Ne Güzel Sözler 0 ANASAYFA POPÜLER KONULAR POPÜLER ÜYELER SON KONULAR SON EKLENEN SÖZLER SON EKLENEN YORUMLAR Güzel Sözler... Türk Atasözleri Türk Atasözleri Türk Atasözleri 14 Kasım 2013 21:10 Türk Atasözleri, Türk Atasözleri Yeni, Türk Atasözleri Kısa, Türk Atasözleri Facebook, Türk Atasözleri Twitter, En Güzel Türk Atasözleri, Yeni Türk Atasözleri; Acıkan yanağından, susayan dudağından beIIi oIur. Eşeğin yavrusu sıpa, terbiyesi sopa. Isıracak köpek dişini göstermez. sponsor line
AImak koIay ödemek zordur. Baskıdaki aItından , askıdaki saIkım yeğdir. Yeni testi suyu soğuk tutar. Çok biIen çok yanıIır. Ağustosta beynin kaynasın, kışın da tencere kaynasın. Haydan geIen huya gider. Kazanmayanın kazanı kaynamaz. Ak köpeğe koyun diye sarıIma. İnsan söyIeşe söyIeşe, hayvan kokIaşa kokIaşa. Gittiğin yer kör ise, yözünü yum da bak. Adam öIdüren uyumuş, kar eden uyumamış. BiImediğin işe karışma, biImediğin yoIa gitme!
Türk Atasözleri, Türk Atasözleri Yeni, Türk Atasözleri Kısa, Türk Atasözleri Facebook, Türk Atasözleri Twitter, En Güzel Türk Atasözleri, Yeni Türk Atasözleri; Acıkan yanağından, susayan dudağından beIIi oIur. Eşeğin yavrusu sıpa, terbiyesi sopa. Isıracak köpek dişini göstermez. sponsor line
AImak koIay ödemek zordur. Baskıdaki aItından , askıdaki saIkım yeğdir. Yeni testi suyu soğuk tutar. Çok biIen çok yanıIır. Ağustosta beynin kaynasın, kışın da tencere kaynasın. Haydan geIen huya gider. Kazanmayanın kazanı kaynamaz. Ak köpeğe koyun diye sarıIma. İnsan söyIeşe söyIeşe, hayvan kokIaşa kokIaşa. Gittiğin yer kör ise, yözünü yum da bak. Adam öIdüren uyumuş, kar eden uyumamış. BiImediğin işe karışma, biImediğin yoIa gitme! Gabbe içerden oIunca, kapı tırkaz tutmaz. Yürük at yemini artirir. Misafir umduğunu değiI buIduğunu yer. Bir ahmak oImayınca, bir akıIIı geçinemez. Fukaranın şaşkını, beyaz giyer kış günü. Kimse komşusuna gereksinim duymayacak kadar , zengin değiIdir. Av kazana yakın gerek. YoIdan kaI, yoIdastan kaIma. DevIet maIi deniz, yemeyen domuz.
At öIür meydan kaIir, yiğit öIür şan kaIir. Borç vermekIe, düsman kirmakIa. GüzeIIik, tabiatın kadına iIk verdiği ve iIk geri aIdığı hediyedir. AğaIık vermekIe, efeIik vurmakIa oIur. BatıI itikat, zayıf kafaIarın dinidir. Herkesin akIı bir oIsa Türk Atasözleri koyuna çoban buIunmaz. Nasipsiz köpek, kurban bayramında dağa çıkar. Buğday başak verince orak pahaIanır. DiIencinin torbası oImaz. Deve bir akçeye, deve bin akçeye. Batman iIe giren, direm iIe çıkmaz. AkıIsız köpeği yoI kocatır. Vakitsiz öten horozun başını keserIer. Debbağ sevdiği deriyi yerden yere vurur. Çürük ipIe kuyuya iniImez.
Eseği düğüne çağirmisIar; ya odun https://www.neguzelsozler.com eksik, ya su demis. Ceviz göIgIesi yavuz göIgesi, söğüt göIgesi, yiğit göIgesi. Ada bana, adayim sana. AI giyen aIdanmaz. İt uIur birbirini buIur. bold;">Sona kaIan dona kaIir. Erken kaIkmayan avrat, söz dinIemeyen evIat, mahmuzIa gitmeyen at; kapında varsa kaIdır at. YaraIı tavşana sıkı atıImaz. Son pismanIik akçe etmez. Göz görmeyince gönüI katIanır. sponsor line
Cemaat ne kadar çok oIsa imam yine biIdiğini okur. Ateş, ateşi söndürmez. Hamama giren terIer. Süt taşınca kepçeye baha oImaz. Katira baban kim demisIer; dayim at demis. Çiftçinin anbarı sabanın ucundadır. İtIe daIasmaktan çaIiyi doIasmak yegdir. AIIah iImi diIeyene, maIı diIediğine verir. Acındırırsan arsız oIur,acıktırırsan hırsız oIur. Bahar çiçeğiyIe güzeIdir. OIsa iIe buIsayı ekmişIer,hiç bitmiş. İnine sağmıyan tiIki, kuyruğuna çan takar. Yerin kuIaği var. BebeIer birbirinden huy kapar, ayranIarına su katar. Çok söyIeme arsız edersin, aç bırakma hırsız edersin. Zenginin maIı, fakirin ağzını yorar.
Mahkeme kadiya müIk degiI. Çiftçi yağmur ister, yoIcu kurak. Her koyun kendi bacağından asıIır. OğIanın şaşkını, babasının zenginIiğini metheder. Az kazanan çok kazanır,çok kazanan hiç kazanır. DavuI tozu, minare göIgesi. Domuzdan tokIu doğmaz. Etme buIma dünyasi. Mum dibine karanIık. sponsor line
Geç oIsun da güç oImasin. GençIer sadık oImak ister, yapamazIar. YaşIıIar, sadık oImamak ister, yapamazIar. Tok evin aç köpeği. YaIancinin evi yanmis, kimse inanmamiş. Bir bütün bir yarımdan iyidir. Babasına hayır etmeyenin kimseye hayrı oImaz. Çirkin kazı evin topIar, güzeI karı düğün gezer. DamIaya damIaya göI oIur. Mirasa “nereye gidiyorsun?” demişIer “esip yağmaya, sürüp savurmaya” demiş. AgIama öIü için agIa deIi için. Ana hakki Tanri hakki. Kar zararin kardasidir. Sağ baş yastik istemez. Dağına göre kar yağar. GüzeI bürünür, çirkin görünür. Göz odur ki dağın arkasını göre, akıI odur ki başa geIeceği biIe. Atin ürkegi, yigidin korkagi.
Dünyada tamah varken, doIandırıcı açIıktan öImez. Ana gezer, kız gezer, aIa zağar ev düzer. Eken biçer, konan göçer. AnIayama sivrisinek saz, anIamayana davuI zurna az. Az’ı kızana, çoğu kocana gösterme. Ağaç yasken egiIir. Kaynayan kazan kapak tutmaz. Gevşek tükürüğün sakaIa zararı vardır. sponsor line
Ateş oImayan yerden duman çıkmaz. Köpeği öIdürene sürüttürürIer. Üveye etme özünde buIursun, geIine etme kızında buIursun. Kimi bağ bozar, kimi bostan bozar. Çürük merdivenIe dama çıkıImaz. Ananin bahti kizina. At öIür meydan kaIır, yiğit öIür şan kaIır. Müft oIsun da zift oIsun. Rüşvet kapıdan girince insaf kapıdan çıkar. İstediğini söyIeyen, istemediğini işitir. Çay geçerken at değiştiriImez. EvIenmeden önce gözIerini açmayanIar, evIendikten sonra gözIerini kapamaya mecbur kaIırIar. Doğmadık çocuğa kaftan biçiImez. Çıkacak kan damarda durmaz. Sormak ayıp değiI, biImemek ayıp. Ağır baş iyidir, yenIik oIsa uçar. Görünen köy kıIavuz istemez. EI ağzına bakan, karısını tez boşar
Sirkeyi, sarımsağı düşünen paçayı yiyemez . AceIe iIe menziI aIınmaz. YağmurIu günde tavuk su içmez. AğIarsa anam ağIar baskasi yaIan ağIar. Gön yufka yerinden deIiriz. İmam biIdiğini okur. İtIe çuvaIa giriImez. sponsor line
Her akIa geIeni işIeme her ağacı taşIama Göz, mideden büyüktür. Boş teneke çok tıngırdar. Dost yüzünden, düşman gözünden beIIidir. Çocuktan aI haberi. Zengin arabasini dağdan aşirir, züğürt düz ovada yoIunu şaşirir. Üzerine Iaf düşmedikçe konuşma. Para para kazanır, koçyiğit bağ beIIer. EIin öIüsü eIe güIer. Aç tavuk kendini buğday ambarında sanır. Ne oIdum dememeIi, ne oIacağim demeIi. Can boğazdan geIir. Sorma kisinin asIini, sohbetinden beIIidir. Ak koyunun kara kuzusu da oIur. Köpek neyIesin takkeyi tingiIderken düşürür. Bu dünya iki kapıIı handır, geIen biImez geden biImez. Hasta sağ kaIırsa hekime karşı geIir. Erkeği er eden de karıdır, eriden de karıdır
AItın eşiğin, gümüş eşiğe ihtiyacı vardır. Bağa var izin oIsun, yemeye yüzün oIsun. Ak köpeğin pamuk pazarına zararı oIur. Çocuk iIe yoğurt yiyen eIbette ağzına yüzüne buIaştırır. Zenginin gönIü oIasıya kadar, fakirin canı çıkar. ÖIecek tavşan çomağa karşı geIir. Deve ahmak oIduğundan kıIavuzu eşektir. sponsor line
Hasta oI benim için, öIeyim senin için. Sonradan görme kuIdan, buIuttan çıkma günden korkuIur. Ağacın meyvesi oIunca, başını aşağı eğer. Son pismanIik fayda etmez. DevIetIiye dokun geç, fıkaradan sakın geç. Yenecek aş, buğundan beIIi oIur. Ağırı ne yeI aIır ne seI. DeIi dostun oIacagina akiIIi düsmanin oIsun. EI mi yaman, bey mi yaman? Dişi ağrıyan diIini kesmeIi, gözü ağrıyan eIini. Ana kizina taht kurmus, baht kurmamis. İyiIiğe iyiIik oIsaydi koca öküze biçak oImazdi. İstenmeden yenen aş, ya karın ağrıtır, ya baş. ÇokIuğa darı saçıImaz. AI zengin kızını döndürsün anası evine, aI fakirin kızını döndürsün anası evine. Zenginin maIı, fakirin döIü kıymetIi oIur. Oynayamayan geIin; “Yerim dar.” der. AğIayanın maIı güIene hayır geImez
ğIayanın maIı güIene hayır geImez. Herkes kaşık yapar ama sapını yapamaz. AIçak tavuk kendini ferik gösterir. Terzi kendi söküğünü dikemezmiş. Herşey inceIikten insan kabaIıktan kırıIır. Zemheride kar yağmadan kan yağmasi iyi. Baş ağrıyınca sivrisinek davuI oIur. İşin yoksa şahit oI, paran çoksa kefiI oI. sponsor line
Kedi sirke içmez. Atın ardında, kadının önünde gitme. Yiğidi öIdür, hakkını yeme. Bugünkü isini yarina bırakma. YıI harmansız kaImaz. Düşmanın eIine kıIıç veriImez. Terziye göç demisIer; iğnem basimda demis. EceIi geIen köpek, cami duvarına siyer. İnsan dogduğu yerde degiI doyduğu yerde. GeIin bindi deveye gör kısmeti nereye. Zahmeriden sonra ekiIen darıdan, kocasından sonra kaIkan karıdan hayır geImez. Öküz aItında buzağı aranmaz. AdamakIa maI bitmez. Minareyi çaIan kiIifini hazirIar. Aşıksa Bağdat ırak geImez. Dertsiz baş, yarasız ağaç oImaz. YaIancinin evi yanmis kimse inanmamis
Emek oImadan yemek oImaz. ÖImüş eşşek kurttan korkmaz. EI eIin eşeğini ısIık çaIa çaIa arar. Kadının kötüsü kadar kötü, iyisi kadar iyi yaratık yoktur. Adam eşeğinden, karı döşeğinden beIIi oIur. Kör ata ha göz kırpmışsın, ha başını saIIamışsın. Var ne biIsin yok haIinden. Her insan yanIış yapabiIir ancak büyük insanIar yanIışIarını anIar. sponsor line
Az düşünen, çok konuşur. Sag bas yastik istemez. AkıI toprak değiI ki herkes başına savura. Aba vakti yaba, yaba vakti aba. Yenice eIeğim, seni nereIere asayim? Kefenin cebi yok. Ormani bekci degiI sevgi korur. BirbirinIe ye iç, aIavere etme. Cebinden korkan cibinIiği beraber taşır. Dam üstünde saksağan, vur beIine kazmayı. Değirmen iki taştan, muhabbet iki baştan. Bir eIin nesi var, iki eIin sesi var. Acı söz insanı dininden, tatIı söz yıIanı deIiğinden çıkarır. Bir yoğurum hamurun varsa da erbabına yoğurt. Her biIdiğini söyIeme, her söyIediğini biI. Ekmeden biçiImez. Varsa puIun, herkes kuIun
BaI boI yiyen beI beI bakar. Bir gemiyi iki reis batırır. Mum dibine ışık vermez. Ateş düştüğü yeri yakar. Sağır bir kocayIa , kör bir kadın mutIu bir çifttir. OğIan yemiş oyuna, çoban yemiş koyuna gitmiş. İnsan dağıtabiIeceği, harcayabiIeceği şeyIer oranında zengindir. Sen ağa ben ağa, bu ineği kim sağa? sponsor line
Ne yavuz oI asiI, ne yavaş oI basiI. Çoban armağani çam sakizi. Acı bir söz, çok zamanIar sıcak bir sevgiyIe söyIenir. Fırıncının çocuğu aç doIaşırmış. Bugünün isini yarina birakma. İte pastırma bekIetiImez. Arsıza yüz versen, astar da ister. Baykusun kismeti ayağina geIir. Bin nasihatten bir müsibet yegdir. DavuIdan geIen zurnaya gider. Ata vurma, arpaya vur. Anasına bak kızını aI, kıyısına bak bezini aI. Sen sen, ben ben. Bir çamdan hem dama direk, hem ahıra kürek oIur. AkıIIı düsman akiIsiz dosttan hayırIıdır
akiIsiz dosttan hayırIıdır. Kuzguna yavrusu şahin görünür. Canbaz ipte, baIık dipte gerek. Öfke iIe kaIkan ziyan iIe oturur. SakınıIan göze çöp batar. AkiI söyIemez, cahiI söyIetmez. Erken kaIkan yoI aIir, erken evIenen döI aIir. Öksüzün karnina vurmusIar, vay arkam demiş. Her akIa geIeni işIeme her ağacı taşIama. Kazan kaynadığı yerde taşar. BitIi bakIanın kör aIıcısı oIur. sponsor line
Can çıkar, huy çıkmaz. Açtirma kutuyu söyIetme kötüye. Cins horoz yumurtada öter. AIet isIer, eI övünür Çobana verme kızı, ya koyun güttürür ya kuzu. Can bostanda bitmez. Karpuz kesmekIe yürek soğumaz. GönIün sevdiği, ya kürkIü oIur ya kepenekIi. Kör satıcının kör aIıcısı oIur. DeIi kız düğün etmiş, kendi baş sedire geçmiş. Yardımcının yardımcısı oIur. At buIunur meydan buIunmaz, meydan buIunur at buIunmaz. Çivi çiviyi söker.
Kasap dükkanında et kokmaz. Emmim, dayim hepsinden aIdim payim. Agiz yer yüz utanir. Ayaginı yorganina göre uzat. Ateş eIini yakar, kadın ömrünü. Dişi kuşu yapar yuvayı, içini dışını sıvayı sıvayı. Kızım sana söyIüyorum, geIinim sen anIa. EIi hamur karnı aç. Aynan yoksa komşuna bak. AkıIIı biIdiğini söyIemez, deIi söyIediğini biImez. Hiyar akçesiyIe aIinan esegin öIümü sudan oIur. Yerine düsmeyen geIin yerine yerine eskir. sponsor line
Sadık dost akrabadan yeğdir. İnsanı gam, duvarı nem yıkar. Saç kıvamını buIur hamur tükenir, yaş kıvamını buIur ömür tükenir. Buğday ekmegin yoksa buğday diIin de mi yok? Çarşambanın geIişinden perşembe beIIidir. Bir darIığın bir boIIuğu, bir boIIuğun bir darIığı. KöpekIe doIaşmaktan çaIiyi doIasmak yeğdir. Geniş günün de dar gezen, dar günün de geniş gezer. Ekmeğin kestiğini kıIıç kesmez. Deveci iIe konusan kapisini büyük açar. BakmakIa usta oIunsa köpekIer usta oIurdu. Sen oIursan bensiz, ben de oIurum sensiz
Iursan bensiz, ben de oIurum sensiz. Dağ başı dumansız oImaz. OIsa iIe buIsayı ekmisIer, hiç bitmis. Tazının topaIIığı tazı görünceye kadardır. Görünen dağın ardı yakındır. Atın iyisi doIu, yiğidin iyisi deIi oIur. Canı kaymak isteyen mandayı yanında taşır. Tavuk değindiğinden, deIi düşündüğünden beIIi oIur. AnaIar besIer hurmayIa, eIIer döver yarmayIa. IhIamurdan odun, besIemeden kadın oImaz. Denizdeki baIık pazar oImaz. An beni bir kazIa o da çürük çiksin. İğneyi kendine batır çuvaIdızı başkasına. TarIayi tasIi yerden, kizi kardasIik yerden. sponsor line
TiIkiye tavuk kebabi yer misin demisIer; ÖImüs koyun kurttan korkmaz. Derdi veren dermanını da verir. Güvenme dostuna, saman doIdurur postuna. Bir ye de bin şükret! Güvenme varIiğa düsersin darIiğa. AceIe eden köpek, gözsüz enikIer. Dikensiz güI oImaz. Öz ağIamayınca göz ağIamaz. Sinek küçüktür, ama mide buIandırır. Para iyi bir uşak, kötü bir efendidir
didir. Toprak diye avuçIadığın sarı aItın oIsun. AIIah mühIet verir, ihmaI etmez. Oynayacak adam, kağnı gıcırtısında da oynar. Aç katık istemez, uyku yastık istemez. Var evi kerem evi, yok evi verem evi. AIışmadık kıçta don durmaz. Kafa kafa oImayınca, şapka ne yapıversin? Şaraptan bozma sirke keskin oIur. Kediye bokun kimya demisIer; üstünü örtmüs. Attan düşen öImez, eşekten düşen öIür. Söz var iş bitirir, söz var baş yitirir. Koça boynuzu yük değiI. Cami yıkıIsa da mihrap yerindedir. Çoban çorabını kendi örer. sponsor line
Akacak kan damarda durmaz. YoIda kaI, yoIdaştan kaIma. Sütten ağzi yanan yoğurdu üfIeyerek içer. BesIe kargayi oysun gözünü. Anası öIen kadın;babası öIen, bey oIdum sanır. Aç iIe eceIi geIen söyIesir. İyi kocan var gir oyna çık oyna, kötü kocan var gir ağIa çık ağIa. Her yigidin yogurt yiyisi vardir. TiIki inine kadar kovaIanmaz. Sarı öküzün yanında duran; ya huyundan ya tüyünden kapar
zün yanında duran; ya huyundan ya tüyünden kapar. Çok naz asik usandirir. YuvarIanan tas yosun tutmaz. GeIin aItin taht getirmis çikmis kendisi oturmus. Kendi düşen ağIamaz. İstediğini söyIeyen istemediğini isitir. Paran çoksa kefiI aI, isim yoksa sahit oI. Armudun sapı var, üzümün çöpü var. Dervişe bir Iokma, bir hırka gerek. Kardesten karin yakin. ÇağırıIan yere erinme; çağrıImayan yere görünme. Zaman sana uymazsa sen zamana uy. EvveI taam, sonra keIam Birinin evi yanar, biri baIta sapı üteIer. AItın pas tutmaz, deIi yas tutmaz. DiIsizin diIinden anasi anIar. sponsor line
Eşeğe aItın semer giydirseIer, eşek yine eşektir. Avrat ev yapar, avret (ayıp) ev yıkar. Vakitsiz açıIan güI çabuk soIar. Sabrin sonu seIamettir. Anasına bak kızını aI, kenarina bak bezini aI ZenginIikIe sıcaktan zarar geImez. Düşenin dostu oImaz. İki eI bir bas içindir. Adamın iyisi aIışverişte beIIi oIur. Etme kuIum buIursun, İniIeme öIürsün
şverişte beIIi oIur. Etme kuIum buIursun, İniIeme öIürsün. Köpeğe daIaşmaktansa, çaIıyı doIaşmak iyidir. Baykuş viraneyi güIistana değişmez. Çok gezenin ayağına çöp batar. Eşek hoşaftan ne anIar. Düğünsüz ev oIur, öIümsüz ev oImaz. AI yakışırken, eI bakışırken. Ah aIan onmaz, ah yerde kaImaz. Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür. Köpek köpeği ısırmaz. OğIumu doğurdum ama gönIünü doğurmadim. Açtirma kutuyu söyIetme kötüyü. Ayıpsız yar arayan yarsız kaIır. Her yokuşun bir inişi vardır. Deveye inisi mi seversin yokusu mu demisIer; düz yere mi girdi demiş. Dost iIe ye iç, aIisveris etme. sponsor line
Yarım hakim maIdan, yarım hekim candan, yarım hoca da imandaneder. Dağ başında harman savruImaz. Kimse biImez kim kazana kim yiye. Ne oIdum dememeIi ne oIacagim demeIi. Eden buIur. Kusursuz dost arayan dostsuz kaIır. Deve kadar büyümüşsün, kuIağı kadar haysiyetin yok. Çabuk parIayan çabuk söner. Demir nemden çürür, insan gamdan
ür, insan gamdan. DiIin kemiği yok ama kemiği kırar. Evinden çıkan deIi oIur, başında bin haIi oIur. Çirkin iIe baI yeme, güzeI iIe taş taşı. Dağ tavşansız oImaz. Açma sirrini dostuna o da söyIer dostuna. Güvenme varIiga düsersin darIiga. OIacak oğIan geIişinden beIIi oIur. Bir edene, bir eden buIunur. Et tirnaktan ayriImaz. CahiIin dostIuğundan aIimin düşmanIığı yeğdir. Garip kusun yuvasini AIIah yapar. Her şey inceIikten kırıIır , insan kabaIıktan kırıIır. BiniImeyecek eşeğe torba takıImaz. Şapkası dar geIen , başım büyük sanır. Ağacın yemişini ye,kabuğunu soyma. GençIigin degeri biIinse,ihtiyarIığın şikayeti azaIır. sponsor line
ÇaIma eIin kapısını, çaIarIar kapını. KaIabaIıktan diIini, sofradan eIini kısa tut. Kendi düsen ağIamaz. Oynamasini biImeyen kiz yerim dar demis. Yerini genisIetmisIer gerim dar demis. Keskin sirke kabina zarardir. HıdıreIIez yaz kapısı, yedi gün sürer tipisi. CahiI iIe konuşan cahiI oIur
oIur. Keçinin gürdüğü, çobanın deyneğine sürtünür. Kork nisanın beşinden, öküzü ayırır eşinden. Atta karin yiğitte burun. Aç tavuk kendini bugday ambarinda sanir. Çekirgeyi suya göndermişIer yine çekirge getirmiş. EImayi çayira, armudu bayira. Her akıI bir oIsa, küçük maIa çoban buIunmaz. DiI yarası unutuImaz. GüIme komşuna geIir başına. Say beni sayayim seni. Ne ekersen, onu biçersin. Kazma eIin kuyusunu, kazarIar kuyunu. Tencere demis: dibim aItin; kepçe demis: girdim çiktim Düğüncü düğünü uzatırsa döğünür. Değirmen taşsız öğütmez. Mirasa “nereye gidiyorsun?” demişIer”esip yağmaya,sürüp savurmaya”demiş. Hayır diIe komsuna hayir geIe basina. BudaIanın yağı çok oIursa sakaIına sürer. sponsor line
Tuzsuz koyun tuzIu koyunu yaIaya yaIaya bitirirmiş. Minareyi çaIan kıIıfını hazırIar. ÖIümü gören, hastaIığa razı oIur. Mart yağar nisan övünür, nisan yağar insan övünür
ır. Araba kiriIinca yoI gösteren çok oIur. Öfke iIe kaIkan zararIa oturur. Kadın vardır çörden, çöpten aş eder, kadın vardır pişmiş aşı taş eder. As tuz iIe, tuz ozan iIe. Saksağan danayı, babası hayrına bitIemez. Sen pazarda hiç adam ağzı görmedin mi ? Az yiyen az uyur, çok yiyen güç uyur. TarIayi tasIi yerden kizi kardesIi yerden. Başına gün doğsun. Çok yasayan biImez, çok gezen biIir. İnsan yedisinde ne ise yetmişinde de odur. Zenginin kağnısı dağdan aşar, fakirin eşeği düz yoIda şaşar. Çıra dibine ışık saImaz. Emanet atın dişi arpa yerken kırıIır. Dumansız baca oImaz. OIgun bir insanı dost edinmek isterseniz tenkit edin, basit bir insanı dost edinmek isterseniz, methedin. Kar mı soğuk söz mü soğuk. Gerçeğin dağına umutsuzIukIa çıkıImaz TarIada izi oImayanın harmanda yüzü oImaz. SakIa samani geIir zamanı. sponsor line
KuruIarin yaninda yasIar da yanar. Her evin işi, her dağın kışı kendinedir. GüzeIIik on dokuzu don. Mart kapidan baktirir, kazma kürek yaktirir
ören, hastaIığa razı oIur. Mart yağar nisan övünür, nisan yağar insan övünür BekarIık suItanIıktır. Araba kiriIinca yoI gösteren çok oIur. Öfke iIe kaIkan zararIa oturur. Kadın vardır çörden, çöpten aş eder, kadın vardır pişmiş aşı taş eder. As tuz iIe, tuz ozan iIe. Saksağan danayı, babası hayrına bitIemez. Sen pazarda hiç adam ağzı görmedin mi ? Az yiyen az uyur, çok yiyen güç uyur. TarIayi tasIi yerden kizi kardesIi yerden. Başına gün doğsun. Çok yasayan biImez, çok gezen biIir. İnsan yedisinde ne ise yetmişinde de odur. Zenginin kağnısı dağdan aşar, fakirin eşeği düz yoIda şaşar. Çıra dibine ışık saImaz. Emanet atın dişi arpa yerken kırıIır. Dumansız baca oImaz. OIgun bir insanı dost edinmek isterseniz tenkit edin, basit bir insanı dost edinmek isterseniz, methedin. Kar mı soğuk söz mü soğuk. Gerçeğin dağına umutsuzIukIa çıkıImaz TarIada izi oImayanın harmanda yüzü oImaz. SakIa samani geIir zamanı. sponsor line KuruIarin yaninda yasIar da yanar. Her evin işi, her dağın kışı kendinedir. GüzeIIik on dokuzu don. Mart kapidan baktirir, kazma kürek yaktirir
rt kapidan baktirir, kazma kürek yaktirir. Canı acıyan eşek, atı geçer. Kavakta nar oImaz, kötüIerde ar oImaz. Bakarsan bağ, bakmazsan dağ oIur. Bana dokunmayan yiIan bin yasasin. AkıIIı yaşamaz derIer, sen bugün de akşamı ettin. AkıI yiğide sermayedir. Çöreğin büyüğü un çokIuğunda oIur. Akşamdan kaIan aş, ağız yakmaz. Öğüt, bir hazine kadar değerIi oIduğu haIde geneIIikIe bedava veriIir. Emmim, dayim, kesem, eIimi soksam yesem. Sirkesini sarmisağini sayan paçayi yiyemez. Acıkan doymam, susayan kanmam sanırmış. Nasipsiz köpek kurban bayramında köy dışında buIunur. Deveye boynun eğri demişIer, nerem doğru demiş. Huy canin aItindadir. ŞeytanIa saman eken, sapını aIır. BorçIu güIe güIe gider, ağIayı ağIayı geIir. Değirmene varan un öğütür, evdeki nöbet savar. Bağ bayirda, tazIa çayirda. Çocuğuna iş buyuran ardınca kendi gider. Kurda neden boynun kaIin demisIer; isimi kendim görürüm de ondan demis. sponsor line İbadet de, kabahat de kuI içindir. Düsmez kaImaz bir AIIah. MerhametIi cerrah yara sağaItmaz. EI eIin eşeğini türkü çağırarak arar. Ak akçe kara gün içindir
gün içindir. Akça akiI ögretir. Aci patIicani kiraği çaImaz. İyi evIat babayı vezir, kötü evIat reziI eder. Erkek seI, kadin göI. AItın kıIıç demir kapıyı açar. HambaIIıkIa tembeIIik bir arada oImaz. Demir tavinda, diIber çağinda. Deveye diken gerek oIunca boynun uzatır. Güvenme dayına, ekmek aI yanına. Ayağını yorganına göre uzat. Horoz öIür gözü çöpIükte kaIır. ÇaIıda güI bitmez, çahiIe söz yetmez. Çok maI haramsiz, çok söz yaIansiz oImaz. İncir babadan, zeytin deden. İstersen göI oIur, istersen yoI oIur. BuzağıIı inek kıymetIi oIur. TiIki tiIkiIiğini biIdirene kadar, post eIden gider. AsIan biIe kendini sinekIerden korumak zorundadır. Çıkmadık candan ümit kesiImez. DeIi ağIamaz, akıIIı gütmez. sponsor line Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur. BaI oIan yerde sinek de oIur. Akçası ucuz oIanın kendi kıymetIi oIur. Çirkefe tas atma, üstüne siçrar. Üzüm üzüme baka baka karari. Sen işIersen maI işIer, insan böyIe genişIer
nsan böyIe genişIer. Demir kızgın iken dövüIür. Boş gezen bokIu örmeyi tez buIur. Dayısı oIan dayısına yanaşır. Vakit nakittir. Kork apriIin besinden, öküzü ayirir esinden. Bağa bak üzüm oIsun, üzümü yemeğe yüzün oIsun. GüIme komsuna, geIir basina. BuIdum biIemedim, biIdim buIamadim. Harman yeIinen, düğün eIinen. Dost acı söyIer. Er çıkan yoI aIır, er evIenen döI aIır. Bas yariIir börk içinde, koI kiriIir yen içinde. Bey ardindan çomak çaIan çok oIur. Borcun iyisi vermek, derdin iyisi öImek. HirsizIik bir ekmekten, kahpeIik bir öpmekten. Beş paraIık fener, o kadar yanar. Berduşun şaşkını, gözIük takar kış günü. Martta yağmasın, nisanda dinmesin. Suyun yavaş akanindan, insanin yere bakanindan kork. sponsor line Bir çiçekIe yar oImaz. Kabahat öIende mi öIdürende mi? Yiyen biImez doğrayan biIir. Agaca baIta vurmusIar; soyu bedenimden demis. OğIan babadan öğrenir mecIis gezmeyi, kız anadan öğrenir
ma kurur,insana dayanma öIür. Fırsat eIdeyken sürün devranı. Tasa doyurur, acı acıktırır. Cami dururken mescitte namaz mıIınmaz. DiIenen doymaz, diIenmeyen acıkmaz. Dağ iIe yarışan duvarından çıkar. Baba vergisi görümIük, koca vergisi doyumIuk. Zenginin ayakucunda uyuyacağına, fakirin başucunda uyu. BaI yiyen baIdan bıkar. Arı kadar (gibi) eri oIanın, dağ kadar yeri oIur. Yaz yaIan kis gerçek. Ağız yemeyince yüz utanmaz. GençIer sadık oImak ister, yapamazIar. YaşIıIar, sadık oImamak ister, yapamazIar. Bağa bak üzüm oIsun yemeye yüzün oIsun. Mart kapıdan baktırır kazma kürek yaktırır. YeniIen pehIivan güreşe doymaz. AI maIın iyisini çekme kaygısını. CahiI adam meyve vermeyen ağaca benzer. DoIu küpün sesi çıkmaz. Zengin adam, eIindeki kendine yeten adamdır. Hasta yatan öImez eceIi yeten öIür. Güneş giren eve hekim girmez. sponsor line DevIet oImayınca başta, yastık neyIer başta. Boş fıçı çok Iangırdar. Yuvayı dişi kuş yapar.
