmaz. başkalarına yaptığı vazifeyi, kendisine de yapıyor; ikinci bir daha lazım değildir.
Evet öyle müstakil bir nurdur ki, bu nur, hiçbir şeye bağlı değildir. Hatta bu nurun car ve mecruru bile hiçbir şeye muhtaç değildir. Ancak harfinden müstefad olan -2- veya örfen malum olan -3- veyahut mukadder olan -4- ’ün istilzam ettiği -5- fiillerinden birine mütealliktir.
İhtar : ’ taki car ve mecrura müteallik olarak mezkur olan fiiller, besmeleden sonra takdir edilir ki, hasrı ifade etmekle ihlas ve tevhidi tazammun etsin. İsim, Cenab-ı Hakkın zati isimleri olduğu gibi, fiili isimleri de vardır. Bu fiili isimlerin, Gaffar ve Rezzak, Muhyi ve Mümit gibi pek çok nevileri vardır.
Sual : Bu fiili isimlerinin kesretle tenevvüü neden meydana geliyor?
Cevap : Kudret-i ezeliyenin, kainattaki mevcudatın nevilerine, fertlerine olan nispet ve taallukundan husule gelir. Bu itibarla, kudret-i Ezeliyenin taalluk ve tesirini celb eder. Ve o taalluk, abdin kesbine ve işine yardım edici bir ruh gibi olur. Öyleyse, hiç kimse, hiçbir işini besmelesiz bırakmasın!
1 Allahın adıyla. (Fatiha Suresi: 1.)
3 Teberrük ediyorum.
4 De!
5 Oku.
Lafza-i celali, bütün sıfat-ı kemaliyeyi tazammun eden bir sadeftir. Çünkü Lafza-i Celal, Zat-ı Akdese delalet eder; Zat-ı Akdes de, bütün sıfat-ı kemaliyeyi istilzam eder. Öyleyse, o lafza-i mukaddese, delalet-i iltizamiye ile, bütün sıfat-ı kemaliyeye delalet eder.
İhtar : Başka ism-i haslarda bu delalet yoktur. Çünkü, başka zatlarda sıfat-ı kemaliyeyi istilzam etmek yoktur.
*
Bu iki sıfatın Lafza-i Celalden sonra zikirlerini icap eden münasebetlerden birisi şudur ki:
Lafza-i Celalden, celal silsilesi tecelli ettiği gibi, bu iki sıfattan dahi cemal silsilesi tecelli ediyor.
Evet, herbir alemde emir ve nehiy, sevap ve azap; terğib ve terhib, tesbih ve tahmid, havf ve reca gibi pek çok füruat, celal ve cemalin tecellisiyle teselsül edegelmektedir.
İkincisi: Cenab-ı Hakkın ismi, Zat-ı Akdesine ayn olduğu cihetle, Lafza-i Celal, sıfat-ı ayniyeye işarettir. ’ de, fiili olan sıfat-ı gayriyeye imadır. dahi, ne ayn ne gayr olan sıfat-ı seb’aya remizdir. Zira , "Rezzak" manasınadır. Rızık, bekaya sebeptir
zap; terğib ve terhib, tesbih ve tahmid, havf ve reca gibi pek çok füruat, celal ve cemalin tecellisiyle teselsül edegelmektedir.
İkincisi: Cenab-ı Hakkın ismi, Zat-ı Akdesine ayn olduğu cihetle, Lafza-i Celal, sıfat-ı ayniyeye işarettir. ’ de, fiili olan sıfat-ı gayriyeye imadır. dahi, ne ayn ne gayr olan sıfat-ı seb’aya remizdir. Zira , "Rezzak" manasınadır. Rızık, bekaya sebeptir. Beka, tekerrür-ü vücuttan ibarettir. Vücut ise, birincisi mümeyyize, ikincisi muhassısa, üçüncüsü müessire olmak üzere, "ilim, irade, kudret" sıfatlarını istilzam eder. Beka dahi, semere-i rızık mahsulü olduğu için, "basar, sem’, kelam" sıfatlarını iktiza eder ki, merzuk, istediği zaman ihtiyacını görsün, istediği zaman işitsin, aralarında vasıta bulunduğu takdirde o vasıta ile konuşsun. Bu altı sıfat, şüphesiz, birinci sıfatı olan "hayat"ı istilzam ederler.
Sual : Rahman büyük nimetlere, Rahim küçük nimetlere delalet ettikleri cihetle, Rahim’in, Rahman’dan sonra zikri, yukarıdan aşağıya inmek manasına olan "san’atü’t-tedelli" kaidesine dahildir. Bu ise, belagatça makbul değildir.
Cevap : Evet, kaşlar göze, gem ata mütemmim oldukları ve onların noksanlarını ikmal ettikleri gibi, küçük nimetler de büyük nimetlere mütemmimdirler. Bu itibarla, mütemmim olan, haddizatında küçük de olsa, faydayı ikmal ettiğinden, büyükten daha büyük olması icap eder.
* O Rahman ve Rahimdir. (Fatiha Suresi: 1.)
Ve keza, büyükten beklenilen menfaat küçüğe mütevakkıf ise, o küçük, büyük sırasına geçer; o büyük dahi küçük hükmünde kalır; kilit ile anahtar, lisan ile ruh gibi.
Ve keza, bu makam, nimetlerin tadadı veya nimetlerle imtinan makamı değildir. Ancak, insanları, gizli ve küçük nimetlere tenbih ve ikaz etmek makamıdır. Evvelki makamlardaki "tedelli" şu tenbih makamında "terakki" sayılır. Çünkü, gizli ve küçük nimetleri insanlara göstermek ve insanları onların vücuduna ikaz etmek, daha layık ve daha lazımdır. Bu itibarla, şu meselemizde tedelli değil, terakki vardır.
Sual : Mebde ve me’haz itibarıyla "rikkatü’l-kalb" manasını ifade eden bu iki sıfatın Cenab-ı Hak hakkında kullanılması caiz değildir. Eğer mana-yı hakikatlerinin lazımı ve neticesi olan in’am ve ihsan kastedilirse, mecazda ne hikmet vardır?
Cevap : Bu iki sıfat-"yed" gibi-mana-yı hakikileriyle Cenab-ı Hak hakkında kullanılması muhal olan müteşabihattandır. Müteşabihatta, mana-yı mecazinin, mana-yı hakikinin lafzıyla, üslubuyla gösterilmesindeki hikmet, insanların meluf ve malumları olmayan manaları ve hakikatleri zihinlerine yakınlaştırıp kabul ettirmekten ibarettir. Mesela "yed"in mana-yı mecazisi insanlara me’nus olmadığından, mana-yı hakikinin şekliyle, lafzıyla gösterilmesi zarureti vardır.
-1-
Evvela: Bu kelimeyi makabline bağlattıran cihet-i münasebet, Rahman ve Rahim’in delalet ettikleri nimetlerin hamd ve şükürle karşılanması lüzumundan ibarettir.
Saniyen: Şu cümlesi, herbiri niam-ı esasiyeden birine işaret olmak üzere, Kur’an’ın dört suresinde tekerrür etmiştir. O nimetler de, "neş’e-i ula ile neş’e-i ulada beka, neş’e-i uhra ile neş’e-i uhrada beka" nimetlerinden ibarettir.
Salisen: Bu cümlenin Kur’an’ın başlangıcı olan Fatiha Suresine fatiha, yani başlangıç yapılması neye binaendir?
Cevap: Kainatın ve dolayısıyla insanların hilkatindeki hikmet ve gaye, -2- ferman-ı celilince, ibadettir.
1 Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Allaha mahsustur. (Fatiha Suresi: 2.)
2 Ben, cinleri ve insanları ancak bana iman ve ibadet etsinler diye yarattım. (Zariyat Suresi: 56.)
Hamd ise, ibadetin icmali bir sureti ve küçük bir nüshasıdır. ’ın bu makamda zikri, hilkatin gayesini tasavvur etmeye işarettir.
Rabian: Hamdin en meşhur manası, sıfat-ı kemaliyeyi izhar etmektir. Şöyle ki:
Cenab-ı Hak, insanı, kainata cami bir nüsha ve on sekiz bin alemi havi şu büyük alemin kitabına bir fihrist olarak yaratmıştır. Ve Esma-i Hüsnadan herbirisinin tecelligahı olan herbir alemden bir örnek, bir nümune, insanın cevherinde vedia bırakmıştır.
Eğer insan, maddi ve manevi herbir uzvunu Allah’ın emrettiği yere sarf etmekle hamdin şubelerinden olan şükr-ü örfiyi ifa ve şeriate imtisal ederse, insanın cevherinde vedia bırakılan o örneklerin herbirisi, kendi alemine bir pencere olur. İnsan, o pencereden, o aleme bakar ve o aleme tecelli eden sıfatla o alemden tezahür eden isme bir mir’at ve bir ayna olur. O vakit insan, ruhuyla, cismiyle alem-i şehadet ve alem-i gayba bir hülasa olur ve her iki aleme tecelli eden, insana da tecelli eder. İşte bu cihetle, insan, sıfat-ı kemaliye-i İlahiyeye hem mazhar olur, hem muzhir olur. Nitekim Muhyiddin-i Arabi, hadis-i şerifinin beyanında, "Mahlukatı yarattım ki, Bana bir ayna olsun ve o aynada cemalimi göreyim" demiştir.
: burada ihtisas içindir. Hamdin Zat-ı Akdese has ve münhasır olduğunu ifade eder. Bu ’ın mütealliki olan ihtisas hazf olduktan sonra ona intikal etmiştir ki, ihlas ve tevhidi ifade etsin.
İhtar : Müşahhas olan birşeyin umumi bir mefhumla mülahaza edildiğine binaen, Zat-ı Akdes de müşahhas olduğu halde, Vacibü’l-Vücud mefhumuyla tasavvur edilebilir.
: Yani, herbir cüz’ü bir alem mesabesinde bulunan şu alemi bütün eczasıyla terbiye ve yıldızlar hükmünde olan o cüzlerin zerratını kemal-i intizamla tahrik eder.
Evet, Cenab-ı Hak, herşey için bir nokta-i kemal tayin etmiştir ve o noktayı elde etmek için o şeye bir meyil vermiştir. Herşey, o nokta-i kemale doğru hareket
Keşfül-Hafa, 2:13.
etmek üzere, sanki manevi bir emir almış gibi muntazaman o noktaya müteveccihen hareket etmektedir. Esna-yı harekette onlara yardım eden ve manilerini def eden, şüphesiz, Cenab-ı Hakkın terbiyesidir.
Evet, kainata dikkatle bakıldığı zaman, insanların taife ve kabileleri gibi, kainatın zerratı, münferiden ve müçtemian Halıklarının kanununa imtisalen, muayyen olan vazifelerine koşmakta oldukları hissedilir. (Yalnız bedbaht insanlar müstesna!)
-1-
Bu kelimenin sonundaki yalnız i’rab alametidir, -2- -3- gibi. Veya cem’ alametidir; çünkü, alemin ihtiva ettiği cüzlerin herbirisi bir alemdir. Veyahut, yalnız manzume-i şemsiyeye münhasır değildir. Cenab-ı Hakkın, şu gayr-ı mütenahi fezada çok alemleri vardır.
Evet, -4- ve -5- de olduğu gibi, burada da ukalaya mahsus cem’ sigasıyla gayr-ı ukala cem’lendirilmiştir. Bu ise, kavaide muhaliftir?
Evet, alemin ihtiva ettiği uzuvların birer akıl, birer mütekellim suretinde tasavvur edilmesi, belagatin en makbul bir prensibidir. Zira, kainatın alem ile tesmiyesi, kainatın Saniine olan delaleti, şehadeti, işareti içindir. Binaenaleyh, kainatın uzuvları da Sanie olan delaletleri, şehadetleri için birer alem olmaları icap eder. Öyleyse, Saniin o uzuvları terbiyesinden ve o uzuvların da Sanii ilam etmelerinden anlaşılır ki, o uzuvlar; birer hayy, birer akıl, birer mütekellim suretinde tasavvur edilmiştir. Binaenaleyh, bu cem’de kavaide muhalefet yoktur.
1 Alemler. (Fatiha Suresi: 2.)
3 Otuz.
4 Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Allaha mahsustur. Allahın nice felekleri var ki, içinde yıldızlar, güneş ve ay dönüp dururlar.
5 "... Onları bana secde ederken gördüm." (Yusuf Suresi: 4.)
Makabliyle bu iki sıfatın nazmını icap eden şöyle bir münasebet vardır ki:
Biri menfaatleri celp, diğeri mazarratları def etmek üzere terbiyenin iki esası vardır. "Rezzak" manasına olan birinci esasa, "Gaffar" manasını ifade eden de ikinci esasa işaretleri için birbiriyle bağlanmıştır.
-2-
Makabliyle şu sıfatın nazmını iktiza eden sebep şudur ki:
Şu sıfat, rahmeti ifade eden makabline neticedir. Zira, kıyametle saadet-i ebediyenin geleceğine en büyük delil, rahmettir. Evet, rahmetin rahmet olması ve nimetin nimet olması, ancak ve ancak haşir ve saadet-i ebediyeye bağlıdır. Evet, saadet-i ebediye olmasa, en büyük nimetlerden sayılan aklın, insanın kafasında yılan vazifesini görmekten başka bir işi kalmaz. Kezalik, en latif nimetlerden sayılan şefkat ve muhabbet, ebedi bir ayrılık düşüncesiyle, en büyük elemler sırasına geçerler.
Sual : Cenab-ı Hakkın herşeye malik olduğu bir hakikat iken, burada haşir ve ceza gününün tahsisi neye binaendir?
Cevap : Şu alemin, insanlarca, hakir ve hasis sayılan bazı şeylerine kudret-i ezeliyenin bizzat mübaşereti azamet-i İlahiyeye münasip görülmediğinden, vaz edilen esbab-ı zahiriyenin o gün ref’iyle; herşeyin şeffaf, parlak içyüzüyle tecelli edip Saniini, Halıkını vasıtasız göreceğine işarettir.
-3- tabiri ise, haşrin vukuunu gösteren emarelerden birine işarettir. Şöyle ki: Saniye, dakika, saat ve günleri gösteren haftalık bir saatin millerinden birisi devrini tamam ettiği zaman, behemehal ötekiler de devirlerini ikmal edeceklerine kanaat hasıl olur. Kezalik, yevm, sene, ömr-ü beşer ve ömr-ü dünya içinde tayin edilen manevi millerden birisi devrini tamam ettiğinde, ötekilerin de-velev uzun bir zamandan sonra olsun-devirlerini ikmal edeceklerine hükmedilir.
Ve keza, bir
1 O Rahmandır; rahmeti bütün varlıkları kuşatır ve bütün yaratıklarının her türlü rızkını merha-metle yetiştirir. O Rahimdir; yaratıklarına karşı pek şefkatli ve merhametlidir. (Fatiha Suresi: 3.)
2 O hesap gününün sahibidir. (Fatiha Suresi: 4.)
3 Gün.
gün veya bir sene zarfında vukua gelen küçük küçük kıyametleri, haşirleri gören bir adam, saadet-i ebediyenin, haşrin tulu-u fecriyle, şahsı bir nev’ hükmünde olan insanlara ihsan edileceğine şüphe edemez.
kelimesinden maksat ya cezadır, çünkü o gün hayır ve şerlere ceza verilecek bir gündür; veya hakaik-i diniyedir, çünkü hakaik-i diniye o gün tam manasıyla meydana çıkar. Ve daire-i itikadın, daire-i esbaba galebe edeceği bir gündür.
Evet, Cenab-ı Hak, müsebbebatı esbaba bağlamakla, intizamı temin eden bir nizamı kainatta vaz etmiş. Ve herşeyi, o nizama müraat etmeye ve o nizamla kalmaya tevcih etmiştir. Ve bilhassa insanı da, o daire-i esbaba müraat ve merbutiyet etmeye mükellef kılmıştır. Her ne kadar dünyada, daire-i esbab daire-i itikada galip ise de, ahirette hakaik-i itikadiye tamamen tecelli etmekle, daire-i esbaba galebe edecektir. Buna binaen, bu dairelerin herbirisi için ayrı ayrı makamlar, ayrı ayrı hükümler vardır. Ve her makamın iktiza ettiği hükme göre hareket lazımdır. Aksi takdirde, daire-i esbabda iken tabiatıyla, vehmiyle, hayaliyle daire-i itikada bakan Mutezile olur ki, tesiri esbaba verir. Ve keza, daire-i itikadda iken, ruhuyla, imaniyle daire-i esbaba bakan da, esbaba kıymet vermeyerek Cebriye mezhebi gibi tembelcesine bir tevekkülle nizam-ı aleme muhalefet eder.
-1-
zamirinde iki nükte vardır.
Birincisi: Makablinde zikredilen sıfat-ı kemaliyenin zamirinde müstetir ve mutazammın olduğuna işarettir. Çünkü, o sıfatların birer birer tadadından hasıl olan büyük bir şevkle, gaybdan hitaba, yani ism-i zahirden şu zamirine iltifat ve intikal olmuştur. Demek zamirinin mercii, geçen sıfat-ı kemaliye ile mevsuf olan Zattır.
İkincisi: Elfaz okunurken manalarını düşünmek, belagat mezhebinde vacip olduğuna işarettir. Çünkü, manalar düşünülürse, nazil olduğu gibi okunur. Ve o okuyuş, tabiatıyla, zevkiyle hitaba incirar eder. Hatta ’ yu okuyan adam, sanki -2- cümlesindeki emre imtisalen okuyor gibi olur.
1 Ancak sana kulluk ederiz. (Fatiha Suresi: 5.)
2 Kendisini görüyormuşsun gibi Rabbine kullukta bulun. (Hadis-i Şerif: Sahihü’l-Camiüs’s-Sağir, 1049.)
Cem’ sigasıyla zikredilen -1- deki zamir, üç taifeye işarettir.
Birincisi, insanın vücudundaki bütün aza ve zerrata racidir ki, bu itibarla şükr-ü örfiyi eda etmiş olur.
İkincisi, bütün ehl-i tevhidin cemaatlerine aittir; bu cihetle şeriata itaat etmiş olur.
Üçüncüsü, kainatın ihtiva ettiği mevcudata işarettir. Bu itibarla, şeriat-ı fıtriye-i kübraya tabi olarak hayret ve muhabbetle kudret ve azametin arşı altında sacid ve abid olmuş olur.
Bu cümlenin makabliyle vech-i nazmı, ’nun -2- ’ye tefsir ve beyanı olmakla -3- ’de bir netice ve bir lazım olmasıdır.
İhtar : -4- ’nin takdimi, ihlası vikaye etmek içindir. Ve zamir-i hitap da, ibadetin sebep ve illetine işarettir. Çünkü, hitaba incirar eden, geçen sıfatla muttasıf olan Zat, elbette ibadete müstehaktır.
-5-
-6- ’de müstetir zamir, ’nun faili gibi, o üç cemaatten herbirine racidir. Yani, "Bizim vücudumuzun zerratı veya ehl-i tevhid cemaatı veyahut kainat mevcudatı, bütün hacat ve maksatlarımıza, bilhassa en ehem olan ibadetimize, Senden iane ve tevfik istiyoruz."
kelimesinin tekrarlanmasındaki hikmetin, birincisi, hitap ve huzurdaki lezzetin arttırılmasına; iİkincisi, ayan makamının bürhan makamından daha yüksek olduğuna; üçüncüsü, huzurda sıdk olup kizbin ihtimali olmadığına; dördüncüsü, ibadetle istianenin ayrı ve müstakil maksatlar olduklarına işarettir.
Bu iki fiili birbiriyle bağlayan münasebet, ücretle hizmet arasındaki münasebettir. Zira ibadet, abdin Allah’a karşı bir hizmetidir. İane de, o hizmete karşı bir ücret gibidir. Veya mukaddeme ile maksud arasındaki alakadır. Çünkü iane ve tevfik, ibadete mukaddemedir. kelimesinin takdiminden doğan hasr, abdin,
1 Kulluk ederiz.
2 Hamd olsun.
3 O, hesap gününün sahibidir. (Fatiha Suresi: 4.)
5 Ancak Senden yardım dileriz. (Fatiha Suresi: 5.)
6 Yardım dileriz.
Cenab-ı Hakka karşı yaptığı ibadet ve hizmetle, vesait ve esbaba olan tezellülden kurtuluşuna işarettir. Lakin, esbabı tamamen ihmal ve terk etmek iyi değildir. Çünkü, o zaman Cenab-ı Hakkın hikmet ve meşietiyle kainatta vaz edilen nizama karşı bir temerrüd çıkar.
Evet, daire-i esbabda iken tevekkül etmek, bir nevi tembellik ve atalettir.
-1-
Hidayeti talep etmekle ianeyi istemek arasında ne münasebet vardır?
Evet, biri sual, diğeri cevap olduklarından birbiriyle bağlanılmıştır. Şöyle ki:
-2- ile iane talep edilirken makam iktizasıyla "Ne istiyorsun?" diye varid olan mukadder sual, ile cevaplandırılmıştır. ile istenilen şeylerin ayrı ayrı ve müteaddit olmasır manasının da ayrı ayrı ve müteaddit olmasını icap eder. Sanki dört masdardan müştakdır. Mesela, bir mü’min hidayeti isterse, sebat ve devam manasını ifade eder. Zengin olan isterse, ziyade manasını, fakir olan isterse i’ta manasını, zayıf olan isterse iane ve tevfik manasını ifade eder. Ve keza, (Her şeyi halk ve hidayet etmiştir.) manasında bulunan ayet-i celilesi hükmünce, zahiri ve batıni duygular, afaki ve harici deliller, enfüsi ve dahili bürhanlar, peygamberlerin irsaliyle, kitapların inzali gibi vasıtalar itibarıyla da hidayetin manası taaddüt eder.
İhtar : En büyük hidayet, hicabın kaldırılmasıyla hakkı hak, batılı batıl göstermektir.
-3-
1 Bize hidayet et. (Fatiha Suresi: 6.)
2 Senden yardım dileriz. Allahım! Bize hakkı hak olarak göster ve ona uymayı nasip et; batılı da, batıl olarak göster ve ondan da sakınmayı nasip et. Amin.
Bu manadaki ayet Taha Suresi 50. Ayettir. Manası: Herşeyi yerli yerince yaratan, fayda ve zararlarını gösteren onu yaratılış maksadına sevk eden [Allahtır].
Sırat-ı müstakim şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülasasından hasıl olan adl ve adalete işarettir. Şöyle ki:
Tagayyür, inkılap ve felaketlere maruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskan edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu kuvvetlerin, birincisi, menfaatleri celp ve cezb için kuvve-i şeheviye-i behimiye, ikincisi, zararlı şeyleri def için kuvve-i sebuiye-i gadabiye, üçüncüsü, nef’ ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir.
Lakin, insandaki bu kuvvetlere şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmişse de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin herbirisi, tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar. Mesela, kuvve-i şeheviyenin tefrit mertebesi humuddur ki, ne helale ve ne de harama şehveti, iştihası yoktur. İfrat mertebesi fücurdur ki, namusları ve ırzları payimal etmek iştihasında olur. Vasat mertebesi ise iffettir ki, helaline şehveti var, harama yoktur.
İhtar : Kuvve-i şeheviyenin yemek, içmek, uyumak ve konuşmak gibi füruatında da bu üç mertebe mevcuttur.
Ve keza, kuvve-i gadabiyenin tefrit mertebesi, cebanettir ki korkulmayan şeylerden bile korkar. İfrat mertebesi tehevvürdür ki, ne maddi ve ne manevi hiçbir şeyden korkmaz. Bütün istibdadlar, tahakkümler, zulümler bu mertebenin mahsulüdür. Vasat mertebesi ise şecaattir ki, hukuk-u diniye ve dünyeviyesi için canını feda eder, meşru olmayan şeylere karışmaz.
İhtar : Bu kuvve-i gadabiyenin füruatında da şu üç mertebenin yeri vardır.
Ve keza, kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi gabavettir ki, hiçbir şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi cerbezedir ki, hakkı batıl, batılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekaya malik olur. Vasat mertebesi ise hikmettir ki, hakkı hak bilir, imtisal eder; batılı batıl bilir, içtinap eder.
-2-
İhtar : Bu kuvvetin şu üç mertebeye inkısamı gibi, füruatı da o üç mertebeyi havidir. Mesela, halk-ı ef’al meselesinde Cebr mezhebi ifrattır ki,
1 Dos doğru yol ... (Fatiha Suresi: 6.)
2 Kime hikmet verilmişse, işte ona pekçok hayır verilmiştir. (Bakar Suresi: 269.)
bütün bütün insanı mahrum eder. İtizal mezhebi de tefrittir ki, tesiri insana verir. Ehl-i Sünnet mezhebi vasattır. Çünkü bu mezhep, beyne-beynedir ki, o fiillerin bidayetini irade-i cüz’iyeye, nihayetini irade-i külliyeye veriyor. Ve keza, itikadda da tatil ifrattır, teşbih tefrittir, tevhid vasattır.
Hülasa: Şu dokuz mertebenin altısı zulümdür, üçü adl ve adalettir. Sırat-ı müstakimden murad, şu üç mertebedir.
-1-
Kur’an’ın inci gibi lafızlarının dizilmesi bir hayta, bir çeşide, bir nakşa münhasır değildir. Belki, zuhurca, hafaca, yakınlıkça, uzaklıkça mütefavit çok tenasüplerden hasıl olan pek çok nakışlar üzerine dizilmişlerdir, nazmedilmişlerdir. Zaten i’cazın esası, ihtisardan sonra ancak böyle nakışlardadır.
Evet, ile makablindeki herbir kelime arasında bir münasebet vardır. Mesela, -2- ile münasebeti vardır; çünkü nimet, hamde delil ve karinedir. -3- ile münasebettardır. Çünkü, terbiyenin kemali, nimetlerin tevali ve teakubu ile olur. -4- ile alakadardır; çünkü -5- den irade edilen "enbiya, şüheda, suleha, ulema" rahmettirler. -6- ile alakası vardır; çünkü, nimet-i kamile, ancak dindir. -7- ile alakası var; çünkü ibadette imamlar bunlardır. -8- ile var; çünkü, tevfike ve ianeye mazhar bunlardır. -9- ile var; çünkü hidayette
1 Kendilerine nimet ve ihsanda bulunduğun peygamberlerin ve onlara tabi olan salih kullarının yoluna ilet. (Fatiha Suresi: 7.)
2 Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Allaha mahsustur. (Fatiha Suresi: 2.)
3 Alemlerin Rabbi (Fatiha Suresi: 2.)
4 O Rahman ve Rahimdir. (Fatiha Suresi: 3.)
6 O, hesap gününün sahibidir. (Fatiha Suresi: 4.)
9 Bize hidayet et. (Fatiha Suresi: 6.)
kerime, buradaki -1- ayet-i celilesini beyan eder. Zaten Kur’an’ın bir kısmı, bir kısmını tefsir eder.
Sual : Şeygamberlerin meslekleri birbirine uymadığı gibi, ibadetleri de birbirine muhaliftir. Bunun esbabı nedir?
Cevap : İtikad ve amelde, usul ve ahkam-ı esasiyede peygamberlerin hepsi daimdirler, sabittirler, müttehittirler. İhtilaf ve tefavütleri, ancak füruattadır. Zaten zamanların tebeddülüyle füruatın da tebeddül ve tegayyürü tabii birşeydir. Evet, mevasim-i erbaada tedavi ve telebbüs gibi çok şeyler tebeddüle uğrar. Mesela, kışın giyilen kalın elbise yazın tebeddüle uğrar veya kışın güzel tesiri olan bir ilacın yazın fena tesiri olur, kullanılmaz. Kezalik, kalb ve ruhların gıdası olan ahkam-ı diniyenin füruatı da, ömr-ü beşerin devreleri itibariyle tebeddüle uğrar.
-2-
Havf ve firar makamı olan şu sıfatın makablindeki makamlarla münasebatı ise, bu makamın hayret ve dehşet nazarıyla celal ve cemal ile muttasıf olan makam-ı rububiyete baktırması; ve iltica ve dehalet nazarıyla -3- ’deki makam-ı ubudiyete baktırması ve acz nazarıyla -4- ’deki tevekkül makamına baktırması; ve teselli nazarıyla refik-ı daimisi olan makam-ı recaya baktırmasıdır. Çünkü, korkunç birşeyi gören adam, korku ve hayret içinde kalır, sonra firar etmeye meyleder. aciz olduğu takdirde tevekkül eder, sonra teselli yollarını arar.
Sual : Cenab-ı Hak Ganiyy-i Mutlaktır. alemde bu kadar dalaletleri ve pek çirkin fena şeylerin yaratılışında ne hikmet vardır?
Cevap : Kainatta maksud-u bizzat ve külli ve şümullü olarak yaratılan, ancak kemaller, hayırlar, hüsünlerdir. Şerler, kubuhlar, noksanlar ise hüsünlerin, hayırların, kemallerin arasında görülmeyecek kadar dağınık ve cüz’iyet kabilinden tebei olarak yaratılmışlardır ki, hayırların, hüsünlerin, kemallerin mertebelerini, nevilerini, kısımlarını göstermeye vesile olsunlar ve hakaik-i nisbiyenin vücuduna veya zuhuruna bir mukaddeme ve bir vahid-i kıyasi olsunlar.
1 Kendilerine nimet ve ihsanda bulunduğun kullarının... ( Fatiha Suresi: 4.)
2 Gazabına uğrayanların değil. (Fatiha Suresi: 7.)
3 Kulluk ederiz. (Fatiha Suresi: 5.)
4 Yardm dileriz. (Fatiha Suresi: 5.)
Sual : Hakaik-i nisbiyenin ne kıymeti var ki, onun için şerler istihsan edilecek?
Cevap : Hakaik-i nisbiye denilen şeyler, kainatın eczası arasında bulunan rabıtalardır. Ve kainattaki nizam, ancak hakaik-i nisbiyeden doğmuştur. Ve hakaik-i nisbiyeden kainatın envaına bir vücud-u vahid in’ikas etmiştir. Hakaik-i nisbiye, büyük bir ölçüde hakaik-i hakikiyeden çoktur. Hatta bir zatın hakaik-i hakikiyesi yedi ise, hakaik-i nisbiyesi yedi yüzdür. Binaenaleyh, kubuh ve şerde şer varsa da kalildir. Malumdur ki, şerr-i kalil için hayr-ı kesir terk edilmez. Terk edilirse, şerr-i kesir olur; zekat ve cihadda olduğu gibi.
Evet, -1- meşhur kaziyeden maksat, birşeyin zıddı, o şeyin hakaik-i nisbiyesinin vücut veya zuhuruna sebeptir. Mesela kubuh olmasaydı ve hüsünlerin arasına girmeseydi, hüsnün gayr-ı mütenahi olan mertebeleri tezahür etmezdi.
Sual : -2- fiil, -3- ism-i mef’ul, -4- ism-i fail olarak zikirlerinde ve keza, üçüncü fırkanın sıfatını ve ikinci fırkanın sıfatına terettüp eden akıbetini ve birinci fırkanın ünvan-ı sıfatını aynen zikretmekte ne gibi bir hikmet vardır?
Cevap : "Nimet" ünvanı, nefsin daima meylettiği bir lezzet olduğundan ihtiyar edilmiştir. Fiil-i mazi olarak zikrindeki sebep, evvelce beyan edilmiştir.
İkinci fırka ise, kuvve-i gadabiyenin galebe ve tecavüzüyle tecavüz ederek ahkamın terkiyle zulüm ve fıska düşmüşlerdir: Yahudilerin temerrüdü gibi.
Zulüm ve fıskta hasis ve hayırsız bir lezzet görüldüğünden, onlardan nefis teneffür etmez. Kur’an-ı Kerim, o zulmün akıbeti olan gadab-ı İlahiyi zikretmiştir ki, nefisleri o zulüm ve fısktan tenfir ettirsin.
İstimrar ve devam şe’ninde olan isimlerden ism-i mef’ul olarak zikredilmesi ise, şer ve isyanların devam edip, tevbe ve af ile inkıta etmedikleri takdirde kat’ileşeceğine ve silinmez bir damga şekline geçeceğine işarettir.
Üçüncü fırka ise, vehim ve heva-yı nefsin akıl ve vicdanlarına galebesiyle, batıl bir itikada tabi olarak nifaka düşen bir kısım Nasaradır. Dalalet, nefisleri tenfir ve ruhları inciten bir elem olduğundan, Kur’an-ı Kerim, o fırkayı aynı o sıfatla zikretmiştir.
Ve ism-i fail olarak zikrindeki sebep ise, dalaletin dalalet olması, devam etmesine mütevakkıf olup, inkıtaa uğradığı zaman affa dahil olacağına işarettir.
Ey arkadaş! Bütün lezzetler imanda olduğu gibi, bütün elemler de dalalettedir. Bunun izahı ise:
Bir şahıs, kudret-i Ezeliye tarafından, adem zulümatından şu
1 Nesneler ancak zıtlarıyla bilinirler.
2 Nimet verdiğin.
3 Gazaba uğrayan.
korkunç dünya sahrasına atılırken gözünü açar, bakar. Bir lütuf beklediği zaman, birden bire, düşmanlar gibi, hastalıklar, elemler, belalar hücum etmeye başlarlar. Bir medet, bir yardım için müsterhimane tabiata ve anasıra baktığı vakit, kasavet-i kalble, merhametsizikle karşılaşır. Ecram-ı semaviyeden istimdat etmek üzere başını havaya kaldırır. O ecram, atom bombaları gibi dehşetli ve heybetli halleriyle gözüne görünür. Hemen gözünü yumar, başını eğer, düşünmeye başlar. Bakar ki, hayati hacetleri bağırıp çağırmaya başlarlar. Bütün bütün tevahhuş ederek hemen kulaklarını tıkar, vicdanına iltica eder.
Bakar ki, vicdanı, binler amal (emeller) ve emani ile dolu gürültülerinden cinnet getirecek bir hale gelir. Acaba, hiçbir cihetten hiçbir teselli çaresini bulamayan o zavallı şahıs, mebde ile meadı, Sani ile haşri itikad etmezse, onun o vaziyetinden Cehennem daha serin olmaz mı?
Evet, o biçare, havf ve heybetten, acz ve ra’şetten, vahşet ve gönül darlığından, yetimlikle meyusiyetten mürekkep bir vaziyet içinde olup, kudretine bakar; kudreti aciz ve nakıs. Hacetlerine bakar; def edilecek bir durumda değildir. Çağırıp yardım istese, yardımına gelen yok. Her şeyi düşman, her şeyi garip görür. Dünyaya geldiğine bin defa nedamet eder, lanet okur.
Fakat o şahsın, sırat-ı müstakime girmekle kalbi ve ruhu nur-u imanla ışıklanırsa, o zulmetli evvelki vaziyeti nurani bir halete inkılap eder. Şöyle ki:
O şahıs, hücum eden belaları, musibetleri gördüğü zaman, Cenab-ı Hakka istinad eder, müsterih olur.
Yine o şahıs, ebede kadar uzanıp giden emellerini, istidatlarını düşündüğü zaman, saadet-i ebediyeyi tasavvur eder. O saadet-i ebediyenin maü’l-hayatından bir yudum içer, kalbindeki emellerini teskin eder.
Yine o şahıs, başını kaldırıp semaya ve etrafa bakar, herşeyle ünsiyet peyda eder.
Yine o şahıs, semadaki ecrama bakar; hareketlerinden dehşet değil, ünsiyet ve emniyet peyda eder ve onların o hareketlerini ibret ve hayretle tefekkür eder.
Yine o şahıs, ecram-ı ulviye ile öyle bir kesb-i muarefe eder ki, hangi bir cirme bakarsa baksın, o cirmlerden "Ey arkadaş, bizden tevahhuş etme. Hareketlerimizden korkma. Hepimiz bir Halıkın memurlarıyız" diye, me’nus ve emniyet verici sesleri kalben işitmeye başlar.
Hülasa : O şahıs, evvelki vaziyetinde, vicdanındaki o dehşetli ve vahşetli ve korkunç alam-ı şedideden kurtulmak için, tesellilerle hissini iptal ve sarhoşlukla o halleri unutmak ister. İkinci haletinde ise, ruhunda yüksek lezzetleri ve saadetleri hisseder; kalbini ikaz, vicdanını tahrik edip ruhunu ihsas ettikçe o saadetler ziyadeleşir ve ona manevi cennetlerin kapıları açılır.
Allahım! Bu sure hürmetine bizi sırat-ı müstakimde yürüyenlerden eyle. Amin.
Sure-i Bakara
Sual: icaz ile i’caz sıfatlarını havi Kur’an-ı Azimüşşanda, -1- gibi pek çok ayetler tekerrür etmektedir. Halbuki bu tekrarlar, belagate münafidir, usanç veriyor.
Cevap: Ey arkadaş! Her parlayan şey, yakıcı ateş değildir. Evet, tekrar ve tekerrür bazan usanç veriyor, fakat umumi değildir. Her yere, her kelama ve her kitaba şamil değildir. Usanç verici addedilen pek çok zahiri tekrarlar, belagatçe istihsan ve takdir edilmektedir. Evet, insanın yediği yemekler, biri gıda, diğeri tefekküh (meyve) olmak üzere iki kısımdır. Birinci kısım, tekerrür ettikçe memnuniyet verir, kuvvet verir, kat kat teşekkürlere sebep olur. İkinci kısmın tekerrüründe usanç, teceddüdünde lezzet vardır. Kezalik, kelamlar da iki kısımdır. Bir kısmı ruhlara kut, fikirlere kuvvet verici hakikatlerdir ki, tekerrür ettikçe güneşin ziyası gibi, ruhlara, fikirlere hayat verir. Meyve kabilinden iştihayı açan kısımda tekerrür makbul değildir, istihsan edilmez. Buna binaen Kur’an, hey’et-i mecmuasıyla kalblere kut ve kuvvet olup, tekrarı usanç değil, halavet ve lezzet verdiği gibi, Kur’an’ın ayetlerinde de öyle bir kısım vardır ki, o kuvvetin ruhu hükmünde olup tekerrür ettikçe daha ziyade parlar, hak ve hakikat nurlarını saçar. -2-
Ezcümle -3- gibi ayetlerde bulunan ukde-i hayatiye ve nurani esaslar, tekerrür ettikçe iştahları açar; misk gibi, karıştırıldıkça kokar. Demek tekerrür zannedilen, hakikatte tekerrür değildir. Ancak
1 Rahman ve Rahim olah Allahın adıyla. Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkar edersiniz? (Rahman Suresi: 13, 16, 18, 21, v.d....) Yazıklar olsun o gün... (Mürselat Suresi: 15, 19, 24, 28, 34, v.d...)
2 O, misk gibidir; tekrar tekrar sürdükçe kokusu daha daha çok sayılır.
3 Rahman ve Rahim olan Allahın adıyla. (Neml 30.)
-1- kabilinden, o ayrı ayrı hikmetleri, nükteleri, gayeleri ifade eden tekrarlı kelamlar, yalnız ibarece, lafızca birbirine benzedikleri için tekrar zannedilir. Hatta kıssa-i Musa, çok meziyetleri ve hikmetleri müştemildir. Her makamda o makama münasip bir vecihle zikredilmesi, ayn-ı belagattir. Evet, Kur’an-ı Azimüşşan, o kıssa-i meşhureyi, gümüş iken, yed-i beyzasına alarak altın şekline ifrağıyla öyle bir nakş-ı belagate mazhar etmiştir ki, bütün ehl-i belagat, onun belagatine hayran olmuşlar, secdeye varmışlardır. Ve keza, teyemmün, teberrük ve istiane gibi çok vecihleri havi; ve tevhid, tenzih, sena, celal ve cemal ve ihsan gibi çok makamları tazammun; ve tevhid ve nübüvvet, haşir ve adalet gibi makasıd-ı erbaaya işaret eden besmele, zikredilen yerlerin herbirisinde bu vecihlerden, bu makamlardan biri itibarıyla zikredilmiş ve edilmektedir. Maahaza, hangi surede tekerrür varsa, o surenin ruhuyla münasip olan bir vecih bizzat kasdedilmekle öteki vecihlerin istitradi ve tebei zikirleri, belagate münafi değildir.
• • •
-2-
Surelerin başlarında bulunan huruf-u mukattaaya ait izahatı dört mebhasta zikredeceğiz.
BİRİNCİ MEBHAS:
ile, surelerin evvellerinde bulunan huruf-u mukattaadan teneffüs eden i’caz hakkındadır. İ’caz, inci gibi incecik letaif-i belagatın parıltılarının imtizaç ve içtimaından tecelli eden bir nurdur. Bu mebhasta, bu nuru, birkaç letaif zımnında izah etmekle parlatacağız. Fakat herbir latife ince ve ziyası az ise de, letaifin heyet-i mecmuasından hasıl olan tam bir ziya ile fecr-i sadık çıkacaktır.
1. Hece harflerinin adedi-elif-i sakine hariç kalmak şartıyla-yirmi sekiz harftir. Kur’an-ı Azi-müşşan, surelerin başında bu harflerin yarısını zikretmiş, yarısını da terk etmiştir.
2. Kur’an’ın almış olduğu nısıf, terk ettiği nısıf-tan daha ziyade kesirü’l-istimaldir.
3. Kur’an, surelerin başında zikrettiği kısım için-de lisan üzerine daha suhuletli olan elif, lam’ı çok tekrar etmiştir.
1 Rızıkları birbirine benzer olarak kendilerine sunulur. (Bakara Suresi: 25.)
4. Kur’an, aldığı harfleri, hece harflerinin adedince surelere tevzi etmiştir.
5. Hece harflerinin mehmuse, mechure, şedide, rehve, müsta’liye, münhafıza, mütbika, münfetiha gibi çiftli cinslerinin herbirisinden yine nısıf almıştır.
6. Çifti, yani eşi olmayan (evtar) kısmında sakilden azı, hafiften çoğu almıştır: Kalkale, zellaka gibi.
7. Kur’an-ı Azimüşşanın, surelerin başındaki huruf-u mukattaanın zikredilen minval üzerine tansifleri hakkında ihtiyar ettiği tarik, 504 ihtimalden intihap edilmiştir. Ve intihap edilen şu tarikten başka hiçbir ihtimalle mezkur tansif mümkün değildir. Çünkü, taksimler pek çok birbirine girmiş ve çok mütefavittir.
Bu gibi i’caz lem’alarından hisse alamayan, zevkine levm ve itab etsin!
İKİNCİ MEBHAS:
Bu mebhasta da birkaç letaif vardır:
1. ile emsalinde göze çarpan garabet, bu harflerin pek garip ve acip birşeyin mukaddemesi ve keşif kolları olduklarına işarettir.
2. Bu surelerin başlarındaki takti-i huruf ile isimleri hecelemek, müsemmanın me’hazine ve neden neş’et ettiğine işarettir.
3. Bu harflerin taktii, müsemmanın vahid-i itibari olup, terkib-i mezci olmadığına işarettir.
4. Bu harflerin takti’ ile tadadı, san’atın madde ve me’hazini muhataba göstermekle muarazaya talip olanlara karşı meydan okuyarak, "İşte, i’caz-ı san’atı, şu gördüğünüz harflerin nazım ve nakışlarından yaptım. Buyurunuz meydana!" diye, onların tahkirane tebkitlerine (tekdirlerine) işarettir.
5. Manadan soyulmuş şu hece harflerinin zikri, muarızları hüccetsiz bırakmaya işarettir.
Evet, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, şu manasız harflerin lisan-ı haliyle ilan ediyor ki: "Ben sizden beliğ manaları, hükümleri, hakikatleri ifade eden yüksek hutbeleri ve nutukları istemiyorum. Yalnız şu tadad ettiğim harflerden bir nazire yapınız-velev iftira ve hikayelerden ibaret bile olursa olsun!"
6. Harfleri tadad ile hecelemek, yeni kıraate ve kitabete başlayan müptedilere mahsustur. Bundan anlaşılıyor ki, Kur’an, ümmi bir kavme ve müptedi bir muhite muallimlik yapıyor.
7. , , gibi harfleri, mesela, elif, lam, dal gibi isimleriyle tabir ve zikretmek, ehl-i kıraat ve erbab-ı kitabetin ittihaz ettikleri bir usuldür. Bundan anlaşılıyor ki, hem söyleyen, hem dinleyen ümmi olduklarına nazaran, bu tabirler, söyleyenden doğmuyor ve onun malı değildir; ancak, başka bir yerden ona geliyor.
Ey arkadaş! Bu letaifin ince iplerinden dokunan yüksek nakş-ı belagati göremeyen adam, belagat ehlinden değildir. Erbab-ı belagate müracaat etsin.
ÜÇÜNCÜ MEBHAS:
İ’cazın esaslarından, icazın en yüksek ve en ince derecesine bir misaldir. Bunda da birkaç letaif vardır.
1. üç harfiyle üç hükme işarettir.
Şöyle ki: Elif, -1- hükmüne ve kaziyesine; lam, -2- hükmüne ve kaziyesine; mim, -3- hükmüne ve kaziyesine remzen ve imaen işarettir.
Evet, nasıl ki Kur’an’ın hükümleri uzun bir surede, uzun bir sure kısa bir surede, kısa bir sure bir ayette, bir ayet bir cümlede, bir cümle bir kelimede, o kelime de sin, lam, mim gibi huruf-u mukattaada irtisam eder, görünür; kezalik, ’in herbir harfinde mezkur hükümlerden biri temessül etmiş görünüyor.
2. Surelerin başlarındaki huruf-u mukattaa, İlahi bir şifredir. Beşer fikri ona yetişemiyor. Anahtarı, ancak Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselamdadır.
3. Şifrevari şu huruf-u mukattaanın zikri, Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın fevkalade bir zekaya malik olduğuna işarettir ki, Muhammed Aleyhissalatü Vesselam, remizleri, imaları ve en gizli şeyleri sarih gibi telakki eder, anlar.
4. Şu harflerin taktii, harf ve lafızların havi oldukları kıymet, yalnız ifade ettikleri manalara göre olmayıp, ilm-i esrarü’l-hurufta beyan edildiği gibi, adet ve sayılar misilli harflerin arasında fıtri münasebetlerin bulunduğuna işarettir. HAŞİYE
5. taktiiyle, bütün harflerin esas mahreçleri olan "halk, vasat, şefe" mahreçlerine işarettir. Ve zihinlerin nazar-ı dikkatini şu mahreçlere çeviriyor ki, zihinler, gerek bu üç mahreçte, gerek bunlara bağlı küçük küçük mahreçlerde lafızların ve harflerin nasıl vücuda geldiklerini hayret ve ibretle mütalaa etsinler.
1 Bu, ezeli olan Allahın kelamıdır...
2 Onu cebrail indirdi...
3 Hazret-i Muhammed Aleyhisselama.
HAŞİYE: Kırk sene sonra, Risale-i Nur, bu lem’a-i icazı körlere dahi göstermiştir
Ey zihnini belagatin boyasıyla boyayan arkadaş! Bu letaifi sıkacak olursan, -1- içinden çıkacaktır.
DÖRDÜNCÜ MEBHAS:
emsaliyle beraber, terkip şeklinden takti’ suretinde zikirleri, bu şeklin müstakil olup hiçbir imama tabi olmadığına ve hiç kimseyi taklit etmiş olmadığına ve üslupları acip, çeşitleri garip yeni saha-i vücuda gelen bir bedia olduğuna işarettir. Bu mebhasta da birkaç letaif vardır.
1. Hatip ve beliğlerin adetindendir ki, mesleklerinde daima bir misale tabi oluyorlar ve bir örnek üzerine nakış dokuyorlar ve işlenmiş bir yolda yürüyorlar. Halbuki, bu harflerden anlaşıldığına nazaran, Kur’an hiçbir misale tabi olmamıştır ve hiçbir nakş-ı belagat örneği üzerine nakış yapmamıştır ve işlenmemiş bir yolda yürümüştür.
2. Kur’an, baştan aşağıya kadar, nazil olduğu heyet üzerine bakidir. Bu kadar Kur’an’ı taklit etmeye müştak olan dostlar ve mütehacim düşmanlara rağmen, şimdiye kadar Kur’an’ın ne taklidi yapılmış ve ne de bir misali gösterilmiştir. Evet, Kur’an, milyonlarca Arabi kitaplarla mukayese edilirse, benzeri bulunamaz. O halde, Kur’-an, ya hepsinin altındadır; bu ise muhaldir. Öyleyse hepsinin fevkindedir; öyleyse Allah’ın kelamıdır.
3. Beşerin san’atı olan birşey, bidayette çirkin ve gayr-ı muntazam olur, sonra yavaş yavaş intizama sokulur. Kur’an ise, ilk zuhurunda gösterdiği halaveti, güzelliği, gençliği şimdi de öylece muhafaza etmektedir.
Ey belagat letafetinin kokusunu koklayan arkadaş! Zihnini şu mebahis-i erbaaya gönder ki, bal arısı, -2- balını çıkarsın!
• • •
-3-
Arkadaş! Kelamların hüsnünü artıran ve güzelliğini fazlaca parlatan belagatın esaslarından biri de şudur ki: Bir havuzu doldurmak için etrafından süzülen sular gibi, beliğ kelamlarda da zikredilen kelimelerin, kayıtların, heyetlerin tamamen o kelamın takip ettiği esas
1 Bu, Allahın kelamıdır...
2 Şehadet ederim ki bu, Allahın kelamıdır.
3 Şu yüce kitap ki, onda asla şüphe yoktur. O, Allahın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınanlar için bir yol göstericidir. (Bakara Suresi: 2.)
maksada nazır olmakla onun takviyesine hizmet etmeleri, belagat mezhebinde lazımdır.
Birinci misal : -1- olan ayet-i kerime nazar-ı dikkate alınırsa görülür ki, bu kelamdaki maksat ve esas, pek az bir azapla fazla korkutmaktır. Ve bu kelamda olan mezkur kelimeler ve kayıtlar, tamamen o maksadı takviye için çalışıyorlar.
Ezcümle, şek ve ihtimali ifade eden -2- şartiye olup, azabın azlığına ve ehemmiyetsizliğine işarettir. Ve keza -3- sigasiyle ve tenviniyle azabın ehemmiyetsizliğine imadır. Ve keza -4- kelimesi, azabın şedit olmadığına işarettir.Ve keza, teb’izi ifade eden -5- ve şiddeti gösteren -6- kelimesine bedel, hiffeti ima eden -7- kelimesi ve -8- kelimesinden ima edilen şefkat, hepsi de azabın kıllet ve ehemmiyetsizliğine işaret etmekle, şu şiiri, lisan-ı halleriyle temessül ediyorlar.
Yani, "İbarelerimiz ayrı ayrı ise de, hüsnün birdir. Hepsi de o hüsne işaret ediyorlar."
İkinci misal : -9- olan ayet-i kerimedir. Bu ayette maksad-ı esas, Kur’an’ın yüksekliğini göstermektir. Ve bu maksadı takviye eden -10- kayıtlarıdır. Evet,
1 And olsun,Rabbinin azabından onlara küçük bir esinti dokunursa... ( Enbiya Suresi:46.)
2 Eğer.
4 Dokundu.
5 ...den.
6 Ağır azap.
8 Terbiye eden, gözetip büyüten.
9 Elif lam mim. Şu yüce kitap ki, onda asla şüphe yoktur. O, Allahın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınanlar için bir yol göstericidir. (Bakara Suresi: 1-2.)
10 Elif lam mim. Şu. Kitap. İçinde hiçbir şüphe yoktur.
bu kayıtlar, istinad ettikleri pek ince ve gizli delillerine işaret etmekle beraber, o maksadın takviyesine koşuyorlar.
Ezcümle, kasem olduğu cihetle, Kur’an’ın azametine ve altında müstetir, gizli o mezkur letaif cihetiyle de davanın ispatına işaret eder.
Ve keza, zat ile sıfatı gösteren bir işaret olması itibarıyla hem Kur’an’ın azametine, hem azameti ispat eden sıfat-ı kemaliyeye işaret eder. Ve keza, işaret-i hissiyeye mahsus iken, işaret-i akliyede kullanılması, tazim ve ehemmiyeti ifade ettiği gibi, makul olan Kur’an’ı, mahsus suretinde göstermesi, Kur’an’ı, ezhan ve enzarın nazar-ı dikkatine arz etmekle tesettürü icap eden hile, za’fiyet ve sair çirkin şeylerden münezzeh olduğunu izhar ve itiraf ettirmektir. Ve keza ’nin vasıtasıyla ifade ettiği bu’d, Kur’an’ın kemaline delalet eden ulüvv-ü rütbesine işarettir.
Ve keza ’ daki hasr-ı örfiyi ifade ettiğinden, Kur’an’ın azametine ve başka kitapların mehasinini cem etmekle onların fevkinde olduğuna işarettir. Ve keza tabiri, ehl-i kıraat ve kitabetten olmayan bir ümminin mahsulü olmadığına işarettir.
Ve keza zamirinin her iki ihtimaline binaen Kur’an’ın kemalini ispat veya tekit eder. Ve keza, istiğrakı ifade eden Kur’an’ın her köşesinde rekz ve her yerinde zikredilen deliller, bürhanlar, hücuma gelen şek ve şüpheleri def ile, Kur’an’ın o gibi lekelerden münezzeh olduğunu ilan eder. Ve lisan-ı haliyle şu şiiri okutur:
Yani, "Kur’an’da tayip edilecek hiçbir nokta yoktur. Kur’an gibi sahih kavilleri tayip etmek, ancak fehimlerin sekametinden ileri geliyor." Ve keza, zarfiyeti ifade eden -1- tabiri, Kur’an’ın sathına ve zahirine konan şek ve şüphe varsa, içerisindeki hakaik ile def edilebileceğine işarettir.
1 İçinde.
Arkadaş! Tahlil vasıtasıyla terkibin kıymetini ve küll ile cüzler arasındaki farkı idrak edebildiysen, bu misallerdeki kuyud ve hey’ata dikkat et. Ve o kelimelerden nebean eden zülal-i belagati ve kevser-i fesahati doyuncaya kadar iç, "Elhamdülillah" de.
Sual : -1- ayet-i kerimesinin cümleleri, atf ile birbiriyle bağlanmamış olması neye binaendir?
Cevap : O cümleler arasındaki şiddet-i ittisal, bağlılık ve sarılmaktan bir ayrılık yoktur ki, birbiriyle bağlanmaya lüzum olsun. Zira, o cümlelerin herbirisi, arkadaşlarına hem babadır, hem oğul; yani, hem delildir, hem neticedir.
Evet, lisan-ı haliyle hem muarazaya meydan okur, hem mu’ciz olduğunu ilan eder. -2- hem bütün kitaplara faik olduğunu tasrih eder, hem müstesna ve mümtaz olduğunu izhar eder. -3- hem Kur’an’ın şek ve şüphe yeri olmadığını tasrih eder, hem müstesna ve mümtaz olduğunu izhar eder. -4- hem tarik-i müstakimi irae etmekle muvazzaf olduğunu gösterir, hem mücessem bir nur-u hidayet olduğunu ilan eder. İşte bu cümlelerden herbirisi, ifade ettiği birinci manasıyla arkadaşlarına delil olduğu gibi, ikinci manasıyla da onlara neticedir. Sonra bu ayetin şu cümleleri arasında i’caza menba, belagate medar olan on iki münasebet, alaka ve bağlılık vardır. Bunlardan misal olarak üç taneyi zikir, ötekileri de sana havale ederim.
bütün muarızları, muarazaya davet eder. Öyleyse, en yüksek bir kitaptır. Öyleyse, bir yakin sadefidir. Zira kitabın kemali, yakin iledir. Öyleyse, nev-i beşer için mücessem bir hidayettir.
2. Yani, emsaline tefevvuk etmiştir. Öyleyse, müstesnadır. Çünkü şek ve şüphe yeri değildir. Çünkü müttakilere doğru yolu gösterir. Öyleyse mucizedir.
1 Elif lam mim. Şu yüce kitap ki, onda asla şüphe yoktur. O, Allahın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınanlar için bir yol göstericidir. (Bakara Suresi: 1-2.)
2 Şu yüce kitap ki... (Bakara Suresi: 2.)
3 İçinde hiçbir şüphe yoktur. (Bakara Suresi: 2.)
4 O, Allahın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınanlar için bir yol göstericidir. (Bakara Suresi: 2.)
3. Yani, tarik-i müstakime irşad eder. Öyleyse yakiniyattandır. Öyleyse mümtazdır. Öyleyse mu’cizdir.
Ey arkadaş, şu cümlesindeki nur-u belagat ve hüsn-ü kelam, dört noktadan tezahür etmiştir.
1. Bu cümlede "mübteda" mahzuftur. Bu hazf, cümleyi teşkil eden "mübteda" ile "haber" arasındaki ittihad öyle bir dereceye varmış ki, sanki "mübteda" hazf olmayıp haberin içerisine girmiş. Haricen ikisi müttehid oldukları gibi, zihnen de müttehid olduklarına işarettir.
2. -1- yerine -2- yani, ism-i fail mevkiinde masdarın kullanılması, tecessüm eden nur-u hidayetten cevher-i Kur’an’ın husule geldiğine işarettir.
3. ’deki tenvin-i tenkirden anlaşılıyor ki, hidayet-i Kur’an öyle ince bir dereceye varmıştır ki, hakikatı idrak edilemez ve öyle geniş bir sahayı işgal etmiştir ki, ihatası ilmen kabil değildir. Çünkü, "ma’rife"nin zıddı olan "nekre," ya şiddet-i hafadan olur veya kesret-i zuhurdan neş’et eder. Buna binaendir ki, "Tenkir bazan tahkiri, bazan tazimi ifade eder" denilmiştir.