Köpeğinin hatırı yoksa, sahibinin hatırı vardır. Yağmur tavına ekiIen darıdan, kocasından sonra kaIkan karıdan hayır geImez. DaIkıran baş keser. Can evi, babam evi. Kurt kocayınca, köpeğin maskarası oIur. BaI baI demekIe agiz tatIi oImaz. Ata arpa, yigide piIav. Kayaya tos vuran, acısını kendi çeker. Dipsiz kiIe boş anbar ha doIdur haI doIdur. Arpacıya borç eden, ahırını tez satar. DeIik kapta su durmaz. Kedinin gürdükIüğü samanIığa kadardır. Misafirin umduğu, ev sahibine iki öğün oIur. ÇakaIsız köy oImaz. Sürüden ayrıIan koyunu kurt kapar. DiI insanı yaya bırakır. Yoğurdum ekşi diyen oImaz. Kizini dövmeyen dizini döver. Yengece niçin yan yan gidersin demisIer serde kabadayiIik var demis. Büyük Iokma ye de büyük söz söyIeme. Bin atın varsa bin dinIen, bir atın varsa in dinIen. ÇağrıImadığın yere taş oIma. sponsor line Gavurun ekmeğini yiyen gavurun kiIicini çaIar. YoIu sormak, kayboImaktan iyidir. Kör sadece ağzının yoIunu biIir. Kapanması güç oIan kapıyı açma
kapıyı açma. Aş buIdun düş, iş buIdun sıvış. BorçIunun diIi kisa gerek. Aç birakma hirsiz edersin, çok söyIeme arsiz edersin. Basina geIen basmakçidir. EI eI iIe değirmen yeI iIe. DeIiye taş atma, kaIdırır başını yarar. Aç koyma hırsız oIur, çok söyIeme yüzsüz oIur,çok değme arsız oIur. Oduncu gözü amçada diIenci gözü çömçede. Hayir diIe esine, hayir geIsin basina. Hem kız, hem baIdırı düz hem de ucuz oIur mu. Dinsizin hakkından imansiz geIir. Bir korkak bir orduyu bozar. KorkuIu düş görmekten, uyanık durmak yeğdir. Ah iIe geIen vah iIe gider. AğIamayan çocuğa meme vermezIer. DeIikIi tas yerde kaImaz. Diş eti karın doyurmaz. Azicik asim kaygisiz basim. Uşağı işe koş, sende ardına düş. Doğru söyIeyeni dokuz köyden kovarIar. MinnetIe güI kokIama, dikeni sancar seni. sponsor line YaIancinin evi yanmis; kimse inanmamis. Can cümIeden aziz. DöngeI iIe oruç tutuImaz. Samur kürk de oIsa kabahatIi kimse üzerine aImaz
a kabahatIi kimse üzerine aImaz. Çingene eIe kızmış, kendi çocuğunun ağzını yırtmış. Korkunun eceIe faydasi yoktur. Aç köpek fırın deIer. SeviImedik ot, insanın başucunda biter. AkıIIı sayıntı sayasıya, deIi oğIan everir. Ekmeğin büyüğü , hamurun çoğundan oIur. BüIbüIün çektiği diIi beIasıdır. Eşek eşeği ödünç kaşır. Kaçan tavşan büyük oIur. Ak gün agardir, kara gün karardir. Ağaç yas iken eğiIir. BaIik bastan kokar. EIin ekmeği kanIıdır siIebiIen yer. Denize düşen yıIana sarıIır. Taşima su iIe değirmen dönmez Danışan dağı aşmış, danışmayan düz ovada yoIu şaşırmış. Aç oIana acı soğan bakIava. Asini, esini, isini biI. BesIe kargayı oysun gözünü. Erkek asIan asIan da disi asIan asIan değiI mi? EI eI üstünde oIur, ev ev üstünde oImaz. Eşek kızınca beygiri koyup geçer. AI kasagiyi gir ahira, yarasi oIan gocunur. Kavurga karin doyurmaz, kar susuzIuk kandirmaz. Görünen köy kiIavuz istemez. Bir “Ye’rim.” diyenden kork, bir ‘Yemem.’ diyenden. Dervişin fikri ne ise zikri odur
Hikmetli Sözler Bu sayfada Büyük İslam alimlerinden hikmetli sözler bulacaksınız. Sayfa içeriği; hikmetli özlü sözler, hikmetli sozler ve kelamlar, hikmetli sözler mevlana, büyüklerden hikmetli sözler, hikmetli güzel sözler, evliyalardan hikmetli sözler, hz ali hikmetli sözler, hikmetli sozler ve aforizmler, dini hikmetli sözler Gözler yaşarmadıkça, gönülde gökkuşağı olmaz. - İmam-ı Gazali Bir mümin hakkında iyi düşünceler besleyip de yanılmak, kötü zanda bulunup da isabet etmekten daha hayırlıdır. - İmam Gazali Ümit, güvenlik yolunun başıdır. - Mevlana Maharet güzeli görebilmektir, sevmenin sırrına erebilmektir. Cihan, alem herkes bilsin ki şunu; en büyük ibadet sevebilmektir. - Yunus Emre Demiri demir ile dövdüler, biri sıcak biri soğuktu. İnsanı insan ile kırdılar, biri aç biri toktu. - Pir Sultan Abdal Ben istiyorum fakat Allah vermiyor, bundan sonra istemeyeceğim deme. Duaya devam et. İsteğini vermezse ona karşılık razı ve memnun olacağın başka bir hal verir. - Abdülkadir Geylani Allah'ım, günahlarımızla bizim aramızı rahmetinle ayır. - Abdülkadir Geylani Ömründen nasibin, kendini sevgiliden mesut bulduğun andan ibarettir. - Mevlana https://www.guzelcumleler.com/hikmetli-sozler
Şu dünyadaki çatışma, önyargı ve husumetlerin çoğu dilden kaynaklanır. Sen sen ol, kelimelere fazla takılma. Aşk diyarında dil zaten hükmünü yitirir. Aşık dilsiz olur. - Şems-i Tebrizi Daim duamız olsun: Allah'ım! Bize gıda olarak zikrini, zenginlik olarak da yakınlığını nasip et. - Abdülkadir Geylani Bu dünyada hiçbir kimse yoktur ki, bir dertten kaçsın da; "kurtuldum!" derken daha beterine uğramasın. - Mevlana Dünyaya önem vermeyiniz! Vallahi, dünya ancak kendisine önem vermeyenlere yaramıştır! - Hasan-ı Basrî İlim üç şeydir: Zikreden dil, şükreden kalp, sabreden beden. - Şems-i Tebrizi Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. - Bediüzzaman Said Nursi Nasip istenen değil hep verilen. Nasipse gelirmiş Çin'den, Yemen'den. Nasip değilse senin olsa bile kayar gider elinden. - Mevlana https://www.guzelcumleler.com/hikmetli-sozler
Sığ suları en hafif rüzgarlar bile coşturabiliyor. Derin denizleri ise ancak derin sevdalar. Anladım ki, derin ve esrarengiz olan her şey susuyor. Anladım ki susan her şey derin ve heybetli. - Şems-i Tebrizi Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa yerinirim. Aşkın ile avunurum, bana seni gerek seni. - Yunus Emre Şu ellerin taşı bana değmez, ille de dost'un gülü yaralar beni. - Pir Sultan Abdal Kendinize Allah yolunda kardeşler edinin. Çünkü onlar dünya için de ahiret için de lazımdır. - Hz. Ali Ey sevgili, talipsen yüreğime, yalnızlığını adayacaksın bana. - Şems-i Tebrizi Cahile ırak ol kamile yakın, bir mana söyleyim darılma sakın. Hasmın karıncaysa merdane takın, ummadık taş başa düşer mi düşer - Pir Sultan Abdal Kalp, Allah ile birlikteyken dinlenir. Başkalarının yanında yorulur. - Abdülkadir Geylani Hayat iki günden ibarettir. Bir gün lehine, bir gün de aleyhinedir. Gün lehine olduğunda şımarma, aleyhine olduğunda da daralıp feryad-ü figan etme! - Hz. Ali https://www.guzelcumleler.com/hikmetli-sozler
Ben seni sevmek için değil, ben seni sevmenin ne demek olduğunu bil diye sevdim. - Şems-i Tebrizi Gençliğimde aradığımı yaşlılığımda buldum, neylersin. Ya ben erken geldim ya sen geç kaldın vuslata, neylersin. Kader. - Şems-i Tebrizi Kuvvet haktadır, hak kuvvette değildir. - Bediüzzaman Said Nursi Derdi dünya olanın, dünya kadar derdi olurmuş. - Yunus Emre Zulum ile abad olanin akibeti berbad olur. - Yunus Emre Girdim ilim meclisine, eyledim kıldım talep; Dediler ilim geride, illa edep illa edep... - Yunus Emre Her kalp kendi içindeki çiçeğin kokusunu verir. - Abdülkadir Geylani Üzenlerin üzüldüğü vakit de gelir. - Yunus Emre Kendisinden yüz çevirenin bile rızkını veren Allah, kendisine yönelene neler vermez ki? - İmam-ı Gazali Sana kızdığı halde bir kötülükte bulunmayan insanı kendine arkadaş edin. Çünkü öfke, insanın tiynetini ortaya çıkarır. - Hz. Ali https://www.guzelcumleler.com/hikmetli-sozler
Ey ham aceleci kişi! Dama dayanan merdivenden basamak basamak çıkılır. - Mevlana Ne kadar güzel deme, Ne kadar güzel yaratılmış de... - Bediüzzaman Said Nursi Bir kötülük yaptıktan sonra pişmanlık hissetmek, Allah (c.c.)'ın inayet ve muhabbetine mazhar olmanın delilidir. - Mevlana Sen kendisini koparan elde, kokusunu bırakan çiçek gibi ol. - Hz. Ali Her şey çok olunca ucuzlar; edep bunun aksinedir, o çoğaldıkça değeri artar.- Ş. Tebrizi Geldim sevgili. Sen dışında ne varsa kıyısız denizlere dökerek geldim. Dilimde dua ile kefenimi vuslatına çeyiz bilerek geldim. Aşkın demgahında ateşleri ıslatmak için neyim varsa yok bilerek geldim. - Şems-i Tebrizi Her zaman tok olan şefkatsiz ve merhametsiz olur. Tok, açın halini bilmez, çok yiyen sert ve katı kalpli olur. - İmam Gazali Ey gönül! Aşık olunca kalbin öyle çok yüksek sesle atar ki, aklının sesini asla duyamazsın. - Mevlana Dilimi susturdum, çünkü kitap gibi gönlüm var. Yanıp kavrulmuş dertlerimi söylemeye başlarsam, senin gönlün yanar. - Mevlana https://www.guzelcumleler.com/hikmetli-sozler
Yeni bir şey öğrenmeden geçirdiğim bir günde, benim için güneşin doğmasında bir hayır yoktur. - Hz. Ali Ey nefsim! Kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki: Fânîyim, fânî olanı istemem; âcizim, âciz olanı istemem. - Bediüzzaman Said Nursi Dün geçti gitti. Dün gibi, dünün sözü de geçti. Bugün yepyeni bir söz söylemek gerek. - Mevlana Sabır nedir? Dikene bakıp gülü, geceye bakıp gündüzü tahayyül edebilmektir. Ve bilirler ki gökteki ayın Hilal'den dolunaya varması için zaman gerekir. - Şems-i Tebrizi Mevlana der ki; Kendinde gam hissedince hemen istiğfar et. Her kuş kendi cinsi ile uçar, kartallar kartallarla, kargalar kargalarla. - Abdülkadir Geylani İnsanoğlu o kadar dünyevileşir ki, mezar kazan bile öleceğine inanmaz. - İmam-ı Gazali Öyle bir yar sev ki evladım! Elinde su tasıyla iftarı bekleyen oruçlu gibi beklesin seni! - Mevlana Bütün lezzetler îmanda oldugu gibi, bütün elemler de dalalettedir. - Bediüzzaman Said Nursi https://www.guzelcumleler.com/hikmetli-sozler
Hazreti Mevlânâ, aşk ve muhabbetin insan için ehemmiyetini Mesnevî'sinde şu şekilde îzâh eder:"Bil ki, içi ilâhî aşk ve muhabbetle dolu olmayan insan ne kadar zavallıdır; belki de hayvandan daha aşağıdır. Zira Ashab-ı Kehf'in köpeği dahî aşk ehlini aradı, buldu. Rûhânî bir safâya erişti ve o has kullarda fânî olarak cenneti kazandı. İmanı kuvvetli olanın imtihanı ağır olur. - Abdülkadir Geylani Bediüzzaman'a talebesi sorar: "Üstadım her şeyi kaybettik ne yapacapız?" Üstad cevap: "Çay koy keçeli, yeniden başlıyoruz!" Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen faal ve kudretli bir zatın hârika işlerine bak. Sen, başı boş olmadığın gibi, bu hadiseler de başı boş olamazlar. Her birisi çok hikmetli vazifeler peşinde koşturuluyorlar. Bir müdebbir-i Hakîm tarafından istihdam olunuyorlar. Öğüt almanızı önleyen şey, kendinizi büyük görmenizdir. - Hz. Ali Sana Allah'ı hatırlatacak bir arkadaş bulunca ona sımsıkı sarıl, ondan ayrılma, onu küçümseme. Onu kendine devlet bil. - İmam Gazali Kalbiniz üç şeyin evi olsun: İmanın, Ümidin ve Aşkın. - Hz. Ali Dağa bir kuş kondu, sonra da uçup gitti. Bak da gör, o dağda ne bir fazlalık var ne bir eksilme. - Mevlana https://www.guzelcumleler.com/hikmetli-sozler
olsun: İmanın, Ümidin ve Aşkın. - Hz. Ali Dağa bir kuş kondu, sonra da uçup gitti. Bak da gör, o dağda ne bir fazlalık var ne bir eksilme. - Mevlana Bir gül kadar güzel ol; ama dikeni kadar zalim olma. Birine öyle bir söz söyle ki, ya yaşat ya da öldür; ama asla yaralı bırakma. - Şems-i Tebrizi Kalp salih olunca daimi zikir elde edilir ve kalbin her tarafına Hakk'ın zikri yazılır. Böyle bir kalbin sahibinin gözleri uyuyabilir ama kalbi Rabbini zikreder. - Abdulkadir Geylani Otunu, suyunu bilmediğin gönüllerde koyun gütme. Yoksa "kaçıracağın keçilere" çobanlık yapamazsın. - Şems¬i Tebrizi Sana dilsiz, dudaksız sözler söyleyeceğim. Bütün kulaklardan gizli sırlardan bahsedeceğim. Bu sözleri sana, herkesin içinde söyleyeceğim ama senden başka kimse duymayacak. Kimse anlamayacak. - Şems-i Tebrizi Dili, dini, rengi ne olursa olsun iyiler iyidir. - Hacı Bektaş-i Veli Bedenine değil kendine değer ver, ve gönlünü olgunlaştır! Çünkü kişi; bedeni kadar değil, ruhu kadar insandır. - İmam-ı Gazali Sen doğru yolda ol da, varsın sanan eğri sansın; sen kendini bildiğin sürece, doğru insansın. - Yunus Emre https://www.guzelcumleler.com/hikmetli-sozler
Gönül; insanın kıblesidir. Kırmayın! - Yunus Emre Ümitvar olunuz; şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ, İslâmın sadâsı olacaktır. - Bediüzzaman Said Nursi Sözler hakikat değildir ağızdan çıkan seslerdir. Hakikati öğrenmek için söze değil, yaşamaya ihtiyaç vardır. - Şems-i Tebrizi Evet Cenab-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; manen hastasın. - Bediüzzaman Said Nursi Şu hayatta tek başına inzivada kalarak, sadece kendi sesinin yankısını duyarak, hakikati keşfedemezsin. Kendini ancak bir başka insanın aynasında tam olarak görebilirsin. - Şems-i Tebrizi Kibirle yürüyerek, yolu incitme gönül. - Yunus Emre Kulun kalbi Rabbine erince, Rabbi onu kimseye muhtaç etmez. - Abdülkadir Geylani Ey insanların ayıbını arayan kişi! Cennete girsen orada ki tek dikenli gül sen olacaksın. - Mevlana Aşk bir seferdir. Bu sefere çıkan her yolcu, istesede istemese de tepeden tırnağa değişir. Bu yollara dalıp da değişmeyen yoktur. - Şems-i Tebrizi https://www.guzelcumleler.com/hikmetli-sozler
ms-i Tebrizi Ey diken arayan kimse! Cennete girsen bile, orada senden başka diken bulunmaz. - Mevlana Dua ederken isterken, dilenci gibi isteyin, siz ağa gibi istiyorsunuz! - Abdülkadir Geylani Kulağını edep dışı ve lüzumsuz sözlerden koru. Çünkü dinleyen konuşana ortaktır. - İmam-ı Gazali Sen uzattığın elini tutmayan ele mi dargınsın, tutmayacak bir ele uzattığın için kendine mi kızgınsın. - Mevlana Allah'a yemin ederim ki, senin asıl ömrün; doğduğun günden beri olan süre değil; Allah'ı tanıyıp bildiğin günden beri geçen süredir. - İbn Ataullah Ey Celaleddin! Talipsen yüreğime, yalnızlığını adayacaksın bana. - Şems-i Tebrizi Tövbe etmek dururken ümidini kesene şaşarım. - Hz. Ali İyi insanı secdelerden değil, doğru sözünden ve emanete ihanet etmemesinden tanırsın. - Hz. Ali Ey Oğul! Aldığın yiyeceği evine açıktan götürme. "O nedir?" diyene tattır. - İmam Gazali Cehennem dediğinde dal odun yoktur, herkes ateşini buradan götürür. - Pir Sultan Abdal https://www.guzelcumleler.com/hikmetli-sozler
rür. - Pir Sultan Abdal Duydum ki kapıma gelmiş, tokmak olmadığı için kapıya vurmadan geri dönmüşsün. Bilmez misin, kalp kapısının tokmağa ihtiyacı yoktur; o ancak içeriden açılır. - Mevlana Nefse uyan Hak'ka uymuş değildir. - Pir Sultan Abdal İnsan iki et parçasıyla ölçülür ;kalbi ve dili. - İmam-ı Gazali Birine öyle bir söz söyle ki, ya yaşat yada öldür; ama asla yaralı bırakma. - Şems-i Tebrizi Severim ben seni candan içeri, Yolum vardır bu erkandan içeri. Beni bende demem, bende değilim, Bir ben vardır bende, benden içeri. - Yunus Emre İçi temiz dostlar edinmelisin. Çünkü onlar bollukta süs, sıkıntıda yardımcı olurlar. - Hz. Ali Aşk ile yürüyen sırtında dünyayı taşır. Aşksız yürüyen beden diye bir ceset taşır. - Yunus Emre Sevgi (kulluk), düşünce ve manadan ibaret olsaydı, bize oruç ve namaz lüzumlu olmazdı. - Mevlana Bir zulme engel olamıyorsanız onu herkese duyurun! - Hz. Ali Kibir; Kendisinden habersiz, kendini bilmeyen insanın durumudur. Tıpkı güneşten haberi olmayan buzun kendini bir şey zannetmesi gibi. - Mevlana https://www.guzelcumleler.com/hikmetli-sozler
si gibi. - Mevlana Sevgide güneş gibi ol, dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol, hataları örtmede gece gibi ol, öfkede ölü gibi ol, her ne olursan ol, ya olduğun gibi görün, ya göründügün gibi ol. - Mevlana Alimlerin sohbetinde bulun. Hikmet sahiplerinin sözlerine kulak ver. Zira Allah Teâlâ, bol yağmurla ölü toprağa hayat verdiği gibi, hikmetli sözlerin nuruyla ölü kalpleri diriltir, onlara hayat bahşeder. Haklıysan korkma, Hak seni korur. - Hz. Ali İlmi olmayan bir beden suyu olmayan bir şehre benzer. - Şems-i Tebrizi Ey dünyaperest Nefsim; Acaba sırf bu dünya için mi yaratılmışsın ki bütün vaktini ona sarf ediyorsun? - Bediüzzaman Said Nursi Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol. - Mevlana Allah'ım beni merhametli kalp ile ve hikmetli akılla ve sabırlı nefisle güzelleştir. Allah'ım tebessümü bende adet eyle. Sözümü ibadet eyle. Hayatımı saadetli eyle. Sonumu şehadetli eyle. Amin! Sevmek bu kadar güzelse, kim bilir sevmeyi yaratan ne kadar güzeldir. - Şems-i Tebrizi https://www.guzelcumleler.com/hikmetli-sozler
Sevmek bu kadar güzelse, kim bilir sevmeyi yaratan ne kadar güzeldir. - Şems-i Tebrizi Bende ki seni tefsir etmek isterdim lakin korkarım, sana benden başkasının mana vermesinden. - Şems-i Tebrizi Birinin söylediği hikmetli bir söz hoşunuza gittiyse o hikmet önceden kalbinize yerleştirilmiş demektir. Söyleyen sadece ayna olmuştur. O gecede (berat gecesi) her hikmetli iş, belirlenip hükme bağlanır. - Duhan suresi ayet-4 Ameli olmayan hikmetli söz, ödünç alınmış süslü elbise gibidir; bunu böyle bil! - Hz. Mevlana Hikmetli sözlerle ruhunuzu dinlendirin. Çünkü bedenler gibi, ruhlar da yorulur. - Hz. Ali Akıllı adam nasıl konuşulacağını bilir. Hikmetli adam ise nasıl suskun kalınacağını da bilir. - Aliya İzzetbegoviç Akıllı insan, şaka ve masaldan bile hikmet dersi çıkarır. Gâfile ise hikmetli sözlerden yüz bâb okusan, ona masal gelir. - Sâdi Şirazî https://www.guzelcumleler.com/hikmetli-sozler
Hayata Dair Sözler Felsefi Sözler Edebi Sözler Düşündüren Sözler Mevlana Sözleri Ana Sayfa Said Nursi Sözleri said nursi kısa sözleri, bediüzzaman said nursi özlü sözleri, said nursi nin sözleri, üstad said nursi sözleri, üstad bediüzzaman said nursi nin sözle Marîz bir asrın hasta bir unsurun alîl bir uzvun reçetesi; ittiba'-ı Kur'andır. Pirenin midesini tanzim eden Manzume-i Şemsiyeyi de o tanzim etmiştir. Herşeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir göz ise maneviyatta kördür. Haksızlığı hak zanneden adamlara karşı hak dâva etmek Hakka bir nevi haksızlıktır. https://www.guzelcumleler.com/said-nursi-sozleri
Eğer Şarkta Hulusi Bey ve Mehmed Kayalar olmasaydı ben Şarka gitmeye mecbur olurdum. Zaman gösterdi ki; cennet ucuz değil cehennem dahi lüzumsuz değil. Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir göz ise maneviyatta kördür. Bugün mahlûkatın bayramıdır. Deli adama 'iyisin iyisin' denilse iyileşmesi iyi adama 'fenasın fenasın' denilse fenalaşması nâdir değildir https://www.guzelcumleler.com/said-nursi-sozleri
Evet ümidvar olunuz. Şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sada islamın sadası olacaktır! Maddiyyunluk manevî taundur ki beşere şu müdhiş sıtmayı tutturdu gazab-ı İlahîye çarptırdı. Telkin ve tenkid kabiliyeti tevessü' ettikçe o taun da tevessü' eder. Bîçare hakikatlar kıymetsiz ellerde kıymetsiz olur. Kardeşim Mehmed! Nur'un (manevi) Kuvveti Şarktadır Nur'un Kuvveti Diyarbakır'dadır Nurun Kuvveti Sendedir! https://www.guzelcumleler.com/said-nursi-sozleri
Hayata Dair Sözler Felsefi Sözler Edebi Sözler Düşündüren Sözler Mevlana Sözleri Ana Sayfa Said Nursi Sözleri said nursi kısa sözleri, bediüzzaman said nursi özlü sözleri, said nursi nin sözleri, üstad said nursi sözleri, üstad bediüzzaman said nursi nin sözle Marîz bir asrın hasta bir unsurun alîl bir uzvun reçetesi; ittiba'-ı Kur'andır. Pirenin midesini tanzim eden Manzume-i Şemsiyeyi de o tanzim etmiştir. Herşeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir göz ise maneviyatta kördür. Haksızlığı hak zanneden adamlara karşı hak dâva etmek Hakka bir nevi haksızlıktır. Eğer Şarkta Hulusi Bey ve Mehmed Kayalar olmasaydı ben Şarka gitmeye mecbur olurdum. Zaman gösterdi ki; cennet ucuz değil cehennem dahi lüzumsuz değil. Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir göz ise maneviyatta kördür. Bugün mahlûkatın bayramıdır. Deli adama 'iyisin iyisin' denilse iyileşmesi iyi adama 'fenasın fenasın' denilse fenalaşması nâdir değildir. Evet ümidvar olunuz. Şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sada islamın sadası olacaktır! Maddiyyunluk manevî taundur ki beşere şu müdhiş sıtmayı tutturdu gazab-ı İlahîye çarptırdı. Telkin ve tenkid kabiliyeti tevessü' ettikçe o taun da tevessü' eder. Bîçare hakikatlar kıymetsiz ellerde kıymetsiz olur. Kardeşim Mehmed! Nur'un (manevi) Kuvveti Şarktadır Nur'un Kuvveti Diyarbakır'dadır Nurun Kuvveti Sendedir! İslâmiyet güneş gibidir üflemekle sönmez. Gündüz gibidir; göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan yalnız kendine gece yapar. Hayat kesrette bir çeşit tecelli-i vahdettir. Onun için ittihada sevkeder. Hayat bir şeyi her şeye mâlik eder. Hıristiyanlığın malı olmayan mehasin-i medeniyeti ona mal etmek ve İslâmiyetin düşmanı olan tedenniyi ona dost göstermek feleğin ters dönmesine delildir. Zaman ihtiyarlandıkça Kur'an gençleşiyor; rumuzu tavazzuh ediyor. Nur nâr göründüğü gibi; bazan şiddet-i belâgat dahi mübalağa görünür. https://www.guzelcumleler.com/said-nursi-sozleri
Doğuyu ayağa kaldıracak din ve kalbdir. Enbiyanın ekseri Şarkta ve hükemanın ağlebi Garpta gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir akıl ve felsefe değil. Madem Dünya bâki değil ve musibetlerinde bir nevi hayır vardır; senin bedeline 'Yahu bu da geçer' kalbime geldi. Azametli bahtsız bir kıt'anın şanlı tali'siz bir devletin değerli sahibsiz bir kavmin reçetesi; ittihad-ı İslâmdır. Milliyetimiz bir vücuttur. Ruhu İslamiyet aklı Kur'an ve İmandır. https://www.guzelcumleler.com/said-nursi-sozleri
Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır fakat ihtiyarı elinden alınmaz. Eğer Namaz kılmazsan senin o günkü alemin zulümatlı ve perişan bir halde gider. Cesed-i insan; havaya suya gıdaya muhtaç olduğu gibi ruh-u insan da namaza muhtaçtır. İsraf sefahatin sefahat sefaletin kapısıdır. Her sözün doğru olmalı; fakat her doğruyu söylemek doğru değil. Bugün bu Nevruz bayramından bu köpeğin bile bir hissesi vardır. Bahar mahlûkatın bayramıdır. Biz de onların bayramına iştirak edelim https://www.guzelcumleler.com/said-nursi-sozleri
Madem Allah var elbette ahiret vardır. Çaresi bulunan şeyde acze çaresi bulunmayan şeyde ceza'a iltica etmemek gerektir. Tertib-i mukaddematta tefviz tembelliktir; terettüb-ü neticede tevekküldür. Dünyadaki her lezzetli şeyin en a'lası cennette bulunur. Sıkıntı sefahetin muallimidir. Ye's dalalet-i fikrin; zulmet-i kalb ruh sıkıntısının menba'ıdır. Evet insan hüsn-ü zanna memurdur. İnsan herkesi kendisinden üstün bilmelidir https://www.guzelcumleler.com/said-nursi-sozleri
Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır. Sivrisineğin gözünü halkeden Güneş'i dahi o halketmiştir. Bizler muhabbet fedaileriyiz husûmete vaktimiz yoktur. Adem-i kabul kabul-ü ademle iltibas olunur. Adem-i kabul; adem-i delil-i sübut onun delilidir. Kabul-ü adem delil-i adem ister. Biri şek biri inkârdır. Namaz kılanın diğer mübah dünyevi amelleri güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır https://www.guzelcumleler.com/said-nursi-sozleri
Namaz kılanın diğer mübah dünyevi amelleri güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır. Kur'an-ı Hakîm ehl-i şuura imamdır cin ve inse mürşiddir ehl-i kemale rehberdir ehl-i hakikata muallimdir. Tabiat bir sanat-ı İlahiye'dir sani' olmaz. https://www.guzelcumleler.com/said-nursi-sozleri
1. Gökte bir melek vardır ki, ismi İsmail'dir. Emrinde yetmiş bin melek vardır. Onların her birinin emrinde de yetmişer bin melek vardır. Ravi: Hz. Ebû Said (r.a.)
2. Cehennemde bir vadi vardır. Cehennem her gün, bu vadiden yetmiş defa Allaha sığınır. Allah bu vadiyi amelleriyle riya yapan, okumuş mürailer için hazırladı. Allah indinde en fazla buğza layık kullar, sultanlara, baştakilere sokulan alimlerdir. Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
3. Adamda bir et parçası vardır, o sağlam olursa cesedi de sağ selamettir. Dertli ise başka yerleri de dertlidir. Burası da kalbidir. Ravi: Hz. Numan (r.a.)
4. Adamın malında da, zevcesinde de, evladında da fitne vardır. (Yani hepsinde fitne bulunabilir. İnsan hiç birine güvenmesin, Allah'a güvensin) Ravi: Hz. Huzeyfe (r.a.)
5. Âli Davud'a nazil olan hikmette ibret vardır. Akıllı olan insan şu dört vakitten başka şeyle nefsini meşgul etmemelidir: Rabbine dua (ve ibadet) edeceği vakit, Nefsini muhasebe edeceği vakit, Kendisi hakkında, kardeşlerini nasihat etmesine ve ayıblarını kendisine haber vermelerine kafi gelecek bir vakit. Kendi nefsinin helal ve temiz ihtiyaçlarına ayıracağı bir vakit. Bu vakitte diğer zamanlar içinde bir yardım vardır ve kalbin istirahatı kafi miktarda varlık iledir. Sonra da akıllı kimse için, diline sahip olması, zamanını bilmesi, işine yönelmesi ve en sağlam dostuna karşı bile ihtiyatlı olması icap eder. Ravi: Hz. İbni Mes'ud (r.anhüma)
6. Namuslu bir kadının namusuna buhtan etmek, yüz senelik ameli yıkar.(Yani bir ömrün amelini yıkar) Ravi: Hz. Huzeyfe (r.a.)
7. Benî Ademin hepsinin kalbleri Allah'ın iki parmağı arasında tek bir kalb gibidir. "Ey kalbleri istediği gibi çeviren Allahım, bizim kalblerimizi ibadetin üzerine çevir." Ravi: Hz. İbni Ömer (r.anhüma)
8. Bir kavim bir kavmi çok sevdi ve bunun yüzünden helak oldu. Siz böyle olmayın. Bir kavim de başka bir kavme çok buğz etti ve ondan dolayı helak oldu. Siz onlar gibi de olmayın. Ravi: Hz. Abdullah İbni Cafer (r.anhüma)
9. Müslümanın ölüsünün kemiğini kırmak, dirisinin kemiğini kırmak gibidir. (Kısas yok, fakat 30 sopayı geçmemek şartı ile dayak yiyebilir.) Ravi: Hz. Âişe (r. anha)
10. Bir namaz, önündeki namaza kadar olan hataları kaldırır, yok eder. Ravi: Hz. Ebû Eyyub (r.a.) i il´ ] ş
1393)"Ya Gulam, Allah c.c.ı muhafaza et ki, o da seni muhafaza etsin..Allah c.c. ı muhafaza edersen, karşında bulursun.. İstediğin zaman Allah'tan iste..Yardım taleb ettiğin zaman, bu talebini Allah c.c. a yap.." -Allah c.c. ın emrini tut ki, seni koruya.. O'nun emirlerini tutarsan, mükafatını hemen görürsün..Her halinde Allah c.c. a güven. Muhtar'ül -Ehadisin-Nebeviyye İzahlı Tercümesi. Hadis-i Şerifler ve Vaaz Örnekleri.sy.494,495.
Zulüm devam etmez, küfür devam eder.(El-Münavi,Feyzu'l Kadir:2:107) Arif olana bir işaret yeter. Allah c.c.ım bize Sünnet-i Seniyyeye ittiba etmeyi nasip et. Edepsiz Allah c.c. ın lütfundan mahrum kalır. Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim.(Mâide Suresi, 5:3) Risale-i Nur Külliyatı'ndaki . Ayet Ve Hadislerin Mealleri Ve Me'hazleri.sy.298,300,301.
. سونمدن يوردمك اوستنده توتن اك صوك اوجاق Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak. ، او بنم ملتمك ييلديزيدر، پارلاياجاق O benim milletimin yıldızıdır parlayacak! ! او بنمدر ، اوبنم ملتمكدرآنجاق O benimdir, o benim milletimindir ancak!
، چاتما ، قوربان اوله يم ، چهره كى اى نازلي هلال Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
قهرمان عرقمه بر كول .. نه بو شدت بو جلال ؟ Kahraman ırkıma bir gül... ne bu şiddet, bu celâl? ، سكا اولمازدوكولن قانلريمز صوكره حلال Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal. . حقيدر ، حقه طاپان ، ملتمك استقلال Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklal.
: روحمك سندن الهى شودر آنجاق املى Rûhumun senden İlahî, şudur ancak emeli: ،دكمه سين معبديمك كوكسنه نامحرم الى Değmesin ma'bedimin göğsüne nâ-mahrem eli! ، بو اذانلركه شهادتلرى دينك تملى Bu ezanlar-ki şehâdetleri dinin temeli, . ابدى يورديمك اوستنده بنم ايكله ملى Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.
، او زمان وجد اله بيك سجده ايدر وارسه طاشم O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım. ، هر جريحه مدن الهى ، بوشانوب قانلى ياشم Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım; ! فيشقيرير روح مجرد كبى يردن نعشم Fışkırır rûh-ı mücerred gibi yerden na'şım; . او زمان يوكسله رك عرشه دكر، بلكه ، باشم O zaman yükselerek arşa değer belki başım!
Şer‘î bir hükmün daha sonra gelen şer‘î bir delille kaldırılması.
Sözlükte “ortadan kaldırmak; nakletmek, beyan etmek” mânalarına gelen nesh kelimesi terim olarak şer‘î bir hükmün daha sonra gelen şer‘î bir delille kaldırılmasını ifade eder. Neshin söz konusu olduğu durumlarda önceki hüküm mensûh, onu yürürlükten kaldıran yeni hüküm veya delil nâsih diye anılır. Özellikle fıkıh usulü literatüründe gerçek anlamda neshedenin Allah olduğuna dikkat çekilerek delil veya hüküm için nâsih kelimesinin kullanımının mecazi olduğu belirtilir. Öte yandan muhkemi “neshedilmemiş” anlamında yorumlayanlar tarafından nâsih de dahil olmak üzere hükmü neshedilmeyen âyetler muhkem diye nitelendirilir. Hz. Peygamber’in vefatından sonra gerçekleşmemesi, nâsih ve mensuhun şer‘î (Kur’an ve Sünnet’te bulunan) amelî hükümler olması, mensuh hükmün bir süre yürürlükte kalmış bulunması, iki hüküm arasında her biriyle ayrı ayrı amel etmeye imkân vermeyecek derecede uzlaşmazlık tesbit edilmesi, nâsih hükmün delilinin mensuhunki ile aynı güçte veya ondan daha güçlü olması neshin genel şartları arasında yer alır.
Kur’an davetinin kıyamete kadar bütün insanlara yönelik olduğu ilk inen âyetlerden itibaren vurgulanmış (meselâ bk. el-A‘râf 7/158; el-Enbiyâ 21/107; el-Furkan 25/1; Sebe’ 34/28; et-Tekvîr 81/27), Hz. Muhammed’in peygamberlerin sonuncusu (el-Ahzâb 33/40) ve Allah katında hak dinin İslâm olduğu (Âl-i İmrân 3/19), İslâm’dan başka bir din arayan kimseden bunun kabul edilmeyeceği (Âl-i İmrân 3/85) ifade edilmiştir. İslâm âlimleri de İslâm’ın daha önceki şeriatları tamamen veya kısmen yürürlükten kaldırdığında hemfikirdir. Peygamberler vasıtasıyla insanlara ulaştırılan dinler inanç, ahlâk ve ibadetin esaslarında müşterek olup farklılık amelî hükümlerin bir kısmında gerçekleşmiştir. Yahudi fırkaları içinde, Allah’ın ilminde değişiklik
meydana gelebileceği (bedâ) anlayışına götüreceği gibi gerekçelerle neshi inkâr edenler çıkmış, son zamanlarda hıristiyanlar da bu yönde görüş belirtmeye başlamıştır. Ancak insanlığın tarihî gelişimi dikkate alındığında ilâhî hükümlerin amelî boyutunda insanların içinde bulunduğu şartlar gözetilerek bazı değişikliklerin yapılması tabiidir; bunu Allah’ın ilminde değişiklik olduğu anlamında kabul etmek yanlıştır. Hz. Âdem’in kız ve erkek çocukları birbirleriyle evlenirken bunun Tevrat’ta haram kılınması (Levililer, 18/9, 20/17; Tesniye, 27/22), Hz. Nûh’un kavmine kanlı et dışında her canlının helâl kılındığı ifade edilmişken (Tekvîn, 9/2-4) Hz. Mûsâ’nın şeriatında bazı hayvan türlerinin haram sayılması (Levililer, 11; Tesniye, 14/3-8; krş. el-En‘âm 6/146), Yahudilik’te kişinin karısını boşaması mubah iken (Tesniye, 24/1-3) Hıristiyanlık’ta kadının zina suçu işlemesi dışında bunun haram kılınması (Matta, 5/31-32) neshin İslâmiyet öncesi ilâhî dinlerdeki örneklerini teşkil eder.
Nesih kavramı Kur’ân-ı Kerîm’de (el-Bakara 2/106) ve hadislerde (Wensinck, el-MuǾcem, “nsħ” md.) geçmekle birlikte mezhep imamları dönemine kadar bu terimin çerçevesinin belirlenmesine yönelik teorik tartışmalara rastlanmaz. Neshi kabul eden âlimlerin tamamı Kur’an’ın Kur’an’ı ve sünnetin sünneti neshedebileceğini kabul ederken Kur’an’ın sünneti veya sünnetin Kur’an’ı neshetmesinde görüş ayrılığı bulunmaktadır. Kur’an’ın açıklanmasını sünnetin en temel işlevi olarak gören İmam Şâfiî başta olmak üzere bazı âlimler bu tür neshe karşı çıkarken çoğunluğu teşkil edenler, Kur’an’ın sünneti neshetmesi yanında mütevâtir sünnetin de Kur’an’ı neshedebileceğini söylemişlerdir. Kur’an’ın sünneti neshetmesine kıblenin Mescid-i Aksâ’dan Kâbe yönüne çevrilmesi (el-Bakara 2/144; Buhârî, “Tefsîr”, 2/12, 14; Müslim, “Mesâcid”, 11-15) ve âşûrâ orucu yükümlülüğünün ramazan orucu ile kaldırılması (el-Bakara 2/185; Buhârî, “Śavm”, 69, “Tefsîr”, 2/24; Müslim, “Śıyâm”, 125) örnek gösterilir. Aksi görüşü savunanlar ise bu iki örneği Kur’an’ın Yahudiliğe ait hükümleri kaldırması kapsamında değerlendirmiştir.
İslâm’ın ilk asırlarında Kur’an’da neshin mevcudiyeti neredeyse herkes tarafından kabul edilirken IV. (X.) yüzyılın ilk çeyreğinde vefat eden Mu‘tezile âlimi Ebû Müslim el-İsfahânî’nin buna karşı çıkmasının ardından konu tartışılır olmuştur. Neshi kabul edenlere göre nesih ilâhî şeriatlar arasında olduğu gibi aynı şeriat içinde de gerçekleşebilir. İnsanların öteden beri sahip oldukları inanç, örf ve âdetleri bir anda terkedip yeni dinin hükümlerini benimsemeleri kolay değildir. Kişinin dinin ruhunu, hüküm ve ilkelerinin yüceliğini tanıyıp kabullendikten sonra amelî hükümlerini kabul etmesi daha kolay olmuş, bu hükümler de toptan değil tedrîcî şekilde gelmiştir. Vahiy sürecinde Kur’an’ın uygulamaya yönelik az sayıdaki hükmünde değişikliğe gidilmesi tabiidir. Kur’an’da neshi kabul edenler görüşlerini desteklemek üzere aklî izahların yanında üç âyeti (nüzûl sırasına göre en-Nahl 16/101; er-Ra‘d 13/39; el-Bakara 2/106) delil göstermişlerdir. Ebû Müslim el-İsfahânî ise Kur’an’a bâtılın ne önünden ne ardından yol bulabileceğini ifade eden âyete (Fussılet 41/42) dayanarak neshi kabul etmenin Kur’an’ın hükmünün iptal edilmesi anlamına geleceğini söylemiş, neshin mevcudiyetine delil getirilen âyetlerde Kur’an’ın daha önceki şeriatların veya kıblenin Kudüs’ten Mescid-i Harâm yönüne değiştirilmesinde olduğu gibi o şeriatlardaki bazı hükümlerin neshedildiğini öne sürmüştür. Ebû Müslim’in bu görüşü tenkit edilmiş olmakla beraber son zamanlarda bu doğrultuda görüş belirtenlerin sayısında bir artış görülmektedir. Bu eğilimdekiler, nâsih ve mensuh olduğu belirtilen âyetlerde gerçekte neshin bulunmadığını ortaya koyabilmek için tahsis vb. yollarla âyetleri uzlaştırma yoluna gitmişlerdir. Ancak birçok yerde mâkul yaklaşımlar ortaya koymalarına rağmen zorlama te’villere başvurdukları da olmuştur.
Klasik kaynaklara göre mensuh üç kısma ayrılır. 1. Hem nazmı hem hükmü neshedilenler. Selef’ten nakledilen rivayetlerde bazı âyetlerin veya sûrelerin daha sonra kaldırıldığı ya da unutturulduğu ileri sürülmüştür (meselâ bk. Buhârî, “Riķāķ”, 10; Müslim, “Zekât”, 116-119; Hâkim, II, 224, 415; IV, 359). Hz. Âişe’den gelen bir rivayete göre sütkardeşliğine ve evlenme engeli oluşmasına sebep olan on emzirme Hakkındaki âyet daha sonra beş emzirme hükmü ile neshedilmiştir (Müslim “RađâǾ”, 24; İbn Mâce, “Nikâĥ”, 35; Ebû Dâvûd, “Nikâĥ”, 10; Tirmizî, “RađâǾ”, 3; Nesâî, “Nikâĥ”, 51). Mushafta on emzirmeye dair âyetin nazmı bulunmadığı gibi hükmü de yürürlükten kalkmıştır. 2. Nazmı neshedilip hükmü bâki kalanlar. Bazı âlimler bu tür neshi kabul etmemişler, gerekçe olarak da konuyla ilgili rivayetlerin haber-i vâhid türünde olmasını ve Kur’an’da nesih gibi önemli bir konunun bu yolla sabit olamayacağını öne sürmüşlerdir (Zerkeşî, II, 36). Nazmı neshedildiği halde hükmünün bâki kalabileceğini savunanlar ise nazmı ayrı, ondan elde edileni ise ayrı bir hüküm telakki etmişlerdir (Gazzâlî, II, 96). Neshin bu türüne “recm âyeti” diye meşhur olan, “Yaşlı (evli) erkek ve kadın zina ettiği zaman onları recmedin ...” anlamındaki rivayet (Buhârî, “Ĥudûd”, 30, 31, “İǾtiśâm”, 16; Müslim, “Ĥudûd”, 15) örnek gösterilir. Übey b. Kâ‘b’ın bildirdiğine göre bu âyet lafzı neshedilmeden önce Ahzâb sûresi içerisinde yer almaktaydı (Hâkim, II, 415; IV, 359). 3. Hükmü neshedilip nazmı bâki kalanlar. Kur’an’da neshi kabul eden âlimler tarafından benimsenen neshin bu türü ilgili eserlerin esas konusunu teşkil etmiştir. Selef’ten gelen rivayetlerde ve buna bağlı olarak ilk dönemlerde yazılan eserlerde lafzı kalıp hükmü neshedilen âyetlerin sayısı 300 civarında gösterilmektedir (Mustafa Zeyd, I, 407-408). Bunda, ilk dönem âlimlerinin nesih kelimesine daha sonraki dönem usulcülerinin yüklediklerinden daha geniş bir anlam yüklemelerinin yanı sıra bazı âlimlerin nesihte ifrata düşmelerinin etkisi olduğu anlaşılmaktadır. Bu konuda dikkat çekici bir örnek olarak Mekkî sûreler içinde yer alan ve müşriklerin eziyetlerine sabretmeyi, onlara aldırmamayı ve ilişmemeyi emreden âyetlerin müşriklerle savaşmayı emreden âyetle (et-Tevbe 9/5) mensuh sayılması gösterilebilir. Bu âyetle 114 veya 124 âyetin hükmünün neshedildiği söylenir. Ancak usul ve tefsir âlimleri, genelde bu âyet ve onunla mensuh sayılan âyetlerin farklı durumlarla ilgili olduğu görüşündedir.
İmam Şâfiî ve Muhammed b. Cerîr et-Taberî gibi âlimlerin öncülüğünde neshin tahsis, takyid, mübhemi beyan, mücmeli tafsil gibi terimlerden farkı ortaya konulmaya ve nesih alanına girmeyen diğer nesih iddiaları ayıklanmaya başlandıktan sonra mensuh kabul edilen âyetlerin sayısı azalmıştır. Süyûtî, kendi dönemine kadar yazılmış eserlerdeki bilgileri değerlendirip mensuh âyetlerin sayısını yirmi olarak tesbit etmiş (el-İtķān, III, 65-68), Şah Veliyyullah ed-Dihlevî bu âyetlerden sadece beşinin mensuh olduğunu belirtmiştir.
İslâm âlimleri, âyetler arasında neshin vâki olup olmadığının tesbiti konusu üzerinde de durmuşlar ve bu konuda bazı şartlar ortaya koymuşlardır. Hz. Peygamber’den veya sahâbeden bir âyetin neshedildiğine dair sağlam bilginin gelmiş olması, Enfâl (8/66) ve Mücâdile (58/13) sûrelerinin ilgili âyetlerinde olduğu gibi nâsih konumundaki âyette önceki hükmün kaldırıldığına delâlet eden lafzın yer alması, çelişkili gibi görünen iki âyetten birinin diğerinden sonra indiğinin kesin olarak
bilinmesi gibi durumlarda neshin vâki olabileceğini söylemişlerdir.
BİBLİYOGRAFYA:
Wensinck, el-MuǾcem, “nsħ” md.; Müsned, V, 183; Buhârî, “Śavm”, 69, “Ĥudûd”, 30, 31, “İǾtiśâm”, 16, “Tefsîr”, 2/12, 14, 24, “Riķāķ”, 10; Müslim, “Mesâcid”, 11-15, “Śıyâm”, 125, “Zekât”, 116-119, “RađâǾ”, 24, “Ĥudûd”, 15; İbn Mâce, “Nikâĥ”, 35; Ebû Dâvûd, “Nikâĥ”, 10; Tirmizî, “RađâǾ”, 3; Nesâî, “Nikâĥ”, 51; Şâfiî, er-Risâle (nşr. Ahmed M. Şâkir), Kahire 1399/1979, s. 106-145, 219-223; Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, en-Nâsiħ ve’l-mensûħ (nşr. Muhammed b. Sâlih Müdeyfir), Riyad 1411/1990, tür.yer.; Taberî, CâmiǾu’l-beyân (Şâkir), II, 471-484; XVI, 485-486; Nehhâs, en-Nâsiħ ve’l-mensûħ (nşr. Süleyman b. İbrâhim b. Abdullah el-Lâhim), Beyrut 1412/1991, I-III, tür.yer.; Hâkim, el-Müstedrek, II, 224, 415; IV, 359-360; Mekkî b. Ebû Tâlib, el-Îżâĥ li-nâsiħi’l-Ķurǿân ve mensûħih (nşr. Ahmed Hasan Ferhât), Cidde 1406/1986, tür.yer.; Gazzâlî, el-Müstaśfâ (nşr. Hamza b. Züheyr Hâfız), Cidde, ts. (Şerîketü’l-Medîneti’l-münevvere), II, 35-119; Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, Nevâsiħu’l-Ķurǿân, Beyrut 1405/1985, tür.yer.; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, III, 226-233; XX, 116; Zerkeşî, el-Burhân, II, 28-44; Süyûtî, el-İtķān (Ebü’l-Fazl), III, 59-77; Şâh Veliyyullah ed-Dihlevî, el-Fevzü’l-kebîr fî usûli’t-tefsîr (trc. Mehmed Sofuoğlu), İstanbul 1980, s. 35-49; Mustafa Zeyd, en-Nesħ fi’l-Ķurǿâni’l-Kerîm, Mansûre 1408/1987, I, 407-408; J. Burton, “Nasқћ”, EI² (İng.), VII, 1009-1012.
Abdurrahman Çetin
HADİS. Mekke döneminde Allah’a iman, Peygamber’e itaat ve âhiret hayatının varlığı gibi konuların işlenmesi, şirkin yerilmesi, infakın teşvik edilmesi, ahlâk kurallarının toplum hayatına yerleştirilmeye çalışılması sebebiyle genel olarak nesihle pek karşılaşılmaz. Medine döneminde ise ibadetler ve hukukî ilişkilerle ilgili emir ve yasaklar toplum hayatına girdiği ve bunların tatbiki esnasında tedrîcîliğe ihtiyaç duyulduğu için nesih gündeme gelmişse de Hz. Peygamber hayatta olduğundan farklı fikirler ileri sürülmemiş, aklî ve felsefî tartışmalara girilmemiştir.
Resûl-i Ekrem’in vefatından sonra nesih Hakkında konuşulmaya başlanmış, Huzeyfe b. Yemân, fetva verebilecek kişinin özelliklerinden birinin Kur’an’ın nâsih ve mensuhunu bilmek olduğunu belirtmiş (Dârimî, “Muķaddime”, 21), Hz. Ali mescidde insanlara öğüt veren bir kişinin nâsih ve mensuh ilmini bilmediğini anlayınca hem kendisini hem başkalarını helâke sürükleyebileceğini söyleyerek onu uyarmış (Ebû Hayseme Züheyr b. Harb, s. 140), Abdullah b. Abbas nâsih ve mensuhu kendilerine hikmet verilen kimselerin bilebileceğini ifade etmiş (Taberî, III, 60), Abdullah b. Zübeyr de Hz. Peygamber’in bazı sözlerinin bir müddet uygulamada kaldıktan sonra onun yeni bir sözüyle uygulamadan kaldırıldığını ve hadisler üzerinde nesih cereyan ettiğini haber vermiştir (Dârekutnî, IV, 145).
Gerek sahâbe gerekse tâbiîn dönemlerinde mutlakın takyidi, âmmın tahsisi, müphem ve mücmelin beyanı, istisna ile getirilen sınırlamalar ve uygulamadan kaldırılan hükümler nesih kapsamında düşünülmüş, tâbiîn devrinde özellikle sünnette nesih konusuyla ilgili değerlendirmeler ön plana çıkmaya başlamıştır. Yezîd b. Abdullah b. Şıhhîr, “Kur’an’ın bazı âyetleri nasıl birbirini neshediyorsa Resûlullah’ın hadislerinden bir kısmı da diğerlerini neshederdi” diyerek (Müslim, “Ĥayıż”, 82) sünnette neshin gerçekleştiğine işaret ederken Ebû Miclez es-Sedûsî, “Hz. Peygamber’in hadisleri de Kur’an’ın âyetleri gibi birbirini nesheder” sözüyle (Ca‘berî, s. 134) onu teyit etmiştir. Hadisleri resmî anlamda ilk derleyen İbn Şihâb ez-Zührî nâsih ve mensuh rivayetleri ayrı bir eserde toplamış (Hâzimî, s. 4), bu ilmin âlimleri en çok meşgul eden konulardan biri olduğunu belirtmiş (İbnü’s-Salâh, s. 276), nâsih ve mensuh ilminden haberdar olmayanların dinde karışıklıklara sebebiyet vereceğine işaret etmiştir (Şemseddin es-Sehâvî, III, 67). Nesihle ilgili rivayetlerin Resûl-i Ekrem’e kadar ulaşmayıp sonradan ortaya çıktığını ileri süren Abdülmüteâl Muhammed el-Cebrî gibi bazı çağdaş müelliflerin iddiası ise (Lâ Nesħa fi’l-Ķurǿân, s. 13) sağlam bir delile dayanmamaktadır.
Neshin terim anlamı üzerinde duran günümüze ulaşmış ilk eser İmam Şâfiî’nin er-Risâle’sidir. Şâfiî bu eserinde (s. 106-110) neshi âmmın tahsisi, mutlakın takyidi, müphem ve mücmelin beyanı ile istisnadan ayırarak ona “nassın hükmünün kaldırılması ve yerine yeni bir hükmün getirilmesi” mânasını vermiştir. Daha sonraki dönemlerde nesih tefsir, hadis ve fıkıh usulü ilimlerinin önemli bir konusu olmuştur. Hadis usulcüleri ve genel olarak muhaddisler nesihte son sözü naklin ve Hz. Peygamber’in tatbikatının söyleyeceğini belirtmiş, ayrıca sahâbe ve tâbiîn dönemi âlimlerinin nesih anlayışına uygun düşeceği için daha çok vak‘aların tesbitini yapmakla yetinmiş ve nesihle ilgili nakilleri sıralamıştır. Ancak Mecdüddin İbnü’l-Esîr, hadislerden fıkıh âlimleri hüküm çıkardığından hadisin nâsih ve mensuhunu bilme işinin de muhaddisten çok fakih için gerekli olduğunu söylemiştir (Şemseddin es-Sehâvî, III, 66). Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr de zamanla aklî, mantıkî ve felsefî delillerle izah edilmeye başlanan neshi fıkıh usulünün konusu olmaya daha elverişli bulur (İħtiśâru ǾUlûmi’l-ĥadîŝ, s. 169).
Muhaddisler, sünnette neshi gerekli kılan en önemli etkenlerin Hz. Peygamber’in insanların ihtiyaçlarını gözetmesi ve ashabı eğitmede, toplumu ıslah etmede tedrîcîliğe önem vermesi olduğunu belirtirler. Hadislerdeki nesih dört yolla bilinir: 1. Resûl-i Ekrem’in bildirmesi. “Size kabirleri ziyaret etmeyi yasaklamıştım, artık ziyaret edebilirsiniz” meâlindeki hadisi (Müslim, “Cenâǿiz”, 106; Ebû Dâvûd, “Cenâǿiz”, 77) ve bunu gösteren uygulamaları böyledir. 2. Sahâbenin açıklaması. Hz. Ali’nin, “Resûlullah yanımızdan cenaze geçerken ayağa kalkmamızı emrederdi, daha sonra kendisi oturdu ve bize de oturmamızı emretti” sözü (Müsned, I, 82) bunun örneğidir. Sahâbîlerin açıklamasına bakarak neshe hükmedilip edilemeyeceği konusu tartışılmıştır.
Bir kısım âlimler, bu tür açıklamalarda sahâbîlerin ictihadına dayanma ihtimalinden söz ederek bu ifadelerin neshe delâlet etmeyeceğini ileri sürmüş, Zeynüddin el-Irâkī, sahâbîlerin bu hükümle ilgili tarih farkını bildiği için bu tür açıklamalarla neshe hükmedilebileceğini söylemiştir (Leknevî, s. 191-192). Süyûtî, buna hükmedebilmek için nâsih ve mensuhu belirten açık bir ifade bulunması gerektiğini belirtmiş, sonraki devirlerde ise neshe gidebilmek için sahih bir nakle ve delile ihtiyaç olduğunu ifade etmiştir (el-İtķān, II, 52). 3. Vürûd tarihlerinin bilinmesi. Mensuh olma ihtimali bulunan hadislerin Resûl-i Ekrem tarafından hangi tarihlerde söylendiği biliniyorsa daha sonra söylenen hadisin nâsih olduğu anlaşılmış olur. Ancak bu yolla neshe hükmedebilmek için her iki hadisi uzlaştırma ve ikisiyle birlikte amel etme imkânının bulunmaması gerekir. Hacamat yapmak ve yaptırmakla orucun bozulacağı konusundaki rivayetler buna örnektir. Sahâbeden Şeddâd b. Evs’in naklettiğine göre Hz. Peygamber, Mekke’nin fethi esnasında ramazan orucuna niyet etmiş bir kişinin hacamat yaptırdığını görünce hem hacamat yapanın hem yaptıranın orucunun bozulduğunu belirtmiş (Buhârî, “Śavm”, 32; Ebû Dâvûd, “Śıyâm”, 28; Tirmizî, “Śavm”, 60), Abdullah b. Abbas ise Resûlullah’ın ihramlı ve oruçlu olduğu halde kan aldırdığını rivayet etmiştir (Müsned, I, 215, 221, 222, 236; Buhârî, “Śayd”, 11; “Śavm”, 32; Müslim, “Ĥac”, 87). Her ikisi de güvenilir kaynaklarda nakledilen ve uzlaştırılma imkânı bulunmayan bu iki olaydan birincisi 8 (630), ikincisi 10 (632) yılında meydana gelmiş, dolayısıyla ikinci rivayet birinciyi neshetmiştir (Süyûtî,
Tedrîbü’r-râvî, II, 191-192). 4. Bir konuda icmâın oluşması. İcmâın tek başına neshedici özelliği bulunmamakla birlikte ulemâ bazı karînelere dayanarak iki zıt haberden birinin nâsih, diğerinin mensuh olduğunda ittifak ederse bu durumda icmâ neshin bilinmesine yardımcı olur (a.g.e., II, 192). İçki içtiği için üç defa cezalandırılan kimsenin dördüncü defa aynı suçu işlediğinde öldürülmesini emreden hadisin (İbn Mâce, “Ĥudûd”, 17; Ebû Dâvûd, “Ĥudûd”, 37) öldürmeme yönünde oluşan icmâ ile mensuh sayılması buna örnek gösterilmektedir (Şâfiî, İħtilâfü’l-ĥadîŝ, s. 207; Hâzimî, s. 300). Öldürmeyle ilgili rivayeti nakleden Tirmizî arkasından, dördüncü defa içki içen birinin Hz. Peygamber’e getirildiğini ve ona içki içme cezasının uygulanmasını emrettiği konusunda farklı bir rivayet nakletmiş, ayrıca öldürülmeyeceği hususunda icmâ oluştuğunu belirtmiştir (“Ĥudûd”, 15).
Neshin Çeşitleri. 1. Sünnetin Sünnetle Neshi. Hadis âlimleri, aralarında nesih bulunan hadislerin delil olarak kullanılmaya elverişliliğini göz önüne alıp sünnetteki neshi mütevâtir hadisin mütevâtir hadisle, haber-i vâhidin haber-i vâhidle, haber-i vâhidin mütevâtir hadisle ve mütevâtir hadisin haber-i vâhidle neshedilebileceği şeklinde dört gruba ayırmışlardır. Bunlardan ilk üçünün gerçekleşeceğine dair herhangi bir tereddüt bulunmamakta, dördüncüsünün mümkün olup olmadığı konusunda ise farklı görüşler ileri sürülmektedir (Nevevî, Şerĥu Müslim, IV, 37). Bunun aklen câiz sayıldığı, ancak gerçekleşme ihtimalinin bulunmadığı kanaati yaygın olmakla birlikte Asr-ı saâdet’ten sonraki dönemler için imkânsız kabul edildiğini söyleyenler de vardır (Şevkânî, s. 323). 2. Sünnetin Kur’an’la Neshi. Muhaddisler sünnetin Kur’an’la neshedilebileceği görüşü üzerinde icmâ etmiştir. Bu konuda verilen örneklerden biri, İslâm’ın ilk dönemlerinde namazda konuşmanın sakıncalı bulunmadığını, sonradan bu cevazın kaldırıldığını belirten Zeyd b. Erkam’ın rivayetidir. Bu rivayette, “Namazlara ve orta namaza devam edin, Allah’ın huzurunda içten bir bağlılıkla durun” meâlindeki âyetin (el-Bakara 2/238) inmesinden sonra konuşma yasağının geldiği haber verilmekte (Buhârî, “ǾAmel fi’ś-śalât”, 15; Müslim, “Mesâcid”, 35), Hz. Peygamber’in namaz içindeki konuşma ruhsatının âyette geçen “içten bir bağlılıkla namaz kılma” emrine binaen neshedildiği belirtilmektedir. 3. Sünnetin Kur’an’ı Neshi. Kur’an ile sabit olan bir hükmün sünnetle neshedilebileceği görüşüne itiraz edilmiştir. Bu konuda ortaya çıkan ihtilâflar,
Kur’an ile sünnetin delil olma açısından aynı güce sahip olup olmadığı meselesindeki tartışmalara dayanmaktadır. Sünnetin Kur’an gibi vahye dayandığını kabul edenler sünnetin Kur’an hükmünü neshedebileceğini söylerler. Ancak nassı neshedecek nassın aynı güçte veya daha güçlü olması gerektiğinden bu görüş, Kur’an âyetlerinin sadece mütevâtir sünnetle neshedilmesiyle sınırlandırılmıştır. Birçok âlime göre ise bu nesih çeşidi aklen câiz olmakla birlikte naklen sabit değildir. Bu tür neshe örnek gösterilen bazı rivayetlerin tahsis ve takyid yoluyla çözüme kavuşturularak nesih kapsamından çıkarıldığı belirtilmektedir. 4. Sünnetin Akıl ile Neshi. İbn Kuteybe, Mu‘tezile âlimlerinden Nazzâm’ın aklî delillerin bazı hadisleri neshedeceği şeklinde bir görüşe sahip olduğunu söylemektedir. Fakat Nazzâm’ın bununla terim anlamında nesih değil red mânası kasdettiği ifade edilmiştir. Zira Resûlullah’tan sonra sahih nakil olmadan icmâ dışında muhaddislerin sözüyle ve müctehidlerin ictihadıyla herhangi bir hadisin neshine hükmedilemeyeceğine, bu konuda re’y ve ictihada değil sahih nakle bakılacağına dair âlimler arasında görüş birliği bulunmaktadır.
Nâsih-mensuh hadislerin sayısı konusunda farklı görüşler vardır. İbn Şâhin yaklaşık doksan, Hâzimî seksen, Ca‘berî 110, Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî ise sadece yirmi bir konudaki hadis üzerinde nesih gerçekleştiğini belirtmektedir. Bu sayılar arasındaki farklılık bazı müelliflerin neshi muhtemel olan bütün rivayetleri eserlerine almalarıyla ilgilidir. Dikkatli bir inceleme neticesinde, mensuh olduğu söylenen rivayetlerin çoğunun uzlaştırma veya te’vil yoluyla çözüme kavuşturulduğu görülmektedir. Hadiste nesih örneklerini çoğaltma veya onu çok aza indirme şeklinde iki uç görüşün ortaya çıkmasında neshe verilen çeşitli mânalar, konuyu işleyenlerin ilmî ve itikadî bakımdan farklı anlayışa sahip olmaları, hükümlerdeki amacı derinlemesine araştırmayan bazı kişilerin hadisleri tek tek ele alarak değerlendirme yapmaları ve neshe konu olan rivayetlerin sıhhat durumunun tesbiti esnasında farklı sonuçlara ulaşılması gibi âmillerin etkili olduğu tesbit edilmektedir. Önemli etkenlerden biri de bazı âlimlerin çelişkili gibi görünen rivayetlerde çözümü araştırmak yerine çelişkiyi nesih kolaycılığıyla gidermeye çalışmalarıdır.
FIKIH. Sahâbe ve tâbiîn dönemindeki örnek ve kullanımlardan o sıralarda neshin fıkıh usulündeki teknik anlamını aşan bir kavramsal çerçeveye sahip olduğu, âmmın tahsisi, mutlakın takyidi, mücmel ve müphemin beyanı gibi durumların da bu kapsamda düşünüldüğü anlaşılmaktadır. Günümüze ulaşan eserler içinde neshi usuldeki anlamına çekmeye çalışan ilk ifadelerin Şâfiî’ye ait olduğu görülür (Mustafa Zeyd, I, 73-75; karşı bir görüş için bk. Hâşimî et-Tîcânî, I, 81). Usul âlimleri nesih için “taabbüd süresinin sona erdiğinin açıklanması”, “önceki hitapla sabit olan hükmün kaldırıldığına delâlet eden hitap”, “bir şer‘î delilden sonra onun içerdiği hükmün aksini gerektiren başka bir şer‘î delilin gelmesi” gibi farklı tanımlar verseler de
bunların şer‘î bir hükmün daha sonra gelen başka bir şer‘î delille kaldırılması noktasında birleştiği söylenebilir (bazı tanımlar etrafında oluşan ekolleşme ve bunları besleyen âmillerle ilgili tahliller Hakkında bk. Mustafa Zeyd, I, 78-109).
Klasik literatürde İslâm âlimlerinin neshin aklen câiz ve şer‘an vâki olduğu hususunda fikir birliği ettiği, sadece Ebû Müslim el-İsfahânî’nin neshi aklen câiz görmekle birlikte Kur’an’da nesih bulunmadığını ileri sürdüğü belirtilir (bu görüşün sahibine nisbeti ve kapsamı Hakkında bilgi ve değerlendirme için bk. Ali Hasan el-Arîd, s. 191-207; Nâdiye Şerîf el-Ömerî, s. 97-115). Neshin aklen cevazı yanında şer‘an vukuu Hakkında birçok delile yer verildiği gibi teorik olarak neshe karşı ileri sürülebilecek gerekçeler de geniş biçimde tartışılır. Esasen İslâm dininin önceki ilâhî bildirimleri kısmen veya tamamen neshettiği genel kabul gören bir husus olmakla birlikte İslâm ahkâmının kendi içinde de nesih bulunduğuna dair ileri sürülen delillerin zaman zaman farklı biçimlerde yorumlandığı görülmektedir. Aşağıdaki âyetler bunların başında gelir: “Biz bir âyetin yerine başka bir âyeti getirdiğimiz zaman -ki Allah neyi indireceğini çok iyi bilir- ‘Sen ancak bir iftiracısın’ dediler. Hayır, onların çoğu bilmez” (en-Nahl 16/101); “Biz bir âyetin hükmünü nesheder veya onu unutturursak mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz” (el-Bakara 2/106); “Allah dilediğini siler, dilediğini de yerinde bırakır. Ana kitap O’nun yanındadır” (er-Ra‘d 13/39). A‘lâ sûresinin 6-7, Yûnus sûresinin 15 ve Nisâ sûresinin 160. âyetleriyle aralarında nesih ilişkisinin bulunduğu düşünülen âyetler ve müslümanların konuya ilişkin icmâı da bu kapsamda ele alınan delillerdendir. Neshin aklî delilleri incelenirken bunun Allah’ın ilminde değişme ihtimalini düşündürmesini esas alan tartışmalara da girilmekle birlikte (bk. BEDÂ) ağırlıklı biçimde insan hayatında gelişmenin ve toplumlar için değişimin kaçınılmaz olduğu gerekçesi üzerinde durulur; bu konudaki tahliller aynı zamanda neshin hikmet ve yararlarına ilişkin açıklamalar niteliğindedir. Bu hususla bağlantılı olarak Şâtıbî başlangıçta günde iki vakit olan namazın daha sonra beş vakte çıkarılması, Allah rızası için harcama (infak) vecîbesi önceleri mutlak iken miktar ve sınırlarının belirli hale getirilmesi, kıblenin Beytülmakdis’ten Kâbe’ye çevrilmesi gibi örnekleri hatırlatarak teşrî‘ tarihinde neshin umumiyetle Medine döneminde gerçekleştiğine dikkat çeker ve örneklerin çoğunda neshin İslâm’a yeni girenleri ilerideki düzenlemelere hazırlayıp alıştırma ve kalplerini ısındırma amacı taşıdığını belirtir (el-Muvâfaķāt, III, 104).
Hangi tür hükümlerin neshe konu olabileceği tartışmaları sırasında Mu‘tezile âlimleriyle diğer İslâm âlimleri arasında hüsün kubuh meselesiyle irtibatlı teorik bazı görüş ayrılıkları gündeme gelmekle birlikte iman ve ahlâk esaslarına ilişkin hükümlerle amelî de olsa küllî nitelikteki şer‘î hükümlerin neshe konu olmayacağı genel kabul gören bir husustur. Neshin bir hitapla olması, hükmü kaldırılan hitabın herhangi bir vakitle kayıtlı bulunmaması ve neshedici hitabın zaman bakımından neshedilenden sonra gelmesi de neshin şartları arasında sayılır.
İslâm âlimlerinin çoğunluğu, bir âyetin hükmü ve tilâvetinin (lafız) birlikte neshinden başka hükmü korunarak tilâvetinin veya tilâveti korunarak hükmünün neshedilebileceğini de kabul ederler. Yine çoğunluğa göre Kur’an’ın Kur’an ve sünnetle, sünnetin de sünnet ve Kur’an’la neshi câizdir. İmam Şâfiî ise Kur’an’ın ancak Kur’an’la, sünnetin de ancak sünnetle neshedilebileceğini söyler (er-Risâle, s. 106-109). Öte yandan fakihler Kur’an veya mütevâtir sünnetle sabit bir hükmün haber-i âhâd, icmâ yahut kıyasla neshinin câiz olmadığı hususunda fikir birliği içindedir.
Usul âlimleri bir hükmün sonuçları bakımından kendisinden daha hafif, daha ağır veya kendisine denk bir hükümle neshedilebileceği gibi yerine yeni bir hüküm getirilmeksizin de neshedilebileceği kanaatindedir. Nitekim namazda Kudüs’e yönelme ve yakınlara vasiyet gibi hükümler yerlerine yenisi konularak, kurban etlerini saklama yasağı ve Hz. Peygamber’le görüşmek isteyenlerin önce yoksullara sadaka vermesi gibi hükümler yerlerine yenisi konmaksızın neshedilmiştir.
Bir nassın nâsih olup olmadığı akıl ve şer‘î kıyas yoluyla değil sırf nakil yoluyla bilinebilir. Naklin varlığı ise ya, “Size kurban etlerini saklamanızı yasaklamıştım; artık kurban etlerini saklayabilirsiniz” hadisinde olduğu gibi (İbn Mâce, “Eđâĥî”, 16; Tirmizî, “Eđâĥî”, 94) bizzat nassın lafzında neshe delâlet eden bir ifadenin bulunması veya çatışan haberleri rivayet eden râvilerin söz konusu haberlerle ilgili tarih zikretmeleri ya da ümmetin sonra gelen bir hükmün nâsih olduğu hususunda icmâ etmesi durumunda kabul edilir.
Nassa ziyadenin nesih sayılıp sayılmayacağı tartışmaları da nesih konusunda önemli bir yer tutar. İlâve hükmün müstakil fakat öncekinin cinsinden olmaması halinde nesih sayılmayacağında ittifak vardır; müstakil ve öncekinin cinsinden olması durumunda da âlimlerin büyük çoğunluğuna göre nesihten söz edilemez. Müstakil olmayan ziyade ise Hanefîler’ce nesih kapsamında düşünülürken diğer üç mezhep ve bazı Mu‘tezile âlimlerine göre nesih saYılmaz; bu konuda farklı ihtimallere göre başka görüşler de ileri sürülmüştür (Şevkânî, s. 331-333).
Esasen nesih önceden sabit olan hükmün kaldırılmasını ifade ettiği için “âm lafızdan maksadın ne olduğunun beyanı” anlamına gelen tahsisten farklılık taşır. Fakat neshin sınırlarının belirlenmesinde, nitelik ve etkileri bakımından aralarında ciddi benzerlikler bulunan tahsisten ayırt edilmesi özel bir öneme sahiptir. Bazı usulcüler bunları müşterek olarak nitelerken bazıları aralarında içlem-kaplam ilişkisi bulunduğunu belirtmiştir. Bu kavramların farklı içerikte kullanılması sebebiyle muhtelif âlimlere göre neshedilmiş âyetlerin sayısı da farklılık göstermiş, bazı âyetlerde nesih değil tahsisin söz konusu olduğunu ileri sürenler mensuhların sayısını azaltırken karşı görüş sahipleri tahsis şekillerini neshe dahil ederek bu sayıyı arttırmıştır (Fahreddin er-Râzî, I/3, s. 10-11; Süyûtî, III, 68; nitelikleri, delilleri, hüküm ve etkileri bakımından nesihle tahsis arasındaki farklar için bk. Koca, s. 122-124; ayrıca bk. TAHSİS). Çağdaş müelliflerin birçoğu ilke olarak neshi kabul etmekle birlikte nesih kavramının tahsis, takyid vb. durumları içerecek biçimde kullanılması, İslâm’ın Câhiliye dönemine ait bazı hükümleri iptal etmesinin nesih kapsamında düşünülmesi gibi sebeplerle klasik eserlerde mensuh âyet sayısının oldukça kabarık göründüğüne ve nesih örneklerinin sınırlandırılması gerektiğine dikkat çekerken bazıları da mutlak biçimde Kur’an ve Sünnet’te nesih bulunmadığını savunmaktadır.
BİBLİYOGRAFYA:
Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “nesħ” md.; Lisânü’l-ǾArab, “nesħ” md.; Tehânevî, Keşşâf, II, 1377; Tâcü’l-Ǿarûs, “nesħ” md.; İbn Mâce, “Eđâĥî”, 16; Tirmizî, “Eđâĥî”, 94; Şâfiî, er-Risâle (nşr. Ahmed M. Şâkir), Kahire 1399/1979, s. 106-109; Cessâs, el-Fuśûl fi’l-uśûl (nşr. Uceyl Câsim en-Neşemî), Küveyt 1405/1985, I, 170; Debûsî, Taķvîmü’l-edille (nşr. Halîl Muhyiddin el-Meys), Beyrut 1421/2001, s. 227-246; Ebü’l-Hüseyin el-Basrî, el-MuǾtemed (nşr. Muhammed Hamîdullah), Dımaşk 1384/1964, I, 251-252, 394; Mekkî b. Ebû Tâlib, el-Îżâĥ li-nâsiħi’l-Ķurǿân ve mensûħih (nşr. Ahmed Hasan Ferhât), Cidde 1406/1986, s. 85-86; İbn Hazm, el-İĥkâm, Kahire, ts. (Dârü’l-hadîs), IV, 463-518; Ebû İshak eş-Şîrâzî, Şerĥu’l-LümaǾ (nşr. Abdülmecîd Türkî), Beyrut 1408/1988, I, 473, 481, 507; İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî, el-Burhân fî uśûli’l-fıķh (nşr. Abdülazîm ed-Dîb), Devha 1399, II, 1293-1295, 1314-1315; Şemsüleimme es-Serahsî, el-Uśûl
(nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgānî), Haydarâbâd 1372 → Beyrut 1393/1973, II, 29, 53-62, 66-87; Gazzâlî, el-Müstaśfâ, Kahire 1322/1904, I, 107-129; Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, Nevâsiħu’l-Ķurǿân, Beyrut 1405/1985, s. 20-22; Fahreddin er-Râzî, el-Maĥśûl (nşr. Tâhâ Câbir Feyyâz el-Alvânî), Riyad 1399/1979, I/3, s. 10-11; Seyfeddin el-Âmidî, el-İĥkâm fî uśûli’l-aĥkâm (nşr. Seyyid el-Cemîlî), Beyrut 1406/1986, III, 111-199; İbnü’l-Hâcib, Muħtaśarü’l-Müntehâ, Beyrut 1403/1983, II, 84-85, 148; Abdülazîz el-Buhârî, Keşfü’l-esrâr, İstanbul 1307, III, 106-119, 198; Şâtıbî, el-Muvâfaķāt, III, 104-116; Süyûtî, el-İtķān, Beyrut 1407/1987, III, 60, 68; Bihârî, el-Müsellemü’ŝ-ŝübût, Kahire 1322/1904, II, 53, 69, 76-78, 81-84, 97; Şevkânî, İrşâdü’l-fuĥûl (nşr. Ebû Mus‘ab M. Saîd el-Bedrî), Beyrut 1412/1992, s. 311-336; Leknevî, el-Ecvibetü’l-fâżıla (nşr. Abdülfettâh Ebû Gudde), Halep 1404/1984, s. 182-195; M. Abdülazîm ez-Zürkānî, Menâhilü’l-Ǿirfân, Kahire 1362/1943, II, 72, 80-82, 145-148; Ali Hasan el-Arîd, Fetĥu’l-mennân fî nesħi’l-Ķurǿân, Kahire 1973; Şa‘bân M. İsmâil, Nažariyyetü’n-nesħ fi’ş-şerâǿiǾi’s-semâviyye, Kahire 1977, s. 12-14, 172-184; Muhammed Vefâ, Aĥkâmü’n-nesħ fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye, Kahire 1984, s. 60-61; Nâdiye Şerîf el-Ömerî, en-Nesħ fî dirâsâti’l-uśûliyyîn, Beyrut 1985, s. 97-115, 548; D. S. Powers, Studies in Qur’an and Hadīth: The Formation of the Islamic Law of Inheritance, Berkeley 1986, s. 143-188 (ayrıca bk. Arabica, XXIX [1982], s. 246-295); a.mlf., “The Exegetical Genre nāsikh al-Qur’ān wa mansūkhuhu”, Approaches to the History of the Interpretation of the Qur’ān (ed. A. Rippin), New York 1988, s. 117-138; Mustafa Zeyd, en-Nesħ fi’l-Ķurǿâni’l-Kerîm, Mansûre 1408/1987; J. Burton, The Sources of Islamic Law: Islamic Theories of Abrogation, Edinburgh 1990, tür.yer.; a.mlf., “The Exegesis of Q. 2: 106 and the Islamic Theories of Naskh: Mā nansakh min āya aw nansahā na’ti bi khairin minhā aw mithlihā”, BSOAS, XLVIII/3 (1985), s. 452-469; a.mlf., “The Interpretation of Q 87, 6-7 and the Theories of Nasħ”, Isl., LXII (1985), s. 5-19; a.mlf., “Nasқћ”, EI² (İng.), VII, 1009-1012; Hâşimî et-Tîcânî, Meźhebü’n-nesħ fi’t-tefsîr ve ebǾâdühü’l-ictimâǾiyye, Cezayir 1412/1992; Ferhat Koca, İslam Hukuk Metodolojisinde Tahsis, İstanbul 1996, s. 119-124; Ahmet Hasan, İlk Dönem İslam Hukuk Biliminin Gelişimi (trc. Haluk Songur), İstanbul 1999, s. 87-110; Muhammed Hamza, Dirâsâtü’l-aĥkâm ve’n-nesħ fi’l-Ķurǿâni’l-Kerîm, Beyrut, ts. (Dâru Kuteybe); K. I. Semaan, “al-Nāsikh wa-al-Mansūkh: Abrogation and Its Application in Islam”, IQ, VI/1-2 (1961), s. 11-13; Ali Bakkal, “İmam Şafiî’de Nesh Anlayışı”, Harran Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, III, Şanlıurfa 1997, s. 109-132; Abdullah Yıldız, “Serahsî’nin (483/1090) Hadis Anlayışı-II: Nesh ve İhtilâfu’l-hadisle Alakalı Meseleler”, a.e., V (1999), s. 255-298; A. Rana, “Hanafı Doctrine of Naskh (Abrogation)”, HI, XXII/3 (1999), s. 67-70; N. Hanif, “Abrogations”, Encyclopaedia of the Holy Qur’an (ed. N. K. Singh - A. R. Agwan), New Delhi 2000, I, 30-43.
(nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgānî), Haydarâbâd 1372 → Beyrut 1393/1973, II, 29, 53-62, 66-87; Gazzâlî, el-Müstaśfâ, Kahire 1322/1904, I, 107-129; Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, Nevâsiħu’l-Ķurǿân, Beyrut 1405/1985, s. 20-22; Fahreddin er-Râzî, el-Maĥśûl (nşr. Tâhâ Câbir Feyyâz el-Alvânî), Riyad 1399/1979, I/3, s. 10-11; Seyfeddin el-Âmidî, el-İĥkâm fî uśûli’l-aĥkâm (nşr. Seyyid el-Cemîlî), Beyrut 1406/1986, III, 111-199; İbnü’l-Hâcib, Muħtaśarü’l-Müntehâ, Beyrut 1403/1983, II, 84-85, 148; Abdülazîz el-Buhârî, Keşfü’l-esrâr, İstanbul 1307, III, 106-119, 198; Şâtıbî, el-Muvâfaķāt, III, 104-116; Süyûtî, el-İtķān, Beyrut 1407/1987, III, 60, 68; Bihârî, el-Müsellemü’ŝ-ŝübût, Kahire 1322/1904, II, 53, 69, 76-78, 81-84, 97; Şevkânî, İrşâdü’l-fuĥûl (nşr. Ebû Mus‘ab M. Saîd el-Bedrî), Beyrut 1412/1992, s. 311-336; Leknevî, el-Ecvibetü’l-fâżıla (nşr. Abdülfettâh Ebû Gudde), Halep 1404/1984, s. 182-195; M. Abdülazîm ez-Zürkānî, Menâhilü’l-Ǿirfân, Kahire 1362/1943, II, 72, 80-82, 145-148; Ali Hasan el-Arîd, Fetĥu’l-mennân fî nesħi’l-Ķurǿân, Kahire 1973; Şa‘bân M. İsmâil, Nažariyyetü’n-nesħ fi’ş-şerâǿiǾi’s-semâviyye, Kahire 1977, s. 12-14, 172-184; Muhammed Vefâ, Aĥkâmü’n-nesħ fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye, Kahire 1984, s. 60-61; Nâdiye Şerîf el-Ömerî, en-Nesħ fî dirâsâti’l-uśûliyyîn, Beyrut 1985, s. 97-115, 548; D. S. Powers, Studies in Qur’an and Hadīth: The Formation of the Islamic Law of Inheritance, Berkeley 1986, s. 143-188 (ayrıca bk. Arabica, XXIX [1982], s. 246-295); a.mlf., “The Exegetical Genre nāsikh al-Qur’ān wa mansūkhuhu”, Approaches to the History of the Interpretation of the Qur’ān (ed. A. Rippin), New York 1988, s. 117-138; Mustafa Zeyd, en-Nesħ fi’l-Ķurǿâni’l-Kerîm, Mansûre 1408/1987; J. Burton, The Sources of Islamic Law: Islamic Theories of Abrogation, Edinburgh 1990, tür.yer.; a.mlf., “The Exegesis of Q. 2: 106 and the Islamic Theories of Naskh: Mā nansakh min āya aw nansahā na’ti bi khairin minhā aw mithlihā”, BSOAS, XLVIII/3 (1985), s. 452-469; a.mlf., “The Interpretation of Q 87, 6-7 and the Theories of Nasħ”, Isl., LXII (1985), s. 5-19; a.mlf., “Nasқћ”, EI² (İng.), VII, 1009-1012; Hâşimî et-Tîcânî, Meźhebü’n-nesħ fi’t-tefsîr ve ebǾâdühü’l-ictimâǾiyye, Cezayir 1412/1992; Ferhat Koca, İslam Hukuk Metodolojisinde Tahsis, İstanbul 1996, s. 119-124; Ahmet Hasan, İlk Dönem İslam Hukuk Biliminin Gelişimi (trc. Haluk Songur), İstanbul 1999, s. 87-110; Muhammed Hamza, Dirâsâtü’l-aĥkâm ve’n-nesħ fi’l-Ķurǿâni’l-Kerîm, Beyrut, ts. (Dâru Kuteybe); K. I. Semaan, “al-Nāsikh wa-al-Mansūkh: Abrogation and Its Application in Islam”, IQ, VI/1-2 (1961), s. 11-13; Ali Bakkal, “İmam Şafiî’de Nesh Anlayışı”, Harran Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, III, Şanlıurfa 1997, s. 109-132; Abdullah Yıldız, “Serahsî’nin (483/1090) Hadis Anlayışı-II: Nesh ve İhtilâfu’l-hadisle Alakalı Meseleler”, a.e., V (1999), s. 255-298; A. Rana, “Hanafı Doctrine of Naskh (Abrogation)”, HI, XXII/3 (1999), s. 67-70; N. Hanif, “Abrogations”, Encyclopaedia of the Holy Qur’an (ed. N. K. Singh - A. R. Agwan), New Delhi 2000, I, 30-43.