4. Müteaddit kelimelere bedel ism-i fail sigasıyla ihtiyar edilen -3- kelimesiyle yapılan icaz, hidayetin semeresine ve tesirine işaret olduğu gibi, hidayetin vücuduna da bir delil-i innidir.
Sual : Gayet mahdut, az birkaç noktadan beşerin takatinden hariç denilen i’cazın doğması ihtimali var mıdır?
Cevap : Maddi ve manevi her şeyde yardımın ve içtimaın büyük kuvvet ve tesiri vardır. Evet, in’ikas sırrıyla, üç şeyin hüsnü içtima ederse, beş olur. Beş içtima ederse on olur. On içtima ederse kırk olur. Çünkü herşeyde bir nevi in’ikas ve bir nevi temessül vardır. Nasıl ki, birbirine mukabil tutulan iki aynada çok aynalar görünüyor; kezalik, iki üç nükte veya iki üç hüsün içtima ettikleri zaman pek çok nükteler, pek çok hüsünler tevellüt eder. Bu sırra binaendir ki, her hüsün sahibinin ve herbir sahib-i kemalin emsaliyle içtima etmeye fıtri bir meyli vardır ki, içtimaları zamanında hüsünleri, kemalleri bir iken iki olur. Hatta bir taş, taşlığıyla beraber, kubbeli binalarda ustanın elinden çıkar çıkmaz başını eğer, arkadaşıyla birleşmeye meyleder ki, sukut tehlikesinden kurtulsunlar. Maalesef, insanlar teavün sırrını idrak edememişler. Hiç olmazsa taşlar arasındaki yardım vaziyetinden ders alsınlar!
1 Hidayet eden; doğru yolu gösteren.
2 Hidayet.
Sual : Belagat ve hidayetten maksat, hakikati vazıh bir şekilde gösterip fikirleri ve zihinleri ihtilaflardan kurtarmak iken, müfessirlerin bu gibi ayetlerde yaptıkları ihtilafat, gösterdikleri ihtimaller, beyan ettikleri ayrı ayrı, birbirine uymayan vecihler altında hak ve hakikat ne suretle görülebilir?
Cevap : Malumdur ki, Kur’an-ı Azimüşşan, yalnız bir asra değil, bütün asırlara nazil olmuştur. Hem bir tabaka insanlara mahsus değil, bütün tabakat-ı beşere şümulü vardır. Hem bir sınıf insanlara ait değil, bütün beşerin sınıflarına racidir. Binaenaleyh, herkes, her tabaka, her zaman, fehmine, istidadına göre Kur’an’ın hakaikinden hisse alabilir ve hissedardır. Halbuki nev-i beşer derece itibarıyla muhtelif ve zevk cihetiyle mütefavit; ve keza meyil, istihsan, lezzet, tabiat itibariyle birbirine uymuyor. Mesela bir taifenin istihsan ettiği birşey, öteki taifenin zevkine muhaliftir. Bir kavmin meylettiği birşeyden öteki kavim nefret ediyor. Bu sırra binaendir ki, Kur’an-ı Kerim, günahların cezası veya hayırların mükafatı hakkında zikrettiği ayetlerde tahsisat yapmamış, amm bir şekilde bırakmıştır ki, herkes zevkine göre fehmetsin.
Hülasa, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, ayetlerini, cümlelerini öyle bir şekilde nazmetmiş ve vaz etmiştir ki, her cihetten ihtimal yolları bulunsun ki, muhtelif fehimler ve istidatlar, zevklerine göre hisselerini alabilsinler. Binaenaleyh, ulum-u Arabiyenin kaidelerine muvafık ve belagatın prensiplerine uygun ve ilm-i usule mutabık olmak şartıyla, müfessirlerin birbirine muhalif olan beyanatı ve ihtimalleri, zamanlara, tabakalara ve fehimlere göre murad ve caizdir diye hükmedilebilir. Bu nükteden anlaşıldı ki, Kur’an’ın i’caz vecihlerinden biri odur ki, nazmı öyle bir üsluptadır ki, bütün asırlara, tabakalara intibak edebilir.
• • •
-1-
Bu cümlenin evvelki cümle ile nazmını icap ettiren münasebet vecihleri ise:
Bu cümle mü’minleri medheder, evvelki cümle de Kur’an’ı medheder. Şu her iki medih arasında bir insibab (dökülmek) vardır ki, o onu ister, o onu ister. Çünkü ikinci medih, birinci medhin neticesidir ve birinci medhe bir bürhan-ı innidir ve hidayetin semeresi ve şahididir. Ve aynı zamanda hidayete bir yardımcı vazifesi görüyor. Çünkü mü’minleri medhetmekte imana gelmek için bir teşvik vardır. Teşvik ise bir nevi hidayettir. -2- ile -3- arasındaki münasebete gelince; bunların biri tahliye ( ) diğeri tahliye ( ) dir.Tahliye, ( ) tathir
1 Onlar ki, gayba inanırlar. (Bakara Suresi: 3.)
3 Müttakiler.
etmek ve temizlemektir. Tahliye ( ) ise, tezyin etmek ve süslendirmek manasınadır. Bunlar birbiriyle arkadaş olup, burada olduğu gibi, daima birbirini takip ediyorlar. Onun için kalb, takva ile seyyiattan temizlenir temizlenmez, hemen onun ardında imanla tezyin edilmiş ve süslendirilmiştir.
Kur’an-ı Kerim, takvayı üç mertebesiyle zikretmiştir: Birincisi, şirki terk, ikincisi, maasiyi terk, üçüncüsü, masivaullahı terk etmektir. Tahliye ( ) ise, hasenat ile olur. Hasenat da, ya kalble olur veya kalıp ve bedenle olur veyahut malla olur. A’mal-i kalbinin şemsi, imandır. A’mal-i bedeniyenin fihristesi, namazdır. A’mal-i maliyenin kutbu, zekattır.
Sual : -1-hal iktizasına göre icaz ise de, aynı manayı ifade eden -2- kelimesine nazaran itnabdır (uzundur). Evet, harfi, -3- ile -4- kelimesi -5- fiiliyle tebdil edilmiştir. Bu itnabın, icaza tercih sebebi nedir?
Cevap : esma-i müphemeden olduğundan, onu tayin ve temyiz eden yalnız sılasıdır. Demek bütün kıymet, sılasına aittir; başka sıfatlarında hiç kıymet yoktur. Bu ise, burada sılası olan imana büyük bir azamet vermekle insanları iman etmeye teşvik eder. Amma kelimesine bedel fiil sigasıyla ’nin tercihi, iman fiilini hayal nazarına gösterip keyfiyetin tasvir edilmesine, dahili ve harici delillerin tecellisiyle imanın istimrar ve devam ile teceddüt etmesine işarettir. Evet, delailin zuhuru nisbetinde iman ziyadeleşir, teceddüt eder. yani, nifaksız, ihlas-ı kalble iman ediyorlar. Veya iman edilen şeyler gayb olmakla beraber iman ediyorlar. Veyahut gaibe veya alem-i gayba iman ediyorlar.
İman, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselamın tebliğ ettiği zaruriyat-ı diniyeyi tafsilen ve zaruriyatın gayrısını icmalen tasdik etmekten hasıl olan bir nurdur.
1 Onlar ki, gayba inanırlar. (Bakara Suresi: 3.)
2 İman edenler.
3 Onlar ki...
4 Müminler
5 İman edenler.
Sual : Avam-ı nastan, hakaik-i diniyeyi tabir eden ancak yüzde birdir.
Cevap : Tabir etmemesi, bilmemesine delil olamaz. Evet, çok defa lisan, insanın tasavvuratından incelerini tabirden aciz olduğu gibi, kalbindeki ve vicdanındaki inceler de akla görünmez. Hatta belagat dahilerinden Sekkaki gibi bir zat, İmruu’l-Kays veya başka bir bedevinin ibraz ettiği belagat incelerini kavramamıştır. Maahaza, imanın var olup olmadığı sorguyla anlaşılır. Mesela ami bir adama, Saniin, cihat-ı sittesiyle kabza-i tasarrufunda bulunan alemin herhangi bir cihetinde mekan ittihaz etmesinin mümkün olup olmadığı hakkında bir sorgu yapıldığı zaman, "Hiçbir cihette değildir, olamaz" dese kafidir. Çünkü, nef-yi cihetin, yani Saniin hiçbir cihette olamayacağı hakikatinin onun vicdanında sabit olduğuna delalet eder.
İman, Sa’d-ı Taftazani’nin tefsirine göre; "Cenab-ı Hakkın, istediği kulunun kalbine, cüz-ü ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur" denilmiştir. Öyleyse, iman, Şems-i Ezeliden vicdan-ı beşere ihsan edilen bir nur ve bir şuadır ki, vicdanın içyüzünü tamamıyla ışıklandırır. Ve bu sayede, bütün kainatla bir ünsiyet, bir emniyet peyda olur ve her şeyle kesb-i muarefe eder. Ve insanın kalbinde öyle bir kuvve-i maneviye husule gelir ki, insan, o kuvvetle her musibete, her hadiseye karşı mukavemet edebilir. Ve öyle bir vüs’at ve genişlik verir ki, insan o vüs’atle geçmiş ve gelecek zamanları yutabilir.
Ve keza, iman, Şems-i Ezeliden ihsan edilmiş bir nur olduğu gibi, saadet-i ebediyeden de bir parıltıdır. Ve o parıltıyla, vicdanında bulunan bütün emel ve istidatlarının tohumları bir şecere-i tuba gibi neşvünemaya başlar, ebed memleketine doğru hareket eder, gider.
-1-
Bu cümlenin evvelki cümleyle bağlılığı ve münasebeti gün gibi aşikardır. Lakin bedeni ibadet ve taatlerden namazın tahsisi, namazın bütün hasenata fihrist ve örnek olduğuna işarettir. Evet, nasıl ki Fatiha Kur’an’a, insan kainata fihristedir; namaz da hasenata fihristedir. Çünkü namaz; savm, hac, zekat ve sair hakikatleri havi olduğu gibi, idrakli ve idraksiz mahlukatın ihtiyari ve fıtri ibadetlerinin nümunelerine de şamildir. Mesela secdede, rükuda, kıyamda olan melaikenin ibadetlerini, hem taş, ağaç ve hayvanların o ibadetlere benzeyen durumlarını andıran bir ibadettir.
Sual : -2- nin fiil sigasıyla zikrinde ne hikmet vardır?
Cevap : Ruha hayat veren namazın o geniş hareketini ve alem-i İslama yayılmış olan o intibah-ı ruhaniyi muhataba ihtar edip göstermektir. Ve o güzel vaziyeti
1 Ve namazı dos doğru kılarlar. (Bakara Suresi: 3.)
ve o muntazam haleti hayale götürüp tasvir etmekle sami’lerin namaza meylini ikaz edip artırmaktır.
Evet, dağınık bir vaziyette bulunan efradı büyük bir sevinçle içtimaa sevk ettiren malum aletin sesi gibi, alem sahrasında dağılmış insanları cemaate davet eden ezan-ı Muhammedinin (a.s.m.) o tatlı sesiyle, ibadete ve cemaate bir meyil, bir şevk husule gelir.
Sual : -1- kelimesine bedel, itnablı -2- ’nin zikrinde ne hikmet vardır?
Cevap : Namazda lazım olan tadil-i erkan, müdavemet, muhafaza gibi "ikame"nin manalarını müraat etmeye işarettir.
Arkadaş! Namaz, kul ile Allah arasında yüksek bir nispet ve ulvi bir münasebet ve nezih bir hizmettir ki, her ruhu celb ve cezb etmek namazın şe’nindendir. Namazın erkanı, Fütuhat-ı Mekkiye’nin şerh ettiği gibi, öyle esrarı havidir ki, her vicdanın muhabbetini celb etmek, namazın şe’nindendir. Namaz, Halık-ı Zülcelal tarafından her yirmi dört saat zarfında tayin edilen vakitlerde manevi huzuruna yapılan bir davettir. Bu davetin şe’nindendir ki, her kalb, kemal-i şevk ve iştiyakla icabet etsin ve mi’raçvari olan o yüksek münacata mazhar olsun.
Namaz, kalblerde azamet-i İlahiyeyi tesbit ve idame ve akılları ona tevcih ettirmekle adalet-i İlahiyenin kanununa itaat ve nizam-ı Rabbaniye imtisal ettirmek için yegane İlahi bir vesiledir. Zaten insan, medeni olduğu cihetle, şahsi ve içtimai hayatını kurtarmak için, o kanun-u İlahiye muhtaçtır. O vesileye müraat etmeyen veya tembellikle namazı terk eden veyahut kıymetini bilmeyen, ne kadar cahil, ne derece hasir, ne kadar zararlı olduğunu bilahare anlar, ama iş işten geçer.
-3-
Bu kelamın makabliyle nazmını icab ettiren münasebet ise; namaz yani dinin direği ve kıvamı olduğu gibi, zekat da İslamın kantarası, yani köprüsüdür. Demek, birisi dini, diğeri asayişi muhafaza eden İlahi iki esastırlar. Bunun için birbiriyle bağlanmışlardır.
1 Namaz kılarlar.
2 Namazı dos doğru kılarlar. (Bakara Suresi: 3.)
3 Ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda bağışta bulunurlar.(Bakara Suresi:3.)
Zekat ile sadakanın layık oldukları mevkilerini bulmak için birkaç şart vardır:
1. Sadakayı vermekte israf olmaması.
2. Başkasından alıp başkasına vermek suretiyle halkın malından olmayıp kendi malından olması.
3. Minnetle in’amın bozulmaması.
4. Fakir olmak korkusuyla sadakanın terk edilmemesi.
5. Sadakanın yalnız mala ve paraya münhasır olmadığı bilinmesiyle, ilim, fikir, kuvvet, amel gibi şeylerde de muhtaç olanlara sadakanın verilmesi.
6. Sadakayı alan adam, o sadakayı sefahette değil, hacat-ı zaruriyesinde sarf etmesi lazımdır.
Kur’an-ı Kerim bu şartları, bu nükteleri insanlara sadaka olarak ihsan ve ihsas etmek için -1- veya -2- veyahut -3- gibi icazlı bir ifadeyi terk edip, -4- gibi itnablı bir cümleyi ihtiyar etmiştir.
1. Teb’izi ifade eden israfın reddine;
2. ’nın takdimi, sadakanın kendi malından olduğuna;
3. minnetin olmamasına (çünkü veren Allah’tır, kul ise bir vasıtadır);
4. Rızkın ’ya olan isnadı, fakirlikten korkulmamasına;
5. Rızkın amm ve mutlak olarak zikredilmesi, sadakanın ilim ve fikir gibi şeylere de şamil olmasına;
6. maddesi, alanın sefahete değil, hacat-ı zaruriyesine sarf etmesine işaretlerdir.
Bütün muavenet ve yardım nevilerini havi olan zekat hakkında, sahih olarak Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselamdan -5- hadis-i
1 Zekat verirler.
2 Sadaka verirler.
3 Zekatı verirler.
4 Ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda bağışta bulunurlar.(Bakara Suresi:3.)
5 Zekat İslamın köprüsüdür. (Et-Teğrib ve’t-Terhib, c.1, s. 517,)
şerifi mervidir. Yani, Müslümanların birbirine yardımları, ancak zekat köprüsü üzerinden geçmekle yapılır. Zira yardım vasıtası zekattır. İnsanların heyet-i içtimaiyesinde intizam ve asayişi temin eden köprü, zekattır. alem-i beşerde hayat-ı içtimaiyenin hayatı, muavenetten doğar. İnsanların terakkiyatına engel olan isyanlardan, ihtilallerden, ihtilaflardan meydana gelen felaketlerin tiryakı, ilacı, muavenettir.
Evet, zekatın vücubu ile ribanın hurmetinde büyük bir hikmet, yüksek bir maslahat, geniş bir rahmet vardır.
Evet, eğer tarihi bir nazarla sahife-i aleme bakacak olursan ve o sayfayı lekelendiren beşerin mesavisine, hatalarına dikkat edersen, heyet-i içtimaiyede görünen ihtilaller, fesatlar ve bütün ahlak-ı rezilenin iki kelimeden doğduğunu görürsün.
Birisi: "Ben tok olayım da, başkası açlığından ölürse ölsün, bana ne!"
İkincisi: "Sen zahmetler içinde boğul ki, ben nimetler ve lezzetler içinde rahat edeyim."
Alem-i insaniyeti zelzelelere maruz bırakmakla yıkılmaya yaklaştıran birinci kelimeyi sildiren ancak zekattır.
Nev-i beşeri umumi felaketlere sürükleyen ve bolşevikliğe sevk edip terakkiyatı, asayişi mahveden ikinci kelimeyi kökünden kesip atan, hurmet-i ribadır.
Arkadaş! Heyet-i içtimaiyenin hayatını koruyan intizamın en büyük şartı, insanların tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır. Havas kısmı avamdan, zengin kısmı fukaradan hatt-ı muvasalayı kesecek derecede uzaklaşmamaları lazımdır. Bu tabakalar arasında muvasalayı temin eden zekat ve muavenettir. Halbuki vücub-u zekat ile hurmet-i ribaya müraat etmediklerinden, tabakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahim kalmaz. Bu yüzdendir ki, aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilal sadaları, haset bağırtıları, kin ve nefret vaveylaları yükselir. Kezalik, yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor. Maalesef, tabaka-i havastaki meziyetler, tevazu ve terahhuma sebep iken, tekebbür ve gurura bais oluyor. Tabaka-i fukaradaki acz ve fakirlik, ihsan ve merhameti mucip iken, esaret ve sefaleti intaç ediyor. Eğer bu söylediklerime bir şahit istersen alem-i medeniyete bak, istediğin kadar şahitler mevcuttur.
Hülasa : Tabakalar arasında musalahanın temini ve münasebetin tesisi, ancak ve ancak erkan-ı İslamiyeden olan zekat ve zekatın yavruları olan sadaka ve teberruatın heyet-i içtimaiyece yüksek bir düstur ittihaz edilmesiyle olur.
• • •
Kur’an-ı Kerim, bu ayet gibi çok ayetlerde terkiplerin, kelamların muhtemel bulundukları ihtimallerden, vecihlerden bir ihtimalini veya bir vechini bir emare ile tayin etmemekle, nazm-ı kelamı, mürsel ve mutlak bırakmıştır. Bu da i’cazı intaç eden icaza menşe olarak latif bir sırdır. Şöyle ki:
Belagat, mukteza-yı hale mutabakattan ibarettir. Kur’an’ın muhatapları, muhtelif asırlarda mütefavit tabakalardır. Bu tabakalara müraaten, muhavere ve mükalemeyi o asırlara teşmil etmek üzere, çok yerlerde tamim için hazf yapıyor, çok yerlerde nazm-ı kelamı mutlak bırakıyor ki, ehl-i belagat ve ulum-u Arabiyece güzel görünen vecihler, ihtimaller çoğalsın ki, her asırda her tabaka, fehimlerine göre hissesini alsın.
Bu ayeti makabliyle nazm ve rapteden münasebet: Kur’an-ı Kerim, evvelki ayetle tamim yaptıktan sonra, bu ayetle tahsis yapmıştır. Evet, bu ayet, ehl-i kitaptan iman edenleri tahsisle şereflerini ilan; ve imana gelmeyenleri imana teşvik ediyor. Abdullah ibni Selam ele alınarak diğerlerinin Abdullah ibni Selam gibi olmaları için yapılan teşvik gibi.
Ve keza, Kur’an-ı Kerimin bütün ümmetlere ve risalet-i Muhammediyenin bütün milletlere şamil olduklarını tasrih etmek üzere, her iki -2- ile -3- ’nin her iki kısmına tansis edilmiştir.
Ve keza, -4- sadefinde bulunan imanın rükünlerini beyan etmek için, icmalden sonra tafsile geçmiştir. Çünkü bu ayet; kitaplara, kıyamete sarahaten; rusül ve melaikeye zımnen delalet eder.
Kur’an-ı Azimüşşan burada -5- gibi icazlı ifadeleri terk edip, -6- ile itnabı ihtiyar etmiştir. Şu itnab, bu makamı yüksek nükte ve letaifle tezyin etmek için ihtiyar edilmiştir.
1 Onlar sana indirilen Kur’an’da, senden önceki peygamberle indirilen kitaplara da inanırlar. Onlar, ahirete de kesin olarak iman etmiş kimselerdir. (Bakara Suresi: 4.)
2 Onlar ki...
3 Müttakiler.
5 Kur’an’a iman edenler.
6 Onlar ki. Sana indirilene iman ederler. (Bakara Suresi: 4.)
Esma-i mevsule ve müphemeden bulunan -1- burada hükmün medarı ve maksadın esası, iman sıfatı olduğuna ve mevsufu ile sair sıfatları iman sıfatına tabi ve altında görünmez bir durumda olduklarına işarettir.
2. Yalnız bir zamanda sübutu ifade eden -2- kelimesine bedel, fiil sigasıyla -3- tabiri, nüzul ve zuhur tekerrür ettikçe imanın teceddüt ettiğine işarettir.
3. İphamı ifade eden iman-ı icmalinin kafi geldiğine ve imanın, hadis gibi batıni ve Kur’an gibi zahiri vahiylere şamil olduğuna işarettir.
4. -4- maddesi itibarıyla, Kur’an’a iman, Kur’an’ın Allah’tan nüzulüne iman demek olduğunu gösteriyor. Kezalik, Allah’a iman, Allah’ın vücuduna iman; ahirete iman, ahiretin gelmesine iman demektir.
5. maziye delalet eden heyeti itibarıyla, henüz nazil olmayanın nüzulü, nazil olanın nüzulü kadar muhakkak olduğuna işarettir. Maahaza, ’deki istikbal, ’nin maziliğinden neş’et eden noksanı telafi eder. Yani henüz nazil olmayan kısım ’nin şumulü dahilinde değilse de, ’nin şumulü altındadır. Bu tenzil meselesi, Kur’an’ın çok yerlerinde vuku bulmuştur. Bazan mazi, istikbale misafir gider; bazan de muzari; mazinin memleketine gelir. Bunda, çok latif bir belagat vardır. Şöyle ki:
Bir adam, kendisine göre henüz geçmemiş birşeyi maziye delalet eden bir siga ile işittiği zaman, zihni heyecana gelir, ayılır. Anlar ki, muhatap yalnız o değildir. Belki, arkasında muhtelif mesafelerde pek çok ayrı ayrı taifeler, saflar bulunmakla, kendisine tevcih edilen hitapları, nidaları, İlahi hitabeleri, arkasında bulunan bütün o taifeler işitir gibi zihnine gelir.
-5- ye bedel -6- nin zikri, Resul-i Ekremin (a.s.m.) teklif edilen risalet vazifesini cüz-ü ihtiyarisiyle haml ve kabul etmiş olduğuna ve bu
1 Onlar ki...
2 İman edenler.
4 İndirldi.
6 Sana.
hizmet Cibril tarafından görüldüğünden, Resul-i Ekremin (a.s.m.) daha yüksek olduğuna işarettir. Çünkü -1-’da ihtiyar olmadığı gibi, vasıta-i nüzulün daha yüksek olduğuna delalet eder. ’deki zamirin ism-i zahire tercih sebebi, Kur’an ve Kur’an’a ait hususat hususunda Hazret-i Muhammed (a.s.m.) yalnız muhatap olup, kelam, Allah’ın kelamı olduğuna işarettir. Bu kelamın icaz derecesi, şu zikredilen letaiften anlaşıldı. -2-
Bu gibi sıfatlarda bir teşvik vardır. Ve o teşvikten samileri imtisale sevk eden emirler ve nehiyler doğuyor. Bu cümlenin makabliyle nazmına dair "dört letaif" vardır.
Bu cümlenin makabline atfı, medlulün delile olan bir atfıdır. Şöyle ki:
"Ey insanlar! Kur’an’a iman ettiğiniz gibi, kütüb-ü sabıkaya da iman ediniz. Çünkü Kur’an, onların sıdkına delil ve şahittir." Şa
2. Yahut o atıf, delilin medlule olan atfıdır. Şöyle ki:
"Ey ehl-i kitap! Geçmiş olan enbiya ve kitaplara iman ettiğiniz gibi, Hazret-i Muhammed (a.s.m.) ile Kur’an’a da iman ediniz. Zira onlar, Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) gelmesini tebşir ettikleri gibi, onların ve kitaplarının sıdkına olan deliller, hakikatiyle, ruhuyla Kur’an’da ve Hazret-i Muhammed’de (a.s.m.) bulunmuştur. Öyleyse, Kur’an Allah’ın kelamı ve Hazret-i Muhammed (a.s.m.) de resulü olduğunu tarik-i evla ile kabul ediniz ve etmelisiniz."
3. Zaman-ı Saadette Kur’an’dan neş’et eden İslamiyet, sanki bir şeceredir. Kökü Zaman-ı Saadette sabit olmakla, damarları o zamanın ab-ı hayat menbalarından kuvvet ve hayat alarak her tarafa intişar ettikleri gibi, dal ve budakları da istikbal semasına kadar uzanarak alem-i beşere maddi ve manevi semereleri yetiştiriyor.
Evet, İslamiyet, mazi ile istikbali kanatları altına almış, gölgelendirerek, istirahat-i umumiyeyi temin ediyor.
4. Kur’an-ı Kerim, o cümlede ehl-i kitabı imana teşvik etmekle, onlara bir ünsiyet, bir sühulet gösteriyor. Şöyle ki:
"Ey ehl-i kitap! İslamiyeti kabul etmekte size bir meşakkat yoktur; size ağır gelmesin. Zira, size bütün bütün dininizi terk etmenizi emretmiyor. Ancak, itikadatınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz diye teklifte bulunuyor. Zira Kur’an, bütün kütüb-ü salifenin güzelliklerini ve eski şeriatlerinin
1 Üzerine.
2 Senden önce indirilene... (Bakara Suresi: 4.)
kavaid-i esasiyelerini cem etmiş olduğundan usulde muaddil ve mükemmildir. Yani, tadil ve tekmil edicidir. Yalnız, zaman ve mekanın tagayyür etmesi tesiriyle tahavvül ve tebeddüle maruz olan füruat kısmında müessistir. Bunda akli ve mantıki olmayan bir cihet yoktur. Evet, mevasim-i erbaada giyecek, yiyecek ve sair ilaçların tebeddülüne lüzum ve ihtiyaç hasıl olduğu gibi, bir şahsın yaşayış devrelerinde, talim ve terbiye keyfiyeti tebeddül eder. Kezalik, hikmet ve maslahatın iktizası üzerine, ömr-ü beşerin mertebelerine göre ahkam-ı fer’iyede tebeddül vardır. Çünkü, fer’i hükümlerden biri, bir zamanda maslahat iken, diğer bir zamana göre mazarrat olur. Veya bir ilaç, bir şahsa deva iken, şahs-ı ahere da’ olur. Bu sırdandır ki, Kur’an, fer’i hükümlerden bir kısmını neshetmiştir. Yani vakitleri bitti, nöbet başka hükümlere geldi, diye hükmetmiştir."
*
Kur’an’da hiçbir kelime bulunmuyor ki, mevkiiyle münasebettar olmasın veyahut mevkiinin başka bir kelimeye münasebeti daha çok olsun. Evet, Kur’an’ın herhangi bir yerinde bulunan bir kelime, o mevkiin başında bir tac-ı zerrin gibi görünür. Ve aralarındaki münasebetlerden dolayı, aralarında geçimsizlik yeri yoktur. Ezcümle, kelimesine bak. Bu ayetin her tarafından uçup bu kelimenin başına konan letaifi gör. Zira bu ayet, nübüvvet hakkındadır. Nübüvvet meselesinde beş maksat vardır. Bu maksatlar, beş nükte ve letaifden in’ikas etmiştir. Bu beş letaif, ’nin sadefindedir. Maksatlar ise:
1. Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselam, resuldür.
2. Ekmelü’r-Rusüldür.
3. Hatemü’l-Enbiyadır.
4. Risaleti, ammedir.
5. Şeriati, sair şeriatlerin mehasinini cem ile onların nasihidir.
Birinci maksadın ’den veçh-i in’ikası: Meslekleri ve yolları bir olan bir cemaat, kelimesinden imaen fehmolunur. Binaenaleyh, Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) ’deki zamire merci olması, o cemaatten madud olmasını iktiza eder. Ve onların meslekleri olan nübüvvetlerine ve kitaplarının sıdkına olan bütün deliller, Hazret-i Muhammed
* Senden önce.
Aleyhissalatü Vesselamın risaletine ve Kur’an’ın Allah’tan nazil olduğuna bir hüccet-i katıa olduğu gibi, onların mucizeleri de Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) davasına bir mucize hükmüne geçer.
İkinci maksadın veçh-i in’ikası, üç kaideden tezahür eder.
1. Sultanlar daima halkın, cemaatin, ordunun sonunda çıkarlar.
2. Nev-i beşerde tekemmül vardır. Bu tekemmül kanunu, ikinci mürebbinin ve ikinci mükemmilin, evvelki mürebbilerden daha ekmel olmasını iktiza eder.
3. Alelekser, halefin mahareti, selefinden daha ziyadedir.
İşte bu üç kaideden, Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) ekmel-i enbiya olduğu tezahür eder.
Üçüncü maksadın vech-i in’ikası: Meşhur bir kaidedir ki, bir vahid çoğalsa, teselsül eder, gittikçe gider, bir yerde durmaz. Fakat çoklar ve kesir olanlar ittihad etse, kuvvetlenir, istikrar peyda eder, yerinde kalır, daha değişmez. Demek, Muhammed Aleyhissalatü Vesselam, hatemü’l-enbiyadır. Mefhum-u muhalifiyle işmam eder ki, ondan sonra peygamber gelmez; hatemiyetine hatem ve imza basar.
Dördüncü maksadın veçh-i in’ikası:
kelimesinin ifade ettiği gibi, Hazret-i Muhammed (a.s.m.), onların halefidir ve onlar, tamamen o hazretin selefleridir. Binaenaleyh, halefin, selefe ait vazifeyi tamamıyla üzerine alarak onların yerine kaim olması, o hazretin bütün seleflerine naip ve bütün ümmetlerine resul olduğunu iktiza eder.
Evet, bu kaide, hükmüne uygun fıtri bir kaidedir. Zira, Zaman-ı Saadetten evvel insan aleminin ihtiva ettiği ümmetler, milletler arasında maddeten ve manen, istidaden ve terbiyeten pek muhtelif ve geniş mesafeler vardı. Bunun içindi ki, terbiye-i vahide ve davet-i münferide kafi gelmiyordu. Vakta ki alem-i insaniyet Zaman-ı Saadetin şems-i saadetiyle uyandı ve müdavele-i efkar ile, an’anelerinin terkiyle, tebdiliyle ve kavimlerin birbirine ihtilatlarıyla ittihada meyil gösterdi ve aralarında münakale ve muhabere başladı; hatta küre-i arz bir memleket, belki bir vilayet, belki bir köy gibi oldu; bir davet ve bir nübüvvet umum insanlara kafi görüldü.
Beşinci maksadın veçh-i in’ikası:
’deki iptida manasını ifade eder. İptida ise, bir intihaya bakar. İntiha, adem-i ihtiyaca delalet eder. Öyleyse, o hazret, Hatemü’l-Enbiyadır ve alem-i insaniyetin başka bir resule ihtiyacı yoktur.
kelimesinin bu beş letaife makes ve mazhar olmasına nazar-ı belagatçe delalet eden emare şudur ki: Bu beş maksat, bir nehir gibi şu ayetlerin altında cereyan etmekle, ayetten ayete intikal neticesinde havuzunda içtima etmiştir. Evet, kelimenin sathında görünen bir tereşşuh, bir yaşlık, kelimenin altında havuzun bulunduğuna delalet ve ima eder. Maahaza, bu maksatların beyanına ayrı ayrı ayetler tahsis edilmiştir.
-1-
Bu ayet, haşir meselesine işarettir. Haşrin ispatı hakkında feyz-i Kur’an’dan fehmettiğim ve başka bir risalede tafsilatıyla zikrettiğim on bürhanın hülasasına burada işaret edeceğiz. Şöyle ki:
Kast ve iradeden doğan bir nizam-ı ekmel vardır. Hilkat ve yaratılışta tam bir hikmet hükümfermadır. alemde abes yok, fıtratta israf yok. Bu şahitleri tezkiye eden, istikra-ı tamdır ki, her fen, mevzuu bulunduğu nev’in nizamına bir şahid-i adildir. Ve keza, yevm ve sene vesaire gibi her nevide, nev’i bir kıyamet-i mükerrere vardır. Ve keza, beşerdeki istidat, kıyamete bir remizdir. Ve keza, beşerin gayr-ı mütenahi meyil ve emelleri, kıyameti ister. Ve keza, Sani-i Hakimin rahmet hazinesinin mahall-i sarfı, ancak kıyamet ve haşirdir. Ve keza, sıdk ve emanetle maruf Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam, sarahaten ilan ediyor. Ve keza, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan -2- ayetleriyle ve bu ayetlerin emsaliyle haşrin vukuunu kat’iyetle ispat ediyor.
İşte, tam ona baliğ olan şahitler, saadet-i ebediyenin anahtarı olup, o cennetin kapılarını açarlar.
Birinci Bürhan : Evet, kainat saadet-i ebediyeyi intaç etmese, akılları hayrette bırakan kainatta görünen en bariz, en mükemmel şu nizam, aldatıcı zayıf bir suretten ibaret kalır. Ve bütün maneviyat ve alakalar, rabıtalar ve nispetler hep heba olur. Öyleyse, o nizamın nizam olması, ancak ve ancak saadet-i ebediyeyi intaç etmekle olur. Yani, o nizamdaki maneviyat ve nükteler, ancak alem-i ahirette sümbüllenecektir. Yoksa, bütün maneviyat söner, rabıtalar kesilir, nispetler darma dağınık olur, nizam da berhava olur. Halbuki o nizamda bulunan kuvvet, bütün kuvvetiyle o nizamın berhava edilmeyeceğini ilan ediyor.
1 Ahirete de kesin olarak iman ederler. (Bakara Suresi: 4.)
2 Halbuki, O sizi halden hale sokarak yaratmıştır. (Nuh Suresi: 14.) Rabbin kullarına haksızlık edecek değildir. (Fussilet Suresi: 46.)
İkinci Bürhan : Herbir nevide, herbir fertte hikmetlere, maslahatlara riayet eden ve inayet-i ezeliyenin timsali olan hikmet-i tamme, saadet-i ebediyenin gelmesini tebşir ediyor. Çünkü, aksi halde, bedahetle ikrar ve tasdik ettiğimiz şu hikmetleri ve faydaları inkar etmemiz lazım gelir. Çünkü, o faydaların, o hikmetlerin, o maslahatların herbirisi zıddına inkılap ederler. Bu hal ise safsatadır.
Üçüncü Bürhan : İkinci bürhanı tefsir eder. Fennin de şehadet ettiği gibi, Sani-i Hakim, herşeyde en kısa yolu, en yakın ciheti, en güzel ve en hafif sureti ihtiyar etmiştir. Bu ihtiyar, kainatta abesiyetin bulunmadığına delalet eder. Bu ise ciddiyete delalet eder. Ciddiyet ise, saadet-i ebediyenin gelmesiyle olur; yoksa bu varlık adem sayılır ve herşey abesiyete tehavvül eder. Halbuki abes ve israf gibi batıldan pak ve münezzeh olduğunu şu kelamiyle i’lam ve talim eden Zat-ı Zülcelal, sözüne nasıl muhalefet eder?
Dördüncü Bürhan : Üçüncü bürhanı izah eder. Bütün fenlerin şehadetiyle, fıtratta israf yoktur. Eğer insan-ı ekber denilen alemdeki hikmetleri idrakten aciz isen, alem-i asgar denilen insandaki nüktelere, hikmetlere dikkat et.
Evet, fenn-i menafiü’l-a’zanın şerh ve beyan ettiği vecihle, insanın cisminde, herbirisi bir menfaat için takriben iki yüz küsur kemik vardır. Ve herbirisi bir fayda için altı bin damar vardır. Ve hüceyrata hizmet eden yirmi dört bin mesame ve pencere vardır. O hüceyratta cazibe, dafia, mümsike, musavvire, müvellide namıyla, herbirisi bir maslahat için beş kuvvet çalışıyor. Alem-i asgar böyle olsa, insan-ı ekber ondan geri kalır mı? Ruha nisbeten ehemmiyetsiz olan ceset bu derece israftan uzak bulunsa, ne suretle cevher-i ruhla asarında, emellerinde, efkarında ve maneviyatında israf olur. Çünkü, saadet-i ebediye olmasa, bütün maneviyat kurur. O hakikatler, israf memleketine kaçarlar. Acaba dünya kadar kıymetli olan bir cevhere malik olmakla, hem daima onun zarfını ve gılafını muhafaza ettikten sonra, o cevheri birden bire yere vurup kırmak ihtimali var mıdır? Hangi akıl kabul eder? Hem bir şahsın bünyesindeki kuvvet, azasındaki sıhhat, istidadındaki kabiliyet, o şahsın yaşayışına ve tekemmülüne delil olduğu gibi, kainatın ruhuna kadar nüfuz eden hakikat-i sabite ve devam ile yaşayışını ima eden intizamındaki kuvvet-i kamile ve tekemmülüne giden nizamındaki kemal acaba haşr-i cismani yoluyla saadet-i ebediyeye delil olmaz mı? Zira intizamını ihtilalden ve bozulmaktan kurtaran, saadet-i ebediyedir. Ve tekemmüle vasıta olur. Ve o kuvveti inkişaf ettiren odur.
Beşinci Bürhan : Evet, her nevi mahlukatta bir nevi kıyametin ve bir çeşit haşrin tekrarla vukua gelmekte olduğu, büyük kıyametin vukuuna ve geleceğine işarettir. Buna bir misal:
Evet, haftalık saate bak. O saatte saniyeleri, dakikaları,
"Bunları boş yere yaratmadın. Ey Rabbimiz" derler. "Seni bütün noksanlardan tenzih ederiz." (Al-i İmran Suresi: 191.)
saatleri, günleri sayan ibrelerden ve millerden saniyeleri sayan ibre, dakikaları sayan ibrenin hareketini ihbar ediyor. Dakikaları sayan ibre, saatleri sayan ibrenin hareketini ilan ediyor. Saatleri sayan ibre de, günleri gösteren ibrenin hareketini husule getiriyor ve i’lam ediyor. İşte, birincinin hareketinin tamam olması, ikincisinin de hareketinin tamam olacağına ve ikincinin tamam-ı hareket etmesi, üçüncünün de itmam-ı hareket edeceğine işarettir.
Kezalik, Sani-i Hakimin kainat denilen büyük bir saati vardır. Bu saatin milleri, feleklerin çeşit çeşit deveranından ibarettir. İşte bu deveranlar günleri, seneleri, ömr-ü beşeri, dünyanın beka müddetini gösteriyorlar. Binaenaleyh, her geceden sonra sabahın, her kıştan sonra baharın gelmesi gibi, haşrin sabahı, o büyük saatten doğacağına delil ve işarettir.
Sual: Kainatta görünen şu nev’i kıyametlerde eşya ayniyle iade edilmiyor. Halbuki büyük kıyamette neden ecsam ayniyle iade edilir?
Elcevap: İnsanın bir ferdi, başka mahlukatın bir nev’i gibidir. Zira insandaki o nur-u fikir, emellerine, ruhuna öyle bir inkişaf, öyle bir inbisat vermiştir ki, bütün zamanları yutsa doymaz. Zira ondaki o yüksek fikir, insanın mahiyetini ulvi, kıymetini umumi, nazarını külli, kemalini gayr-ı mahsur, lezzet ve elemini daimi kılmıştır. Başka nevilerin fertleri ise böyle değildir. Onların mahiyetleri cüz’i, kıymetleri şahsi, nazarları mahdut, kemalleri mahsur, lezzet ve elemleri anidir. Bundan anlaşılıyor ki, insanın bir ferdi, sair mahlukatın bir nev’i hükmündedir. Binaenaleyh, o nevilerde görünen şu kıyametlerin ve haşir ve neşirlerin keyfiyetleri nasılsa, efrad-ı insaniye de öyledir.
Altıncı Bürhan : Saadet-i ebediyeye işaret eden bürhanlardan biri de, insandaki gayr-ı mütenahi istidatlardır. Evet, Cenab-ı Hak tarafından mükerrem kılınan insanın cevher-i ruhunda ekilen ve rakamlara sığmayan istidatlar var. Bu istidatların altında, hesaba gelmeyen kabiliyetler var. Ve bunlardan neş’et eden, hadde gelmeyen meyiller var. Ve bunlardan husule gelen gayr-ı mütenahi efkar ve tasavvurat var. İşte bunların herbirisi haşr-i cismaninin arkasındaki saadet-i ebediyeye, şehadet parmaklarını uzatarak gösteriyorlar.
Yedinci Bürhan : Evet, Rahman ve Rahim olan Sani-i Hakimin rahmeti, rahmetlerin en büyüğü olan saadet-i ebediyenin geleceğini tebşir ediyor. Zira rahmet, ancak saadet-i ebediye ile rahmet olur. Ve nimet, ancak o saadetle nimet olur. Evet, bütün nimetleri nikmetlere çeviren ebedi ayrılmaktan doğan ve umumi matemlerden yükselen o belalardan kainatı, bilhassa şuurlu olan mahlukatı kurtaran şey, saadet-i ebediyenin gelmesidir. Çünkü bütün nimetlerin, rahatların, lezzetlerin ruhu olan saadet-i ebediye gelmezse, umum kainatın şehadetiyle sabit olan ve güneş gibi parlayan rahmet ve şefkat-i İlahiyenin bedahetine karşı mükabere ile inkar lazım gelir.
Ey Habib-i Şefik ve ey Şefik-i Habib! Ey Said-i Mecid ve ey Mecid-i Said! Rahmet-i İlahiyenin en latifi, en zarifi, en lezizi olan muhabbet ve şefkatine bakınız. O muhabbet ve şefkati, firak-ı ebedi ve hicran-ı layezali ile karşıladığınız takdirde, vicdan, hayal ve ruh ne hale gireceklerdir? O muhabbet ve o şefkat en büyük, en tatlı bir nimet iken, en azim bir musibete, bir belaya inkılab eder.
Acaba göz önünde bilbedahe görünen rahmet-i İlahiye, firak-ı ebedinin muhabbet ve şefkat aleyhine hücum etmesine müsaade eder mi? Vallahi hayır! Ancak o rahmetin şe’nindendir ki, firak-ı ebediyi hicran-ı layezaliye, hicran-ı layezaliyi firak-ı ebediye ve adem-i mutlakı da her ikisine musallat eder ki, o firakların, o hicranların kökleri ortadan kalksın.
Sekizinci Bürhan : Bütün alemce her hususta sıdkı ve doğruluğu malum ve müsellem olan Hazret-i Muhammed-i Arabi Aleyhissalatü Vesselam, parmağıyla kameri şak ettiği gibi, lisanıyla da saadet-i ebediyenin kapılarını açmıştır. Ve bütün enbiya-yı izamın bu hakikat üzerine icmaları, bir hüccet-i katıadır.
Dokuzuncu Bürhan : On üç asırdan beri yedi vecihle i’cazı tasdik edilen Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyanın haşir hakkındaki beyanatı, saadet-i ebediyenin geleceğine kafi bir delil değil midir? Başka bir delile ihtiyaç var mıdır?
Onuncu Bürhan : Bu bürhan, binlerce bürhanları müçtemidir. Bu bürhanları, çok ayetler tazammun etmişlerdir. Evet, Kur’an-ı Kerim, çok ayetlerinden haşre nazır pencereler açmıştır. Ezcümle, -1- ayetiyle, saadet-i ebediyeye yol açan bir kıyas-ı temsiliye işaret etmiştir. Kezalik, -2- ayet-i kerimesiyle, o saadeti gösteren bir kıyas-ı adliye işaret etmiştir.
Birinci ayetle işaret edilen kıyas-ı temsili:
Evvela insanın vücuduna bak. Nasıl tavırdan tavıra, yani nutfeden alakaya, alakadan mudğaya, mudğadan et ve kemiğe, et ve kemikten insan suretine bir kast, bir irade ve bir ihtiyar altında mahsus kanunlarla, muayyen nizamlarla, muntazam hareketlerle intikal ettiğini ve kalıptan kalıba girip çıktığını gör. Sonra insanın bekasına dikkat et. İnsan, bu vücut libasını her sene değiştirir. Bu vücut değişmesi, bedendeki hüceyratın yıkılıp yapılmasıyla olur. Bu tamirat da, bütün azanın erzak mahzeni hükmünde olan Cenab-ı Hakkın bir kanun-u mahsusla ihzar ettiği o madde-i latifeden alınan ecza ile yapılır. Sonra o madde-i latifenin ahvaline bak. Nasıl
1 Halbuki, O sizi halden hale sokarak yaratmıştır.(Nuh Suresi: 14.)
azanın ihtiyaçlarına göre muayyen bir kanunla taksim edilir ve bedenin her tarafına mahsus bir nizamla muntazaman dağıtılır. Yine şayan-ı dikkattir ki, o madde-i latife, dört mutfakta pişirildikten sonra ve dört inkılaptan geçtikten sonra ve dört süzgeçten tasfiye edildikten sonra rızık olarak taksim edilir. Hem yine şayan-ı dikkattir ki, o madde-i latife, yemeklerin ruhu ve hülasasıdır. O yemekler alem-i anasırda dağınık menbalardan muntazam bir düsturla, mahsus bir nizamla cem ve tahsil edilirler.
İşte bütün bu nizamlar, bu kanunlar, bu intizamlar, hep bir kast, bir irade, bir hikmetten çıkıyor. Evet, mesela Habib’in gözünde yerleşen bir zerrenin, unsur-u havadan veya unsur-u türabdan o garip, acip tavırlarda, inkılaplarda yaptığı muntazam hareketinden anlaşılır ki, o zerre, toprakta iken Habib’in gözüne tayin edilmiş ve bir memur gibi mahall-i memuriyetine muntazaman i’zam kılınmıştır (yükseltilmiştir).
Evet, fenni bir nazarla dikkat edilirse anlaşılır ki, o zerrenin hareketi, körü körüne, tesadüf eseri değildir. Çünkü o zerre, hangi mertebeye girerse, o mertebenin nizamına tabi olur. Ve hangi bir tavra intikal etmişse, onun muayyen kanunuyla amel etmiştir. Ve hangi bir tabakaya misafir gitmişse, muntazam bir hareketle sevk edilmiştir.
Hülasa, neş’e-i ulaya dikkat edenin, neş’e-i uhra hakkında tereddüdü kalmaz. Şeygamber Aleyhissalatü Vesselamın emrettiği gibi, "Neş’e-i ulayı gören adam, neş’e-i uhrayı inkar edebilir mi?" Çünkü ikinci teşekkül, yani ikinci yapılış, birinci teşekkülden daha kolaydır. Bunu yapan, onu daha kolay yapar.
Mesela, bir fırka askerin ilk teşekkülünde, efradın birbiriyle ünsiyetleri, muarefeleri olmadığından ve talim ve terbiye görmemeleri yüzünden yontulmamış taşlar gibi olduklarından, o efrad, o fırkanın bünyesinde yerleştirilinceye kadar çok zahmetler vardır. Fakat ba’de’t-teşekkül terhis edilip de bir daha taht-ı silaha davet edildiği zaman, pek kolay içtima eder ve fırkayı teşkil ederler. Bu teşekkül, evvelki teşekkülden daha kolay olur.
Kezalik, birbiriyle ülfet peyda eden ve herbirisi yerini tanıyan ve bir derece yontulmuş taşlar gibi kesb-i letafet eden bedenin zerratı, ölümle dağıldıktan sonra, haşirde, Halıkın izniyle, İsrafil’in borusuyla o zerrat-ı asliye ve esasiye içtimaa davet edildikleri zaman, pek kolay içtima ederler ve beden-i insaniyi yine eskisi gibi teşkil ederler. Maahaza, kudret-i ezeliyeye nisbeten en büyük, en küçük gibidir; hiçbir şey o kudrete ağır gelemez.
Arkadaş! Zahire nazaran, haşirde, ecza-yı asliye ile ecza-yı zaide birlikte iade edilir. Evet, cünüp iken tırnakların, saçların kesilmesi mekruh ve bedenden ayrılan herbir cüz’ün bir yere gömülmesi sünnet olduğu, ona işarettir. * Fakat tahkike
* Tırnak ve saçların kesildikten sonra toprağa gömülmesi ile ilgili hadisin kaynaklarından biri: Kenzü’l-Ummal, hadis no:1745.
göre, nebatatın tohumları gibi "acbü’z-zeneb" tabir edilen bir kısım zerreler, insanın tohumu hükmünde olup, haşirde o zerreler üzerine beden-i insani neşv ü nema ile teşekkül eder.
İkinci ayetle işaret edilen delil-i adli ise: Evet, görüyoruz ki, alelekser, gaddar, facir zalimler lezzetler, nimetler içinde pek rahat yaşıyorlar. Yine görüyoruz ki, masum, mütedeyyin, fakir mazlumlar zahmetler, zilletler, tahkirler, tahakkümler altında can veriyorlar. Sonra ölüm gelir, ikisini de götürür. Bu vaziyetten bir zulüm kokusu gelir. Halbuki kainatın şehadetiyle, adalet ve hikmet-i İlahiye zulümden pak ve münezzehtirler. Öyleyse, adalet-i İlahiyenin tam manasıyla tecelli etmesi için haşre ve mahkeme-i kübraya lüzum vardır ki, biri cezasını, diğeri mükafatını görsün.
-1-
Bu cümledeki kelimelerin arasında bulunan nazm ve nizam:
1. Bu cümlenin makabliyle bağlanmasını ifade eden bu rükn-ü imaniyenin burada sarahaten zikredilmesi için, amm olarak zikredilen evvelki cümleden bu cümlenin tahsis lüzumuna binaen atıf yapılmıştır.
2. Takdimiyle hasrı ifade eden -2- kelimesi, bazı ehl-i kitabın iman ettikleri ahiret, hakiki bir ahiret olmadığına tarizdir. Çünkü, onların -3- ayet-i kerimesinin hikaye ettiği gibi, "Cehennem ateşi, bizi daima yakacak değil ya! Ancak birkaç gün yakacaktır" gibi sözleriyle ve bir cihette lezaiz-i cismaniyeyi nefiy ve inkar ettiklerinden anlaşıldığına göre, bildikleri ahiret, mecazi bir ahiret imiş.
3. Malum ve mahut olan şeye işaret için vaz edilen edatı, bütün kütüb-ü semaviyenin lisanlarında deveran eden mahut ahirete işarettir. Veyahut mezkur delail-i fıtriye ile akılların gözleri önünde hazır olan ve ahiret ile anılan hakikate işarettir.
4. Mukadder bulunan neş’enin sıfatına ahiret tabiri, zihinleri neş’e-i ulaya çevirip, ondan neş’e-i uhraya bil’intikal, imkan yolunu göstermek için ihtiyar edilmiştir.
1 Onlar ahirete kesin olarak inanırlar. (Bakara Suresi: 4.)
2 Ahirete.
3 Bakara Suresi: 80.
5. Yakin ile beraber tasdiki birlikte ifade eden -1- kelimesine bedel -2- tabiri, haşir meselesi şek ve şüphelere bir mahşer ve bir mecma olduğu için, tasdikten fazla ikan ve yakin daha ehemmiyetli olduğuna işarettir. Veya ehl-i kitabın iddia ettikleri iman, yakinden hali olduğundan, onların imanı, iman olmadığına işarettir.
• • •
-3-
Bu cümledeki nüktelere işaret eden me’hazlar şunlardır:
1. Evvelki cümle ile bu cümlenin nazmı.
2. -4- ile işaret-i hissiye.
3. ’deki uzaklık.
4. ’daki ulviyet.
5. ’deki tenkir.
6.
7. ’deki terbiyeden ibaret yedi me’hazdır.
BİRİNCİSİ : Bu cümleyi makabliyle bağlayan münasebetlerdir.
Birinci münasebet: Bu cümle makablinden neş’et eden üç suale cevaptır.
Birincisi: Hidayetten neş’et eden o güzel vasıfarı labis olarak hidayet tahtı üstünde oturan o şahısları görmek isteyen saile cevaptır.
İkincisi: "O adamların hidayete istihkak ve ihtisasları nedendir?" diye sual eden samie cevaptır. Yani illet, sebep, ile işaret edilen vasıflardır.
1 İman edenler.
2 Kesin olarak inanırlar.
4 Onlar.
Sual: Sabıkan mezkur vasıfların tafsilen zikirlerini -1- kelimesindeki icmalden daha vazıh bir surette sebebi gösteriyor.
Cevap: İcmal, bazan tafsilden daha vazıh olur. Bilhassa matlup, birkaç şeyden mürekkep olduğu zaman, samiin gabaveti veya nisyanı dolayısıyla, o mürekkebin eczasını mezc etmekle sebebi çıkarmak müşkül olur.
Üçüncüsü: "Hidayetin neticesi, semeresi ve hidayetteki lezzet ve nimet nedir?" diye sual eden saile cevaptır. Yani, hidayette saadet-i dareyn vardır. Hidayetin neticesi, nefs-i hidayettir. Hidayetin semeresi, ayn-ı hidayettir. Zira, hidayet haddizatında büyük bir nimettir ve vicdani bir lezzettir ve ruhun cennetidir. Nasıl ki dalalet ruhun cehennemidir; öyle de, -2- ahiretin felah ve saadetini intaç eder.
İKİNCİ ME’HAZ : ile yapılan işaret-i hissiye, birşeyin müteaddit sıfatlarını zikretmek, o şeyin zihinlerde tecessüm etmesine ve akılda hazır ve hayalde mahsus olmasına sebep olduğuna işarettir. Maahaza, sabıkan zikirlerinden bir mahudiyet çıkar. Bu mahudiyet-i zikriye mahudiyet-i hariciyelerine kapı açar. Harici olan mahudiyetlerinden, mümtaz ve müstesna insanlar oldukları tebarüz eder ki, nev-i beşer içinde gözünü açıp bakanların gözlerine en evvel onların parıltıları çarpar.
ÜÇÜNCÜ ME’HAZ : Uzaklığı ifade eden onların filcümle yakın oldukları halde uzak gösterilmeleri, ulüvv-ü mertebelerine mecazi bir işaret olduğuna işarettir. Çünkü, uzakta bulunanlara bakıldığı zaman, boyca en uzunları görünür. Maahaza, zamani ve mekani olan bu’d, hakiki kastedilirse, belagate daha uygun olur. Çünkü bütün asırlar Asr-ı Saadet gibi bu ayeti zikrediyorlar. Öyleyse, ile yapılan işaret, safların evvellerine işarettir. Ve bu itibarla bu’d, hakiki olur, mecazi değildir. Binaenaleyh, onların hakikaten zaman ve mekanca uzak oldukları halde işaret-i hissiye ile gösterilmeleri, azametlerine ve ulüvv-ü mertebelerine işarettir.
DÖRDÜNCÜ ME’HAZ : Ulviyeti ifade eden -3- kelimesidir.
Arkadaş! Eşya arasında öyle münasebetler vardır ki, onları ayna gibi yapıyor. Herbirisi, ötekisini gösteriyor. Birisine bakıldığı zaman, ötekisi
1 Onlar.
3 Üzerine.
görünür. Mesela bir parça cam büyük bir sahrayı gösterdiği gibi, bazan olur ki, bir kelime, uzun ve hayali bir macerayı sana gösterir. Bir kelime, pek acip bir vukuatı senin gözünün önüne getirir, temessül ettirir. Yahut bir kelam, zihnini alır; misali alem-i misallere kadar götürür, gezdirir. Mesela, -1- kelimesi muharebe meydanını, -2- kelimesi büyük bir meyve bahçesini insanın fikrine getirir. Buna binaen, buradaki kelimesi, temsili bir üsluba pencere açar, gösterir kastıyla zikredilmiştir. Şöyle ki: Sanki hidayet-i İlahi, bir burak olup mü’minlere gönderilmiştir. Mü’minler tarik-i müstakimde ona binerek arş-ı kemalata yürürler.
BEŞİNCİ ME’HAZ : -3- ’deki tenkirdir. Bir nekre, marife olarak mükerreren zikredilirse, o marife, o nekrenin aynı olur. Fakat o nekre, nekre olarak zikredildiği takdirde, alelekser birbirinin aynı olamaz. Bu kaideye göre, nekre olarak tekerrür eden evvelki ’nin aynı değildir. Ancak, evvelki masdardır; ikincisi hasıl-ı bilmasdardır ve birincisinin semeresi hükmünde mahsus ve sabit bir sıfattır.
ALTINCI ME’HAZ : Hidayetin Allah’tan olduğunu ifade eden -4- kelimesinden burada bir cebir hissedilmekteyse de, hakikatte cebir değildir. Çünkü, onların cüz-ü ihtiyarlarıyla hasıl-ı bilmasdar olan hidayete yorumları üzerine, Cenab-ı Hak, o sıfat-ı sabite olan hidayeti halk ve ihsan etmiştir. Demek ihtida, yani hidayete doğru yürümek, onların kesb ve ihtiyarları dahilindedir; fakat sıfat-ı sabite olan hidayet, Allah’tandır.
YEDİNCİ ME’HAZ : Terbiyeyi ifade eden kelimesidir. Bu kelimenin burada ihtiyar edilmesi; onların rızık ile terbiyeleri, rububiyetin şe’ninden olduğu gibi, hidayetle de tagaddileri rububiyetin şe’ninden olduğuna işarettir.