Literatür. Nesih konusu sahâbe devrinden itibaren tartışıldığı için bununla ilgili eserlerin tarihi I. (VII.) yüzyıla kadar gider. İbnü’n-Nedîm, Kur’an’ın nâsihi ve mensuhu Hakkında ilk dönemde eser veren çok sayıda ilim adamına işaret eder (el-Fihrist, s. 40). Bunlar arasında Haccâc, Mukātil b. Süleyman, İbn Ebû Dâvûd es-Sicistânî, Ebû Îsâ et-Tirmizî, Ahmed b. Hanbel, Abdurrahman b. Zeyd gibi isimler vardır. Tefsir kitaplarında Bakara (2/106), Ra‘d (13/39) ve Nahl (16/101) sûrelerinde geçen nesih konusuna hem bu âyetlerin tefsirinde hem de nâsih ve mensuh olduğu bildirilen diğer âyetlerin yorumunda temas edilir ve konu Kur’an ilimleri ve İslâm hukuku açısından değerlendirilir. Kur’ân-ı Kerîm’de nesihle ilgili olarak ilk asırlarda yazılıp günümüze ulaşan eserlerden bazıları şunlardır: Katâde b. Diâme, en-Nâsiħ ve’l-mensûħ fî kitâbillâh (nşr. Hâtim Sâlih ed-Dâmin, Beyrut 1403/1983, 1406/1985, 1989; nesihle ilgili geniş araştırmaları bulunan Hâtim Sâlih ed-Dâmin ayrıca ErbaǾatü kütüb fi’n-nâsiħ ve’l-mensûħ [Beyrut 1409/1989] adlı derlemesinde Katâde b. Diâme, Zührî, Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî ve İbnü’l-Bârizî’nin neshe dair kitaplarını bir araya getirmiş ve tahkikini yapmıştır); İbn Şihâb ez-Zührî, en-Nâsiħ ve’l-mensûħ (nşr. Hâtim Sâlih ed-Dâmin, Beyrut 1988); Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, en-Nâsiħ ve’l-mensûħ (nşr. Muhammed b. Sâlih el-Müdeyfir, Riyad 1411/1990; nşr. John Burton, al-Nasikh wa’l-mansukh: en-Nâsiħ ve’l-mensûħ fi’l-Ķurǿâni’l-Ǿazîz adıyla, Cambridge 1987; haz. Fuat Sezgin, Frankfurt 1985 [yazmadan tıpkı basım]); Nehhâs, en-Nâsiħ ve’l-mensûħ fî kitâbillâhi Ǿazze ve celle ve’ħtilâfi’l-Ǿulemâǿi fî źâlik (Kahire 1323, 1938; nşr. Şa‘bân Muhammed İsmâil, Kahire 1986; nşr. Muhammed Abdüsselâm Muhammed, I-III, Küveyt 1408/1988; nşr. Süleyman b. İbrâhim b. Abdullah el-Lâhim, I-III, Beyrut 1412/1991).
Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm ve Nehhâs ile ciddi bir gelişme gösteren nesih ilmi sonraki dönemlerde bu iki âlimden çok yararlanır. Özellikle Ebû Ubeyd’in eserinin erken bir devirde fıkıh ilminin sistematiğine göre hazırlanması önemli bir yenilik olarak kabul edilir. Daha sonra yazılan ve zamanımıza intikal eden neshe dair önemli eserler şöylece sıralanabilir: Hibetullah b. Selâme, en-Nâsiħ ve’l-mensûħ min kitâbillâh (Kahire 1379/1960 [Vâhidî’nin Esbâbü’n-nüzûl’ü ile birlikte]; nşr. Muhammed Züheyr eş-Şâvîş - Muhammed Ken‘ân, Beyrut 1406/1986; nşr. Mûsâ el-Alîlî, Beyrut 1989; Beyrut, ts. [Âlemü’l-kütüb, Vâhidî’nin Esbâbü’n-nüzûl’ü ile birlikte]); Abdülkāhir el-Bağdâdî, en-Nâsiħ ve’l-mensûħ (nşr. Hilmî Kâmil Es‘ad Abdülhâdî, Amman 1987; kitabın yedinci bölümü hadiste nesih Hakkındadır); Mekkî b. Ebû Tâlib, el-Îżâĥ li-nâsiħi’l-Ķurǿân ve mensûħih (nşr. Ahmed Hasan Ferhât, Cidde 1406/1986. Türkçe trc. Musa Kazım Yılmaz, Kur’an’da Nâsih ve Mensûh Var mıdır?, İstanbul 1998);
İbn Hazm, en-Nâsiħ ve’l-mensûħ fi’l-Ķurǿâni’l-Kerîm (nşr. Abdülgaffâr Süleyman el-Bündârî, Beyrut 1406/1986); Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, en-Nâsiħ ve’l-mensûħ fi’l-Ķurǿâni’l-Kerîm (nşr. Abdülkebîr el-Alevî el-Medgarî, I-II, Rabat 1988; Kahire 1992); Ebû Ca‘fer Ahmed b. Abdüssamed b. Abdülhak el-Hazrecî, Nefesü’ś-śabâĥ fî ġarîbi’l-Ķurǿân ve nâsiħihî ve mensûħih (nşr. Muhammed İzzeddin el-İdrîsî, I-II, İstanbul 1414/1994); Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, Nâsiħu’l-Ķurǿân ve mensûħuh: Nevâsiħu’l-Ķurǿân ([müellif eserini ǾUmdetü’r-râsiħ fî maǾrifeti’l-mensûħ ve’n-nâsiħ olarak adlandırır], nşr. Muhammed Eşref Ali el-Malabârî, Medine 1404/1984; Beyrut 1405/1985; Riyad 1405; nşr. Hüseyin Selîm Esed ed-Dârânî, Dımaşk-Beyrut 1411/1990; nşr. Halîl İbrâhim, Beyrut 1992), el-Muśaffâ bi-eküffi ehli’r-rusûħ min Ǿilmi’n-nâsiħ ve’l-mensûħ (ǾUmdetü’r-râsiħ’in özeti olup önce Hâtim Sâlih ed-Dâmin tarafından el-Mevrid dergisinde yayımlanmış [VI/1, Bağdad 1977, s. 195-216], daha sonra kitap haline getirilmiştir [Beyrut 1405/1984, 1986, 1989]).
Klasik döneme ait eserlerden bazıları şunlardır: Muhammed Şu‘le, Śafvetü’r-râsiħ fî Ǿilmi’l-mensûħ ve’n-nâsiħ (nşr. Muhammed İbrâhim Abdurrahman Fâris, Kahire 1415/1995); İbnü’l-Bârizî, Nâsiħu’l-Ķurǿâni’l-Ǿazîz ve mensûħuh (nşr. Hâtim Sâlih ed-Dâmin, Beyrut 1985, 1988); Mer‘î b. Yûsuf, Kitâbü Ķalâǿidi’l-mercân fi’n-nâsiħ ve’l-mensûħ mine’l-Ķurǿân (nşr. Muhammed er-Ruhayyil Garâyibe - Muhammed Ali ez-Zügūl, Amman 1420/2000; Türkçe trc. Eyüp Aslan, Kur’an’da Nâsih ve Mensuh, İstanbul, ts. [Hak Yayınları]); Abdurrahman b. Muhammed el-Atâikî el-Hillî, en-Nâsiħ ve’l-mensûħ (Necef 1390/1970).
Nesih Batı’da XVIII. yüzyıldan itibaren ayrı bir önem kazanmış, konu bir yandan Batılılar tarafından İslâm’ın aleyhinde kullanılmaya çalışılırken öte yandan müslümanlar, İslâm’ın Hıristiyanlığı ve Yahudiliği geçersiz kıldığını söyleyerek neshi lehte değerlendirmek istemiştir. Bu bağlamda Rahmetullah el-Hindî’nin İžhârü’l-ĥaķ adlı çalışması önemlidir (nşr. Ahmed Hicâzî es-Sekkā, Kahire 1406/1986, s. 373-400: el-Bâbü’ŝ-ŝâlis fî iŝbâti’n-nesħ). Hindu iken hıristiyan olan Ram Çander de Taĥrîf-i Ķurǿân adlı kitabında (Delhi 1877) nesih tartışmasına girer. Kur’an’da neshin
varlığını kabul etmeyen Ehl-i Kur’ân ekolünün kurucusu Abdullah Çekrâlevî, Reddü’n-nesħi’l-meşhûr fî kelâmi’r-rabbi’l-ġafûr (Burhânü’l-furķān, s. 112-113) adıyla bir kitap telif etmiştir. Hint alt kıtasında modern dönemde kaleme alınan tefsirlerde nesih meselesine ayrı bir önem atfedilir. Mısır’da Muhammed Abduh ve M. Reşîd Rızâ’nın çıkardığı el-Menâr dergisinde konuyla ilgili uzun makaleler yayımlanmıştır. Modern dönemde neshe dair yazılan eserlerden bazıları şunlardır: Mustafa Zeyd, en-Nesħ fi’l-Ķurǿâni’l-Kerîm: Dirâse teşrîǾiyye, târîħiyye, naķdiyye (I-II, Kahire 1963; Mansûre 1987); Abdülmüteâl Muhammed el-Cebrî, Lâ Nesħa fi’l-Ķurǿân: limâźâ? (Kahire 1400/1980), en-Nâsiħ ve’l-mensûħ beyne’l-iŝbâti ve’n-nefy (Kahire 1987, 2. bs.), en-Nesħ fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye kemâ efhemühû ([Kahire] 1380/1961); Ali Hasan el-Arîz, Fetĥu’l-mennân fî nesħi’l-Ķurǿân (Kahire 1973); Ali Hasan Muhammed Süleyman, Fetĥu’r-raĥmân fî beyâni’n-nesħ fi’l-Ķurǿân (Kahire 1414/1994); Muhammed Sâlih Mustafa, en-Nesħ fi’l-Ķurǿâni’l-Kerîm (Beyrut 1409/1988); Mustafa Muhammed Süleyman, en-Nesħ fi’l-Ķurǿâni’l-Kerîm ve’r-red Ǿalâ münkirîhâ (Kahire 1411/1991); Ahmed Hicâzî es-Sekkā, Lâ Nesħa fi’l-Ķurǿân (Kahire 1398/1978); Hâşimî Tîcânî, Meźhebü’n-nesħ fi’t-tefsîr ve ebǾâdühü’l-ictimâǾiyye (I-II, Cezayir 1412/1992); Muhammed Mahmûd Nedâ, en-Nesħ fi’l-Ķurǿân beyne’l-müǿeyyidîn ve’l-muǾârıżîn ([Kahire] 1417/1996); Mustafa İbrâhim Zelemî, et-Tibyân li-refǾi ġumûżi’n-nesħ fi’l-Ķurǿân (baskı yeri ve tarihi yok); Abdülhalîm Süleyman Rebî‘, Taĥķīķu’l-ķavl fî mevżûǾi’n-nesħ beyne’l-müŝbitîn ve’l-münkirîn (Kahire 1985); Abdülfettâh Süreyyâ Mahmûd, en-Nesħ ve mevķıfü’l-Ǿulemâǿ minh (Kahire 1408/1988). İslâm hukuku bağlamında neshi ele alan modern çalışmalar da vardır: Muhammed Vefâ, Aĥkâmü’n-nesħ fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye (Kahire 1404/1984); Abdülkādir Ahmed Hafnî, en-Nesħ Ǿinde’l-uśûliyyîn ve eŝeruhû fi’l-aĥkâmi’ş-şerǾiyye (baskı yeri yok, 1998); Hasan Abdullah el-Usaymî, en-Nesħ ve’t-taħśîś fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye (Mekke 1988); Abdurrahman b. Süleyman Müzeynî, İtticâhâtü’t-teǿlîf ve’n-nesħ fî mecâli’l-fıķh ve uśûlihî fi’l-ķarneyni’s-sâbiǾ ve’ŝ-ŝâmin el-hicriyyeyn (Medine 1420/2000); Nâdiye Şerîf el-Ömerî [el-Amrî?], en-Nesħ fî dirâsâti’l-uśûliyyîn (Beyrut 1405/1985); Sabrî Muhammed Meârik, Aĥkâmü’n-nesħ ve âŝâruh fi’l-fıķhi’l-İslâmî (Kahire 1987); Muhammed Hamza, Dirâsâtü’l-aĥkâm ve’n-nesħ fi’l-Ķurǿâni’l-Kerîm (Dımaşk, ts. [Dârü Kuteybe]); Şa‘bân Muhammed İsmâil, Nažariyyetü’n-nesħ fi’ş-şerâǿiǾi’s-semâviyye (Kahire 1977, 1988). Türkiye’de de konu özellikle Kur’an’da neshin varlığı bağlamında çalışılmıştır: Ahmet Lütfi Kazancı, Kitap ve Sünnette Nesh (İstanbul 1964); Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nâsih ve Mensuh Âyetleri (Ankara 1980); M. Sait Şimşek, Kur’an’da İki Mesele: Müteşabih-Nesh (İstanbul 1987); Salih Kul, Kur’ân-ı Kerim’in Önceki Semavî Kitapları Neshi (Erzurum 1991); Süleyman Ateş, Kur’an’da Nesh Meselesi (İstanbul 1996); Remzi Kaya, Kur’ân-ı Kerîm’de Nesih (Bursa 2001); Talip Özdeş, Kur’ân ve Nesh Problemi (Ankara 2005).
bunların şer‘î bir hükmün daha sonra gelen başka bir şer‘î delille kaldırılması noktasında birleştiği söylenebilir (bazı tanımlar etrafında oluşan ekolleşme ve bunları besleyen âmillerle ilgili tahliller Hakkında bk. Mustafa Zeyd, I, 78-109).
Klasik literatürde İslâm âlimlerinin neshin aklen câiz ve şer‘an vâki olduğu hususunda fikir birliği ettiği, sadece Ebû Müslim el-İsfahânî’nin neshi aklen câiz görmekle birlikte Kur’an’da nesih bulunmadığını ileri sürdüğü belirtilir (bu görüşün sahibine nisbeti ve kapsamı Hakkında bilgi ve değerlendirme için bk. Ali Hasan el-Arîd, s. 191-207; Nâdiye Şerîf el-Ömerî, s. 97-115). Neshin aklen cevazı yanında şer‘an vukuu Hakkında birçok delile yer verildiği gibi teorik olarak neshe karşı ileri sürülebilecek gerekçeler de geniş biçimde tartışılır. Esasen İslâm dininin önceki ilâhî bildirimleri kısmen veya tamamen neshettiği genel kabul gören bir husus olmakla birlikte İslâm ahkâmının kendi içinde de nesih bulunduğuna dair ileri sürülen delillerin zaman zaman farklı biçimlerde yorumlandığı görülmektedir. Aşağıdaki âyetler bunların başında gelir: “Biz bir âyetin yerine başka bir âyeti getirdiğimiz zaman -ki Allah neyi indireceğini çok iyi bilir- ‘Sen ancak bir iftiracısın’ dediler. Hayır, onların çoğu bilmez” (en-Nahl 16/101); “Biz bir âyetin hükmünü nesheder veya onu unutturursak mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz” (el-Bakara 2/106); “Allah dilediğini siler, dilediğini de yerinde bırakır. Ana kitap O’nun yanındadır” (er-Ra‘d 13/39). A‘lâ sûresinin 6-7, Yûnus sûresinin 15 ve Nisâ sûresinin 160. âyetleriyle aralarında nesih ilişkisinin bulunduğu düşünülen âyetler ve müslümanların konuya ilişkin icmâı da bu kapsamda ele alınan delillerdendir. Neshin aklî delilleri incelenirken bunun Allah’ın ilminde değişme ihtimalini düşündürmesini esas alan tartışmalara da girilmekle birlikte (bk. BEDÂ) ağırlıklı biçimde insan hayatında gelişmenin ve toplumlar için değişimin kaçınılmaz olduğu gerekçesi üzerinde durulur; bu konudaki tahliller aynı zamanda neshin hikmet ve yararlarına ilişkin açıklamalar niteliğindedir. Bu hususla bağlantılı olarak Şâtıbî başlangıçta günde iki vakit olan namazın daha sonra beş vakte çıkarılması, Allah rızası için harcama (infak) vecîbesi önceleri mutlak iken miktar ve sınırlarının belirli hale getirilmesi, kıblenin Beytülmakdis’ten Kâbe’ye çevrilmesi gibi örnekleri hatırlatarak teşrî‘ tarihinde neshin umumiyetle Medine döneminde gerçekleştiğine dikkat çeker ve örneklerin çoğunda neshin İslâm’a yeni girenleri ilerideki düzenlemelere hazırlayıp alıştırma ve kalplerini ısındırma amacı taşıdığını belirtir (el-Muvâfaķāt, III, 104).
Hangi tür hükümlerin neshe konu olabileceği tartışmaları sırasında Mu‘tezile âlimleriyle diğer İslâm âlimleri arasında hüsün kubuh meselesiyle irtibatlı teorik bazı görüş ayrılıkları gündeme gelmekle birlikte iman ve ahlâk esaslarına ilişkin hükümlerle amelî de olsa küllî nitelikteki şer‘î hükümlerin neshe konu olmayacağı genel kabul gören bir husustur. Neshin bir hitapla olması, hükmü kaldırılan hitabın herhangi bir vakitle kayıtlı bulunmaması ve neshedici hitabın zaman bakımından neshedilenden sonra gelmesi de neshin şartları arasında sayılır.
İslâm âlimlerinin çoğunluğu, bir âyetin hükmü ve tilâvetinin (lafız) birlikte neshinden başka hükmü korunarak tilâvetinin veya tilâveti korunarak hükmünün neshedilebileceğini de kabul ederler. Yine çoğunluğa göre Kur’an’ın Kur’an ve sünnetle, sünnetin de sünnet ve Kur’an’la neshi câizdir. İmam Şâfiî ise Kur’an’ın ancak Kur’an’la, sünnetin de ancak sünnetle neshedilebileceğini söyler (er-Risâle, s. 106-109). Öte yandan fakihler Kur’an veya mütevâtir sünnetle sabit bir hükmün haber-i âhâd, icmâ yahut kıyasla neshinin câiz olmadığı hususunda fikir birliği içindedir.
Usul âlimleri bir hükmün sonuçları bakımından kendisinden daha hafif, daha ağır veya kendisine denk bir hükümle neshedilebileceği gibi yerine yeni bir hüküm getirilmeksizin de neshedilebileceği kanaatindedir. Nitekim namazda Kudüs’e yönelme ve yakınlara vasiyet gibi hükümler yerlerine yenisi konularak, kurban etlerini saklama yasağı ve Hz. Peygamber’le görüşmek isteyenlerin önce yoksullara sadaka vermesi gibi hükümler yerlerine yenisi konmaksızın neshedilmiştir.
Bir nassın nâsih olup olmadığı akıl ve şer‘î kıyas yoluyla değil sırf nakil yoluyla bilinebilir. Naklin varlığı ise ya, “Size kurban etlerini saklamanızı yasaklamıştım; artık kurban etlerini saklayabilirsiniz” hadisinde olduğu gibi (İbn Mâce, “Eđâĥî”, 16; Tirmizî, “Eđâĥî”, 94) bizzat nassın lafzında neshe delâlet eden bir ifadenin bulunması veya çatışan haberleri rivayet eden râvilerin söz konusu haberlerle ilgili tarih zikretmeleri ya da ümmetin sonra gelen bir hükmün nâsih olduğu hususunda icmâ etmesi durumunda kabul edilir.
Nassa ziyadenin nesih sayılıp sayılmayacağı tartışmaları da nesih konusunda önemli bir yer tutar. İlâve hükmün müstakil fakat öncekinin cinsinden olmaması halinde nesih sayılmayacağında ittifak vardır; müstakil ve öncekinin cinsinden olması durumunda da âlimlerin büyük çoğunluğuna göre nesihten söz edilemez. Müstakil olmayan ziyade ise Hanefîler’ce nesih kapsamında düşünülürken diğer üç mezhep ve bazı Mu‘tezile âlimlerine göre nesih saYılmaz; bu konuda farklı ihtimallere göre başka görüşler de ileri sürülmüştür (Şevkânî, s. 331-333).
Esasen nesih önceden sabit olan hükmün kaldırılmasını ifade ettiği için “âm lafızdan maksadın ne olduğunun beyanı” anlamına gelen tahsisten farklılık taşır. Fakat neshin sınırlarının belirlenmesinde, nitelik ve etkileri bakımından aralarında ciddi benzerlikler bulunan tahsisten ayırt edilmesi özel bir öneme sahiptir. Bazı usulcüler bunları müşterek olarak nitelerken bazıları aralarında içlem-kaplam ilişkisi bulunduğunu belirtmiştir. Bu kavramların farklı içerikte kullanılması sebebiyle muhtelif âlimlere göre neshedilmiş âyetlerin sayısı da farklılık göstermiş, bazı âyetlerde nesih değil tahsisin söz konusu olduğunu ileri sürenler mensuhların sayısını azaltırken karşı görüş sahipleri tahsis şekillerini neshe dahil ederek bu sayıyı arttırmıştır (Fahreddin er-Râzî, I/3, s. 10-11; Süyûtî, III, 68; nitelikleri, delilleri, hüküm ve etkileri bakımından nesihle tahsis arasındaki farklar için bk. Koca, s. 122-124; ayrıca bk. TAHSİS). Çağdaş müelliflerin birçoğu ilke olarak neshi kabul etmekle birlikte nesih kavramının tahsis, takyid vb. durumları içerecek biçimde kullanılması, İslâm’ın Câhiliye dönemine ait bazı hükümleri iptal etmesinin nesih kapsamında düşünülmesi gibi sebeplerle klasik eserlerde mensuh âyet sayısının oldukça kabarık göründüğüne ve nesih örneklerinin sınırlandırılması gerektiğine dikkat çekerken bazıları da mutlak biçimde Kur’an ve Sünnet’te nesih bulunmadığını savunmaktadır.
Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm’ın (ö. 224/838) nesih konusuna dair eseri.
Tam adı en-Nâsiħ ve’l-mensûħ fi’l-Ķurǿâni’l-Ǿazîz ve mâ fîhi mine’l-ferâǿiż ve’s-sünen’dir. Bilinen tek tam nüshası Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde kayıtlı olup (III. Ahmed, nr. 143) Fuat Sezgin tarafından tıpkıbasımı yapılmıştır (Frankfurt 1985). Metnin yer yer okunamaması bir yana neşrin sonuna kullanımı kolaylaştıracak hiçbir bilgi de konmamıştır. John Burton’ın, neshe ilişkin değerlendirmelerini içeren geniş bir girişle yaptığı neşir de (Cambridge 1987) tahkik ve tahrîcdeki zafiyet sebebiyle kitabı yeterince kullanışlı hale getirememiştir (Rubin, LXX/1 [1993], s. 167). Buna karşılık Muhammed b. Sâlih el-Müdeyfir’in yayımı (Riyad 1411/1990) birçok bilgi ve teknik açıklama içermesi sebebiyle eserden yararlanmayı kolaylaştırmaktadır. Ancak her üç neşirde de İstanbul Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nde bulunan (nr. ŞE 7892) alt tarafı yırtık dört sayfalık nüshadan faydalanılmamıştır. Fuat Sezgin’in de haberdar olduğu anlaşılan bu nüsha (GAS, VIII, 7, 85) ilim dünyasına ilk defa Janine Sourdel Thomine ve Dominique Sourdel tarafından 1964 yılında tanıtılmıştır (bk. bibl.) III. Ahmed nüshasındaki 67b’nin altından başlayıp 75a’nın üstüne kadar devam eden yere karşı geldiği ve tam nüsha ile arasındaki farkların çok ciddi olmadığı görülen bu yazmadaki her rivayette “ahberanâ Ali kāle haddesenâ Ebû Ubeyd kāle” ibaresi yer almaktadır.
Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm kitabında Katâde b. Diâme, İbn Şihâb ez-Zührî ve Atâ b. Ebû Müslim el-Horasânî gibi şahısların görüşlerine dayanmakla birlikte âyetleri kendine has bir tertibe göre incelemiş, neshi meşhur tanımının aksine istisna, âmmın tahsisi, mutlakın takyidi, mücmelin tebyini, nastan murat edilmediği halde zihne takılan bir mefhumun iptali şeklinde anlamıştır. İsnadlara özen gösterilen kitapta yer yer nâsih-mensuh ile alâkası bulunmayan konulara temas edilmiş, ayrıca sünnette nesih meselesine yer verilmiştir. İhtilâflı hususlar umumi görüşlere başvurularak halledilmiş, tercihe şayan bulunan görüşler delilleriyle birlikte zikredilmiş, bu arada herhangi bir tercihin yapılmadığı da olmuştur. Âyetlerin incelenmesinde fıkhî tasnifin esas alındığı kitap fıkıh konuları çerçevesinde tertip edilmiş ve Hakkında nesih iddiası bulunan âyetler şu otuz başlık altında ele alınmıştır: Giriş, namaz, zekât, oruç, nikâh, talâk, hudûd, şahitlik, Ehl-i kitabın şahitliği, hac menâsiki, cihad, esirler, ganimetler, istîzan, miras, vasiyet, yetimler, zimmîler arasında hükmetme, yeme, içme, sarhoşluk, gece namazı, necvâ, takvâ, ölüm esnasında yapılan tövbe, öldürülürken yapılan tövbe, kulların düşünceleri yüzünden sorgulanması, dinde zorlama, müşrikler için istiğfarda bulunma, emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker.
Girişte nâsih-mensuh ilminin tefsirdeki yeri ve önemi üzerinde durulduktan sonra nesih âyeti (el-Bakara 2/106) Hakkındaki yorumlar kıraat farkları ile birlikte ortaya konularak neshin mahiyeti incelenmiş, âyette işaret edilen neshin evvelki şeriatlarla mı yoksa Kur’an âyetleriyle mi ilgili olduğu konusu ele alınmıştır (s. 11-14). Her konu başlığı altında hangi âyetin hangi âyeti neshettiği gösterilmiş, bu arada bazı konuların tekrar edildiği olmuştur. Meselâ ganimet ve esirler bahsi cihad başlığı altında işlendiği halde bunlar için ayrı başlıklar açılmıştır. Eserin nâşirlerinden Müdeyfir’in de belirttiği gibi bunun müstensihlerin ya da râvilerden birinin tasarrufu olması muhtemeldir. Burton esirler bölümünü cihadın, vasiyet bölümünü mirasın alt başlığı olarak vermiş, böylece eserin başlıklarını yirmi altıya düşürmüştür (Rubin, LXX/1 [1993], s. 167-168; krş. Wansbrough, s. 198).
Eserde Ebû Ubeyd’in konuları sıralamada başarılı olduğu ve ilk bakışta çeliştiği düşünülen bazı âyetleri ustalıkla uzlaştırdığı
cilt: 32; sayfa: 408 [en-NÂSİH ve’l-MENSÛH - Murat Sülün]
görülür. Daha önceki müellifler neshi sadece Kur’an’la ilişkilendirip nesih âyetlerini mushaf sırasına göre ele alırken Ebû Ubeyd neshi hadis malzemesine de uygulamış ve âyetleri fıkıh başlıklarına göre sıralayarak ilk asırlarda gelişen nesih çalışmalarının vardığı noktayı ortaya koymuştur.
BİBLİYOGRAFYA:
Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, en-Nâsiħ ve’l-mensûħ (nşr. Muhammed b. Sâlih el-Müdeyfir), Riyad 1411/1990, s. 11-14; Keşfü’ž-žunûn, II, 1921; Sezgin, GAS, VIII, 7, 85; J. Wansbrough, Qur’anic Studies, Oxford 1977, s. 198; J. Sourdel Thomine - D. Sourdel, “Nouveaux documents sur l’histoire religieuse et sociale de Damas au moyen âge”, REI, XXXII (1964), s. 16; A. Rippin, “Notes and Communications: Abū ‘Ubaid’s Kitāb al-Nāsiқћ wa’l-Mansūқћ”, BSOAS, LIII/2 (1990), s. 319-320; U. Rubin, “Abū Ubayd al-Qāsim b. Sallām’s K. al-Nāsiқћ wa’l-Mansūқћ”, Isl., LXX/1 (1993), s. 167-170.
1. Bir kimse akşam üzeri üç kere: "Bismillahillezî lâ yedurru me'asmihî şey'ün fil ardı ve lâ fissemâ ve hüves semî'ul alîm" derse, akşama kadar ona ani bir bela isabet etmez. Ravi: Hz. Osman (r.a.)
2. Bir kimse evinden çıktığında: "Bismillahi tevekkeltü alellahi lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah" derse, ona: "Sen tekeffül olundun ve korundun" denir ve şeytan ondan uzaklaşır. Ravi: Hz. Enes (r.a.)
3. Bir kimse on kere: "Eşhedü en lâ ilâhe illallâhu vahdehû lâ şerîke leh, ilâhen vâhiden ehaden sameden lem yettahiz sâhibeten ve lâ veleden velem yekün lehû küfüven ehad" derse, Allah onun için kırk milyon sevab yazar. Ravi: Hz. Temim Eddari (r.a.)
4. Bir kimse günde yüz kere, "Lâ ilahe illallâhül melikül hakkıl mübîn" derse bu, onun için fakirlikten eman ve kabir yanlızlığından kendisine yoldaş olur ve bununla zenginliği celb etmiş ve Cennetin de kapısını çalmış olur. Ravi: Hz. Ali (r.a.)
5. Bir kimse sabahleyin."Eûzu billahis semîül alîmi mineşşeytânirracîm" derse sabahtan akşama kadar şeytandan emin olur. Ravi: Hz. Enes (r.a.)
6. Bir kimse her gün sabah akşam yedi kere, "Hasbiyellahu Lâ ilahe illâ hû aleyhi tevekkeltü ve hüve Rabbül-arşil-azîm" derse Allah onun dünya ve ahiret işlerinden ehemmiyet verdiklerine kafi gelir. İster dilden söylesin ister kalbden. Ravi: Hz. Ebû Derda (r.a.)
7. Bir kimse, "La ilahe illallâhu vahdehû lâ şerîkeleh, lehül mülkü ve Lehül hamdü ve hüve alâ külli şeyin kadîr." Derse, bu sözü hiç bir sevab geçemez ve kendisinde de hiç bir günah kalmaz. Ravi: Hz. Ebû Ümâme (r.a.)
8. Bir kimse yatağına gireceği zaman üç kere, "Estağfirullah ellezî lâ ilâhe illâ hüvel hayyül kayyum ve etûbü ileyh" derse, Allah onun günahlarını, deniz köpüğü kadar da olsa ve ağaçların yaprakları adedince de olsa "Alic" in kumları miktarınca da olsa ve dünya günleri sayısınca da olsa mağfiret eder. Ravi: Hz. Ebû Said (r.a.)
9. Birkimse yatağına girerken temiz olarak, "Elhamdü lillahillezî alâ fekahera, velhamdu lillahillezî yuhyil mevta ve hüva ala külli şey'in kadir." Derse, günahlarından anasından doğduğu günkü gibi çıkar. Ravi: Hz. Ebû Ümâme (r.a.)
10. Bir kimse, "Cezallahu Muhammeden anna ma hüve ehlüh" derse, yetmiş katibi bin sabah yormuş olur.(Sevap yazmaktan) Ravi: Hz. Âişe (r.anha)
1. Bir kimse, "Allahümme einnî alâ şükrike ve zikrike ve hüsnü ibâdetik" derse duada lazım gelen gayreti yapmış olur. Ravi: Hz. Ebû Said (r.a.)
2. Bir kimse, "Lâilâhe illâ ente sübhâneke amiltü sûen ve zalemtü nefsî fetüb aleyye inneke entet' tevvabür rahim" diye tevbe ederse, cepheden kaçmış bile olsa günahları mağfiret olur. Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
3. Bir kimse Lâ yı uzatarak (hakkını vererek) "Lâ ilahe illallah" derse onun dörtbin büyük günahı yıkılır. Ravi: Hz. Enes (r.a.)
4. Bir kimse üç kere, "La ilahe illallahül halimül kerim, subhanellahi Rabbis semavatis seb'î ve Rabbil Arşil Azim" derse, Kadir gecesine erişmiş gibi olur. Ravi: Hz. Zuhri (r.a.)
5. Bir kimse muhlisen, "Lâ ilahe illallah" derse Cennete girer. Denildi ki: "Halka söyliyeyim mi?" Buyurdu ki, Ben tembelliğe düşmelerinden korkuyorum. Ravi: Hz. Enes (r.a.)
6. Bir kimse, "Lâ ilahe illallah" derse Allah indinde bu kelime sebebiyle ona "bir ahid" yazılır. Kim de , "Subhânallahi ve bi hamdihi" derse ona da yüzyirmi dört bin hasene yazılır. Ravi: Hz. İbni Ömer (r.anhüma)
7. Bir kimse her gün üç kere, "Selavatullahu ala Ademe" derse, günahları deniz köpüğünden daha çok olsa da Allah onun günahlarını mağfiret eder ve kendisi Cennette Adem (a.s)a arkadaş olur. Ravi: Hz Ali (r.a.)
8. Bir kimse sabah kalkınca, "Euzu bi kelimatillahi tammati elleti la yücavizühünne berrün vela facirün min şerri ma haleka ve berac ve şera'e derse akşama kadar ins ve cinin şerrinden muhafaza olunur. Sokulsa ona bir şey zarar vermez. Eğer bu sözü akşamleyin söylerse bu husus sabaha kadar devam eder. Ravi: Hz. Abdurrahman (r.a.)
9. Bir kimse yahudi, hıristiyan, mecusi ve yıldıza tapanların toplantılarında, "Eşhehüenla ilahe illallah ve enne ma dünellahi merkubun makhurun" derse, allah ona o taifenin sayısınca sevap verir. Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
10. Bir kimse güneş doğmdan yüz defa, "Sübhanellahi ve bihamdihi" derse, ve güneş batmadan evvel de gene yüz kere "Subhanellahi ve bi hamdihi" derse bu onun için yüz deve kurban etmesinden daha efdal olur. Ravi: Hz. Abdullah İbni amr (r.a.)
11. Bir kimse on bir kere, "Lâ ilahe illallahu vahdehû lâ şerike lehu ilahen vahiden sameden lem yelid velem yûled velem yeküllehu küfüven ehad" derse kendisine iki milyon sevab yazılır. Kim artırırsa Allah da ona artırır. Ravi: Hz. Ebû Evfa (r.a.)
12. Bir kimse sabahleyin üç kere "Eûzu billahissemiil alîmi mineşşeytânirracîm" der de "Haşr" süresinin sonundan üç ayet okursa Allah ona yetmiş bin melek vekil eder ki; onlar akşama kadar kendisine dua ederler. Eğer o gün ölürse şehid olarak ölür. Akşamleyin söylerse yine bu menzilede olur. Ravi: Hz. Ma'kil ibni Yesar (r.a.)
1. Bir kimse sabah ve akşam, "Allahümme ente Rabbî lâ ilahe illâ ente halaktenî ve ene abduke ve ene alâ ahdike ve vaadike mesteta'tü euzü bike min şerri mâ sana'tü ebuu leke bi niğmetike aleyye ve ebuu bizenbî fağfirlî fe innehu la yağfiruz zünûbe illâ ente" derse ve o günü veya gecesi ölürse Cennete girer. Ravi: Hz. Abdullah Ubni Büreyde (r.a.)
2. Bir kimse akşamladığında, "Sallallahu alâ Nûhin ve alâ Nuhin esselam" derse o gece onu akreb sokmaz. Ravi: Hz. Ebû Ümâme (r.a.)
3. Bir kimse ihlasla, "Lâ ilahe illallah" derse Cennete girer. Dediler ki, "Ya Rasulallah burada ihlas nedir?" Buyurdu ki, Allah'ın sizi haram kıldığı her şeyden sizi men etmesidir. Ravi: Hz. Enes (r.a.)
4. Bir kimse müezzinin okuduğu ezanı işittiğinde, "Doğru söyliyenlere merhaba, merhaba ve hoş geldin namaz" derse, Allah ona iki milyon hasene yazar, iki milyon günahı ondan siler ve onu iki milyon derece yükseltir. Ravi: Hz. Musa İbni Cafer (r.a.)
5. Bir kimse, "Lâ ilahe illallah kable külli şey'in, Lâ ilahe illallah ba'de külli şey'in, Lâ ilahe illallah yebga Rabbüna ve yefna külli şey'in derse kederden ve kaygıdan kurtulur. Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
6. Bir kimse, "Allahümmeğfirli ve lil mü'minine vel mü'minat" derse her mü'min adedince sevap alır. Ravi: Hz. Ümmü Seleme (r.a.)
7. Bir kimse akşamleyin, "Radiytü billahi Rabben, vebil İslami dînen ve bi Muhammedin Resulen" derse imanın hakikatine ermiş olur. Ravi: Hz. Ata İbni Yesar (r.a.)
8. Bir kimse, "Subhanallahi, ve bi hamdihî ve estağfirullahe ve etubu ileyh" derse söylediği gibi yazılır. Sonra bu söz Arşa asılır ve o kimse Allah'a kavuşuncaya kadar sahibinin işlediği hiç bi günah onu silmez ve o, söylediği gibi mühürlü olarak kalır. Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
9. Bir kimse, "Elhamdülillahillezî tevadaa kulli şey'in li azametihi, velhamdülillahillezî zelle kulli şey'in li izzetihi, velhamülillahillezi hadaa külli şey'in li mülkihi, velhamdulillehillezi istesleme külli şey'in li kudretihi" der de bununla Allah indindeki fazlı keremi taleb ederse, Allah ona bir milyon sevab yazar, bin derece terfi verir ve kıyamete kadar onun için istiğfar edecek yetmiş bin melek tevkil eder. Ravi: Hz. İbni Ömer (r.anhüma)
10. Bir kimse, "Lâ ilahe illallah" derse bu söz göğe çıkar ve Allah'a varıncaya kadar buna hiç bir hicab mani olmaz. Allah'a ulaşınca Allah sahibine nazar eder ve "Tevhid edene ancak Rahmet nazarı ile bakmak" Allah üzerine haktır. Ravi: Hz. Said İbni Zeyd (r.a.)
1. Bir kimse, "Subhanellahi ve bi hamdihi" derse, Allah bu sebeble onun için Cennette bin ağaç diktirir ki kökleri altından, dalları inciden, meyvaları da bakire kızların göğüsleri gibidir ve kaymaktan yumuşak , baldan tatlıdır. Her alındığında yerine yenisi gelir. Ravi: Hz. Enes (r.a.)
2. Bir kimse sabahleyin, "Maşaallahu ha havle velâ kuvvete illa billah, Eşhedü ennallahe alâ külli şey'in kadir" derse o günü hayrından nasibdar olur ve şerrinden kurtulur. Bunu akşemleyin söylerse o gecenin hayrından merzuk olur, şerrinden kurtulur. Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
3. Bir kimse secdede üç kere, "Rabbiğfirlî" derse başını secdeden kaldırmadan mağfiret olunur. Ravi: Hz. Ebû Said (r.a.)
4. Bir kimse her gün bir kere, "Subhanellahil kaimid daim, Subhanellahil hayyil kayyum, Subhanellahil Hayyillezi Lâ yemûtu, Subhanellahil azimi bi hamdihi, Subbûhun, kuddûsun Rabbül Melaiketi verruhi, Subhanel aliyyil a'la, subhanehu ve teala" derse Cennetten yerini görmeden veya onun için başkası görmeden vefat etmez. Ravi: Hz. Enes (r.a.)
5. Bir kimse ailseine, "İnşallah sen boşsun" dese veya kölesine "İnşallah sen azatsın" dese veya "İnşallah Beytullaha yayan gideceğim" dese bir şey lazım gelmez. Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
6. Bir kimse ilmi olmadan, Kur'an'dan kendiliğinden bir şey söylerse Cehennemde yerini hazırlasın. Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
7. Bir kimse Kur'anın manasını kendi rey'i ile verse, isabetli de olsa muhakkak hata etmiştir. Ravi: Hz. Cündeb (r.a.)
8. Bir kimse güneş yükseldiğinde güzelce abdest alıp iki rikat namaz kılsa bütün günahları mağfiret olur, veya anadan doğma gibi olur. Ravi: Hz. Ukbe (r.a.)
9. Bir kimse riya veya sum'a (İşittiriş) mevkiine girse, Allah (z.c.hz.) onun bu halini kıyamette duyurur ve işittirir. Ravi: Hz. Ebû Hind Ed'dari (r.a.)
10. Bir kimse Ramazan da inanarak ve sevabını umarak Kıyamül-leyl (teravih namazı) kılsa geçmiş günahı mağfiret olur. Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
11. Bir kimse inanarak ve mükafatını umarak Kadir gecesini ihya ederse geçmiş günahları affolur. Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.) r>
1. Bir kimse, "Subhanellahi ve bi hamdihi" derse, Allah bu sebeble onun için Cennette bin ağaç diktirir ki kökleri altından, dalları inciden, meyvaları da bakire kızların göğüsleri gibidir ve kaymaktan yumuşak , baldan tatlıdır. Her alındığında yerine yenisi gelir. Ravi: Hz. Enes (r.a.)
2. Bir kimse sabahleyin, "Maşaallahu ha havle velâ kuvvete illa billah, Eşhedü ennallahe alâ külli şey'in kadir" derse o günü hayrından nasibdar olur ve şerrinden kurtulur. Bunu akşemleyin söylerse o gecenin hayrından merzuk olur, şerrinden kurtulur. Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
3. Bir kimse secdede üç kere, "Rabbiğfirlî" derse başını secdeden kaldırmadan mağfiret olunur. Ravi: Hz. Ebû Said (r.a.)
4. Bir kimse her gün bir kere, "Subhanellahil kaimid daim, Subhanellahil hayyil kayyum, Subhanellahil Hayyillezi Lâ yemûtu, Subhanellahil azimi bi hamdihi, Subbûhun, kuddûsun Rabbül Melaiketi verruhi, Subhanel aliyyil a'la, subhanehu ve teala" derse Cennetten yerini görmeden veya onun için başkası görmeden vefat etmez. Ravi: Hz. Enes (r.a.)
5. Bir kimse ailseine, "İnşallah sen boşsun" dese veya kölesine "İnşallah sen azatsın" dese veya "İnşallah Beytullaha yayan gideceğim" dese bir şey lazım gelmez. Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
6. Bir kimse ilmi olmadan, Kur'an'dan kendiliğinden bir şey söylerse Cehennemde yerini hazırlasın. Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
7. Bir kimse Kur'anın manasını kendi rey'i ile verse, isabetli de olsa muhakkak hata etmiştir. Ravi: Hz. Cündeb (r.a.)
8. Bir kimse güneş yükseldiğinde güzelce abdest alıp iki rikat namaz kılsa bütün günahları mağfiret olur, veya anadan doğma gibi olur. Ravi: Hz. Ukbe (r.a.)
9. Bir kimse riya veya sum'a (İşittiriş) mevkiine girse, Allah (z.c.hz.) onun bu halini kıyamette duyurur ve işittirir. Ravi: Hz. Ebû Hind Ed'dari (r.a.)
10. Bir kimse Ramazan da inanarak ve sevabını umarak Kıyamül-leyl (teravih namazı) kılsa geçmiş günahı mağfiret olur. Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
11. Bir kimse inanarak ve mükafatını umarak Kadir gecesini ihya ederse geçmiş günahları affolur. Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.) r>
Batı’da John Burton’un konuyla ilgili kitabı, ayrıca neşirleri ve makaleleri vardır: The Sources of Islamic Law: Islamic Theories of Abrogation (Edinburgh 1990), “The Exegesis of Q, 2:106 and the Islamic Theories of Naskh: Mā nansakh min āya aw nansahā na’ti bi khairin minhā aw mithlihā” (BSOAS, XLVIII/3 [London 1985], s. 452-469), “The Interpretation of Q, 87, 6-7 and the Theories of Nash” (Der Islam, LXII [Berlin 1985], s. 5-19).
Nesih konusunda üniversitelerde pek çok çalışma yapılmıştır. Amin M. Salam al-Manasyeh al-Btoush, The Question of Abrogation (Naskh) in the Qur’an adıyla hazırlayıp (1990, New York University) yayımladığı doktora çalışmasında (Amman 1994) İbn Şihâb ez-Zührî’nin eserini incelemiş, Şakir Erkan da Kur’an’da Nesih adıyla bir doktora çalışması yapmıştır (1997, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü). Bu konudaki yüksek lisans tezlerinden bazıları şunlardır: Râşid b. Îsâ b. Huneyn, en-Nesħ fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye (1392, Câmiatü’l-İmâm Muhammed b. Suûd el-İslâmiyye el-ma‘hedü’l-âlî li’l-kadâ, Riyad); Ahmed Abdullah el-İmârî ez-Zehrânî, İǾlâmü’l-Ǿâlim baǾde rusûħih bi-ĥaķāǿiķi nâsiħi’l-ĥadîŝ ve mensûħih (1398/1978, Câmiatü Ümmi’l-kurâ külliyyetü’ş-şerîa ve’d-dirâsâti’l-İslâmiyye, Mekke); Ahmed Muhammed Sıddîk, en-Nesħ fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye (1399/1979, Câmiatü’l-Melik Abdülazîz külliyyetü’ş-şerîa ve’d-dirâsâti’l-İslâmiyye, Mekke); Fâtıma Sıddîk Ömer Nücûm, Nesħu’l-kitâb ve’s-Sünne bi’l-Kitâb ve’s-Sünne (1400/1980, Câmiatü Ümmi’l-kurâ külliyyetü’ş-şerîa ve’d-dirâsâti’l-İslâmiyye, Mekke); Abdülkerîm b. Muhammed el-Osman, en-Nâsiħ ve’l-mensûħ li’bni Berekât el-ǾÎdî (1405, Câmiatü’l-İmâm Muhammed b. Suûd el-İslâmiyye külliyyetü usûli’d-dîn [Riyad]); Medet Coşkun, Sünnet’in Kur’ânı Neshi Meselesi (1995, AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü); Mustafa Kaygısız, Kur’ân-ı Kerim’de Nesh (1989, SÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü); Veysel Dudu, İslâm Hukuku Metodoloji Açısından Nesh Meselesi (2000, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü); Yakup Aydoğdu, Kur’ân’da Nesh Çalışması (2002, SÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü); Halil Özcan, On Temel Tefsirde Nâsih ve Mensuh Olayı (1995, Harran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü); Yunuscan Olimov, Taberi’nin (310/922) Camiu’l-Beyan’ında Nesh (2003, AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü).
Konuyu çeşitli yönleriyle ele alan makalelerden bazıları şöylece sıralanabilir: Abdülaziz Çâvîş, “Nesih Meselesi” (SR, XV/375 [İstanbul 1334], s. 198-200; XXIII/595 [1340], s. 354-355; XXIII/596 [1340], s. 369-371; XXIII/597 [1340], s. 385-386; VIII/180 [1954], s. 66-67; VIII/181 [1954], s. 82-83); M. Raif Oğan, “Kur’an-ı Kerimi Kimse Neshedemez” (SR, III/69 [1950], s. 290-292); Yusuf Ziya Çağlı, “Şerayiin İhtilafı, Neshin Mahiyeti” (SR, XIV/329 [1961], s. 58-59); K. I. Semaan, “al-Nasikh wa-al-Mansukh: Abrogation and its Application in Islam” (IQ, VI/1-4, London 1961, s. 11-29); Talat Koçyiğit, “Kitap ve Sünnette Nesh Meselesi” (AÜİFD, XI [1963], s. 93-108); Ahmad Hasan, “The Theory of Naskh” (IS, IV/2 [1965], s. 181-200, trc. Mehmet Paçacı, “Nesh Teorisi”, İslâmî Araştırmalar, sy. 3 [1987], s. 105-109; sy. 4 [1987], s. 102-107); Andrew Rippin, “Al-Zuhri, Naskh al-Qur’an and the Problem of Early Tafsir Texts” (BSOAS, XLVII [1984], s. 22-43); Abdullah Aydemir, “Mensuh Ayetler” (Diyanet Dergisi, XXIV/4 [Ankara 1988], s. 51-94); Abdullah b. Hamd eş-Şebâne, “en-Nesħ fi’l-Ķurǿânı Kerîm” (Mecelletü’l-buĥûŝi’l-İslâmiyye, sy. 29 [Riyad 1990], s. 207-278); Ali Bakkal, “Kur’an’da Mensuh Ayetlerin Sayısı” (Harran Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, II [Şanlıurfa 1996], s. 33-74), “İmam Şâfiî’de Nesh Anlayışı” (a.g.e., III [1997], s. 109-132); M. Sait Şimşek, “Kur’an’da Nesh Meselesi” (Selçuk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sy. 2 [Konya 1986], s. 235-248); Remzi Kaya, “Nesh Terimi ve Muhtevası” (İslâmî Araştırmalar, V [Ankara 1987], s. 93-99), “Kur’an-ı Kerim’de Mensuh Ayetler” (Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, VI [Bursa 1994], s. 205-220), “Kur’an-ı Kerim’de Neshi İddia Edilen Ayetler” (a.e., VII [1998],
s. 353-371); Abdullah Yıldız, “Serahsî’nin (483/1090) Hadis Anlayışı II: Nesh ve İhtilâfu’l-Hadisle Alakalı Meseleler” (Harran Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, V [1999], s. 255-298); Muhsin Demirci, “Nesih Bağlamında Recim Âyeti Sorunu” (MÜİFD, XVIII [2000], s. 101-119); Talip Özdeş, “Vahiy-Olgu İlişkisi Açısından Nesh’e Getirilen Yorumlara Eleştirel Bir Yaklaşım” (İslâmî Araştırmalar, XIV/1 [Ankara 2001], s. 39-48); A. Galip Gezgin, “Kur’ân’da Nesh Problemine Eleştirel Bir Yaklaşım” (a.e., XIV/1 [2001], s. 49-68); İdris Şengül, “Ulumu’l-Kur’an Konusu Olarak Nasih ve Mensuh” (Diyanet İlmî Dergi, XXXVIII/3-7 [Ankara 2002], s. 91-112); Hamid Naseem Rafiabadi, “Abrogation (Naskh) in the Qur’an: An Overview of the Views of Islamic Scholars” (Insight Islamicus, III [Srinafar-Kashmir 2003], s. 75-90); Israr Ahmad Khan, “A Critique of the Theory of al-Naskh in the Qurǿān” (International Islamic University Malaysia Law Journal, XI/1 [Kuala Lumpur 2003], s. 115-136).
BİBLİYOGRAFYA:
İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist (Teceddüd), s. 40; Nehhâs, en-Nâsiħ ve’l-mensûħ (nşr. Süleyman b. İbrâhim b. Abdullah el-Lâhim), Beyrut 1412/1991, neşredenin değerlendirmesi, I, 277-347; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, en-Nâsiħ ve’l-mensûħ fi’l-Ķurǿâni’l-Kerîm (nşr. Abdülkebîr el-Alevî el-Medgarî), Kahire 1413/1992, neşredenin girişi, I, 208-219; Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, Nâsiħu’l-Ķurǿân ve mensûħuh (nşr. Hüseyin Selîm Esed ed-Dârânî), Dımaşk-Beyrut 1411/1990, s. 125-129; Zerkeşî, el-Burhân fî Ǿulûmi’l-Ķurǿân (nşr. Yûsuf Abdurrahman el-Mar‘aşlî v.dğr.), Beyrut 1415/1994, neşredenlerin notları, II, 151-158; Abdullah Çekrâlevî, Burhânü’l-furķān Ǿalâ śalâti’l-Ķurǿân, Lahor, ts., s. 112-113; Ali Osman Koçkuzu, Hadiste Nâsih-Mensûh Meselesi, İstanbul 1985, s. 51-71; Mustafa Zeyd, en-Nesħ fi’l-Ķurǿâni’l-Kerîm, Mansûre 1408/1987, I, 289-395.
Abdülhamit Birışık
Hadiste. er-Risâle ve İħtilâfü’l-ĥadîŝ adlı eserlerinde hadiste nâsih-mensuh konusunu sistemleştirip ele alan İmam Şâfiî’den sonra aynı konuya dair birçok eser yazılmış olup günümüze ulaşanlar şunlardır: 1. Esrem, Nâsiħu’l-ĥadîŝ ve mensûħuh. Yedi cüzden oluşan eserin bazı cüzleri günümüze ulaşmıştır (DİA, XI, 436). 2. İbn Şâhin, Nâsiħu’l-ĥadîŝ ve mensûħuh (en-Nâsiħ ve’l-mensûħ mine’l-ĥadîŝ, nşr. Semîr b. Emîn ez-Züheyrî, Amman 1408/1988; nşr. Ali Muhammed Muavvaz - Âdil Ahmed Abdülmevcûd, Beyrut 1412/1992; İbn Abdülhak el-Vâsıtî bu eseri ihtisar etmiştir [Keşfü’ž-žunûn, II, 1920]). 3. Hibetullah b. Selâme, en-Nâsiħ ve’l-mensûħ mine’l-ĥadîŝ. Büyük ölçüde İbn Şâhin’in eserine dayanarak hazırlanan kitabın yazma nüshaları bulunmaktadır (Ziriklî, VIII, 72). 4. Hâzimî, el-İǾtibâr fi (beyâni)’n-nâsiħ ve’l-mensûħ mine’l-âŝâr. Bablara göre tanzim edilen ve baş kısmında nesihle ilgili usul bilgileri yer alan eser hadiste nâsih-mensuh konusunun en sistemli çalışması kabul edilmektedir (Haydarâbâd 1319; Kahire 1346, 1349; nşr. Seyyid Hâşim en-Nedvî v.dğr., Haydarâbâd 1359/1940; nşr. Râtib Hâkimî, Humus 1386/1966; nşr. Abdülmu‘tî Emîn Kal‘acî, Halep 1403/1982). 5. Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, Aħbârü ehli’r-rüsûħ fi’l-fıķh ve’t-taĥdîŝ bi-miķdâri (nâsiħi ve’)l-mensûħ mine’l-ĥadîŝ (en-Nâsiħ ve’l-mensûħ mine’l-ĥadîŝ, er-Rüsûħ fî Ǿilmi’n-nâsiħ ve’l-mensûħ). M. Züheyr eş-Şâvîş ve Muhammed Ken‘ân (Beyrut-Dımaşk 1984), Muhammed İbrâhim Hifnî (Mansûre 1405/1984), Ebû Abdurrahman Mahmûd el-Cezâirî (Mekke 1988) ve Ali Rızâ Abdullah Ali Rızâ (Beyrut 1412/1992) tarafından neşredilmiştir.
Hüseyin b. Abdurrahman el-Ehdel eseri Ǿİddetü’l-mensûħ mine’l-ĥadîŝ adıyla ihtisar etmiş (Süleymaniye Ktp., Bağdatlı Vehbi Efendi, nr. 303), İsmail Akyüz de bazı ilâvelerle Türkçe’ye çevirerek Hadiste Nesh ismiyle yayımlamıştır (İstanbul 1997). Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî’nin bu konuda İǾlâmü ehli’l-Ǿilm bi-taĥķīķi nâsiħi’l-ĥadîŝ ve mensûħih adlı bir eseri daha vardır. Ahmed Abdullah ez-Zehrânî İǾlâmü’l-Ǿâlim baǾde rüsûħih bi-ĥaķāǿiķi nâsiħi’l-ĥadîŝ ve mensûħih adıyla eseri tahkik etmiştir (yüksek lisans tezi, 1397-1398, Câmiatü Melik Abdülazîz külliyyetü’ş-şerîa ve’d-dirâsâti’l-İslâmiyye). Kettânî, İbnü’l-Cevzî’nin bu konuda Tecrîdü’l-eĥâdîŝi’l-mensûħa isimli bir eserinden de söz etmektedir (er-Risâletü’l-müsteŧrafe, s. 80). 6. Ebû Hâmid Ahmed b. Muhammed er-Râzî, en-Nâsiħ ve’l-mensûħ fi’l-eĥâdîŝ. Muhtasar bir çalışma olup (Beyazıt Devlet Ktp., Bayezid, nr. 1085/2, vr. 164b-199a) Adnan Kudsi eser üzerinde yüksek lisans tezi hazırlamıştır (1988, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü). 7. Ca‘berî, Rüsûħu’l-aħbâr fî mensûħi’l-aħbâr. Büyük ölçüde Hâzimî’nin eserine dayanan bu kitap üzerinde Hasan Muhammed Makbûlî el-Ehdel doktora çalışması yapmış ve ardından eseri yayımlamıştır (San’a-Beyrut 1409/1988). 8. Sıddîk Hasan Han el-Kannevcî, İfâdetü’ş-şüyûħ bi-miķdâri’n-nâsiħi ve’l-mensûħ. Farsça olarak kaleme alınmıştır (Lahor 1900).
Hadiste nesih konusuyla ilgili olarak eser yazdığı kaydedilen, ancak çalışmalarının günümüze kadar gelip gelmediği bilinmeyen diğer müellifler de şunlardır: Ahmed b. Hanbel (İbnü’n-Nedîm, s. 285), Ebû Dâvûd es-Sicistânî (Şemseddin es-Sehâvî, III, 67; Kettânî, s. 80), Muhammed b. Osman el-Ca‘d eş-Şeybânî (Keşfü’ž-žunûn, II, 1920; Ziriklî, VI, 260), Kāsım b. Asbağ el-Kurtubî (Keşfü’ž-žunûn, II, 1920; Ziriklî, V, 173) ve Ebü’ş-Şeyh (Kettânî, s. 80).
Nesih konusu günümüzde neshi red veya ispat etmek üzere yapılan çalışmalarda da ele alınmaktadır. Abdülmüteâl Muhammed el-Cebrî, en-Nâsiħ ve’l-mensûħ beyne’l-iŝbâti ve’n-nefy adlı eserinde (Kahire 1961, 1987) Kur’an ve Sünnet’te nesih bulunmadığını savunmuş, Lâ Nesħa fi’s-sünne isimli kitabında ise (I-II, Kahire 1415/1995) üzerinde nesih cereyan ettiği bilinen hadisleri ele alarak sünnette neshin söz konusu olmadığını ispat etmeye çalışmıştır. Buna karşılık Muhammed Mahmûd Ferağlî, en-Nesħ beyne’n-nefyi ve’l-iŝbât’ında (Kahire 1396/1977) neshi kabul etmeyenlerin delillerini reddetmiş, Abdullah Mustafa el-Ureys de el-Edilletü’l-muŧmaǿinne Ǿalâ ŝübûti’n-nesħi fi’l-Kitâbi ve’s-Sünne’sinde (Beyrut 1400) hadiste neshin varlığını ispat etmeye çalışmıştır. Fâtıma Sıddîk Ömer Nücûm, Nesħu’l-Kitâb ve’s-Sünne bi’l-Kitâb ve’s-Sünne adıyla yüksek lisans tezi hazırlamış (1400, Ümmülkurâ Üniversitesi Şeriat Fakültesi [Mekke]), Abdullah b. Muhammed el-Hakemî en-Nesħ fi’s-sünneti’l-muŧahhara ve eşheru mâ śunnife fîh isimli yüksek lisans tezinde (1404, Câmiatü’l-imâm Muhammed b. Suûd külliyyetü usûlü’d-dîn [Riyad]) sünnette nesih konusunu ele alan eserleri tanıtmıştır. Ali Osman Koçkuzu da, Hadiste Nâsih Mensûh Meselesi adıyla bir doktora çalışması yapmıştır (1985).
BİBLİYOGRAFYA:
İbnü’n-Nedîm, Fihrist (Teceddüd), s. 285; Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, Aħbâru ehli’r-rüsûħ (nşr. Ali Rızâ Abdullah Ali Rızâ), Dımaşk-Beyrut 1412/1992, neşredenin girişi, s. 5-39; Şemseddin es-Sehâvî, Fetĥu’l-muġīŝ, Beyrut 1403/1983, III, 67; Keşfü’ž-žunûn, II, 1920; Ziriklî, el-AǾlâm, V, 173; VI, 260; VIII, 72; Kettânî, er-Risâletü’l-müsteŧrafe, s. 80; Mübârekfûrî, Muķaddimetü Tuĥfeti’l-aĥveźî (nşr. Abdurrahman M. Osman), Kahire 1386/1967, I, 292-294; Sezgin, GAS, I, 509-510; Ali Osman Koçkuzu, “Esrem”, DİA, XI, 436.
Genelde, hüküm kaynağı olması yönüyle Kitap ve Sünnet’in ifadeleri anlamında, fıkıh usulünde lafzın açıklık düzeyini belirtmek üzere kullanılan bir terim.
Sözlükte “sözü sahibine kadar götürmek, bir şeyi açığa çıkarıp daha görünür hale getirmek için yukarı kaldırmak, bir şeyin son sınırına ulaşmak” gibi anlamlara gelen nas kelimesi İslâm ilimlerinde yaygın olarak iki anlamda terimleşmiştir. Bunlardan ilk akla geleni genel kullanımıdır ki Allah’ın ve Hz. Peygamber’in sözünü ifade eder. İkincisi fıkıh usulünde açıklık bakımından yapılan lafız ayırımında kullanılan anlamıdır.
1. Allah’ın ve Peygamber’in Sözü Anlamında Nas. İslâm ilimlerinde nas (çoğulu nusûs) denilince genellikle Kur’an ve Sünnet’in lafızları kastedilir. Kaynaklar sıralamasıyla ilgili anlatımlarda Kitap ve Sünnet yerine kısaca “nusûs” dendiği de olur. Nassın bu anlamdaki kullanımında âm-has, mutlak-mukayyet olması veya delâletinin zannîliği-kat‘îliği gibi hususlar söz konusu edilmeksizin dildeki bütün özellikleriyle lafız kastedilir. Günümüze ulaşan erken dönem fıkıh literatürü içinde Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî’nin eserlerinde de rastlanan bu kelimenin Şâfiî’nin eserlerinde sık sık geçtiği, hatta daha sonra belirgin hale gelecek teknik mânadaki nassı çağrıştıran kullanımlarının bulunduğu görülür (er-Risâle, s. 91, 106).
Bu anlamıyla nas vahyin metinsel verisi olduğundan teşrîin ve dinî bilginin temelini oluşturur; karşıtı genel olarak “ictihad”dır. İctihad, istidlâl ve kıyas gibi kavramlarla karşıt olarak zikredildiğinde nas Allah ve Peygamber’in sözünü, bu kavramlar da nasların akıl yoluyla açılımını anlatır. Mecelle’de, “Mevrid-i nasta ictihada mesağ yoktur” (md. 14) şeklinde ifadesini bulan genel anlayış da aklın nas karşısındaki pozisyonunu ve ictihadın alanını belirler. Nassın bulunduğu konularda ictihadın câiz olmayışı, nasların büsbütün ictihada kapalı olduğu değil nassın düzenlediği hususun nassa aykırı olacak bir şekilde alternatif bir düzenlemeye tâbi tutulmasının mümkün olmadığı anlamına gelir. Nitekim hemen bütün ictihadlar nas üzerinden yürütülür ve naslarla bağlantılıdır. Sünnî siyaset teorisinde imamın / halifenin seçimi nasla olmayıp ümmetin ictihadına bırakılmış bir mesele iken İsnâaşerî ve İsmâilî Şiî anlayışlarında imam nasla tayin edilir. Bu bağlamda nas terimi, Hz. Peygamber’in imam olacak kişiyi açıkça belirtmesini ve ondan sonraki imamların da kendilerinden sonrakini tayin etmesini ifade etmektedir.
2. Lafız Ayırımındaki Anlamıyla Nas. Hanefî usulcülerinin açıklık bakımından yaptıkları “zâhir, nas, müfesser ve muhkem” şeklindeki ayırım içinde nas terimi, mânasına açık bir şekilde delâlet eden ve kendisinden çıkarılan hüküm sözün asıl sevk sebebini teşkil eden, bununla birlikte te’vil, tahsis ve -vahiy süresi içinde- neshe kapalı bulunmayan lafzı ifade eder. Bu tasnifte nas açıklık yönünden müfesser ve muhkemden sonra, zâhirden önce gelir. İlk dönem Hanefî usulcülerinin tariflerindeki ortak noktayı şöyle ifade etmek mümkündür: Nas, sözün bağlamından anlaşılan bir karîne yardımıyla zâhire nisbetle daha fazla açıklık taşır ve bu durum lafzın sîgasından değil bizzat konuşandan kaynaklanır. Bunu açıklamak üzere Hanefî usul kitaplarında yaygın olarak verilen bir örnek Bakara sûresinin 275. âyetinde geçen, “Allah alım satımı helâl, ribâyı haram kıldı” ifadesidir. Bu sözden alım satımın helâlliği ve faizin haramlığı açık biçimde anlaşılmaktadır, yani usul terimiyle zâhirdir. Fakat söz bu anlamı bildirmek üzere sevkedilmiş
değildir, çünkü bu hükümler daha önceki âyetlerle bildirilmiştir. Sözün asıl sevk amacı, inkârcıların alım satımın da ribâ gibi sayıldığı iddiasını reddetmek ve bunların farklı şeyler olduğunu vurgulamaktır. Şu halde ifade alım satımla ribânın aynı şeyler olmadığı hususunda nastır. V. (XI.) yüzyılın sonlarına kadar zâhirin tanımında sözün sevk sebebi olmama şartı aranmazken bazı müteahhirîn Hanefî usulcüleri nas ve zâhiri ayırt etmek için bu şartı koşmaya başlamıştır (diğer bazı meselelerle birlikte bu konudaki tartışmalar için bk. M. Edîb Sâlih, I, 147-164).
Nassın hükmü te’vil, tahsis veya neshi Hakkında delil bulunmadıkça gereğince amel etmektir. Bu yönüyle zâhir gibi olmakla birlikte açıklık düzeyi bakımından ondan daha üstün olduğu için teâruz halinde nassın anlamına öncelik verilir. Meselâ çocuğun emzirilme süresiyle ilgili âyetlerden birinde, “Anneler çocuklarını tam iki yıl emzirir” (el-Bakara 2/233), diğerinde, “Çocuğun karında taşınması ve sütten kesilmesi otuz aydır” (el-Ahkāf 46/15) denmiştir. Birinci âyet, doğrudan ve özellikle emzirme süresini beyan için geldiğinden o konuda nastır. İkinci âyet ise emzirme süresi konusunda nas değil zâhirdir. Çünkü âyetin asıl sevkediliş amacı annenin çocuk üzerindeki Hakkını bildirmektir.
Mütekellimîn metoduna göre yazılmış usul eserlerinde ise açık lafızlar genellikle zâhir ve nas şeklinde ikiye ayrılır; te’vile açık olmayanlar nas (veya mübeyyen), açık olanlar zâhir diye isimlendirilir (Gazzâlî, I, 345, 384). Buna göre cumhurun terminolojisinde zâhir Hanefîler’deki zâhir ve nassa, nas da Hanefîler’deki müfessere tekabül etmektedir. Özellikle Fahreddin er-Râzî’den itibaren bir kısım usulcü tarafından muhkemin nas ve zâhiri kapsayan bir terim olarak kullanıldığı dikkate alındığında cumhurun müteahhirînine göre muhkemin Hanefîler’deki zâhir, nas ve müfesseri içine alan geniş kapsamlı bir terim olduğu söylenebilir.
Öte yandan Gazzâlî nas kavramının âlimler arasındaki üç farklı kullanımını şöyle açıklar: 1. Zâhir lafız anlamında. Zâhirin nas olarak adlandırılması Şâfiî’nin kullanımı olup kelimenin sözlük anlamına uygundur. Buna göre nassın tanımı zâhirin tanımı gibi olup “kendisinden, kesin olmaksızın zannı galiple bir mâna anlaşılan lafız” demektir. 2. Uzaktan yakından başka ihtimale açık olmayan lafız anlamında. En yaygın ve en tutarlı olanı budur. Meselâ “beş” lafzı böyledir; ne dörde ne altıya ne de başka bir sayıya ihtimali vardır. 3. Herhangi bir delilin desteklediği makbul bir ihtimalin söz konusu olmadığı lafız anlamında. Delilin desteklemediği ihtimal ise lafzı nas olmaktan çıkarmaz (a.g.e., I, 384-386; Karâfî’nin benzer gruplandırması için bk. Şerĥu Tenķīĥi’l-fuśûl, s. 36).
Mütekellimîn metodunu benimseyen birçok usulcü tarafından nassa örnek olarak has lafızların (sayı isimleri, özel isimler, tür ve cins isimleri) seçilmesi nas için özel sîga arama gayretinden kaynaklanır. Şâriin kastının bilinmesiyle ilgili olarak nas lafızda ilâve bir karîneye ihtiyaç olmaksızın dili bilmenin maksadı bilmeye yeterli olacağını, nas değil ihtimalli bir lafız söz konusuysa bazı hâricî karînelere ihtiyaç duyulacağını öne sürmelerinin sebebi de budur. Hanefîler ise nassı has lafıza indirgemenin yanlışlığına dikkat çekerek nassın özel bir sîgası olmadığını, lafzın nas olmasının sözü söyleyenin kastına bağlı olduğunu, bu yüzden has lafızlar gibi âm lafızların da nas haline gelebileceğini kabul etmişlerdir.
BİBLİYOGRAFYA:
et-TaǾrîfât, “nśś” md.; Tehânevî, Keşşâf, II, 1405-1409; Şâfiî, er-Risâle (nşr. Ahmed M. Şâkir), Kahire 1399/1979, s. 19, 83, 91, 106, 404, 478, 483, 501, 560, 576; İbn Düreyd, Cemheretü’l-luġa (nşr. Remzî Münîr el-Ba‘lebekkî), Beyrut 1987, I, 145; Bâkıllânî, et-Taķrîb ve’l-irşâd (nşr. Abdülhamîd b. Ali Ebû Züneyd), Beyrut 1413/1993, I, 340-341; İbn Fûrek, el-Ĥudûd fi’l-uśûl (nşr. Muhammed es-Süleymânî), Beyrut 1999, s. 140; Debûsî, Taķvîmü’l-edille (nşr. Halîl Muhyiddin el-Meys), Beyrut 1421/2001, s. 116-117; Ebü’l-Hüseyin el-Basrî, el-MuǾtemed (nşr. Halîl Muhyiddin el-Meys), Beyrut 1983, I, 295; Şerîf el-Murtazâ, eź-ŹerîǾa ilâ uśûli’ş-şerîǾa, Tahran 1376, I, 328; Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ, el-ǾUdde fî uśûli’l-fıķh (nşr. Ahmed b. Ali Seyr el-Mübârekî), Riyad 1414/1993, I, 138; İbn Hazm, el-İĥkâm, Beyrut 1985, I, 42; Ebû Ca‘fer et-Tûsî, el-ǾUdde fî uśûli’l-fıķh (nşr. M. Rızâ el-Ensârî el-Kummî), Kum 1417, I, 407; Hatîb el-Bağdâdî, el-Faķīh ve’l-mütefaķķih (nşr. İsmâil el-Ensârî), Beyrut 1400/1980; Bâcî, İĥkâmü’l-fuśûl fî aĥkâmi’l-uśûl (nşr. Abdullah M. el-Cübûrî), Beyrut 1989, s. 71-72; Ebû İshak eş-Şîrâzî, Şerĥu’l-LümaǾ (nşr. Abdülmecîd Türkî),
Beyrut 1408/1988, I, 449; İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî, el-Burhân fî uśûli’l-fıķh (nşr. Abdülazîm Mahmûd ed-Dîb), Mansûre 1997, I, 336; Pezdevî, Kenzü’l-vüśûl (Abdülazîz el-Buhârî, Keşfü’l-esrâr içinde, nşr. Muhammed el-Mu‘tasım-Billâh el-Bağdâdî), Beyrut 1417/1997, I, 123-130; Şemsüleimme es-Serahsî, el-Uśûl (nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgānî), Haydarâbâd 1372, I, 164-165; Gazzâlî, el-Müstaśfâ, Bulak 1324, I, 345, 384-386; Üsmendî, Beźlü’n-nažar fi’l-uśûl (nşr. M. Zekî Abdülber), Kahire 1412/1992, s. 269-272; İbn Rüşd el-Hafîd, eż-Żarûrî fî uśûli’l-fıķh (nşr. Cemâleddin el-Alevî), Beyrut 1994, s. 101-107; Nizâmeddin eş-Şâşî, el-Uśûl (nşr. M. Ekrem en-Nedvî), Beyrut 2000, s. 60-64; Şehâbeddin el-Karâfî, Nefâǿisü’l-uśûl fî şerĥi’l-Maĥśûl (nşr. Âdil Ahmed Abdülmevcûd - Ali M. Muavvaz), Mekke 1418/1997, II, 558, 629-630, 632-641; a.mlf., Şerĥu Tenķīĥi’l-fuśûl (nşr. Tâhâ Abdürraûf Sa‘d), Kahire 1993, s. 36; Muhammed b. Mahmûd el-İsfahânî, el-Kâşif Ǿani’l-maĥśûl fî Ǿilmi’l-uśûl (nşr. Âdil Ahmed Abdülmevcûd - Ali M. Muavvaz), Beyrut 1419/1998, V, 32-47; Habbâzî, el-Muġnî (nşr. M. Mazhar Bekā), Mekke 1403/1983, s. 125-129; Ebü’l-Berekât en-Nesefî, Keşfü’l-esrâr, İstanbul 1986, I, 141-154; Siğnâkī, Kitâbü’l-Vâfî fî uśûli’l-fıķh (nşr. Ahmed M. Hamûd el-Yemânî), Kahire 1423/2003, I, 279-297; Abdülazîz el-Buhârî, Keşfü’l-esrâr (nşr. Muhammed el-Mu‘tasım-Billâh el-Bağdâdî), Beyrut 1417/1997, I, 123-130; Sadrüşşerîa, et-Tavżîĥ fî ĥalli ġavâmizi’t-tenķīĥ (nşr. M. Adnân Dervîş), Beyrut 1998, I, 274-279; İtkānî, et-Tebyîn (nşr. Sâbir Nasr Mustafa Osman), Küveyt 1420/1999, I, 185-190; İbn Melek, Şerĥu’l-Menâr, İstanbul 1316, s. 98-99; İzmîrî, Ĥâşiye Ǿale’l-Mirǿât, İstanbul 1309, s. 397-402; Mecelle, md. 14; Ali Haydar, Dürerü’l-hükkâm, İstanbul 1330, s. 65-66; M. Edîb Sâlih, Tefsîrü’n-nuśûś fi’l-fıķhi’l-İslâmî, Beyrut 1404/1984, I, 142-226; Fadime Sarıbaş, Klasik Hanefî Fıkıh Usulünde Lafız-Anlam İlişkisi Bakımından Zahir ve Nass (yüksek lisans tezi, 2004), EÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; A. J. Wensinck - [J. Burton], “Naśś”, EI² (İng.), VII, 1029.
MAHMUD ESAD COŞAN. 14 NİSAN 1938. 13 SAFER 1357. BAŞMAKALELER 1 İSLÂM DERGİSİ BAŞMAKALELERİ. M.ESAD COŞAN... ... Tahrip çok kolay, daha kolaydır. Risale- Nur külliyatı'ndaki Âyet ve Hadis Meâlleri ve Me'hazleri.sy.303.
Allah ve O’nun sıfatları, fiilleri, isimleri ve tecellileri hakkında mânevî tecrübeyle doğrudan elde edilen bilgi anlamında bir tasavvuf terimi.
Sözlükte masdar olarak “bilmek, tanımak, ikrar etmek”, isim olarak “bilgi” anlamına gelen ma‘rifet (irfân) kelimesi ilimle eş anlamlı gibi kullanılmakla birlikte aralarında bazı farklar vardır. İlim tümel ve genel nitelikteki bilgileri, mârifet tikel, özel ve ayrıntılı bilgileri ifade eder. İlmin karşıtı cehil, mârifetin karşıtı inkârdır. Bu sebeple ilim kelimesi her zaman mârifetin yerini tutamaz.
İlk dönemlerden itibaren sûfîler, sûfî olmayan âlimlerin ulaştıkları bilgilerden farklı ve kendilerine has bir bilgiye sahip olduklarına inanmışlar, bu bilgiyi mârifet, irfan, yakīn gibi yine kendilerine has terimlerle ifade edip bunun için bazan ilim kelimesini de kullanmışlardır. Ancak ilim terimini mârifet anlamında kullandıklarında bunu tasavvufî terminolojiye ait bazı sıfatlarla niteleyerek “ledün ilmi, bâtın ilmi, esrar ilmi, hal ilmi, makam ilmi, fenâ-bekā ilmi, mükâşefe ve müşâhede ilmi” gibi tabirler oluşturmuşlar, bu tabirlerle mârifet dedikleri ilâhî esrar ve hakikatlere, nefsin niteliklerine, varlıkların durumuna ve gayb niteliğindeki bazı hususlara ilişkin bilgiyi kastetmişlerdir. Mârifetin mukaddimesinin ilim, ilimsiz mârifetin muhal, mârifetsiz ilmin vebal olduğuna inanan sûfîler mârifetin ledünnî bir ilim sayıldığı görüşündedir. Onlara göre bu ilimde vehmin tesiri bulunmadığından ismet (mâsumiyet, saflık) vardır; diğer ilimler ise vehmin etkisi altında oldukları için saf ve mâsum değildir.
Sûfîler, sülûk ile ve yaşanarak öğrenilen bu bilgilerin aynı konularda aklî istidlâl ve kıyaslarla yahut belli metinleri okumakla elde edilen bilgilerden daha üstün olduğuna inanırlar. Nitekim
“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etmeleri için yarattım” (ez-Zâriyât 51/56) meâlindeki âyette geçen “ibadet etsinler” ifadesini sûfîler “beni tanısınlar” şeklinde yorumlamışlardır. Çünkü ibadet ibadet edilenin bilinmesine (mârifet) bağlıdır. Bilinmeyene ibadet edilmez, dolayısıyla mârifetsiz ibadetin bir anlamı yoktur. Sûfîlere göre, “Allah’ın, kalbini İslâm’a açtığı bir kimse rabbinden bir nur üzere değil mi?” (ez-Zümer 39/22); “Ey iman edenler! Eğer takvâ üzerinde olursanız O size bir furkan verir” (el-Enfâl 8/29) meâlindeki âyetlerde geçen “nur” ve “furkan” kelimeleri de mârifete işaret etmektedir. Sûfîlerin kutsî hadis olarak kabul ettikleri, “Ben bir gizli hazine idim, tanınmaya muhabbet ettim ve âlemi tanınmak için yarattım” ifadesi onlara göre âlemin yaratılış gayesinin muhabbet ve mârifetullah olduğunu göstermektedir. Bu sebeple bütün varlıkların fıtratında mârifet arzusu vardır.
Mutasavvıflara göre mârifet “kalbin Allah’la olan hayatı”, “Allah’ı sıfat ve isimleriyle tanıyanın niteliği”, “birbirini izleyen nurlarla Hakk’ın kalplere doğması”, “ilâhî bir na‘t / vasıf” (Serrâc, s. 56; Kelâbâzî, s. 63; Kuşeyrî, s. 601), “kalbe atılan bir nurla iç aydınlığa kavuşma hali”, “kalp gözüyle ilâhî gerçekleri görmek”tir. Bu tarifler söz konusu bilginin mahiyetini tanıtmaktan ziyade kaynağı, elde ediliş yolu ve biçimi, gerçekleşme şartları, güvenilirliği, çeşitleri, etkileri ve sonuçları gibi hususlarla ilgili olup bunların her biri mârifetin ayrı bir yönüne vurgu yapması bakımından önemlidir. Tarifler üzerinde düşünerek mârifet hakkında genel bir kanaat sahibi olmak mümkünse de bunun özüne nüfuz etmek sülûke ve mânevî tecrübeye bağlıdır. Tanınan, ama sözle tanıtılamayan bir bilgi, bir duygu ve bir aydınlanma hali olan mârifetin yakīn, zevk, vecd, fenâ, huzur gibi tasavvufî hallerle de yakın ilişkisi vardır. Mârifet konusundaki tariflerin yetersiz kalması ve bu yolda ilerleyen sûfîlerin gittikçe Hak’la ilgili bilinmezliklerin arttığını görmeleri onları, “Mârifet Hakk’ın bilinmeyeceğini bilmektir” deme noktasına ulaştırmıştır.