1 Meydan okudu.
2 Meyve.
3 Hidayet.
4 ...den.
-1-
Bu cümledeki nüktelerin me’hazları:
1. ile atıf.
2. -2- ’nin tekrarı.
3. Zamirü’l-fasl olan -3-
4. edatı.
5. Felah yollarının adem-i zikriyle -4- ’nin amm ve mutlak bırakılması gibi beş me’hazdan ibarettir.
Birincisi: ile yapılan atıf, her iki cümle arasında bulunan münasebete binaen yapılmıştır. Zira birinci saadet-i acile ( -5- ) olan hidayet semeresine işarettir. İkinci hidayetin semere-i acilesine ( -6- ) işarettir.
Evet, herbir makabline bir fezleke, bir icmaldir. Fakat erkan-ı İslamiye me’haz tutulmakla, birinci ’nin birinci -7- ’ye raptı; ikincisinin de ümmi mü’minlere tahsisi ve keza erkan-ı imaniye ile yakin me’haz tutulmakla ikinci ’nin ikinci ’ye raptı ve ikisinin de ehl-i kitap mü’minlere ircaı daha evladır.
1 İşte onlar kurtuluşa erenlerdir. (Bakara Suresi: 5.)
2 Onlar.
3 Onlar.
5 Acele olarak, derhal.
6 Vadeye bağlı olarak, şarta bağlı.
7 Ve onlar ki...
İkincisi : ’nin tekrarı, her iki saadetin gerek hidayete, gerek onların medih ve senalarına müstakil ve ayrı ayrı gayeler ve sebepler olduklarına işarettir. Fakat ikinci ’nin hükmüyle beraber, birinci ’ye işareti daha evladır.
Üçüncüsü : Zamirü’l-fasl olan ehl-i kitaptan olup Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselama iman etmeyenlere bir tariz olmak üzere bu cümle ile yapılan hasrı tekit etmekle beraber, güzel bir nükteyi tazammun etmiştir. Şöyle ki:
Müpteda ile haber arasında bulunan zamiri, müptedayı, çok haberlere müpteda yapar. Ve bu gibi haberlerin tayinini de hayale havale eder. Yani haberlerin mahdut ve muayyen olmadığını hayale arz etmekle, hayali, münasip haberleri taharri etmeye teşvik eder. Nasıl ki Zeyd’i ele almakla "Zeyd alimdir, Zeyd fazıldır, Zeyd güzeldir" gibi Zeyd’in sıfatlarından çok hükümleri dizebilirsin. Kezalik ’den sonra gelen zamiri hayali harekete getirmekle "Onlar ateşten kurtulurlar," "Onlar Cennete girerler," "Onlar rüyete mazhar olurlar" ve daha bu gibi sıfatlarına münasip çok hükümleri ve cümleleri hayale yaptırır.
Dördüncüsü : * kelimesindeki hakikati tasvire işarettir. Sanki lisan-ı haliyle diyor ki: "Eğer müflihlerin hakikatini görmek istersen, ’nin aynasına bak, sana temessül edecektir." Yahut onların tayin ve temyizlerine işarettir. Sanki diyor: "Ehl-i felah olanları tanımak istersen, ’ye bak, içindedirler." Veya hükmün zahir ve bedihi olduğuna işarettir.
Beşincisi : Felah ve necat yollarını tayin etmeyen kelimesindeki ıtlak, tamim içindir. Şöyle ki:
Kur’an’a muhatap olan, matlupları ve istekleri muhtelif pek çok tabakalardır ki, bir kısmı ateşten necat istiyorlar, bir kısmı Cennete girmek istiyorlar, bir kısmı rüyete mazhar olmak istiyorlar. Ve bunlar gibi o tabakaların pek çok dilekleri vardır. Kur’an-ı Kerim, kelimesini amm ve mutlak bırakmıştır ki, herkes istediğini takip etsin.
• • •
* Kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
-1-
Bu cümlenin makabliyle cihet-i nazmı:
Arkadaş! Cenab-ı Hakkın sıfat-ı ezeliye aleminde biri celali, diğeri cemali, iki türlü tecellisi vardır. Celal ile cemalin sıfat-ı ef’al aleminde tecellisinden lütuf ve kahır, hüsün ve heybet tezahür eder. Ef’al alemine tecelli edince, tahliye ( ) ile tahliye ( ) , tezyin ile tenzih doğar. Asar ve a’mal aleminden alem-i ahirete intıba’ edince, lütuf Cennet ve nur olarak, kahır da Cehennem ve nar olarak tecelli eder. Sonra alem-i zikre in’ikas edince, biri hamd, diğeri tesbih olmak üzere iki kısma ayrılır. Sonra alem-i kelamda tecelli edince, kelamın emir ve nehye taksimine sebep olur. Sonra alem-i irşada intikal edince, irşadı tergib ve terhib, tebşir ve inzara taksim eder.
Sonra vicdana tecelli edince, reca ve havf husule gelir.
Sonra irşadın iktizasındandır ki, havf ile reca arasındaki müvazene devamla muhafaza edilsin ki, reca ile doğru yollara süluk edilsin, havf ile de, eğri yollara gidilmesin; ne Allah’ın rahmetinden me’yus, ne de azabından emin olunsun.
İşte böylece teselsül eden şu hikmetten dolayı, Kur’an-ı Kerim, aleddevam, terğibden sonra terhib; ve ebrarı medhettikten sonra füccarı zemmetmiştir.
Sual : Bu cümle ile -2- cümlesi arasında ne gibi bir fark vardır ki, orada atıf var, burada yoktur?
Cevap : Atfın hüsnü, münasebetin hüsnüne bakar. Hüsn-ü münasebet, her iki cümleden takip edilen arz ve maksadın bir olmasına mütevakkıftır. Halbuki oradaki maksat, burada yoktur. Burada birinci cümledeki maksat, Kur’an’ın medhine incirar eden mü’minlerin medhidir. İkinci cümleden maksat, yalnız tahvif ve terhib için kafirlerin zemmidir. Bu ise Kur’an’ın medhiyle alakadar değildir.
Sonra bu cümlenin ihtiva ettiği eczanın nazmında tezahür eden letaif cihetine bakalım. -3- ile -4- mevkilere göre ifade ettikleri nüktelerden maada, belagatçe kıymetli sayılan iki nükteyi daha tazammun etmişlerdir ki, Kur’an, pek çok yerlerinde ile ’yi mükerreren zikretmiştir.
1 İnkar ednlere gelince, sen onları inkarlarının akibetiden sakındırsan da birdir, sakındırmasın da. (Bakara Suresi: 6.)
Tahkiki ifade eden ’deki nükte şöyle tasvir edilebilir ki: herhangi bir cümlede bulunursa, o cümlenin damını deler, hakikate nüfuz eder. Ve o davayı veya hükmü aşağıya indirir. Hakikate yapıştırmakla, o hükmün hayali veya zanni veya mevzu veya hurafe hükümlerden olmadığını ve ancak hakaik-i sabiteden olduğunu ispat eder. Bu cümlede ’nin hususi nüktesi, bu ayetin muhatabı olan Hazret-i Muhammmed’e (a.s.m.) şek ve inkar bulunmadığı halde şek ve inkarı ref etmek şe’ninde olan ile karşılanması, onların iman etmesi için peygamberin (a.s.m.) şiddet-i hırsına işarettir.
* kelimesi ise, göze görünmezden evvel akla görünen garip ve yeni hakikatlere bir vasıta-i işarettir. Bunun içindir ki, hakikatleri tebdil ve tecdid eden ve inkılapları tasvir için kullanılan işaret ve vasıtalardan en çok kullanılan ve emsalidir.
Kur’an’ın tecellisiyle çok neviler silindi, hakikatler yıkıldı. Onlara bedel, yeni yeni neviler, hakikatler teşekkül etti. Evet, zaman-ı cahiliyete bak: O zamanda bütün neviler milli rabıtalar üzerine teşekkül ettiği gibi, içtimai hakikatler de taassub-u kavmi üzerine bina edilmişti. Kur’an’ın tecellisiyle o rabıtalar kesildi, o hakikatler tahrip edildi. Onlara bedel, dini rabıtalar üzerine yeni neviler ve hakikatler ihdas edildi. Evet, Şems-i Kur’an’ın tuluu ile, bazı kalbler, onun ziyasıyla tenevvür etti. Ve mü’minlerin nev’ini temyiz ve tayin eden bir hakikat-i nuraniye meydana geldi. Kezalik, o keskin ziya karşısında, mezbeleye benzeyen bazı pis kalbler de yanıp kömür oldular. Ve o kafirlerin nev’ini ilan eden zehirli bir hakikat-i küfriye husule geldi. İşte bu hakikat-i küfriyeye işaret için zikredilmiştir. Maahaza, her iki arasında tam bir münasebet vardır. Çünkü, herbirisi birbirine zıt olan bir hakikate işarettir.
Ve keza, harf-i tarif olan ’in ifade ettiği beş manayı ’de ifade ediyor. O manaların en meşhuru, ahiddir. Yani, gerek ’den, gerek ’den, mahut ve malum birşey kasdedilir. Binaenaleyh, Ebu Cehil, Ebu Leheb, Ümeyye ibni Halef ve saire gibi mahut ve meşhur büyük kafirlere ile işaret
* Onlar ki.
edilmiş olduğu ihtimali pek kavidir. Bu ihtimale binaen, şu ayet, gaybdan ihbar eden ayetlerden biri olur. Çünkü onlar küfür üzerine ölmüşlerdir. Ve aynı zamanda, i’caz-ı manevinin dört nev’inden bir nev’i, şu gaybi ihbarlardan tezahür eder.
Sual : Kur’an, zaruriyat-ı diniyedendir. Zaruriyatta ihtilaf olamaz. Halbuki müfessirlerce verilen ayrı ayrı manaların bir kısmı birbirine muhaliftir.
Cevap : Azizim! Kur’an’ın herbir kelamı, üç kaziyeyi müştemildir.
Birincisi: Bu, Allah’ın kelamıdır.
İkincisi: Allah’ca murad olan mana, haktır.
Üçüncüsü: Mana-yı murad, budur.
Eğer Kur’an’ın o kelamı, başka bir manaya ihtimali olmayan muhkemattan olursa veya Kur’an’ın başka bir yerinde beyan edilmişse, birinci ve ikinci kaziyeleri aynen kabul etmek lazımdır ve inkarları da küfürdür. Şayet Kur’an’ın o kelamı, başka bir manaya ihtimali olan bir nass veya zahir olursa, üçüncü kaziyeyi kabul etmek lazım olmadığı gibi, inkarı da küfür değildir. İşte, müfessirlerin ihtilafları, ancak ve ancak şu kısma aittir.
İhtar : Mütevatir hadisler de, bu hususta, ayetler gibidir. Yalnız birinci kaziye, teemmül yeridir. Çünkü ile işaret edilen hadisin hakikaten hadis olup olmadığında tereddüt yeri vardır.
Sual : Küfür, cehildir. Halbuki kafirler, Hazret-i Muhammed’i (a.s.m.) evlatları kadar tanıyorlardı.
Cevap : Küfür iki kısımdır. Bir kısmı, bilmediği için inkar eder; ikincisi, bildiği halde inkar eder. Bu da, birkaç şubedir. Birincisi, bilir, lakin kabul etmez. İkincisi, yakini var, lakin itikadı yoktur. Üçüncüsü, tasdiki var, lakin vicdani iz’anı yoktur.
Sual : Şeytanın kalbinde marifet var mıdır?
Cevap : Yoktur. Çünkü, san’at-ı fıtriyesi iktizasınca, kalbi daima idlal ile telkin için, fikri, daima küfrü tasavvur etmekle meşgul olduğundan, kalbinde veya fikrinde boş bir yer marifet için kalmıyor.
Sual : Küfür, kalbe ait bir sıfattır. Kalbde o sıfat bulunmadığı takdirde, zünnar bağlanmasından veya ona kıyas edilen şapkanın giyilmesinden niçin küfür hasıl olsun?
Cevap : Gizli olan umura, şeriat, emarelere göre hükmeder. Hatta illet olmayan esbab-ı zahiriyi, illet yerine kabul eder. Binaenaleyh itmam-ı rükua mani olan bir kısım zünnarların bağlanması ve secdenin ikmaline mani olan bazı şapkaların
Bu.
giyilmesi, ubudiyetten istiğna ve küfre teşebbüh etmeye emarelerdir. Gizli olan o sıfat-ı küfriyenin yok olduğuna kat’iyetle hükmedilemediğinden, bu gibi emarelere göre hükmedilir.
Sual : İnzar yapılmadıkça teklif nasıl yapılır?
Cevap : İnzar yapılmadığı takdirde teklif de yapılmazsa, adem-i tecziyelerine bir hüccet olur. Zira, "Biz ne yapalım? Ne tebliğat yapıldı ve ne tekliften haberimiz var" diye mücazattan kurtuluşlarına bir medar olur.
Sual : Cenab-ı Hakkın onların küfür ve temerrüdlerinden yaptığı ihbar, onların imana gelmelerini imtina derecesine çıkarıyor. Mümteni ve muhal birşey teklif edilir mi?
Cevap : Cenab-ı Hakkın ihbarı, ilmi ve iradesi, sebepten kat-ı nazarla yalnız küfürlerine taalluk etmez. Ancak ihtiyarlarıyla küfürlerine birlikte taalluk eder. Bu ise ihtiyarlarını nefyetmez ki, teklif-i bilmuhal olsun. Bu bahsin tafsilatı gelecektir.
Sual : İman etmeyeceklerini ifade eden -1- ve emsali ayetlere, onları iman etmeye davet etmekten, adem-i imana iman çıkıyor. Bu ise, muhal-i aklidir.
Cevap : Onlara teklif edilen iman, icmalidir, tafsili değildir. "Herbir ayete, herbir hükme ayrı ayrı, birer birer iman ediniz" diye teklif yapılmıyor ki bu mahzur lazım gelsin. Sonra, küfürlerini siga-i mazi ile zikretmek, Hakkın izhar ve ispatından evvel onların, küfrü kucaklayıp kabul etmelerine işarettir. Bunun içindir ki, onlara karşı inzarın adem-i inzar gibi faydasız kaldığına, -2- kelimesiyle işaret yapılmıştır. Sonra, fevkaniyeti ifade eden -3- deki -4- onların yüzleri yere yapışmış gibi, başlarını kaldırıp amirlerinin sözünü dinleyemediklerine işarettir. Ve keza manaya bir zarar ve bir halel iras etmeyen ve terkine tercih edilen ’in zikri, Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselama nazaran, inzarın, adem-i inzar gibi olmadığına işarettir. Zira inzarda ecir ve sevap vardır.
-5- cümlesindeki hemze ile müsavatı ifade ettiğinden kelimesine tekittir. Yahut kelimesinden müsavatın
1 İman etmezler.
3 Onlar üzerine.
bir manası, hemze ile ’den ikinci manası irade edilir. Çünkü, müsavatın medarı ya adem-i faydadır veya mucibin adem-i vücududur.
Sual : İstifham şekliyle müsavatı ifade etmekte ne mana vardır?
Cevap : Yapmış olduğu fiilinde bir faydası olmayan muhatabın fiilinin faydasız olduğuna latif ve mukniane bir vecihle ikaz edilmesi ancak istifham ile olur ki, muhatap, fiilini düşündükten sonra, kötü neticesini nazara alarak kalbi mutmain olsun.
Sual : kelimesi inzar ve adem-i inzardan mecaz ise, aralarındaki alaka nedir?
Cevap : İstifhamın müsavatı tazammun etmesidir. Zira istifham eden adamın bilgisine göre vücut ile adem mütesavidir. Maahaza bu gibi istifhamlara verilen cevaplar, alelekser şu müsavat-ı zımniye ile verilir.
Sual : Mazi sigasıyla inzardan yapılan tabir neye işarettir?
Cevap : İkinci ve üçüncü inzarlara lüzum kalmadığına işarettir. Yani "Yaptığın inzar fayda vermedi, bundan sonra da faydasız kalır."
Sual : İnzar etmemekte faydanın bulunmaması zahirdir. * kaydında ne fayda vardır?
Cevap : Sükut etmek, bazan muhatabın insafa gelip matlup işe muvafakatine sebep olur.
Sual : Kur’an-ı Kerim, başka makamlarda terhibden sonra tergib de yaptığı halde, burada tergibi terketmiştir. Esbabı nedir?
Cevap : Küfür makamına, ancak terhib ve tahvif münasiptir. Hem de küfür gibi mazarratları def etmek, Cenneti kazanmak gibi menfaatlerin celbinden daha evla ve daha tesirlidir. Maahaza, buradaki terhib, tergibi de andırıyor. Çünkü, inzar ve adem-i inzarı gören hayal, zıddiyet münasebetiyle, derhal tebşir ve adem-i tebşire intikal eder.
Azizim! Herbir hükmün başka şeylere hizmet eden çok manaları olduğu ve herbir hükümden takip edilen gizli maksatlar bulunduğu ve bu kelamın da Hazret-i Muhammed’e (a.s.m.) işaret eden manaları olduğu gibi, küfrü takbih etmek maksadıyla büyük bir ölçüde tenkiratta bulunmuştur. Ezcümle, Peygamber Aleyhissalatü
* Uyarmasan da...
Vesselamın görmekte olduğu zahmetlerin tahfifine ve göstermekte olduğu hırs ve şiddetin tehvinine medar olmak için, mana-yı harfi kabilinden bazan imalarda bulunmuş ve eski resullerin hallerini nazara alarak, onlara iktida ile teselli yollarını göstermişse de, bu bir kanun-u fıtridir, tahammül ve inkıyad lazımdır diye lisan-ı hal ile ilan etmiştir. Bu ayet -1- cümlesine kadar bütün eczasıyla küfrü takbih ve tenfir ile nehyeder. Ve ehl-i küfrü, tehdit ve tahvifle küfürden terhib eder. Ve keza, bütün kelimatıyla, küfrün büyük bir musibet olmakla beraber, lezzeti yok, elemi var; nimeti yok, nikmeti var diye ilan eder. Ve keza, bütün cümleleriyle küfrün herşeyden zararlı olduğunu tasrih eder. Evet, onlar iman etmediklerinden ve cevher-i ruhu ifsad ve bütün elemleri içine alan küfür musibetine maruz kaldıklarından -2- ya bedel -3- tabiriyle işaret edilmiştir. Ve keza -4- kelimesine bedel -5- tabiriyle, onların büyük musibete maruz kaldıkları gibi, pırlanta gibi cevher-i imaniyi de kaybettiklerine işarettir.
Ve keza, -6- cümlesiyle, kalb ile vicdan, nur-u iman sayesinde hakaik-i İlahiyenin tecellisine mazhar olmakla menba-ı kemalat, hayattar ve ziyadar oldukları halde; küfrün ihtiyar edilmesiyle zulmetli, ıssız haşarat-ı muzırra yuvasına inkılap ettikleri için mühürlenmiş, kilitlenmiş ki, o korkunç yuvadaki akreplerden veya yılanlardan içtinap edilmesine işaret edilmiştir.
Ve keza -7- kelimesiyle, küfür sebebiyle kulağa ait pek büyük bir nimeti kaybettiklerine işaret edilmiştir. Hatta kulaktaki zar, nur-u iman ile ışıklandığı zaman, kainattan gelen manevi nidaları işitir. Lisan-ı hal ile yapılan zikirleri, tesbihatları fehmeder. Hatta o nur-u iman sayesinde rüzgarların terennümatını, bulutların naralarını, denizlerin dalgalarının nağamatını ve hakeza yağmur, kuş ve saire gibi her neviden Rabbani kelamları ve ulvi tesbihatı işitir. Sanki kainat, İlahi bir musiki dairesidir. Türlü türlü avazlarla, çeşit çeşit terennümatla kalblere hüzünleri ve Rabbani aşkları intiba ettirmekle kalbleri, ruhları,
1 Onlar için büyük bir azap vardır. (Bakara Suresi: 7.)
3 İnkar ettiler. (Bakara Suresi: 6.)
7 Kulaklarını da...
nurani alemlere götürür, pek garip misali levhaları göstermekle o ruhları ve kalbleri lezzetlere, zevklere garkeder.
Fakat o kulak, küfürle tıkandığı zaman, o leziz, manevi, yüksek savtlardan mahrum kalır. Ve o lezzetleri iras eden avazlar, matem seslerine inkılap eder. Kalbde, o ulvi hüzünler yerine, ahbabın fıkdanıyla ebedi yetimlikler, malikin ademiyle nihayetsiz vahşetler ve sonsuz gurbetler hasıl olur.
Bu sırra binaendir ki, şeriatça bazı savtlar helal, bazıları da haram kılınmıştır. Evet, ulvi hüzünleri, Rabbani aşkları iras eden sesler helaldir. Yetimane hüzünleri, nefsani şehevatı tahrik eden sesler haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise, senin ruhuna, vicdanına yaptığı tesire göre hüküm alır.
-1-
Bu cümle ile rüyete, yani göze ait büyük bir nimet-i basariyenin küfürle kaybolduğuna işaret edilmiştir. Zira, gözün nuru, nur-u imanla ışıklanırsa ve kavileşirse, bütün kainat gül ve reyhanlarla müzeyyen bir cennet şeklinde görünür. Gözün gözbebeği de, balarısı gibi, bütün kainat safhalarında menkuş gül ve çiçek gibi delillerinden, bürhanlarından alacağı ibret, fikret, ünsiyet gibi usare ve şıralarından vicdanda o tatlı imanlı balları yapar. Eğer o göz küfür zulmetiyle kör olursa, dünya, genişliğiyle beraber bir hapishane şekline girer. Bütün hakaik-i kevniye, nazarından gizlenir. Kainat ondan tevahhuş eder. Kalbi ahzan ve ekdar ile dolar.
-2- cümlesiyle, küfür şeceresinin ahirete ait zakkum gibi semeresine işaret edilmiştir. -3- kelimesi ise, inzar ile adem-i inzar arasındaki müsavata nassederek -4- kelimesine tekittir.
• • •
1 Gözleri üzerinde bir perde vardır. (Bakara Suresi: 7.)
MUKADDEME
Bu ayetin üzerinde durmak icap ediyor. Ehl-i İ’tizal, Ehl-i Cebir, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat gibi ehl-i kelamın şu ayet-i azimenin altında yaptıkları muharebe-i ilmiyelerini dinleyelim. Zira, bu gibi fikri harpler, ehl-i nazarı dikkate davet eder. Binaenaleyh, onların bu ayette takip ettikleri cihetleri kontrol lazımdır.
Evet, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin sırat-ı müstakim üzerine olduğunu, ötekilerin ya ifrata veya tefrite maruz kaldıklarını ispat için, bazı münasebetlerin zikri lazımdır.
• Birincisi: Tahakkuk etmiş hakaiktendir ki, tesir-i hakiki, yalnız ve yalnız Allah’ındır. Öyleyse, Ehl-i İ’tizalin abde verdiği tesir-i hakiki hilaf-ı hakikattir.
• İkincisi: Allah Hakimdir; öyleyse, sevap ve ikab abes değildir, ancak istihkaka göredir. Öyleyse ıztırar ve cebir yoktur.
• Üçüncüsü: Herşeyin biri mülk, diğeri melekut, yani biri dış, diğeri iç olmak üzere iki ciheti vardır. Mülk ciheti, bazı şeylerde güzeldir, bazı şeylerde de çirkin görünür: Aynanın arka yüzü gibi. Melekut ciheti ise, herşeyde güzeldir ve şeffaftır: Aynanın dış yüzü gibi. Öyleyse, çirkin görünen şeyin yaratılışı, çirkin değildir, güzeldir. Ve aynı zamanda o gibi çirkinlerin yaratılışı, mehasini ikmal içindir. Öyleyse, çirkinin de bir nevi güzelliği vardır. Binaenaleyh, bu hususta Ehl-i İ’tizalin "Çirkin şeylerin halkı Allah’a ait değildir" dedikleri safsataya mahal kalmadı.
• Dördüncüsü: Mesela darp ve katle terettüp eden elem ve ölüm gibi "hasıl-ı bilmasdar" ile tabir edilen şey, mahluk ve sabit olmakla beraber, camiddir. İlm-i sarfta malumdur ki, camidlerden ism-i fail gibi sıfatlar yapılamaz. Ancak kisbi, nisbi, itibari olan mana-yı masdariden yapılabilir. Öyleyse, ölümün halkı katl değildir. Öyleyse, Ehl-i İ’tizalin hatalarına, hata nazarıyla bakılmalıdır.
İnkarlarında ısrar ettikleri için Allah onların kalplerini de, kulaklarını da mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde de, hakkı görmelerine mani bir perde vardır. Ahirette ise onların hakkı pek büyük bir azaptır. (Bakara Suresi: 7.)
• Beşincisi: İnsanın katl gibi zahiri ve ihtiyari olan fiilleri, nefsin meyelanına intiha eder. Cüz-ü ihtiyari denilen şu nefis meyelanı üzerine münazaalar deveran eder.
• Altıncısı : adetullah üzerine, irade-i külliye-i İlahiye, abdin irade-i cüz’iyesine bakar. Yani, bunun bir fiile taallukundan sonra, o taalluk eder. Öyleyse cebir yoktur.
• Yedincisi: İlim, maluma tabidir. Bu kaziyeye göre, malum, ilme tabi değildir; çünkü devir lazım gelir. Öyleyse, bir insan, amelen yaptığı bir fiilin esbabını kadere havale etmekle taallül ve bahaneler gösteremez.
• Sekizincisi: Ölüm gibi hasıl-ı bilmasdar denilen şey, kesb gibi bir masdara mütevakkıftır. Yani, adetullah üzerine, o hasıl-ı bilmasdarın vücuduna şart kılınmıştır. Kesb denilen masdarda, çekirdek ve ukde-i hayatiye meyelandır. Bu düğümün açılmasıyla, meseledeki düğüm de açılır.
• Dokuzuncusu: Cenab-ı Hakkın ef’alinde tercih edici bir garaza, bir illete ihtiyaç yoktur. Ancak tercih edici, Cenab-ı Hakkın ihtiyarıdır.
• Onuncusu: Bir emrin, behemehal bir müessirin tesiriyle vücuda gelmesi lazımdır ki, tereccüh bila-müreccih lazım gelmesin. Amma itibari emirlerde tahsis edici birşey bulunmasa bile muhal lazım gelmez.
• On birincisi: Birşey, vücudu vacip olmadıkça vücuda gelmez. Evet, irade-i cüz’iyenin taallukuyla irade-i külliyenin taalluku birşeyde içtima ettikleri zaman, o şeyin vücudu vacip olur ve derhal vücuda gelir.
• On ikincisi: Birşeyin vücudunu bilmekle, mahiyetini bilmek lazım gelmez. Ve birşeyi bilmemekle, o şeyin adem-i vücudu lazım gelmez. Binaenaleyh, cüz-ü ihtiyarinin mahiyetinin tabir edilememesi, vücudunun kat’iyetine münafi değildir.
Nazar-ı dikkatinize arz ettiğim şu esasları tam manasıyla anladıktan sonra, şu maruzatımı da dinleyiniz.
Biz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, Ehl-i İ’tizale karşı diyoruz ki: Abd, kesb denilen masdardan neş’et eden, hasıl-ı bilmasdar olan esere halık değildir. Abdin elinde ancak ve ancak kesb vardır. Zira Allah’tan başka müessir-i hakiki yoktur. Zaten tevhid de öyle ister.
Sonra Ehl-i Cebre döner söyleriz ki: Abd, bir ağaç gibi bütün bütün ıztırar ve cebir altında değildir. Elinde küçük bir ihtiyar vardır. Çünkü Cenab-ı Hak hakimdir, cebir gibi zulümleri intaç eden şeylerden münezzehtir.
Sual : Cüz-ü ihtiyari denilen şey nedir? Ne kadar etrafı kazılırsa, altından cebir çıkıyor! Bu nasıl birşeydir?
Cevap :
Birincisi: Fıtrat ile vicdan, ihtiyari emirleri, ıztırari emirlerden tefrik eden gizli birşeyin vücuduna şehadet ediyorlar. Tayin ve tabirine olan acz, vücuduna halel getirmez.
İkincisi: Abdin bir fiile olan meyelanı, Eş’arilerin mezhebi gibi mevcut bir emir ise de, o meyelanı bir fiilden diğer bir fiille çevirmekle yapılan tasarruf, itibari bir emir olup abdin elindedir.
Eğer Maturidilerin mezhebi gibi o meyelanın bizzat bir emr-i itibari olduğuna hükmedilirse, o emr-i itibarinin sübut ve tayini, kendisinin bir illet-i tamme olduğunu istilzam etmez ki, irade-i külliyeye ihtiyaç kalmasın. Çünkü çok defalar meyelanın vukuunda fiil vaki olmaz.
Hülasa; adetullahın cereyanı üzerine hasıl-ı bilmasdarın vücudu, masdara mütevakkıftır. Masdarın esası ise meyelandır. Meyelan veya meyelandaki tasarruf mevcudattan değildir ki, bir müessire ihtiyacı olsun. Madum da değildir ki, hasıl-ı bilmasdar gibi mevcut olan birşeyin vücuduna şart kılınmasına veya sevap ve ikaba sebep olmasına cevaz olmasın.
Sual : İlm-i ezelinin veya irade-i ezeliyenin bir fiille taallukları ihtiyara mahal bırakmıyor.
Cevap :
Birincisi: Abdin ihtiyarından neş’et eden bir fiile ilm-i ezelinin taalluku, o ihtiyara münafi ve mani değildir. Çünkü müessir, ilim değildir, kudrettir. İlim, maluma tabidir.
İkincisi: İlm-i ezeli, muhit olduğu için, müsebbebatla esbabı birlikte abluka eder, içine alır. Yoksa ilm-i ezeli, zannedildiği gibi uzun bir silsilenin başı değildir ki, esbabdan tegafül ile, yalnız müsebbebat o mebdee isnad edilsin.
Üçüncüsü: Malum nasıl bir keyfiyet üzerine olursa, ilim öylece taalluk eder. Öyleyse, malumun mekayisi ve esbabı, kadere isnad edilemez.
Dördüncüsü: Zannedildiği gibi, irade-i külliyenin bir defa müsebbebe, bir defa da sebebe ayrı ayrı taalluku yoktur. Ancak, müsebbeple sebebe bir taalluku vardır.
Bu mezheplerin nokta-i nazarlarını bir misal ile izah edelim:
Bir adam, bir aletle bir şahsı öldürse, sebebin madum olduğunu farz edersek, müsebbebin keyfiyeti nasıl olur?
Ehl-i Cebrin nokta-i nazarları: "Ölecekti." Çünkü, onlarca taalluk ikidir. Ve sebeple müsebbeb arasında inkıta caizdir.
Ehl-i İ’tizalce: "Ölmeyecekti." Çünkü onlarca muradın iradeden tahallüfü caizdir.
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatçe, bu misalde sükut ve tevakkuf lazımdır. Çünkü, irade-i külliyenin sebeple müsebbebe bir
taalluku vardır. Bu itibarla, sebebin ademi farz edilirse, müsebbebin de farz-ı ademi lazım gelir. Çünkü taalluk birdir. Cebir ve İ’tizal, ifrat ve tefrittir.
• • •
İKİNCİ BİR MUKADDEME
Ehl-i tabiat, esbaba hakiki bir tesir veriyor. Mecusiler, biri şerre, diğeri hayra olmak üzere iki halıka itikad ediyorlar. Ehl-i İ’tizal de, "Ef’al-i ihtiyariyenin halıkı abddir" diyor. Bu üç mezhebin esası, batıl bir vehm-i mahz, bir hata ve huduttan tecavüzdür. Bu vehmi izale için, birkaç meseleyi dinlemek lazımdır.
• Birincisi: İnsanın dinlemesi, konuşması, düşünmesi cüz’i olduğu için, teakub suretiyle eşyaya taalluk ettiği gibi, himmeti de cüz’idir; nöbetle eşya ile meşgul olabilir.
• İkincisi: İnsanın kıymetini tayin eden, mahiyetidir. Mahiyetin değeri ise, himmeti nisbetindedir. Himmeti ise, hedef ittihaz ettiği maksadın derece-i ehemmiyetine bakar.
• Üçüncüsü: İnsan hangi birşeye teveccüh ederse, onunla bağlanır ve onda fani olur. Bu sırra binaendir ki, insanlar, hasis ve cüz’i şeyleri büyük adamlara isnad etmezler, ancak esbaba ve vesaile atfederler. Sanki, hasis insanlarla iştigal onların vakarına münasip olmadığı gibi, cüz’i şeyler de onların azim himmetlerini işgal etmeye layık değildir!
• Dördüncüsü: İnsan, birşeyin ahvalini muhakeme ettiği zaman, o şeyin rabıtalarını, esbabını, esaslarını evvela kendi nefsinde, sonra ebna-yı cinsinde, sonra etraftaki mümkinatta taharri eder. Hatta hiçbir suretle mümkinata müşabeheti olmayan Cenab-ı Hakkı düşünecek olursa, kuvve-i vahimesi ile bir insanın mekayisini, esasatını, ahvalini mikyas yaparak Cenab-ı Hakkı düşünmeye başlar. Halbuki, Cenab-ı Hakka bu gibi mikyaslarla bakılamaz. Zira, sıfatı inhisar altında değildir.
• Beşincisi: Cenab-ı Hakkın kudret, ilim, iradesi, şemsin ziyası gibi bütün mevcudata amm ve şamil olup, hiçbir şeyle muvazene edilemez; Arş-ı azama taalluk ettikleri gibi, zerrelere de taalluk ederler. Cenab-ı Hak, şems ve kameri halk ettiği gibi, sineğin gözünü de O halk etmiştir. Cenab-ı Hak, kainatta vaz’ ettiği yüksek mizan gibi, hurdebini hayvanların bağırsaklarında da pek ince ve latif bir nizam vaz’ etmiştir. Semadaki ecramı birbiriyle rapteden cazibe-i umumi kanunu gibi, cevahir-i ferdi de, yani zerratı da o kanunun bir misliyle nazmetmiştir. Sanki bu zerrat alemi, o semavi aleme küçük bir misaldir. Hülasa, aczin müdahalesi ile kudret mertebeleri ayrılır. Aczi mümteni olan kudretçe, büyük-küçük birdir.
• Altıncısı: Kudret-i ezeliye, en evvel eşyanın melekut, yani içyüzüne taalluk eder. Bu yüz ise, alelumum güzel ve şeffaftır. Evet, şems ve kamerin yüzleri parlak olduğu gibi, gecenin ve bulutların da içyüzleri ziyadardır.
• Yedincisi: Beşerin zihni ve fikri, Cenab-ı Hakkın azametine bir mikyas, kemalatına bir mizan, evsafının muhakemesine bir vasıta bulmak vüs’atinde değildir; ancak cemi’ masnuatından ve mecmu-u asarından ve bütün ef’alinden tahassul ve tecelli eden bir vecihle bakılabilir. Evet, zerre mir’at olur, fakat mikyas olamaz. Bu meselelerden tebarüz ettiği vecihle, Cenab-ı Hakkın mümkinata kıyas edilmesi ve mümkinatın Onun şuunatına mikyas yapılması, en büyük cehalet ve hamakattir. Çünkü aralarındaki fark, yerden göğe kadardır. Evet, vacibi mümkine kıyas etmekten, pek garip ve gülünç şeyler çıkar. Mesela, ehl-i tabiat, o aldatıcı kıyas ile, tesir-i hakikiyi, esbaba; Ehl-i İ’tizal, halk-ı ef’ali, abde; Mecusiler, şerri, ikinci bir halıka isnad etmeye mecbur olmuşlardır. Güya zuumlarınca Cenab-ı Hak, azamet-i kibriya ve tenezzühü dolayısıyla, bu gibi hasis ve çirkin şeylere tenezzül etmez! Demek, akılları vehimlerine esir olanlar, bu gibi gülünç şeyleri doğururlar.
İhtar : Mü’minlerden de, vesvese cihetiyle bu vehme maruz kalanlar vardır; dikkat etmek lazımdır.
Bu ayetin kelimeleri arasında nazmı icap eden münasebetlere gelelim:
-1- ’nin -2- ile irtibatı ve onun arkasında zikredilmesi, cezanın cürme terettübü kabilindendir. Yani onlar vakta ki cüz-ü ihtiyarilerini ifsad etmekle imana gelmediler; kalblerinin hatmiyle tecziye edildiler.
tabiri, onların dalaletlerini tasvir eden temsili bir üsluba işarettir. Şöyle ki:
Kalb gözü, sanki cevahire bir hazine olmak üzere Cenab-ı Hak tarafından yapılan bir binadır. Vakta ki su-i ihtiyarlarıyla ifsada uğradı ve cevherlere yapılan yerler, yılanlar ve akreplerle doldu; kapısı hatmedildi ki, o sari hastalıktan başkaları mutazarrır olmasın.
: Zamir-i mütekellimin yerine ism-i zahirin gelmesi, tekellümden gaybete iltifattır. Ve bu iltifatta latif bir nükte vardır. Şöyle ki: ’den sonra
1 Mühürlendi.
2 İman etmezler. (Bakara Suresi: 6.)
-1- mukadder ve menvi (maksut) olduğuna nazaran, sanki nur-u marifet onların kalblerinin kapılarına geldiği zaman kalblerini açıp kabul etmediklerinden, Allah da gadaba gelerek kalblerini hatmetti.
-2- fiil-i müteaddi olduğu halde ile zikredilmesi, hatmedilen kalbin dünyaya bakan kapısı değil, ancak ahirete nazır olan kapısı seddedilmiş olduğuna işarettir.
Ve keza hatmin alamet-i manasını ifade eden vesm’i (damga) tazammun ettiğine işarettir. Sanki o hatim, o mühür, kalblerinin üstünde sabit bir damgadır ve silinmez bir alamettir ki, daima melaikeye görünür.
Sual : Bu ayette kalbin sem’ ve basara takdimindeki hikmet nedir?
Cevap : Kalb, imanın mahalli olduğu gibi, en evvel Sanii arayan ve isteyen ve Saniin vücudunu delailiyle ilan eden, kalb ile vicdandır. Zira kalb, hayat malzemesini düşünürken, en büyük bir acze maruz kaldığını hisseder etmez, derhal bir nokta-i istinadı; kezalik, emellerinin tenmiyesi (nemalandırmak) için bir çare ararken, derhal bir nokta-i istimdadı aramaya başlar. Bu noktalar ise, iman ile elde edilebilir. Demek, kalbin sem’ ve basara hakk-ı takaddümü vardır.
İhtar : Kalbden maksat, sanevberi (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir latife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı vicdan, makes-i efkarı dimağdır. Binaenaleyh, o latife-i Rabbaniyeyi tazammun eden o et parçasına kalb tabirinden şöyle bir letafet çıkıyor ki, o latife-i Rabbaniyenin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberinin cesede yaptığı hizmet gibidir. Evet, nasıl ki bütün aktar-ı bedene maü’l-hayatı neşreden o cism-i sanevberi, bir makine-i hayattır ve maddi hayat onun işlemesiyle kaimdir; sekteye uğradığı zaman cesed de sukuta uğrar, kezalik, o latife-i Rabbaniye a’mal ve ahval ve maneviyatın hey’et-i mecmuasını hakiki bir nur-u hayat ile canlandırır, ışıklandırır; nur-u imanın sönmesiyle, mahiyeti, meyyit-i gayr-ı müteharrik gibi bir heykelden ibaret kalır.
-3- ’de ’nın tekrarı, kalb ile sem’a vurulan hatemlerin herbirisi müstakil bir nevi delaile ait olduğuna işarettir.
Evet, kalbin hatmi, delail-i kalbiye ve vicdaniyeye aittir. Sem’in hatmi, delail-i nakliye ve hariciyeye aittir. Ve keza, her iki hatmin bir cinsten olmadığına bir remizdir.
1 Allah’a.
Sual : Kalb ile basar’ın cem’ sigasıyla, sem’in müfred suretinde zikirlerinde ne gibi bir hikmet vardır?
Cevap : Kalb ile basarın taalluk ettikleri şeyler mütehalif, yolları mütebayin, delilleri mütefavit, talim ve telkin edicileri mütenevvidir. Sem’ ise, kalb ve basarın hilafına, masdardır. İşittiren ferttir. Cemaatin işittikleri, ferttir. İşiten fert, fert olur. Bunun için müfred olarak iki cem’in arasına düşmüştür.
Sual : Kalbden sonra tercihen sem’in zikredilmesi neye binaendir?
Cevap : Melekat ve malumat-ı kalbiye, alelekser kulak penceresinden kalbe girerler. Bu itibarla, sem’, kalbe yakındır. Ve aynı zamanda, cihat-ı sitteden malumat aldığı cihetle kalbe benziyor. Zira göz, yalnız ön ciheti görür. Bunlar ise her tarafı görürler.
-1- ’de, üslubun tağyiriyle, cümle-i fiiliyeye tercihan cümle-i ismiyenin ihtiyar edilmesi, basar ile görünen delillerin sabit olduklarına, kalb veya sem’ ile alınan deliller ise müteceddit ve gayr-ı sabit olduklarına işarettir.
Sual : -2- ile -3- arasında ne fark vardır ki, -4- isnad edilmiştir. isnadsız bırakılmıştır?
Cevap : Allah tarafından onların kesblerine bir cezadır. ise, Allah tarafından olmayıp, onların meksubudur. Ve keza, mebde itibarıyla rüyette bir ıztırar vardır; sema’da, tahatturda ihtiyar vardır. Evet, gözün açılmasıyla eşyayı görmemek mümkün değildir. Fakat mesmuatı dinlemekte veya hatıratı tahattur etmekte bu ıztırar yoktur. tabiri, gözün yalnız ön cihete hakim ve nazır olduğuna işarettir ki, eğer bir perde ile o cihetten alakası kesilse, bütün bütün kör kalır. Tenkiri ifade eden ’deki tenvin, onların gözleri üstündeki perde, malum olmayan bir yerde olup, ondan sakınmak onlar için mümkün olmadığına işarettir. Car ve mecrurun üzerine takdim edilmesi, en evvel nazar-ı dikkati onların gözlerine çevirtmekle, kalblerindeki sırları göstermek içindir. Zira göz, kalbin ayinesidir.
1 Gözleri üzerinde bir perde vardır. (Bakara Suresi: 7.)
2 Mühürledi. (Bakara Suresi: 7.)
Bu cümlenin makabliyle cihet-i münasebeti şudur ki: Evvelki cümledeki kelimat ile, şecere-i küfriyenin dünyaya ait acı semerelerine işaret edilmiştir. Bu cümle ile, o mel’un şecerenin ahirette vereceği semeresi zakkum-u Cehennemden ibaret olduğuna işaret yapılmıştır.
Sual : Üslubun mecra-yı tabiisi -2- cümlesi iken, üslubun muktezası olan şu cümlenin terkiyle -3- cümlesi ihtiyar edilmiştir. Halbuki bu cümledeki kelimeler, nimet ve lezzetler hakkında kullanılan kelimelerdir.
Cevap : Şu güzel kelimeleri havi olan şu cümlenin onlara karşı zikredilmesi, bir tehekkümdür (istihza), bir tevbihtir, yüzlerine gülmektir. Yani, onların menfaatleri, lezzetleri ve büyük nimetleri ancak ikabdır. Menfaat ve faydayı ifade eden ’deki lisan-ı hal ile, "Amelinizin faydalı olan ücretini alınız!" diye yüzlerine gülüyor. "Tatlı" manasını tazammun eden lafzı, onların küfür ve musibetleriyle istilzaz ettiklerini tezkir ile, sanki lisan-ı hal ile, "Tatlı amelinizin acısını çekin!" diye tevbih ediyor. Alelekser büyük nimetlere sıfat olan kelimesi, Cennette nimet-i azim sahiplerinin hallerini o kafirlere tezkir ettirmekle, kaybettikleri o nimet-i azimeye bedel, elim elemlere düştüklerini ihtar ediyor. Sonra kelimesi, tazimi ifade eden ’deki tenvine tekittir.
Sual : Bir kafirin masiyet-i küfriyesi, mahduttur, kısa bir zamanı işgal ediyor. Ebedi ve gayr-ı mütenahi bir ceza ile tecziyesi adalet-i İlahiyeye uygun olmadığı gibi, hikmet-i ezeliyeye de muvafık değildir; merhamet-i İlahiye müsaade etmez.
Cevap : O kafirin cezası gayr-ı mütenahi olduğu teslim edildiği takdirde, kısa bir zamanda irtikap edilen o masiyet-i küfriyenin, gayr-ı mütenahi bir cinayet olduğu altı cihetle sabittir:
Birincisi: Küfür üzerine ölen bir kafir, ebedi bir ömürle yaşayacak olursa, o
Onlar için büyük bir azap vardır. (Bakara Suresi: 7.)
gayr-ı mütenahi ömrünü behemehal küfürle geçireceği şüphesizdir. Çünkü kafirin cevher-i ruhu bozulmuştur. Bu itibarla, o bozulmuş olan kalbin gayr-ı mütenahi bir cinayete istidadı vardır. Binaenaleyh, ebedi cezası, adalete muhalif değildir.
İkincisi: O kafirin masiyeti mütenahi bir zamanda ise de, gayr-ı mütenahi olan umum kainatın, vahdaniyete olan şehadetlerine gayr-ı mütenahi bir cinayettir.
Üçüncüsü: Küfür, gayr-ı mütenahi nimetlere küfran olduğundan, gayr-ı mütenahi bir cinayettir.
Dördüncüsü: Küfür, gayr-ı mütenahi olan zat ve sıfat-ı İlahiyeye cinayettir.
Beşincisi: İnsanın vicdanı, zahiren mütenahi ise de, batınen ebede bakıyor ve ebedi istiyor. Bu itibarla, gayr-ı mütenahi hükmünde olan o vicdan, küfürle mülevves olarak mahvolur, gider.
Altıncısı: Zıt, zıddına muanid ise de, çok hususlarda mümasil olur. Binaenaleyh iman, lezaiz-i ebediyeyi ismar ettiği gibi, küfür de alam-ı elimeyi ve ebediyeyi ahirette intaç etmesi, şe’nindendir.
Bu altı cihetten çıkan netice ve gayr-ı mütenahi olan bir ceza, gayr-ı mütenahi bir cinayete karşı ayn-ı adalettir.
Sual : Kafirin o cezasının adalete uygun olduğunu teslim ettik. Fakat azapları intaç eden şerlerden hikmet-i ezeliyenin gani olduğuna ne diyorsun?
Cevap : Kavaid-i esasiyedendir ki, "Ara sıra vukua gelen şerr-i kalil için hayr-ı kesir terk edilmez; terkedildiği takdirde şerr-i kesir olur." Binaenaleyh, hakaik-i nisbiyenin sübutunu izhar etmek, hikmet-i ezeliyenin iktizasındandır. Bu gibi hakaikin tezahürü, ancak şerrin vücuduyla olur. Şerden, haddi tecavüz etmemek için, terhib ve tahvif lazımdır. Terhibin vicdan üzerine tesiri, terhibi tasdik etmekle olur. Terhibin tasdiki ise, harici bir azabın vücuduna mütevakkıftır. Zira vicdan, akıl ve vehim gibi harici ve ebedi hakikat hükmüne geçmiş bir azaptan yapılan terhible müteessir olur. Öyleyse, dünyada olduğu gibi, ahirette de ateşin vücudundan yapılan terhib, tahvif, ayn-ı hikmettir.
Sual : Şekala, o ebedi ceza hikmete muvafıktır; kabul ettik. Amma merhamet ve şefkat-i İlahiyeye ne diyorsun?
Cevap : Azizim! O kafir hakkında iki ihtimal var. O kafir, ya ademe gidecektir veya daimi bir azap içinde mevcut kalacaktır. Vücudun-velev Cehennemde olsun-ademden daha hayırlı olduğu vicdani bir hükümdür. Zira adem, şerr-i mahz olduğu gibi, bütün musibet ve masiyetlerin de merciidir. Vücut ise, velev Cehennem de olsa, hayr-ı mahzdır. Maahaza, kafirin meskeni Cehennemdir ve ebedi olarak orada kalacaktır.
Fakat kafir, kendi ameliyle bu duruma kesb-i istihkak etmişse de, amelinin cezasını çektikten sonra, ateşle bir nevi ülfet peyda eder ve evvelki şiddetlerden
azade olur. O kafirlerin dünyada yaptıkları a’mal-i hayriyelerine mükafaten, şu merhamet-i İlahiyeye mazhar olduklarına dair işarat-ı hadisiye vardır.
Maahaza, cinayetin lekesini izale veya hacaletini tahfif, veyahut icra-yı adalete iştiyak için cezayı hüsn-ü rıza ile kabul etmek, ruhun fıtri olan şe’nidir.
Evet, dünyada, çok namus sahipleri, cinayetlerinin hicabından kurtulmak için, kendilerine cezanın tatbikini istemişlerdir; ve isteyenler de vardır.
• • •
Bu ayetin makabliye veçh-i nazmı:
Nasıl ki, bir hükümde iki müfredin iştiraki veya bir maksada iki cümlenin ittihadı atfı icap ettirir. Kezalik, bir hedefi, bir garazı takip eden iki kıssanın da atıfları belagatin iktizasındandır. Binaenaleyh, on iki ayetin hülasasını tazammun eden münafıkların kıssası, kafirler hakkında geçen iki ayetin mealine atfedilmiştir.
Evet vakta ki, en evvel Kur’an’ın senasıyla başlandı. Sonra mü’minlerin medhine intikal etti. Sonra kafirlerin zemnine incirar etti. Sonra, insanların kısımlarını ikmal etmek için, münafıkların kıssası zikredildi.
Sual : Kafirlerin zemmi hakkında yalnız iki ayetle iktifa edilmiştir. On iki ayetin hülasasıyla münafıklar hakkında yapılan itnab neye binaendir?
Cevap : Münafıklar hakkında itnabı, yani tatvili icap ettiren birkaç nükte vardır:
Birincisi: Düşman meçhul olduğu zaman daha zararlı olur. Kandırıcı olursa daha habis olur. Aldatıcı olursa, fesadı daha şedit olur. Dahili olursa, zararı daha azim olur. Çünkü; dahili düşman kuvveti dağıtır, cesareti azaltır. Harici düşman ise, bilakis, asabiyeti şiddetlendirir, salabeti arttırır. Nifakın cinayeti, İslam üzerine pek büyüktür. alem-i İslamı zelzeleye maruz bırakan nifaktır. Bunun içindir ki, Kur’an-ı Azimüşşan, ehl-i nifaka fazlaca teşniat ve takbihatta bulunmuştur.
İkincisi: Münafık olan, mü’minlerle ihtilat ede ede, yavaş yavaş ünsiyet kesb eder, imanla ülfet peyda eder. Gerek Kur’an’dan, gerek mü’minlerden nifakın kötülüğü hakkındaki sözleri işite işite pis haletten nefret eder. En nihayet, lisanından kelime-i tevhidin kalbine damlamasına zemin hazırlamak için itnab yapılmıştır.
Üçüncüsü: İstihza, hud’a, ikiyüzlülük, hile, kizb, riya gibi kötü ahlaklar münafıkta var. Kafirde o derecede yoktur. Bu cihetten münafıklar hakkında itnab yapılmıştır.
İnsanların bir kısmı da, mümin olmadıkları halde, "Allaha ve ahiret gününe inandık" derler. (Bakara Suresi: 8.)
Dördüncüsü: Alelekser münafıklar, ehl-i kitaptan oldukları için, şeytani bir zeka sahipleri olup, daha hilekar, daha desiseci olurlar. İşte bu durumdaki münafıklar hakkında itnab, yani tatvil-i kelam, ayn-ı belagattır.
Bu ayetin kelimeleri arasındaki münasebetlere gelelim:
-1- car ve mecruru, -2- kelimesine haber olduğu takdirde, şöyle bir sual varid olur ki: Münafıkların nastan oldukları bedihidir. Bu hüküm, malumu ilam etmekten ibaret kalır.
Elcevap: Malumdur ki, bir hüküm bedihi olduğu zaman, o hükmün lazımı kastedilir. Burada kastedilen, o hükmün lazımı olan taaccüptür. Sanki Kur’an-ı Azimüşşan, zımnen "Münafıkların nastan oldukları acip birşeydir" diyerek, halkı taaccüp etmeye davet etmiştir. Zira insan mükerremdir. Mükerrem olan insan, nifaka tenezzül etmez.
Sual : Madem ki haberdir, niçin üzerine takaddüm etmiştir?
Elcevap : Madem ki o hükümden taaccüp kastedilmiştir; taaccüb-ü inşainin şe’ni, kelamın evvelinde bulunmaktır. Sonra nas tabirinden birkaç letaif çıkıyor.
Birincisi: Kur’an’ın, münafıkların şahıslarını tayin etmeyerek umumi bir sıfatla onlara işaret etmesi, Resul-ü Ekremin (a.s.m.) siyasetine daha münasiptir. Zira münafıkların şahıslarının tayiniyle kabahatleri yüzlerine vurulsaydı, mü’minler nefsin desisesiyle vesveseye düşerlerdi. Halbuki vesvese havfe, havf riyaya, riya nifaka müncer olur. Ve keza, eğer Kur’an onları tayinle takbih etseydi, "Resul-ü Ekrem (a.s.m.) mütereddittir, etbaına emniyeti yoktur" denilecekti. Ve keza, bazan kötülük ifşa edilmezse tedricen zail olması ihtimali vardır. Fakat teşhir edildiği takdirde, kötülüğü yapan kimsenin hiddetini tahrik eder, fenalığı daha fazla yapmasına bais olur. Ve keza, nas gibi umumi bir sıfatın nifaka münafi olması, hususi sıfatların daha ziyade münafi olmasına delalet eder. Zira, insan mükerremdir. Bu gibi rezaleti işlemek insaniyetin şanından değildir. Ve keza, nas tabiri, nifakın bir taife veya bir tabakaya mahsus olmayıp, hangi taife olursa olsun, insan nev’inde bulunmasıdır. Ve keza, -3- tabiri, nifak bütün insanların haysiyet ve şereflerini ihlal eden bir rezalet olduğundan, enzar-ı ammeyi nifakın aleyhine çevirtmekle izale ve adem-i intişarına çalışmaları lüzumuna işarettir.
1 İnsanlardan bir kısmı.
Sual : -1- ile -2-’nın mercileri bir iken, birisinin müfred, diğerinin cem’ sigasıyla zikirlerinde ne hikmet vardır?
Elcevap : Zarif bir letafete işarettir ki, imanın mevsufu cem’ ise de telaffuz eden müfreddir.
-3- cümlesi, onların iman davalarını hikayedir. Bu cümlede davalarının reddine iki cihetle işaret edildiği gibi, davalarının takviyesine de iki vecihle ima edilmiştir. Şöyle ki: kelimesi, madde cihetiyle onların iman davasının ayn-ı itikad olmayıp ancak kuru bir sözden ibaret olduğuna işarettir. Kezalik, muzari sigasıyla zikrinde, onları aleddevam yaptıkları müdafaaya sevk eden, vicdani bir sebep değildir, ancak halka karşı bir riyakarlık olduğuna işarettir. Davalarının takviyesine yapılan işaretler ise, fiil-i mazinin hey’etinden "Biz ehl-i kitap cemaatleri, eskiden beri mü’miniz. Pimdi imandan geri kalmamıza imkan yoktur" gibi takviye edici bir delil tereşşuh ettiği gibi, cem’e raci olan zamirinden de "Bizler bir fert gibi değiliz, ancak muhteşem bir cemaatiz. Yalana tenezzül etmeyiz" gibi ikinci bir takviye daha çıkıyor.
-4-
Kur’an-ı Kerim, hikaye ettiği şeyleri ya aynıyla alır veya mealinin ahzıyla veyahut ibaresinin telhisiyle bir tasarruf yapar. Birinci ihtimale göre, onların erkan-ı imaniyeden yalnız bu iki rüknü izhar etmeleri, rükünlerin en mühimlerini izhar etmekle sadakatlerini göstermeye işarettir. Ve aynı zamanda, onlardan en ziyade kabule şayan, zuumlarınca bu iki rükündür. İkinci ihtimale nazaran, Cenab-ı Hakkın, imanın rükünleri içinde kutup sayılan bu iki rüknü tahsis etmesi, onların kuvvetle iddia ettikleri iman, dine iman olmadığına işarettir. Çünkü bu iki rüknün de muktezasına amel ve itikad etmemişlerdir. ’nin tekrarı, her iki rükne olan imanın bir cihetten olmadığına işarettir. Çünkü, Allah’a iman, Allah’ın vücud ve vahdetine imandır. Yevm-i ahirete iman ise, o günün hak olduğuna ve muhakkak geleceğine imandır.
1 Derler.
2 İman ettik.
-1-
Sual : ya müşabih olan -2- ’ya tercihen olarak cümle-i ismiye ile denilmesinde ne hikmet var?
Cevap : Birincisi: Her iki arasında görülen zahiri tenakuzdan içtinap etmek içindir.
İkincisi: ihbar değildir, inşadır. İnşa, nefiy ile tekzip edilemediğinden denilmemiştir.
Üçüncüsü: cümlesinden zımnen istifade edilen -3- cümlesine nefiy ve tekzibi irca için denilmiştir.
Dördüncüsü: Onların adem-i imanlarının devamlarına delalet etmek için cümle-i ismiye ihtiyar edilmiştir.
Sual : Nefyi ifade eden cümlenin evvelinde bulunduğu halde, cümleden istifade edilen devamı nefyetmeye delalet etmediğinden hikmet nedir?