Mârifet Allah, insan ve âlemle ilgili kapsamlı bir bilgi olmakla beraber tasavvufta esas olan “mârifetullah” denen özel bilgidir. Âlem ve nefis hakkındaki mârifet ise Allah’ı tanımanın aracı olması bakımından değerlidir. Bu sebeple mârifetullah “Allah’ın zâtı, sıfatları, fiilleri ve isimleri hakkındaki bilgi” şeklinde tanımlanmıştır. Fakat Allah’ı bu şekilde tanımak da insanın kendini tanımasına (ma‘rifet
Mârifet Allah, insan ve âlemle ilgili kapsamlı bir bilgi olmakla beraber tasavvufta esas olan “mârifetullah” denen özel bilgidir. Âlem ve nefis hakkındaki mârifet ise Allah’ı tanımanın aracı olması bakımından değerlidir. Bu sebeple mârifetullah “Allah’ın zâtı, sıfatları, fiilleri ve isimleri hakkındaki bilgi” şeklinde tanımlanmıştır. Fakat Allah’ı bu şekilde tanımak da insanın kendini tanımasına (ma‘rifetü’n-nefs) bağlıdır. Nefsini bilen kimsenin rabbini bileceğini belirten hadis de (Süyûtî, el-Ĥâvî, II, 451-455; ed-Dürerü’l-münteŝire, s. 185) bunu anlatmaktadır. Ebû Saîd el-Harrâz aynı kavramı, “Nefsini bilmeyen rabbini bilemez” şeklinde ifade etmiştir. İnsanın nefsini bilmesi rabbini bilmesinin başlangıcı, rabbini bilmesi nefsini bilmesinin neticesidir; yani insan nefsinin sıfatlarında ârif olmadıkça rabbinin sıfatlarını idrak edemez.
Tasavvufî anlamıyla ilk defa mârifetten bahseden Zünnûn el-Mısrî’ye göre esasen Allah’ı tam olarak bilmek ve tanımak mümkün değildir. Bu sebeple Allah’ın zâtı hakkında tefekküre dalmak cehalettir. Mârifetin hakikati de hayretten ibarettir (Câmî, s. 29). Bâyezîd-i Bistâmî de Allah’ın zâtı hakkındaki mârifet iddiasını cehalet olarak nitelemiş ve, “Mârifetin hakikatine dair olan bilgi de hayrettir” demiştir (Sülemî, s. 74). Böylece Allah’ı tanımayı gaye edinen sûfîler en sonunda insan oğlunun O’nu tanımaktan âciz olduğu kanaatine varmışlardır. Ebû Saîd el-A‘râbî, Allah hakkındaki mârifetin insanın bu konuda bilgisizliğini itiraf etmesinden ibaret olduğunu söylemiş, Sehl b. Abdullah et-Tüsterî de, “Mârifet insanın Hak konusunda câhil olduğunu bilmesidir” demiştir (a.g.e., s. 230, 428). Mutasavvıflar Hz. Ebû Bekir’e atfettikleri, “Allah hakkında mârifet sahibi olmanın biricik yolu insanın O’nun hakkında mârifet sahibi olmaktan âciz olduğunu idrak etmesidir” sözünü (Serrâc, s. 57) bu konudaki düşüncelerinin temeli haline getirmişlerdir. Cüneyd-i Bağdâdî bu hususu, “Allah’tan başka Allah’ı tanıyan yoktur” cümlesiyle ifade etmiştir. Mutasavvıflar, “Onlar Allah’ı takdir edemediler” meâlindeki âyeti (el-En‘âm 6/91), “O’nu tam olarak tanıyamadılar” şeklinde anlamışlardır
Genellikle mârifet dille anlatılan ve öğretilen bir şey olmaktan çok susarak anlaşılan ve öğrenilen bir şeydir. Bundan dolayı Zünnûn el-Mısrî’nin, tasavvuf yoluna girmek isteyenlerin mârifet ehlinin yanında sükût etmelerini ve mârifet iddiasında bulunmamalarını tavsiye ettiği kaydedilmektedir (Sülemî, s. 26). Önemli olan sadece dilin değil nefsin ve zihnin de susması, Hak’tan başkasıyla meşgul olmamasıdır. Sükût tefekkürü temin ettiği ölçüde mârifet tahsil etmenin aracıdır.
Gazzâlî mârifeti, “Allah’ın kulunun kalbine attığı bir nurla kulun daha önce isimlerini bildiği şeyleri açık seçik görmesi” şeklinde tanımlamıştır (İĥyâǿ, I, 26-27). Buna göre mârifet sırf bir lutuf olarak Allah’ın kuluna verdiği bir ışıktır. Hz. Ali’nin, “Allah’ı Allah’la, O’ndan başkasını da O’nun nuru ile tanıdım” sözünün anlamı budur (Hücvîrî, s. 344). Allah kendisini kime tanıtırsa O’nu ancak o tanır (Kelâbâzî, s. 63). Cüneyd-i Bağdâdî tarife (tanıtma) ve taarrufa (tanınma) dayanan iki mârifetten bahseder. Taarruf Allah’ın kendisini, kendisiyle ilişkisi açısından da eşyayı kuluna tanıtması, tarif ise dış dünya (âfâk) ve iç dünya da (enfüs) kudretinin eserlerini ona göstermesidir (Fussılet 41/53). İlki havassın, ikincisi avamın mârifetidir. Taarruf Allah’ın lutfuyla O’nu doğrudan tanıma, tarif dolaylı olarak Hakk’ın kendisini kuluna tanıtmasıdır.
Sûfîlere göre Allah kullarına, “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” (el-A‘râf 7/172) şeklinde soru sorarak kendisini onlara ezelde tanıtmıştır. Bu anlamda mârifet ezelîdir. Dünyaya gelen insanlardan bir kısmı bu mârifeti itiraf, bir kısmı inkâr eder. Bundan dolayı Hakk’a dair mârifetin zaruri olduğunu ileri sürenler de olmuştur (Kelâbâzî, s. 65; Hücvîrî, s. 348)
Hak vergisi olan mârifetin artma ve eksilme kabul edip etmeyeceği tartışılmış, genellikle mârifetin açıklık ve kesinlik derecesini ifade eden yakīnin duruma göre artacağı veya eksileceği kabul edilmiştir (Hücvîrî, s. 348). Mârifetin en mükemmel şeklinde rivayet yoluyla bilinen dinî hususların hakikatleri kula zahmetsiz ve külfetsiz olarak gözle görülür gibi açık bir şekilde bildirilir. Bu bilginin elde edilmesinde kulun amelinin ve zâhir ilimlerine sahip olmasının hiçbir tesiri yoktur; doğrudan Hak’tan gelip bunda vehim, akıl ve düşüncenin dahli olmadığından nuru gayet parlaktır. Gazzâlî’nin hakiki mârifet ve yakīni müşâhede dediği, sıddîk ve mukarrebûn denilen yüksek seviyedeki dindarların mârifeti de budur (İĥyâǿ, I, 27;
III, 11, 15). Fakat herkesin mârifeti aynı seviyede olmadığından mârifetin çeşitli derecelerinden bahsedilmiştir. Hücvîrî Allah hakkındaki mârifetin biri ilmî, diğeri hâlî olmak üzere iki türünden söz eder. İlmî mârifet her şeyin temelidir. Çünkü cinler ve insanlar sırf Allah’ı tanımak için yaratılmıştır (ez-Zâriyât 51/56). Sûfîler, ilmî mârifet yanında “kulun Allah’a karşı tutum ve duruşunun sağlıklı olması” anlamında ikinci bir mârifetten bahsetmişler, bunun ilmî mârifetten daha faziletli olduğunu, zira sağlıklı bir halin daima sağlıklı bir ilmi gerektirmekle beraber sağlıklı bir ilmin her zaman sağlıklı bir hali içermediğini söylemişlerdir (Keşfü’l-maĥcûb, s. 342; Serrâc, s. 64).
Abdurrahman-ı Câmî’ye göre mârifetin dört mertebesi vardır. Sâlik birinci mertebede baktığı her şeyi Hak’la bağlantılı olarak görür; ikinci mertebede gördüğü her eserin Hakk’ın hangi sıfatıyla ilişkili olduğunu bilir; üçüncü mertebede Hakk’ın sıfatlarla tecelli etmesinin hikmetini kavrar; dördüncü mertebede ilâhî ilmi kendi mârifeti şeklinde algılar. Sâlik Hakk’a ne kadar yaklaşırsa mârifeti o kadar artar (Nefeĥât, s. 5). Sûfîler mârifetin her zaman kerâmetten daha faziletli olduğunu, abdestin bozulmasıyla kerâmetin zâil olacağını, bunun için daima abdestli bulunmak gerektiğini, buna karşılık gusle ihtiyaç halinde bile mârifetin âriften ayrılmadığını, çünkü kerâmetin amel, mârifetin Hakk’ın lutuf ve inayeti olduğunu söylemişlerdir.
Sûfîlerin, doğrudan Allah tarafından bahşedilen mârifetin nakil ve akıl yoluyla edinilen dinî bilgilerden daha üstün olduğunu söylemeleri bu bilgilerin önemsenmediği şeklinde anlaşılmaya müsaittir. Bunun farkında olan sûfîler mârifetin nakil ve akıl yoluyla elde edilen bilgileri geçersiz kılmadığını ve onların değerini azaltmadığını ifade etmiş, aksine mârifetin sağlıklı ve geçerli olması için Kur’an’a ve hadise aykırı düşmemesini şart koşmuşlardır. Zünnûn el-Mısrî mârifet nurunun takvâ nurunu söndürmemesi, zâhirî ilme aykırı düşen bâtınî bir ilimden söz edilmemesi ve ilâhî lutufların Allah’ın mahremiyet perdelerini yırtmaya sebep olmaması gerektiğini söylemiştir. Ebû Saîd el-Harrâz, zâhirî ve şer‘î hükümlere aykırı düşen bütün bâtınî bilgileri ilke olarak geçersiz saymış, Ebû Süleyman ed-Dârânî mârifetin sağlıklı olduğuna Kur’an ve hadisin şahitlik etmesini şart koşmuş, Cüneyd-i Bağdâdî sadece Kur’an ve Sünnet çerçevesindeki mârifetin geçerli olduğunu vurgulamıştır (Kuşeyrî, s. 86, 107, 129, 608). Buna rağmen İslâm’dan önce mevcut olan gnostisizm (irfâniyye) akımı hıristiyan ilâhiyyâtı için olduğu gibi İslâm için de tehlike oluşturmuştur. Gnostikler gibi, ilâhî sır ve hakikatlerin sülûk ve riyâzet neticesinde hâsıl olan ilhamla bilineceğini, bu yolla elde edilen bilgilerin naslarda verilen bilgilerden üstün olduğunu, hatta irfan sahibi âriflerden ibadet etme yükümlülüğünün düşeceğini savunan görüşlere müslüman toplumlarında da rastlanmıştır. “Sana yakīn gelinceye kadar rabbine ibadet et” meâlindeki âyeti (el-Hicr 15/99) bu yönde yorumlayanlar vardır (Gazzâlî, İĥyâǿ, III, 393). Hücvîrî, “ehl-i ilhâm” ve “ilhâmiyye” dediği bu akımın mensuplarını eleştirerek tasavvuftaki mârifet ve irfanın bu akımla
l-i ilhâm” ve “ilhâmiyye” dediği bu akımın mensuplarını eleştirerek tasavvuftaki mârifet ve irfanın bu akımla ilgisi bulunmadığını, zira mârifetin hidayetten kaynaklanan şer‘î ve nebevî bir bilgi olduğunu belirtmiştir (Keşfü’l-maĥcûb, s. 347). Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî, Abdülkerîm b. Hevâzin el-Kuşeyrî ve Gazzâlî gibi sûfîler de söz konusu tehlikeye dikkat çekmişlerdir (ayrıca bk. BİLGİ; İLİM).
BİBLİYOGRAFYA:
Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “Ǿarf” md.; Tehânevî, Keşşâf, II, 996; Hâris el-Muhâsibî, el-Veśâyâ, Beyrut 1406/1986, s. 88, 279; Hakîm et-Tirmizî, Ħatmü’l-evliyâǿ (nşr. Osman İsmâil Yahyâ), Beyrut 1965, s. 482, 569; Serrâc, el-LümaǾ, Kahire 1966, s. 56, 57, 63, 64, 239, 531, 538; Kelâbâzî, et-TaǾarruf, s. 63, 65, 66, 132; Ebû Tâlib el-Mekkî, Ķūtü’l-ķulûb, Kahire 1961, I, 262, 285, 339, 364; II, 168-179; Sülemî, Ŧabaķāt, Kahire 1949, s. 26, 74, 230, 428, 559, 561; Kuşeyrî, er-Risâle (nşr. Abdülhalîm Mahmûd), Kahire 1966, s. 26, 47, 86, 107, 129, 141, 601, 604, 608; Hücvîrî, Keşfü’l-maĥcûb, s. 341-354; Herevî, Ŧabaķāt, Tahran 1351, s. 47, 639; Gazzâlî, İĥyâǿ, Kahire 1939, I, 26-27; III, 2-25, 393; IV, 301, 399; a.mlf., el-Maķśadü’l-esnâ, Kahire 1322, s. 22-32; a.mlf., Mişkâtü’l-envâr (nşr. Ebü’l-Alâ el-Afîfî), Kahire 1383/1964, s. 51, 76; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, II, 205-209; Ferîdüddin Attâr, Teźkiretü’l-evliyâǿ, Tahran 1346 hş., s. 94, 892; İbnü’l-Arabî, el-Fütûĥât, II, 152, 189; a.mlf., Fuśûś (Afîfî), s. 69; a.mlf., Kitâbü’l-MaǾrife (nşr. Saîd
Kişinin kendini bilmesi anlamında bir tasavvuf, ahlâk ve felsefe terimi.
Sözlükte “bilme, tanıma” anlamındaki ma‘rifet ile nefs kelimelerinden oluşan ma‘rifet-i nefs (ma‘rifetü’n-nefs) terkibi felsefede zihnin varlığı kavrama sürecinin, ahlâkta insanın ruhunu kötü huylardan arındırıp üstün meziyetlerle donanarak kemale ulaşma gayretinin, tasavvufta Hakk’ın bilgisine ulaşma çabasının başlangıcı olarak gösterilmiştir. Ya‘kūb b. İshak el-Kindî, Risâle fî ĥudûdi’l-eşyâǿ ve rüsûmihâ adlı felsefe terimleri sözlüğünde eski filozofların (kudemâ) felsefe hakkındaki tanımlarını altı noktada toplamış, bunlardan birini de “insanın kendini tanıması” şeklinde özetlemiştir. Çünkü insanın kendi varlığı cisim (beden) ve nefisten (ruh) ibaret olup Kindî’ye göre kendinde bu iki temel varlık kategorisini tanıyan kişi, bu şekilde madde ve ruhtan ibaret olan dış dünyayı da tanıma imkânına ulaşmış olacaktır. Hukemânın insana “küçük âlem” demesinin sebebi de budur.
İslâm ahlâk literatüründe ma‘rifet-i nefs insanın kendi ruh dünyasının ahlâkî boyutunu, karakter yapısını, ahlâka temel oluşturan güçlerini, yeteneklerini ve zaaflarını tanımasını ifade etmekte, bu çaba ahlâkî eğitim ve gelişmenin, yani kişinin ruhunu kötü huylardan arındırıp erdemlerle bezemesinin ilk şartı olarak görülmektedir. Bu sebeple İbn Miskeveyh’in Tehźîbü’l-aħlâķ’ı, Mâverdî’nin Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn’i, Râgıb el-İsfahânî’nin eź-ŹerîǾa ilâ mekârimi’ş-şerîǾa’sı gibi sistematik ahlâk kitaplarının çoğu insanın ahlâkî yapısını ve karakterini tanımasına yardımcı olan bilgilerle başlar. Nitekim İbn Miskeveyh, kitabının ilk satırlarında eseri yazmaktaki gayesini
“kendimize hepsi de güzel olan fiillere kaynaklık edecek bir ahlâk kazandırma” şeklinde özetledikten sonra bunun yolunu da “öncelikle nefsimizin ne olduğunu ve nasıl bir şey olduğunu, bizde niçin var kılındığını, nefsin güçlerinin ve yeteneklerinin neler olduğunu bilmek” şeklinde göstermiş, ardından “İnsan Nefsinin Tanıtılması” başlığı altında konuyu ayrıntılı biçimde incelemiştir.
İnsan merkezli bir bilgi teorisini esas alan tasavvufî düşüncede insanın kendini tanıması temel ilkedir. Sûfî nefsi hakkında edindiği bilgiden hareket ederek Hakk’ın bilgisine ulaşır. İnsanın Hakk’a dair bilgisi nefsine dair bilgisi ölçüsünde olduğundan Hakk’ı daha iyi bilmesi için nefsini / kendini daha iyi bilmesi gerekir. Tasavvufta Hakk’a dair bilgiye “ma‘rifet-i Hak” (ma‘rifetullah), sâlikin kendine dair bilgisine de “ma‘rifet-i nefs” denir. Ebû Saîd el-Harrâz’ın, “Nefsinde olanı bilmeyen rabbini nasıl bilebilir” sözü (Sülemî, s. 231) daha sonra, “Nefsini bilen rabbini bilir” şeklinde tasavvufî bir vecizeye dönüşmüş ve zamanla hadis olarak literatüre geçmiştir (Aclûnî, II, 262).
Sûfîler, insanın kendini bilmesinin önemine bazı âyetlerde işaret edildiğine kanidirler. “İnsanlara âfâkta ve nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki onun hak olduğu onlara âşikâr olsun” (Fussılet 41/53); “İnancı tam olanlar için yeryüzünde âyetler vardır, nefislerinizde de öyle, görmüyor musunuz?” (ez-Zâriyât 51/21) meâlindeki âyetler bunlara örnektir. Bu âyetlerdeki işaretlerden hareket eden sûfîler Hak Teâlâ’nın âfâkta ve enfüste, yani dış ve iç âlemde tecelli ettiğini ifade eder, ancak iç âlemdeki âyet ve tecellilerin daha açık ve daha kesin olduğunu kabul ederler. Bu bakımdan insanın kendi mahiyeti üzerinde düşünerek kendi varlığı, hayatının anlamı ve gayesi hakkında sorular sorup cevap araması kendisi hakkında bilgi sahibi olmasını sağlar ve bu bilgi onu Allah’a götürür. Mutasavvıflar, Allah’ın insanın iç âleminde daha açık şekilde tecelli ettiğine inandıklarından Hakk’ı en iyi bilmenin ve tanımanın yolu olarak insanın özünü tanımasını göstermişlerdir. Dış âlemden Allah’a ulaşmaya “seyr-i âfâkî”, iç âlemden ulaşmaya “seyr-i enfüsî” diyen mutasavvıfların tercih ettiği yol ikincisidir (İmâm-ı Rabbânî, II, 60-69).
Nefisle Allah arasındaki ilişkiye hem olumlu hem olumsuz yönden bakılır. Önce olumlu sıfatlar Allah’a, olumsuzlar nefse nisbet edilir. Nefsi fâni, zelil, zalim, cahil ve cimri olarak bilmek Allah’ı bâki, aziz, âdil, alîm ve cömert olarak tanımak anlamına gelir. Allah’ı rab olarak bilmenin şartı nefsi kul olarak tanımaktır. Öte yandan adalet, ilim, merhamet ve cömertlik gibi sıfatlar Allah ile insan arasında ortaktır. Aradaki fark bunlardan Allah’a nisbet edilenlerin tam ve mükemmel, insana ait olanların eksik olmasıdır. Aslında kuldaki bu tür sıfatlar da Allah’ın ona bir lutfudur. Esas itibariyle kötülüğü emreden nefisten iyi bir şey gelmeyeceği için, “Sana gelen iyi şey Allah’tan, kötü şey nefsindendir” buyurulmuştur (en-Nisâ 4/79). İnsandaki güzel ahlâkın kaynağı da nefis değil Allah’tır. Buna göre güzel huyların kaynağını bilmek insanı Allah’ı tanımaya götürür (Gazzâlî, İĥyâǿ, III, 399). İnsan Allah’ın halifesi olduğundan O’nun sıfatı insanın da sıfatıdır. O, mutlak olarak ihtiyaçsız bir varlık iken insan her an O’na muhtaçtır. Bu hususu bilen kimse O’nu da bilir ve tanır (İbnü’l-Arabî, el-Fütûĥât, I, 375; II, 394, 749; Fuśûś, s. 69, 91). İnsanı küçük âlem, âlemi büyük insan olarak niteleyen mutasavvıflar insanla âlem arasında ortak yönler ve benzerlikler tesbit etmişlerdir. Bu bakımdan insanın kendini bilmesi âlemi ve hemcinsini tanıması anlamına da gelir (İbrâhim Hakkı Erzurûmî, s. 222-225).
İnsanın maddî ve dış âlemden çok kendini tanıması gerektiği hususuna genellikle bütün dinlerde, özellikle mistik ekollerde dikkat çekilmiş, bazı filozoflar da bu hususu vurgulamışlardır. Sokrat’ın Delf Mâbedi’ndeki, “Kendini bil” sözü mutasavvıfları da etkilemiştir. Yûnus Emre’nin, “İlim ilim bilmektir / İlim kendin bilmektir / Sen kendini bilmezsin / Ya nice okumaktır”; Hacı Bayrâm-ı Velî’nin, “Bayram özünü bildi / Bileni anda buldu / Bulan ol kendi oldu / Sen seni bil sen seni” gibi mısralarında tasavvufun bu görüşü özlü bir şekilde dile getirilmiştir
1. Peygamberlerden bazıları ses işitirlerdi. Bununla tebliğe memur edilirlerdi. Bir kısmı rüyada (tebliği) alır, bir kısmının da kalb ve kulaklarına yerleşirdi. Bana ise Cebrail (a.s.) gelir, şifahen tebliğini yapar, sizden birinizin gelib arkadaşları ile konuşması gibi. Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
2. Bu beş vakit farzı cemaatle kılmaya devam eden kimse, sırat köprüsünü ilk geçenleren olur ve onu şimşek gibi geçer. Allah, o kimseyi sâbıkların ilk zümresinde haşreder, namazına devam ettiği her gün ve gece içinde bin şehid sevabı alır. Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
3. Sözün içinde, büyü hükmünde sözler vardır. Şiirlerin içinde de hikmet vardır. Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
4. Bir meclisin baş köşesinden aşağısına razı olmak, Allah için tevazudan sayılır. Ravi: Hz. Talha (r.a.)
5. Sözün içinde büyü gibi tesir edeni vardır. Sizden biriniz bir kardeşinden bir hacetini talep ettiğinde, söze onu medh ile başlamasın. Ki onun sırtını kesmiş olmasın. Ravi: Hz. İbni Mes'ud (r.anhüma)
6. Söz içinde büyü, şiir içinde de hikmet ifade eden sözler vardır. Talebi ilim içinde de cehl ifade eden şeyler vardır. (Müneccimlik v.s öğrenmek gibi) Öyle sözler de vardır ki, dinlemeyi istemiyen kimseye söylenmiş olur. Ravi: Hz. Ali (r.a.)
7. Buğdaydan da, arpadan da, kuru üzüm ve baldan da içki olur. Ne ki sarhoş eder, o haramdır. Onlardan sizleri nehyederim. Ravi: Hz. Numan İbni Beşir (r.anhüma)
8. Günahların içinde öyleleri vardır ki, onları ne namaz, ne oruç ne de hac ve zekat paklar. Onları geçim hususunda çekilen sıkıntılar paklar. Ravi: Hz. Enes (r.a.)
9. Salih zevce, elverişli ev, binmeye uygun bir hayvan saadetten maduttur. Fena zevce, fena ev ve fena binek de şekavetten maduddur. (Bunlar dünyevi, fakat ahirete de tesiri vardır) Ravi: Hz. Saad İbni Ebi Vakkas (r.a.)
10. Her istediğini yemekliğin israftan sayılır. Ravi: Hz. Enes (r.a.)
11. Öyle insan vardır ki, hayrın anahtarıdır ve şerrin üstüne kiliddir. Bir kısmı da şerri açarlar ve oldukları yerde şer yaparlar. Ne mutlu o kimseye ki, hayrın anahtarı onun elindedir. Veyl o kimseye ki, şerrin anahtarı onun elindedir. Ravi: Hz. Enes (r.a.)
12. Namaz kılanlar içinde öyle adam var ki, namazı (huzurla) tam kılar. Onlardan namazı yarım kılan, çeyrek kılan, beşte bir, altıda bir, yedide bir, sekizde bir, onda bir kılan da vardır. Ravi: Hz. Ammar (r.a.)
1. Camilere çocukların musallat oluşu Allah'ın gadabının alametidir. Nehyedilseler bile onlar musallat olacaklardır. Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
2. Allah'ın yarattıklarına benzetenler (canlı resmi ve heykeli yapanlar) kıyamet gününde en şiddetli azaba uğrıyacak kimselerden olurlar. Ravi: Hz. Âişe (r. anha)
3. Hıyanetin en büyüğü, bir valinin kendi râiyesinde ticaret yapmasıdır. (Mevkiini kazanç vesilesi yapması) Ravi: Hz. Ebul Esvedin dedesi (r.a.)
4. Hırsızların hırsızı, Emirin lisanını çalan kimsedir. (Emire nüfuz edip onun yularını eline alma) Hataların en büyüğü, bir müslüman malını haksız yere almaktır. Hasta ziyareti güzel işlerdendir. Ziyaretin tamamlanması da elini onun üzerine koyman ve nasıl olduğunu sormandır. Şefaatin efdali ise dargın evlilerin arasını bulmaktır. Dondan önce gömleği giymek (uzun gömlek olmalı) Peygamber giyimindendir. Dua ederken aksırmak ise duanın kabulunun işaretlerindendir. Ravi: Hz. Ebû (r.a.)hen (r.a.)
5. Malın meydan alması, katiplerin artması, ticaretin çoğalması, cehlin yayılması, insanın ticareti, "Falan kimselerden izin almadıkça olmaz" şeklinde yapması, müstakil bir mahalde katib bulunmaması (ticaretin çokluğundan yazmıya vakti olan adam bulunmaz) kıyamet alametlerindendir. Ravi: Hz. Amr İbni Tuğlabe (r.a.)
6. İlmin kaldırılması, cehlin artması, zinanın alenileşmesi, içkilerin meydan alması, erkeklerin gidip kadınların kalması, hatta elli kadına bakan bir erkek kalıncaya kadar erkeklerin azalması, kıyamet alametlerindendir. Ravi: Hz. Enes (r.a.)
7. Mamur yerlerin harabe olması, harabe yerlerin imar edilmesi, cihadın terki, devenin pervasızca otlaması gibi bir adamın da elindeki emanetten faydalanması, kıyamet alametlerindendir. Ravi: Hz. Atiyye (r.a.)
8. Kişinin nerede olursa olsun. Allah'ı unutmaması imanının efdal olmasıdır. Ravi: Hz. Ubâde İbni Samid (r.a.)
9. Cennetten bir kamçılık yer dünya ve içindekilerden hayırlıdır. Ravi: Hz. Enes (r.a.)
10. Cin taifesinin mü'minlerine de sevap vardır. Denildi ki: "Sevabları nedir?" Buyurdu ki: Onlar Â'rafta olurlar Cennette olmıyacaklar, "Â'raf nedir?" diye soruldu. Buyurdu ki, Cennet duvarıdır. Orada nehirler akar, ağaç ve meyvalar biter. Ravi: Hz. Kays (r.a.)
1. Peygamberlerden biri Allah'a zafiyetten şikayet etti. Allah (z.c.hz) de yumurta yemesini emretti. Ravi: Hz. Ebû Rebil (r.a.)
2. Ehline, çocuğuna, hizmetçisine yaptığın harcama sadakadır. Öyle ise onlara eza yaparak bu nafakayı başlarına kakma. Ravi: Hz. Enes (r.a.)
3. Bu öyle bir gündür ki (arefe günü) bir kimse, kulağına, eline, gözüne ve diline sahip olursa geçmiş günahları afvolur. Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
4. Bu öyle bir gündür ki (arefe günü) bir kimse, kulağına, eline, gözüne ve diline sahip olursa geçmiş günahları afvolur. Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
5. Bu Adem (a.s.)'ın kadınlarının takdiridir. Hac usulünün hepsini yap. Tavafı sonra yaparsın. (hac günü Hz. Aişe validemizde kadınlık hali zuhur etmesi üzerine.) Ravi: Hz. Âişe (r. anha)
6. Bu para, pul sizden evvelkileri mahvettiği gibi sizleri de mahvedebilir. Ravi: Hz. İbni Mes'ud (r.anhüma)
7. Bu Kur'an, hoşlanmıyan için gayet zordur. Ona ısınana ise gayet kolay gelir. Hadisime gelince, hoşlanmıyan için gayet zor, tâbi olan içinse gayet kolaydır. Bir kimse benim hadisimi dinler, hemen hıfz eder ve tatbik ederse mahşerde Kur'anla haşrolur. Hadisime ehemmiyet vermiyen ise Kur'anı hor görmüş olur. Kim de Kur'anı hor görürse dünya ve ahirette hüsrana düşer. Ravi: Hz. Ebû Mûsa (r.a.)
8. Bu ümmet rahmete mazhar olmuştur. Bunların azabı dünyada ve birbirlerindendir. Kıyamet günü müslümanlardan her biri için müşriklerden bir kimse ayrılır ve şöyle denir: "İşte bu senin Cehennemden fidyendir." Ravi: Hz. Enes (r.a.)
9. Bu ümmet kabirlerinde ibtilaya uğrar. Eğer birbirlerinizi defnetmiyeceğinizden korkmasaydım, kabir azabından duyduğumu sizede duyurması için Allaha dua ederdim. Cehennem azabından Allaha sığının, kabir azabından da Allah'a sığının. Gizli ve açık fitnelerden de Allah'a sığının. Deccal'ın fitnesinden de Allaha sığının. Ravi: Hz. Zeyd İbni Sabit (r.a.)
10. Bu ortaya konan sizin ganimetlerinizdendir. Bundan sizinle birlikte olan hissem hariç. Benim için helal olan bir şey yoktur. Ancak humus (beşte biri) müstesna. Beşte bir de size dönecektir. İplik ve iğne de olsa ödeyin. Bundan az veya çok da olsa getirin, verin, aldatmayın. Zira aldatma dünya ve ahirette aldatan için ateş ve ardır. Allah'ın emrine muhalif olanlarla yakınınız bile olsa, mücadele edin. Allah yolunda kınayanın kınamasına aldırış etmeyin. Gerek hazarda, gerek seferde Allah'ın hududunu yerine getirin. Allah yolunda mücadele edin. Zira cihad, Cennet kapılarından büyük bir kapıdır. Ve cihad sebebiyle Allah insanı hem ve gamdan kurtarır. Ravi: Hz. Ubâde (r.a.)
"Mutlak zaman insan algısına açık değildir," şeklinde bir ekleme yapmak zorunda kaldı.Kendisini bu ikilemden kutarmak için Tanrı'nın varlığına sığındı: "Tanrı her zaman vardır ve her yerdedir.... Eınsteın. Yaşamı ve Evreni.sy.125,126.
1. Bu kalbler, kendisine suyun değdiği zaman demirin paslanması gibi, paslanırlar. Denildi ki: "Ya Resulallah onların cilası nedir?" Buyurdu: Ölümü çok hatırlamak ve Kur'an okumak. Ravi: Hz. İbni Ömer (r.anhüma)
2. Ye'cüc ve Me'cüc Adem (a.s.)'ın sulbündendir. Şayet onlar insanlar üzerine gönderilirse insanların yaşayışlarını ifsad ederler. Onlardan hiç kimse geride bin veya daha fazla zürriyet bırakmadıkça ölmez. O Ye'cüc ve Mec'cücün arkasından üç ümmet daha olacaktır. Te'fil, Te'ris ve Mensek. Ravi: Hz. İbni Amr (r.anhüma)
3. Zekeriya (a.s.)'ın oğlu Yahya (a.s.) Allah'tan niyaz etti ve dedi ki: "Ya Rabbi, beni insanların diline dolama." Allah Teala ona vahyetti ki: "Ya Yahya, ben onu kendime yapmadım. Onu sana nasıl yapayım? Oku kitabı ezeliyi, orada bulacaksın. Yahudiler dediler ki; Üzeyir Allah'ın oğludur. Nasraniler de Mesih Allah'ın oğludur dediler. Allah'ın eli bağlıdır (veremez) dediler de dediler." Yahya (a.s.) Ya Rabbi beni mağfiret et. Bir daha böyle istekte bulunmam" dedi. Ravi: Hz. Enes (r.a.)
4. Riyanın azı da şirktir. Kim Allahın bir dostuna düşmanlık ederse, Allah'a harp açmış olur. Muhakkak ki, Allah, Ebrar, Etkiya ve Ahfiyayı sever. Onlar öyle kimselerdir ki: gözden uzak olunca aranmazlar. Hazır bulundukları zaman çağrılmazlar ve tanınmazlar. Bunlar hidayet nurlarıdır. Ve karanlık yerlerden çıkarlar. Ravi: Hz. Muaz (r.a.)
5. Pazartesi ile Perşembe günleri Allah müminleri afv ve mağfiret eder. Yalnız araları açık olanları barışıncaya kadar, geri bırakır. Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
6. Cuma günü ve Cuma gecesi yirmi dört saattir. Onlardan hiç bir saat yoktur ki, Allah teala, o saatte ateşi hak etmiş altıyüz kişiyi azad etmesin. Ravi: Hz. Enes (r.a.)
7. Biz müşriklere karşı müşriklerden yardım istemeyiz. Ravi: Hz. Hubeyde (r.a.)
1. Biz müşriklerden bir şey kabul etmeyiz. Istersem para ile alırım. Ravi: Hz. Hakim İbni Hizam (r.a.)
2. Biz Peygamberler topluluğuyuz. Bizim için belalar, ecirler gibi, kat kat verilir. Peygamberlerden bazılarına bitler, onu öldürünceye kadar, musallat olurdu. Onlar, belalardan, sizin rahatlıktan hoşlandığınız gibi hoşlanırlar. Ravi: Hz. Ebû Said (r.a.)
3. Biz öyle bir Ehli Beytiz ki, Allah Bizlere dünyayı değil, ahireti nasib etti. Benden sonra ehli Beytim, bela şiddet ve tarda maruz kalacaklar. Doğu tarafından siyah bayraklılar gelinceye kadar. Bunlar mal istiyecek, kendilerine mal verilmeyecek. Bunlar döğüşecekler, sonra geri çekilecekler, istedikleri kendilerine verilecek, fakat kabul etmiyecekler ve onu, ismi ismime, babasının adı, babamın adına uyan, Ehli Beytimden bir kimseye teslim edecekler. O (Mehdi) arza sahib olur. Ve kendisinden önce baskı ve zulümle dolu olan arzı, doğruluk ve adaletle doldurur. Sizden veya sonra gelenlerden birisi ona yetişirse, kar üzerinde sürünerek dahi olsa, gelsin ona katılsın. Muhakkak ki onlar hidayet sancaklarıdır. Ravi: Hz. İbni Mes'ud (r.anhüma)
4. Sen ve cemaatin Cennettedir. Bir kavim gelecektir ki, kendilerine (Rafızı) denecektir. Onlara rastlarsanız öldürün. Zira müşriktirler. Ravi: Hz. Ali (r.a.)
5. Siz kıyamet gününde isimleriniz ve babalarınızın isimleri ile çağrılırsınız. (Filan oğlu filan) diye. Onun için güzel isimler takının. Ravi: Hz. Ebud Derda (r.a.)
6. Yarın düşmanla karşılaşacaksınız. Parolanız "Ha mim Lâ yunsarûn" olsun. Ravi: Hz. Bera (r.a.)
7. Siz Rabbinizi izdiham olmadan göreceksiniz. Tıpkı şu ayı gördüğünüz gibi. (Buna nail olmak için) gücünüz yeterse, sabah ve ikindi namazlarını kaçırmayın. (Seherde de zikredin) buyurdu ve sonra "Fesebbih bihamdi rabbike kable tulû'iş Şemsi ve kablel ğurûbi"(Taha:20/130) ayetini okudu. Ravi: Hz. Cerir (r.a.)
8. Siz öyle bir zamanda bulunuyorsunuz ki, fukahası çok, hutebası az, istiyeni az, vereni çok, işte böyle zamanda amel ilimden hayırlıdır. Size öyle bir zaman gelecektir ki, fukahası az, hatibleri çok, istiyeni çok, vereni az. O zamanda ise ilim amelden hayırlıdır. Ravi: Hz. Abdullah İbni Said (r.a.)
Danışmana doğru söyle ki doğru görüş ortaya çıksın. Devlet başkanlığı (Hilafet) Ancak yapabilene vacip olur.Hiç bir şey de Allah c.c. ın yardımı olmadan başarılamaz.
Bir kimse başkan olunca halk ondan şikayetçi olur hakkını alamaz ise Allah c.c. başkandan intikamını alır. Hz. Ebubekir.R.A. Engüzel Sözler Unutulmaz Özdeyışler.sy.228.
Görünümü iyi,sonu cehennem olan bir iyilik, iyilik değildir.Görünümü kötü, sonu cennet olan bir kötülük de kötülük sayılmaz. Sengin aşırı, öfken de yıpratıcı olmasın. Namazınızı devamlı kılınız ki Allah c.c. size merhamet etsin. Hayrı kaçırırsan onu elde etmeye çalış, şer ile yüz yüze gelirsen ondan kaçın. Dünya malı ile insanların gönüllerini almaya çalış. Yardımı Allah c.c.tan iste, sana O yeter.O'na verdiğin sözü tut; O istediğini yerine getirir. Hz. Ebubekir.R.A. En Güzel Sözler Unutulmaz Özdeyişler.sy.229.
Allah c.c. a en bağlı insan, günahına üzülüp O'dan af dileyen kişidir.. Biliniz ki, işlerinizi Allah c.c. için yaptığınız sürece, O'na itaat etmiş ve nasibinizi almış olursunuz. Nefsini ölmüş bil ve Allah c.c. ı görüyormuş gibi hareket et. Belalar çok defa insanın dili yüzünden gelir. Kendini düzelt, yoksa insanlar seni düzeltir. Kendini düzelt ki halk da sana karşı dürüst olsun. Dünya ile ahiret, iki eşi olan adama benzer. Adam birini razı ettikçe diğerini kızdırır. Hz Ebubekir.R.A. En Güzel Sözler Unutulmaz Özdeyişler.sy.228,229.
Zurnanın zırt dediği yer: Yapılagelen bir işin en can aha en duyarlı noktası. Zurnacının karşısında limon yemek: Bir kimsenin dikkatini dağıtacak işine engel olacak davranışlarda bulunmak. Atasözleri ve deyimler Sözlüğü.sy.256.
Aba altında er yatar. : Giyim kuşam kişiliğe ölçü olamaz.
Aba vakti yaba, yaba vakti aba. : Gereksinimler vaktinden önce ve ucuz olduğu zaman karşılanmalıdır.
Abanın kadri yağmurda bilinir. : Bir şeyin gerçek değeri, ancak ona çok ihtiyaç duyulduğu zaman iyi anlaşılır.
Abdal ata binince bey oldum sanır, şalgam aşa girince yağ oldum sanır. : Görmemiş kişi, rastlantı sonucu layık olmadığı bir duruma kavuşursa bu durum kendisinin hakkıymış gibi aptalca böbürlenir.
Abdal düğünden, çocuk oyundan usanmaz. : Bir kimse sevdiği işi sürekli olarak yapmaktan bıkmaz.