Cevap : Nefiy, kesif bir harfin medlulüdür. Devam ise, cümle-i ismiyenin heyet-i hafifesinden istifade edilen bir manadır. Binaenaleyh, kesif kesife, yani nefiy, imana daha karibdir.
Sual : ’deki haber üzerine harf-i cer olan ’nin duhulü neye işarettir?
Cevap : Onların zahiren imanları varsa da, hakikatte imana ehil ve layık insanlar olup, mü’minin sınıfından addedilmediklerine delalet için ’nın haberi üzerine dahil olmuştur.
• • •
1 Mü’min olmadıkları halde.
3 Biz müminleriz.
-1-
Bu ayet, bütün cümleleriyle nifaka hücum ederek, münafıkları tevbih, takbih, tehdit, tayib etmekle, evvelce -2- dedikleri kavli, ne maksada ve ne illete binaen söylediklerini ve nifakın en birinci cinayeti olan hud’a ve hilelerini beyan etmektedir.
Evvelen, nifakın birinci cinayeti olan hud’aya ait -3- ’den -4- ’ye kadar yedi cümleye terettüp eden müteselsil neticeleri nazara almak lazımdır.
Birincisi: Allah’ı kandırmak gibi muhal bir şeyin talebinde bulundukları için tahmik edilmişlerdir.
İkincisi: Menfaat niyetiyle kendilerine zarar dokundurdukları için tesfih edilmiştir.
Üçüncüsü: Menfaati mazarattan tefrik edemedikleri için techil edilmişlerdir.
Dördüncüsü: Tıynetleri pis, sıhhatlerinin madeni hasta, hayat menbaları ölmüş, vesaire gibi rezaletleriyle terzil edilmişlerdir.
Beşincisi: Pifanın talebiyle marazlarını ziyade ettikleri için tezlil edilmişlerdir.
Altıncısı: Elemden maada birşeyi intaç etmeyen kavi bir azapla tehdit edilmişlerdir.
Yedincisi: İnsanlarca alametlerin en çirkini olan kizb ile teşhir edilmişlerdir.
1 Allah’ı ve mü’minleri güya aldatmaktadırlar. Halbuki onlar yalnız kendilerini aldatırlar da farkında bile olmazlar. Onların kalblerinde nifak hastalığı vardır. ayetler peş peşe inip İslam inkişaf ettikçe Allah da onların o hastalıklarını arttırmıştır. ayetlerimizi yalanlayıp durmaları yüzünden onlara pek acı bir azap vardır." (Bakara Suresi, 2:9-10.)
2 İman ettik.
4 Yalan söylüyorlar.
Sonra bu yedi cümlenin arasındaki intizam ve irtibatın, şöyle bir tasvirle dinlenmesi lazımdır:
Bir şahıs bir şahsı, nasihatle fena bir şeyden men etmek üzere şöyle tevcih-i kelamda bulunur: "Ey kişi! Aklın varsa şu yapmak istediğin şey muhaldir, hem nefsine zarardır. Hem iyiyi kötüyü tefrik edecek bir hissin yok mudur? Anlaşılan, hakikatı hurafe, tatlıyı acı gösteren seciyende bir hastalık vardır. Şüphesiz o hastalıktan kurtulup şifayab olmak istiyorsun. Fakat senin bu halin, o hastalığı izale değil, tezyid ediyor. Eğer bu halinle bir lezzet, bir zevk istersen, en şedit bir elemi intaç eden bir azap eline geçer. En nihayet sarhoşluktan ayrılıp, kötü halinden vazgeçmediğin takdirde, fesadın başkalara geçmemek üzere hortumun üzerine, bir damganın vurulmasıyla seni teşhir ve ilan etmek lazımdır."
Kezalik, Cenab-ı Hak, münafıkları nifaktan zecr ve men için kötü hallerini şöylece nakletmekle yüzlerine vuruyor:
: Yani, hile ile Allah’ı kandırmak istiyorlar. Zira Resul-ü Ekrem (a.s.m.) Allah’ın elçisidir. Ona yapılan hile Allah’a racidir. Allah’a yapılan hile ise muhaldir. Muhali talep etmek hamakattir. Böyle hayvancasına hamakat, taaccübü muciptir.
: Yani, onlar ancak nefislerine hile yapıyorlar; zira fiillerinde nef’ değil, zarar vardır. Bu zarar da nefislerine racidir. Nefislerine zarar veren, ancak süfeha kısmıdır.
: Yani, nef’ ve zararı tefrik edecek bir hisse malik değillerdir. Bu ise cehaletin en edna ve en aşağı bir derekesine düştüklerine işarettir.
: Yani, nifak ve hasetten kalblerinde, ruhlarında öyle bir maraz vardır ki, o maraz, hakkı batıl, hakikati hurafe telakki etmeye sebeptir. Zaten fasit bir kalbden, bozuk bir ruhdan böyle rezaletlerin çıkması bedihidir.
: Yani, eğer onlar yaptıkları fenalıkla gayz ve hasetlerini izale için bir deva, bir ilaç talebinde iseler, o zannettikleri ilaç, kalblerini, ruhlarını bozan bir zehirdir. Zehirle kendi tedavisine çalışan, elbette zelildir. Evet, kırık ve yaralı bir elle intikamını almak isteyen, yarasının artmasına hizmet eden bir miskindir.
: Yani, eğer onlar bir zevk, bir lezzet talebinde iseler, şu nifaklarında pek çok maasi olduğu gibi, muvakkat bir lezzet bile yoktur. O nifak,
ancak dünyada şedit bir elemi, ahirette de en şedit bir azabı intaç edecek bir dalalettir.
: Yani, yaptıkları kizbden pişman olup, nedamet etmedikleri takdirde, beynennas yalancılıkla teşhir ve bir alametle tevsimleri lazımdır ki, başkalar onlara itimad edip marazlarına maruz kalmasınlar.
Mezkur cümlelerin eczaları arasında bulunan irtibat ve intizamın beyanına gelelim:
Münafıkların yaptıkları hileden takip edilen gayenin muhal olduğuna ve o muhaliyeti göz önüne getirip çirkin bir şekilde gösterilmesine tasrih edilmek üzere -1- cümlesinde münafıkların amelinden (müşareket babından) muzari sigasıyla hud’a ünvanıyla tabir edilmiştir.
Ve keza, makamın iktizası hilafına -2-’ye bedel ve -3- ’ye bedel -4- zikredilmiştir. Çünkü -5- nin maddesinden nefret çıkar. Sigasından devam ve istimrar çıkar. Babından müşareket çıkar. Müşareket ise müşakeleti, yani mukabele-i bilmisli icap eder. Müşakelet ise onların seyyielerine karşı seyyie ile mukabele edileceğini istilzam eder. Demek onların devam ile yaptıkları şu kötü fiil, nefisleri titreten bir nefreti intaç ettiği gibi, takip ettikleri garazın da akim kaldığına delalet eder. kelimesinin tasrihinden de garazlarının muhal olduğuna delalet vardır. Çünkü Resul-ü Ekreme (a.s.m.) yapılan hud’a Allah’a racidir. Allah ile pençeleşmek isteyen düşer.
-6- ’nin iphamını izale etmek için sıla olarak iman sıfatının ihtiyar edilmesi, onların iman cihetiyle kendilerini sevdirerek mü’minlerden addetmek istemiş olduklarına işarettir. Ve keza nur-u imanla akılları münevver olan mü’minlerin dirayetinden hilelerinin gizli kalmamasına bir imadır.
1 Hile ile Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışıyorlar.
4 İman edenleri.
-1-
Bu cümledeki hasr, kemal-i sefahetlerine işarettir. Zira mü’minlere zarar verdirmek için yaptıkları muamele makuse olup, onlar baltayı nefislerine vurmakla, sanki o hud’ayı bizzat nefislerine yapmakla sefahetlerini ilan etmişlerdir. -2- ’nin -3- ’ye tercihi, yine onların sefahetlerine işarettir. Çünkü ashab-ı ukul arasında kasten nefsine zarar veren vardır. Fakat amden kendisiyle hud’a eden yoktur, meğer ki insan suretinden çıkmış ola.
-4-
Bu ünvan, onların pek aziz ve sevgili olan nefislerini memnun etmek üzere bir hazz-ı nefsani kazanmak niyetiyle yaptıkları nifak, aksul-amel kabilinden bir zakkum-u esmar olduğuna işarettir.
Sual : Bu cümledeki hasırdan anlaşılır ki, onların hud’a ve nifakları İslamiyete ve alem-i İslama zarar vermemiştir. Halbuki alem-i İslamın unsurları, onların öldürücü zehir gibi intişar eden nifak şubelerinden gördüğü zararları, hiçbir şeyden görmemiştir.
Cevap : alem-i İslamda görünen zararlar ancak onların bozulmuş tabiatlarından, tefessüh etmiş fıtratlarından, taaffün etmiş vicdanlarından neş’et ve intişar etmiştir. Yoksa onların arzu ve ihtiyarlarıyla yaptıkları hud’a ve hilelerin neticesi değildir. Çünkü onların hileleri Cenab-ı Hakka, Peygamber-i Zişana (a.s.m.), cemaat-ı müslimine yapılan bir muameledir. Allah, o muameleye alimdir. Peygamber-i Zişanda (a.s.m.) vahiyle vakıftır. Cemaat-i müslimince de imani bir şiddet-i zeka sayesinde, o gibi hileler tesettür edip, gizli kalamaz. Demek onların alem-i İslama vurdukları balta, dönüp kendi başlarını parçalamıştır. Çünkü aldanan, cemaat-i müslimin değildir. Ancak aldanan, aldatandır.
Yani, onlar yaptıkları hilenin nefislerine raci olduğunu hissetmiyorlar. Bu fezleke onların cehaletini ilan ediyor. Çünkü ukaladan değildirler. Çünkü onların bu işi ukala işi değildir. Ve keza, hayvan sınıfına da benzemiyorlar. Çünkü hayvanlar zararlı olan şeyleri hissettikleri zaman çekinirler. Demek bunlar, hiss-i hayvaniden de mahrumdurlar. Öyleyse bunlar, ihtiyarları ve şuurları olmayan cemadat nev’ine dahildirler.
1 Onlar ancak kendi kendilerini aldatmaktadırlar.
2 Aldatmaktadırlar.
4 Kendilerini.
Sual : ’ deki makablinin mabadine sebep olduğunu ifade eder. Halbuki buradaki marazın vücudu, marazın ziyadesine sebep değildir.
Cevap : Vakta ki, onlar marazlarını teşhis edip tedavisi talebinde bulunmadılar; sanki, ihmallik yüzünden ziyadesini talep etmişlerdir. Cenab-ı Hak da mü’minlerin zaferiyle onların ümitlerini ye’se çevirmiştir ve Müslümanların galebesiyle onların husumetlerini haset ve kine kalb etmiştir. Sonra da onların maruz kaldıkları o yeis ve kinden doğan korku, zafiyet ve zillet emrazlarını onların kalblerine istila ettirmekle marazlarını ziyadeleştirdi.
Sual : Kur’an-ı Kerimin bu cümlede maraz kelimesini mef’ul değil, temyiz şeklinde kullanması neye işarettir?
Cevap : Münafıkların batıni ve kalbi olan marazları, sanki zahire çıkmış ve bütün amellerine ve fiillerine sirayet etmekle, onların vücutları tamamıyla maraz kesilmiş olduğunu ifade etmek için, kelimesi, temyiz olarak kullanılmıştır. Evet, kelimesi mef’ul olduğu takdirde bu manayı ifade etmez. Çünkü o vakit ziyadelik, yalnız maraza taalluk eder.
Altıncı cümleyi teşkil eden -1- ’in vech-i irtibatı ise: Menfaati ifade eden ’dan anlaşılır ki, münafıkların menfaati ya dünyada elim bir azaptır, veyahut ahirette şedit bir elemdir. Bunlar ise menfaat değildir. Öyleyse menfaatleri muhaldir.
Sual : Elim, "müteellim" manasınadır. Müteellim ise şahsın sıfatıdır. Binaenaleyh azabın, elim ile vasıflandırılmasında ne hikmet vardır?
Cevap : Azap onların vücutlarını öyle kaplar ve cesetlerini öyle ihata eder ve batınlarına öyle nüfuz eder ki, sanki onların vücutları bir azap külçesi kesilir. Onların cesetlerinden, azaptan maada birşey görünmez olur. Hatta o azap külçesinden fışkıran ah’lar, fizarlar, teellümler, sanki nefs-i azaptan neş’et ederler. Yani çağıran, bağıran, müteellim olan, ayn-ı azap olduğu sanılır.
Yedinci cümleyi teşkil eden -2- ’nin veçh-i irtibatı:
Münafıkların azaplarının, mezkur cinayetleri arasında yalnız kizb ile vasıflandırılması,
1 Onlar için acıklı bir azap vardır.
kizbin şiddet-i kubh ve çirkinliğine işarettir. Bu işaret dahi, kizbin ne kadar tesirli bir zehir olduğuna bir şahid-i sadıktır. Zira kizb, küfrün esasıdır. Kizb, nifakın birinci alametidir. Kizb, kudret-i İlahiyeye bir iftiradır. Kizb, hikmet-i Rabbaniyeye zıttır. Ahlak-ı aliyeyi tahrip eden, kizbdir. alem-i İslamı zehirlendiren, ancak kizbdir. alem-i beşerin ahvalini fesada veren, kizbdir. Nev-i beşeri kemalattan geri bırakan, kizbdir. Müseylime-i Kezzab ile emsalini alemde rezil ve rüsvay eden, kizbdir. İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, bütün cinayetler içinde tel’ine, tehdide tahsis edilen, kizbdir. Bu ayet, insanları, bilhassa Müslümanları dikkate davet eder.
Sual : Bir maslahata binaen kizbin caiz olduğu söylenilmektedir. Öyle midir?
Cevap : Evet, kat’i ve zaruri bir maslahat için mesağ-ı şer’i vardır. Fakat hakikate bakılırsa, maslahat dedikleri şey batıl bir özürdür. Zira usul-i şeriatta takarrur ettiği veçhile, mazbut ve miktarı muayyen olmayan birşey, hükümlere illet ve medar olamaz; çünkü, miktarı bir had altına alınmadığından suistimale uğrar. Maahaza, birşeyin zararı menfaatine galebe ederse, o şey mensuh ve gayr-ı muteber olur. Maslahat, o şeyi terk etmekte olur. Evet, alemde görünen bu kadar inkılaplar ve karışıklıklar, zararın, özür telakki edilen maslahata galebe etmesine bir şahittir. Fakat kinaye veya tariz suretiyle, yani gayr-ı sarih bir kelimeyle söylenilen yalan, kizbden sayılmaz.
Hülasa, yol ikidir: Ya sükut etmektir; çünkü söylenilen her sözün doğru olması lazımdır. Veya sıdktır; çünkü İslamiyetin esası, sıdktır. İmanın hassası, sıdktır. Bütün kemalata isal edici, sıdktır. Ahlak-ı aliyenin hayatı, sıdktır. Terakkiyatın mihveri sıdktır. alem-i İslamın nizamı, sıdktır. Nev-i beşeri kabe-i kemalata isal eden sıdktır. Ashab-ı Kiramı bütün insanlara tefevvuk ettiren, sıdktır. Muhammed-i Haşimi Aleyhissalatü Vesselamı meratib-i beşeriyenin en yükseğine çıkaran, sıdktır.
• • •
-1-
Bu ayetin evvelki ayetle veçh-i irtibatı: Vakta ki, münafıkların nifakından neş’et eden cinayetlerinin birincisini teşkil eden, nefislerine zulmetmekle hukukullaha tecavüzleri olan cinayet zikredildikten sonra mezkur cinayetlerinin ikincisini teşkil eden hukuk-u ibada tecavüz etmekle aralarına fesat ilka etmek cinayetleri dahi mevki-i münasipte zikredilmiştir.
Sonra -2- cümlesi münafıkların kıssasına ve hikayesine dahil olduğu cihetle -3- ’deki -4- ’ye bağlıdır, mana ve mealce -5- ’ye nazırdır. Haddizatında dahi -6- ’ye merbuttur. Üslubun tağyiri ise, yani kaziye-i hamliye yerine kaziye-i şartiyenin iradı, ile arasında birkaç cümlenin mukadder olduğuna bir emaredir. Takdir-i kelam şöyle olsa gerektir: "Yalan söyledikleri zaman fitneyi ika ediyorlar. Fitneyi ika ettikleri zaman ifsat ediyorlar. Nasihat edildikleri vakit kabul etmiyorlar. Fesat yapmayın denildiği zaman, ’Biz ancak ıslaha çalışıyoruz’ diyorlar."
Bu ayetin ihtiva ettiği mezkur ve gayr-ı mezkur cümleler arasındaki veçh-i irtibat bir misalle izah edilecektir. Şöyle ki:
Bir insan tehlikeli bir yola süluk ettiği zaman, en evvel "Senin bu yolun seni felakete götürüyor, bu yoldan vazgeç" diye nasihat edilir. O insan vazgeçmediği takdirde şiddetle zecir ve nehyedilir ve aynı zamanda "Umum halkın nefret ve kahrına uğrarsın" diye tehdit edildiği gibi, "Ebna-yı cinsine zulmetmiş olursun" diye şefkat-i cinsiyeye de davet edilir. Eğer o insan, sarhoşlar gibi inatçı ve kafasız
1 "Onlara ’Yeryüzünde fesat çıkarmayın’ dendiği zaman, ’Biz ancak ıslah ediciyiz’ derler.
2 Denildiği zaman.
3 İnsanlardan şöyle diyenler vardır.
4 Derler.
5 Aldatmaya çalışırlar.
6 Yalan söylarlar
ise, kendisine yapılan nasihat ve zecir ve nehiyleri müdafaa etmekle mukabele eder ve "Benim mesleğim haktır; ne senin hakk-ı itirazın var ve ne de benim senin nasihatlerine ihtiyacım var" diye serkeşliğe başlar. Eğer o insan iki yüzlü ise, bir cihetten nasihat edenleri kandırır ve ilzama çalışır. Diğer cihetten de "Ben ıslah edici bir insanım" diye mesleğini hak göstermeye devam eder. Ve aynı zamanda "Islah benim hakiki bir sıfatım olup, bilahare hasıl olmuş bir sıfat değildir" diye davasını tekit ve te’yid eder. Bundan sonra eğer o insan mesleğinde ısrarla nasihatları kabul etmezse anlaşılır ki, onun ıslahına hiçbir çare ve hiçbir deva yoktur. Yalnız onun fesadı halka sirayet etmemek için, mesleğinin muzır ve fena olduğunu ilan etmek lazımdır ki, herkes ondan tahaffuz etsin. Zira o insan aklını çalıştırmıyor, şuurunu istihdam etmiyor ki, böyle zahir olan birşeyi hissedebilsin.
İşte bu misaldeki cümlelerin arasındaki münasebetlere dikkat edilirse, mezkur ayetin cümleleri arasında bulunan münasebet halkaları güzelce görünecektir. Evet, aralarında öyle fıtri bir nizam vardır ki, icaz ve ihtirasından, i’cazın yüksek sesleri işitilir.
Mezkur ayetin herbir cümlesinin heyetindeki veçh-i intizam:
Evet, kat’iyeti ifade eden -1- ’deki -2- kötü ve fena şeyleri men ve nehyetmek lazım ve vacip olduğuna işarettir. Failin terkiyle, siga-yı meçhul ile zikredilen -3- kötü birşeyi nehyetmek farz-ı kifaye olduğuna işarettir. Menfaat ve lutfu ifade eden -4- ’deki yapılacak nehiylerin, tahkir ve tahakküm suretiyle değil, ancak nasihat tarzıyla lazım olduğuna işarettir. -5- şöyle bir kıyas-ı istisnaiye işarettir ki: "Böyle yapmayın, aksi takdirde karışıklıklar meydana gelir. İnsanlar arasında itaat rabıtası kesilir. Adalet, ihtilale inkılap eder. İttifak ve ittihadın ipleri kopar. Fesat doğmaya başlar. Öyleyse, böyle yapmayın ki fesat olmasın." -6- nehyi tekit, zecri idame ettiriyor. Çünkü nasihat muvakkat olduğu için inzicarın devamı lazımdır. Bu da vicdanın heyecana getirilmesiyle olur. Bu dahi ya şefkat-i cinsiyenin uyandırılmasıyla veya nefret-i umumiyeye maruz kalmak korkusuyla olur. Evet
1 Onlara dendiği zaman.
3 Denildi.
4 Onlara.
5 Fesad çıkarmayın.
6 Yerde.
kelimesi her iki ciheti de temin eder. Zira kelimesi, lisan-ı haliyle, "Sizin bu fesadınız nev-i beşere sirayet eder. Nev-i beşerin, bilhassa fakirlerin ve masumların sizlere kötülüğü nedir ki, onlara karşı böyle fenalıkta bulunuyorsunuz? Pefkat-i cinsiyeniz yok mudur? Niçin merhamet etmiyorsunuz? Evet, teslim ettik ki, sizin şefkat-i cinsiyeniz yoktur. Hiç olmazsa nefret-i umumiyeden korkunuz" diye onları ikaz ediyor.
Sual : Onların maksatları umum insanlar değildir. Niçin onların fesadı bütün insanlara sirayet etsin?
Cevap : Evet, siyah bir gözlüğü takan adam herşeyi siyah ve çirkin görür. Kezalik, basiret gözü de nifakla perdelenirse ve kalb küfürle peçelenirse, bütün eşya çirkin ve kötü görünür. Ve bütün insanlara, belki kainata karşı bir buğz ve bir adavete sebep olur. Hem de küçük bir dişlinin kırılmasıyla büyük bir makine müteessir olduğu gibi, bir şahsın nifakıyla heyet-i beşeriyenin intizamı müteessir olur. Zira adalet, intizam, İslamiyet ve itaatle olur. Maalesef onların serptikleri zehirler tabakadan tabakaya intikal ede ede bu zillet ve sefaleti ismar etmiştir.
Yani, "Halkı ifsat etmeyin denildiği zaman ’Bizler ancak ıslah edici insanlarız’ iddiasında bulundular." -1- ’da iki hasiyet var.
Birincisi: Dahil olduğu hükmün hakikaten veya iddiaen malum olması lazımdır. Bu hasiyetten, nasihat edenleri tezyif etmeye ve cehaletlerine olan sebatlarını izhar etmeye bir remiz vardır. Yani, "Bizim ıslah edici olduğumuz malumdur; binaenaleyh mesleğimizde sebat ederiz, nasihatlere kulak vermeyiz."
İkinci hasiyet, hasırdır. Bu hasırdan dahi, onların salahlarına hiçbir fesadın karışmamış olduğuna bir remiz vardır ki, bu remizden onların salahlarına fesat karışıyor diye mü’minlere bir tariz vardır.
Sebat ve devamı ifade eden ism-i fail sigasıyla -2- ’nin -3- ’ye tercihen zikredilmesi, salahlarının sabit ve daimi bir sıfat olduğundan şimdiki halleri de ayn-ı salah olduğuna işarettir. Sonra onlar, bu kelamlarında da münafıklık ediyorlar. Zira, batınen fesatlarını salah addettikleri gibi, zahiren "Bu amelimiz mü’minlerin salah ve menfaatleri içindir" diye mürailik yapıyorlar.
1 İslah ediyoruz.
2 Islah ediciler.
3 Islah ediyoruz.
-1-
Bu ayetin makabliyle vech-i irtibatı:
Evvelki ayette münafıklardan hikaye edilen bazı manalar ve iddialar vardır. Mesela münafıklar mesleklerini terviç ve teşvik etmişlerdir. Salahı kendilerine ispat ve salahın daimi bir sıfatları olduğunu iddia etmişlerdir. Ve amellerinin salaha münhasır olduğu ve salahlarına hiçbir fesadın karışmamış olduğu ve bu hükmün malum hükümlerden bulunduğu iddiasında bulunmuşlardır. Ve mü’minlere tarizde bulunarak mü’minlerden kendilerine nasihat edenleri teçhil etmişlerdir. Kur’an-ı Kerim dahi münafıkların şu mezkur iddialarını cerh ve akslerini ispat etmek üzere şu cümlede bazı hükümler serdetmiştir. Ezcümle, fesat, münafıklara isnat ve ispat edilmiştir. Ve onların, müfsitlerin hakikatiyle ittihat ettiklerine işaret edilmiştir. Ve fesadın münafıklara münhasır olduğuna ve bu hükmün sabit bir hakikat bulunduğuna işaretler yapılmıştır. Ve onların muzır olmalarıyla halk ikaz edilmiştir. Ve onların hisleri nefyedilmekle teçhil edilmişlerdir.
Evet, fena birşeye düşmemek için kullanılmakta olan ikaz aleti denilen -2- ’ile onların davaları halkın nazarında tezyif ve iptal edilmiştir. Tahkiki ifade eden -3- ile, davalarında iddia ettikleri hakkaniyet ve malumiyet reddedilmiştir. Hasrı ifade eden -4- onların -5- ve -6- ile mü’minlere karşı yaptıkları tarizi cerh edici bir mukabeledir. Cins ve hakikati ifade eden -7- deki harf-i tariften anlaşılır ki, onlar müfsitlerin hakikatıyla ittihat etmişlerdir. Şuurdan mahrum olduklarını ifade eden -8- cümlesi, onların zu’umlarınca davalarının malumiyeti dolayısıyla nasihate ihtiyaçları olmadığına ve nasihat edenleri tezyif ettiklerine karşı bir müdafaadır.
• • •
1 Dikkat edin, asıl bozguncular onlardır; fakat farkında değildirler.(Bakara Suresi, 2:11-12.)
2 Dikkat edin.
3 Muhakkak
4 Onlar.
5 Ancak.
6 Biz.
7 İfsad ediciler.
8 Fakat farkında değiller.
-1-
Yani, "Halkın imana geldikleri gibi siz de imana geliniz, diye imana davet edildikleri zaman, ’Süfeha takımının imana geldiği gibi biz de mi imana geleceğiz?’ diye cevapta bulunurlar. Fakat süfeha takımı ancak ve ancak onlardır; lakin bilmiyorlar."
Bu ayeti makabliyle rapt ve nazm eden cihetlere gelince: Bu iki ayet münafıkların cinayetlerini hikaye ettiği gibi, onlara hem nasihat, hem irşad vazifesini de görüyor. Binaenaleyh, bu iki ayetin arasındaki atıf, ya onların mü’minlere isnat ettikleri sefahet cinayetini kendilerinin arzda yaptıkları ifsat cinayetine atıftır, veyahut emr-i bilmarufu tazammun eden ikinci ayet, nehy-i anilmünkeri ifade eden birinci ayete atıftır. Demek bu iki ayet arasındaki cihetü’l-vahdet, ya cinayettir veyahut irşaddır.
Bu ayetteki cümlelerin arasındaki cihet-i irtibat ise; vaktaki -2- cümlesiyle farz-ı kifaye olan nasihat vazifesi ifa edilmek üzere kamil insanlardan ibaret olan cumhur-u nasa ittibaen, halis bir imana davet edildikleri zaman, onların enaniyet-i cahiliyeleri heyecana gelerek -3- deyip gurur ve inatlarında ısrar ettiler ve "Davamız haktır ve bizler hak üzereyiz" diye batıl ve inatçıların adeti gibi batıl davalarını hak ve cehaletlerini ilim iddia ettiler. Çünkü onların nifakla kalpleri fesada uğramıştır. Püphesiz fasit olan bir kalb, gururlu olur ve ifsadata meyleder. Binaenaleyh, onlar kalblerinin fasid olmasından temerrüt ve inat ediyorlar. Ve hedef ittihaz ettikleri ifsat iktizasıyla yekdiğerlerine halkı idlal etmeyi tavsiye ediyorlar. Ve gururlarının hükmüyle, diyanet ve imanı sefahet ve sefalet telakki ediyorlar. Ve nifaklarının icabıyla, bu sözlerinde de münafıklık yapıyorlar. Zira bu sözlerinin zahirinden "Biz divaneler değiliz, nasıl sefihler gibi olacağız?" diye bir mana çıkar. Batınından ise "Nasıl ekserisi fukara ve nazarımızda sefih olan mü’minler gibi olacağız?" diye diğer bir mana çıkıyor.
1 (Bakara Suresi: 13.)
3 "Süfeha takımının imana geldiği gibi biz de mi imana geleceğiz?" diye cevapta bulunurlar.
Sonra, Kur’an-ı Kerim, onların mü’minlere attıkları sefahet taşını -1- cümlesiyle onlara iade etmekle kendilerine yutturmuştur. Çünkü inat ve cehaletleri bu dereceye vasıl olanın hak ve müstehakı, beynennas teşhir edilmekle sefahetin kendisine münhasır olduğunu ilan etmektir. Sonra -2- cümlesiyle onların cehl-i mürekkeple cahil olduklarına işaret etmiştir ki, bu gibi cahillere nasihat tesir etmediğinden, onlardan tamamıyla iraz etmek lazımdır. Çünkü, nasihati dinleyen ancak cehlini bilenlerdir. Bunlar cehillerini de bilmezler.
Bu ayetin ihtiva ettiği cümlelerin eczası arasında bulunan irtibata gelelim:
-3- cümlesindeki -4- kat’iyeti ifade ettiğinden emr-i maruf ile halkı irşad etmek lüzumuna işarettir. Siga-yı meçhul ile zikredilen -5- nasihatın, ala sebili’l-kifaye vacip olduğuna işarettir. Ve -6- gibi, ihlas lafzını ihtiva eden bir cümleye bedel -7- lafzının zikredilmesi, ihlası olmayan imanın, imandan addedilmemesine işarettir. Ve -8- lafzıyla güzel bir misal, bir nümune, bir örnek gösterilmiştir ki, onlara ittiba ederek ihlaslı bir imana gelsinler. -9- lafzında iki nükte vardır ve o iki nükte, vicdanları emr-i marufa icbar eden amillerdendir.
Birincisi: ünvanı, herkesi cumhur-u nasa tabi olmaya davet eder. Çünkü cumhura muhalefet öyle bir hatadır ki, o hatayı irtikap etmek, kalbin, vicdanın şanından değildir.
1 Dikkat edin, gerçek sefihler, ancak onlardır.
2 Lakin bilmiyorlar.
3 Kendilerine "Halkın imana geldiği gibi siz de imana gelin" denildiği zaman.
4 Zaman.
5 Denildi.
6 İmanınzda samimi olun.
7 İman edin.
8 İnsanların iman ettiği gibi.
9 İnsanlar.
İkincisi: tabirinden anlaşılıyor ki, imanı olmayanın nastan addedilmemesi lazımdır. Ancak tabiri mü’minlere mahsustur. Bu da, ya imanın hasiyetiyle insaniyetin hakikati mü’minlere mahsustur; veya imansız olanlar, insaniyetin mertebesinden sukut etmişlerdir.
Yani, "Bizler nasihatleri kabul etmiyoruz. Pu miskinlerin cemaatine nasıl gireceğiz? Bizim gibi ashab-ı cah ve mertebe, onlara kıyas edilemez." -1- nefislerini tezkiye, mesleklerini terviç, nasihatten istiğna, mağrurane dava şeklinde müdafaa etmelerine işarettir. İnkari bir istifhamı ifade eden -2- kelimesi, onların cehalette gösterdikleri temerrüt ve inada işarettir. Sanki onlar istifham ile nasihat edene soruyorlar ki: "Mesleğimizi terk etmemize senin vicdanın razı olup insafın kabul eder mi?"
Sual : Onlar o sözlerinde kimleri muhatap etmişlerdir?
Cevap : Evvela nefislerine, saniyen ebna-yı cinslerine, salisen nasihat edenlere tevcih-i hitap etmişlerdir. Evet, birisine nasihat yapan adam evvela nefsine müracaat eder, sonra arkadaşlarıyla konuşur. Sonra nasihat ettiğine döner, yaptığı müracaatların neticesini ona söyler. Buna binaen, vakta ki münafıklar imana davet edildiler; onlar fesada uğramış kalblerine, tefessüh etmiş vicdanlarına müracaatta bulundular. İnkar cevabını aldıkları için, kalblerindeki şeyi dışarıya verdiler. Sonra ifsat arkadaşlarına müracaat ettiler. Yine inkar cevabını alarak, gizli gizli konuşmalara başladılar. Sonra, itizar şeklinde nasihat edene dönerek şöyle bir safsatada bulunurlar: "Yahu, aramızda çok fark vardır. Biz onlara kıyas edilemeyiz. Çünkü biz zenginiz, onlar fakirdirler. Onlar mecburiyet saikasıyla imana gelmişlerdir. Onların diyaneti ıztıraridir. Biz ise ashab-ı izzet ve servet insanlarız." Hülasa, onlar gururlarının hükmüyle mürşidi insafa davet ettiler. Hud’a ve hilelerle ikiyüzlü bir konuşmada bulundular. Şöyle ki: "Ey mürşid! Bizleri süfeha zannetme. Bizler süfeha gibi olamayız. Ancak halis mü’minlerin yaptıkları gibi yapıyoruz" diye mürşidi kandırmak istediler. Halbuki, kalblerinde, "Bu fakir ve kıymetten sukut eden mü’minler gibi değiliz" gibi başka bir manayı izhar etmişlerdir.
Hülasa lafzında onların fesadlarına, ifsadlarına, gururlarına ve nifaklarına gizli birer remiz vardır.
1 Dediler.
2 İman mı ederiz?
: Yani, "Kamil zannettiğiniz mü’minler, nazarımızda zelil ve fakir bir cemaattır. Onların herbirisi bir kavmin sefihidirler." O kamil mü’minlerin tecviz ettiği kıyasta birkaç işaret vardır:
Birincisi: Mecmaü’l-mesakin, melceü’l-fukara, hakkı himaye, hakikatı muhafaza, gururu men, tekebbürü def eden, yegane İslamiyettir. Evet, kemal ve şerefin mikyası İslamiyettir.
İkincisi: Nifakı intaç eden, garaz, gurur, tekebbürdür.
Üçüncüsü: İslamiyet, ehl-i dünya ve ashab-ı meratip ellerinde tahakküm ve tagallübe vesile olamaz. Ancak sair dinlerin hilafına olarak, ehl-i fakr ve hacet elinde ihkak-ı hak için kırılmaz elmas bir kılıçtır. Bu hakikate tarih güzel bir şahittir.
-1-
Bilinmesi lazımdır ki, Kur’an-ı Kerimin, nifakın aleyhine kesretle yaptığı şiddetli tehditler ve takbihlerin sebebi, ancak ve ancak alem-i İslamın nifak şubelerinden gördüğü darbelerdir.
-2- , ikaz aleti olup, sefahetlerini teşhir ve efkar-ı ammeyi sefahetlerine istişhad etmek için zikredilmiştir. Hakikati göstermek için bir ayna ve hakikate delalet için bir delil vazifesini gören -3- lisan-ı haliyle, "Hakikate bakınız, onların zahiri safsatalarının aslı yoktur, aldanmayınız" diyor. Hasrı ifade eden -4- kelimesi, nefislerine iddia ettikleri tezkiyeyi red ve mü’minlere isnat ettikleri sefaheti def eder. Yani, bir lezzet-i faniye için ahiretini terk eden sefihtir. Baki bir mülkü hevesat-ı faniyesinin terkiyle satın alan sefih değildir.
’deki elif ve lam ( ), hükmün malumiyetine ve kemaline işarettir. Yani, onların sefaheti malumdur. Ve sefahetin son sistemi onlardadır.
-5- cümlesinde üç işaret vardır:
1 Dikkat edin, gerçek befihler, ancak onlardır.
2 Dikkat edin.
3 Muhakkak.
5 Lakin bilmezler.
Birincisi: Hakkı batıldan, iman mesleğini nifak mesleğinden temyiz etmek, ancak ilim ve nazar ile olur. Fakat yaptıkları fitne ve fesatları zahir olduğu için, edna bir şuuru olan farkında olur. Buna binaen, Kur’an-ı Kerim birinci ayeti -1- ile zeyillendirmiştir.
İkincisi: -2- gibi, ayetlerin sonunda zikredilen -3- gibi cümlelerle, İslamiyetin akıl, hikmet ve mantık üzerine müesses olduğuna işaret etmiştir ki, İslamiyeti herbir akl-ı selimin kabul etmesi, İslamiyetin şanındandır.
Üçüncüsü: Onlardan iraz etmek ve onlara itimat etmemek lazımdır. Çünkü cehillerini bilmediklerinden, nasihatin onlara tesiri olmuyor.
• • •
1 Fakat, farkında değiller.
2 Bilmezler.
3 Hiç düşünmüyorlar mı? (Yasin Suresi: 68.) Düşünmezler mi? (Nisa Suresi: 82.) Düşünmez misiniz? (En’am Suresi: 80.)
İstihza ve istihfaf gibi münafıkların dördüncü cinayetlerini beyan eden şu ayetin fesat, ifsat, tesfih gibi sebkat eden cinayetlerine atfını iktiza eden ayn-ı münasebetle bu ayetin mealiyle makablinin meali arasında irtibat ve intizam hasıl olmuştur.
Bu ayetin cümleleri arasındaki vech-i irtibata gelince:
İnsanın musibet ve elemlere karşı nokta-i istinadı ve ihtiyaç ve emellerini tesviye için nokta-i istimdadı olan imanın üç hassası vardır.
Birincisi: Nokta-i istinadından neş’et eden izzet-i nefistir. İzzet-i nefsi olan, başkalarına kendisini zelil göstermeye tenezzül etmez.
İkincisi: Şefkattir. Pefkati olan, kimseyi tahkir ve tezlil etmez.
Üçüncüsü: Hakikatlere ihtiram etmek ve yüksek şeylerin kıymetini bilmekle istihfaf etmemektir.
Kezalik, imanın zıddı olan nifakın da üç hassası vardır.
Birincisi: Zillettir.
İkincisi: İfsadata meyletmektir.
Üçüncüsü: Başkalarını tahkir etmekle gururlanıp zevk almaktır.
Binaenaleyh, iman, izzet-i nefsi intaç ettiği gibi, nifak da onun aksine zilleti intaç eder. Zilleti olan, herkese karşı kendisini zelil gösterir. Bu ise riyadır. Riya ise müdahenedir. Müdahene dahi kizbdir. Kur’an-ı Kerim, şu silsileli kizbe ile işaret etmiştir. Yani, "Mü’minlere rast geldikleri zaman, biz de imana geldik’ diyorlar."
İman edenlere rastladıklarında ’İnandık’ derler. Şeytanlaşmış reisleri ve arkadaşlarıyla baş başa kalınca da, ’Aslında biz sizinle beraberiz; onlarla sadece alay ediyoruz’ derler. Alaylarına karşılık Allah onları maskaraya çevirir. Ve onlara mühlet verip azgınlıkları içinde bırakır da, şaşkın şaşkın bocalayıp dururlar. (Bakara Suresi, 2:14-15.)
Sonra nifak, imanın hilafına, kalbleri ifsad eder. Kalbin fesadı ise, yetimliği intaç eder. Yani, bozuk olan bir kalb kendisini sahipsiz, maliksiz, yetim bilir. Bu haletten korku neş’et eder. O korku onu kaçıp gizlenmeye icbar eder. Kur’an şu hallerine ile işaret etmiştir. Yani, "Kaçıp halvetlere gittikleri zaman."
Sonra nifak, imanın aksine, akraba ve saireler arasında sıla-i rahmi kat eder, keser. Bu ise şefkati izale eder. Pefkatin zevali ise ifsadata sebep olur. İfsaddan fitne çıkar. Fitneden hıyanet doğar. Hıyanet dahi zafiyeti muciptir. Zafiyet de himaye edecek bir zahire, bir arkaya iltica etmeye icbar eder. Kur’an-ı Kerim buna ile işaret etmiştir. Yani, "Şeytanlarına kaçıp, şeytanlarının himayelerine giriyorlar."
Sonra, imanın hilafına, nifakta tereddüt vardır. Yani münafık olan kimse, kat’i bir hüküm sahibi değildir. Bu ise sebatsızlığı intaç eder. Bu da mesleksizliği. Bu dahi emniyetsizliği tevlid eder. Bu ise-kanunen maznunların hergün ispat-ı vücut etmeleri lüzumu gibi-daima şeytanlarına gidip küfürlerini, ahidlerini tazelemelerini icap ettirir. Kur’an-ı Kerim bu silsileye ile işaret etmiştir. Yani, "Bizler sizinle beraberiz" diye ahidlerini tecdid ediyorlar.
Sonra mü’minlere gidip geldiklerinden hasıl olan şüpheyi izale etmek için, and dilemeye mecbur oldular. Ve imanın hilafına, hakikatlere adem-i hürmet ve istihfafta bulunarak kıymetli şeylere ihanet ettiler ki, kendilerine atfedilen ithamları defetsinler. İşte, Kur’an-ı Kerim buna ile işaret etmiştir. Yani, "Bizim mü’minlerle olan ihtilatımız, onlarla istihza içindir. Aramızda samimiyet yoktur. Ancak yüzlerine gülüyoruz."
Sonra, münafıkların şu gidiş ve söyleyişlerini dinleyen samiin mü’minlerin de mukabelede bulunmalarını intizar etmekte bulunduğu, siyak-ı kelamdan anlaşıldı. Bunun için Kur’an-ı Kerim de mü’minlere bedel diye mukabelede bulunmuştur. Yani, "Cenab-ı Hak, onların istihzaları üzerine eşedd-i ceza ile dünya ve ahirette tecziye eder ve edecektir." Cenab-ı Hakkın şu mukabelesi, mü’minlerin şerefine ve münafıkların yaptıkları istihzanın, Cenab-ı Hakkın tecziyesine karşı adem hükmünde kaldığına ve onların hamakatlerine işarettir.
Sonra Kur’an-ı Kerim cümlesiyle cezalarını istihza suretiyle tasvir etmiştir. Yani, "Onlar dalalet ve tuğyanı intaç eden esbaba su-i ihtiyarlarıyla ve arzularıyla tevessül ettikleri için, sanki lisan-ı halleriyle dalaletin talebinde bulunmuşlardır; Cenab-ı Hak da onların talepleri üzerine, istediklerine yardım etmiştir."
Bu ayetin tazammun ettiği cümlelerin heyetleri arasında intizam ciheti ise:
Dahil olduğu hükmün kat’iyetini ifade eden -1- ’deki -2- onların mü’minlere olan mülakatlarını amden ve kasten cezmettiklerine işarettir. Alel-ekser yollarda rast gelmek manasını ifade eden -3- onların, yollarda halk içinde mü’minlere mülakatlarını taammüd ettiklerine işarettir. -4- kelimesine tercihan -5- kelimesinin zikri, onların mü’minlerle cihet-i irtibatları, yalnız iman sıfatı hasebiyle olduğuna ve bütün sıfatlar içinde de en mümtaz ve medar-ı nazar yalnız iman sıfatı olduğuna imadır.
-6- : Bu ünvan, onların sözleriyle kalbleri bir olmadığına ve söyledikleri sözler mahza riya ve müdahene perdesi altında kendilerine yapılan ithamları def etmek ve mü’minlerden celb-i menafi ile sırlarına vakıf olmak azminde bulunduklarına işarettir.
-7- : Makamın iktizasıyla bu kelimenin tekitlerle müekked olarak zikredilmesi lazım iken, tekitsiz zikri, kalblerinde tahrik edici bir şevkin ve bir aşkın bulunmamasıyla, sözlerini şiddetsiz ve tekitsiz, serseriyane söylemiş olduklarına işarettir. Ve keza onların tekitleri adem hükmünde olup, mü’minleri inandıramadıklarına işarettir.
Ve keza kelimesi ile nifaklarına örttükleri perde pek zayıf olduğundan tekit ve teşdit edildiği takdirde yırtılması ihtimali olduğuna işarettir. Çünkü tekit ve teşdit şüpheyi dağıtır. Püphe ise tahkikate baistir. Tahkikat yapıldığı
1 İman edenlere rasladıkları zaman.
2 Zaman.
3 Rastladılar.
4 Müminler.
5 İman eden kimseler.
7 İman ettik.
takdirde foyaları meydana çıkar. ’nın cümle-yi fiiliye ile zikri ise imanlarının sabit ve devamlı olduğuna mü’minlere inandırmak imkanını bulamadıklarına ve yalnız menfaatleri celb ve esrara muttali olmak maksadıyla mü’minlere müdahene ve tasannu yapmakla ihdas-ı iman ettiklerine işarettir.
-1-
Evvelki ayetle bu ayetin birbirine olan atıfları, onların mesleksiz ve sebatsız olduklarına işarettir. -2- nın ifade ettiği cezmiyet, itiyad ettikleri fesat ve ifsat iktizasıyla şeytanlarına gitmelerini zaruri bir vazife bildiklerine işarettir. -3- tabiri, cinayetlerinden korktuklarından tesettür ve gizlenmek istediklerine işarettir. kelimesinin kelimesiyle daha uygun olan -4- kelimesine tercihan zikredilmesi, iki şey içindir: Birisi, acz ve zaafları yüzünden iltica etmeye mecbur olmalarıdır. İkincisi, fitne ve ifsat iktizasıyla mü’minlerin sırlarını kafirlere isal etmektir. Bu iki manayı ifade edemez.
-5-
Bu ünvan, reislerinin şeytanlar gibi gizlenip vesveseleri ilka ettiklerine ve şeytanlar kadar muzır olduklarına ve şeytanlar gibi şerden maada birşey tasavvur etmediklerine işarettir.
Yani, "Sizinle beraberiz." Bu cümle ile nefislerinin tezkiyesine, ahidlerinin tecdidine, mesleklerinde sabit kaldıklarına işaret etmişlerdir. Yalnız bu cümlenin muhataplarında münafıkların münkirleri bulunmadığı halde cümle tekitleştirilmiştir -6- cümlesinin muhatapları hep münkir oldukları halde, cümle tekitsiz bırakılmıştır. Bunun sebebi,
1 Şeytanlaşmış reisleri ve arkadaşlarıyla başbaşa kalınca da, "Aslında biz sizinle bereberiz" derler.
2 Zaman.
3 Başbaşa kaldılar.
4 Beraber.
5 Şeytanları.
6 İman edenlere rast geldikleri zaman, "İman ettik" derler.
birinci cümleyi şevksiz, aşksız, ikinci cümleyi ise aşk ve şevkle söylediklerine işarettir. Peytanlarına söyledikleri cümleyi, cümle-i ismiye şeklinde, mü’minlere karşı söylediklerini cümle-yi fiiliye suretinde zikretmeleri, maksatlarının burada ahidlerine sabit ve devamlı kaldıklarını ispat ettiklerine, orada ise yalnız imana geldiklerini ihdas ettiklerine işarettir.
Yani, "Bizler mü’minlere karşı, ancak istihza edici insanlarız." Bu cümlenin evvelki cümleye atfedilmediğinin esbabı: İki kelime veya iki cümle arasında ya kemal-i ittisal ve ittihad vardır veya kemal-i inkıta ve infisal vardır. Bu iki surette, birbirine atıfları caiz değildir. Ancak aralarında orta derecede bir inkıta ve bir ittisal olan yerlerde atıfları caizdir. Bu cümle ise -1- cümlesine bir cihetten tekittir, bir cihetten de bedeldir. Bu iki surette, her iki cümlenin arasında kemal-i ittisal vardır. Diğer bir cihetten dahi mukadder bir suale cevaptır. Bu surette de aralarında kemal-i inkıta vardır. Çünkü alelekser sual inşa, cevap ihbar olur. İşte bunun için aralarında atıf yapılmamıştır.
Sual: Bu cümlenin cümlesine tekit veya bedel olduğunun tevcihi?
Elcevap: cümlesi gerek hak vehakikate ve gerek ehl-i hak ve ehl-i hidayete ihanete dairdir. Çünkü bundan dalalet ve ehl-i dalalete tazim çıkıyor. Bu ise cümlesinin mealidir. Demek her iki cümlenin mealleri birdir veya birbirini tekit eder.
Mukadder bir suale cevap olduğunun tevcihi ise, sanki onların şeytanları tarafından şöyle bir sual varit olmuştur ki, "Yahu, eğer siz bizimle beraber ve bizim mesleğimizde olmuş olsaydınız, mü’minlere muvafakat etmezdiniz. Ya siz onların mezheplerine geçtiniz veyahut sizin için muayyen bir mezhep yoktur?"
Bu suale karşı diye, Müslümanlardan olmadıklarını sarahaten söyledikleri gibi, hasrı ifade eden -2- ile, muayyen bir mezhebi olmayanlardan olmadıklarına işaret etmişlerdir. Ve keza, devamı ifade eden ism-i fail sigasıyla -3- demeleri, mü’minlere karşı yaptıkları istihzanın daimi bir sıfatları olup, bilahare arız olmuş sıfatları olmadığına işarettir.
1 Muhakkak sizinle beraberiz.
2 Ancak.
3 Alay ediciler.
Yani, "Allah onları istihza ediyor." Bu cümlenin evvelki cümlelere atfedilmeyerek atıfsız zikredilmesinin esbabı: Eğer atfedilmiş olsaydı, ya cümlesine atfolurdu; bu ise bu cümlenin de cümlesine tekit olmasını icap eder. Veya cümlesine atfolurdu; bu dahi bu cümlenin onların sözlerinden biri olduğunu iktiza eder. Veya ’ya atfolacaktı; o vakit Allah’ın onlara olan istihzası halvet zamanıyla mukayyet olacaktı. Halbuki Allah’ın istihzası daimidir. Veyahut cümlesine atıf yapılacaktı; bu ise her iki taraftan, yani matuf ve matufun-aleyhten maksadın, bir olduğunu istilzam eder. Halbuki birinci cümle amellerini beyan eder; ikinci cümle cezaları hakkındadır. Demek mahzursuz, münasip bir matufun-aleyh bulunmadığından müste’nife olarak, yani makabliyle bağlı kalmayarak mukadder bir suale cevap kılınmıştır. Evet, münafıkların fenalığı ve kötülüğü öyle bir dereceye baliğ olmuştur ki, hallerine vakıf olan her ruh, "Acaba böyle fena olanların cezası nedir ve cezaları verilmeyecek mi?" diye sormaya mecbur olur. İşte, Kur’an-ı Kerim cümlesiyle şu mukadder suale cevap vermiştir. Demek bu cümlenin istinafı, atfından daha mühimdir.
Sonra, makamın muktezasıyla onların istihzalarına karşı mü’minlerin mukabelede bulunmaları icap ederken Cenab-ı Hakkın mukabelede bulunması, mü’minlerin teşvikine ve terahhumlarına işaret olduğu gibi, münafıkları da istihza etmekten zecir ve men etmek içindir. Zira, istinatları Allamü’l-Guyuba olanlar, istihza edilemezler.
Sonra, Cenab-ı Hakkın tenkil ve tazibini istihza ile tabir etmek şe’n-i uluhiyete yakışmadığından, istihzanın lazımı olan tahkir irade edilmiştir.
Sual: Münafıkların istihzası, devamı ifade eden ism-i fail sigasıyla olduğu halde Cenab-ı Hakkın mukabil istihzası, teceddüdü ifade eden fiil-i muzari sigasıyla yapıldığında hikmet nedir?
Elcevap: Tazip ve tahkirler tebeddül ve teceddüt ettikçe tesirleri çoğalır. Zira bir tarzda devam eden bir elemin tesiri gittikçe azalır; tazelendikçe tesiri çok olur. Bu manayı ifade eden, ancak fiil-i muzaridir. İsm-i fail ise yalnız devamı ifade eder.
Yani, "Dalaletin esbabına tevessül etmeleriyle, dalaletin talebinde bulunmuşlardır. Allah da onlara dalalet vermiştir." Allah tarafından yardımın yapılmasını ifade eden -1- kelimesi, abdin halık-ı ef’al olduğunu iddia eden İtizal mezhebinin reddine işarettir. Ve onların lisan-ı hal ile istekleri üzerine, Allah’ın onlara yardım ettiğine delalet eden ’ün tazammun ettiği -2- cümlesi, abdin elinde birşey yok, hep Allah’tan olduğunu iddia eden mezheb-i Cebrin reddine işarettir. Zira, onlar su-i ihtiyarlarıyla ve arzularıyla dalaleti istemişlerdir. Allah da onların isteklerini vermiştir. -3- kelimesinin -4- zamirine izafesi, tuğyan cinayeti, onların ihtiyarlarıyla husule gelip, cebr ile alakadar olmadığından "Bizler Allah’ın cebriyle bu tuğyanı yapıyoruz" diye mazeretlerinin reddine işarettir. ünvanı ise onların zararı, tufan gibi, bütün mehasin ve kemalatı tahrip ettiğine imadır. Yani, "Tuğyan ve dalaletlerinde mütehayyir ve mütereddit şahıslardır. Onların ne meslekleri var ve ne de muayyen bir maksatları vardır."
• • •
1 Mühlet verir.
2 Mühlet isterler.
3 Sapıklık, azgınlık.
4 Onlar.
-1-
Yani: "Onlar, hidayeti verip dalaleti satın alan birtakım kafasızlardır ki, ticaretlerinden bir fayda görmedikleri gibi o zarardan kurtulmak için yol da bulamıyorlar."
Bu ayetin makabliyle cihet-i irtibatına gelince:
Bu ayet geçen tafsillere bir fezleke, bir hülasadır. Ve o tafsilleri yüksek ve müessir bir üslupla tasvir etmiştir. Lakin muhataplarının saff-ı evvelinde ve tabaka-i ulasındakiler kışın Yemen cihetine, yazın da Pam cihetlerine giderek yaptıkları ticaretin kar ve zararını, lezzet ve elemini gördüklerinden, tasvir için ticaret üslubu intihap edilmiştir. Şöyle ki:
Nev-i beşerin dünyaya gönderilmesi, daimi bir tavattun için değildir. Ancak sermayeleri olan istidat ve kabiliyetlerini tenmiye ve inkişaf ettirmek üzere ticaret için gelmişlerdir. Fakat münafıklar bu ticaretlerinde sermayelerini batırıp aleme rezil oldular.
Sonra bu ayetin cümleleri arasında cihet-i nazım ve intizam ise:
Bu ayetin cümleleri arasında ticaret üsluplarındaki tertipler gibi gayet fıtri, selis ve muntazam bir tertip vardır. Şöyle ki:
Bir tüccara yüksek bir sermaye verilir. O da o sermaye ile zararlı ve zehirli şeyleri alır, satarsa, o tüccar alışverişinin sonunda ne bir fayda görür ve ne de bir kar görür. Bilakis, hasaret içinde boğulmakla beraber, kaçmak için yolu da kaybeder. İşte, münafıkların yaptıkları muamele de aynen buna benziyor.
Sonra, mezkur ayetteki cümlelerin heyetleri ise:
-2- kelimesi, uzaklarda bulunan şeyleri ihzar ederek mahsus ve meşhud olarak göstermek için kullanılan bir işaret aletidir.
Sual : Münafıkların ile ihzarlarında ne fayda vardır?
Elcevap : Onların mezkur cinayetlerini işiten samiin kalbinde hasıl olan nefret ve adavet öyle bir dereceye baliğ olmuş ki, onları gözüyle göreceği ve yüzlerine
1 İşte onlar hidayete karşılık sapıklığı tercih etmiş kimselerdir. Fakat bu alışverişleri onlara bir kar getirmemiş ve bir daha da doğru yolu bulamamışlardır. (Bakara Suresi: 16.)
2 İşte onlar.
tüküreceği gelir ki, yüzlerine tükürmekle kalbi rahat olsun. İşte bunun için onlar dürbünüyle ihzar edilmiştir ki, sami yüzlerine tükürsün.
Sual : Münafıkların mahsus ve meşhud olmadıkları halde ile mahsus olarak gösterilmeleri ne suretle olur? Ve ne gibi bir faydası vardır?
Elcevap : Münafıkların mezkur cinayetlerle ve acip sıfatlarla ittisafları, onları öyle tecessüm ettirmiştir ki, hayalce mahsus ve meşhud ve hazır görünmektedirler. Ve şu mahsusiyetlerinden, onlara isnat edilen hükmün illeti de anlaşılır. Evet, hidayeti verip dalaleti almak gibi bir hükme elbette bir illet ve bir sebep lazımdır. O illet ise, onların sebkat eden cinayetleri ve sıfatlarıdır. İşte, Kur’an-ı Kerim, onları o sıfatlarla muttasıf olarak ile ihzar etmiştir ki, bu ayette onlara yükletilen hükmün illet ve sebebi samice malum olsun.
Sual : Uzaklık cihetini de ifade eden ile münafıkları uzak göstermekten maksat nedir?
Elcevap : Onların tarik-i haktan uzaklaşmalarına ve bir daha doğru yola rücuları mümkün olmadığına işarettir. Çünkü gitmek onların elinde ise, gelmek onların elinde değildir.
Yeni, in’ikad ve teşekkül etmeye başlayan hakikatler hakkında kullanılan -1- ünvanı, hidayeti satıp dalaleti almak gibi şu pis muamelenin-bir nevi ticaret olmakla-zamanın insanları için esaslı bir meslek olmaya başlamış olduğuna işarettir.
-2- ünvanı ise, münafıkların "Hidayeti terk edip dalaleti aldığımız, fıtratımızın iktizasıdır, ihtiyarımızla değildir" diye yapacakları mazeretin reddine işarettir. Evet, sanki Kur’an-ı Kerim onlara diyor ki: "Cenab-ı Hak re’sülmal olarak size uzun bir ömür vermiştir. Ve ruhlarınızda da kemalat istidadını bırakmıştır. Ve hidayet-i fıtrıyenin çekirdeğini de vicdanınıza dikmiştir ki, saadeti alasınız. Halbuki sizler saadete bedel, lezaiz-i faniye ve menafi-i dünyeviyeyi alıyorsunuz. Demek, su-i ihtiyarınızla, dalalet mesleğini hidayet mesleğine ihtiyar ve tercih etmekle, hidayet-i fıtriyenizi ifsat, re’sülmalınızı da zayi ettiniz."
1 Onlar ki.
-1- münafıkların iki hüsrana maruz kaldıklarına işarettir. Birisi, dalalet hüsranıdır. İkincisi, hidayet gibi büyük bir nimeti kaybetmektir.
Yani, "Ticaretlerinin karı olmadı."
Sual : Münafıkların bu ticaretlerinde re’sül-malları da zayi olduğu halde, yalnız karlarının olmamasından bahsedilmesi neye işarettir?
Elcevap : Akıllı bir tüccarın, karı olmayan bir alışverişe girişmemesi lazım olduğuna ve karı olmamasıyla beraber, re’sül-malın da zayi olması ihtimali olan ticaretlere girişmemesi elzem ve evla olduğuna işarettir.
Sual : Ribh fiili, hakikaten münafıkların fiili olduğu halde, bu cümlede ticarete isnat edilmiş olduğu neye işarettir?
Elcevap : Onların ne bu ticaretlerinde, ne eczasında, ne ahvalinde ve ne vesaitinde, ne cüz’i ve ne de külli bir fayda bulunmadığına işarettir. Evet, bazı ticaretlerde matlup kar olmasa da, ahvalinde veya vesaitinde az çok bir fayda olabilir. Fakat bu ticaret ise şerr-i mahzdır, faydalardan tamamen mahrum bir zarardır.
-2- Yani, "Re’sül-mallarını zayi etmekle hüsrana maruz kaldıkları gibi, yollarını da kaybetmişlerdir." Bu cümlede, surenin başındaki -3- cümlesine gizli bir remiz vardır ki: Kur’an-ı Kerim hidayeti vermemiş değildir; hidayeti vermiş de bunlar kabul etmemişlerdir.
• • •
1 Hidayet karşılığında dalaleti...
2 Bir daha da doğru yolu bulamamışlardır.
3 Takva sahipleri için hidayet. (Bakara Suresi: 2.)
Bu uzun ayetle hem makabli arasında, hem cümleleri arasında, hem cümlelerinin keyfiyetlerinde bulunan cihet-i irtibat ve intizam ise:
Kur’an-ı Kerim, evvela münafıkların hallerini, saniyen cinayetlerini sarahaten kaydettiği gibi, muamelelerinin kötülüğünü akla kabul ettirdikten sonra, hayale, vehme, hisse de gösterip onlara da kabul ettirilmesini bu temsille temin etmiştir. Evet akli şeylerden fazla, temsillerle hayali şeyleri kabule, hayal daha yakındır. Ve keza, akla muhalif olan ve hem gayr-ı meluf bulunan birşeyin me’nus bir şekilde gösterilmesiyle hayal çabuk kabul eder. Ve keza, gaip birşeyi hazır göstermekle, akıl ile his arasında mutabakat hasıl olur, his de kabul eder.
Hülasa: Münafıkların kötülüğü şu temsille akla tasdik ettirildiği gibi, hayale, vehme, hisse de kabul ettirilmesi temin edilmiştir. Ve eyzan, münafıkların ayrı
O münafıkların hali, karanlık bir gecede ateş yakan kimsenin durumu gibidir ki, ateş tam onların çevresini aydınlatmışken, Allah birden nurlarını alıp götürmüş ve onları karanlıklar içinde bırakmış; onlar da artık hiçbir şeyi göremez olmuşlardır. Sağır, dilsiz ve kördürler; gece karanlığında bir ses işitmez, kimseye birşey işittiremez, bağırsalar da yardıma gelen olmaz, yollarını bulamazlar. Çabaladıkça batar, o musibetten kurtulup geri dönemezler. Yahut onların hali, şiddetle boşanan karanlıklı, gök gürültülü ve şimşekli bir yağmura tutulmuş yolcuların misaline benzer. Yıldırımdan ölme korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Halbuki Allah o kafirleri kudretiyle çepe çevre kuşatmıştır. Pimşeğin çakması neredeyse gözlerini alır. Etraflarını aydınlatınca birkaç adım yürürler. Fakat üzerlerine karanlık çökünce oldukları yerde kalırlar. Eğer Allah dileseydi onlara verdiği işitme ve görme nimetlerini de alıverirdi. Muhakkak ki Allah herşeye hakkıyla kadirdir. (Bakara Suresi, 2:17-20.)
ayrı cinayetleri ve muhtelif sıfatları arasında hakiki bir irtibatın bulunması şu temsille gösterilmiştir. Ve eyzan, münafıkların muamelelerini hayalin gözü önüne şu temsille getirmekten maksat, lisanın söyleyemediği ince cihetleri bizzat hayal bakıp, görsün ve alsın ki, bir itiraz kalmasın.
Sonra bu temsilin cümlelerinin meali, heyet-i mecmuasıyla münafıkların hikayelerinin mealine muvafık geldiği gibi, ayrı ayrı da hikayelerinin cümlelerine uygun gelir. Evet, münafıkların hikayesi böyledir: Zahiren imana gelmişlerdir. Sonra kalben küfür ve inkar etmişlerdir. Sonra hayret ve tereddüt içinde kalmışlardır. Sonra hakkı talep etmemişlerdir. Sonra o dalaletten rücua kadir olmamışlardır ki, hakkı arasınlar.
Temsilin meali ise: Evvelen ateş yakmışlardır. Sonra o ateşi muhafaza edememişlerdir. Sonra ateşleri sönmüştür. Sonra zulmet içinde kalmışlardır. Sonra herşey onlara görünmez olmuştur. Gece vakti ses sada olmadığından, sanki sağır olmuşlardır. Ateşleri söndüğünden, ama gibi olmuşlardır. Bir muhatap veya bir yardımcıları bulunmadığından, sanki lal olmuşlardır. Ve o zulmetten çıkıp rücua kadir olmadıklarından, sanki ruhsuz, heykel kesilmişlerdir. İşte temsildeki cümlelerle hikayedeki cümleler arasında muvafakat tamamen tebaruz etmekle, aralarında bir muhalefet kalmadığı tebeyyün etti.
İhtar : Temsildeki zulmet, hayret, ateş, hikayedeki küfür, adem-i sebat ve fitnelerine işarettir.
Sual : Temsilde nurdan bahsedilmiştir. Münafıkların nuru nerede?
Elcevap : Kendisinde nur olmayan bir insan, muhitinde bulunan nurdan istifade eder. Muhitinde bulunmasa kavminde, kavminde bulunmasa nev’inde, nev’inde bulunmasa fıtratında, fıtratında mümkün olmasa dünya menfaatleri için lisanında vardır. Bu da olmasa, evvelce iman edip sonra irtidat edenlerin evvelki nurlarına işarettir. Bu da olmasa dünyaya ait gördükleri istifadelerine işarettir -Ateşin, fitnelere işaret olduğu gibi. Bu da olmadığı takdirde daire-i imkanda olan nurları, vücut dairesine indirilmiştir- ’daki hidayet gibi.
Sonra cümlelerin arasındaki cihet-i intizama gelince:
Yani, "Onların meseli, ateş yakan adamın meseli gibidir." Bu cümlenin mevki ve makama olan münasebeti, şöyle tasvir edilebilir ki:
Hidayet karşılığında dalaleti satın aldılar.
Ayette beyan edildiği şekil üzerine, ateş yakan adamın hali, Cezire-i Arapta sakin Kur’an’ın muhataplarından birinci tabakadaki adamların hallerine tetabuk ediyor. Zira o tabakadaki adamlar, bu ateşi yakan adamın halini ya bizzat görmüşler veya işitmişlerdir. Ve o halin ne derece müessir ve feci olduğunu hissetmişlerdir. Zira onlar çok defa güneşin zulmünden gecenin zulmetine kaçarak gecenin serinliğinde yollarına devam ettikleri sırada, şiddetli yağmurlara rast gelerek çok zahmetlere düşmüşlerdir. Ve keza çok defa yollarını kaybederek muzır hayvanlarla dolu mağaralara girmişlerdir. Ve arkadaşlarını görüp onlarla ferahlanmak ve eşyalarını görüp, muhafaza etmek veya muzır hayvanları görüp onlardan tahaffuz etmek için ateş yakmışlardır. Ateşin ziyasından istifade ederlerken, semavi bir afetle ateşleri söner ve reca ve ümitleri tamamen ye’se ve hüsrana inkılap eder. İşte, Kur’an-ı Kerim onların bu durumuna cümleleriyle işaret etmiştir. Yani, vakta ki o ateş etrafı ışıklandırdı; birden bire Cenab-ı Hak, nurlarını söndürerek ziyalarını zulmete çevirdi. -1- ’da kelamın siyakı, kelamın şu şekilde olduğunu iktiza ettiğine işarettir ki, ziyasından istifade için ateş yaktılar. Ateş onları ziyalandırdı. Onlar da mutmain ve müferrah oldular. Sonra bir hüsrana uğrayıp yere düştüler. Sonra bu cümle-i şartiyenin, şart ve ceza denilen her iki cümlesi arasında lüzumun vücudu lazımken, izae ile nurun zehabı arasında hiçbir lüzum görünmüyor. Binaenaleyh, bu gizli lüzumu dışarıya çıkarıp göstermek için bazı mukadder cümlelere ihtiyaç vardır. Şöyle ki: Vakta ki ateş onları ışıklandırdı. Onlar da ışıklandılar. Fakat ateşe ehemmiyet verip muhafaza etmediler ve o nimetin kadrini bilip devam ettirmediler, o da söndü gitti. Evet, ziyayı muhafaza etmekten gaflet, adem-i devamını istilzam eder. Adem-i devam ise intifasını, yani sönmesini istilzam eder. Nurların sönmesiyle uğradıkları hüsrandan sonra -2- cümlesiyle, zulümata düşmek gibi ikinci bir hüsrana maruz kaldıklarına işaret edilmiştir. -3- cümlesi ise üçüncü bir hüsranlarına işarettir. Çünkü insan zulmete düşmekle yolunu kaybettiği zaman, arkadaşlarını ve eşyasını görmekle bir derece müteselli olur. Fakat bunları da görmediği gibi, onun o karanlıkta durması ve yürümesi bir musibet ve bir vahşettir.
Yani, "Sağır, lal, dilsiz, kör olup dönemezler." Bir insan, böyle bir belaya düştüğü zaman, dört cihetle ümitvar ve müteselli olabilir.
1 Ne zaman ki.
2 Onları karanlık içinda bıraktı.
3 Görmezler.
Birincisi: Köylü halkından veya geçen yolculardan bir ses gelir de, o ses vasıtasıyla yolunu bulup görmek ümidinde olur. Halbuki gecesi sakit ve sakin, sessiz ve sadasız bir gece olduğundan, o adamla bir sağırın arasında fark kalmaz. Bu cihetten ümidinin kesik olduğuna işaret eden Kur’an-ı Kerim kelimesini demiştir.
İkincisi: Eğer çağırıp yardım isterse, belki bir işiten olur da onun kurtulmasına gelir diye bir ümit besleyebilir. Fakat gecesi sağır olduğu için, dilli, dilsiz birdir. Bu recasını da kesmek için denilmiştir.
Üçüncüsü: Gideceği cihetin yolunu tahminen tayin etmek ve görmek için bir alamet, bir ateş, bir yıldız arar, müteselli olur. Halbuki gecesi öyle zulmetlidir ki, gözlü gözsüz bir olur. O adamın bu emelini söndürmek için denilmiştir.
Dördüncüsü: O beladan kurtulup rücu etmek için var kuvvetiyle çalışmaktan maada bir çare kalmadığını görür görmez, kuvvetine güvenir, ümitvar olur. Halbuki zulmet her taraftan o adamı öyle ihata etmiştir ki, o adam bütün kuvvetiyle çalıştığı halde kurtuluş imkanını bulamaz. Kendi su-i ihtiyarıyla bataklığa giren ve bir daha çıkması mümkün olmayan bir hayvan gibi, o zulmet içinde kalır. Evet, çok şeyler var ki, insan ihtiyarıyla girer, fakat çıkması mümteni olur. İnsan onu bırakır, fakat o insanı bırakmaz. İşte onların şu vaziyetlerine karşı -1- denilmiştir ki, o musibetten kurtulup rücularına bir çare kalmadığına ve son ümitlerinin de kesildiğine binaen, vahşet, yeis ve korkular içinde kaldıklarına işarettir.
Cümlelerin hey’etlerine gelince:
-2- cümlesi, nüktelere bir define hükmündedir. Şöyle ki:
Lisanlarda deveran eden ve beynennas garip ve acip şeylerde kullanılan ve "hikmetü’l-avam" ve "felsefetü’l-umum" ile anılan kelimesi, münafıkların vaziyetleri bir ağruba ve kıssaları bir acube olduğuna işarettir. Bu işaretten, onların sıfatları üstünde nefretin, lisanları üstünde lanetin ilelebed darb-ı mesel gibi deveran etmek şanında olduğuna bir remiz vardır.
Sual : Teşbihi ifade eden her iki mesel arasındaki ’in hazfı belağatçe daha makbul olduğu halde, niçin burada hazfedilmemiştir?
1 Onlar geri de dönemezler.
2 Onların hali, karanlık bir gecede ateş yakan kimsenin durumu gibidir.
Elcevap : Bu makamda edat-ı teşbihin zikri, hazfından daha beliğdir. Zira sami, teşbih edatını görür görmez, teşbihle alakadar olur. Müşebbehünbihte olan her noktayı, müşebbehteki nazirine tatbik eder. Fakat edat-ı teşbihin mahzufu takdirde, teşbihten gaflet ederek her iki tarafı birbirine tatbik etmek fikrine gelmemesi ihtimali vardır. İkinci mesel kelimesi ise, ateş yakan o adamın vaziyeti, efkar-ı ammece bir darb-ı mesel hükmüne geçmiş olduğuna işarettir.
Sual : Ateşi yakanlar bir cemaat iken müfred işareti olan -1- ile işaret edilmesi neye binaendir?
Elcevap : Ferdin yapacağı bir işe cemaatin iştirak etmesiyle ziyadelik veya noksanlık hasıl olmadığı takdirde, fert veya nevi, cüz veya küll bir olur.
Maahaza ’nin müfred işareti olması, onlardan herbir ferdin, dehşeti temessül ve kabahati tasvir etmekte müstakil olduğuna işarettir. -2- ’deki ateş yakmalarının külfetle ve araştırmakla husule geldiğine işarettir. Hem ’nin ifrad sigasıyla olması -3- ’deki cemi zamiri, bir cemaat için bir ferdin ateş yakması adet olduğuna işarettir. Hem lamba vesaire gibi alat-ı tenviriye arasında -4- ’ın intihap edilmesi, teklifin pek şiddetli bir nur olduğuna ve onların izhar ettikleri zahiri nur altında fitne ateşini yaktıklarına işarettir.
İhtar : Nekre olarak kelimesinin zikri, onların şiddet-i lüzumundan dolayı herhangi bir ateş olursa olsun, hemen yakmak ihtiyacında olduklarına işarettir.
-5-
Takibi ifade eden ’deki onların yeisten sonra ümit ve reca zamanlarının geldiğine işarettir. ise, kıyas-ı istisnai ile anılan, dahil olduğu cümlelerden
1 O kimse ki.
2 Ateş yaktı.
3 Nurları.
4 Ateş.
5 Ateş tam onların çevresini aydınlatmışken, Allah birden nurları alıp götürdü.
birinci cümlenin tahakkuk ve vücuda geldiğine delalet etmekle, ikinci cümlenin de vücuda geldiğini intaç ettiğine ve onların teselli ve ümitlerinin tamamıyla kesilmiş olduğuna işarettir. -1- kelimesi, onların ısınmaya değil, aydınlanmaya ihtiyaçları olduğuna işarettir ki, etrafında bulunan zararlı şeyleri görüp onlardan tahaffuz etsinler.
-2- dehşetin her dört taraftan ihata eylediğine ve ziya ile cihat-ı sitteden hücum eden zararlardan tahaffuz etmek lüzumuna işarettir.
-3-: Bu kelime ile kelimesi arasındaki lüzum meselesi geçmiştir; oraya bakılsın.
-4-: Zehabın Allah’a isnadı, iki cihetten reca ve ümitlerinin kesik olduğuna işarettir.
Birincisi: afet, semavi olduğundan, def’i mümkün değildir.
İkincisi: O afet, kusurlarının cezası olduğundan Cenab-ı Haktan merhamet de reca edilemez. Çünkü iptal-i hak için çalışan adam Haktan yardım ve merhamet talep edemez.
-5- deki harf-i cer olan nur ve ziyanın bir daha avdet etmemesine işarettir. Çünkü ’in manası, "Allah onların nurlarını götürmüştür." Malumdur ki, Allah’ın aldığı bir şeyi kimse reddedemez. ünvanı ise, sırat üstündeki hallerini andırır. İhtisası ve hasrı ifade eden ’un zamirine olan izafesi, onların şiddet-i teessürlerine işarettir. Zira halkın ateşleri yanarken bir insanın ateşi sönse, o insan çok müteessir olur.
1 Aydınlattı.
2 Çevresini.
3 Alıp götürdü.
4 Allah alıp götürdü.
-1-
Harf-i atıf olan onların iki zararı cem etmiş olduklarını ifade ediyor. Birisi, ziyalarının selb edilip söndürülmesidir. İkincisi ise, zulmetin onlara ilbas edilip giydirilmesidir. ünvanı ise, onlar ruhsuz bir ceset, içsiz bir kabuk hükmünde olduklarından, bu gibilerin hali, onlardan alakayı kesip bütün bütün terk edilmelerine delalet eder. edatının ifade ettiği zarfiyetten anlaşılır ki, zulmetin şiddetinden, onların nazarında herşey ademe gitmiş, yalnız zulmet kalmıştır. Onlar da, dehşetlerinden, o zulmeti kendilerine kabir yapmışlar ve içine girip gizlenmişlerdir.
: Bu kelimenin cem sigasıyla zikri ise, gecenin karanlığıyla beraber bulutların zulmetinden, onların ruhlarında yeis ve havfın yerlerinde vahşet ve dehşet ve zamanlarında sükun ve sükunetiyle hasıl olan zulmetler gibi, türlü türlü zulmetler vücuda gelmişlerdir. kelimesindeki tenkir ise, o gibi zulmetlerin emsalini görmediklerinden, kendilerince meçhul ve ülfet edilmemiş birtakım zulmetler olduğuna işarettir.
-2- cümlesi, musibetlerin en büyüğünü gösterir. Zira gözü görmeyen adam pek çok belalar çeker. Gözlerini kaybedenler, pek gizli musibetlerin elemlerini daima çekiyorlar. (La yubsirun)nin siga-i muzari ile zikri, onların vaziyetlerini tasvirle hayalin gözü önüne getirip ihzar eder ki, sami hayaliyle dehşetlerini görsün, vicdanıyla ibret alsın. ’nin mef’ulsuz bırakılması, tamim içindir. Şöyle ki: Onlar menfaatlerini görmüyorlar ki, celp ve muhafaza etsinler. Tehlikeleri görmüyorlar ki, içtinap etsinler. Arkadaşlarını görmüyorlar ki, bir parça ferahlasınlar. Sanki herbirisi tek başıyla o zulmet içinde kalmışlardır.
Yani, "Sağır, lal, kör şahıslar gibi o zulmetten çıkıp kurtulamazlar." Bu cümlede bulunan sıfat-ı erbaa, münafıklarla ateş yakanlar arasında müşterek olup, her iki taraftan haber verir, vaziyetlerini bildirir, ayna gibi hallerini gösterir.
1 Onları karanlıklar içinde bırakmış; onlar artık görmezler.
2 Görmezler.
İşte, ateş yakanlara karşı işaratı şöyledir: Böyle bir zulmete düşen bir adam, evvelen kendisini kurtaracak bir sese kulak verir, etrafı dinler. Lakin gecenin sessiz ve lal olması, o adamın sağırlığını intaç etmiştir. Sonra yardımına gelecek bir adamı çağırmak ister. Lakin gecenin sakit ve sağırlığı, onun lal olmasına sebep olmuştur. Sonra yolunu bulmak ümidiyle bir alamet, bir nişan arar. Fakat gecenin ziyasızlığı ve körlüğü, onun körlüğünü mucip olmuştur. Sonra bu zulmetten kurtulmak için, evvelki yerine avdet etmek ister. Fakat kapılar bağlanmış, rücua imkan kalmamıştır. Bataklığa düşen adam gibi titredikçe batar. Battıkça zulmette kalır.
Münafıklara nazır ciheti ise: Evet, münafıklar küfür ve nifak zulmetine düştükleri zaman, onların dört cihetle kurtulmaları mümkündü:
Zira, o nifaktan başlarını kaldırıp hakkı dinlemek, Kur’an’ın irşadına kulak vermek ile necatları mümkündü. Fakat nefislerinin şeytani olan hevası-Kur’an’ın sadasını kulaklarına işittirecek hevayı karıştırdığı için-Kur’an’ın kendilerini irşad etmesine mani olmuştur. Kur’an-ı Kerim, bu cihetten onların ümitleri inkıta etmiş olduğuna işareten demiştir. Ve bu işaretten, sanki onların kulakları kesilmiş olup, kulakları kesik hayvanların kulaklarını andıran bir remiz vardır.
Saniyen: Başlarını aşağıya indirip vicdanlarıyla müşavere ederek doğru yolu ve hakkı sual etmekle necat cevabını almak imkanı varken, kalblerindeki inat, zebhedilen tavuk gibi, dillerini içeri tarafa çekerek, konuşmalarına ve nedametle tevbe etmelerine mani olmuştur. Kur’an-ı Kerim bu kapının da kapalı olduğuna işareten demiştir. Ve bu işaretten, dilleri çekilip atılmış bedbaht kimseler olduklarına bir remiz vardır.
Salisen: İbret nazarıyla bakıp, dahili ve harici delilleri görüp hakka rücuları mümkünken, gafletleri gözlerini perdelemiş, körlük de gözlerinin kapaklarını kapatmakla yine necattan mahrum kalmışlardır. Kur’an-ı Kerim buna işareten demiştir. Yani, şeytanlara bir yuva inşa edilmek üzere gözleri örtülmüş. Ateşi mahluklar gibi, şeytanların başlarını andıran bir vaziyeti hayale arz ediyorlar.
Rabian: Pis ve çirkin vaziyetlerine bakıp nadim olarak tevbe etmeleri mümkün olduğu halde, nefislerinin hevasına tabi olarak, hem bozuk fıtratlarının iktizasını destekleyerek, şeytanlarının iğvasıyla yaptıkları o çirkin halleri, gözlerine güzel göründüğünden terk edemediler. İşte Kur’an-ı Kerim buna da demekle, onların son ümitlerinin de suya düştüğüne ve kum deryasına ihtiyarlarıyla giren ve bir daha çıkamayan bedbaht insanlar olduklarına işaret etmiştir.
• • •
"Yahut münafıkların meseli; semadan yağan şiddetli, fırtınalı yağmura tutulan yolcuların meseli gibidir. O yağmurun şiddetini arttıran zulmetler, gürültüler, şimşekler yağmurun içinde vardır. Pimşeklerin çakmasıyla ölmek korkusundan parmaklarını kulaklarına sokarlar. Cenab-ı Hak, kudretiyle kafirleri ihata etmiştir. Kafirlerden küfürlerinin cezasından kurtulan yoktur. Çakan şiddetli şimşekler, hemen hemen gözleri kör edecek şanındandır. Onlar, şimşekler çaktığı ve etraf aydınlandığı zaman yürürler, karanlık çöktüğü vakit dururlar. Eğer Cenab-ı Hak murad etseydi, onların kulaklarının ve gözlerinin nurlarını götürürdü. Cenab-ı Hak herşeye kadirdir."
Bu ayette beyan edilecek üç nokta vardır. Birincisi, bu ayetin makabliyle veçh-i irtibatı. İkincisi, cümleleri arasındaki cihet-i intizam. Üçüncüsü, cümlelerin heyetlerinde, eczalarında, kelimelerindeki nizamdır.
Evet, bu ayetin cümleleri arasındaki nizam ve irtibat, aynen saniye, dakika, saatleri sayan miller arasındaki irtibat gibidir.
Evvela, bu ayeti evvelki ayetle rapteden cihet:
Kur’an-ı Kerim münafıkların vaziyetlerini tasvir için itnab ve tatvil ile, yani uzun ibareleri havi misal ve temsilleri tekrar etmiştir. Bu da münafıkların vaziyetine terettüp eden dehşet ve hayretin iki kısma ayrıldığından ileri gelmiştir. Zira, birinci temsilin hülasasına göre, münafık olan kimse, kendisini vücut sahrasında arkadaşlarından ayrılmış, tek başına kaldığını ve kainat cemiyetinden tard edilmiş
(Bakara Suresi: 19-20)
sahipsiz kaldığını bildiği gibi, herşeyi de madum bilir. Ve vahşetle ihata edilmiş, sükun ve sükunet içinde bütün mahlukata ecnebi nazarıyla bakar. Münafıkın şu bakışıyla mü’minin bakışı arasında dağlar kadar fark vardır. Zira, mü’min olan zat, nur-u iman ile bütün mevcudatı kendisine dost ve aşina bilir. Ve kainatla, tevahhuş etmek değil, tam bir ünsiyeti ve muarefesi vardır.
İkinci temsilin hülasasına göre: Münafık olan adam, alemi musibetleriyle öldürücü, belalarıyla boğucu, dehşetli hadisatıyla tehdit edici, şedaidiyle sıkıcı bir şekilde görür. Bütün dünyayı, envaıyla beraber kendisine adavet etmekte ittifak ettiklerini zanneder. İşte o münafıkın bu zannına göre, alemde ona menfaat verecek hiçbir şey yoktur. Bütün eşya ve mevcudat onun aleyhindedirler. Halbuki mü’min olan zat nur-u imanın iktizasıyla, kainatın yaptığı tesbihleri ve tebşirleri manen işitir, ferahnak olur.
Ve keza, Kur’an-ı Kerimin temsil hususunda yaptığı tekrar, münafıkların iki kısma ayrılmış olduklarına işarettir. Birisi, süfli ve ami olan tabakadır. Bu tabakanın haline uygun birinci temsildir. İkincisi, kibirli, gururlu, güya yüksek tabakadır. Buna münasip ikinci temsildir. Demek temsillerin tekrarı, kısımların taaddüdüne işarettir.
Sual : Pu ikinci temsilin münafıkların nazarına göre, bu makamla münasebeti nedir?
Elcevap : Kur’an-ı Kerimin muhataplarından tabaka-i ulada veya saff-ı evvelde olanlar, daima sahralarda gezen çöl adamlarıdır. Bunlar, bilumum bu hadiseyi ya görmüşler veya ebna-yı cinslerinden işitmişlerdir. Hem böyle ateş yakmak meselesi efkar-ı amme ile alakadardır. Ve bu hadise onlara bir darb-ı mesel kadar tesir eder. Sonra ikinci temsilin birinci temsille münasebeti pek aşikardır. Zira, o ona ikmal edici bir tetimmedir. Hatta çok noktalarda da ittihadları vardır.
Sonra, bu ikinci temsilin, münafıkların haline beş cihetten münasebeti vardır.
Birincisi: Her iki taraf da öyle hayrete düşmüşlerdir ki, kendilerine kurtuluş yolları tamamen kapanmış, necat vesileleri kaybolmuştur.
İkincisi: Her iki taraf da korku şiddetinden, bütün mevcudatın kendilerine düşman olduklarını zannederler. Bir dakika bile ölüm tehlikesinden emin olmazlar.
Üçüncüsü: Her iki taraf da dehşetin şiddetinden akıllarını kaybetmiş deliler gibi olurlar. Hatta kılıçların parıltısını görüp gözlerini yummakla veya tüfeklerin seslerini işitip kulaklarını tıkamakla ölümden tahaffuz etmek isteyen veya güneşin gurubunu istemediğinden saatin zembereğini kısaltan ahmaklar gibi bir vaziyet gösterirler. Halbuki kulaklarını tıkamakla veya gözlerini yummakla gök gürültüsünden veya şimşek çakmasından kurtulamazlar.
Dördüncüsü: Güneş, yağmur, su, ziya, çiçeklere isabet ederse hayat verirler. Nebatata olursa terbiye ve tenmiye ettirirler. Pis şeylere isabet ederlerse kabih kokuları ihdas ederler. Emvat ve ölülere bakarlarsa ufunet tevlid ederler. Kezalik, rahmet ve nimet dahi kendilerine layık olan mevkilere isabet etmezler de, onları intizar edip kıymetlerini bilmeyen mevkilere isabet ederlerse zahmetlere ve nikmetlere inkılap ederler.
Beşincisi: İkinci temsilin mealiyle münafıkların kıssasının meali arasında, eczalarına bakılmaksızın münasebet olduğu gibi, her iki tarafın eczaları arasında da münasebetler vardır. Ezcümle, -1- nebatata hayat verdiği gibi, İslamiyet de ervaha hayat veriyor. Pimşek, gök gürültüsü, va’d, vaid, yani hayırlı ve zararlı, Allah’ın emirlerine; zulümat da küfrün şüphelerine, nifakın şeklerine işarettir.
Sonra, bu temsilin cümleleri arasındaki münasebetler:
Kur’an-ı Kerim cümlesiyle, "Münafıkları ıssız, korkunç, vahşetli bir sahrada, karanlıklı bir gecede herbir katresi bir mermi gibi şiddetli bir yağmura tutulan yolcular gibidir" dediği zaman, sami derhal ayıldı, suale geldi ve dedi: Yağmurlar merğup ve matlup bir rahmet iken, niçin onlara korkunç bir musibete dönmüştür?
Kur’an-ı Kerim, bu suale karşı o yağmurun dehşetini tasvir etmekle, -2- demiştir. Ve -3- ’ın cem’iyle, bulutların zulmetine ve yağmurun kesafetinden hasıl olan zulmete ve o zulmet ihatalı ve kesretli olduğundan, sanki gecede bulut gibi, bulutun yağdırdığı siyah siyah katrelerin zulmetine zarf olduğunu bildirmiştir.
Sonra, zulmetli, yağmurlu geceler alelekser gürültülü olurlar. Sami yine suale geldi ve dedi: Acaba onların da bu gecelerinde gürültü var mıdır? Kur’an-ı Kerim buna da cevaben -4- diye, vaziyetin dehşet ve korkulu olduğuna işaret etmiştir. Sanki mevcudatın bir zahiri padişahı olan sema, onları felaketlere ve helaketlere sevk etmek için, zemini sarsan gürültüsüyle, her tarafı dehşetlere veren şimşeklerinin sesleriyle çağırıp bağırıyor. İşte böyle bir vaziyet karşısında, böyle dehşetli bir musibete uğrayan bir adam, kendi sükutu içinde kainatın her tarafından
1 Şiddetli yağmur.
2 İçinde karanlıklar var.
3 Karanlıklar.
4 Gökgürültüsü.
zararlı hareketlerin, korkunç sayhaların kendisine gelmekte olduğunu tahayyül eder. Maahaza, ra’d sesini işittiği vakit, onun sayhalarını kendisine karşı pek şiddetli naralar olduğunu zanneder. Zira korkak ve hain bir adam, her sayhayı aleyhine zanneder.
Sonra, ra’d ve berk arasında bir refakat-i zikriye bulunduğundan, birisinden bahsedildiği zaman, ötekisi de velev tufeyli bir surette olsun, yani davetsiz olarak zihne gelir, ondan da bahsedilir. İşte bu münasebetle, Kur’an-ı Kerim -1- ’dan sonra -2- demiştir. Ve tenkiriyle, berkin pek garip ve acip olduğuna işaret etmiştir. Evet, berkin çakmasıyla zulümat alemi ölür. Her tarafı dolduran o zulümat birden bire ortadan kaldırılır, adem deryasına atılır. Ve ani olarak berkin ölümüyle de zulümat alemi tekrar dirilir, o vasi meydanı tekrar kaplar. Sanki berk söndüğü zaman, alemi tamamen dumanıyla dolduran hakiki, meçhul bir zulmet ateşi vücuda gelir ki, gören adam sathi bir nazarla değil, nazar-ı im’an ile dikkat edip baksın ve kudretin asar-ı azametini görsün.
Sonra sami, "Münafıklar şu musibetin çıkmaz sokağına girdiklerinde ne gibi bir tedbirde bulundular?" diye kendi kendine düşünmeye başlarken, Kur’an-ı Kerim düşünmeye ihtiyaç bırakmadan -3- diye onlara bir melce, bir kurtuluş çaresi kalmadığına işaret etmiştir. Hatta boğulan adam denizin ortasında bir ot parçasına iltica ettiği gibi, bunlar da şaşkınlıklarından parmaklarının ucunu değil, parmaklarının tamamını kulaklarına sokuyorlar. Sanki onların musibetleri dehşet kırbacıyla kendi ellerine vuruyor, onlar da acısından parmaklarını ceplerine değil, şaşkınlıklarından kulaklarına sokuyorlar. Hülasa, saikanın isabetinden kurtulmak zannıyla yaptıkları şu eblehane hareketlerden, onların ne oldukları anlaşılır.
Sonra samiin zihnine gelir ki: Acaba bu musibet umumi midir, yoksa onlara mı mahsustur? Buna karşı Kur’an-ı Kerim -4- demiştir. Yani bu musibet, onların nimetlere karşı yaptıkları küfran cezasıdır. Allah onları bu musibetle tecziye eder. Çünkü onlar cumhur için vaz edilen kanun-u İlahiden huruç etmişlerdir.
1 Gökgürültüsü.
3 Şimşeklerin çakmasıyla ölmek korkusundan parmaklarını kulaklarına sokarlar.
4 Allah, kafirleri kuşatmıştır.
Sonra sami, "Ra’dın şiddetine mukabil berkin onlara bir faydası olmadı mı?" diye nefsiyle konuşurken Kur’an-ı Kerim -1- cümlesiyle, berkin onlara bir faydası değil, bilakis ışığıyla onların gözlerini hemen kör edecek kadar bir şiddet göstermektedir, diye samie cevap vermiştir. adeta ra’d kulaklarına, berk de gözlerine ilan-ı husumet etmişlerdir.
Sami baktı ki, ra’d ve berk vesaire gibi kainatın eczası müttefikan onların aleyhinde olup onları itlaf etmek için birbirine yardım ediyorlar; bunlara karşı onların ne yapacaklarını düşünmeye başladı. Kur’an-ı Kerim, -2- cümlesiyle, onların hayret dairesinde tereddüt içinde şaşkın bir vaziyette yollarını görüp, yola devam etmek için cüz’i bir fırsat beklemekte olduklarına ve berkin ziyasıyla yol göründüğü zaman devamından ümitsiz, mezbuhane bir harekete geçerek bir iki adım attıklarına, fakat zulmet birden bire istila ettiğinde yerlerinde incimad etmiş gibi bir vaziyette kaldıklarına işaretle cevap vermiştir.
Sami bu vaziyeti görünce, suale geldi ve dedi: "Bu kadar tazipler altında ezilmektense, birden bire ölüp gitmeleri veyahut bütün bütün sağır ve kör olmaları daha iyi değil midir?" diye sordu.
Kur’an-ı Kerim cümlesiyle, "Onların ölümle azaptan ve ıztıraptan kurtulmaya istihkakları yoktur, bunun için meşiet-i İlahiye onların ölümüne taalluk etmemiştir. Taalluk etseydi, gözleri kör, kulakları sağır etmeye taalluk ederdi. Buna da taalluk etmiyor. Çünkü kanun-u İlahiden hariç kalan bu gibi bedbahtların gözleri, kulakları daima sağ kalsın ki, azapları işitmekten ve akrepleri görmekten zevk alsınlar, yani titresinler" diye samie cevap vermiştir.
Sonra bu kıssanın ihtiva ettiği azamet ve kudret-i İlahiye ile Cenab-ı Hakkın umum kainatta tasarruf sahibi olduğu (ve bilhassa asar-ı kudretinden ra’d, berk, sehab mucizelerinin görünmesi ile) samice tahakkuk edince "Kainat, heybetinin bir tecellisi ve bu musibetlerde gadabının bir kahrı olan Zatın kudreti ne kadar büyüktür, -3- diye tesbihata başlamıştır. Kur’an-ı Kerim de onu tasdiken -4- demiştir.
1 Çakan şiddetli şimşekler hemen hemen gözleri kör edecek şanındadır.
2 Onlar, şimşeklerin çaktığı ve etraf aydınlandığı zaman yürürler, karanlık çöktüğü vakit dururlar.
3 Allah her türlü noksan sıfattan münezzehtir.
4 Şüphesiz Allah herşeye kadirdir.
Mezkur ayetin ihtiva ettiği cümlelerin heyetlerindeki münasebetlere gelince:
’deki -1- süfli ve gayr-ı süfli münafıkların iki kısma münkasım olduklarına işarettir. Ve her iki temsilin birbirine münasip olduğuna ve münafıkların haline uygun bulunduğuna remizdir. Ve aralarında müşabehetin bulunması, malum ve müsellem olduğuna imadır. Ve keza, kelimesi huruf-u atıftan terakkiyi ifade eden -2- kelimesinin manasını mutazammındır. Çünkü ikinci temsil, birinci temsilden daha şedittir. ’deki münafıkları yağmura teşbih etmek içindir. Halbuki birbirine müşabih değildir. Aralarında mutabakat yoktur. Öyleyse müşebbehün-bih olacak şey, mukadderdir. Zikredilmemesi, lafzın icaz ve ihtisarı içindir. Lafzındaki icaz da mananın itnabı, yani uzatılması içindir. Mananın bu uzatılması da samiin vüs’at-i hayaline havale edilir ki, makama münasip cümleleri tayin etsin. Mesela, gibi, münafıklara müşebbehün-bih olmaya uygun ve uzun bir cümleyi takdir edebilir. Yani, "Münafıklar hali bir sahrada, zulmetli bir gecede sefer ederlerken, yağmur musibetine tutulan yolcular gibidir."
İhtar: Herkesin bildiği -3- kelimesine, meluf olmayan -4- kelimesinin tercihen zikredilmesi; o yağmurun katreleri güya birer musibet olup, onların ruh ve canlarına mermi gibi kasten atıldığına işarettir.
Sonra, yağmur, çıplak olan sema cihetinden yağdığı herkesçe malum olduğu halde -5- kaydıyla takyid edilmesi, ıtlak içindir. Yani, sema kaydıyla yapılan tahsis, tamim içindir. Evet semanın kaydından anlaşılır ki, o yağmur bütün semanın ufkunu tutmuş, umumi bir şekilde yağıyor. Hiçbir yer o yağmurdan
1 Yahut.
2 Hatta.
3 Yağmur.
4 Şiddetli yağmur.
5 Gökten.
hali kalmıyor. Evet -1- cümlelerinde dahi -2- ’nin -3- ile, -4- ’in -5- ilaahir ile takyidleri, ıtlak ve tamim içindir.
Müfessir ünvanı taşıyan bazı adamlar, yağmur vesaire gibi yağan şeylerin semanın cirminden yağdığına zahip olmuşlar ve kocaman bir denizin de semada bulunduğunu ilave etmişler. Onları bu zehaba sevk eden, Kur’an-ı Kerimin birkaç yerinde -6- kelimesinin bulunmasıdır. Halbuki, ashab-ı tahkik ve erbab-ı belağatçe en uygun mana ile arasında lafzının takdiriyle, yağmurların sema cirminden değil, sema cihetinden nazil olduğuna hükmetmektir. Mahaza, sema kelimesinin yukarıda bulunan herşeye ıtlak edilebildiğine binaen, buluta da sema denilebilir. Ve bulut da sema kelimesinin şumulüne dahildir. Bu makamın tahkiki şöyle izah edilebilir:
Eğer kudret-i İlahiyenin azametine bakılırsa, cihetler hep birdir. Hangi cihetten ve hangi şeyden olursa olsun, yağmurun yağması mümkündür. Eğer hikmet-i İlahiyeye bakılırsa, yağmurun nüzulü, ancak küre-i havaiyede münteşir ve küre-i havaiyenin onda bir cüz’ünü teşkil eden buhar-ı mainin tekasüfünden husule geliyor. Zira, hikmet-i İlahiye, bütün eşyada en güzel bir nizam teşkil etmiştir. Bu nizam eşyadaki muvazene-i umumiyenin muhafazasına hizmet eder. Bu muvazenenin muhafazası da en yakın ve en kolay ve en kısa yolları tercih etmekle olur.
Yağmur yağması hakkında en kısa yol şöyle tarif edilebilir:
Tabaka-i havaiyede münteşir buhar-ı mainin zerrelerine irade-i İlahiye emrettiği vakit, o zerreler her taraftan "Lebbeyk!" diyerek toplanmaya başlarlar ve bulut şeklini alıp, irade-i İlahiyeye emirber olarak hazır dururlar. Yine irade-i İlahiyenin emriyle bir kısım zerreler şiddet-i tazyik ve tekasüfle beraber tebarüd ederek katrelere inkılap ederler. Sonra kanunların mümessilleri ve nizamatın makesleri denilen melaikelerden, o katrelere münasip yaratılan melaikeler vasıtasıyla o katreler müzahametsiz, müsademesiz nüzul ederler ve yere düşerler. Lakin cevv-i havada muvazenenin muhafazası için, yağan katrelerden boş kalan yerler, denizlerden ve yerlerden kalkan buharlarla doldurulur.
1 Yerde hareket eden hiçbir hayvan ve havada kanat çırpan hiçbir kuş yoktu... (Enam Suresi: 38.)
2 Yerde yürüyen canlı.
3 Yerde.
4 Kuş.
5 Uçan.
6 Gökten.
İhtar : Semada büyük bir denizin bulunduğuna edilen zehab, mecazın hakikat zannedildiğinden ileri gelmiştir. Evet, cevv-i hava, denizin rengini andırır ve küre-i havaiyede münteşir bahr-i muhitten fazla su vardır. Binaenaleyh cevv-i havayı denize teşbih etmek baid değildir. Fakat mana-yı hakiki ile bakılırsa hatadır.
Sual : -1- ayet-i kerimesinin zahirine göre yağmurun nüzulü, doludan müteşekkil semada bulunan dağlardandır. Bunun izahı nasıldır?
Elcevap : Bir kelamın belağate uygun, akla muvafık, mantığa mutabık olmadığı halde mana-yı zahirisine yapışıp, mana-yı zahirinden ayrılmaması, o kelam için bir cümudiyet ve bir sönüklüktür. Zira, Cennetin yemek kaplarının vasıfları hakkında -2- cümlesi, bir istiare-i bediiyeyi tazammun ettiği gibi -3- cümlesi dahi bir istiare-i bediiyeyi ihtiva etmektedir. Şöyle ki: Cennetin kapları ne şişeden ve ne de gümüşten olmadıklarından, bu cümlenin mana-yı zahirisine hamli caiz değildir. Çünkü o kaplara "gümüşten yapılmış şişeler" denilemez. Zira, her iki unsur arasında mutabakat yoktur. Ancak cümlesinden, mana-yı mecazi ile hem şişenin şeffafiyeti, hem gümüşün beyazlığı kastedilmiştir. Yani "O kaplar, şişe gibi şeffaf, gümüş gibi beyazdırlar."
Kezalik, cümlesi de, iki istiareyi tazammun etmiş. Bu istiareler samiin şairane bir hayaline müessestir; bu hayalde alem-i süfli ile alem-i ulvi arasında bir nevi müşabehet ve mümaseleti mülahaza etmeye mebnidir. Yani, alem-i süfli denilen arz, mevasim-i erbaada, bilhassa bahar mevsiminde nasıl türlü türlü şekillere girer ve envaen ziynetli, nakışlı elbiseleri giyer, ayrı ayrı manzaraları gösterir; alem-i ulvi olan semavat dahi, bilhassa bulutlarıyla pek garip ve acip keyfiyetlere, suretlere, renklere girer çıkar, adeta her iki alem birbirine rekabet ederler. Bu iki alem arasında şöylece bir müşabehet ve mümaseletin düşünülmesi de, aralarında bir müsabaka ve rekabeti tahayyül etmekten neş’et eder. Şöyle ki:
1 Gökteki dağ gibi bulutlardan Allah dolu taneleri indirir. (Nur Suresi, 24:43.)
2 Gümüş beyazlığında, billur berraklığında kaplar. (İnsan Suresi, 76:16.)
3 İçinde dolu bulunan dağ gibi...
Arz ve sema, güzellik müsabakasına girmek için lazım gelen ziynetlerini takınıp hazırladıkları zaman, arz, kış mevsiminde kardan mamul beyaz elbiselerini giyer, oturur. Bahar mevsimi gelince o beyaz elbiseyi üzerinden çıkarır, zümrüt gibi yeşil halılarını sahralarına serer. Yem yeşil gömleklerini dağlarına giydirir. O dağların şahikalarının başlarına beyaz sarıklarını sarar. Ve bu güzel inkılap ve manzaralarıyla kudret-i İlahiyenin mucizelerini hikmet-i İlahiyenin nazarına arz eder. Buna karşı cevv-i sema dahi azamet-i İlahiyeyi izhar etmek için koca koca dağları, tepeleri, dereleri ve pek çok garip ve acip şeylerin şekillerini ve sanki beyaz, siyah, kırmızı boyalarla boyanmış pamuk yığınlarını andıran bulut kafilelerini ileri sürer, nazar-ı hikmete takdim eder.
İşte bu iki alem arasındaki hayali müşabehetten dolayı, bilhassa yaz mevsimindeki bulutlar, Araplar tarafından dağlara, gemilere, bostanlara, derelere, deve kafilelerine yapılan teşbihler, üsluplar, nazar-ı belağatte pek güzel görünür. Binaenaleyh, alem-i ulvi ile alem-i süfli arasındaki ve dolayısıyla bulutlarla dağlar arasındaki müşabehet ve münasebete binaen, -1- ayet-i kerimesinin mana-yı beliğanesi, "Dağların büyüklüğünde, dolunun renginde bulunan semadaki bulutlardan yağmurları inzal ediyoruz" demektir.
Bu güzel ve belağatçe makbul, akıl ve mantığa mutabık mana dururken, ayetin zahirine yapışıp, "beş yüz senelik mesafeden iki dakikalık bir zaman zarfında yağmuru cirm-i semadan yeryüzüne indirmek" gibi sakat bir manaya zahip olmak, kar-ı akıl değildir. Hem hikmet ve iktisat ve adem-i abesiyet, bu yanlış zehabı reddeder.
Yolcuların gecesinin korkunç olduğunu göstermek için zikredilen -2- ’deki -3- ’nin takdimi, o musibetli gecenin şiddet-i zulmetinden dehşet alanlarca, güya çok gecelerin zulmetleri toplanıp, o gecenin zulmetine inzimam etmiş olduklarına işarettir.
Sual : ’deki zamirin ’ e raci olmasından, yağmurun zarf, zulmetin mazruf olduğu anlaşılır. Halbuki kaziye makusedir; yağmur zulmetin içindedir.
1 Nur Suresi: 43.
2 Onda karanlıklar vardır.
3 Onda vardır.
Elcevap : Yağmurun kesretinden dehşet alan yolcuların zannıyla güya şu boşluk yağmurla dolu bir havuzdur. Ve o zulmetin zerreleri de o yağmurun katreleri arasına dağılmıştır. İşte böyle bir zanna binaen, yağmur zarf, zulmet mazruf olabilir.
* kelimesinin cem sigasıyla zikri ise, bulutların hem karanlıklarından, hem kesafetlerinden, hem karanlık ve kesafet, amm olduğundan, hem yağmurun katrelerinin kesafetlerinden hasıl olan müteaddit zulmetlere işarettir. Tenkiri ve meçhuliyeti ifade eden zulümattaki tenvin, yolcularca hakikatleri meçhul birtakım zulmetler olduğuna işarettir. Demek o tenvin, yolcuların ilmine perde olarak bir zulmeti daha ilave etmiştir. O halde bu tenvin, yolcuların gözlerine perde olan zulümata bir tekittir.
Yani, gök gürültüsüyle şimşek, Cenab-ı Hakkın azametine ve kudretine delalet eden pek aşikar iki ayettir ki, alem-i gaybdan, bulutların idare ve tedvirlerine müekkel ve nizam ve intizam kanunlarının mümessilleri ve memurları olan meleklerin yed-i salahiyetlerine verilmiştir.
Sonra müsebbebatın esbapla zahirde bağlı olduğuna binaen, bulutlar, havada münteşir olan buhar-ı maiden izn-i İlahi ile teşekkül ederler. Bu bulutların hikmet-i Rabbaniye ile bir kısmı menfi elektriği hamildir, bir kısmı da müsbet elektriği hamiledir. Bu kısımlar birbirine yaklaşıp, aralarında müsademe hasıl olduğunda, irade-i Halık ile berk tevellüd eder. Bulutların bir kısmı hücum, bir kısmı da firar ettikleri zaman, aralarında havasız kalan yerleri doldurmak için emr-i Rabbani ile tabakat-ı havaiye hareketle heyecana geldiğinde ra’d sadası, yani gök gürültüsü meydana gelir. Fakat bu hallerin cereyanı bir nizam ve bir kanun altında olur ki, o nizamı ve o kanunu temsil eden, ra’d ve berk melekleridirler.
Sual : Ra’d ve berkin kelimesine atıflarından anlaşılır ki, bunların zarfı yağmurdur. Halbuki zarfları buluttur, yağmur değildir.
Elcevap : Dehşetinden bayılmış olan samice, o yağmurun herşeyi ihata etmiş olduğu zannedildiğine göre, ra’d ve berk de yağmurun içine aldığı şeylere dahildir.
Sual : Zulümatın aksine, ra’d ve berkin müfred sigasıyla zikirleri neye işarettir?
Elcevap : Yolcuların en çok nazar-ı hayretlerini celb eden, semavatın bağırmasıyla mevcudatı ani olarak ışıklandırmasıdır. Bunlar ise mana-yı masdaridir. Mana-yı masdari müfred olur, fert ile ifade edilir. Ve keza ra’d olsun, berk olsun,
* Karanlıklar.
semavi ayetlerden efradı pekçok birer nevidirler. Burada onlardan maksat nevileridir, efradları değildir. Onun için müfred olarak zikredilmişlerdir.
Sual : Ra’d ve berkteki tenvin neye işarettir?
Elcevap : Ya mahzuf bir sıfata ıvazdırlar; takdir-i kelam rad-ı kasif(pek gürleyen), berk-i hatıf(göz kamaştıran) demektir. Yahut ra’d ve berkin nekre ve meçhuliyetlerini ifade içindir. Çünkü yolcular gözlerini yummuş, kulaklarını tıkamış olduklarından, ra’d ve berki olduğu gibi görmüş ve tamamıyla işitmiş değillerdir ki, onları hakkıyla bilsinler.
-1-
Bu cümle müste’nifedir. Yani makabliyle bağlı değildir. Ancak mukadder bir suale cevaptır. Şöyle ki:
Vaktaki sami şu ikinci kıssa-i temsiliyeyi işitti; şüphesiz, musibetin keyfiyetini anlamak için şiddetli bir meyli uyandı. Vakta ki Kur’an-ı Kerimin tasvirinden malumat aldı; musibetzede olan yolcuların da hallerini ve o musibete karşı ne yaptıklarını anlamak istedi. Kur’an-ı Kerim -2- demekle, onları kurtaracak bir melce kalmadığına ve (necat bulmak hülyasıyla denizde ellerini otlara uzatan boğulanlar gibi) semavi top ve mancınıklardan kurtulmak için kulaklarını tıkamaktan maada çareleri kalmadığına işaret etmiştir.
Sual : Makamın iktizası hilafına -3- ’nin yerine -4- kullanılması neye binaendir?
Elcevap : Yolcular necatlarını intaç edecek hakiki sebepleri arayıp bulmaktan meyus olduktan sonra kulaklarını tıkamak gibi ca’li ve zanni şeylere müracaat etmek mecburiyetinde kaldıklarına işarettir.
Sual : Geçen vak’aları zaman-ı hale ihtar için kullanılan muzari sigasıyla ’nin zikri neye işarettir?
Elcevap : Hayretleri arttıran şu makamın, samie verdiği dehşetten dolayı yolcuların hadisesini-velev hayali olsun-görmek arzusunda bulunan samiin arzusunu tatmin için siga-yı muzari ile geçen o vak’a, zaman-ı hale getirilerek samiin hayaline tasvir edilmiştir. Ve keza, muzari sigası, ikide bir kesilip tazelenmekle
1 Şimşeklerin çakmasıyla ölmek korkusundar parmaklarını kulaklarına sokarlar.
2 Parmaklarını kulaklarına sokarlar.
3 İdhal edenler.
4 Koyarlar.
beraber istimrarı ve devamı iktiza eder. Ve bunun istimrarından bulutun gürültüsünün de devamını ima vardır.
-1-
Kulaklara sokulabilen ancak parmak uçları iken, burada parmak manasında olan in kullanılması, onların hayret ve dehşetlerinden dolayı son derece şaşkınlıklarına işarettir.
-2-
Bu kelam ra’dın sadasından onların uğradıkları öyle bir şiddet-i havfe işarettir ki, eğer ra’d onların kulaklarının penceresinden içeri girecek olursa derhal ruhları ağızlarının kapısından dışarı kaçacaktır. Ve keza, bu kayıtta çok güzel ve latif bir ima vardır ki:
Vakta ki onlar kendilerine edilen nasihatleri ve nida-yı hakkı, kulaklarını açıp içerisine almadılar; semavat cihetinden kulaklarının cephesi ra’d ve berkin top ve mancınıklarına tutuldu. Onlar o zaman hayır için tıkadıkları kulaklarını şimdi de şer ve azap için tıkamaya mecbur oldular. -3-
Evet, sirkat elle yapıldığından, el kesilir. Fena sözler ağızla söylendiğinden, ağıza vurulur. Öyleler de nedamet için sağ elini ağzına ve hacalet için sol elini gözlerine korlar.
Bu makamda ra’d ve berkin yolculara zarar vermekte müttehid olduklarına işareten, yalnız berkin sıfatı olan saikanın zikriyle iktifa edilerek ra’dın sıfatı terk edilmiştir. Fakat saika şiddetli bir savtla yakıcı bir ateşten ibaret olduğu cihetle, ra’dın gürültüsünü de tazammun etmiş bulunuyor. Bu itibarla ra’dın sıfatı da zikredilmiş demektir.
Yani, yolcuların saikalara karşı parmaklarıyla yaptıkları o gülünç müdafaaları mal, evlat, eşya vesaire gibi şeylerin korkusundan değildir. Ancak canlarını Cehenneme teslim edecek olan ölümün korkusundandır. Çünkü musibetin bıçağı kemiğe dayanmıştır. Onlar sevdikleri şeylerden hiçbirisine kederlenmezler, merak etmezler. Ancak ölümü ve hıfz-ı hayatı düşünürler.
1 Parmaklarını.
2 Kulaklarına.
3 Ceza, yapılan işin cinsine göre verilir.
-1-
Bu cümlede bulunan kelimelerin birbiriyle münasebetlerine ve ifade ettikleri nüktelere gelince; aralarında münasebet bulunan iki şeyi birbirine atfeden bir alettir. Burada ise makabliyle mabadi arasında bir münasebet görünmüyor. Fakat birinci temsille ikinci temsilin arasındaki münasebete bakarak şöyle silsileli birkaç cümleyi ihtar ediyor: Onlar şenlikli olan yerlerden firar ettiler. Şehirlilikten nefret ettiler. Gecenin istirahat zamanı olduğuna dair kanuna muhalefet ettiler. Hem nasihatlere itaat etmeyerek sanki necatları çöllerdeymiş gibi sahralara düştüler. En nihayet haybet ve hüsrana uğrayarak her taraftan Allah’ın belasına maruz kaldılar.
: Bu kelime-i mübareke ise, onların son ümit ve recalarının kesildiğine işarettir. Çünkü musibetzede olan bir adam, evvel ve ahir Allah’ın merhametine iltica etmekle müteselli olur. Halbuki Allah’ın kahır ve gadabına müstehak olanın elbette ve elbette necatından ümidi ve recası kesilir.
kelimesi, onları ihata eden musibetlerin, Allah’ın asar-ı azameti olduğuna işarettir. Yani, gökler, bulutlar, yağmurlar, geceler, onlara cihat-ı sitteden hücum ettikleri gibi, Allah’ın da gazap ve beliyyatı onları her taraftan ihata etmiştir. Ve keza, Allah’ın bütün kainatı ihata eden ilim ve kudreti ve bütün zerrata şamil olan emirleri göz önüne getirilirse kelimesinden şöyle bir ihtar fışkırmaya başlar: Ey kafirler! Semavat ve arzın dışarısına çıkamazsınız. Dahilde ise her nereye kaçacak olursanız olunuz, Allah, ilim ve kudretiyle her yerde hazır ve nazırdır.
-2-
Bu kelimeyi muhit lafzına bağlayan harf-i cerri, Allah’ın gadabından kaçan kafirler, yine Allah’ın gadabına rast gelip musibet oklarına hedef olduklarına işarettir. ünvanı ise üç işareti taşıyor.
1 Allah kafirleri kuşatmıştır.
2 Kafirleri
Birincisi: Temsil içerisinde mümessilleri, yani münafıkları göstermekle, samiin temsil ile meşgul olup mümesselden ve maksattan gafil olmamasını temin etmek içindir.
İkincisi: Temsil ile mümessellerin, yani yolcuların durumuyla münafıkların durumu arasında son sistemde bulunan müşabehetin kuvvetinden dolayı, birbirinin sıfatını ve yekdiğerinin lakabını ve soyadını taşıdıklarına işarettir.