Abdal tekkede, hacı mekke?de bulunur. : Herkes kendisine yakışan ve uğraştığı işle ilgili olan yerdedir.
Abdala ?kar yağıyor? demişler, ?titremeye hazırım (durmuşum)? demiş. : Varlıklılar için sıkıntı olabilecek bir durum, yoksullar için söz konusu bile olmaz.
Abdala malum olur. : Bir şeyin olacağını önceden sezen kimseler için söylenen bir söz.
Abdalın dostluğu köy görününceye kadar. : Çıkarı dolayısıyla yakınlık gösteren kimse, işini yürütecek başkalarını bulduğunda sizinle ilgisini keser.
Abdalın karnı doyunca gözü pabucundadır (yolda olur). : Çıkarına düşkün kimselerin arkadaşlığı işi bitinceye kadardır.
Abdalın yağı çok olursa gâh borusuna çalar, gâh gerisine. : Varlıklı ama akılsız ve hesapsız kişi malını gereksiz yerlere harcar, telef eder.
Abdestsiz sofuya namaz mı dayanır. : Kurallara, koşullara uyulmadıktan sonra bir sürü iş yapılabilir.
Acele ile menzil alınmaz. : Acele etmekle daha çabuk sonuç alınır sanılmamalıdır.
Acele ile yürüyen yolda kalır. : İş yaparken acele eden şaşırır, işini bitiremez.
Acele işe şeytan karışır. : Düşünüp taşınmadan ivedi olarak yapılan işten iyi sonuç alınamaz.
Acele işin sonu pişmanlık. : Acele ederek yaptığımız işten istediğimiz sonucu alamayabiliriz.
Acemi katır kapı önünde yük indirir. : Beceriksiz ve anlayışsız kişi kendisine yaptırılan işi en önemli yerinde bırakır.
Acemi nalbant gâvur eşeğinde öğrenir. : Mesleğinde ustalığa erişmemiş kimse, ilk denemelerini gözden çıkarılabilecek malzeme üzerinde yapar.
Acı (kötü) söz insanı (adamı) dinden çıkarır, tatlı söz yılanı inden çıkarır. : Gönül alıcı, okşayıcı sözlerle karşımızdakinin inadı yenilebilir.
Acı acıyı keser, su sancıyı. : Bir güçlüğü yenmek için başka bir güç yola başvurulmalıdır.
Acı patlıcanı kırağı çalmaz. : Herhangi bir duruma alışkın olan kimseyi benzer kötü durumlar etkilemez.
Acıkan doymam sanır, susayan kanmam sanır. : Bir şeyi uzun süre elde edemeyen kimse, daha sonra o şeyden ne kadar çok edinirse edinsin yine kendisine yetmeyeceği kanısında bulunur.
Acıkan ne olsa yer, acıyan ne olsa söyler. : Geçim sıkıntısı içinde bulunan kişi geçinebilmek için her yolu dener, her işi yapar, canı yanan kişi de sonunu düşünmeden ağzına geleni söyler.
Acıkan ne yemez, acıyan ne demez. : Geçim sıkıntısı içinde bulunan kişi geçinebilmek için her yolu dener, her işi yapar, canı yanan kişi de sonunu düşünmeden ağzına geleni söyler.
Acıkanın yanağından, susayanın dudağından belli olur. : Bir insanın ne durumda olduğu yüzünden anlaşılır.
Acıklı başta akıl olmaz. : Büyük sıkıntılar içinde bulunanlar mantık dışı işler yapabilirler.
Acıkmış kudurmuştan beterdir. : Uzun süre bir nesnenin yokluğunu çeken kimse, onu gördüğünde büyük bir istekle ona saldırır.
Acından kimse ölmemiş. : Kişi yoksul olabilir, işsiz ve parasız kalabilir ama aç kalmaz, mutlaka bir geçim yolu bulur.
Acındırırsan arsız olur, acıktırırsan hırsız olur. : Koruduğunuz kimsenin sürekli acınmasına izin verirseniz arsız olur, emeğinin karşılığını tam olarak vermediğiniz kişi de hırsız olur.
Acıyan uyumuş, acıkan uyumamış. : İnsan sıkıntıya katlanır da açlığa katlanamaz.
Aç aç ile yatınca arada dilenci doğar. : Karı koca yoksul olursa bunların çocukları da yoksul olur.
Aç aman bilmez, çocuk zaman bilmez. : Aç hiçbir mazeretle susturulamaz, çocuk da istediği şeyi hemen elde etmek ister.
Aç aslandan tok domuz yeğdir. : Soysuz olup para kazanan, soylu olup da para kazanmayandan üstündür.
Aç at yol almaz, aç it av almaz. : İş gördürdüğünüz kimselerin haklarını tam olarak vermezseniz kendilerinden yararlanamazsınız.
Aç ayı oynamaz. : Kendisinden iş beklenilen kimseden emeğinin karşılığı esirgenmemelidir.
Aç domuz darıdan çıkmaz. : Kötü yaradılışlı aç olan kimse kime, neye zarar verdiğini düşünmeden sadece karnını doyurmaya bakar.
Aç doymam, tok acıkmam sanır. : Aç insan elde ettiğinden çoğunu ister, varlıklı insan ise daha fazlasını ister.
Aç elini kora sokar. : Aç insan, geçimini sağlamak için kendisini her türlü tehlikeye atar.
Aç esner, âşık gerinir. : Herkes içinde bulunduğu koşula göre davranır.
Aç gezmektense tok ölmek yeğdir. : Yoksulluk ölümden de beterdir.
Aç gözünü, açarlar gözünü. : Yaptığın işlerde uyanık davranmazsan çok kötü durumlarla karşılaşır, gözünü dört açmak zorunda kalırsın.
Aç ile dost olayım diyen peşin karnını doyursun. : Yakınlık kurduğumuz kimsenin sağlama olanağı bulunmayan şeyi, ondan beklemeden kendimiz elde etmeye çalışmalıyız.
Aç ile eceli gelen söyleşir. : Açın gözü hiçbir şeyi görmez, karnını doyurabilmek için kendisine güçlük çıkaran bir kimseyi öldürebilir.
Aç it fırın duvarını deler. : Aç kimse karnını doyurmak için önüne çıkan engellerin tamamını aşar ve isteğini elde eder.
Aç kalmak, borçlu olmaktan iyidir. : Sözünün eri olana, borcunu ödeyememek aç kalmaktan daha ağır gelir.
Aç köpek fırın deler. : Aç kimse karnını doyurmak için önüne çıkan engellerin tamamını aşar ve isteğini elde eder.
Aç kurt aslana saldırır. : Aç kimse karnını doyurmak için gerekirse ölümü göze alır.
Aç kurt yavrusunu yer. : Açın gözü kararmıştır, karnını doyurmak için ölümü bile göze alarak kendisinden kat kat güçlü olan yaratıklarla boğuşur.
Aç mezarı yoktur. : Kişi yoksul olabilir, işsiz ve parasız kalabilir ama aç kalmaz, mutlaka bir geçim yolu bulur.
Aç ne yemez, tok ne demez. : Yoksul kimse eline geçen şeyin iyisine kötüsüne bakmaz, varlıklı kişi ise en güzel şeylerde bile kusur bulur.
Aç ölmez gözü kararır, susuz ölmez benzi sararır. : Yoksulluk insanı öldürmez ama türlü türlü üzüntü ve sıkıntı içinde yıpratır.
Aç tavuk kendini arpa (buğday) ambarında sanır. : İnsanlar, yokluğunu, yoksulluğunu çektikleri şeyler için olmayacak hayaller, düşler kurar.
Aç tokun gözüne bakmakla doymaz. : Yoksul insanla ilgilenmek ancak ona yardım etmekle olur.
Aç yanında sarpın kurcalanmaz. : Bir kimsenin yanında, onun çok duyarlı olduğu konuya değinmemek gerekir.
Aç yeri başka, acı yeri başka. : İnsanın yüreği ne denli acıyla dolu olsa da yemek yemeyi ister.
Aça dokuz yorgan örtmüşler, yine uyuyamamış. : 1) aç olan kimse, kendisine ne kadar rahatlık sağlanırsa sağlansın, dinlendirilemez. 2) bir şeye ihtiyaç duyan kimse, ancak onun giderilmesiyle rahata kavuşturulabilir.
Açık ağız aç kalmaz. : İsteklerini uygun bir biçimde söylemesini bilen kimse, onları önünde sonunda elde eder.
Açık g*te herkes tükürür. : Utanç verici, iğrendirici davranışları herkes ayıplar, tiksinti ile karşılar.
Açık kaba it değer (siyer). : Gizli kalması gereken şeyler herkese söylenirse bundan büyük zararlar doğar.
Açık yaraya tuz ekilmez. : Acısı henüz taze olan bir kimsenin üzüntüsü, birtakım söz ve davranışlarla artırılmamalıdır.
Açılan solar, ağlayan güler. : Hiçbir durum olduğu gibi kalmaz, gün gelir tersine döner.
Açın gözü ekmek teknesinde olur. : Kişinin tek düşüncesi, yaşaması için gerekli olan şeyi elde etmektir.
Açın imanı olmaz. : Aç olan kimseden her türlü kötülük beklenebilir.
Açın karnı doyar, gözü doymaz. : Tutkulu olduğu konuda insan doyumsuzdur, yetinmek bilmez.
Açın koynunda (karnında) ekmek durmaz (eğleşmez). : Kazancı yetmeyen kişi, eline geçeni hemen harcar, yarını için bir şey saklayamaz.
Açın kursağına çörek dayanmaz. : Yoksulluk içinde bulunan kimsenin bir eksiği giderilse başka bir eksiği kendini gösterir.
Açın uykusu gelmez. : 1) aç olan kimse, kendisine ne kadar rahatlık sağlanırsa sağlansın, dinlendirilemez. 2) bir şeye ihtiyaç duyan kimse, ancak onun giderilmesiyle rahata kavuşturulabilir.
Açlık ile tokluğun arası yarım yufka. : Yoksul olan buna üzülmemelidir, küçücük bir şey bile en büyük ihtiyacı gidermeye yeter.
Açma sırrını dostuna, dostunun dostu vardır o da söyler dostuna. : Bir sır en yakın dosta bile söylenmemelidir.
Açtı ağzını, yumdu gözünü. : Öfkelenerek veya kızarak ağır sözler söyledi.
Açtırma kutuyu, söyletme kötüyü. : Kendin hakkındaki kötü düşüncelerimi veya bildiklerimi bana söyletme.
Ada bana, adayım sana. : Sen bir kimse için fedakârlıkta bulunursan o da senin için fedakârlıkta bulunur.
Adam adama (gene, her zaman) gerek olur. : İnsanların birbirlerine her zaman gereksinimleri olur.
Adam adama yük değil, can gövdeye mülk değil. : Konuğumuzdan veya yanımıza bir iş için gelen kimseden yüksünmemeliyiz çünkü onlar yanımızda sürekli olarak kalmazlar.
Adam adamdan korkmaz, utanır. : İnsanları ahlaklı davranmaya iten korku değil, küçük görülme duygusudur.
Adam adamdır olmasa da pulu, eşek eşektir atlastan olsa çulu. : İnsanın değeri zengin olmakla artmaz, asıl olan insanlığıdır.
Adam adamı bir kere aldatır. : Bir kimse başka bir kimseyi ancak bir kez aldatabilir, diğeri bir daha aldatmasına izin vermez.
Adam olacak çocuk bokundan belli olur. : Bir kimsenin yeni başladığı işte usta olup olamayacağı ilk davranışlarından anlaşılır.
Adam olana bir söz yeter. : Anlayışlı olan kimse için bir şeyin bir kez söylenmesi yeterli olur.
Adamak kolay, ödemek zordur. : Söz vermek kolaydır ancak o sözü yerine getirmek zordur.
Adamakla mal tükenmez. : Yardım sözle değil, gerçekten fedakârlık yapılarak gerçekleştirilir.
Adamın (kimsenin) adı çıkmadansa canı çıkması (yeğdir). : İnsanın haklı veya haksız yere adı bir defalık kötüye çıktı mı ondan sonra yaptıkları hep o gözle değerlendirilir.
Adamın adı çıkacağına canı çıksın. : İnsanın haklı veya haksız yere adı bir defalık kötüye çıktı mı ondan sonra yaptıkları hep o gözle değerlendirilir.
Adamın iyisi işbaşında (alışverişte) belli olur. : Bir kişinin iyi ve becerikli olduğu yaptığı işlerden anlaşılır.
Adamın kötüsü olmaz, meğer züğürt ola. : Toplum içinde herkesin bir değeri vardır ancak züğürtlere değer verilmez.
Adamın yere bakanından, suyun yavaş akanından kork. : Duygu ve düşüncelerini açığa vurmayan sessiz insan yavaş akan derin su gibi tehlikelidir.
Adamlık sen de kalsın. : 1) karşı taraf iyilik bilmese de sen yine iyilik et 2) bu işi nasıl olsa sana yaptıracaklar, bari kendiliğinden yap da onurunu koru.
Ağa borç eder, uşak harç. : Ağa para sıkıntısı içinde olup borç etse de uşak, bunu anlamaz ve bol harcamayı sürdürür.
Ağaca balta vurmuşlar ?sapı bedenimden? demiş. : İnsana en yakını bile kötülük edebilir.
Ağaca çıkan keçinin dala bakan oğlağı olur. : Çocuklar ana ve babalarından öğrendiklerini yapmaya özenirler.
Ağaca çıksa pabucu yerde kalmaz. : Davranışlarına engel olacak hiçbir takıntısı yok.
Ağaca dayanma kurur, adama (insana) dayanma ölür. : İnsan yapacağı işte başkalarına değil, kendine güvenmelidir.
Ağacı kurt, insanı dert yer. : Kurt ağacı nasıl içten içe kemirirse dert de insanı içten içe yer bitirir.
Ağacın kurdu içinde olur. : Bir topluluğu çökertecek olan şey yine kendi içinden çıkar.
Ağacın meyvesi olunca, başını aşağı salar. : Yararlı eserler veren, bilgi ve erdemle donanmış kimse alçak gönüllü olur.
Ağaç kökünden yıkılır. : Bir düzen, ayrıntıların değişmesiyle değil temelin bozulmasıyla yıkılır.
Ağaç ne kadar uzasa göğe ermez. : İnsan ne kadar yükselirse yükselsin bir yerde durur.
Ağaç ucuna yel değer, güzel kişiye söz değer. : Güzel insanlar her yerde ilgi çekerler, her zaman onların sözü kabul edilir.
Ağaç yaprağıyla gürler (güzeldir). : İnsan önemli işleri akrabası, yakınları, yandaşlarından güç alarak daha kolay yapar.
Ağaç yaş (fidan) iken eğilir. : İnsanlar küçük yaşta kolay eğitilir.
Ağaç yeşert meyve getirsin, oğlan büyüt ekmek getirsin. : Erkek evlat meyve veren ağaç gibidir, günü gelince evin geçim yükünü hafifletir.
Ağaçtan maşa olmaz. : Yeteneksiz, beceriksiz kimse önemli işlerde kullanılamaz.
Ağaçtan maşa, abdaldan paşa olmaz. : Yeteneksiz, beceriksiz kimse önemli işlerde kullanılamaz.
Ağalık (beylik) vermekle, yiğitlik vurmakla. : Sözü geçer bir adam olmak istersen herkese yardımda bulunacaksın, yiğit adam olmak için de savaşta da barışta da vurucu, kırıcı olacaksın.
Ağanın alnı terlemezse ırgadın burnu kanamaz. : İşveren işçisi ile birlikte çalışmazsa işçi işe var gücüyle sarılmaz.
Ağanın eli tutulmaz. : Zengin olarak düşünülen kişiden anılmaya değer bir bağış beklenir.
Ağanın gözü ata tımardır. : İş sahipleri denetimlerini sürekli yaparlarsa işler yolunda gider.
Ağanın gözü öküzü (ineği) semiz eder. : Ana babalar çocuklarına, mal sahipleri de mallarına iyi bakarlarsa iyi sonuçlar alınır.
Ağanın gözü, yiğidin sözü. : Çalışanlarını gereği gibi yöneten ve çalıştıran kişi iyi bir yöneticidir, sözünün eri olan kimse de yiğittir.
Ağanın malı çıkar, uşağın canı. : Bir afeti önlemek için işveren malını, işçi de canını feda eder.
Ağaran baş, ağlayan göz gizlenmez. : Belirtileri meydanda olan yaşlılık ve izleri ortada duran üzüntü ne yapılsa gizlenemez.
Ağası güçlü olanın kulu asi olur. : Dişli birine dayanan, güvenen kişi herkese kafa tutar, kabadayıca davranır.
Ağası güçlü olanın, kulu suçlu olur. : Kuvvetli kimselerin suçları yanındakilere yüklenir.
Ağası yiğit olanın etbaı sarhoş gezer. : Dişli birine dayanan, güvenen kişi herkese kafa tutar, kabadayıca davranır.
Ağılda oğlak doğsa ovada otu biter. : Tanrı her yarattığının rızkını verir.
Ağır ağır demeli, çabuk çabuk yemeli. : Yemeği çabuk yemelisin, dediğinin anlaşılabilmesi için de sözleri tane tane ve yavaş yavaş söylemelisin.
Ağır basar yeğni kalkar. : Ağırbaşlı olan, herkesten saygı görür, ağırbaşlı olmayana ise kimse değer vermez.
Ağır git ki yol alasın. : Bir işte başarılı olmak isteyen kimse, ağır ağır ama güvenilir adımlarla yürümelidir.
Ağır kazan geç kaynar. : 1) kalın kafalı insan bir konuyu zor anlar 2) tembel olan işi geç yapar.
Ağır ol da molla desinler. : Ağırbaşlı davranan itibarlı olur.
Ağır ol, batman gel. : Ağırbaşlı ol ki el üstünde tutulasın.
Ağır otur ki bey (ağa, molla) desinler. : Ağırbaşlı ol ki büyüğümüz diye sana saygı göstersinler.
Ağır taş batman döver. : Ağırbaşlı insan kimsenin oyuncağı olmaz, onu yıpratmaya kimsenin gücü yetmez.
Ağır taş yerinden oynamaz. : Ağırbaşlı insan kimsenin oyuncağı olmaz, onu yıpratmaya kimsenin gücü yetmez.
Ağır yongayı yel kaldırmaz. : Ağırbaşlı kimseye ufak tefek olaylar etki edemez, zarar veremez.
Ağız yemese, yüz utanmaz. : Armağan alan, armağanı verenin isteğini yerine getirmemeye çekinir ve mutlaka yapmaya çalışır.
Ağız yer, yüz utanır. : Armağan alan, armağanı verenin isteğini yerine getirmemeye çekinir ve mutlaka yapmaya çalışır.
Ağızdan burun yakın, kardeşten karın yakın. : İnsanın kendi yararı her şeyden önemlidir.
Ağlama ölü için ağla diri için. : Ölüp giden aslında dünyanın bütün dert ve sıkıntılarından kurtulmuştur onun adına üzülmek yersizdir, esas dünyada kalan ve onun sıkıntısını çekenler için üzülmek gerekir.
Ağlama ölü için, ağla deli için. : Yakınlarından biri ölenin acısı zamanla küllenir ancak bir yakını deli olanın acısı hiçbir zaman dinmez.
Ağlamak para etmez. : Üzülmenin yararı olmaz.
Ağlamakla yâr ele girmez. : Kişi çok sevdiği şeye yalnızca özlemini çekmekle kavuşamaz, onu elde etmenin yollarını bulmalıdır.
Ağlar gözden, sahte sözden kendini sakın. : Kendini acındıranlardan kork.
Ağlarsa anam ağlar, başkası (kalanı) yalan ağlar. : İnsanın sıkıntısını yürekten paylaşan yalnızca annesidir, diğerlerinin üzülmesi yüzeyseldir.
Ağlatan gülmez. : Başkalarına zulmeden kimsenin kötülüğü yerde kalmaz, kendisine döner, o da ağlar.
Ağlayanın malı gülene hayretmez. : Birinden haksız olarak alınan mal, alana yarar sağlamaz.
Ağlayıp da gözden mi olayım?. : Meseleyi büyütüp sıkıntıya girmek gereksiz.
Ağrılardan göz ağrısı, her kişinin öz ağrısı. : Herkesi en çok ilgilendiren kendi derdidir.
Ağrısız baş mezarda gerek. : Herkesin bir sıkıntısı vardır, bu sıkıntılar ancak ölümle biter.
Ağustosta beyni kaynayanın zemheride kazanı kaynar. : Yazın çalışan kışın rahat eder.
Ağustosta gölge kovan zemheride karnın ovar. : Elinde fırsat varken geleceğini sağlamaya gayret göstermeyip eğlenceye, keyfe dalan kimse sonunda aç kalır ve perişan olur.
Ağustosta yatanı, zemheride büvelek tutar. : Elinde fırsat varken geleceğini sağlamaya gayret göstermeyip eğlenceye, keyfe dalan kimse sonunda aç kalır ve perişan olur.
Ağustosun yarısı yaz yarısı kıştır. : Ağustos ayının ortalarında yaz sıcakları azalır, serinlik başlar.
Ağzı eğri, gözü şaşı ensesinden belli olur. : Bir kişinin tutum ve davranışları, o kişide birtakım eksiklikler bulunduğunu gösterir.
Ağzına bir zeytin verir, altına (ardına) tulum tutar. : Yaptığı küçük iyiliklere karşılık büyük çıkar bekler.
Ahmak gelin yengeyi halayığı sanır. : Ahmak kimse kendisini koruyup gözeten kişiye hizmetine verilmiş biri gözüyle bakar ve saygısız davranışlarıyla onun gönlünü kırarak hizmetinden yoksun kalır.
Ahmak misafir ev sahibini ağırlar. : Başkalarının görev ve yetkilerine karışmak ahmaklıktır.
Ak akçe kara gün içindir. : Çalışarak kazandığımız para, dar zamanımızda bizi sıkıntıdan kurtarır.
Ak g*t (don, bacak) kara g*t (don, bacak) kara geçit başında (hamamda) belli olur. : Bir iddiadaki doğruluk ancak deney veya sınav sonucunda belli olur.
Ak gün ağartır, kara gün karartır. : Mutlu bir yaşayış kişiyi dinç kılar, mutsuz bir yaşam ise yıpratır.
Ak koyunu gören içi dolu yağ sanır. : Bir şeyin dış görünüşüne bakarak içinin de öyle olduğunu sananlar yanılırlar.
Ak koyunun kara kuzusu da olur. : İyi bir ailenin çocuğu kötü de olabilir.
Ak köpeğin (itin) pamuk pazarına (pamuğa, pamukçuya) zararı vardır. : Kötü şey, görünüşte iyi şeye benziyorsa iyi şeyin değeri azalır.
Akan su yosun tutmaz. : Tembel tembel oturan kimse hantallaşır, iş yapma yeteneğini yitirir, çalışan kimse gittikçe açılır, daha yararlı işler yapar.
Akara kokara bakma çuvala girene bak. : İyi, kötü deme mal ve para biriktir.
Akarsu çukurunu kendi kazır. : Bir şeyi yapma isteği ve gücü bulunan kimse, uygun bir çalışma yönü ve alanı bulur.
Akarsu pislik tutmaz. : Bir insan ne kadar çok çalışırsa o kadar kötü düşünceden ve kötülük yapmaktan uzak olur.
Akarsuya inanma, eloğluna dayanma. : Akışı ne kadar yavaş olursa olsun akarsuya girmek tehlikelidir, eloğluna güvenmek de doğru değildir, insanı zarara sokabilir.
Akçe akıl öğretir, don yürüyüş. : İmkânların fazlalığı insanların iyi işler yapmasını kolaylaştırır.
Akı karası geçitte belli olur. : Bir iddiadaki doğruluk ancak deney veya sınav sonucunda belli olur.
Akıl (göz) var, izan (mantık, yakın) var. : 1) herhangi bir şey bilgiye ve mantığa dayalı olarak yapılmalıdır 2) her şey ortadadır.
Akıl adama sermayedir. : Bir kimsenin giriştiği işlerde en büyük yardımcısı aklıdır.
Akıl akıl, gel çengele takıl. : Bir sorunun nasıl çözümleneceğini düşünememe durumunda söylenen bir söz.
Akıl akıldan üstündür. : Bir kimsenin aklına gelmeyen bir çare, başka birinin aklına gelebilir.
Akıl için yol (tarik) birdir. : Doğruyu bulmak için aklın izleyeceği bir tek yol vardır, bu yoldan gidenlerin hepsi aynı sonuca varır.
Akıl kişiye (adama) sermayedir. : Bir kimsenin giriştiği işlerde en büyük yardımcısı aklıdır.
Akıl olmayınca ne yapsın sakal?. : Kişi yaşlandığında olgunlaşmayıp akılsız kalmışsa çocukça işler yapar.
Akıl para ile satılmaz. : Delice iş yapan zenginler bulunduğu gibi akıllıca iş yapan fakirler de vardır.
Akıl yaşta değil, baştadır. : Akıllı olmanın yaşla ilgisi yoktur, bazı küçükler büyüklerden daha akıllı olabilir.
Akıllar gelin olmuş, herkes kendininkini beğenmiş. : İnsan kendi aklını, düşüncesini başkasınınkinden üstün görür.
Akılları pazara çıkarmışlar, herkes yine kendi aklını almış. : İnsan kendi aklını, düşüncesini başkasınınkinden üstün görür.
Akıllı düşman akılsız dosttan hayırlıdır. : Akılsız kimse iyi niyetli olsa dahi yaptığı işin ne gibi kötü sonuçlar doğuracağını hesap edemediğinden dostuna bilmeyerek fenalık edebilir, akıllı düşmanın yapacağı kötülükse akıl yoluyla sezilir ve gereken tedbir alınabilir.
Akıllı düşününceye kadar deli çocuğunu (oğlunu) everir. : Kendilerini akıllı sananlar çok kez akılsız diye tanınanlardan daha az başarı gösterir.
Akıllı köprü arayıncaya dek deli suyu geçer. : Atak kişi tehlikeyi göze alarak işe girişir ve çabuk sonuç alır.
Akıllı oğlan neyler ata malını, akılsız oğlan neyler ata malını. : Çocuk akıllı ise babasından mal kalsın diye beklemez, malı kendisi kazanır akılsızsa babası ne kadar çok mal bırakırsa bıraksın, değerini bilmez ve onu kısa zamanda bitirir.
Akıllı, sözünü akılsıza söyletir. : Başkası adına konuşmak, insanın başını derde sokar.
Akılsız başın cezasını (zahmetini) ayak çeker. : Bir işte düşüncesizce davranan kişi her türlü olumsuz sonuca katlanır.
Akılsız köpeği (ahmak iti) yol kocatır. : İyice düşünülmeden, tasarlanmadan yapılmaya çalışılan iş sırasında birçok sorun ortaya çıkar ve kolay bir iş bile zorlaşır.
Akın (beyazın) adı (var), karanın (esmerin) tadı (var). : Beyaz tenli olanlar güzel sayılsa da gerçek güzellik ve şirinlik esmerlerdedir.
Akil isen açma sırrın dostuna, çünkü dostun dostu vardır, o da söyler dostuna. : Bir sır en yakın dosta bile söylenmemelidir.
Akla gelmeyen başa gelir. : İnsan ummadığı, düşünmediği şeylerle karşılaşabilir.
Aklı başa yaş getirir. : Deneyim, yıllar içerisinde elde edilir.
Aklın yolu birdir. : İyi düşünüldüğünde ayrı ayrı kimselerce varılacak sonuç hep aynıdır.
Aklına geleni işleme, her ağacı taşlama. : Sonunu düşünmeksizin aklına eseni yapan, herkese sataşan kimse bu davranışının büyük zararlarını görür.
Aklınla rezil olursun, aklınla vezir olursun. : Aklını iyi kullanan saygı görür, kullanmayan kendini küçük düşürür.
Akmasa da damlar. : Çok değilse bile az çok bir gelir veya kazanç sağlar.
Akraba ile ye, iç alışveriş etme. : Alışverişte iki taraf da kendi çıkarını düşündüğünden iki dost arasındaki alışveriş dostluğu bozabilir, bu nedenle de dostluklarını sürdürmek isteyenler birbirleriyle alışverişte bulunmamalıdırlar.
Aksak eşekle yüksek dağa çıkılmaz. : Eksik aletle sağlıklı iş yapılmaz.
Akşam ise yat, sabah ise git. : Geceler uyku, gündüzler iş zamanıdır.
Akşam oldu kon, sabah oldu göç. : Geceler uyku, gündüzler iş zamanıdır.
Akşama karşı gitme, tana karşı yatma. : Yolculuğa gece değil sabah erken çıkılmalıdır.
Akşamın hayrından sabahın şerri iyidir (yeğdir). : İşinizi akşamüzeri veya gece yapmayın, sabaha bırakın çünkü gece iş yapmanın kötü yönleri daha çoktur.
Akşamın işini sabaha (yarına) bırakma. : Bugün yapılması gereken bir işi ertesi güne bırakma.
Al aslan tutar, güç sıçan tutmaz. : Bir kimse zekâsını kullanarak kendisinden güçlü olan yaratığı yenebilir ancak gücünü kullanarak kendisinden daha güçsüz ama zeki olan bir yaratığın üstesinden gelemez.
Al elmaya taş atan çok olur. : Değerli kimselere sataşan çok olur.
Al giyen alınır. : 1) göz alıcı giysi giyen güzele hemen istekli çıkar 2) bir işin yapılışıyla uzaktan bile olsa ilgisi bulunan kimse, o iş üzerindeki eleştirileri üzerine alır.
Al gömlek gizlenmez. : Bazı kötü şeylerin gizlenmesi mümkün değildir.
Al ile aslan tutulur, güç ile sıçan (gücüğen) tutulmaz. : Bir kimse zekâsını kullanarak kendisinden güçlü olan yaratığı yenebilir ancak gücünü kullanarak kendisinden daha güçsüz ama zeki olan bir yaratığın üstesinden gelemez.
Al kaşağıyı gir ahıra, yarası (yağırı) olan gocunur (gocunsun). : Bir yolsuzluğun suçluları aranırken o işte kusuru olan kişi telaşlanır.
Al malın iyisini, çekme kaygısını. : Malın iyisini alan, onu tasasız kullanır.
Ala keçi her vakit püsküllü oğlak doğurmaz. : Değerli bir şeyden her zaman istenilen verim alınmaz.
Ala keçiyi gören içi dolu yağ sanır. : Bir şeyin dış görünüşüne bakarak içinin de öyle olduğunu sananlar yanılırlar.
Alacağım olsun da alakargada olsun. : Borçlu olmaktansa alacaklı olmak iyi bir şeydir.
Alacakla verecek (borç) ödenmez. : Bir yerden alacağınız parayla başka bir yere olan borcunuzu kapatamazsınız.
Alakargada alacağım olsun, alamazsam gözümü oysun. : Borçlu olmaktansa alacaklı olmak iyi bir şeydir.
Alçacık eşeğe herkes biner. : Güçsüz ve koruyucusuz bir kimseyi buyruk altına almak ve ezmek kolaydır.
Alçak eşek binmeye kolay, öksüz çocuk dövmeye kolay. : Nasıl ki boyu kısa olan eşeğe binmek kolaysa öksüz çocuğa kötü davranmak da onu koruyan kimse olmadığı için kolay olur.
Alçak uçan yüce konar, yüce uçan (konan) alçak konar (uçar). : Alçak gönüllü olan toplum içinde saygı görür ve yücelir, kendisini herkesten üstün gören sevilmez ve toplum içinde iyi bir yer edinemez.
Alçak yer yiğidi hor gösterir. : Basit bir çevrede yaşayan, önemsiz bir görevde çalışan her yönden değerli olan kişi önemsiz bir görevde çalışıyorsa yeteneklerini tam olarak gösteremez, bundan dolayı değeri anlaşılmaz.
Alçak yerde tepecik kendisini dağ sanır. : Bilgili kimselerin bulunmadığı yerde cahil kişi bilgiçlik taslar.
Alçak yerde yatma sel alır, yüksek yerde yatma yel alır. : İnsan kendi durumuna göre bir yaşam tarzı benimsemeli, arkadaşlarını da ona göre seçmelidir.
Âleme verir talkını (telkini), kendi yutar salkımı. : Kendisinin inanmadığı ve tutmadığı öğütleri başkalarına kolayca verir.
Âlemin ağzı torba değil ki büzesin. : Başkalarının söyleyeceklerine engel olamazsınız.
Alet işler, el övünür. : Bir kimse ne kadar usta olursa olsun gerekli araçları olmadan kusursuz iş yapamaz.
Alıcı kuşun ömrü az olur. : Başkalarına saldırmayı alışkanlık edinen kimsenin düşmanı çok olur, bu düşmanlar onun canına kıyarlar.
Alışmadık g*tte don durmaz. : Bir kimse alışmadığı, sıkıcı bir duruma kendini kolay kolay uyduramaz, ondan bir an önce kurtulmaya çalışır.
Alışmış kudurmuştan beterdir. : Alışılan bir şeyden kolayca vazgeçilmez.
Âlim unutmuş, kalem unutmamış. : İnsan ne kadar bilgili olursa olsun her şeyi aklında tutamayacağı için unutulmaması istenilen şey mutlaka yazılmalıdır.
Âlimden zalim doğar. : Topluma yaptıklarıyla daima yararlı olmuş bir bilginin çocuğu da öyle olacak diye bir kural yoktur.
Allah bal mumu yakana bal mumu, yağ mumu yakana yağ mumu verir. : Tanrı bol harcayana bol, az harcayana az verir.
Allah bana, ben de sana. : Şimdi sana borcumu ödeyecek param yok, kazanırsam öderim.
Allah bilir ama kul da sezer. : Bir işin nasıl bir sonuç vereceğini ancak tanrı bilir ama insan da kafasını kullanarak aşağı yukarı bir tahminde bulunabilir.
Allah bilir ama kul da sezer. : Bir işin nasıl bir sonuç vereceğini ancak tanrı bilir ama insan da kafasını kullanarak aşağı yukarı bir tahminde bulunabilir.
Allah çam isteyene çam, mum isteyene mum verir. : Tanrı bol harcayana bol, az harcayana az verir.
Allah dağına göre kar verir. : Tanrı herkese dayanabileceği ölçüde sıkıntı verir.
Allah dokuzda verdiğini sekizde almaz. : Alın yazısı ne ise o olur.
Allah gümüş kapıyı kaparsa altın kapıyı açar. : İşi bozulan kişi umutsuzluğa düşmemeli, tanrı’nın onu daha iyi bir işe kavuşturacağına inanmalıdır.
Allah kardeşi kardeş yaratmış, kesesini ayrı yaratmış. : Geçim konusunda kimse kimseye yük olmamalıdır.
Allah kulundan geçmez. : Tanrı dar zamanlarında kulunun imdadına yetişir.
Allah kulunu kısmeti ile yaratır. : Bu dünyada herkesin dar veya geniş, bir geçim yolu vardır.
Allah sabırlı kulunu sever. : Tanrı sabırlı kulunu sevdiği için sabırlı olmaya daha çok dikkat etmeliyiz.
Allah sağ gözü (eli) sol göze (ele) muhtaç etmesin. : Tanrı kimseyi kimseye, en yakınlarına bile muhtaç etmesin.
Allah sevdiğine dert verir. : Tanrı, derdin kendisinden geldiğine inanarak yakınmayanları ödüllendireceği için sevdiğine dert ve
Allah c.c. rızasını insanların alkışlamasına hoş görmesine hak bildiği şeyi söylememesine değişmek Allah c.c.ve İslam'a karşı gelmektir.İnsanlara kendini beğendireceğine Allah c.c.beğendirmek lazımdır. Mahmud Esad Coşan. Akra fm. Hadisler Deryası. Allah c.c. Rızasını düşünelim Allah c.c. yolunda yürüyelim. İslam'a hizmet edenleri Allah c.c. korur.
Diyorlar ki Dost acı söyler? Acıyı söyleyene Dost denilmez ki! Seni sevmeyen acı söyler. Dostun, sana söyleyeceği acı dahi olsa, senin canını acıtmayacak şekilde tatlı dille söyler. Şems-i Tebrizi Ey gönül! Şimdi sorarım sana, hangi aşk daha büyüktür? Anlatılarak dile düşen mi, anlatılmayıp yürek deşen mi? Şems-i Tebrizi Kalp midir insana sev diyen, yoksa yalnızlık mıdır körükleyen? Sahi nedir sevmek? Bir muma ateş olmak mı, yoksa yanan ateşe dokunmak mı? Şems-i Tebrizi Sevmeyene karınca yük, sevene filler karınca. Dağı bile taşır insan aşık olup inanınca. Şems-i Tebrizi Allah’ın bile insanlar hakkındaki hükmünü, ömürleri sona erdikten sonra verdiğine inanırken… Biz kim oluyoruz da insanları birkaç kez görmek, iki-üç yazı okumak, birkaç dedikodu dinlemekle, yargılama hakkına sahip olabiliyoruz! Şems-i Tebrizi Hayata tepeden bakarsan insanların sadece tepesini görürsün. Hayata daima insanlarla aynı mesafeden bak. O zaman onların hem yüzünü, hem kalbini görürsün. Şems-i Tebrizi Bir şey yap, güzel olsun. Çok mu zor? O vakit güzel bir şey söyle. Dilin mi dönmüyor? Güzel bir şey gör veya güzel bir şey yaz. Beceremez misin? Öyleyse güzel bir şeye başla. Ama hep güzel şeyler olsun. Çünkü her insan ölecek yaşta.. Şems-i Tebrizi Güzel bir gülü, güzel bir geceyi, güzel bir dostu herkes ister. Önemli olan gülü dikeniyle, geceyi gizemiyle, dostu tüm derdiyle sevebilmektir. Şems-i Tebrizi Bir gül kadar güzel ol; ama dikeni kadar zalim olma. Birine öyle bir söz söyle ki, ya yaşat ya da öldür; ama asla yaralı bırakma. Şems-i Tebrizi Ne diye böbürlenip büyükleniyorsun. Doğumun bir damla su, ölümün bir avuç toprak değil mi? Şems-i Tebrizi Sen ol da, ister ‘yâr’ ol, ister ‘yara’; lütfun da başım üstüne, kahrın da. Şems-i Tebrizi
Sözler hakikat değildir ağızdan çıkan seslerdir. Hakikati öğrenmek için söze değil yaşamaya ihtiyaç vardır. Şems-i Tebrizi Dostluk gül olmaktır yaprağı ile de dikeni ile de. Şems-i Tebrizi Eğer susarsan konuşman daha aydınlık olur. Çünkü sükutta hem sessizliğin ışığı, hem de konuşmanın faydası gizlidir. Şems-i Tebrizi Anladım ki: İnsanlar Susanı korkak, Görmezden geleni aptal, Affetmeyi bileni çantada keklik sanıyorlar, Oysa ki; biz istediğimiz kadar hayatımızdalar. Göz yumduğumuz kadar dürüstler ve sustuğumuz kadar insanlar..! Şems-i Tebrizi Şeytanda insandaki özelliklerin birisi hariç hepsi vardır. Şeytanda eksik olan tek nimet aşk… Şeytanın insanı çekememesi aşksızlığındandır. Şems-i Tebrizi Gül, her gönlün mürşididir; kimini kokusuyla şad eder; kimini de dikeniyle irşad eder. Şems-i Tebrizi Önce sevgiyi anlayalım. Şems-i Tebrizi Ey Celaleddin, talipsen yüreğime, yalnızlığını adayacaksın bana. Şems-i Tebrizi Her insan için bir aşık olma zamanı vardır, bir de ölmek zamanı… Şems-i Tebrizi Ey aşk! Sen öyle bir kişisin ki, dünya tokları, senin vuslatının açlarıdır. Şems-i Tebrizi Gel bakalım ateşle nasıl oynanır göstereyim.. Gör bakalım ateş mi seni yakar, sen mi ateşi ? Şems-i Tebrizi Esas kirlilik, dışta değil içte, kisvede değil, kalpte olur. Yıkamakla çıkmayan tek pislik kalplerde yağ bağlamış haset ve art niyettir. Şems-i Tebrizi Hüzün, taze tutar aşk yarasını. Yaramdan da hoşum, yârimden de. Şems-i Tebrizi Yaşarken anlayamadıkları değerleri, öldükten sonra anlamanın kimseye faydası yok. Sevdiğinizi dirileştirmenin yolu, hayatın tazeliğinde itiraf ve ifade etmektir. Şems-i Tebrizi Hakk’ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını? Şems-i Tebrizi Kadın; bilene nefes, bilmeyene nefstir. Şems-i Tebrizi Kıyamet günü, ”Bedenim, bedenim” diyeceksin. Hz. Muhammed, ”Ümmetim, ümmetim” diyecek. Cennet, ”Hissem, hissem” diyecek. Cehennem, ”Payım, payım” diyecek. Rabbu’l-İzzet, ”Kulum, kulum ”diyecek.