Üçüncüsü: Kafirlerin kalbleri gibi, münafıkların da kalbleri zulmet ve azap içinde bulunduğuna işarettir. Zira yaptıkları cinayet ve kusurlarından dolayı, vicdanları dahi onları tazip etmekten geri kalmıyor. Evet, bizzat yaptığı cinayetin cezasını gören bir adamın vicdanı müsterih olmaz.
*
Bu cümledeki kelimelerin işgal ettikleri yerlerle münasebetleri ve herbirinin taşıdığı işaretleri ise, evvela bu cümle müste’nifedir. Yani makabliyle bağlı değildir. İstinafı ise mukadder bir suale cevaptır.
Sual : Berk, zulmetleri dağıtan ziyadar bir ateştir. Onlar onun ziyasından istifade etmediler mi?
Elcevap : Bir fayda ve bir menfaat görmeleri şöyle dursun, berkin zararından ve belasından korktular diye Kur’an-ı Kerim bu cümle ile o mukadder suale cevap vermiştir.
Kurbiyeti ve yakınlığı ifade eden kelimesinin bu cümlede delalet ettiği mana şöyledir: Gözlerini hatfedecek, yani kaptıracak ve kör edecek esbap mevcut olduğuna rağmen, her nasılsa bir maniden dolayı henüz kör olmamışlardır. Kaptırmak manasını ifade eden kelimesinde pek güzel ve latif bir belagat vardır. Şöyle ki:
Eşyanın suretlerini alıp getirmek için gözün gönderdiği ziya, esna-yı rahta eşyaya yetişmezden evvel, birden bire şimşek çakar; o şimşek kapıcı bir kuş gibi gözdeki o ziyayı alır, götürür. Veya gözün şuası, eşyanın şekillerini alıp getirirken, gecenin gözü hükmünde olan şimşek kemal-i sür’atle hücum ederek gözün elinden o şekilleri alır, götürür. Sanki, zulmeti kaldırmakla eşyayı gösteren şimşek, o bedbahtların eşyayı görmelerine razı olmadığından, onların gözlerinin şuasından o şekilleri alıp götürüyor.
* Çakan şiddetli şimşekler hemen hemen gözleri kör edecek şanındadır.
kelimesine tercihen zikredilen ünvanı, Kur’an’ın beyan ettiği kat’i bürhanlara karşı körlük gösteren münafıkların basiret ve kalblerindeki kötü niyetlerini ve amellerini yad ettirmekle teşhir etmek içindir. Zira, göz kalbin aynasıdır. Kalbin muzmeratı gözde görünür.
-1-
Bu ayeti teşkil eden kelimelerin işaretleri:
Evvela, bu cümle yine müste’nife olup, makabliyle alakadar değildir. Ancak, samiin hatırına gelen şu suali cevaplandırıyor.
Sual : Onların musibeti tebeddül ve taaddüd ettikçe, acaba her iki halette halleri nasıl oluyor?
Elcevap : "Pimşeğin ziyasıyla yolları göründüğü zaman yürürler, zulmet çöktüğü zaman dururlar" diye Kur’an-ı Kerim şu cümle ile samiin o şüphesini izale etmiştir.
Sual : -2- istiğrak ve istimrarı, yani umumiyet ve devamı ifade eden bir edattır. -3- ise ne umumiyeti ve ne devamı ifade etmez. Bu itibarla şimşeğin ziyalandırmasında ’nın, zulmetin çöktüğünde ’nın kullanılması neye binaendir?
Elcevap : Onların ziyaya fazlaca hırs ve ihtiyaçları olduğu için en az bir ziyayı bile fırsat bilip kaçırmak istemediklerine işareten ziya üzerinde istimal edilmiştir.
Sebebiyet ve menfaate delalet eden -4- ’deki harfinden anlaşılır ki, bayılmak üzere olan bir musibetzede nefsine ait şeylerden maada hiçbir şeyi düşünmez. Hatta kudret-i İlahiyenin binlerle hikmetleri için kainatta neşrettiği ziyanın menfaati, tamamen kendisine ait olduğunu ve kendisi için gönderildiğini zanneder.
1 Onlar, şimşeklerin çaktığı ve etraf aydınlandığı zaman yürürler, karanlık çöktüğü vakit dururlar.
2 Her defasında.
3 Zaman.
4 Kendilerine ışık verdi.
Ziyanın adem-i devamı yüzünden sür’atli bir yürüyüşle yollarına devam etmeleri mukteza-yı hal ve makam iken, süratsiz, adi bir yürüyüş ifade eden * tabiri, musibetin şiddetinden neş’et eden zafiyet yüzünden, sür’at-i seyre kadir olamadıklarına işarettir.
Sual : İnsanlar yerde yürüdükleri gibi, onların da yürümeleri yerde olmalıdır. Halbuki ’deki zamirin ziyaya raci olması cihetiyle, onların yürümeleri ziyada olduğu anlaşılır.
Elcevap : Onların ziya haricinde yürümeleri mümkün olmadığı için, sanki mesafeleri ve medar-ı hareketleri yalnız ziyaya münhasırdır.
’deki yolcuların evvelce gördükleri zulmet musibetini tazelemek için ikinci bir zulmet daha atıf ve ilave edildiğine işarettir. nın ifade ettiği cüz’iyet ve kıllet ise, yolcuların zulmete karşı besledikleri nefret ve gösterdikleri körlük şiddetinden, fikren zulmeti düşünmediklerine, ancak aleddevam ziya için bir fırsat beklerlerken, birden bire zulmetin hücumuna maruz kaldıklarına işarettir.
’nin berke olan isnadı, berkin ziyasından sonra hücum eden zulmetin, başka zulmetlerden şedit olduğuna işarettir. Ve keza, musibetzede olan yolcuların tahayyüllerine göre, güya berkin ziyasından sonra şu boşluğu dolduran zulmetler hep berk ateşinin sönmesinden meydana gelen dumanlar olduğuna da hayali bir imadır.
Zarar için kullanılan ’deki kelimesi, zulmet musibetinin tesadüfi olmayıp, ancak onların ceza-yı amelleri olduğuna işarettir. Ve musibetzede olan yolcuların, şu boşluğu dolduran zulmetler ve bütün insanlar içerisinden onları kast ve onlara zarar vermek için gönderilmiş olduklarını tahayyül ettiklerine bir remizdir.
Zulmet çöktüğü vakit sükunetle durup depreşmemeleri icap ederken, "ayağa kalktılar" manasını ifade eden tabiri, musibetin şiddetinden ve musibetle çok uğraştıklarından, rüku vaziyetini andıran bellerinde bir tekavvüs peyda olduğuna ve zulmetin ani hücumundan tiksinerek ayağa kalkıp kaçanlar gibi, bellerini doğrulttuklarına işarettir.
* Yürürler.
*
Bu cümledeki kelimelerin işaretlerine gelince:
Evvelki cümlelerde gözlerini kör, kulaklarını sağır etmek şanında olan esbap zikredildikten sonra, bu cümlede müsebbebatı, meşiet-i İlahiye ile bağlar.
Sonra, evvelki cümlelere atfeden harfi, esbabın perdesi altında tasarruf eden ve bütün esbap ve illetler üzerinde murakebe eden bu kudretin, ancak nazar-ı hikmet olduğuna işarettir.
: Bu kelimenin tazammun ettiği kıyas-ı istisnai şöyle tasvir edilebilir: Meşiet-i İlahiyenin olmaması; zehab-ı sem’ ve basarın olmamasına illettir. Zehab-ı sem’ ve basarın olmaması da meşietinin olmadığını bildirmeye bir delil ve bir illettir. Ve keza meşiet-i İlahiyeden maada bütün esbap tekemmül etmiş de olsa, ancak meşiet-i İlahiyenin taallukuyla göz ve kulaklarının işi bitmiş olacağına işarettir.
tabiri, müsebbebatı esbapla bağlayan, meşiet ve irade-i İlahiye olduğuna delalet eder. Öyleyse tesir kudretindir. Esbap ise, kudretin, nazar-ı zahiride umur-u hasise ile mübaşereti görünmemesi için vaz edilmiş perdelerdir.
Lafz-i Celalinin sarahatle zikri, halkı fazlaca esbaba ehemmiyet vermekten zecir ve men etmekle, esbabın perdesi altında tasarruf eden yed-i Kudreti görmeye fikirleri davet eder.
fiilinin bir mef’ul ile takyid edilmeyerek mutlak bırakılması, meşiet ve irade-i İlahiyenin kainatın ahvalinden müteessir olmadığına ve mevcudatın sıfat-ı İlahiyeye tesirleri bulunmadığına işarettir. Yani, beşerin iradesi ve sair sıfatları, mevcudatın hüsün ve kubuh, büyüklük ve küçüklük gibi ahvalinden müteessir olduğu gibi, sıfat-ı İlahiye müteessir olmaz. Sıfat-ı İlahiyeye göre hepsi müsavidir.
Götürmek manasını ifade eden ’den anlaşılıyor ki, esbap müsebbebat üzere musallat ve müstevli değildir. Yani, esbabın irtifaı zamanında, esbapla bağlı ve kaim olan müsebbebatın adem deryasına düşmesi ihtimali yoktur. Ancak, esbabın arkasında hazır bulunan yed-i kudret o müsebbebatı hıfz eder. Ve hikmet-i İlahiye muvazene ve nizam kanunu mucibince başka mevkilere gönderir, ihmal etmez. Evet, hararet suyu kaynatmakla suyun bünyesini tahrip ettiği zaman, o tahrip
* Eğer Allah murad etse idi, onların kulaklarının ve gözlerinin nurlarını götürdü.
neticesi vücuda gelen buhar ademe gitmez, belki nizamat-ı havaiye mucibince muayyen bir mecraya sevkedilir ve muayyen bir mevkie çıkar, emr-i İlahiyeye intizaren orada durur.
Ve keza, tabirinden anlaşılır ki, havass-ı hamse denilen duygular, sağır, kör, camid tabiattan neş’et etmiş değildirler. Ancak o duygular, Cenab-ı Haktan ihsan edilen hediyelerdir. Yalnız göz, kulak tabirleri adi birer isimdirler.
Ve keza, ’nin harf-i cer olan ile beraber gelmesinden anlaşılıyor ki, müsebbebat esbaptan ayrıldığı zaman başıboş bırakılmaz, yine bir nizam altına alınır. Çünkü "beraberce götürmek" manasını ifade eder. Beraber götürülen birşey sahipsiz, başıboş bırakılmaz.
İhtar : Sem’in müfred olarak, basarın cem olarak zikirleri işitilen bir, görünen çok olduğuna işarettir. Evet, söylenilen sözler birer birer kulağa girer, öyle işitilir. Fakat çok şeyler bir defa bakmakla göze görünür.
*
Bu cümledeki nükteler ve işaretler:
Evvela, bu cümle münafıkları ve yolcuları istila eden dehşetin hakikat olduğuna bir fezleke ve bir hülasadır. Ve bu hülasadan anlaşılır ki, yolcuların ahvali, münafıkların ahvalini tamamıyla temsil ettiği ve herbir halleri yolcuların hallerinde göründüğü gibi, herbir zerrede ve herbir halde kudret-i İlahiyenin tasarrufu görünür.
Tahkiki ifade eden dahil olduğu hükmün sabit ve sarsılmaz hakikatlerden olduğuna delalet ettiği gibi, meselenin azametini ve vüs’atini ve dikkatini ve nev-i beşerin bu gibi meselelerde aciz, zayıf ve kasır olduğunu remzen gösteriyor. Çünkü bu gibi yakini meselelerde tereddüdü intaç eden, ancak vehimlerdir. Vehimleri tevlit eden zafiyet, acz, kusurdur; bunlar ise insanın tıynetiyle yoğrulmuş sıfatlardır.
Lafza-i Celalinin burada sarahaten zikredilmesi, bu cümledeki hükmü ispat eden delile işarettir. Çünkü bütün mevcudat, taht-ı tasarrufunda ve daire-i şumulünde bulunan kudret, sair sıfatlar gibi Uluhiyetin lazimesidir.
* Şüphesiz Allah herşeye kadirdir.
kelimesinden anlaşılır ki, ademden eşyayı çıkaran kudret, o eşyayı mühmel ve başıboş bırakmaz. Ancak hikmetin murakabesi ve nezareti altında terbiye eder ve ettirir.
edatından anlaşılır ki, esbabın bütün eserleri ve hasıl-ı bilmasdar denilen ef’al-i ihtiyariyeye terettüp eden eserler, tamamen kudrete bağlıdır. Mevcuda ve mevcudata, neş’et ettiğine nazaran tabirinden anlaşılır ki, eşya vücuda geldikten sonra da Saniden alakası kesilmez. Vücudun tekerrüründen ibaret olan bekaları için daima Sanie muhtaçtırlar.
kelimesinin bedel, sübut ve devamı ifade eden sigasından anlaşılır ki, kudret, makdurat nisbetinde olmayıp, kudretin daire-i tasarrufu pek geniştir. Hem kudret zatiyedir, tagayyürü kabul etmez. Hem aynı zamanda kudret lazimedir, ziyade ve noksan olmaz. Hem kudret, Rezzak, Gaffar, Muhyi, Mümit gibi sıfat-ı fiiliyenin mercii ve mizanıdır.
• • •
Yani, "Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelkileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki, takva mertebesine vasıl olasınız. Ve yine Rabbinize ibadet ediniz ki, arzı size döşek, semayı binanıza dam yapmış ve semadan suları indirmiş ki, sizlere rızık olmak üzere yerden meyve ve sair gıdaları çıkartsın. Öyleyse, Allah’a misil ve şerik yapmayınız. Bilirsiniz ki, Allah’tan başka mabud ve halıkınız yoktur."
Mukaddeme
Akaidi ve imani hükümleri kavi ve sabit kılmakla meleke haline getiren, ancak ibadettir. Evet, Allah’ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibadetle, vicdani ve akli olan imani hükümler terbiye ve takviye edilmezse, eserleri ve tesirleri zayıf kalır. Bu hale, alem-i İslamın hal-i hazırdaki vaziyeti şahittir.
Ve keza, ibadet, dünya ve ahiret saadetlerine vesile olduğu gibi, maaş ve maade, yani dünya ve ahiret işlerini tanzime sebeptir ve şahsi ve nev’i kemalata vasıtadır ve Halıkla abd arasında pek yüksek bir nisbet ve şerefli bir rabıtadır.
İbadetin dünya saadetine vesile olduğunu izah eden cihetler:
• Birisi: İnsan, bütün hayvanlardan mümtaz ve müstesna olarak, acip ve latif bir mizaçla yaratılmıştır. O mizaç yüzünden, insanda çeşit çeşit meyiller, arzular meydana gelmiştir. Mesela, insan, en müntehap şeyleri ister, en güzel şeylere meyleder, ziynetli şeyleri arzu eder, insaniyete layık bir maişet ve bir şerefle yaşamak ister.
Bakara Suresi: 21-22.
Şu meyillerin iktizası üzerine, yiyecek, giyecek ve sair hacetlerini istediği gibi, güzel bir şekilde tedarikinde çok san’atlara ihtiyacı vardır. O san’atlara vukufu olmadığından, ebna-yı cinsiyle teşrik-i mesai etmeye mecbur olur ki, herbirisi, semere-i sa’yiyle arkadaşına mübadele suretiyle yardımda bulunsun ve bu sayede ihtiyaçlarını tesviye edebilsinler.
Fakat insandaki kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye, kuvve-i akliye Sani tarafından tahdit edilmediğinden ve insanın cüz-ü ihtiyarisiyle terakkisini temin etmek için bu kuvvetler başıboş bırakıldığından, muamelatta zulüm ve tecavüzler vukua gelir. Bu tecavüzleri önlemek için, cemaat-i insaniye, çalışmalarının semerelerini mübadele etmekte adalete muhtaçtır.
Lakin her ferdin aklı, adaleti idrakten aciz olduğundan, külli bir akla ihtiyaç vardır ki, fertler, o külli akıldan istifade etsinler. Öyle külli bir akıl da ancak kanun şeklinde olur. Öyle bir kanun, ancak şeriattır.
Sonra, o şeriatın tesirini, icrasını, tatbikini temin edecek bir merci, bir sahip lazımdır. O merci ve o sahip de ancak peygamberdir.
Peygamber olan zatın da, zahiren ve batınen halka olan hakimiyetini devam ettirmek için, maddi ve manevi bir ulviyete ve bir imtiyaza ihtiyacı olduğu gibi, Halıkla olan derece-i münasebet ve alakasını göstermek için de bir delile ihtiyacı vardır. Böyle bir delil de ancak mucizelerdir.
Sonra, Cenab-ı Hakkın emirlerine ve nehiylerine itaat ve inkıyadı tesis ve temin etmek için, Saniin azametini zihinlerde tesbit etmeye ihtiyaç vardır. Bu tesbit de, ancak akaid ile, yani ahkam-ı imaniyenin tecellisiyle olur. İmani hükümlerin takviye ve inkişaf ettirilmesi, ancak tekrarla teceddüd eden ibadetle olur.
• İkincisi: İbadet, fikirleri Sani-i Hakime çevirttirmek içindir. Abdin Sani-i Hakime olan teveccühü, itaat ve inkıyadını intaç eder. İtaat ve inkıyad ise, abdi intizam-ı ekmel altına ithal eder. Abdin intizam altına girmesiyle ve nizama ittiba etmesiyle, hikmetin sırrı tahakkuk eder. Hikmet ise, kainat sayfalarında parlayan san’at nakışlarıyla tebarüz eder.
• Üçüncüsü: İnsan, santral gibi, bütün hilkatın nizamlarına ve fıtratın kanunlarına ve kainattaki nevamis-i İlahiyenin şualarına bir merkezdir. Binaenaleyh, insanın, o kanunlara intisap ve irtibat etmesi ve o namusların eteklerine yapışıp temessük etmesi lazımdır ki, umumi cereyanı temin etsin. Ve tabakat-ı alemde deveran eden dolapların hareketlerine muhalefetle o dolapların çarkları altında ezilmesin. Bu da, ancak o emir ve nevahiden ibaret olan ibadetle olur.
• Dördüncüsü: Emirleri imtisal, nehiylerden içtinap etmek sayesinde, bir fert, heyet-i içtimaiyede çok mertebelerle nisbet peyda eder ve alakadar olur. Bilhassa ahkam-ı diniye ve mesalih-i umumiye hususunda, bir fert, bir nevi hükmüne geçer. Yani, pek çok hukuklar, haysiyetler, irşadlar, talimler, ıslahlar gibi vazifeler, bir şahsa yüklenir. Eğer o emri imtisal, nevahiden içtinap eden o şahıs olmasa, o vazifeler tamamen payimal olur.
Beşincisi: İnsan, İslamiyet sayesinde, ibadet saikasıyla bütün Müslümanlara karşı sabit bir münasebet peyda eder ve kavi bir irtibat ve bağlılık elde eder. Bunlar ise, sarsılmaz bir uhuvvete, hakiki bir muhabbete sebep olur. Zaten heyet-i içtimaiyenin kemaline ve terakkisine ilk ve en birinci basamaklar, uhuvvetle muhabbettir.
İbadetin şahsi kemalata sebep olduğunun izahı:
İnsan, cismen küçük, zayıf ve aciz olmakla beraber, hayvanattan addedildiği halde, pek yüksek bir ruhu taşıyor. Ve pek büyük bir istidada maliktir. Ve hasredilmeyecek derecede meyilleri vardır. Ve gayr-ı mütenahi emeller sahibidir ve addedilemez fikirleri vardır. Ve gayr-ı mahdud şeheviye ve gadabiye gibi kuvveleri vardır. Ve öyle acaip bir yaratılışı vardır ki, sanki bütün enva ve alemlere fihriste olarak yaratılmıştır.
İşte, böyle bir insanın o yüksek ruhunu inbisat ettiren, ibadettir. İstidatlarını inkişaf ettiren, ibadettir. Meyillerini temyiz ve tenzih ettiren, ibadettir. Emellerini tahakkuk ettiren, ibadettir. Fikirlerini tevsi’ ve intizam altına alan, ibadettir. Peheviye ve gadabiye kuvvelerini had altına alan, ibadettir. Zahiri ve batıni uzuvlarını ve duygularını kirleten tabiat paslarını izale eden, ibadettir. İnsanı, mukadder olan kemalatına yetiştiren, ibadettir. Abd ile Mabud arasında en yüksek ve en latif olan nisbet, ancak ibadettir. Evet kemalat-ı beşeriyenin en yükseği, şu nisbet ve münasebettir.
İhtar : İbadetin ruhu, ihlastır. İhlas ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir fayda ibadete illet gösterilse, o ibadet batıldır. Faydalar, hikmetler yalnız müreccih olabilirler, illet olamazlar.
Kur’an-ı Kerim vakta ki -1- (ila ahir) emriyle insanları ibadete davet etti; sanki lisan-ı hal ile "Niçin ibadet yapalım? İlleti nedir?" diye sorulan suali, Kur’an-ı Kerim -2- cümleleriyle cevaplandırmak üzere Saniin vücud-u vahdetine dair bürhanları zikretmeye başladı.
1 Ey insanlar! İbadet ediniz... (Bakara Suresi: 21.)
2 Sizi yaratan Rabbine... (Bakara Suresi: 22.)
Mukaddeme
Ateşin dumana olan delaleti gibi, müessirden esere yapılan istidlale "bürhan-ı limmi" denildiği gibi; dumanın ateşe olan delaleti gibi eserden müessire olan istidlale de "bürhan-ı inni" denir. Burhan-ı inni, şüphelerden daha salimdir.
Bu ayetin, Saniin vücut ve vahdetine işaret eden delillerinden biri de, inayet delilidir. Bu delil, kainatı ve kainatın eczasını ve envaını ihtilalden, ihtilaftan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususatını intizam altına almakla kainata hayat veren nizamdan ibarettir. Bütün maslahatların, hikmetlerin, faydaların, menfaatlerin menşei, bu nizamdır. Menfaatlerden, maslahatlardan bahseden bütün ayat-ı Kur’aniye, bu nizam üzerine yürüyor ve bu nizamın tecellisine mazhardır. Binaenaleyh, bütün mesalihin, fevaidin ve menafiin mercii olan ve kainata hayat veren bir nizam, elbette ve elbette bir Nazımın vücuduna delalet ettiği gibi, o Nazımın kast ve hikmetine de delalet etmekle, kör tesadüfün vehimlerini nefyeder.
Ey insan! Eğer senin fikrin, nazarın şu yüksek nizamı bulmaktan aciz ise ve istikra-i tam ile, yani umumi bir araştırmayla da o nizamı elde etmeye kadir değilsen, insanların telahuk-u efkar denilen fikirlerinin birleşmesinden doğan ve nev-i beşerin havassı (duyguları) hükmünde olan fünunla kainata bak ve sayfalarını oku ki, akılları hayrette bırakan o yüksek nizamı göresin.
Evet, kainatın herbir nev’ine dair bir fen teşekkül etmiş veya etmektedir. Fen ise kavaid-i külliyeden ibarettir. Kaidenin külliyeti ise, nizamın yüksekliğine ve güzelliğine delalet eder. Zira nizamı olmayanın, külliyeti olamaz.
Mesela, "Her alimin başında beyaz bir amame var." Külliyetle söylenilen şu hüküm, ulema nev’inde intizamın bulunmasına bakar. Öyleyse, umumi bir teftiş neticesinde fünun-u kevniyeden herbirisi, kaidelerinin külliyetiyle kainatta yüksek bir nizamın bulunmasına bir delildir. Ve herbir fen nurlu bir bürhan olup, mevcudatın silsilelerinde salkımlar gibi asılıp sallanan maslahat semerelerini ve ahvalin değişmesinde gizli olan faydaları göstermekle Saniin kast ve hikmetini ilan ediyorlar. adeta vehim şeytanlarını tard etmek için herbir fen, birer necm-i sakıptır. Yani, batıl vehimleri delip yakan birer yıldızdırlar.
Ey arkadaş! O nizamı bulmak için umum kainatı araştırmaktansa, şu misale dikkat et, matlubun hasıl olur.
Gözle görünmeyen bir mikrop, bir hayvancık, küçüklüğüyle beraber pek ince ve garip bir makine-i İlahiyeyi havidir. O makine mümkinattan olduğundan, vücut ve ademi, mütesavidir. İlletsiz vücuda gelmesi muhaldir. O makinenin bir illetten vücuda geldiği zaruridir. O illet ise, esbab-ı tabiiye değildir. Çünkü o makinedeki ince nizam, bir ilim ve şuurun eseridir. Esbab-ı tabiiye ise, ilimsiz, şuursuz, camid şeylerdir. Akılları hayrette bırakan o ince makinenin esbab-ı tabiiyeden neş’et ettiğini iddia eden adam, esbabın herbir zerresine
Eflatun’un şuurunu, Calinos’un hikmetini ita etmekle beraber, o zerrat arasında bir muhaberenin de mevcut olmasını itikad etmelidir. Bu ise, öyle bir safsata ve öyle bir hurafedir ki, meşhur sofestaiyi bile utandırıyor.
Maahaza, esbab-ı maddiyede esas ittihaz edilen kuvve-i cazibeyle kuvve-i dafianın inkısama kabiliyeti olmayan bir cüzde birlikte içtimaları iltizam edilmiştir. Halbuki bunlar birbirlerine zıt olduklarından, içtimaları caiz değildir. Fakat, cazibe ve dafia kanunlarından maksat, "adetullah" ile tabir edilen kavanin-i İlahiye ise ve tabiatla tesmiye edilen şeriat-ı fıtriye ise, caizdir. Lakin, kanunluktan tabiata, vücud-u zihniden vücud-u hariciye, umur-u itibariyeden umur-u hakikiyeye alet olmaktan müessir olmaya çıkmamak şartıyla makbuldür. Aksi takdirde caiz değildir.
Ey arkadaş! Misal olarak gösterdiğim o küçük hurdebini hayvancığın, yani mikrobun büyük fabrikasındaki nizam ve intizamı aklınla gördüğün takdirde başını kaldır, kainata bak. Emin ol ki, kainatın vuzuh ve zuhuru nisbetinde o yüksek nizamı, kainatın sayfalarında pek zahir ve okunaklı bir şekilde görüp okuyacaksın.
Ey arkadaş! Kainatın sayfalarında "delilü’l-inaye" ile anılan nizama ait ayetleri okuyamadıysan, sıfat-ı kelamdan gelen Kur’an-ı Azimüşşanın ayetlerine bak ki, insanları tefekküre davet eden bütün ayetleri, şu delilü’l-inayeyi tavsiye ediyorlar. Ve nimetleri ve faydaları sayan ayetler dahi, delilü’l-inaye denilen o yüksek nizamın semerelerinden bahsediyorlar. Ezcümle, bahsinde bulunduğumuz şu ayet -1- cümleleriyle, o nizamın faydalarını ve nimetlerini koparıp insanlara veriyorlar.
Delil-i İhtirai: Mezkur ayetin Saniin vücut ve vahdetine işaret eden delillerinden biri de -2- cümlesiyle işaret ettiği delil-i ihtiraidir. Delil-i ihtirainin hülasası şöyle izah edilebilir:
Cenab-ı Hak, hususi eserlerine menşe ve kendisine layık kemalatına mehaz olmak üzere her ferde ve her nev’e has ve müstakil bir vücut vermiştir. Ezel cihetine sonsuz olarak uzanıp giden hiçbir nevi yoktur. Çünkü bütün enva, imkandan vücut dairesine çıkmamışlardır. Ve teselsülün de batıl olduğu meydandadır. Ve alemde görünen şu tagayyür ve tebeddül ile bir kısım eşyanın hudusu, yani yeni vücuda geldiği de gözle görünüyor. Bir kısmının da hudusu, zaruret-i akliye ile sabittir. Demek, hiçbir şeyin ezeliyeti cihetine gidilemez.
1 O rabbiniz ki, yeryüzünü size bir döşek, gökyüzünü bir kubbe yaptı. Gökten de size bir su indirip onunla türlü meyvelerden ve mahsullerden size rızık ve sair gıdaları çıkardı.(Bakara Suresi:21.)
2 O Rabbiniz ki, sizi sizden öncekileri yaratmıştır. (Bakara Suresi: 21.)
Ve keza ilmü’l-hayvanat ve ilmü’n-nebatatta ispat edildiği gibi, envaın sayısı ikiyüzbine baliğdir. Bu neviler için birer "adem" ve birer evvel-baba lazımdır. Bu evvel-babaların ve ademlerin daire-i vücutta olmayıp ancak mümkinattan olduklarına nazaran, behemehal vasıtasız, kudret-i İlahiyeden vücuda geldikleri zaruridir. Çünkü bu nevilerin teselsülü, yani sonsuz uzanıp gitmeleri batıldır. Ve bazı nevilerin başka nevilerden husule gelmeleri tevehhümü de batıldır. Çünkü, iki neviden doğan nevi, alelekser ya akimdir veya nesli inkıtaa uğrar, tenasül ile bir silsilenin başı olamaz.
Hülasa: Beşeriyet ve sair hayvanatın teşkil ettikleri silsilelerin mebdei, en başta bir babada kesildiği gibi, en nihayeti de son bir oğulda kesilip bitecektir.
Evet, şuursuz, ihtiyarsız, camid, basit olan esbab-ı tabiiyenin bütün akılları hayrette bırakan o enva silsilelerinin icadına kabiliyeti olduğu, daire-i imkandan hariçtir.
Ve keza, kudret mucizelerinden birer nakş-ı garip ve birer san’at-ı acip taşıyan o envaın ihtiva ettikleri efradın da, ihtira ve yaratılışlarını o esbaba isnad etmek, yalnız bir muhalin değil, muhalatın en hurafesidir. Binaenaleyh, o silsileleri teşkil eden enva ile efrad, hudus ve imkan lisanıyla, Halıklarının vücub-u vücuduna kat’i bir şehadetle şehadet ediyorlar.
Sual : Bütün silsilelerin Halıkın vücub-u vücuduna kat’i şehadetleri gözönünde olduğu halde, bazı insanların maddeyle, maddenin hareketinin ezeliyeti cihetine zahip olmakla dalalete düştüklerinin esbabı nedendir?
Cevap : Kasıt ve dikkatle değil, sathi ve dikkatsiz bir nazarla, muhal ve batıla, mümkün nazarıyla bakılabilir. Mesela, bir bayram akşamı, gökte ay ve hilali arayanlar içinde ihtiyar bir zat da bulunur. Bu zat, gökteki hilali görmek için bütün kasıt ve dikkatiyle nazarını göğe tevcih edip hilali araştırmakla meşgul iken, gözünün kirpiklerinden uzanan ve gözünün hadekası üzerine eğilen beyaz bir kıl nasılsa gözüne ilişir. O zat, derhal "Hilali gördüm" der, "İşte bu gördüğüm aydır!" diye hükmeder.
İşte, sathi ve dikkatsiz nazarlar bu gibi hatalara düştükleri gibi, yüksek bir cevhere ve mükerrem bir mahiyete malik olan insan, kastı ve dikkatiyle daima hak ve hakikati ararken, bazan sathi ve dikkatsiz bir nazarla batıla bakar. O batıl da; ihtiyarsız, talepsiz, davetsiz fikrine gelir. Fikri de çar-naçar alır saklar, yavaş yavaş kabul ve tasdikine de mazhar olur. Fakat onun o batılı kabul ve tasdiki, bütün hikmetlerin mercii olan nizam-ı alemden gaflet etmesinden ve maddeyle hareketinin ezeliyete zıt olduğuna körlük gösterdiğinden ileri gelmiştir ki, şu garip nakışları ve acip san’at eserlerini esbab-ı camideye isnad etmek mecburiyetiyle o dalaletlere düşmüşlerdir.
Hüseyin-i Cisri’nin dediği gibi, asar-ı medeniyetle müzeyyen ve bütün ziynetlere müştemil bir eve giren bir adam, ev sahibini göremediğinden, o ziyneti, o esasatı, tesadüfe ve tabiata isnad etmeye mecbur olmuştur.
Kezalik, nizam-ı alemdeki bütün hikmetlerin, faydaların tam bir ihtiyara ve şamil bir ilme ve kamil bir kudrete yaptıkları şehadetten gaflet eden gafiller, sathi nazarlarınca, tesir-i hakikiyi esbab-ı camideye vermeye mecbur kalmışlardır.
Ey arkadaş! Cenab-ı Hakkın pek ince asar-ı san’atından ve pek yüksek acaib-i kudretinden sarf-ı nazar ederek yalnız tabiat denilen şu asar ve esbabdan en zahir olan in’ikas ve irtisam keyfiyetine bak. Mesela, bir aynayı semaya karşı tuttuğun zaman, semayı, irtifaıyla, nakışlarıyla, yıldızlarıyla celb edip aynada in’ikas ve irtisam ettiren illet-i müessirenin, aynanın yüzündeki hasiyet olduğuna kanaat hasıl edebilir misin? Haşa! Veyahut hakikatte bir emr-i vehmiden ibaret olan cazibe-i umumiyenin, arz ile yıldızları şu boşlukta muntazam tahrik ve tedbirine illet-i müessire olarak telakki ve kabul edebilir misin? Haşa! Bunlar ancak şart ve sebep olabilirler, illet-i müessire olamazlar.
Hülasa: İnsan sathi ve gayr-ı kasti bir nazarla batıl ve muhal birşeye baktığı zaman, hakiki illetini bulamadığı takdirde, çar-naçar sıhhatine veya inkarına kail olmakla kabul etmesi ihtimali vardır. Fakat, talip ve müşteri sıfatıyla kasten ve bizzat dikkatle bakacak olursa, onların hikemiyat dedikleri o batıl meselelerden hiçbirisini de kabul etmez. Ancak, bütün siyasilerin hikmetini ve hükemanın akıllarını zerrelerde farz etmekle eblehane kabul eder.
Sual : Onların daima iftiharla bahsettikleri tabiat, nevamis ve kuva nedir ki, kendilerini onlarla iknaa çalışıyorlar?
Cevap : Tabiat dedikleri şey, bir matbaadır, tabi’ değildir. Tabi’, ancak kudrettir. Kanundur, kuvvet değildir. Kuvvet, ancak kudrettedir. Yahut, nasıl ki bildiğimiz şeriat, insanlardan sudur eden ef’al-i ihtiyariyeyi bir nizam ve bir intizam altına alıp tahdit eden kaidelerin hülasasıdır veya devletin işlerini tanzim eden nizamların, düsturların, kanunların mecmuasıdır. Kezalik, tabiat denilen şey de, alem-i şehadetin uzuvlarından ve eczalarından sudur eden ef’al arasında bir nizam ve bir intizamı ika eden İlahi bir şeriat-ı fıtriyedir. Binaenaleyh, şeriat ile devlet nizamı, makul ve itibari emirlerden oldukları gibi, tabiat dahi itibari bir emir olup, hilkatte, yani yaratılışta cari olan adetullahtan ibarettir.
Amma tabiatın bir mevcud-u harici olduğunu tevehhüm etmek, bir fırka askerin, idman ve talim esnasında yaptıkları o muntazam hareketlerini gören bir vahşinin, "Aralarındaki o nizamı idare edip birbiriyle bağlayan ip gibi birşey mevcuttur" diye vahşice ettiği vehme benzer. Binaenaleyh, vicdanı ve aklı vahşi olan bir adam, sathi ve tebei bir nazarla devam ve istimrarını muhafaza eden tabiatın müessir bir mevcud-u harici olduğuna ihtimal verebilir.
Hülasa: Tabiat, Allah’ın san’atı ve şeriat-ı fıtriyesidir. Nevamis ise, onun meseleleridir. Kuva dahi, o meselelerin hükümleridir.
Tevhide geçiyoruz:
Kur’an-ı Kerim, Saniin vahdetine dair delillerden hiçbir şey terk etmemiştir. Bilhassa, "Arz ve semada Allah’tan başka ilahlar olmuş olsa idiler, şu görünen intizam fesada uğrardı" manasında olan, -1- ayetinin tazammun ettiği "bürhanü’t-temanü’" Saniin vahid ve müstakil olduğuna kafi bir delildir. Ve istiklaliyet, uluhiyetin zati bir hassası ve zaruri bir lazımı olduğuna nurlu bir bürhandır.
Ey arkadaş! Bahsinde bulunduğumuz ayetin evvelinde bulunan -2- emri, İbn-i Abbas’ın tefsirine nazaran, insanları tevhide davet eden bir emirdir. Ve aynı zamanda bu ayet, heyet-i mecmuasıyla tevhide işaret eden pek latif ve güzel bir bürhanı tazammun etmiştir. Şöyle ki:
Nev-i beşer ile sair hayvanatın medar-ı maişetleri olan semeratın tevlidi için, arz ile sema arasındaki muavenet ve münasebetleri ve asar-ı alemin birbirine müşabehetleri ve etraf-ı alemin birbiriyle kucaklaşmaları ve birbirinin elini tutup ihtiyaçlarını temin etmeleri ve yekdiğerinin sualine cevap verip yardımına koşmaları ve tamamıyla bir nokta-i vahideye bakmaları ve bir Nazzam-ı Vahidin mührü üstünde hareket etmeleri gibi halleri havi olan böyle garip bir makine, sahip ve Saniinin bir olduğunu kat’i bir şehadetle ilan etmekle, "Herbir şeyde, Saniin vahdetine delalet eden bir ayet ve bir alamet vardır" manasında olan şu beyitle tanin-endaz oluyorlar:
Ey arkadaş! Sani-i Zülcelal, Vahid ve Vacibü’l-Vücud olduğu gibi, bütün sıfat-ı kemaliye ile de muttasıftır. Zira alemde ve masnuatta bulunan kemalat tamamıyla Saniin kemalinden tecelli eden gölgeden muktebestir. Öyleyse, Sanide bulunan cemal, kemal, hüsün, umum kainatta bulunan umum cemallerden, kemallerden, hüsünlerden gayr-ı mütenahi derecelerle yüksektir. Zira ihsan, in’am edenin servetinden doğar ve servetine delildir. İcad, icad edenin vücuduna delalet eder. İcab, mucibin vücuduna bürhandır. Verilen hüsün, verenin hüsnüne delildir.
Ve keza, Sani-i Zülcelal, bütün nevakıstan pak ve münezzehtir. Çünkü noksaniyet, maddiyatın mahiyetlerindeki istidadın kılletinden ileri gelir. Halbuki Cenab-ı Hak, maddiyattan değildir. Ve keza, Sani-i Kadim-i Ezeli, kainatın ihtiva ettiği eşyanın cismiyet, cihetiyet, tagayyür, temekkün gibi istilzam ettikleri levazım ve evsaftan beri ve münezzehtir. Kur’an-ı Kerim, şu iki hakikate "Allah’a misil yapmayın" manasına olan -3- ayetiyle işaret etmiştir.
1 Enbiya Suresi: 22.
2 İbadet ediniz... (Bakara Suresi: 22.)
3 Öyleyse Allaha eş ve ortak koşmayınz. (Bakara Suresi: 21.)
Delil-i imkani: Bu ayetin, Saniin vücuduna işaret eden delillerden birisi de delil-i imkanidir ki, -1- ayetiyle işaret edilmiştir.
Bu delilin hülasası: Kainatın ihtiva ettiği zerrelerden herbirisinin gerek zatında, gerek sıfatında, gerek ahvalinde ve gerek vücudunda gayr-ı mütenahi imkanlar, ihtimaller, müşkilatlar, yollar, kanunlar varken, birden bire o zerre, gayr-ı mütenahi yollardan muayyen bir yola süluk eder. Ve gayr-ı mahdud hallerden, bir vaziyete girer. Ve gayr-ı madud sıfatlardan bir sıfatla vasıflanır. Ve doğru bir kanun üzerine mukadder bir maksada harekete başlar. Ve vazife olarak uhdesine verilen herhangi bir hikmet ve bir maslahatı derhal intaç eder ki, o hikmet ve o maslahatın husule gelmesi, ancak o zerrenin o çeşit hareketiyle olabilir. Acaba o kadar yollar ve ihtimaller arasında o zerrenin macerası, lisan-ı haliyle, Saniin kasıt ve hikmetine delalet etmez mi?
İşte herbir zerre, müstakillen, kendi başıyla Saniin vücuduna delalet ettiği gibi, küçük-büyük herhangi bir teşekküle girerse veya hangi bir mürekkebe cüz olursa, girdiği ve cüz olduğu o makamlarda kazandığı nisbete göre Saniine olan delaletini muhafaza eder.
Bu ayetin makabliyle cihet-i irtibatına gelince:
Vakta ki Kur’an-ı Kerim, birincisi müttaki mü’minler, ikincisi inatlı kafirler, üçüncüsü ikiyüzlü münafıklar olmak üzere insanları üç kısma ayırdı ve aralarında taksimat ve teşkilat yaptı ve herbir kısmın sıfatını ve akıbetini beyan etti. Sonra -2- ayetiyle her üç kısma tevcih-i hitap ederek onları ibadete emir ve davet etti. Demek, bu ayetin evvelki ayetlere terettübü ve onları takip etmesi, hane ve binanın, mühendisin krokisine; amelin ilme; kazanın kadere terettübü ve birbirini takip etmeleri gibidir. Evet, evvelki ayetlerde yapılan teşkilat ve taksimat, kroki ve plandan sonra bu ayette ibadet binasının yapılmasına emredilmiştir ve o ayetlerde verilen bilgi ve malumattan sonra, bu ayette, amel ve ibadete emredilmiştir. Ve onlarda yazılan sıfat ve istihkaklara göre, burada, emir ve nehiylerle hükümler verilmiştir. Ve keza, evvelki ayetlerde insanların taksimatı, ahval ve sıfatı zikredildikten sonra, makamın iktizasıyla, bu ayet onları takip etmiştir.
Vakta ki Kur’an-ı Kerim, insanların her üç fırkasından bahsetti ve herbir fırkanın sıfatını ve akıbetini söyledi; samiin arzusu ve makamın iktizası üzerine, Kur’an-ı Kerim gaybdan hitaba intikal ederek onlara karşı şu hitapta bulundu. Evet, bazı adamlar hakkında gaibane konuşanların bilahare konuşmalarını hitaba çevirmelerinde şöylece bir nükte-i umumiye vardır:
Mesela, bir şahsın iyiliğinden veya fenalığından bahsedilirken, gerek konuşanda, gerek dinleyende, ya tahsin veya tel’in için bir meyil uyanır. Sonra git gide o meyil öyle kesb-i şiddet eder ki, sahibini o şahısla görüştürüp şifahen konuşmaya
1 Allah ganidir; muhtaç olan sizsiniz. (Muhammed Suresi, 47:38.)
2 Ey insanlar ibadet ediniz. (Bakara Suresi: 21.)
kuvvetli bir arzu uyandırır. Burada samilerin o meyillerini tatmin etmekle makamın iktizası üzerine Kur’an-ı Kerim, onları samilerin huzuruna götürüp kendilerine hitap ile tevcih-i kelam etmiştir.
Bu ayette, gaybdan hitap edilen iltifat ve intikalde hususi bir nükte de vardır ki, ibadetle yapılan tekliften hasıl olan meşakkat, hitab-ı İlahiyeden neş’et eden zevk ve lezzetle karşılanır ve insanlara ağır gelmez.
Ve keza hitap suretiyle ibadeti teklif etmek, abd ile Halık arasında vasıta olmadığına işarettir.
Ey arkadaş! Bu ayetin cümlelerini birbiriyle nazmeden münasebetler ise:
-1- cümlesinde emir ve hitap, geçen her üç fırkayı teşkil eden mü’min, kafir ve münafıkların mazi, hal ve istikbalde vücuda gelmiş veya gelecek bütün efradını ihtiva eden tabakalara hitaptır. Binaenaleyh -2- vav’ının merciinde dahil olan kamil mü’minlere göre ibadete devam ve sebat etmeye emirdir. Orta derecedeki mü’minlere nazaran, ibadetin arttırılmasına emirdir. Kafirlere göre, ibadetin şartı olan iman ve tevhid ile ibadetin yapılmasına emirdir. Münafıklara nazaran, ihlasa emirdir. Binaenaleyh, ’nun ifade ettiği ibadet kelimesi mükellefine göre müşterek-i manevi hükmündedir.
Yani: "Sizi terbiye eden ve büyüten Odur. Ve sizin mürebbiniz Odur. Öyleyse, siz de Ona ibadet etmekle abd olunuz!"
Ey arkadaş! Vakta ki Kur’an-ı Kerim ibadeti emretti. İbadet ise üç şeyden sonra olabilir.
Birincisi: Mabudun mevcut olmasıdır.
İkincisi: Mabudun vahid olmasıdır.
Üçüncüsü: Mabudun ibadete istihkakı bulunmasıdır.
Kur’an-ı Kerim, o üç mukadder suale işaret etmekle beraber, şartlarının delillerini de zikrederken, Mabudun vücuduna dair olan delilleri iki kısma ayırmıştır.
Birisi: Hariçten alınan delillerdir ki, buna "afaki" denilir.
İkincisi: İnsanların nefislerinden alınan bürhanlardır. Buna, "enfüsi" tesmiye edilir. Enfüsi olan kısmını da, biri nefsi, diğeri usuli olmak üzere iki kısma taksim etmiştir.
Demek, Mabudun vücuduna üç türlü delil vardır: afaki, nefsi, usuli.
Evvela, en zahir ve en yakın olan nefsi delile -3- cümlesiyle, usuli delile de -4- cümlesiyle işaret etmiştir. Sonra, ibadet insanların hilkat ve yaratılışına talik edilmiştir.
1 Ey insanlar ibadet ediniz. (Bakara Suresi: 21.)
2 İbadet ediniz.
3 O Rabbiniz ki, sizi yaratmıştır.
4 Sizden öncekileri de...
İbadetin hilkat-ı beşere terettübü iki şeyden ileri geliyor: Ya insanlar ilk yaratılışında ibadete istidatlı ve takvaya kabiliyetli olarak yaratılmışlardır. Ve o istidadı ve o kabiliyeti onlarda gören, onların ibadet ve takva vazifelerini göreceklerini kaviyyen ümit eder. Veyahut, insanların hilkatinden ve memur oldukları vazifeden ve teveccüh ettikleri kemalden maksat, ibadetin kemali olan takvadır.
-1-
Şu cümle, her iki noktaya da tatbik edilebilir. Yani, "İstidad ve kabiliyetinizde ekilen veya vazife ve hilkatinizden kastedilen takvanın kuvveden fiile çıkarılması lazımdır."
Sonra, Kur’an-ı Kerimde Mabudun vücuduna ait afaki delillerin en karibine -2- cümlesiyle işaret edilmiştir. Ve bu işaretten arzın bu şekle getirilmesiyle nev-i beşere ve sair hayvanata kabil-i sükna olarak hazır bulundurulması, ancak Allah’ın ca’liyle (yapmasıyla) olup tabiatın ve esbabın tesiriyle olmadığına bir remiz vardır. Çünkü tesir-i hakikinin esbaba verilmesi bir nevi şirktir.
-3- cümlesiyle, Saniin vücuduna olan afaki delillerden en basit ve en yükseğine işaret edilmiştir.
Sonra, mürekkebat ve mevalidin vücud-u Sanie veçh-i delaletlerine -4- ila ahir cümlesiyle işaret edilmiştir.
Sonra, geçen delillerin herbirisi alel’infirad, yani birer birer Saniin vücuduna delalet ettiği gibi, heyet-i mecmuası da Saniin vahdetine işarettir.
Sonra, nimetlerin menşei ve menbaı olan alemin nizamına işaret eden o cümlelerin suret-i tertibi -5- ün delaletiyle beraber, Mabudun ibadete müstehak olduğuna delalet eder. Çünkü ibadet, şükürdür. Şükür, Mün’ime edilir; yani nimetleri veren Zata şükretmek vaciptir.
Sonra cümlesinden, arz ve arzdan çıkan mevalid, yani arzın semereleri insanlara hadim oldukları gibi, insanlar da onların Saniine hadim olmaları lazım olduğuna bir remiz vardır.
1 Ta ki takva mertebesine ulaşasınız.
2 Yeri size döşek yaptı.
3 Göğü de binanıza dam yaptı.
4 Gökten bir su indirdi.
5 Sizin için rızık olarak...
-1- cümlesi ise, geçen cümlelerin herbirisiyle alakadardır. Yani, Rabbinize ibadet yaptığınızda şerik yapmayınız. Zira Rabbiniz, ancak Allah’tır. Sizi, nev’inizle beraber halk eden Odur. Ve Arzı size mesken olarak hazırlayan Odur. Semayı sizin binanıza dam olarak yaratan Odur. Ve sizin rızık maişetinizi tedarik için suları gönderen Odur. Hülasa, bütün nimetler Onundur; öyleyse bütün şükürler ve ibadetler de ancak Onadır.
Arkadaş! Bu ayetin tazammun ettiği cümlelerin keyfiyet ve nüktelerine gelelim.
Evvela: Kur’an-ı Kerimde kesretle zikredilen -2- ile edilen hitap ve nida, üç vecihle ve üç edatla tekit edilmiştir. Birisi, ikazı ifade eden ve ikaz için kullanılan -3- harfidir. İkincisi, alametleri aramakla birşeyi bulmak için kullanılan kelimesidir ki, Türkçede "hangi" kelimesiyle tercüme edilir. Üçüncüsü, gafletten ayıltmak için kullanılan harfidir. Bu tekitlerden anlaşılır ki, burada şu tarzla yapılan nida ve hitap, çok faydalara ve nüktelere işarettir. Ezcümle:
Birincisi: İnsanlara ibadetlerin teklifinden hasıl olan meşakkatin, hitab-ı İlahiye mazhariyetten neş’et eden zevk ve lezzetle tahfif edilmesidir.
İkincisi: İnsanın gaibane olan aşağı mertebesinden, huzurun yüksek makamına çıkması ancak ibadet vasıtasıyla olduğuna işarettir.
Üçüncüsü: Muhatabın üç cihetten ibadete mükellef olduğuna işarettir. Kalbiyle teslim ve inkıyada, aklıyla iman ve tevhide, kalıbıyla amel ve ibadete mükelleftir.
Dördüncüsü: Muhatabın mü’min, kafir, münafık olmak üzere üç kısma ayrılmış olduğuna işarettir.
Beşincisi: İnsanların yüksek, orta, avam tabakalarına hitaben şamil olduğuna işarettir.
Altıncısı: İnsanlar arasında yapılan nida ve hitaplarda adet edinmiş olan şeylere işarettir ki, insan, evvela gördüğü adamı çağırır ve durdurur, sonra kim olduğunu anlamak için alametlerine dikkat eder, sonra maksadını anlatır.
Hülasa: Mezkur hitap, geçen üç cihetten tekit edilmiş şu nüktelere işarettir.
ile nida edilen insanlar gafil, gaip, hazır, cahil, meşgul, dost, düşman gibi çok muhtelif tabakalara şamildir. Bu muhtelif tabakalara göre ’nın ifadesi
1 Öyleyse Allaha eş ve ortak koşmayın.
2 Ey...
3 Ey!
değişir.
Mesela, gafile karşı tenbihi ifade eder; gaibe ihzarı, cahile tarifi, dosta teşviki, düşmana tevbih ve takri’i gibi her tabakaya münasip bir ifadesi vardır. Sonra, makam-ı kurbu iktiza ettiği halde, uzaklara mahsus olan edatının kullanılması birkaç nükteye işarettir.
1. Teklif edilen emanet ve ibadetin pek büyük bir yük olduğuna,
2. Derece-i ubudiyetin mertebe-i uluhiyetten pek uzak olduğuna,
3. Mükelleflerin, zaman ve mekanca hitabın vakit ve mahallinden ırak bulunduğuna,
4. İnsanların derece-i gafletlerine işarettir.
Muzafun ileyhsiz zikredildiğinden, umumi bir tevessümü ifade eden kelimesi, hitabın umum kainata şamil olup, yalnız farz-ı kifaye suretiyle haml-i emanete ve ibadete insanların tahsis edilmiş olduklarına işarettir. Öyleyse ibadette insanların kusurları umum kainata tecavüzdür.
Sonra, kelimesinde bir icmal ve bir ipham vardır; çünkü izafesiz zikredilmiştir. Onun o ipham ve icmali, -1- kelimesiyle izale ve tafsil edildiğinden, aralarında bir icmal ve tafsil cezaleti meydana gelmiştir. , ’nün muzafun ileyhine ıvaz olmakla beraber, edatiyle çağrılanları tenbih içindir. aslında nisyandan alınmış bir ism-i faildir; vasfiyet-i asliyesi mülahazasıyla insanlara bir itaba işarettir. Yani, "Ey insanlar! Niçin misak-ı ezeliyi unuttunuz?" Fakat bir cihetten de insanlara bir mazeret yolunu gösteriyor. Yani, "Sizin o misakı terk etmeniz, amden değil; belki sehiv ve nisyandan ileri gelmiştir."
-2- nidaya cevaptır. Mü’min, kafir, münafık olan geçen tabakalar nida ile çağırıldıklarından, emri devam, itaat, ihlas, tevhid gibi, her tabakaya münasip bir manayı ifade eder.
-3-
Rab ünvanı ile teklif edilen ibadete bir illet ve bir sebebe işarettir. Yani, "Sizin terbiyeniz Rabbinizin elinde olduğundan, daima Ona muhtaçsınız. Ve terbiyenize lazım olan bütün levazımatı veren Odur. Onun, o nimetlerine şükür lazımdır. Şükür ise ancak ibadettir."
1 İnsanlarla.
2 İbadet ediniz.
3 Rabbinize.
-1-
-2- esma-i müphemeden olduğu için, merci ve medlulü ancak sıla denilen dahil olduğu cümle ile malum olur. Mesela; -3- denildiği zaman, gelen adamın yalnız sana gelmekle malumiyeti var, başka cihetten malumiyeti yoktur. Binaenaleyh, burada kelimesinin ile vasıflandırılması Cenab-ı Hakkın marifeti, hakikatiyle olmayıp ancak ef’al ve asarıyla olduğuna işarettir. İcad, inşa veya başka bir kelimeye tercihan yaratılışın güzel şeklini ifade eden -4- tabiri, insanlardaki istidadın sedad ve istikametçe ibadete elverişli olduğuna işarettir. Ve keza ibadet, yaratılışın ücreti ve neticesidir. Bu itibarla sevap, ibadetin ücreti olmayıp, ancak Cenab-ı Hakkın kereminden olduğuna işarettir.
-5- merci ve medlulünün adem-i malumiyetine delalet eden evvelki insanların ölümle mahvolup gittiklerine ve onların ahvalini bildirecek bir bilgi olmadığına ve yalnız sizin gibi bir kısım mahluklar onların yerlerine gelmekle, o mahvolan insanların tarifleri mümkün olduğuna işarettir.
-6-
kelimesi, ümit ve recayı ifade ediyor. Fakat bu mana, hakikatiyle Cenab-ı Hak hakkında istimal edilemez. Binaenaleyh, ya mecazen istimal edilecektir veya muhataplara veyahut sami ve müşahitlere isnad edilecektir.
Mana-yı mecazıyla Cenab-ı Hak hakkında isnad edilmesi şöyle tasvir edilir:
Nasıl ki bir insan, bir iş için bir adamı teçhiz ettiği zaman, o işin o adamdan yapılmasını ümit eder. Kezalik-bila-teşbih-Cenab-ı Hak, insanlara, kemal için bir istidat, teklif için bir kabiliyet ve bir ihtiyar vermiştir. Bu itibarla, Cenab-ı Hak,
1 O Rabbiniz ki, sizi yaratmıştır.
2 O ki.
3 O kişi ki, sana geldi.
4 Yarattı.
5 Sizden öncekileri de...
6 Ta ki, takva mertebesine ulaşasınız.
insanlardan o işlerin yapılmasını intizar etmektedir denilebilir. Bu teşbih ve istiarede, hilkat-i beşerdeki hikmetin takva olduğuna ve ibadetin de neticesi takva olduğuna ve takvanın da en büyük mertebe olduğuna işaret vardır.
Reca manasının muhataplara atfedilmesi şöyle izah edilir:
Ey muhatap olan insanlar! Havf ve reca ortasında bulunmakla, takvayı reca ederek Rabbinize ibadet ediniz. Bu itibarla insan, ibadetine itimad etmemelidir ve daima ibadetinin artmasına çalışmalıdır.
Reca manası, sami ve müşahitlere göre olursa şöyle tevil edilecektir:
Ey müşahitler! Arslanın pençesini gören adam, o pençenin iktizası olan parçalamayı arslandan ümit ve reca ettiği gibi, siz de, insanları ibadet teçhizatıyla mücehhez olduklarını gördüğünüzden, onlardan takvayı reca ve intizar edebilirsiniz. Ve keza, ibadetin fıtri bir iktiza neticesi olduğuna işarettir.
-1-
Takva, tabakat-ı mezkurenin ibadetlerine terettüp ettiğinden, takvanın bütün kısımlarına, mertebelerine de şamildir. Mesela, şirkten takva; kebairden, masivaullahtan kalbini hıfzetmekle takva; ikabdan içtinap etmekle takva; gazabtan tahaffuz etmekle takva. Demek kelimesi bu gibi mertebeleri tazammun eder.
Ve keza, ibadetin ancak ihlas ile ibadet olduğuna ve ibadetin mahzan vesile olmayıp maksud-u bizzat olduğuna ve ibadetin sevap ve ikab için yapılmaması lüzumuna işarettir.
-2-
Kur’an-ı Kerim, bu cümle ile beyan ettiği kudret-i İlahiyenin azametiyle insanları ibadete teşvik edip heyecana getiriyor. Şöyle ki: Ey insanlar! Arz ve semayı sizlere muti ve hizmetkar yapan Zat, yaptığı şu iyiliğe karşı ibadete müstehaktır; ibadetini ediniz!
Ve keza, insanların faziletine ve yüksek bir kıymete malik olduğuna ve indallah mükerrem bulunduğuna bir imadır. Sanki beşere emrediyor:
Ey beşer! Yüksek ve alçak bütün ecramı sizin istifadenize tahsis etmekle sizlere bu kadar izaz ve ikramlarda bulunan Cenab-ı Hakka ibadet ediniz ve sizlere yaptığı keramete karşı liyakatinizi izhar ediniz!
1 Takva mertebesine ulaşasınız.
2 O Rabbiniz ki, yeri size döşek, gökyüzünü bir kubbe yaptı. (Bakara Suresi: 22.)
Ve keza esbap ve tabiata tesirin verilmesini reddediyor. Şöyle ki:
Ey insan! Pu gördüğünüz yerler, gökler, sıfatlarıyla beraber, bir Halıkın halkıyla, kastıyla, tahsisiyle ve bir Nazımın nazmıyla husule gelip bu intizamı bulmuşlardır. Kör tabiatın bu kadar büyük şeylerde yeri olmadığı gibi en küçük şeylerde de yeri yoktur.
Ve keza, sıfatlar da mümkinattan oldukları cihetle, Sanie delalet ettiklerine işarettir. Zira cisimleri teşkil eden zerreler, büyüklük-küçüklük, çirkinlik-güzellik gibi gayr-ı mütenahi ahval ve keyfiyetleri kabul etmekte müsavidirler. Yani bir zerrenin, bin keyfiyeti kabul etmeye kabiliyeti vardır ve bir halet, binlerce zerrelere hal olabilir. Binaenaleyh, güzellik gibi bir sıfat, binlerce zerrelere ve dolayısıyla cisimlere sıfat olabildiği halde, o kadar imkanat ve ihtimaller içinde muayyen bir cisme tayin edildiği zaman, herhalde bir kast ile, bir hikmet altında, bir zatın irade ve tahsisiyle, binlerce cisimler arasında o cisim, o sıfata mevsuf kılınmıştır.
-1- : Bu ihtisas için değildir, ancak sebebiyeti ifade ediyor. Yani arzın tefrişine sebep, yani vesile, insandır. Bu misafirhanedeki ziyafet onun namına verildi. Fakat istifade, insanlara mahsus ve münhasır değildir. Öyleyse insanların ihtiyacından, istifadesinden fazla kalana abes denilemez.
-2- : Bu tabir, garip bir nükte-i belagate işarettir. Çünkü, arzın sıkletinden dolayı suya batıp kaybolması tabiatının icabatından olduğu halde, Cenab-ı Hak, merhametiyle bir kısmını dışarıda bırakarak, insanlar için bir mesken ve nimetlerine bir maide, yani bir sofra olmak üzere tefriş etmiştir. Ve keza tabirinden anlaşılıyor ki, arz, bir hanenin tabanı gibi insan ve hayvanlara ferş ve bast edilmiştir. Öyleyse arzdaki nebatat ve hayvanat, hanedeki efrad-ı aile ile erzak vesaire gibi levazım-ı beytiye hükmündedir. Ve keza tabirinden anlaşılıyor ki, arz, taş gibi katı ve sert değildir ki kabil-i sükna olmasın; ve su gibi mayi de değildir ki, ziraat ve istifadeye kabil olmasın. Belki orta bir vaziyette yapılmıştır ki, hem mesken, hem mezraa olsun. Bu iki faydanın taht-ı temine alınması, elbette ve elbette bir maksat, bir hikmet ve bir nizam ile olabilir.
-3- : Semanın, insanlara bir sakf, bir dam gibi yapılması, yıldızların o damda asılı kandiller gibi olmalarını istilzam eder ki, teşbih tamam olsun. Öyleyse gayr-ı
1 Sizin için.
2 Döşek.
3 Göğü de binanıza dam yaptı.
mütenahi şu boşlukta dağınık bir şekilde yıldızların bulunması, akılları hayrette bırakan nizam ve intizamlı vaziyetleri kör tesadüfe isnad edilemez.
Sual: İnsan, arza nisbeten bir zerredir. Arz da kainata nazaran bir zerredir. Ve keza, insanın bir ferdi, nev’ine nisbeten bir zerredir; nev’i de, sair ortakları bulunan enva içinde bir zerre gibidir. Ve keza, aklın düşünebildiği gayeler, faydalar hikmet-i ezeliye ve ilm-i İlahideki faydalara nisbeten bir zerreden daha aşağıdır. Binaenaleyh, böyle bir alemin insanın istifadesi için yaratılmış olduğu akla giremez.
Cevap: Evet, zahire bakılırsa insan bir zerre hükmündedir. Fakat insanın taşıdığı ruha, kafasına taktığı akla, kalbinde beslediği istidatlara nazaran bu alem-i şehadet dardır, istiab edemez. Ancak o ruhun arzularını ve o aklın fikirlerini ve o istidatların meyillerini tatmin ve temin edecek alem-i ahirettir. Ve keza, istifade hususunda müzahame, mümanaa ve tecezzi yoktur; bir küll ile cüz’iyatı gibidir. Nasıl ki bir külli, bütün cüz’iyatında mevcut olduğu halde, ne o küllide tecezzi ve inkısam olur ve ne de cüz’iyatında müzahame ve müdafaa olur. Küre-i arzdan da binlerce müstefid olsa, ne aralarında bir müzahame olur ve ne küre-i arzda bir noksaniyet peyda olur. Yalnız insanın indallah kerameti olduğu için, alem-i şehadetin yaratılışında insan, ille-i gaiye menzilesinde gösterilmiştir. Ve insanın hatırı için, bütün envaa bir umumi ziyafet verilmiştir. Bu ise, bütün alemin faydaları insana münhasır olup başkalara hiçbir faydası yoktur demek değildir.
-1- : İnzalin Cenab-ı Hakka olan isnadından anlaşılıyor ki, yağmurun katreleri başıboş değildir; ancak bir hikmet altında ve bir mizan-ı kasti ile inerler. Çünkü, o mesafe-i baideden gelmekle beraber, rüzgar ve hava da müsademelerine yardımcı olduğu halde, katrelerin aralarında müsademe olmuyor. Öyleyse o katreler başıboş olmayıp, gemleri, onları temsil eden meleklerin elindedir.
-2- : Sema kelimesinin zikri geçtiğine nazaran, makam, zamirin yeri olduğu halde ism-i zahir ile zikredilmesi, yağmurların sema cirminden değil. Sema cihetinden geldiğine işarettir. Çünkü, sebkat eden sema kelimesinden maksat, cirm değil, cihettir.
-3- : Semadan gelen karlar, dolular, sular olduğu halde yalnız suların zikredilmesi, en büyük istifadeyi temin eden, su olduğuna işarettir. kelimesinde tenkiri
1 Ve gökten de size bir su indirip onula türlü meyvelerden ve mahsullerden size rızık ve sair gıdaları çıkardı. (Bakara Suresi: 22.)
2 Semadan, gökten.
3 Bir su.
ifade eden tenvin ise, yağmur suyunun acip bir su olup, nizamı garip, imtizacat-ı kimyeviyesi size meçhul olduğuna işarettir.
-1- ’deki müddet ve mühlet olmaksızın takibini ifade eder. Buna binaen, semeratın ihracı, yağmurun inzali akabinde bir müddet ara vermeden husule gelmesi lazımdır. Halbuki ihraç ile inzal arasında hayli bir zaman vardır. Öyleyse , ’ye atıf değildir. Ancak, inzali takip eden fiillerin silsilesi ortadan kaldırılarak o fiillerin neticesi hükmünde olan , -2- ’ye atfedilmiştir. Takdir-i kelam şöyle olsa gerekir:
-3-
Bu itibarla, inzali takip eden -4- fiilidir. ’nin de asıl mevkii, ’dir.
-5- ’deki harfi, sebebiyetle karışık ilsak manasınadır. Yani, su, semeratın husulüne sebep olduğu gibi, semerata mülsak, karışık, yapışık olduğundan da, semeratın taravet ve tazeliğini muhafazaya vesiledir.
-6- ’deki beyan ile karışık ibtidayı ifade eder. Bu itibarla ’ye mef’ul olamaz, ancak sami’in fehmine göre tayin edilen mef’ul-ü mukadderdir. ise, o mef’ule beyandır. Takdir-i kelam -7- şeklindedir.
Nekre olarak -8- ’nın zikredilmesi, bu rızkın nereden ve neyle husule geldiği size meçhul olduğuna işarettir.
1 Çıkardı.
2 İndirdi.
3 Semadan bir su indirdi, yeryüzü harekete gelip kabardı, yeşillendi, bitkiler verdi, o suyla meyveler çıkardı.
4 Harekete geldi.
5 Onunla.
6 Meyvelerden.
7 Onunla çeşit çeşit meyveler çıkardı.
8 Rızık olarak.
-1- ’deki ecliyet ve sebebiyet içindir. Yani, "Siz, rızkın gelmesine sebepsiniz, amma istifadesi size mahsus ve münhasır değildir ve başkalar da tebean istifadeye şeriktirler." Ve keza, Cenab-ı Hak, sizlere nimetlerini tahsis ettiği gibi, sizin de şükrünüzü ona tahsis etmeniz lazım geldiğine işarettir.
-2-
Başta bulunan geçen dört fıkraya bakıyor. Yani: "Odur Mabud, şerik yapmayınız. Odur Kadir-i Mutlak, şerikini itikad etmeyiniz. Odur Mün’im, şükründe şerik yapmayınız. Odur Halık, başka bir halık tahayyül etmeyiniz."
-3-
Bu tabirin, -4- tabirine tercihi, onların, Allah’a isnad ettikleri şeriklerin ve misillerin aslı ve hakikati olmadığı için o uydurma şeriklerin itikad edilecek şeyler olmadığına, ancak uydurma, ca’li şeyler olduklarına işarettir.
-5-
Lafza-i Celalin -6- üzerine takdimi, Allah’ın daima hazır olduğunu düşünmek lüzumuna ve nehyin menşei, şerikin Allah için yapılışı olduğuna işarettir.
Endad, ’ün cem’idir. ise, "misil" manasınadır. Halbuki, Cenab-ı Hakka yapılan misil, onun zıddı olur. Birşey, hem zıt, hem misil olamaz; ve birşeyin zıddı, ona misil olamaz. Öyleyse mislin bulunması, mislin muhaliyetini istilzam eder.
’in siga-i cem ile zikri, müşriklerin cehaletine işarettir. Yani: "Hiçbir cihetten bir benzeri olmayan Cenab-ı Hakka nasıl bir sürü misil ve zıt yapıyorsunuz?" Ve keza, bütün enva-ı şirkin reddine işarettir. Yani, "Ne zatında ve ne sıfatında ve ne ef’alinde şeriki, şebihi yoktur." Ve keza, veseni, sabii, ehl-i teslis, ehl-i tabiat gibi firak-ı dallenin tevehhüm ettikleri şeriklerin tabakalarına işarettir.
1 Sizin için.
2 Öyleyse Allaha eş ve ortak koşmayınız. (Bakara Suresi: 22.)
3 Yapma[yınız].
4 İnanma[yınız].
5 Allah’a
6 Putlar, şerikler.
İhtar : Veseni mezhebinin menşei, yıldızları ilah itikad etmek, hululü tahayyül etmek, cismiyeti tevehhüm etmek gibi gülünç şeylerdir.
-1-
Bu cümle ile ayetlerin sonunda zikredilen emsali cümleler, İslamiyetin menşei ilim, esası, akıl olduğuna işaret eder. Binaenaleyh, İslamiyetin, hakikati kabul ve safsatalı evhamı reddetmek, şanındandır.
-2- ’ye bir mef’ulün terki, çok mef’ullerin takdirine sebep olmuştur. Demek, icaz ve ihtisarı yapmakla itnab ve uzatmaktan kaçarken, daha ziyade itnaba, tatvile sebep olmuştur. Yani, Allah’tan başka mabudunuz olmadığını, halıkınızın bulunmadığını başka bir kadir-i mutlak olmadığını ve mün’iminizin bulunmadığını bilirsiniz. Keza bilirsiniz ki, onların uydurdukları alihe ve esnam, bir şeye kadir olmayıp, onlar da mahluk ve mec’ul şeylerdir.
• • •
1 Bildiğiniz halde.
2 Bilirsiniz.
Gayet kısa bir meali: Yani, "Abdimiz üzerine inzal ettiğimiz Kur’an’da bir şüpheniz varsa, Kur’an’ın mislinden bir sure yapınız. Hem de, Allah’tan başka, işlerinizde kendilerine müracaat ettiğiniz şüheda ve muinlerinizi de çağırınız, yardım etsinler. Eğer sözünüzde sadık iseniz hepiniz beraber çalışınız, Kur’an’ın mislinden bir sure getiriniz. Eğer bir misil getiremediğiniz takdirde-zaten getiremezsiniz ya-öyle bir ateşten sakınınız ki, odunu, insanlar ile taşlardır."
Kitabın evvelinde beyan edildiği gibi Kur’an-ı Kerimin takip ettiği esas maksat dörttür. Birinci maksadı olan "tevhid", evvelki ayetle beyan edilmiştir. Bu ayetle de, ikinci maksat olan "nübüvvet" beyan ve izah edilmiştir. Yalnız birşey var ki, bu ayet, nübüvvet-i Muhammediyenin (a.s.m.) ispatı hakkındadır; nübüvvet-i mutlaka hakkında değildir. Halbuki maksat, mutlak nübüvvettir. Fakat külli, cüz’ide dahildir. Cüz’inin ispatıyla külli de ispat edilmiş olur. Bu ayet, Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın nübüvvetini, en büyük mucizesi olan i’caz-ı Kur’an’dan bahisle ispat ediyor. O Zatın (a.s.m.) nübüvvetine dair delail başka risalelerimizde beyan edilmiştir. Burada, yalnız bir kısmını hülasaten "altı mesele" zımnında beyan edeceğiz.
Bakara Suresi: 23-24.
BİRİNCİ MESELE
Enbiya-i salifinde nübüvvete medar ve esas tutulan noktalar ve onların ümmetleriyle olan muameleleri hakkında-yalnız zaman ve mekanın tesiriyle bazı hususat müstesna olmak şartıyla-yapılacak tam bir teftiş ve kontrol neticesinde, Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselamda daha ekmel, daha yükseği bulunmakta olduğu tahakkuk eder. Binaenaleyh, nübüvvet mertebesine nail olanların heyet-i mecmuası, mucizeleriyle ve sair ahvalleriyle, lisan-ı hal ve kal ile, nev-i beşerin sinni, kemale geldiğinde "Üstadü’l-Beşer" ünvanını taşıyan Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselam’ın sıdk-ı nübüvvetine ilan-ı şehadet etmişlerdir. O Hazret de (a.s.m.), bütün mucizeleriyle Saniin vücut ve vahdetini, nurlu bir bürhan olarak aleme ilan etmiştir.
İKİNCİ MESELE
O zatın (a.s.m.) evvel ve ahir bütün ahval ve harekatı nazar-ı dikkatten geçirilirse, herbir hareketi, herbir hali harikulade değilse de onun sıdkına delalet eder. Ezcümle: "Gar" meselesinde, Ebu Bekri’s-Sıddık ile beraber halas ve kurtuluş ümidi tamamıyla kesildiği bir anda * "Korkma, Allah bizimle beraberdir" diye Ebu Bekri’s-Sıddık’a verdiği teselli ve tavk-ı beşerin fevkinde bir ciddiyetle, bir metanetle, bir şecaatle, havfsız, tereddütsüz gösterdiği vaziyet, elbette sıdkına ve nokta-i istinadı olan Halıkına itimad ettiğine güneş gibi bir bürhandır.
Kezalik, saadet-i dareyn için tesis ettiği esaslarda isabet etmiş olduğu ve izhar ettiği kavaidin, hakikatle muttasıl ve hakkaniyetle yapışık olduğu, bütün alemce mazhar-ı kabul ve tasdik olmuş ve olmaktadır.
İhtar : O zatın (a.s.m.) ahval ve harekatı birer birer, yani tek tek onun sıdk ve hakkaniyetini gösterirse, heyet-i mecmuası onun sıdk-ı nübüvvetine öyle bir delil olur ki, şeytanları bile tasdike mecbur eder.
ÜÇÜNCÜ MESELE
O zatın (a.s.m.) sıdk-ı nübüvvetini yazıp tasdik eden birkaç sayfa vardır. Pimdi o sayfaları okuyacağız.
Birinci sayfa : O Hazretin zatıdır. Fakat bu sayfayı mütalaadan evvel, dört nükteye dikkat lazımdır.
Birinci nükte: Yani, fıtri karagözlülük, sun’i (yapma) karagözlülük gibi değildir. Yani, yapma ve sun’i olan birşey ne kadar
* "Üzülme, mahzun olma, Allah bizimle beraberdir" mealindeki Tevbe Suresi 40. Ayetten iktibas.
güzel ve ne kadar kamil olursa olsun, fıtri ve tabii olan şeylerin mertebesine yetişemez ve onun yerine kaim olamaz. Herhalde sun’iliğin yanlışlıkları, onun ahvalinden, etvarından belli olacaktır.
İkinci nükte: Ahlak-ı aliyeyi ve yüksek huyları hakikate yapıştıran ve o ahlakı daima yaşattıran, ciddiyet ile sıdktır. Eğer sıdk kalkıp araya kizb girerse, rüzgarlara oyuncak olan yapraklar gibi, o adam da insanlara oyuncak olur.
Üçüncü nükte: Mütenasip olan eşya arasında meyil ve cezbe vardır. Yani, birbirine temayül ederler ve yekdiğerini celb ederler, aralarında ittihad olur. Fakat birbirine zıt olan eşyanın aralarında nefret vardır, çekememezlik olur.
Dördüncü nükte: Cemaatte olan kuvvet fertte yoktur. Mesela, çok iplerin heyet-i mecmuasının teşkil ettiği urgandaki kuvvet, ipler birbirinden ayrı olduğu zaman bulunmaz.
Bu nükteler göz önüne getirilmekle o Hazretin sayfası okunmalıdır. Evet, o Zatın bütün asarı, siretleri, tarihçe-i hayatı ve sair ahvali, onun pek büyük, azim ve ahlak sahibi olduğuna şehadet ediyorlar. Hatta düşmanları bile onun ahlakça pek yüksekliğinden dolayı kendisini "Muhammedü’l-Emin" ile lakaplandırmışlardır.
Malumdur ki, bir zatta içtima eden ahlak-ı aliyenin imtizacından izzet-i nefis, haysiyet, şeref, vakar gibi, hasis, alçak şeylere tenezzül etmeye müsaade etmeyen yüksek haller husule gelir. Evet, melaike, ulüvv-ü şanlarından, şeytanları reddeder, kabul etmezler.
Kezalik, bir zatta içtima eden ahlak-ı aliye kizb, hile gibi alçak halleri reddeder. Evet, yalnız şecaatle iştihar eden bir zat, kolay kolay yalana tenezzül etmez. Bütün ahlak-ı aliyeyi cem eden bir zat, nasıl yalana ve hileye tenezzül eder; imkanı var mıdır?
Hülasa: Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselam kendi kendine güneş gibi bir bürhandır.
Ve keza, o Zatın (a.s.m.) dört yaşından kırk yaşına kadar geçirmiş olduğu gençlik devresinde bir hilesi, bir hıyaneti görülmemiş ve bir yalanı işitilmemiştir. Eğer o Zatın yaratılışında, tabiatında bir fenalık, bir kötülük hissi ve meyli olmuş olsaydı, behemehal gençlik saikasıyla dışarıya verecekti. Halbuki bütün yaşını, ömrünü kemal-i istikametle, metanetle, iffetle, bir ıttırad ve intizam üzerine geçirmiş, düşmanları bile hileye işaret eden bir halini görmemişlerdir.
Ve keza, yaş kırka baliğ olduğunda, iyi olsun, kötü olsun ve nasıl bir ahlak olursa olsun, rüsuh peyda eder, meleke haline gelir, daha terki mümkün olmaz. Bu Zatın tam kırk yaşının başında iken yaptığı o inkılab-ı azimi aleme kabul ve tasdik ettiren ve alemi celp ve cezb ettiren, o Zatın (a.s.m.) evvel ve ahir herkesçe malum olan sıdk ve emaneti idi. Demek o Zatın (a.s.m.) sıdk ve emaneti, dava-yı nübüvvetine en büyük bir bürhan olmuştur.
DÖRDÜNCÜ MESELE
İkinci sayfayı okuyacağız. Bu sayfa, mazi, yani Zaman-ı Saadetten evvelki zamandır. Pu sayfanın havi olduğu enbiya-i salifinin ahval ve kıssaları, o Zatın sıdk-ı nübüvvetine birer bürhandır. Yalnız dört nükteye dikkat lazımdır.
Birinci nükte: İnsan, bir fennin esaslarını ve o fennin hayatına taalluk eden noktaları bilmekle, yerli yerince kullanmasına vakıf olduktan sonra davasını o esaslara bina etmesi, o fende mahir ve mütehassıs olduğuna delildir.
İkinci nükte: Fıtrat-ı beşeriyenin iktizasındandır ki, adi bir insan da olsa, hatta çocuk da olsa, hatta küçük bir kavim içinde de bulunsa, pek kıymetsiz bir dava hususunda cumhura muhalefet edip yalan söylemeye cesaret edemez. Acaba, pek büyük bir haysiyet sahibi, alem-şümul bir davada, pek inatlı ve kesretli bir kavim içinde, ümmi, yani okur-yazar sınıfından olmadığı halde, aklın tek başına idrakten aciz olduğu bazı şeylerden bahsedip kemal-i ciddiyetle aleme neşir ve ilan etmesi onun sıdkına delil olduğu gibi, o meselenin Allah’tan olduğuna da bir bürhan olmaz mı?
Üçüncü nükte: Malumdur ki, medeni insanlarca malum ve meluf pek çok ilimler, sıfatlar, fiiller vardır ki, bedevilerce meçhul olur ve o gibi şeylerden haberleri yoktur. Binaenaleyh, bilhassa geçmiş zamanlardaki bedevilerin ahvalinden bahsetmek isteyen bir adam, hayalen o zamanlara, o çöllere gidip onlarla görüşmelidir. Zira onların ahvalini ezberden, onları görmeden muhakeme etmekle istediği malumatı elde edemez.
Dördüncü nükte: Ümmi bir adam, bir fennin ulemasıyla münakaşaya girişerek, beyne’l-ulema ittifaklı olan meseleleri tasdik ve ihtilaflı olanları da tashih ederse, o adamın bu harika olan hali, onun pek yüksekliğine ve onun ilminin de vehbi olduğuna delalet etmez mi?
Bu dört nükteyi göz önüne getir, Muhammed-i Arabi Aleyhissalatü Vesselama bak ki, o zat, herkesçe müsellem ümmiliğiyle beraber, geçmiş enbiya ile kavimlerinin ahvallerini görmüş ve müşahede etmiş gibi, Kur’an’ın lisanıyla söylemiştir. Ve onların ahvalini, sırlarını beyan ederek aleme neşir ve ilan etmiştir. Bilhassa naklettiği onların kıssaları, bütün zekilerin nazar-ı dikkatini celb eden dava-yı nübüvvetini ispat içindir. Ve naklettiği esasları, beyne’l-enbiya ittifaklı olan kısmı tasdik, ihtilaflı olanı da tashih edip davasına mukaddeme yapmıştır. Sanki o Zat, vahy-i İlahinin makesi olan masum ruhuyla zaman ve mekanı tayyederek o zamanın en derin derelerine girmiş ve gördüğü gibi söylemiştir. Binaenaleyh, o Zatın bu hali, onun bir mucizesi olup nübüvvetine delil olduğu gibi, evvelki enbiyanın da nübüvvet delilleri manevi bir delil hükmünde olup, o Zatın nübüvvetini ispat eder.
BEŞİNCİ MESELE
Asr-ı Saadete ve bilhassa Ceziretü’l-Arab meselesine dairdir. Bunda da dört nükte vardır.
Birinci nükte: alemce malumdur ki, az bir kavmin adetlerinden, hakir, ehemmiyetsiz bir adeti kaldırmak veya zelil, miskin bir taifenin cüz’i zayıf huylarını ref etmek, büyük bir hükümdara, uzun bir zamanda bile çok zahmetlere bağlıdır. Acaba, hakim olmamakla beraber, az bir zamanda, nihayet derecede adetlerine mutaassıp, inatçı ve kesretli bir kavimde rüsuh ve kuvvet peyda etmiş olan adetleri ref ve kalblerde istikrar peyda eden ve zamanlarca devam ve istimrar eden ahlaklarını terk ettiren, hem yerlerine gayet yüksek adetleri, güzel ahlakları tesis eden bir zat harikulade olmaz mı?
İkinci nükte: Yine alemce malumdur ki, devlet bir şahs-ı manevidir. Çocuk gibi, teşekkülü, büyümesi tedricidir. Ve keza, yeni teşekkül eden bir devletin, bir milletin ruhuna kadar nüfuz eden eski bir devlete galebe etmesi, yine tedricidir, zamana mütevakkıftır. Acaba, Muhammed-i Arabi Aleyhissalatü Vesselamın bütün esasat-ı aliyeyi havi olan ve maddi-manevi bütün terakkiyat ve medeniyet-i İslamiyenin kapısını açan, kısa bir zamanda def’aten teşkil ettiği bir devletle dünyanın bütün devletlerine galebe edip maddi-manevi hakimiyetini muhafaza ve ibka ettiren, harikuladeliği değil midir?
Üçüncü nükte: Evet, kahır ve cebirle zahiri bir hakimiyet, sathi bir tahakküm, kısa bir zamanda ibka edilebilir. Fakat bütün kalblere, fikirlere, ruhlara icra-yı tesir ederek, zahiren ve batınen beğendirmek şartıyla vicdanlar üzerine hakimiyetini muhafaza ve ibka etmek, en büyük harika olmakla, ancak nübüvvetin hassalarından olabilir.
Dördüncü nükte: Evet, tehditlerle, korkularla, hilelerle efkar-ı ammeyi başka bir mecraya çevirtmek mümkün olur. Fakat tesiri cüz’idir, sathidir, muvakkat olur. Muhakeme-i akliyeyi az bir zamanda kapatabilir.
Amma irşadıyla kalblerin derinliklerine kadar nüfuz etmek, hissiyatın en incelerini heyecana getirmek, istidatların inkişafına yol açmak, ahlak-ı aliyeyi tesis ve alçak huyları imha ve izale etmek, cevher-i insaniyetten perdeyi kaldırıp hakikati teşhir etmek, hürriyet-i kelama serbesti vermek, ancak şua-ı hakikatten muktebes harikulade bir mucizedir.
Evet, Asr-ı Saadetten evvelki zamanlarda kalb katılığı ve merhametsizlik öyle bir hadde baliğ olmuştu ki, kocaya vermekten ar ederek kızlarını diri diri toprağa gömerlerdi! Asr-ı Saadette İslamiyetin doğurduğu merhamet, şefkat, insaniyet sayesinde, evvelce kızlarını gömerlerken müteessir olmayanlar, İslamiyet dairesine girdikten sonra karıncaya bile ayak basmaz oldular. Acaba böyle ruhi, kalbi, vicdani bir inkılap hiçbir kanuna tatbik edilebilir mi? Bu nükteleri ceyb-i kalbine soktuktan sonra, bu noktalara da dikkat et:
1. Tarih-i alemin şehadetiyle sabittir ki, parmakla gösterilen en büyük bir dahi, ancak umumi bir istidadı ihya ve umumi bir hasleti ikaz ve umumi bir hissi inkişaf ettirebilir. Eğer böyle bir hissi de ikaz edememiş ise sa’yi hep heba olur.
2. Tarih bize gösteriyor ki, en büyük bir insan, hamiyet-i milliye, hiss-i uhuvvet, hiss-i muhabbet, hiss-i hürriyet gibi hissiyat-ı umumiyeden bir veya iki veyahut üç hissi ikaz etmeye muvaffak olur. Acaba evvelki zamanların cehalet, şekavet, zulüm zulmetleri altında gizli kalan binlerce hissiyat-ı aliyeyi, Ceziretü’l-Arab memleketinde, bedevi ve dağınık bir kavim içinde inkişaf ettirmek harikulade değil midir? Evet, şems-i hakikatin ziyasındandır.
Bu noktaları aklına sokamayanın, Ceziretü’l-Arabı biz gözüne sokarız. Ey muannid! Ceziretü’l-Araba git, en büyük filozoflardan yüz taneyi de intihap et, beraber götür. Onlar da orada ahlakın ve maneviyatın inkişafı hususunda çalışsınlar. Muhammed-i Arabinin o vahşetler zamanında o vahşi bedevilere verdiği cilayı, senin o filozofların, şu medeniyet ve terakkiyat devrinde yüzde bir nisbetinde verebilirler mi? Çünkü o Zatın yaptığı o cila İlahi, sabit, layetegayyer bir ciladır ve onun büyük mucizelerinden biridir.
Ve keza, bir işte muvaffakiyet isteyen adam, Allah’ın adetlerine karşı safvet ve muvafakatini muhafaza etsin ve fıtratın kanunlarına kesb-i muarefe etsin ve heyet-i içtimaiye rabıtalarına münasebet peyda etsin. Aksi takdirde, fıtrat, adem-i muvafakatla cevap verecektir.
Ve keza, heyet-i içtimaiyede, umumi cereyana muhalefet etmemek lazımdır. Muhalefet edildiği takdirde, dolabın üstünden düşer, altında kalır. Binaenaleyh, o cereyanlarda, tevfik-i İlahinin müsaadesine mazhariyeti dolayısıyla, o dolabın üstünde, Muhammed-i Arabi Aleyhissalatü Vesselamın hak ile mütemessik olduğu sabit olur.
Evet, Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın getirdiği şeriatın hakaiki, fıtratın kanunlarındaki muvazeneyi muhafaza etmiştir. İçtimaiyatın rabıtalarına lazım gelen münasebetleri ihlal etmemiştir. Zaman uzadıkça, aralarında ittisal peyda olmuştur.
Bundan anlaşılır ki, İslamiyet, nev-i beşer için fıtri bir dindir ve içtimaiyatı tezelzülden vikaye eden yegane bir amildir.
Bu nükteler ile şu noktaları nazara al, Muhammed-i Haşimi Aleyhissalatü Vesselama bak. O Zat, ümmiliğiyle beraber, bir kuvvete malik değildi. Ne onun ve ne de ecdadının bir hakimiyetleri sebkat etmemişti; bir hakimiyete, bir saltanata meyilleri yoktu. Böyle bir vaziyette iken, mühim bir makamda, tehlikeli bir mevkide, kemal-i vüsuk ve itmi’nan ile büyük bir işe teşebbüs etti, bütün efkar-ı ammeye galebe çaldı, bütün ruhlara kendisini sevdirdi, bütün tabiatların üstüne çıktı, kalblerden bütün vahşet adetlerini, çirkin ahlakları kaldırarak pek yüksek adat ve güzel ahlakı tesis etti, vahşetin çöllerinde sönmüş olan kalblerdeki kasaveti ince hissiyatla tebdil ettirdi ve cevher-i insaniyeti izhar etti. Onları, o vahşet köşelerinden çıkararak, evc-i medeniyete yükseltti ve onları, o zamana, o aleme muallim yaptı. Ve onlara öyle bir devlet teşkil etti ki, sahirlerin sihirlerini yutan asa-yı Musa gibi, başka zalim devletleri yuttu ve nev-i beşeri istila eden zulüm, fesat, ihtilal,
şekavet rabıtalarını yaktı, yıktı ve az bir zamanda, devlet-i İslamiyeyi şarktan garba kadar tevsi ettirdi. Acaba o zatın şu macerası, onun mesleği hak ve hakikat olduğuna delalet etmez mi?
ALTINCI MESELE
Bu mesele, istikbal sayfasına bakar. Bu sayfada dahi dört nükte vardır.
Birinci nükte: Bir insan, ne kadar yüksek olursa olsun, ancak dört beş fende mütehassıs ve meleke sahibi olabilir.
İkinci nükte: Bazan olur ki, iki adamın söyledikleri bir söz, bir kelam, mütefavit olur; birisinin cehline, sathiliğine; ötekisinin ilmine, maharetine delalet eder. Şöyle ki:
Bir adam, düşünmeden, gayr-ı muntazam bir surette söyler; ötekisi, o sözün evvel ve ahirine bakar, siyak ve sibakını düşünür ve o sözün başka sözlerle münasebetlerini tasavvur eder ve münasip bir mevkide, münbit bir yerde zer’ eder. İşte bu adamın şu tarz-ı hareketinden, derece-i ilim ve marifeti anlaşılır. Kur’an-ı Kerimin fenlerden bahsederken aldığı fezlekeler, bu kabil kelamlardandır.
Üçüncü nükte: Bu zamanda vesait, alat ve edevat, sanayiin tekemmülüyle çocukların oyuncakları gibi adileşmiş olan çok şeyler vardır ki, eğer onlar bundan iki üç asır evvel vücuda gelmiş olsaydılar, harikalardan addedilecekti. Kezalik, kelamlarda, sözlerde de zamanın tesiri vardır. Mesela bir zamanda kıymetli bir sözün, başka bir zamanda kıymeti kalmaz. Binaenaleyh, şu kadar uzun zamanlar, asırlar boyunca gençliğini, güzelliğini, tatlılığını, garabetini muhafaza eden Kur’an, elbette ve elbette harikadır.
Dördüncü nükte: İrşadın tam ve nafi olmasının birinci şartı, cemaatin istidadına göre olması lazımdır. Cemaat, avamdır. Avam ise, hakaiki çıplak olarak göremez, ancak onlarca malum ve me’luf üslup ve elbise altında görebilirler. Bunun içindir ki, Kur’an-ı Kerim, yüksek hakaiki, müteşabihat denilen teşbihler, misaller, istiarelerle tasvir edip, cumhura, yani avam-ı nasın fehimlerine yakınlaştırmıştır.
Ve keza, tekemmül etmeyen avam-ı nasın tehlikeli galatlara düşmemesi için, hiss-i zahiri ile gördükleri ve itikad ettikleri güneş, arz gibi meselelerde icmal ve ipham etmişse de, yine hakikatlere işareten bazı emareler, karineler vaz etmiştir.
Bu nükteleri aklına koyduktan sonra, şu gelen fezlekeye dikkat et.
Şeriat-ı İslamiye, akli bürhanlar üzerine müessestir. Bu şeriat, ulum-u esasiyenin hayati noktalarını tamamıyla tazammun etmiş olan ulum ve fünundan mülahhasdır. Evet, tehzibü’r-ruh, riyazetü’l-kalb, terbiyetü’l-vicdan, tedbirü’l-cesed, tedvirü’l-menzil, siyasetü’l-medeniye, nizamatü’l-alem, hukuk, muamelat, adab-ı içtimaiye, vesaire vesaire gibi ulum ve fünunun ihtiva ettikleri esasatın fihristesi, şeriat-ı İslamiyedir.
Ve aynı zamanda, lüzum görülen meselelerde, ihtiyaca göre izahatta bulunmuştur. Lüzumlu olmayan yerlerde veya zihinlerin istidadı olmayan
meselelerde veyahut zamanın kabiliyeti olmayan noktalarda, bir fezleke ile icmal etmiştir. Yani, esasları vaz etmiş, fakat o esaslardan alınacak hükümleri veya esasata bina edilecek füruatı akıllara havale etmiştir. Böyle bir şeriatın ihtiva ettiği fenlerin üçte biri bile, şu zaman-ı terakkide, en medeni yerlerde, en zeki bir insanda bulunamaz. Binaenaleyh, vicdanı insaf ile müzeyyen olan zat, bu şeriatın hakikatinin bütün zamanlarda, bilhassa eski zamanda, takat-i beşeriyeden hariç bir hakikat olduğunu tasdik eder.
Evet, zahiren İslamiyet dairesine girmeyen düşman filozofları bile, bu hakikati tasdik etmişlerdir. Ezcümle, Amerikalı filozof Carlyle, Alman edib-i şehiri Goethe’den naklen, Kur’an’ın hakaikine dikkat ettikten sonra, "Acaba İslamiyet içinde alem-i medeniyetin tekemmülü mümkün müdür?" diye sormuştur. Yine bu suale cevaben demiştir ki:
"Evet. Muhakkikler, şimdi o daireden istifade ediyorlar."
Yine Carlyle demiştir ki: "Hakaik-ı Kur’aniye tulu ettiği zaman, ateş gibi bütün dinleri yuttu. Zaten bu onun hakkı idi. Çünkü, Nasara ve Yahudilerin hurafelerinden birşey çıkmadı." İşte bu filozof, ilaahir olan ayet-i kerimenin mealini tasdik etmiştir. HAŞİYE
Sual : Gerek Kur’an-ı Kerim olsun, gerek tefsiri olan hadis-i şerif olsun, her fenden, her ilimden birer fezleke almışlardır. Bir kitap veya bir şahsın yalnız fezlekeleri ihata etmekle harika olması lazım gelmez. Bir şahıs, pek çok fezlekeleri ihata edebilir.
Cevap : Bahsettiğimiz fezleke, sellemehüsselam fezlekeler değildir. Ancak, hüsn-ü isabetle, münasip bir mevkide ve münbit bir yerde, işitilmemiş çok işaretleri tazammun etmekle istimal ve zer edilen fezlekelerdir. Kur’an veya hadisin aldıkları fezlekeler, bu kabil fezlekelerdir. Bu kabil fezlekeler, tam bir meleke ve ıttıladan sonra hasıl olabilir ki, herbir fezleke, me’hazı olan fen veya ilmin hükmünde olur. Bu ise, bir şahısta olamaz.
Aziz arkadaş! Bu meselelerde yazılan muhakemelerin neticesi olarak şu gelen kaideleri de koynuna koy, sana lazım olur.
1. Bir şahıs, çok fenlerde ihtisas sahibi olamaz.
2. İki şahıstan sudur eden bir söz, istidatlarına göre tefavüt eder. Yani birisine göre altın, ötekisine nazaran kömür kıymetinde olur.
3. Fünun, fikirlerin birleşmesinden hasıl olup, zamanın geçmesiyle tekamül eder.
4. Eski zamanda nazari olup, bu zamanda bedihi olmuş olan çok meseleler vardır.
Kuranın mislinden bir süre yapınız. Eğer bunu yapamazsanız -ki asla yapamayacaksınız-öyle bir ateşten sakınınız ki... (Bakara Suresi: 23-24)
HAŞİYE
Kırk sene sonra neşrolan Risale-i Nur’da Carlyle, Goethe ve Bismarck gibi, kırk meşhur filozofların tasdikleri beyan edilmiş. İnşaallah bu kitabın zeylinde dahi yazılacak.
5. Zaman-ı mazi, bu zamana kıyas edilemez; aralarında çok fark vardır.
6. Sahra ve çöl adamları, basit ve saf insanlar olduğundan, medenilerin medeniyet perdesi altında gizleyebildikleri hile ve desiseleri bilmezler ve gizleyemezler; her işleri merdanedir, kalbleri ve lisanları birdir.
7. Çok ilim ve fenler vardır ki, adetlerin telkiniyle, vukuatın talimiyle ve zamanla, muhitin yardımıyla husule gelirler.
8. Beşerin nazarı istikbale nüfuz edemez, hususi keyfiyat ve ahvali göremez.
9. Beşer için bir ömr-ü tabii olduğu gibi, yaptığı kanunlar için de bir ömr-ü tabii vardır; onun nihayeti olduğu gibi, bunun da nihayeti vardır.
10. İnsanların sıfatlarında, tabiatlarında, ahvalinde zaman ve mekanın çok tesiri vardır.
11. Eski zamanlarda harika addedilen çok şeyler vardır ki, mebadi ve vesaitin tekamülüyle adi şeyler hükmüne geçmişlerdir.
12. Def’aten bir fennin icadına ve ikmal edilmesine, bir zeka-i harika olsa bile, muktedir olamaz. O fen, ancak çocuk gibi tedricen kemale erer.
Aziz kardeşim! Bu kaideleri birer birer sayıp kafana koyduktan sonra, zamanın hayal ve hülyalarından, muhitin evham ve hurafelerinden tecerrüd et, çıplak ol, bu asrın sahilinden dal, Ceziretü’l-Arab yarımadasına çık. O yarımadanın mahsulatından olan insanların kılık ve kıyafetlerine gir, fikirlerini başına tak, pek geniş olan o sahraya bak. Göreceksin ki:
Bir insan, tek başına, ne muini var ve ne yardım edeni; ne saltanatı var ve ne definesi. Meydana çıkmış, bütün dünyaya karşı mübareze ediyor. Ve umum insanlara hücum etmeye hazırlanmıştır. Ve omuzlarına küre-i arzdan daha büyük bir hakikat almıştır. Elinde de, insanların saadetini temin eden bir şeriat tutmuştur ki, libasa benzemiyor; cilt ve deri gibi yapışık olup, istidad-ı beşerin inkişafı nisbetinde tevessü ve inkişaf etmekle saadet-i dareyni intaç ve nev-i beşerin ahvalini tanzim eder.
"O şeriatın kanunları, kaideleri nereden gelmiş ve nereye kadar devam eder gider?" diye sorulduğu zaman, yine o şeriat, lisan-ı i’cazıyla cevaben diyecektir ki: Biz, Kelam-ı Ezeliden ayrıldık, nev-i beşerin fikriyle beraber ebede kadar devam edip gideceğiz. Fakat nev-i beşer dünyadan kat-ı alaka ettikten sonra, biz de sureten, teklif cihetiyle insanlardan ayrılacağız. Fakat maneviyatımız ve esrarımızla nev-i beşerin arkadaşlığına devam edip, onların ruhlarını gıdalandırarak, onlara delil olmaktan ayrılmayacağız.
Ey arkadaş! Bu gördüğün garip, acip sayfanın baştan nihayete kadar ihtiva ettiği haller, inkılaplar, vaziyetler, ’deki emr-i taciziyi, nev-i beşere tekrar tekrar ilan ediyorlar.
Kur’an’ın mislinden bir sure yapınız. (Bakara Suresi: 23.)
Aziz kardeşim! Bir kapı daha açıldı, oraya bakalım.
* ila ahir, olan ayet-i kerimenin işaret ettiği gibi, cemaatin istidadına göre irşadın yapılması lüzumundan ve Şari’in, cumhuru irşad etmekte takip ettiği maksattan gafletleri ve cehilleri dolayısıyla bazı insanlar, Kur’an hakkında çok şek ve şüphelere maruz kalmışlardır. O şek ve şüphelerin menşei üç emirdir.
1. Diyorlar ki: Kur’an’da "müteşabihat ve müşki-lat" denilen, hakiki manaları anlaşılmayan bazı şeylerin bulunması, i’cazına münafidir. Zira Kur’-an’ın i’cazı, belagat üzerine müessestir; belagat da, ancak ifadenin zuhur ve vuzuhuna mebnidir.
2. Diyorlar ki: Yaratılışa ait meseleler, müphem ve mutlak bırakılmıştır. Ve keza, kainata dair fünundan pek az bahsedilmiştir. Bu ise, talim ve irşad mesleğine münafidir.
3. Diyorlar ki: Kur’an’ın bazı ayetleri zahiren akli delillere muhaliftir. Bundan, o ayetlerin hilaf-ı vaki oldukları zihne geliyor. Bu ise, Kur’an’ın sıdkına muhaliftir.
O heriflerin zuumlarınca, Kur’an’a bir nakise ve şek ve şüphelere sebep addettikleri şu üç emir, Kur’an-ı Kerime bir nakise teşkil etmez. Ancak, Kur’an’ın i’cazını bir kat daha ispat etmeye ve irşad hususunda Kur’an’ın en beliğ bir ifade ile en yüksek bir üslubu ihtiyar etmesine sadık-ı şahid ve kat’i delildir. Demek kabahat, onların fehimlerindedir-haşa!-Kur’an-ı Kerimde değildir.
Evet, şairin dediği gibi, fehimleri hasta olduğundan, sağlam sözleri tayip ediyorlar veya, ayı gibi, elleri üzüm salkımına yetişemediğinden, ekşidir diyorlar. Bunların da fehimleri Kur’an’ın o yüksek i’cazına yetişemediğinden, tayip ediyorlar.
"Kur’an-ı Kerim’de müteşabihat vardır" dedikleri birinci şüphelerine cevap:
Evet, Kur’an-ı Kerim, umumi bir muallim ve bir mürşiddir. Halka-i dersinde oturan, nev-i beşerdir. Nev-i beşerin ekserisi avamdır. Mürşidin nazarında ekall, eksere tabidir. Yani, umumi irşadını ekallin hatırı için tahsis edemez. Maahaza, avama yapılan konuşmalardan havas hisselerini alırlar. Aksi halde, avam, yüksek konuşmaları anlayamadığından, mahrum kalır.
Ve keza, avam-ı nas, ülfet ettikleri üsluplardan ve ifadelerin çeşitlerinden ve daima hayallerinde bulunan elfaz, maani ve ibarelerden fikirlerini ayıramadıklarından, çıplak hakikatleri ve akliyatı fehmedemezler. Ancak, o yüksek hakaikin,
* Eğer indirdiğimiz Kur’an’dan bir şüpheniz varsa... (Bakara Suresi: 24.)
onların ülfet ettikleri ifadelerle anlatılması lazımdır. Fakat Kur’an’ın böyle ifadelerinin hakikat olduğuna itikad etmemelidirler ki, cismiyet ve cihetiyet gibi muhal şeylere zahip olmasınlar. Ancak o gibi ifadelere, hakaike geçmek için bir vesile nazarıyla bakılmalıdır.
Mesela, Cenab-ı Hakkın kainatta olan tasarrufunun keyfiyeti, ancak bir sultanın taht-ı saltanatında yaptığı tasarrufla tasvir edilebilir. Buna binaendir ki, * ayetinde kinaye tariki ihtiyar edilmiştir. Hissiyatı bu merkezde olan avam-ı nasa yapılan irşadlarda, belagat ve irşadın iktizasınca, avamın fehimlerine müraat, hissiyatına ihtiram, fikirlerine ve akıllarına göre yürümek lazımdır. Nasıl ki bir çocukla konuşan, kendisini çocuklaştırır ve çocuklar gibi çat-pat ederek konuşur ki, çocuk anlayabilsin. Avam-ı nasın fehimlerine göre ifade edilen Kur’an-ı Kerimin ince hakikatleri, ile anılmaktadır. Yani, insanların fehimlerine göre Cenab-ı Hakkın hitabatında yaptığı bu tenezzülat-ı İlahiye, insanların zihinlerini hakaikten tenfir edip kaçırtmamak için İlahi bir okşamadır. Bunun için, müteşabihat denilen Kur’an-ı Kerimin üslupları, hakikatlere geçmek için ve en derin incelikleri görmek için, avam-ı nasın gözüne bir dürbün veya numaralı birer gözlüktür.
Bu sırra binaendir ki, büleğa, büyük bir ölçüde ince hakikatleri tasavvur ve dağınık manaları tasvir ve ifade için istiare ve teşbihlere müracaat ediyorlar. Müteşabihat dahi ince ve müşkil istiarelerin bir kısmıdır. Zira müteşabihat, ince hakikatlere suretlerdir.
"Kur’an’da müşkilat vardır" dedikleri birinci şüphenin ikinci kısmına cevap:
İşkal dedikleri şey ya üslubun pek yüksek ve muhtasar olmasıyla mananın çok derin ve inceliğinden ileri gelir; Kur’an’ın müşkilatı bu kabildendir. Veya ibarede karışık ve düğümlü noktaların bulunmasından neş’et eder; Kur’an-ı Kerim, bu kısım müşkilattan müberra ve münezzehtir. Acaba cumhurun zihninden uzak ve pek derin hakikatleri kolay ve kısa bir suretle avam-ı nasın fehimlerine yakınlaştırmak ayn-ı belagat değil midir? Belagat, mukteza-yı hali müraattan ibaret değil midir? Hey gözlerin kör olsun herif!
"Yaratılışa ve maddiyata dair meselelerde Kur’an müphem geçmiştir" dedikleri ikinci şüphelerine cevap, şöyle ki:
Şecere-i alemde, meylül-istikmal vardır. Yani, kainatın, bir ağaç gibi, bütün zerratı ve eczası kemale meyleder ve kemale doğru yürümektedirler. O umumi meylü’l-istikmalden ayrı olarak, insanda da meylü’t-terakki vardır. Bu meylü’t-terakki çekirdek gibidir; neşvüneması pek çok tecrübeler vasıtasıyla olur ve çok fikirlerin mahsulü olan neticelerin içtimaıyla teşekkül ve tevessü etmekle fünunu intaç eder. Bu fünun da, mürettebedir. Yani her ikinci fen, birincisinin neticesidir.
* O Rahman ki, hükümranlığı Arşı kaplamıştır. (Taha Suresi: 5.)
Birincisi olmasa, o olamaz. Birincisinin ona mukaddeme ve ulum-u mütearife hükmünde olması şarttır.
Buna binaen, bundan on asır evvel gelen insanlara fünun-u hazırayı ders vermek veya garip meselelerden bahsetmek, onların zihinlerini şaşırtmaktan ve o insanları safsatalara atmaktan gayrı bir fayda vermezdi. Mesela, Kur’an-ı Kerim, "Ey insanlar! Pemsin sükununa, arzın hareketine HAŞİYE1 ve bir katre su içinde binlerce hayvanatın bulunduğuna dikkat ediniz ki azamet-i İlahiyeyi anlayasınız" demiş olsaydı, bütün o zamanların insanlarını tekzibe sevk etmiş olurdu. Çünkü hiss-i zahiriye muhaliftir. Maahaza, on asırdan beri gelip geçen insanları şaşırtmak, yalnız fünun-u cedidenin zuhurundan sonra gelen insanları memnun etmek, makam-ı irşada muhalif olduğu gibi, ruh-u belagatle de kabil-i telif değildir.
Sual : "Keşfiyat-ı fenniye ve fünun-u hazıra eski insanlara meçhul ve gayr-ı me’luf olduğundan, onları onlara ders vermek hatadır" diyorsun. Bilhassa ahirete ait ahval gibi müstakbeldeki nazariyat da böyle değil midir? Onlar da bize meçhul ve gayr-ı me’lufturlar. Onlardan bahsetmek niçin hata olmuyor?
Cevap : Müstakbeldeki nazariyat, bilhassa ahirete ait ahvale hiçbir cihetle hiss-i zahiri taalluk etmemiştir ki, o hissin hilafını söylemek şaşırtma olsun. Binaenaleyh, o gibi şeyler, daire-i imkandadırlar. Öyleyse, onlara itikad ve onlarla itminan peyda etmek mümkündür. Öyleyse, o gibi şeylerin hakk-ı sarihi, onları tasrih etmektir. Lakin keşfiyat-ı fenniye, eski insanlara göre, imkan ve ihtimal dairesinden çıkıp, muhal ve imtina derecesine girmişlerdir. Çünkü gözleriyle gördükleri şeyler, onlarca bedahet derecesine girmekle, onun hilafı onlarca muhaldir. Öyleyse, onların hissiyatına hürmeten, o gibi meselelerde belagatın iktizası, ipham ve ıtlaktır ki, onlara bir şaşırtma olmasın.
Fakat Kur’an-ı Kerim, irşadını noksan bırakmamıştır. Bu zamanın fencilerini de istifadeden mahrum etmemek üzere, çok karine ve emarelerin vaz’ıyla, hakikatlere işaretler yapmıştır. HAŞİYE2
Ey insafsız! Seni insafa davet ediyorum. Bir kere olan meşhur düsturu nazara almakla, zamanlarıyla muhitlerinin müsaadesizliğini düşünerek, telahuk eden binlerce efkarın neticelerinden doğan şu keşfiyat-ı fenniyeyi o zamanlardaki insanların kafa
İnsanlarla anlayış seviyelerine göre konuş.
HAŞİYE1 Hasta halimde, nevm ile yakaza arasında ihtar edilen bir nüktedir.
Şemsin, yerinde, Mevlevi-vari yaptığı semavi hareketi, kuvve-i cazibeyi tevlit etmek içindir, kuvve-i cazibe de manzume-i şemsiye ile anılan güneşe bağlı yıldızları düşmek tehlikesinden kurtarmak içindir. Demek şemsin mihverinde dairevari cereyan ve hareketi olmasa yıldızlar düşerler.
Said Nursi
Muhterem Müellif, diğer bir risalesinde şöyle diyor:
Evet, güneş bir meyvedardır, silkinir, ta düşmesin seyyar olan yemişleri.
Eğer sükunuyla sükunet eylese, cezbe kaçar, ağlar fezada muntazam meczupları.
Mütercim
HAŞİYE2
Mu’cizat-ı Kur’aniye Risale-i Nuriyesi tamamıyla bu hakikati ispat etmiş.
Mütercim
mideleri alıp hazmedemediklerine dikkat edersen anlayacaksın ki Kur’an-ı Kerimin o gibi meselelerde ihtiyar ettiği ipham ve ıtlak yolu, ayn-ı belagat olduğu gibi, yüksek i’cazını da ispata aşikar bir delil olduğunu, gözün kör değilse göreceksin!
"Kur’an’da, delail-i akliyeye ve fennin keşfiyatına muhalif bazı ayetler vardır" dedikleri üçüncü şüphelerine cevap:
Kur’an-ı Kerimde takip edilen maksad-ı asli, ispat-ı Sani, nübüvvet, haşir, adalet ile ibadet esaslarına cumhur-u nası irşad ve isal etmektir. Binaenaleyh, Kur’an-ı Kerimin kainattan yaptığı bahis tebeidir, kasti değildir. Yani ligayrihidir, lizatihi değildir.
Yani, Kur’an-ı Kerim, Cenab-ı Hakkın vücut, vahdet ve azametine istidlal suretiyle kainattan bahsetmiştir. Yoksa, kainatın bizzat keyfiyetini izah etmek için değildir. Çünkü Kur’an-ı Kerim, coğrafya, kozmoğrafya gibi kasten kainatın keyfiyetinden mana-yı ismiyle bahseden bir fen, bir kitap değildir. Ancak, kainat sayfasında yazılan san’at-ı İlahiyenin nakışları ve yaratılan kudretin mucizeleri ve kozmoğrafyacıları hayrette bırakan nizam ve intizamla, mana-yı harfiyle Sani ve nizam-ı hakikiye istidlal keyfiyetini öğretmek için nazil olan bir kitaptır. Binaenaleyh, san’at, kasıt, nizam, kainatın her zerresinde bulunur, matlup hasıl olur; teşekkülü nasıl olursa olsun bizim matlubumuza taalluku yoktur.
Febinaen ala zalik, madem ki Kur’an’ın kainattan bahsi istidlal içindir ve delilin de müddeadan evvel malum olması şarttır ve delilin muhataplarca vuzuhu müstahsendir; bazı ayetlerin onların hissiyatına ve edebi malumatlarına imale etmesi ve benzetmesi, mukteza-yı belagat ve irşad olmaz mı? Fakat bu ayetlerin, hissiyatlarına imale etmesi meselesi o hissiyata kasten delalet etmek için değildir. Ancak, kinaye kabilinden o hissiyatı okşamak içindir. Maahaza, hakikate ehl-i tahkiki isal için, karine ve emareler vaz edilmiştir. Mesela, eğer Kur’an-ı Kerim, makam-ı istidlalde şöylece demiş olsaydı ki: "Ey insanlar! Güneşin zahiri hareketiyle hakiki sükununa ve arzın zahiri sükunuyla hakiki hareketine ve yıldızlar arasında cazibe-i umumiyenin garibelerine ve elektriğin acibelerine ve yetmiş unsur arasında hasıl olan imtizacata ve bir avuç su içinde binler mikrobun bulunmasına dikkat ediniz ki, bu gibi harika şeylerden Cenab-ı Hakkın herşeye kadir olduğunu anlayasınız" deseydi, delil, müddeadan binlerce derece daha hafi, daha müşkül olurdu. Halbuki, delilin müddeadan daha hafi olması, makam-ı istidlale uymaz. Maahaza, onların hissiyatına imale edilen ayetler kinaye kabilinden olup, ifade ettikleri zahiri manaları sıdk veya kizbe medar olamaz. Evet, görmüyor musun, ’deki hiffeti ifade ediyor? Aslı olsun olsun, ne olursa olsun, bize taalluk etmez.
Hülasa: Madem ki Kur’an, bütün zamanlardaki bütün insanlara nazil olmuştur; şu şüphe addettikleri umur-u selase, Kur’an’a nakise değil, Kur’an’ın yüksek i’cazına delillerdir.
Evet, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyanı talim eden Cenab-ı Hakka
Dedi.
kasem ederim ki, o Beşir ve Nezirin (a.s.m.) basar ve basireti, hakikatı hayalden tefrik edememekten münezzehtir, celildir, celidir; veya insanları kandırarak mağlatalara düşürtmekten, meslek-i alileri ganidir, alidir, temizdir, tahirdir!
YEDİNCİ MESELE
Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın izhar ettiği mahsus ve zahiri ve insanlarca meşhur ve malum olan harika ve mucizelerinin ekserisi, tarih ve siyer kitaplarında mezkurdur ve aynı zamanda, muhakkikin-i ulema tarafından izah ve beyan edilmişlerdir. Binaenaleyh, tafsilatını o kitaplara havale ile yalnız o harikaların nevilerini icmalen izah edeceğiz.
Evet, Peygamber Aleyhisselamın zahiri harikalarının herbirisi ahadi olup mütevatir değilse de, o ahadilerin heyet-i mecmuası ve çok nevileri, mütevatir-i bilmanadır. Yani, lafız ve ibareleri mütevatir değilse de, manaları çok insanlar tarafından nakledilmiştir. O harikaların nevileri üçtür.
Birincisi: "İrhasat" ile anılmaktadır ki, Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın nübüvvetinden evvel zuhur eden harikalardır. Mecusi milletinin taptığı ateşin sönmesi, Sava denizinin sularının çekilmesi, Kisra sarayının yıkılması ve gaipten yapılan tebşirler gibi şeylerdir. Sanki o Hazretin (a.s.m.) zaman-ı veladeti, hassas ve keramet sahibi imiş gibi, o zatın kudüm ve gelmesini şu gibi hadiselerle tebşiratta bulunmuştur.
İkinci nev’: İhbarat-ı gaybiyedir ki, bilahare vukua gelecek pek çok garip şeylerden bahsetmiştir. Ezcümle, Kisra ve Kayserin definelerinin İslam eline geçmesi, Rumların mağlup edilmesi, Mekke’nin fethi, Kostantiniye’nin alınması gibi hadisattan haber vermiştir. Sanki o zatın cesedinden tecerrüd eden ruhu, zaman ve mekanın kayıtlarını kırarak istikbalin her tarafına uçup gezmiş ve gördüğü vukuatı söylemiştir ve söylediği gibi de vukua gelmiştir.
Üçüncü nev’: Hissi harikalardır ki, muaraza zamanlarında kendisinden talep edilen mucizelerdir. Taşın konuşması, ağacın yürümesi, ayın iki parçaya bölünmesi, parmaklarından su akması gibi. Tefsir-i Keşşaf’ın müellifi Zemahşeri’nin dediğine göre, o Hazretin bu nevi harikaları bine baliğ olmuştur. Ve bir kısmı da mütevatir-i bilmanadır. Hatta Kur’an’ı inkar edenlerden bir kısmı, inşikak-ı kamer manasında tasarruf etmemişlerdir.
Sual : İnşikak-ı kamer bütün insanlarca kesb-i şöhret etmesi lazım bir mucize iken alemce o kadar şöhret bulmamıştır. Esbabı nedir?
Cevap : Matla’ların ihtilafı ve havanın bulutlu olmasının ihtimali ve o zamanda rasathanelerin bulunmaması ve vaktin uyku gibi gaflet zamanı olması ve inşikakın ani olması gibi esbabdan dolayı, herkesçe o vak’anın görünmesi ve malum olması lazım gelmez. Maahaza, Hicaz matla’ıyla matla’ları bir olan yerlerde, o gece yollarda bulunan kervan ve kafilelerden naklen, inşikakın vukua geldiği hakkında çok rivayetler vardır.
Diyarbakır’da Van Valisi Cevdet Beyin evinde 19 Pubat 1330 tarihinde Cuma gecesi bu tefsirin ilk Arabi nüshasını tebyiz ederken, şu şekl-i garib, tevafukan vaki olmuştur. Ve o gece vukua gelen Bitlis’in sukutuyla mü-ellif Bediüzzaman’ın esaretine rastgelir. Sanki şu şekl-i garibin, şu mucizeler ve harikalar bahsinde o gece hu-sule gelmesi, müellifin Ruslara esir düştüğüne ve berabe-rinde bulunan bazı talebelerinin şehid olarak kanlarının dökülmesine harika bir işarettir.
Said’in Küçük Kardeşi,
Yirmi Senelik Talebesi
Abdülmecid
Ve keza bu nakış, başı kesilmiş bir yılanın, kuyruğunu müellif Bediüzzaman’a sarmış olduğuna ve müellifin ya-ralı olarak otuz saat ölüme muntazıran su arkının içinde kaldığı yere benziyor ve o vaziyeti andırıyor.
Eski Said’in Ehemmi-yetli Talebesi
Hamza
Ey insanlar ibadet ediniz. (Bakara Suresi: 21.)
Lakin i’cazının en yüksek veçhi, nazmındaki belagatten doğmuştur. Evet, Kur’an’ın bu nevi i’cazı, beşerin takatinden hariç bir derecededir. Bu hakikati tafsilen anlayıp kanaat hasıl etmek isteyen, bu tefsiri ve emsali eserleri ve Yirmi Beşinci Sözü zeyilleriyle beraber mütalaa etsin. Fakat icmali bir malumatı elde etmek isteyenler de, belagatin imamları bulunan Abdülkahir-i Cürcani, Zemahşeri, Sekkaki, Cahız’ın bu kısım i’caz hakkında üç tarikle beyan ettikleri malumattan, miktar-ı kafi malumat elde edebilir.
Birinci tarik: Arap kavmi maarifsiz, bedevi bir millet idi. Muhitleri de, onlar gibi bedevi bir muhit idi. Divanları, şiir idi. Yani, medar-ı iftihar olan hallerini, şiirle kayt ve muhafaza ederlerdi. İlimleri, belagat idi. Medar-ı iftiharları, fesahat idi. Sair kavimlerden fazla bir zekaya malik idiler. Başka insanlara nisbeten cevval fikirleri vardı.
İşte Arap kavmi böyle bir vaziyette iken ve zihinleri de bahar çiçekleri gibi yeni yeni açılmaya başlarken, birden bire Kur’an-ı Azimüşşan, yüksek belagatiyle, harika fesahatiyle mele-i a’ladan yeryüzüne indi. Arapların medar-ı iftiharları ve timsal-i belagatleri olan ve bilhassa Kabe duvarında teşhir edilmek üzere altın suyu ile yazılmış "Muallakat-ı Seb’a" ünvanıyla anılan en meşhur ediplerin en beliğ ve en fasih eserlerini iftihar listesinden sildirtti. Maahaza, Hazret-i Muhammed (a.s.m.) Kur’an’la muarazaya ve Kur’an’a bir nazire yapılmasına onları şiddetle davet etmekten geri durmuyordu, damarlarına dokunduruyordu, techil ve terzil ediyordu. O Hazretin yaptığı böyle şiddetli hücumlara karşı, o umera-i belagat ve hükkam-ı fesahat ünvanıyla anılan Arap edipleri, bir kelime ile dahi mukabelede bulunamadılar. Halbuki kibir ve azametleri, enaniyetleri ve göklere kadar çıkan gururları iktizasınca, gece gündüz çalışıp Kur’an’a bir nazire yapmalıydılar ki, aleme karşı rezil ve rüsvay olmasınlar.
Demek bu meselenin uhdesinden gelemediklerinden, yani Kur’an’ın bir benzerini yapmaktan aciz kaldıklarından sükuta mecbur olmuşlardır. İşte onların bu ıztırari sükutları aczlerini meydana çıkardı. Ve bunların aczlerinden de, i’caz-ı Kur’an’ın güneşi tulu etmiştir.
İkinci tarik: Kelamların hasiyetlerini, kıymetlerini, meziyetlerini bilip altınlarını bakırından tefrik eden bütün ehl-i tahkikten, tetkikten, tenkitten, dost ve düşmanlar tarafından Kur’an-ı Kerim sure sure, ayet ayet, kelime kelime mihenk taşına vurularak, altından maada bir bakır eseri görülmemiştir. Bu ağır imtihandan sonra, Kur’an-ı Azimüşşanın ihtiva ettiği mezaya, letaif, hakaikin hiçbir beşer kelamında bulunmadığına şehadet etmişlerdir. Onların sıdk-ı şehadetleri şöylece ispat edilebilir: Kur’an’ın insan aleminde yaptığı büyük inkılap ve tebeddül ve şark ve garbı içine alan tesis ettiği din, diyanet ve zamanın geçmesiyle gençlik ve şebabiyetini ve tekerrür ettikçe halavetini muhafaza etmesi gibi harika halleri, ayetini okuyup ilan ediyorlar.
O ancak kendisine vahyolunanı söyler.(Necm Suresi: 4.)
Üçüncü tarik: Belagat imamlarından meşhur Cahız’ın tahkikatına göre, Arap edip ve beliğlerinin Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın davasını kalemle iptal etmeye tarife gelmez derecede ihtiyaçları vardı. Ve o Hazrete karşı olan kin, adavet ve inatlarıyla beraber, en kolay, en yakın, en selim olan kalem ve yazı ile muarazayı terk ve en uzun, en müşkül, en tehlikeli ve şüpheli seyf ve harp ile mukabeleye mecburen iltica ettiler. Suret-i kat’iyede bundan anlaşıldı ki, Kur’an’ın benzerini yapmaktan aciz kalmışlardır. Zira, her iki yolun arasındaki farkı bilmeyenlerden değildiler. Binaenaleyh, birinci yol iptal-i dava için daha müsait iken onu terkedip, hem malları, hem canları tehlikeye atan başka bir yola süluk eden, ya sefihtir-halbuki Müslüman olduktan sonra siyaset-i alemi eline alanlara sefih denilemez-veya birinci yola süluktan kendilerini aciz görmüşlerdir. Onun için kalem yerine seyfe müracaat etmişlerdir.
Sual : Kur’an’a bir nazire yapmak mümkinattan imiş, fakat nasılsa yapılmamıştır?
Cevap: Mümkinattan olmuş olsaydı, damarlarına dokundurulanlar, behemahal muarazayı arzu ederlerdi. Ve muaraza arzusunda bulunmuş olsaydılar, muaraza yapacaklardı. Çünkü, iptal-i dava için muarazaya ihtiyaçları pek şedit idi. Muaraza etmiş olsaydılar, gizli kalmazdı, tezahür ederdi. Çünkü tezahürüne rağbet çok olduğu gibi, esbab dahi çok idi. Tezahür etseydi, alemde şöhret bulurdu. Pöhret bulmuş olsaydı, Müseylime’nin hezeyanları gibi behemahal tarihte bulunacaktı. Madem ki tarihte bulunmamıştır, demek yapılmamıştır. Madem yapılmamıştır, demek Kur’an mucizedir.
Sual : Müseylime, füseha-i Arabdan olduğu halde sözleri niçin aleme maskara olmuştur?
Cevap : Çünkü onun sözleri, bin derece fevkinde bulunan sözlere karşı mukabeleye çıktığından çirkin ve gülünç olmuştur. Evet, güzel bir adam, Hazret-i Yusuf (a.s.) ile beraber güzellik imtihanına girerse, elbette çirkin ve gülünç olur.
Sual : Kur’an-ı Kerim hakkında şek ve şüpheleri olanlar, Kur’an’ın bazı terkip ve kelimeleri güya nahiv ilminin kaidelerine muhalefet etmiş gibi şüphe ika etmişlerdir?
Cevap : Bu gibi heriflerin, ilm-i nahvin kaidelerinden haberleri yoktur. Sekkaki’nin dediği gibi, efsah-ı füseha olan Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselam, Kur’an-ı Kerimi uzun uzun zamanlarda tekrar tekrar okuduğu halde o hataların farkında olmamış da bu cahil herifler mi farkında olmuşlardır? Bu, hangi akla girer ve hangi kafaya sığar? Sekkaki, Miftah’ının sonunda, bu gibi cahilleri iyi taşlamıştır.
Evet, bir şairin dediği gibi, "Her üren kelbin ağzına bir taş atacak olsan dünyada taş kalmaz."
Bu ayeti makabliyle rapteden ikinci vecih ise:
Evvelki ayet vakta ki ibadeti emretti, sanki "İbadetin keyfiyeti nasıldır?" diye samiin zihnine bir sual geldi; "Kur’an’ın talim ettiği gibi" diye cevap verildi. Tekrar, "Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunu nasıl bileceğiz?" diye ikinci bir suale daha kapı açıldı. Bu suale cevaben -1- ila ahir, ayetiyle cevap verildi. Demek her iki ayetin arasındaki cihet-i irtibat, bir sual-cevap ve bir alış-veriştir.
Arkadaş! Bu ayetin ihtiva ettiği cümlelerin arasına girelim, bakalım aralarında ne gibi münasebetler vardır?
Evet, cümlesi, mukadder bir suale cevaptır. Çünkü, Kur’an, evvelki ayette ibadeti emrettiği vakit, "Acaba ibadete olan bu emrin Allah’ın emri olup olmadığını nasıl anlayacağız ki imtisal edelim?" diye bir sual samiin hatırına geldi. Bu suale cevaben denildi ki: "Eğer Kur’an’ın ve dolayısıyla bu emrin Allah’ın emri olduğunda şüpheniz varsa, kendinizi tecrübe ediniz ve şüphenizi izale ediniz."
Ve eyzan, vakta ki Kur’an, surenin evvelinde -2- cümlesiyle kendisini sena etti, sonra mü’minlerin medhine, sonra kafir ve münafıkların zemmine intikal etti, sonra ibadet ve tevhidi emrettikten sonra surenin başına dönerek cümlesini tekiden ila ahir, cümlesini zikretti. Yani; "Kur’an, şek ve şüphelere mahal değildir. Sizin şüpheleriniz, ancak kalblerinizin hastalığından ve tabiatınızın sekametinden neş’et ediyor." Evet, gözleri hasta olan, güneşin ziyasını inkar eder; ağzı acı olan, tatlı suya acı der.
Yani: "Kur’an’ın mislinden bir sure getiriniz."
Arkadaş! Bu cümleyi -3- cümlesiyle bağlayan edat-ı şarttır. Part edatları, daima-hararetle ateş gibi-biri sebep, diğeri müsebbep iki cümleye dahil olurlar. İlm-i nahivce, birisine fi’lü’ş-şart, ikincisine cezaü’ş-şart denir. Bu iki cümle arasında, hararetle ateş arasında olduğu gibi "lüzum" lazımdır. Halbuki bu iki cümle arasında lüzum görünmüyor. Binaenaleyh, ayetin ihtisarı dolayısıyla, ortadan kaldırılan cümlelere müracaat lazımdır. Mukadder
1 İndirdiğimiz hakkında şüphede iseniz...
2 Onda şüphe yoktur. O, takva sahipleri için bir hidayettir. (Bakara Suresi: 2.)
3 Şüphede iseniz...
cümleler ise, -1- emirleridir. Bunlar, sırayla, ikincisi birincisine lazımdır. Yani ityan (delil getirmek), tecrübeye lazımdır; tecrübe taallüme, taallüm vücub-u teşebbüse, vücub-u teşebbüs de teşebbüse, teşebbüs de raybe lazımdır. Demek bu kadar lüzumların takdiri lazımdır ki, "Kur’an’ın bir mislini getiriniz" ile "Kur’an’da şüpheniz varsa" arasında lüzum tezahür edebilsin.
-2-
Bu cümlenin, üç vecihle makabliyle irtibatı vardır.
Birinci vecih: "Kur’an’a muaraza etmekten zahir olan aczimiz, bütün insanların aczini istilzam etmez. Biz yapamadık, ama başkaları yapabilirler" diye zihinlerine gelen vesveseyi def etmek için, Kur’an-ı Kerim, bu ayetin lisanıyla, "Büyüklerinizi, reislerinizi de çağırınız, size yardım etsinler" diye onları ilzam etmiştir.
İkinci vecih: "Eğer biz muaraza teşebbüsünde bulunsak, bizi destekleyen, müdafaa eden yoktur" diye ileri sürdükleri zuumlarını da reddetmiştir ki, "Herhangi bir meslek olursa olsun, mutaassıpları çoktur. Muaraza ettiğiniz takdirde, sizi müdafaa eden çok olur" diye onları iskat etmiştir.
Üçüncü vecih: Kur’an-ı Kerim, sanki onlara istihzaen diyor ki: "Muhammed Aleyhissalatü Vesselam, bütün insanlara nübüvvetini tasdik ettirmek için Allah’ından yardım istedi. Allah’ı da, Kur’an’ına sikke-i i’cazı basarak pek çok insanlara tasdik ettirdi. Sizin alihelerinizden bir faydanız varsa, siz de onları çağırınız, size yardım etsinler."
Yani, "Tecrübeden sonra bakınız; muarazaya kadir olmadığınız takdirde, acziniz zahir olur ve muarazayı da yapmış olmazsınız." Yani, "Mazide yapamadığınız gibi, bundan sonra da kat’iyetle yapamayacaksınız." Binaenaleyh, "Bizim mazide yapamamamız, istikbalde beşerin yapamamasını istilzam etmez" diye izhar ettikleri o bahaneyi de, ile defetmiştir. Ve aynı zamanda üç vecihle i’caza işaret yapmıştır.
Birinci vecih: Gaipten haber vermiştir ve ihbar ettiği gibi de muaraza vaki olmamıştır. Bakınız, milyonlarca Arabi kitap vardır ve bütün müellifler, dost olsun,
1 Müteşebbis olunuz. Çünkü, üzerinize borç olmuştur. Öğreniniz ve tecrübe ediniz.
2 Allahtan başka şahitleri de çağırınız.
düşman olsun, Kur’an’ın üslubunu taklit etmeye fevkalade müştak oldukları halde, hiçbir müellif, hiçbir kitabında Kur’an-ı Kerimin üslubunu taklit etmeye muvaffak olamamıştır. Sanki Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, yani, bir şahısta inhisar etmiş bir nevidir. Binaenaleyh, Kur’an-ı Kerim, ya bütün kitapların altındadır-bu, gülünç bir sözdür-veya bütün kitapların fevkinde, fevkalküll bir nadiredir.
İkinci vecih: Böyle büyük bir davada ve müşkül bir makamda, onların asaplarını tahrik, izzet-i nefislerini kırmak suretiyle "Yapamayacaksınız" diye kat’iyetle verdiği hüküm, onun emin, mutmain, itimadlı olduğuna bir delildir.
Üçüncü vecih: Sanki Kur’an-ı Kerim diyor ki: "Sizler, fesahatin ümerası ve herkesten ziyade fesahate muhtaç olduğunuz halde, muarazaya kadir olamadınız. Beşer de Kur’an’ın muarazasına kadir olamaz."
Ve keza, Kur’an’ın neticesi olan İslamiyete bir nazirenin yapılmasına zaman-ı mazi kadir olmadığı gibi, istikbal zamanı da onun mislinden aciz kalacağına bir işarettir.
Yani, "Kafirlere hazırlanan bir ateşten sakınınız ki, odunu, insanlar ile taşlardır."
-1- cümlesi -2- cümlesine cezaü’ş-şart olduğu cihetle, aralarında lüzumun bulunması lazımdır. Halbuki muarazanın yapılmaması, ateşten sakınmayı istilzam etmez. Binaenaleyh, ihtisar için ortadan kaldırılan cümlelere müracaat etmekle, bu lüzumu arayıp bulacağız. Şöyle ki:
1. Muarazanın yapılmamasından, Kur’an’ın i’cazı lazımgelir.
2. Kur’an’ın i’cazından, Allah’ın kelamı olduğu lazım gelir.
3. Allah’ın kelamı olduğundan, emirlerine imtisal lazım gelir.
4. Emirlerine imtisalden, ibadetin yapılması lazım gelir.
5. İbadetin yapılması, ateşe girmemeye vesiledir.
İşte bu cümlelerin arasında bulunan lüzumların silsilesinden, ile arasındaki o gizli lüzum tezahür eder. Ve bu yapılan icaz ve ihtisardan, i’cazın bir şuası meydana gelir.
1 Sakınınız...
2 Eğer yapamazsanız...
-1-
Kur’an-ı Kerim, onları -2- cümlesi ile tehdit ettikten sonra, -3- kelimesinin bu cümle ile vasıflandırılmasıyla da o tehdidi tekit ve teşdit etmiştir. Zira, odunu insanlar ile taşlar olan bir ateşin heybeti, dehşeti ve havfı daha şedittir.
Ve keza, bu cümle ile, sanemlere ibadet yapanları zecir ve men etmeye işaret yapılmıştır. Şöyle ki: "Ey insanlar! Allah’ın emirlerine imtisal etmeyip, bilhassa taşlara ve camid şeylere ibadet yaparsanız, muhakkak biliniz ki, tapanlar ile taptıkları şeyleri yiyip yutacak bir ateşe gireceksiniz!"
-4-
Bu cümle, ile cümleleri arasındaki lüzumu izah eder ve kararlaştırır. Yani, şu ateş azabı, Kur’an’a imtisal etmeyen kafirlere hazırlanmıştır. Hem bu ateş, tufan ve sair musibetler gibi iyi-kötü bütün insanlara şamil musibetlerden değildir. Ancak bu musibeti celb eden, küfürdür. Bu beladan kurtuluş çaresi, ancak Kur’an-ı Kerime imtisaldir.
Mazi sigasıyla zikredilen -5- kelimesi, Cehennemin el’an mahluk ve mevcut olup, Ehl-i İ’tizalin bilahare vücuda geleceğine zehapları gibi olmadığına işarettir.
Ey arkadaş! Ateş unsuru, kainatın bütün kısımlarını istila etmiş pek büyük bir unsurdur. Bir damar gibi kainatın yaratılışından başlayarak her tarafa dal budak salıp gelen şu şecere-i nariyeye nazar-ı hikmetle dikkat edilirse, bu şecerenin başında, yani sonunda büyük bir meyvenin bulunduğu anlaşılır. Evet, toprağın içinde büyük ve uzun bir damarı gören adam, o damarın başında kavun gibi bir meyvenin bulunduğunu zannetmesi gibi, alemin her tarafında damarları bulunan şu şecere-i nariyenin de Cehennem gibi bir meyvesinin bulunduğuna bilhads, yani sür’at-i intikal ile hükmedebilir.
Sual : Cehennem şimdi mevcut olduğu takdirde, yeri nerededir?
Cevap : Biz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, el’an Cehennemin vücuduna itikad ediyoruz, ama yerini tayin edemiyoruz.
1 Ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır.
2 Öyleyse ateşten sakınınız.
3 Ateş.
4 Kafirler için hazırlanmıştır.
5 hazırlanmıştır.
Sual : Bazı hadislerin zahirine göre, Cehennem tahtel-arzdır; yani yerin altındadır. Ve keza, bir hadise nazaran, Cehennem ateşinin dünya ateşinden iki yüz derece fazla harareti vardır. Bu noktaların izahı?
Cevap : Kürenin tahtı, merkezinden ibarettir. Buna binaen, arzın tahtı, merkezidir. Nazariyat-ı hikemiyece sabit olduğu vecihle, arzın merkezinde, harareti iki yüz bin dereceye baliğ bir ateş vardır. Çünkü, her otuz üç zıra’ derinliğinde, tahminen bir derece hararet artar. Buna binaen, merkeze kadar iki yüz bin dereceli bir hararet meydana gelir. İşte bu nazariyeye, mezkur hadisin meali mutabık gelir. Buna binaen, küre-i arzın merkezinde bulunan iki yüz bin derece hararetli bir ateş, Cehenneme bir çekirdek hükmünde olup, kıyamette, kabuğu hükmünde bulunan tabaka-i türabiyeyi çatlatıp, bütün dehşetiyle çıkar, tevessü etmeye başlar ve tam teçhizatıyla Cehennem meydana gelir, denilebilir. Ve keza, bir hadise nazaran, "Zemherir" namında, burudet ile yakan bir ateş vardır. Bu hadis de, o nazariyeye mutabıktır. Zira, merkez-i arzdan sathına kadar derece derece artan veya tenakus eden ateş, Zemherir de dahil olmak üzere, ateşin bütün mertebelerine şamildir. Hikmet-i tabiiyede takarrur ettiği gibi, ateş, bazen öyle bir dereceye gelir ki, yakınında bulunan şeylerden hararetleri tamamen celp ve cezb etmekle, onları bürudet ile yakar ve suyu incimad ettirir.
Sual : Mezkur hadise göre, Cehennem, arzın merkezindedir. Halbuki arz, Cehenneme nisbeten bir yumurta kadardır. O kocaman Cehennem, arzın karnında nasıl yerleşir?
Cevap : Evet, alem-i mülk, yani alem-i şehadet, yani bu görmekte olduğumuz aleme göre, Cehennem, arzın içindedir diye, Cehennemi küçük gösteriyoruz. Amma alem-i ahirete nazaran, Cehennem öyle azamet peyda eder ki, binlerce arzları içine alır, doymaz. Bu alem-i şehadet, bir perde gibi, onun tevessüüne mani olmuştur. Binaenaleyh, arzın içindeki Cehennemden maksat, Cehennemin kalbi ve Cehennemin çekirdeğidir. Ve keza Cehennemin arzın altında bulunması, arzın karnında veya arz ile muttasıl, yapışık olmasını istilzam etmez. Zira şems, kamer, yıldız, arz gibi küreler, hep şecere-i hilkatin meyveleridir. Malumdur ki, meyvenin altı, bütün dalların aralarına şumulü vardır. Binaenaleyh, Allah’ın mülkü pek geniştir. Pecere-i hilkatin dalları da her tarafa uzanıp gitmiştir; Cehennem nereye giderse, yeri vardır. Ve keza, bir hadise göre, Cehennem matvidir, yani bükülmüştür, yani tam açık değildir. Demek Cehennemin, bir yumurta gibi, arzın merkezinde mevcut ve bilahere tezahür edeceği, mümkinattandır.
İhtar : Cehennemin şimdi mevcut olmadığına Mutezileleri sevk eden, bu hadis olsa gerektir.
Arkadaş! Bu ayetin cümlelerini yoklayalım, bakalım, o zarflar nasıl sadeflerdir, içlerinde ne gibi cevherler vardır?
Evet, -1- cümlesinin başındaki harf-i atıftır. Malum ya, birşeyin diğer birşeye atfı, aralarında bir münasebetin bulunmasına mütevakkıftır. Halbuki -2- ile -3- cümleleri arasında münasebet görünmüyor. Bunların aralarındaki münasebet, ancak iki sual ve cevabın takdiriyle tezahür eder. Şöyle ki:
Evvelki ayette ibadete emredildiğinde, "İbadet nasıldır?" diye varit olan suale cevaben, "Kur’an’ın talim ettiği gibi" denildi. "Kur’an Allah’ın kelamı mıdır?" diye edilen ikinci suale cevaben ilaahir denildi. İşte, her iki cümle arasında bu suretle münasebet tezahür eder ve harf-i atfın da muktezası yerine gelir.
Sual : şek ve tereddüdü ifade eder. ise, cezm ve kat’iyete delalet eder. Onların şek ve raybları, Kur’an hakkında kat’idir. Binaenaleyh, makamın iktizası hilafına kelimesinin kelimesine tercihan zikrinde ne gibi bir işaret vardır?
Cevap : Evet, onların şek ve rayblarını izale edecek esbabın zuhurundan dolayı, o gibi şüphelerin vücuduna kat’iyetle hükmedilemeyeceğine, ancak o şeklerin vücuduna yine şek ve şüphe ile hükmedilebileceğine işarettir.
İhtar : kelimesinin ifade ettiği şek ve tereddüd, üslubun iktizasına göredir, haşa, Mütekellime ait değildir.
ile -4- cümleleri bir manayı ifade ettikleri ve ikinci cümle, birinci cümleden kısa olması üsluba daha uygun olduğu halde, birinci cümlenin ikinci cümleye tercihan zikri, onların rayblarının menşei, hasta tabiatlarıyla kötü vücutları olduğuna işarettir.
Sual : Onlar rayblara zarf ve mahal oldukları halde, onları mazruf, raybı onlara zarf göstermek neye binaendir?
Cevap : Evet, kalblerindeki raybın zulmeti bütün bedenlerine, kalıplarına intişar ve istila etmiş olduğundan, kendilerinin rayb içinde bulundukları sanılmakta olduğuna işarettir.
1 Kulumuz üzerine indirdiğimiz hakkında şüphe ediyorsanız...
2 Şüphe içinde iseniz...
3 Ey inanlar ibadet ediniz!
4 Şüphe ediyorsanız.
Nekre olarak -1- kelimesinin zikri, tamim içindir. Yani, hangi raybınız varsa, cevap birdir; herbir raybınıza karşı mahsus bir cevap lazım değildir. Hangi çareye başvurursanız, alacağınız cevap, Kur’an’ın i’cazıdır. Evet, bir çeşme başında su içip tatlılığını anlayan bir adam, bütün o çeşmeden teşaub eden arkları tecrübe etmeye hakkı yoktur; zira menbaı birdir. Kezalik, bir surenin muarazasından aciz kalan adamın, bütün Kur’an’ı tecrübeye hakkı yoktur. Çünkü Katip birdir.
’daki beyanı ifade ettiğinden, -2- kelimesinin takdirini ister. Takdir-i kelam, -3- olsa gerektir.
-4- tabirinden anlaşılır ki, onların şüphelerinin menşei nüzul sıfatı olup, kat’i cevapları da, ispat-ı nüzuldür. Tedricen, yani ayet ayet, sure sure, hadiselere göre nüzulü ifade eden tef’il babından kelimesinin, def’aten nüzule delalet eden if’al babından -5- kelimesine tercihan zikredilmesi, onların, davalarında "Niçin Kur’an def’aten nazil olmamıştır?" diye delil getirdiklerine işarettir.
-6-
Abd lafzının nebi veya Muhammed (a.s.m.) lafızlarına cihet-i tercihi; abd tabiri, Peygamber Aleyhissalatü Vesselamın azametine ve ibadetin ulüvv-ü derecesine işaret olduğu gibi, -7- emrini tekittir ve Resul-i Ekrem hakkında varit olan vehimleri def etmektir ki, o zat bütün insanlardan ziyade ibadet yapmış ve Kur’an’ı okumuştur.
-8-
Bu emir, taciz içindir. Yani emirden maksat, muhataptan birşey talep değildir. Ancak, başlarına vurmakla muarazaya, tecrübeye davet etmektir ki, aczleri meydana çıksın.
1 Şüphe.
2 Birşey hakkında.
3 İndirdiği şey hakkında şüphede iseniz...
4 Ayet ayet, sure sure indirdik.
5 Bir defada indirdik.
6 Kulumuza.
7 İbadet ediniz.
8 Getiriniz.
ilaahir.
Bu tabirden anlaşılır ki, onların ilzamları, aczleri son hadde baliğ olmuştur. Zira, dokuz dereceye baliğ olan tahaddinin, yani muarazaya davet etmenin tabirleri, tabakaları vardır.
1. Yüksek nazmıyla, ihbarat-ı gaybiyesiyle, ihtiva ettiği ulumu ve ali hakaikiyle beraber tam bir Kur’an’ın mislini, ümmi bir şahıstan getiriniz.
2. Eğer böylece mislini getirmek takatinizin fevkinde ise, beliğ bir nazımla uydurma şeylerden olsun, getiriniz.
3. Eğer buna da kudretiniz olmazsa, on sure kadar bir mislini yapınız.
4. Bu da mümkün olmadıysa, uzun bir surenin mislini yapınız.
5. Eğer bu da size kolay değilse, kısa bir surenin misli olsun.
6. Eğer ümmi bir şahıstan imkan bulamadıysanız, alim ve katip bir adamdan olsun.
7. Bu da olmadığı takdirde, biribirinize yardım etmek suretiyle yapınız.
8. Buna da imkan bulunamadığı takdirde, bütün ins ve cinlerden yardım isteyiniz ve bütün efkarın neticelerinden istimdad ediniz. Neticeleri, tamamen yanınızda bulunan kütüb-ü Arabiyede mevcuttur. Bütün kütüb-ü Arabiye ile Kur’an arasında bir mukayese yapılırsa, Kur’an, mukayeseye gelmez. Çünkü hiçbirine benzemiyor. Öyleyse Kur’an, ya hepsinden aşağıdır veya hepsinden yukarıdır. Birinci ihtimal, batıl ve muhaldir. Öyleyse hepsinden yukarı, fevka’l-küll bir kitaptır. On üç asırdan beri misli vücuda gelmemiştir, bundan sonra da vücuda gelemeyecektir, vesselam.
9. "Bizim şahitlerimiz yoktur. Eğer muarazaya girişsek, bizi destekleyecek kimse yoktur" diye gösterdikleri o bahaneyi de def etmek için, "Pühedanıza da müsaade edilmiştir. Onları da çağırın, size yardım etsinler."
İşte bu tabakalara dikkat edilirse, muarazanın şu mertebelerine işareten, Kur’an-ı Kerimin yaptığı icaz ile gösterdiği i’caza bir şua görünür.
Arkadaş! Kur’an-ı Kerimden en kısa bir sureye muaraza etmekten beşerin aczi, mezkur izahat ile sabit oldu. Amma i’cazın limmiyet ciheti kaldı. Yani, beşerin aczini intaç eden illet ve sebep nedir?
Evet, Kur’an ile muaraza ve mübarezeye çıkan insanların kuvveti Cenab-ı Hak tarafından körleştirilerek, muarazayı yapabilecek kabiliyetten sukut ettirilmiştir. Fakat Abdülkahir-i Cürcani, Zemahşeri, Sekkaki gibi belagat imamlarınca, beşerin kuvveti Kur’an’ın yüksek üslup ve nazmına yetişemediğinden, aczi tezahür etmiştir. Bir de, Sekkaki demiştir ki: "İ’caz, zevkidir; tarif ve tabir edilemez."
Bir sureyi...
-1- Yani, fikriyle i’cazı zevketmeyen, tarifle vakıf olamaz; bal gibidir.
Lakin Abdülkahir’in iltizam ettiği veçhe göre, i’cazı tarif ve tabir etmek mümkündür. Biz de bu veçhi kabul ediyoruz.
Sual : Taife, necm, nevbet kelimeleri, sure kelimesinin vazifesini ifa edebilirler. Sure kelimesinin onlara tercihan zikrinde ne vardır?
Cevap : Onları, şüphelerinin menşei ile ilzam ve boğmaktır. Şöyle ki:
Onları şüpheye düşürten, güya Kur’an’ın def’aten nazil olmamasıdır. Demek Kur’an def’aten nazil olmuş olsaydı, Allah’ın kelamı olduğundan şüpheleri olmazdı. Lakin parça parça nazil olduğundan, şüphelerine bais olmuştur ki, "Bu, beşerin kelamıdır, parça parça yapılışı kolaydır, biz de yapabiliriz" diye şüpheye düştüler. Kur’an-ı Kerim de, onların kolay zannettikleri yolu, tabiriyle ihtar ve "Haydi, mislini getiriniz de, sizin kolay zannettiğiniz parça parça şeklinde olsun" diye, onları kolay addettikleri yolda boğmuştur.
Ve keza, Zemahşeri’nin beyanı vechiyle, Kur’an-ı Kerimin surelere taksim edilmiş bir şekilde nazil olmasında çok faydalar vardır. Evet, çok garip letaifi havi olduğu için, şu üslub-u garip ihtiyar edilmiştir.
’deki zamir, ya Kur’an’a racidir, yani, "Kur’an’ın mislini getiriniz." Veya Hazret-i Muhammed’e (a.s.m.) aittir. Yani, "Bir sureyi o zatın (a.s.m.) misli olan ümmi bir şahıstan getiriniz." Lakin birinci ihtimale göre ibarenin hakkı iken,iktizanın hilafına -2- denilmiştir. Bunun esbabı: Çünkü birinci ihtimalde, ikinci ihtimalin de mülahazası ve riayeti lazımdır. Zira, yalnız Kur’an’ın mislini getirmekle mesele bitmiş olmuyor. Ancak ümmi bir şahıstan getirilmesi lazımdır ve muarazanın tamamiyetine şarttır. İşte, bunun için, hem ’ deki zamirin Kur’an’a raci olması lazımdır. Hem ibarenin tebdili lazımdır ki, her iki ihtimal mer’i olsun. Ve keza, muarazanın tamamiyeti, yalnız bir surenin mislini getirmekle olmuyor. Ancak Kur’an’ın tamamına misil olacak bir mecmudan, bir kitaptan alınan bir surenin mislini getirmek şart olduğuna işarettir. Ve keza, nüzulde Kur’an’ın emsali olan kütüb-ü semaviyeye zihinleri çevirir ki, aralarında yapılacak muvazene ile Kur’an’ın ulviyeti anlaşılsın.
1 Tatmayan bilmez.
2 Bir surenin mislini...
*
Bu tabirin istiane veya istimdat kelimelerine cihet-i tercihi, davet kelimesinin kullanış yerlerinden anlaşıldığı vecihle, onları belalardan, zahmetlerden kurtarıp yardım edenler hazır bulunup, yalnız çağırmaları lazımdır, fazla bir zahmete ihtiyaç olmadığına işarettir. İstiane ve istimdat kelimeleri ise yardımcıların hazır bulunduklarına delalet etmezler.
Bu tabir, üç manaya tatbik edilebilir.
Birincisi: Büyük ediplerdir. Bu manaya göre, onların muaraza manasında "Bizim kuvvetimiz muarazaya kafi değilse de, büyük edip ve hocalarımızın muarazaya kudretleri vardır" diye söyledikleri yalanı da, Kur’an-ı Kerim, emriyle kesip atmıştır.
İkincisi: Muarazayı destekleyip şehadet edenlerdir. Bu ihtimale nazaran, onların, "Biz muarazaya girişsek bizi destekleyen, şehadet eden yoktur" diye gösterdikleri bahaneyi de Kur’an-ı Kerim, müsaade vermek suretiyle "Haydi, şahitlerinizi de çağırınız, sizi takviye etsinler" diye, o bahaneyi de yalana çıkartmıştır.
Üçüncüsü: alihe manasınadır. Bu manaya nazaran, sanki Kur’an-ı Kerim onlara karşı, "Yahu, bu kadar taptığınız ilahlarınız varken, böyle dar ve sıkıntılı bir vaktinizde niçin onlardan yardım istemiyorsunuz? Onları çağırınız ki, bu muaraza belasından sizi kurtarsınlar!" diye bu cümle ile onlara tehekküm etmiş, yüzlerine gülmüştür.
İhtisası ifade eden şu izafe, kelimesinin her üç manasına da bakar. Şöyle ki:
1. Madem ki büyük edip ve hocalarınız vardır, tabii aranızda irtibat, hürmet ve muhabbet vardır. Ve yanınızda hazır olup, gaip de değillerdir. Eğer onların bu dehşetli muarazaya kudretleri olsaydı, herhalde yardım edeceklerdi. Demek, onlar da sizler gibi acizdirler, kusurlarına bakmayınız!
2. Muarazada sizleri destekleyecek, şehadet edecek her kim olursa olsun kabul ederiz, çağırınız. Amma onlar, böyle bedihü’l-butlan bir davada yalan şehadete cesaret edemezler.
* Çağırınız.
Mabud ittihaz ettiğiniz aliheleriniz nasıl size yardım etmiyorlar? Onları da çağırınız, bakalım. Fakat onlarda can yok, şuurları da olmadığı gibi, hiçbir şeye de kadir değillerdir. Onları da mazur görünüz!
Yani, "Allah’tan maada." Bu kayıt, şühedanın birinci manasına göre tamimi ifade eder. Yani, "Allah’tan maada, dünyada ne kadar erbab-ı fesahat varsa çağırınız." Pühedanın ikinci manasına nazaran, aczlerine işarettir. Çünkü bir meselede aciz ve mağlup olan, yemin eder, şahitleri gösterir. Bu, acizler için bir usuldür. Pühedanın üçüncü manasına göre, onların Resul-i Ekrem ile muarazaları, adeta, şirk ile tevhid veya cemadat ile Halık-ı Arz ve Semavat arasında bir muaraza olduğuna işarettir.
-1-
Bu cümle, "Biz istersek, Kur’an’ın mislini yaparız" diye evvelce sarf ettikleri sözlerine işarettir. Ve keza, onların yalancı olduklarına bir tarizdir. Yani, "Sıdk erbabı değilsiniz, ancak safsatacı adamlarsınız. Evet, siz hakkı talep ederken rayb, şüphe kuyusuna düşmediniz. Ancak rayb, şek ve şüphelere koşarken içine düşmüş kafasız adamlarsınız."
İhtar : cümlesinin cezaü’ş-şartı, makablinin hülasasıdır. Takdir-i kelam: Yani: "Sözünüzde sadık olsaydınız, yapacaktınız."
-2-
Arkadaş! cümlesi, onların aleyhine bir kıyas-ı istisnaiyi tazammun etmiştir. O kıyasın suret-i teşekkülü: "Eğer sadık olsaydınız, yapacaktınız. Lakin yapamadınız; öyleyse sadık değilsiniz." Fakat Kur’an-ı Kerim, mukaddeme-i istisnaiye yerinde, yani "Lakin yapamadınız"a bedel, -3- ila ahir cümlesini, şekki ifade ifade eden ile söylemiştir. Bunun esbabı ise, onların, "Yapacağız" diye ettikleri zannı bir derece okşamak içindir.
1 Eğer doğru söylüyor iseniz...
2 Eğer bunu yapamazsanız -ki asla yapamayacaksınız- öyle bir ateşten sakınınız ki...
3 Eğer yapamazsanız...
Ve keza, o kıyasın neticesi olan "Sadık değilsiniz" yerine de, o neticenin üçüncü derecede lazımının illeti olan -1- söylemiştir. Takdir-i kelam: "Eğer sadık olsaydınız, yapacaktınız. Lakin yapamadınız. Öyleyse sadık değilsiniz. Öyleyse hasmınız olan Resul-i Ekrem sadıktır. Öyleyse Kur’an, mu’cizdir. Öyleyse iman ve tasdikiniz lazımdır ki, ateşe düşmeyesiniz." Bu emr-i ilahi, onlara yapılan tehditleri dehşetlendiriyor.
cümlesindeki kelimesi, fi’l-i muzaridir. Bu fiil, zaman-ı hal ile istikbal arasında müşterektir. Huruf-u şartiyeden olan zaman-ı halden istikbal dağlarına atıyor. Huruf-u cazimeden olan istikbalden mazi derelerine fırlatıyor. Zavallı her iki edatın ellerinde top gibi oyuncak olmuştur. Bu edatların bu vaziyetleri zihinleri hem maziye, hem istikbale gönderiyor ki, maziyi süslendiren beliğ hitabeleri, altınla yazılan muallakatları, Kur’an’ın yakınına bile gelemediklerini görsünler. O sayfayı gördükten sonra, istikbal sayfasını da ona kıyas etsinler. ’nun -2- kelimesine tercihinde, iki nükte vardır.
Birisi: Kur’an’ın i’cazı, onların aczindendir. Aczleri ise, eserden olmayıp fiilden olduğuna işarettir. Yani aczlerinin menşei, Kur’an’ın misli değildir, o misli yapmaktandır.
İkincisi ise: İlm-i sarfta , , bütün fiillerin terazisi olduğu gibi, üsluplarda da uzun hikayeleri, işleri, vakıaları, kıssaları bir lafızla ifade eden bir fezlekedir. Sanki kinaye kabilinden cümleleri tabir eden bir zamirdir.
’ daki huruf-u nasıbeden olup, dahil olduğu fiili istikbale nakleder, müekked veya müebbed olarak istikbalde nefyeder. Demek bu cümlenin kaili, pek büyük bir itminan ve ciddiyetle, şek ve şüphe etmeyerek bu hükmü vermiştir. Bundan anlaşılır ki, o zatın işlerinde hile yoktur.
Sual : ittika ile tecennüb, ikisi de bir manayı ifade ederler. İttika’nın tecennüb’e cihet-i tercihi nedir?
1 Ateşten sakının.
2 Getiremezseniz...
Cevap : Evet ittika, imana tabidir. Yani ittika, iman olduktan sonra husule gelir. Tecennübde bu tebaiyet yoktur. Binaenaleyh, ittika kelimesi imanı andırır ve ittika lafzıyla, imana ima ve işaret edilebilir. Fakat tecennüb kelimesi bu işi göremez. Bunun içindir ki, ’nun hakiki cezası olan -1- ’nun yerinde -2- ’ya tercihan ihtiyar ve ikame edilmiştir.
: Nar’ın ile tarifi, nar’ın mahudiyet ve malumiyetine işarettir. Çünkü, enbiya-i izamdan işitilmek suretiyle, zihinlerde malumiyeti takarrur etmiştir.
Sual : -3- esma-i mevsuledendir. Sıla, dahil olduğu cümlenin evvelce malum olduğunu iktiza eder. Halbuki sılası olan -4- evvelce muhataplara malum değilmiş.
Cevap :
... ayeti bu ayetten evvel nazil olduğuna nazaran, muhataplar ondan kesb-i malumat ettiklerine binaen, burada ile arasında tavsif muamelesi yapılmıştır.
Bu kayıtlardan maksat, tehdittir. Tehdidlerin tekit ve teşdit edildiğine binaen, burada -5- kelimesiyle tekit edilmiştir, -6- lafzıyla de teşdit ve tevbih edilmiştir. Şöyle ki:
"Menfaat, necat ümidiyle taştan mamul mabud ittihaz ettiğiniz sanemler, size tazip aleti, yani sizi yandırıp yakan ateşe odun olmuşlardır. Zavallılar! Niçin bunu düşünmüyorsunuz?"
1 İman ettiler.
2 Sakının.
3 Öyle ki.
4 Yakıtı insanlar ve taşlardır.
5 İnsanlar.
6 Taşlar.
Sual : -1- cümlesinde, makamın iktizası hilafına -2- yerine -3- denilmesi neye binaendir?
Cevap : Evet, Kur’an-ı Kerim’in takip ettiği usul, ale’l-ekser ayetlerin sonunda külli kaideleri, fezlekeleri söylediğine göre, Kur’an-ı Kerim, onların Cehennemlik olduklarını ispat eden delilin ikinci mukaddemesine işaret etmek üzere, ism-i zahiri, zamir yerine, yani cümlesini, yerine ikame ile tamim yapmıştır.
Takdir-i kelam:
; Yani: "Siz Cehennemliksiniz. Zira kafirlerdensiniz. Cehennem de kafirler içindir."
• • •
1 Kafirler için hazırlanmıştır.
2 Sizin için.
3 Kafirler için.
-1-
Yani, "İman eden ve iyi işler işleyen mü’minlere beşaret ver ki, altında nehirler akan Cennetler onlarındır. O Cennetlerden bir meyve yedikleri zaman, ’Bu, bundan evvel yediğimiz meyvedir’ derler. Biribirine benzer bir surette rızıkları getirilip verilir. Ve o Cennetlerde, onlar için temiz kadınlar vardır. Ve onlar, o Cennetlerde de daimi bir şekilde kalacaklardır."
Arkadaş!
Bu ayetin, evvela makabliyle olan irtibatından bahsedeceğiz. Şöyle ki:
Bu ayetin geçen ayetlerle mütefavit çok irtibatları vardır. Yani, mezkur cümlelere doğru bu ayetten uzanıp giden muhtelif hatlar vardır. Bakınız, Kur’an-ı Kerimin bu ayetle işaret ettiği netice, imanla amel-i salihin semeresi, surenin başında mü’minlere yaptığı medh ü senaya bakıyor. Ve yine surenin başında, kafir ve münafıklara yaptığı zem ve tahkirlerden sonra tuttukları yolun onları ebedi bir şekavete sevk edeceğini beyan etmiştir. Bu ayetle, tasrih ettiği saadet-i ebediyenin nurunu göstererek, onların bu büyük nimetleri kaybettiklerinden çektikleri hasretleri tezyid ve arttırmıştır.
Ve yine -2- ile emrettiği, bir kısım dünya lezzetlerinin terkine bais olan ibadetten neş’et eden zahmet ve meşakkatlere karşı, bu ayetle Cennetin kapısını açarak, Cennetin lezaizini göstermekle mü’minlerin kalblerini tatmin ve temin etmiştir.
Ve yine, teklifin esası ve imanın birinci rüknü olan tevhidi, evvelce ispat etmiştir. Bu ayette dahi tevhidin semeresini ve rahmetin ünvanını Cennet ve saadet-i ebediye ile göstermiştir.
1 Bakara Suresi: 25.
2 Ey insanlar ibadet ediniz. (Bakara Suresi: 21.)
-1-
Yani, "İman eden ve iyi işler işleyen mü’minlere beşaret ver ki, altında nehirler akan Cennetler onlarındır. O Cennetlerden bir meyve yedikleri zaman, ’Bu, bundan evvel yediğimiz meyvedir’ derler. Biribirine benzer bir surette rızıkları getirilip verilir. Ve o Cennetlerde, onlar için temiz kadınlar vardır. Ve onlar, o Cennetlerde de daimi bir şekilde kalacaklardır."
Arkadaş!
Bu ayetin, evvela makabliyle olan irtibatından bahsedeceğiz. Şöyle ki:
Bu ayetin geçen ayetlerle mütefavit çok irtibatları vardır. Yani, mezkur cümlelere doğru bu ayetten uzanıp giden muhtelif hatlar vardır. Bakınız, Kur’an-ı Kerimin bu ayetle işaret ettiği netice, imanla amel-i salihin semeresi, surenin başında mü’minlere yaptığı medh ü senaya bakıyor. Ve yine surenin başında, kafir ve münafıklara yaptığı zem ve tahkirlerden sonra tuttukları yolun onları ebedi bir şekavete sevk edeceğini beyan etmiştir. Bu ayetle, tasrih ettiği saadet-i ebediyenin nurunu göstererek, onların bu büyük nimetleri kaybettiklerinden çektikleri hasretleri tezyid ve arttırmıştır.
Ve yine -2- ile emrettiği, bir kısım dünya lezzetlerinin terkine bais olan ibadetten neş’et eden zahmet ve meşakkatlere karşı, bu ayetle Cennetin kapısını açarak, Cennetin lezaizini göstermekle mü’minlerin kalblerini tatmin ve temin etmiştir.
Ve yine, teklifin esası ve imanın birinci rüknü olan tevhidi, evvelce ispat etmiştir. Bu ayette dahi tevhidin semeresini ve rahmetin ünvanını Cennet ve saadet-i ebediye ile göstermiştir.
1 Bakara Suresi: 25.
2 Ey insanlar ibadet ediniz. (Bakara Suresi: 21.)
-1-
Yani, "İman eden ve iyi işler işleyen mü’minlere beşaret ver ki, altında nehirler akan Cennetler onlarındır. O Cennetlerden bir meyve yedikleri zaman, ’Bu, bundan evvel yediğimiz meyvedir’ derler. Biribirine benzer bir surette rızıkları getirilip verilir. Ve o Cennetlerde, onlar için temiz kadınlar vardır. Ve onlar, o Cennetlerde de daimi bir şekilde kalacaklardır."
Arkadaş!
Bu ayetin, evvela makabliyle olan irtibatından bahsedeceğiz. Şöyle ki:
Bu ayetin geçen ayetlerle mütefavit çok irtibatları vardır. Yani, mezkur cümlelere doğru bu ayetten uzanıp giden muhtelif hatlar vardır. Bakınız, Kur’an-ı Kerimin bu ayetle işaret ettiği netice, imanla amel-i salihin semeresi, surenin başında mü’minlere yaptığı medh ü senaya bakıyor. Ve yine surenin başında, kafir ve münafıklara yaptığı zem ve tahkirlerden sonra tuttukları yolun onları ebedi bir şekavete sevk edeceğini beyan etmiştir. Bu ayetle, tasrih ettiği saadet-i ebediyenin nurunu göstererek, onların bu büyük nimetleri kaybettiklerinden çektikleri hasretleri tezyid ve arttırmıştır.
Ve yine -2- ile emrettiği, bir kısım dünya lezzetlerinin terkine bais olan ibadetten neş’et eden zahmet ve meşakkatlere karşı, bu ayetle Cennetin kapısını açarak, Cennetin lezaizini göstermekle mü’minlerin kalblerini tatmin ve temin etmiştir.
Ve yine, teklifin esası ve imanın birinci rüknü olan tevhidi, evvelce ispat etmiştir. Bu ayette dahi tevhidin semeresini ve rahmetin ünvanını Cennet ve saadet-i ebediye ile göstermiştir.
1 Bakara Suresi: 25.
2 Ey insanlar ibadet ediniz. (Bakara Suresi: 21.)
Ve yine, yukarıda nübüvvet-i Muhammediye (a.s.m.) -1- ila ahir, ayetiyle işaret edilen i’caz ile ispat edilmiştir. Burada da, tebşir ve inzar gibi nübüvvet vazifelerine lisan-ı Kur’an ile işaret edilmiştir. Ve yine, yukarıda i’ad ve inzar, yani tahvif ve tehditler yapılmıştır. Burada da vaadler, rağbetler, beşaretler yapılmıştır. Bunların arasındaki münasebet, tezadi bir münasebettir. Ve yine, nefsin, vicdanın ve aklın hükümlerine itaatlerini devam ettiren tergib ve terhib, yani ümit ve korku hisleri lazımdır. Bu hislerin vücut bulup devam etmeleri ancak, tergib ve terhib, yani ümitlendirmek ve korkutmakla olur. Tergib ve terhibin devamı, ancak vicdanda mevcut tahrik edici bir emrin vücuduyla olur. İşte bu ayetle, tergib hissi uyandırılmıştır. Evvelki ayetlerle de, terhib hissi tahrik edilmiştir. Bu itibarla, aralarında tezadi bir münasebet vardır.
Ve yine, geçen ayetlerde ahiretin bir şıkkına, yani Cehenneme işaret yapılmıştır. Bu ayette, ikinci şıkkı olan Cennetten haber verilmiştir. Bu itibarla, ahiretin her iki şıkkı da zikredilmiş bulunuyor.
Arkadaş! Cennet ve Cehennem, şecere-i hilkatten ebede doğru uzanıp giden iki daldan tezahür eden iki semeredir. Ve kainatın teselsülen gelmekte olan silsilelerinin iki neticesidir. Ve ebede doğru akıp giden kainat seylinin iki mahzeni ve iki havuzudur.
Evet, Cenab-ı Hak, gayr-ı mütenahi hikmetler için bu alemi, imtihana sahne yaptı. Yine sonsuz hikmetler için tagayyürata, tahavvülata, inkılaplara mahal olmasını irade etti. Ve yine, sonsuz gayeler için hayır ile şerri, nef ile zararı, hüsün ile kubhu, hülasa iyilikle kötülüğü karışık bir şekilde Cennet ve Cehenneme tohum olmak üzere kainatın şu mezraasına serpti. Evet, madem ki bu alem, nev-i beşerin imtihan meydanıdır ve müsabaka yeridir. İyilikle kötülüğün birbirinden tefrik edilemeyecek derecede muhtelit ve karışık olmaları lazımdır ki, insanların dereceleri tezahür etsin. İmtihan ve tecrübe zamanları bittikten sonra, kötü insanlar; -2- "Ey mücrimler, bir tarafa çekiliniz!" diye olan tüy ürpertici, saika-vari, şiddetli emr-i İlahiye maruz kalacakları gibi, iyi insanlar da -3- "Daimi kalmak üzere Cennete giriniz" diye olan Cenab-ı Hakkın mün’imane, şefikane, lütufkarane emirlerine mazhar olacaklardır.
İnsanlar bu iki kısma ayrıldıktan sonra, kainat da tasfiye ameliyatına uğrayacak; kötülüğü, şerri, zararı tevlid eden maddelerin bir tarafa çekilmesiyle Cehennemin; iyiliği, hayrı, nef’i doğuran maddelerin de diğer tarafa çekilmesiyle Cennetin teçhizatları ikmal edilecektir.
1 Eğer şüphede iseniz.
2 Yasin Suresi: 59.
3 Zumer Suresi: 73.
Mukaddeme
Bu ayet, makabliyle beraber kıyamete, haşre işaret eder. Binaenaleyh, bu meselede nazara alınacak dört nokta vardır.
* Birincisi: alemin imkan-ı harabiyetiyle ölümüdür.
* İkincisi: Harabiyetin vukua gelmesidir.
* Üçüncüsü: Tamir ve ihyasıdır.
* Dördüncüsü: Tamirinin imkanı ve vukuudur.
Evvela: Harabiyet-i alem imkan dairesinde olup olmadığından bahsedeceğiz.
Evet, alemde tekamül kanunu vardır. Bu kanuna tabi olan, neşvünema kanununa dahildir. Bu kanuna dahil olanın bir ömr-ü tabiisi vardır. Ömr-ü tabiisi olanın, ecel-i fıtrisi vardır; ecelin pençesinden kurtulamaz. Evet, kainatın ihtiva ettiği envaın ve bu envaın ihata ettiği efradın kısm-ı ekserisi bu kanunlara tabidirler. Binaenaleyh, alem-i sağir denilen insan, ölümden ve harabiyetten kurtulamadığı gibi, insan-ı kebir denilen alemin de ölümden necatı yoktur. Ve keza, kainatın bir ağacı ölümden, dağılmaktan halas olmadığı gibi, şecere-i hilkatten olan kainat silsilesinin de harabiyetten kurtuluşu yoktur. Evet, eğer kainat ömr-ü fıtrisinden evvel harici bir tahribata veya Sanii tarafından bir hedm ve kıyamete maruz kalmasa bile, fenni bir hesapla, kainatın öyle bir günü gelecektir ki, -1- ve -2- gibi ayetlere masadak olacaktır ve insan-ı kebir denilen koca kainat, şu boşluğu sekeratının bağırtılarıyla dolduracaktır.
İkinci nokta: Harabiyet-i alemin vukua geleceğidir. Evet, bütün semavi dinler, alemin harap olacağında müttefiktirler. Hem herbir fıtrat-ı selime, alemin öleceğine şehadet eder. Ve kainatta gözle görünen şu kadar nev’i, ferdi, yevmi, şehri, senevi tagayyürat, tahavvülat, inkılapların yalnız işaretleriyle değil, sarahatleriyle, kıyametin geleceği sabittir. Eğer bu icmal ile kanaat hasıl edemediysen, bir parça izahat verelim.
1 Güneş dürülüp toplandığında. (Tekvir Suresi: 1-2.)
2 Gök yarıldığında. (İnşikak Suresi: 1.)
Yorum Gönder