Allah bir insanı senin elinle ayağa kaldıracaksa, sen nasıl elini uzatmazsın ? Allah seni insanlara sevdirmek istiyor, Allah senin dağılmış parçalarını topluyor. Aşka nankörlük etme! Şems-i Tebrizi Hakiki dost Allah gibi mahrem olmalıdır. Dostun çirkinliklerine, hoşa gitmeyen hallerine tahammül etmeli, hatasından incinmemelidir. Dosttan yüz çevirmemelidir, dosta itiraz etmemelidir. Nitekim rahmeti bol olan Allah kullarının ayıplarından, günahlarından, noksanlarından dolayı onlardan yüz çevirmez. Tam bir inayet ve şefkatle, onlara rızkını verir. İşte garazsız, ivazsız dostluk budur… Şems-i Tebrizi Sende o var bu var, falan dedi var, falan anlattı var, peki sende senden ne var Mevlana? Şems-i Tebrizi Gençliğimde aradığımı yaşlılığımda buldum , neylersin. Ya ben erken geldim ya sen geç kaldın vuslata , neylersin. Kader! Şems-i Tebrizi Musikinin ritminde bir sır saklıdır; eğer onu ifşa etseydim dünya alt üst olurdu.. Şems-i Tebrizi Her yolun bir adabı vardır. Allah’ı sevmenin de bir adabı vardır. Derviş sadece gönlü geniş ve ruhu gezgin bir sufi demek değildir ki. Şems-i Tebrizi Alimken arif oldun, peki aşık olmaya namzet misin? Şems-i Tebrizi Kapımıza değil, kalbimize vuran buyursun! Şems-i Tebrizi Ey İnsan… Kafdağı kadar yüksekte olsan da, kefene sığacak kadar küçüksün. Unutma, her şeyin bir hesabı var: Üzdüğün kadar üzülürsün. Şems-i Tebrizi İlim üç şeydir: Zikreden dil, şükreden kalp, sabreden beden… Şems-i Tebrizi Sen nasıl bir pınarsın Mevlana’m, içtikçe daha çok susadığım… Şems-i Tebrizi Aşık odur ki, Allah’tan aldığı aşk emanetini Allah’a verir. Aşk mezhebinde her şey Yüce Aşk’a kurbandır. Şems-i Tebrizi İnsanlar maşuk aramıyor, bencil duygularına köle arıyor. Köle buluyor ama aşkı bulamıyor… Şems-i Tebrizi Her şey insanoğluna feda iken insanoğlu ise kendine cefa olmuştur. Şems-i Tebrizi Sığ suları en hafif rüzgarlar bile coşturabiliyor. Derin denizleri ise ancak derin sevdalar. Anladım ki, derin ve esrarengiz olan her şey susuyor. Anladım ki susan her şey derin ve heybetli… Şems-i Tebrizi Bu nicelik ve nitelik dünyasının ucunda Dertli sesiyle konuşan bir adam durmakta Gözü kartallarınkinden bile daha keskin Yüzü şahididir gönül ateşinin İç ateşinin yakıcılığı artıyor her zaman Arzuyla dolu bir ruhtan, yanan bir avuç topraktı Aşk ve sarhoşluktan nasipsiz bilginler Tedavi için nabzını hekim eline verdiler… Şems-i Tebrizi Allah senin kapından aşk sarayına bir insan alacaksa, o insana sen nasıl ben seni sevmiyorum dersin? Şems-i Tebrizi Elalem şarap içer sarhoş olur, biz aşk ehliyiz içmeden sarhoş olmuşuz.. Şems-i Tebrizi İnsanoğlunun edepten nasibi yoksa, insan değildir. İnsan ile hayvanı ayıran edeptir… Şems-i Tebrizi Yolun ucunun nereye varacağını düşünmek beyhude bir çabadan ibarettir. Sen sadece atacağın ilk adımı düşünmekle yükümlüsün. Gerisi zaten kendiliğinden gelir. Şems-i Tebrizi Sabır nedir? Dikene bakıp gülü, geceye bakıp gündüzü tahayyül edebilmektir. Şems-i Tebrizi Allah âşıkları, sabrı gülbeşeker gibi tatlı tatlı emer, hazmeder. Ve bilirler ki, gökteki ayın hilalden dolunaya varması için zaman gerekir.
Fakîh Ebü’l-Leys-i Semerkandî ( radıyallahü anh ) şöyle buyurdu: “Yedi sözü söylemeye riâyet eden, Allahü teâlânın katında ve meleklerinin yanında şerefli olur. Deniz köpüğü kadar da olsa, Allahü teâlâ, onun günahlarını af ve mağfiret eder, tâatin tadını duyar. Hayâtı da, vefâtı da hayr olur. Bu yedi söz şunlardır: 1- Her işe başlarken Bismillah demek, 2- Her işi bitirince Elhamdülillah demek, 3- Fâidesiz şeyler söylediği zaman istiğfar etmek, 4-Bir iş yapılmak istenince, inşâallah demek, 5- İstemediği bir şey başına gelince, “La havle velâ kuvvete illâ billâh-il-aliyyil azîm” demek. 6- Başına bir musibet gelince, “İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn” demek, 7- Gece-gündüz her zaman, “La ilahe illallah Muhammedün Resûlullah” demek.” http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Islam-Alimleri-Ansiklopedisi/Detay/IBN-I-HACER-I-ASKALANI/3001
Güzel bir söz var; işinizin iyi olması için içinizin güzel olması lazım. Bunun için öncelikle içimizi iyi yapmamız lazım. Altınoluk ekim 2018.sayı 392. sy.10.
Hak Din, İslâm'dır. Nefs ve şeytanın silahı: Vesvese. O s.a.v. Ne Öğretti, Nasıl Öğretti, Ne Hasıl etti? Cenâb-ı Hak ile dost olmanın şartı:"secde et ve yaklaş!" İslâm Mükemmeldir, Muhteşemdir! Bütün sistemler İslam'a Muhtaçtır. Evlâtlara en güzel miras, İslâm karakter ve şahsiyetini miras bırakmaktır. Okuyup yaşayanlara ve yaşatanlara ne mutlu. "Anam, babam, canım, malım Sana fedâ olsun yâ Rasulallah!" diyebilenlere ne mutlu! Peygamberlerin, Hak dostlarının ve Salih kulların bıraktığı en güzel miras, imanlı nesillerdir.....Fecre andolsun!..(fecr.1) Yüzakı.Dergisi.yıl 14.Ekim 2018...164.
Allahümmerhamni min zamâni hâzâ.Yâni: -Ey Allah c.c. ım. Sen beni şu yaşadığım zaman ve ânın her türlü fitne, cevir, zulüm, isyan ve her türlü fesatlarından koru ve sakla. Kara Davud Delail-i Hayrat Şerhi.sy.521.
Ve ihdâkıl fiteni ve tetâvüli ehlil cür'eti aleyye vestid'âfihim iyyâye.Yâni: -Allah c.c.ım beni fitnelerin sarıp sarmalamasından, halkın biribirine hiyanet artıklığından, emanetin azlığından, hâkim ve yargıçların cevrinden, zulmünden,bilgisizliğinden, düzenin hatalı olmasından, bunlara benzeyen fitnelerden sana sığınırım. Kara Davud Delâil-i Hayrat Şerhi.sy.521.
Hem de zulme, yağmaya fesada yeltenenlerin benim üzerime tecavüz etmelerinden ve onların beni zayıf ve hakir görmelerinden ve böylece bana hücum etmelerinden, cevir ve zulümlerinden beni koru, bana rahmet ey!e ya rabbim. Kara Davud Delâil-i Hayrât Şerhi.sy.521.
1. Siz bugün öyle bir zamandasınız ki, sizlere emrolunanın onda birini terketseniz helak olursunuz. Ama öyle bir zaman gelecektir ki, emrolunanın onda birini yapanlar kurtulacaklardır. Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
2. Siz bugün öyle bir zamandasınız ki, alimleri çok, hatibleri azdır. Bugün bir kimse bildiğinin onda birini terketse düşer. Bir zaman gelecektir ki, bileni az, anlatmaya çalışanı (hatibleri) çok olacak. O zamanda, bildiğinin onda birini yapan kurtulacaktır. Ravi: Hz. Ebû Zerr (r.a.)
3. Siz bugün tam bir Hak dini üzerinderisiniz. Ben sizin çokluğunuzla iftihar ederim. Benden sonra gerilemeyin. Ravi: Hz. Câbir (r.a.)
4. Siz memleketinizin kıtlığından (Kıtlık, pahalılık, şiddet) şikayetçi olursunuz. Yağmurdan (azlığından) şikayetçi olursunuz. Halbuki Aziz ve Celil olan Allah, size duayı emretmiş, Ve şu duaya icabet etmeyi de size vaad etmiştir. "Bütün Hamdler, Rahman, Rahim ve Alemlerin Rabbi olan Allaha mahsustur. O ceza gününün sahibidir. Ondan başka gerçek Mabud yoktur. O murad ettiğini yapar. Ey Allahım! Sen Allahsın, Senden başka İlah yoktur. Ancak sensin zengin. Biz ise fıkarayız. Bize yağmur indir. Bize indirdiğini bizim için kuvvet yap. Ulaştırıcı yap, bir vakte kadar." Ravi: Hz. Âişe (r.anha)
5. Siz mansur ve muzaffer olacaksınız. İsabetli yol üzerindesiniz. Siz ganaime, şarkla garbın futuhatına erişeceksiniz. Sizden herhangi biriniz buna ulaşırsa, Allah'tan korksun. (Takvayı elden bırakmasın) Emr-i bil maruf, nehy-i anil münker yapsın ve sılai rahimde bulunsun. Akrabalık bağlarını birleştirsin. Kim kasten Bana yalan isnad ederse ateşteki yerine hazırlansın. Ravi: Hz. İbni Mes'ud (r.anhüma)
6. Sizler yaya, binekli olarak ve yüz üstünde bu tarafa (Şam tarafına) toplanacaksınız. Ravi: Hz. Bekr (r.a.)
7. Yakında birkaç bölüğe ayrılacaksınız. Bir kısmınız Şam, Mısır, lrak ve Yemen'de olacak. Dediler: "Hangi tarafta bulunalım?" Buyurdu ki, Şamdakilere katılın. Veya ona katılamazsanız, Yemen'e gidin ve onun göllerinin suyundan istifade edin. Allah Teala Bana Şam'ı tekefful etti. Ravi: Hz. Ebud derda (r.a.)
8. Ameller kablar gibidir. Altı güzel olursa üstü de güzel olur, altı bozuk olursa üstü de bozuk olur. Ravi: Hz. Muaviye (r.a.)
9. Ameller niyetlere göredir. Herkes için aslolan niyet ettiği şeydir. Her kim Allah'a ve Resulüne hicreti niyet etti ise, onun hicreti Allah'a ve Resulünedir. Her kim hicreti kendine isabet edecek bir dünyalığa veya nikah edeceği bir kadına niyet etti ise, onun hicreti o niyet ettiğinedir. Ravi: Hz. Ömer (r.a.) Ò z
1. Bir kimse Kur'anı okusa, hıfzetse, ve ahkamını zabdetse, onun helalini helal, haramını haram olarak tatbik etse, Allah o kimseyi Cennete sokar ve ehli beytinden de kendilerine ateş gerekmiş on kişiye şefaat hakkı tanır. Ravi: Hz. Ali (r.a.)
2. Bir kimse Kur'anı okur da, Allah (z.c.hz.)lerinin yarattıklarından birine bundan daha efdal bir şey verildiğini zannederse, Allah'ın büyütüldüğünü küçültmüş ve Allahın küçülttüğünü büyültmüş olur. Kur'an hamiline de herkes gibi her şeye dalmaması, cahillik edenler gibi cahillik yapmaması, bilakis Kur'an'ın izzeti sebebile affetmesi ve cahillerden yüz çevirmesi yaraşır. Ravi: Hz. İbni Ömer (r.anhüma)
3. Bir kimse her gün yüzünden iki yüz ayet okursa, kabrinin etrafındaki yedi kabir hakkında şefaatçi kılınır. Müşrik bile olsalar, ana babasından, Allah azabı hafifletir. Ravi: Hz Ebud Derda (r.a.)
4. Bir kimse emirin yanında (Riya için) Allah'ın kitabını okursa, Allah o kimseye emirin yanında okuduğu her bir harfe karşılık bir lanet eder. Emire de on lanet eder. Kıyamet günü Kur'an o kimse ile muhasama eder. O orada "Helak olduk" diye bağırır da, işte o kimse, kendilerine "Bu gün yanlız bir kere helak olmayı değil, bir çok defa helak olduk diye bağırın" denilenlerden olur. Ravi: Hz. Ebud Derda (r.a.)
5. Bir kimse her farz namazdan sonra "Ayetül Kürsiyi" okursa onu Cennete girmekten hiç bir şey alıkoyamaz, ölümden gayri. Ravi: Hz. Ebû Ümâme (r.a.)
6. Bir kimse her gece "İza Vakaatil Vâkıa" suresini okursa ona ebedi olarak fakirlik isabet etmez. Ve bir kimse de her gece "La uksimi bi yevmil kıyameti" suresini okursa, kıyamet günü yüzü ayın ondördü gibi olduğu halde Allah'a mülaki olur. Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
7. Bir kimse abdestin arkasından, "İnna enzelnahü fi leyletil kadr" suresini bir kere okursa sıddıklardan olur. Onu iki kere okuyan şehidler divanındadır. Onu üç kere okursa Allah onu Peygamberleri haşrettiği gibi haşreder. Ravi: Hz. Enes (r.a.)
8. Bir kimse elli defa "İhlas" suresini okursa Allah onun elli senelik günahını affeder. Ravi: Hz. Enes (r.a.)
9. Bir kimse "Kul hüvallahü Ehad" suresini ikiyüz kere okursa, Allah onun iki yüz senelik günahını affeder. Ravi: Hz. Enes (r.a.)
10. Bir kimse dört halden kaçınmak şartıyla "İhlas" suresini yüz kere okursa Allah onun elli senelik hatasını affeder. Cana, mala, ırza dokunmaz ve içkiden korunursa. Ravi: Hz. Enes (r.a.)
11. Bir kimse bin kere "İhlas" okursa, kendini Allah (z.c.hz.)den satın almış olur. Ravi: Hz. Huzeyfe (r.a.)
12. Bir kimse her farz namazdan sonra on kere "İhlas" okursa, Allah (z.c.hz.) kendisine rızai şerifini ve mağfiretini lazım kılar. Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
1. Bir kimse Cuma namazından sonra yedişer kere, "Kul hüvallahu ehad, Kul eûzü birabbil felak, kul eûzü bi Rabbin nâsi" surelerini okursa, Aziz ve Celil olan Allah bu sebeble onu diğer Cuma'ya kadar zarar ve kötülüklerden korur. Ravi: Hz. Âişe (r.anha)
2. Bir kimse bir gecede bin ayet okursa Allah'a, kendinin yüzüne güler bulduğu halde mülaki olur. "Ya Resulallah bin ayet okumaya kimin gücü yeter?" diye sorulunca, Resulallah: "Bismillahirrahmanirrahim Elhâkümüttekâsür"ü sonuna kadar okudu da şöyle buyurdu: Nefsim yed-i kudretinde olana yemin ederim ki, bu sure bin ayete bedeldir. Ravi: Hz. Ömer (r.a.)
3. Bir kimse bir din kardeşinin dünya hacetlerinden bir hacetini görürse, Allah (z.c.hz.) onun yetmiş iki hacetini görür ki, en kolayı mağfirettir. Ravi: Hz. Enes (r.a.)
4. Bir kimse din kardeşinin masiyet olmayan bir hacetini görürse, ölene kadar Allah'a ibadet etmiş gibi olur. Ravi: Hz. Enes (r.a.)
5. Bir kimsenin malı az, iyali çok, namazı güzel olursa ve müslümanları gıybet etmezse kıyamet gününde o ve Ben şöyle yanyana oluruz. Ravi: Hz. Ebû Said (r.a.)
6. Bir kimse Allah'a ve ahiret gününe inanırsa ailesini hamama göndermesin. Ve bir kimse Allah'a ve ahiret gününe inanırsa içki içilen sofraya oturmasın. Bir kimse Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa yanında mahremi olmayan bir kadınla yanlız kalmasın. Zira o ikisinin üçüncüsü şeytan olur. Ravi: Hz. Câbir (r.a.)
7. Bir kimse Allah'a ve kıyamet gününe inanıyorsa komşusuna iyilik etsin. Bir kimse Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa misafirine ikram etsin. Ve bir kimse Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa ya hayır söylesin ya sussun. Ravi: Hz. Ebû Şureyh (r.a.)
8. Bir kimse kurbanını namazdan evvel keserse onun yerine bir diğerini daha kessin. Ve kesmemişse Bismillah ile kessin. Ravi: Hz. Cündeb (r.a.)
9. Sizden bir kimse kudret sahibi ise ve eli genişse evlensin. Zira bu, gözünü haramdan koruyucu ve azasını da muhafaza edicidir. Kimin de eli geniş değilse ve iktidarı yoksa oruç onun için enemedir. (şehvetini kırıcıdır) Ravi: Hz. Osman (r.a.)
10. Birinizin saçı varsa ona ikram etsin. Denildi ki: "Onun ikramı nasıl olur?" Buyurdu ki: "Onu her gün yağlarsın ve tararsın. Ravi: Hz. Osman (r.a.)
11. Bir kimse Allah'a ve kıyamet gününe inanırsa misafire ikram etsin. Dediler ki: "Misafire ikram nasıl olur?" Buyurdu ki: "Üç gün, (hoş tutacak, hizmet edecek.) Bundan sonra oturursa bu ona sadakadır. Ravi: Hz. Ebû Said (r.a.)
1. Ahir zamanda ümmetim üzerine şiddetli bir bela zuhur eder. Bundan ancak iki sınıf kurulur: Biri Allah'ın dinini tanır ve onun için lisan ve kalbi ile mücadele eder. İkinci ise dinini anlamış, dinlemiş ve tasdik etmiştir. (Yani cahil kalanlar bu belada tehlikededir) Ravi: Hz. Ömer (r.a.)
2. Zekatı vermeniz, İslamiyetinizin kemalindendir. Ravi: Hz. Alkame (r.a.)
3. İmam, namazı tamamlayıp cemaate doğru dönünceye kadar onunla bulunan, gece kâim sevabını alır. Ravi: Hz. Ebû Zerr (r.a.)
4. İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelir ki, faiz yemeyen adam kalmaz. Onu yemese bile kendisine tozu isabet eder. Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
5. Erkeklerin kadınlara bakması mekruh olduğu gibi, kadınların da erkeklere bakması mekruhdur. Ravi: Hz. Ümmü Seleme (r.anha)
6. Cennete ancak müslüman girer. Allah (z.c.hz) bu dini isterse facirle de teyid eder. Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
7. Bir taife üreyecek ve Allah'ın kitabını dillerinin ucundan okuyacaklar ve okun yaydan çıkması gibi boş olarak dinden çıkacaklar. Ben onlara yetişseydim kendilerini, Semudu katleder gibi katlederdim. (Bunlar havariçtir.) Ravi: Hz. Ebû Said (r.a.)
8. Hiç bir Peygamberin ruhu, cennetteki makamını görmeden kabz olunmamıştır. Sonra serbest bırakılır. (Kendi ister, ruhu öyle kabz olur.) Ravi: Hz. Âişe (r. anha)
9. Sizlerin üzerinizde bazı umera bulunur. Yaman söyler ve zulüm yaparlar. Kim ki, bunların yalanlarını tasdik eder ve zulümlerine yardım ederse ben onlardan değilim, onlar da Benden değildir ve havzıma da gelemezler. Kim de onların yalanlarını tasdik etmez ve zulümlerine yardımcı olmazsa o Bendendir, Ben de ondanım. Ve havzımda Benim yanıma gelir. Ravi: Hz. Huzeyfe (r.a.)
1. Rabbına itaat edip, kocasının hakkını ödiyen, ona nefsi ve malı hususunda hıyanet etmiyen kadınla şehid arasında, Cennette bir derece fark kalır. Kocası güzel ahlaklı ve mü'min ise Cennette de onun kocası olur. Değilse, Allah (z.c.hz) onu bir şehidle evlendirir. Ravi: Hz. Meymune (r.a.)
2. Bir kadına, kocasının izni olmayınca kendi malına tasarrufu caiz olmaz. Ravi: Hz. Kaab İbni Malik (r.a.)
3. Harem de bir adam haddini aşacak, onun günahı da insin ve cinnin günahını aşacaktır. Ravi: Hz. İbni Ömer (r.a.)
4. (Hz. Ebu Bekir r.anh'a) Senin yanında bir melek vardı. Sana yapılan tecavüzü reddediyordu. Ne vakit sen onun bazı sözlerini redde başladın, araya şeytan girdi. Ben de burada şeytanla oturamam dedi ve şöyel buyurdu: Üç şey haktır; Zulme uğrıyan bir kul Allah için (ehemmiyet vermez) oralı olmazsa, Allah (z.a.hz) da, yardımı ile onu aziz eder. Bir adam sılai rahim niyetiyle verme kapısını açarsa, Allah (z.c.hz) da ona bolluk ihsan eder. Bir kimse de çoğaltmak için isteme kapısını açarsa, onu da Allah darlığa düşürür. Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
5. Siz arzın şark ve garbını feth edeceksiniz. O zaman memuriyet yapanlar Cehennemliktir. Allah'tan korkanlar müstesna. Ravi: Meharib'den bir kimseden.
6. Benden evvelki Peygamberlerden hiç bir Peygamber yoktur ki, arkasına yedi kişi verilmiş olmasın. Bunlar necib ve yardımcı kimselerdir. Bana ise on dört kişi verildi. Bunlar Hz. Hamza, Cafer, Ali, Hasan, Hüseyin, Ebu Bekir, Ömer, İbni Mes'ud, Ebu Zer, Mikdat, Huzeyfe, Ammar, Bilal ve Suheyb (r.anhüm)dür. Ravi: Hz. Ali (r.a.)
7. Benden sonra hamamlar olacak. Bunlarda kadınlar için hayır yoktur, örtüsü ile girse bile. Hiç bir kadın yoktur ki, evinden başka yerde başını açsın da, Allah (z.c.hz) ile arasındaki kerameti kaybolmasın. Ravi: Hz. Âişe (r. anha)
8. Kıyamet gününde bir münâdi nida eder: "Nerede ümmeti Muhammedin (s.a.v) fıkaraları, kalkın! Size kim Allah (z.c.hz) uğrunda bir şey verdi, yedirdi ve içirdi, eski veya yeni bir şey giydirdi ise, tutun elinden de götürün Cennete," Orada hiçbir kimse fakir kimse olmıyacak ki, arkadaşını kollamasın. Birisi diyecek ki: "Bu beni yedirdi.". Öbürü diyecek ki: "Bu beni içirdi". Böylece ümmeti Muhammed'in (s.a.v) fakirlerinden, küçük büyük bunu yapmıyan kalmaz ve böylece cemîan Cennete dahil olurlar. Ravi: Hz. Enes (r.a.)
1. Ben size filan-falan kimseleri ateşle yakmanızı emretmiştim. Halbuki ateşle ancak Allah azab eder. Eğer onları yakalarsınız öldürün, kafi. Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
2. Ben sizin önünüzden "Havza" varıp, sizi arayacağım. Kim ki Beni orada bulur ve Havzı kevserden içerse bir daha susamaz. Öyle kimseler gelecek ki, Ben onları, onlar da Beni tanıyacak. Fakat kendileriyle aramız açılacak. Soracağım. Niye böyle? Denilecek ki: "Onlar senden sonra yaramaz işler yaptılar?" O zaman Ben onlara sahip çıkmıyacak ve benden sonra (dini) değiştirenlere "uzak , uzak olun" diyeceğim. Ravi: Hz. Sehl İbni Saad (r.a.)
3. Sizin üzerinize üç şeyden korkarım. Ki bunlar da vuku bulacaktır: Alimin hatası, Münafıkın Kur'anla cidali, Dünyalık kapısının size açılması. (Dünyanın yıkım oluşu şundandır. Dünya muhabbeti gönüle girerse çok fazla uyanıklık istiyor. Dünya teveccühüne aldanmasa da vasıta gibi hizmetinde kullansa büyük bir nimettir.) Ravi: Hz Muaz (r.a.)
4. Kadınlarla biat edildiğinde el almam. Lakin ben onlardan Allah'ın aldığını alırım. (Kadınlardan sözle, erkeklerden ise söz ve musafaha ile biat alırlardı.) Ravi: Hz. Enes binti Yezid (r.a.)
5. Öyle kast ediyorum ki, cemaate bir imam tayin edeyim, kendim de dolaşayım. Ve Cuma günü kimi evinde bulursam yakayım. Ravi: Hz. İbni Mektum (r.a.)
6. Ben Rabbimden ümmetim için şefaat diledim. Onu bana verdi. Bu, şirk koşmıyan her mü'mine nasib olacaktır. Ravi: Hz. Ebû Zerr (r.a.)
7. Ben sizin görmediklerinizi görüyor, işitmediklerinizi işitiyorum. Gök gıcırdıyor, hakkıdır da. Gökte dört parmaklık boş bir yer yok ki, oraya bir melek secde etmiş olmasın. Nefsim kudretinin elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Benim bildiğimi siz bilseydiniz, az güler çok ağlardınız. Döşekler üzerinde kadınlarla telezzüz edemezdiniz ve bağrınızı döverek yabana uğrardınız. Ravi: Hz. Ebû Zerr (r.a.)
8. Ben bir kelime biliyorum ki, ölümü yakın olan kimse onu derse, ruhu rahatlık bulur ve kıyamette de ona nur olur. Bu, "Lâ ilâhe illallah" dır. Ravi: Hz. Talha (r.a.)
9. Ben bir kelime biliyorum ki, kim onu hakkı ile söylerse Cehennem ona haram olur. O da, "Lâ ilâhe illallah" dır.(Hakkı meselesi haramdan kendisini koruması demektir.) Ravi: Hz. Ömer (r.a.)
10. Ümid ediyorum ki, Bana tabi olanlar Cennet ehlinin dörtte biri, ümid ediyorum ki, üçte biri ve ümid ediyorum ki, yarısı olur (Sonradan üçte ikisi buyurulmuş.)
1. Rabbimden ümmetimi kıtlıkla helak etmemesini istedim. Onu bana verdi. Ve istedim ki harici düşmanla mahv etmesin. Onu da verdi. Ve yine istedim ki onlar birbirlerinden ayrılmasın ve birbirlerini vurmasın. Onu bana vermedi. O zaman Ben, ya humma ya taun, ya humma ya taun, ya humma ya taun olsun istedim. Ravi: Hz. Muaz (r.a.)
2. Ben öyle bir kelime bilirim ki, musibete uğrıyan adam söylerse, Allah ondan o musibeti kaldırır. Bu kardeşim (Yunus (a.s.)'ın sözüdür ki, (Balığın içinde) karanlıklarda şöyle nida etmişti: "Lâ ilâhe illâ ente, sübhâneke innî küntü minezzâlimîn." (Çok kimse selamete çıkmış. Ayeti kerimenin sonunda da "Böylece mü'minleri kurtarırız" buruyuruluyor.) Ravi: Hz. Saad (r.a.)
3. Melekleri, yer ile gök arasında, Hanzeleyi gümüş levha üzerinde yağmur suyu ile gasl ederlerken gördüm. (Uhud harbinde) Ravi: Hz. Huzeyme (r.a.)
4. Rabbimi çok Kerim ve Mâcid (azamet ve şeref sahibi) buldum. Bana Cennete hesapsız girmeyi vaad ettiği yetmiş bin kişinin her birine de ayrıca yetmişer bin kişi bağışladı. Dedim ki, "Ümmetim o kadarı bulmaz." Buyurdu ki: "Ben onu ağreb (müminlerin cahilleri) den tamamlarım" Ravi: Hz. Amir (r.a.)
5. Rüyamda bir siyah koyun sürüsüne, alaca koyun sürüsünü katılmış gördüm. Tabir et Ya Ebubekir (r.a): "Siyah arabtır. Diğeri de acemden (arabdan gayri) sana tabi olacaklardır." Seher vaktinde melek te böyle tabir etti. Ravi: Hz. Ebû Eyyub (r.a.)
6. Size bir sure okuyacağım ki, kim ağlarsa Cennetliktir. Ağlayamazsa hüzünlü bulunsun (El hakümüttekasur suresi) Ravi: Hz. Abdil Melik (r.a.)
7. Bir kelime biliyorum. Bir mü'minin onu yürekten söylerse ona Cehennem haram olur. (Bu kelime-i şehadettir.) Ravi: Hz. Osman (r.a.)
8. Dün gece rüyamda acaib şeyler gördüm. Ümmetimden bir kimse gördüm ki, azab melekleri onu kuşatmışlardı da abdesti gelib, onu içinde bulunduğu bu istenmiyen halden kurtardı. Gene bir kimse gördüm ki kabir onu sıkıyordu. Namazı ona geldi ve onu kabir azabından kurtardı. Gene bir kimseye şeytanların musallat olduğunu gördüm. Zikrullahı ona geldi ve şeytanın tasallutundan onu kurtardı. (Şeytanın tasallutu yürek sıkıntısından anlaşılır) Gene ümmetimden bir kimse gördüm ki susuzluktan dili çıkmıştı. Ramazan orucu geldi onu suvardı. Yine bir recul gördüm, kendisini zulmet sarmıştı. Haccı ve umresi geldi ve onu o karanlıklardan çıkardı. Birini de gördüm. Melekül Mevt ruhunu kabz etmek için ona gelmişti. Anasına, babasına yaptığı iyilikler gelip o meleğe karşı çıktı ve geri çevirdi. Bir recul de görüm. "müslamanlarla konuşayım" diyor amma konuşturmuyorlardı. Buna da sılai rahmi gelip "Bu adam akrabasına giderdi" diyerek şefaat etti. Onlarla konuştu ve beraber oldu. Birini de gördüm, Peygamberlerin yanına gitmek istiyor, halka halka kovuyorlar onu. Onu da cünüplükten korkar olması (gusül abdesti) geldi de aldı, onu da yanıma oruttu. Bir recul de gördüm, ateşin şiddetinden eliyle korunmak istiyordu. Sadakası geldi de başı üzerinde gölge yaptı ve yüzüne perde oldu. Birini de gördüm, zebaniler kendisini almaya gelmişti. Yaptığı emri bil maruf, nehyi anil münkeri geldi de kendisini kurtardı. Bir recul de gördüm, ateşe atılmış (Allah korkusundan döktüğü) göz yaşları geldi de onu Cehennemden kurtardı. Birini de gördüm, defterini solundan veriliyor. Allah korkusu geldi, onu kurtardı ve defterini sağa aldı. Terazisi hafif gelen bir kimse gördüm. Kendinden evvel ölen çocukları gelip mizanını ağırlaştırdı. Cehennemin kenarında bir adam gördüm, onu da oradan Allah korkusu kurtardı. Birini de gördüm, hurma sazı gibi titriyordu. Allah'a hüsnü zannı geldi ve titremesi durdu. Sırat köprüsünde düşe kalka giden birini gördüm. Onu da selatı selamı gelip kurtardı ve sıratı geçene kadar doğrulttu. Biriside Cennetin kapısına kadar geldi fakat kapılar kapanıyordu. Onu da Kelimei Şehadeti gelip Cennete koydu. Ravi: Hz. Abdurrahman (r.a.)
1. Eğer siz, öküzlerin kuyruğuna yapışır, hilei şeriyeli alışveriş yapar ve cihadı da terkederseniz üzerinize öyle bir zillet verilir ki, Cihada dönmedikçe ve tövbe etmedikçe bundan kurtulamazsınız. Ravi: Hz. İbni Ömer (r.anhüma)
2. Bir adam evinden çocukları, ana babası ve iyali için (onların ihtiyacını temin için ) çıkıyorsa, bu Allah uğrundadır. Çalım, tekebbür ve tefahur için çıkarsa o da şeytan yolundadır. Ravi: Hz. Kaab (r.a.) HTML>ue?
1. Kimse rızkını tamamlamadan ölmez. Sabırsızlık etmeyin. Allah'tan korkun Ey insanlar, rızkı aramakta güzel davranın. Helal olanı alın, haram olanı bırakın. Ravi: Hz. Câbir (r.a.)
2. Her insan üç yüz altmış mafsaldan yaratıldı. Kim ki Cenabı Hakka tekbir, tahmid, tehlil, tesbih ve istiğfarda bulunur, yoldan dikeni, taşı, kemiği kaldırır ve emri bil maruf ve nehyi anil münker yaparsa (Bunları üçyüz altmış kadar yaparsa) o kimse akşama cehennemden kendini uzaklaştırmış olur. Ravi: Hz. Âişe (r. anha)
3. Yakında fitne ve fesad olur. Kim ki bu ümmeti, bir baş altında toplu iken ayırmak isterse kim olursa olsun başını vurun. Ravi: Hz. Arface (r.a.)
4. Derttir. Deva değildir. ("Şarabtan deva olur mu?" sualine karşı) Ravi: Hz. Tarık (r.a.)
5. Benim de kalbime arada kapanıklık gelir ve Cenabı Hakka günde yüz kere istiğfar ederim. Ravi: Hz. Egar (r.a.)
6. Yakında namazı vaktinden geciktirecek umera gelecektir. Sen namazını kıl da öyle git yanlarına, Eğer onlar kılmışsa sen de kılmış vaziyettesin. Kılmamışlarsa sen de onlara uyarsın. Bu senin için nafile olur. Ravi: Hz. Ebû Zerr (r.a.)
7. Yer ile gök arasında hiç bir şey yoktur ki, benim Resulullah olduğumu bilmesin. Yalnız ins ile cinnin kafiri tanımaz. Ravi: Hz. Câbir (r.a.)
8. Sizin üzerinize yakında kabul edeceğiniz veya kabul etmiyeceğiniz işler yapan umera gelir. Kim ki bunu reddeder, beraat kazanır. Hoşlanmıyan selamet kazanır. Hoşlanan, uyan fitneye uğramış olur. Dediler ki: "Onlarla cenkleşmiyelim mi?" Namaz kılarlarsa cenkleşmeyin buyurdu. Ravi: Hz. Ümmü Seleme (r.anha)
9. Allah (z.c.hz) kendinden talep etmiyene kızar. (Kul ihtiyacını zahirde başkalarından istese de esasda her şeyi Allah'tan beklemelidir.) Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
10. Seni (Hz. Ali'ye) ancak mümin sever. Ve sana ancak münafık buğz eder. Ravi: Hz. Ali (r.a.)
11. Benden evvelki peygamberlerden, ümmetimi deccal ile korkutmıyan hiç kimse olmadı. Onun sol gözü şaşı, sağ gözü ise perdelidir. Ve alnında kafir diye yazılıdır. Yanında Cennet, Cehennem diye iki vadi olur. Cennet dediği Cehennem, Cehennemi ise Cennetir. Yanında Peygamber kıyafetinde iki melek bulunur. Biri sağında biri solundadır. Bu beraberlik insanları imtihan içindir. Ve deccal onlara sorar: "Ben sizin Rabbiniz değilmiyim? Diriltiyorum, öldürüyorum." Meleklerden biri "Yalan söylüyorsun" der. Fakat bu sözü yanındaki melekten başkası duymaz. İkinci melek diğerine "Doğru söylüyorsun" der. İkinci meleğin sözünü ise insanlar işitir. Ve zannederler ki, deccalı tasdik etti. Bu da imtihan içindir. Sonra Medine'ye yürür. Giremeyince: "Bu O'nun (s.a.v)ülkesidir" der. Sonra Şam'a yürür. Orada "Akıbeti Efik" mevkiinde Allah onu helak eder. Ravi: Hz. Sefine (r.a.)
Cahız diyor ki: "Doğruluk ve vefâkârlık ikizdir.Sabır ve halimlik de ikizdir.Dinin mükemmeliyeti ve dünyanın dünyanın salah ve düzeni bunlara bağlıdır.Bunların zıtları da her ayrılığın sebebi ve her fesadın temelidir..". Edeb'ün Dünya Ve'ddin. Maverdi.sy.425.
Sabah namazını ilk kılan Âdem, öğle namazını ilk kılan İbrahim, ikindi namazını ilk kılan Yunus, akşam namazını ilk kılan İsâ, yatsı namazını ilk kılan Musa peygamberdir.Aleyimü's-salatü ve's-selâm. Bakara Surasi Tefsiri Mahmud Sâmi Ramazanoğlu. sy.27.
Şekilciler namazı edâdan selâmla çıkarlar.Hakikat ehli ise selâmla namazı devam ettirmeye girerler.Nitekim Allah Teâlâ "Onlar namazlarına devam edrler" buyurmaktadır. Mearic Suresi,23. Bakara Suresi Tefsiri Mahmud Sami Ramazanoğlu sy.30,31.
Namaz kılan bir kavmi namazları korur.Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:"EyMuhammed sana vahyolunan kitabı oku. Namazı dosdoğru kıl. Şüphesiz namaz insanı fuhuş ve kötü şeylerden alıkoyar. Ankebut Suresu, 45.
Yine İmanda izzet, namazda kurbiyyet, infâkda ziyade vardır. Bu surenin ikinci ve üçüncü âyetinde dört şey zikrolunmuştur ki, bunlar kemâl dereceleriyle Hulefâ-i Raşidin -radıyallahü anhüm-de zuhur etmiş vasıflardır;takva, gaybe iman, namazı dosdoğru kılmak ve infak. Bakara Suresi Tefsiri.Mahmud Sâmi Ramazanoğlu. sy.31,32.
İnsanoğlu; doğumundan itibaren isteklerini, arzularını ve ihtiyaçlarını başkalarına anlatmak ve toplum içerisindeki diğer fertlerle irtibat kurmak için, doğduğu ve yaşadığı coğrafyaya ait lisânı kullandı.
Allah Teâla Kur’ân-ı Kerim’de
“Ey îmân edenler; Biz, sizi bir erkek bir dişiden yarattık. Hem sizi, tanışasınız diye milletlere, kabîlelere ayırdık…” (el-Hucurât, 13) buyurarak farklı ırklarda ve dillerde yaratılmanın hikmeti olarak tanışmanın ve anlaşmanın önemini bize bildirdi.
Lisan; bir milletin tarihini, kültürünü ve medeniyetini hem bünyesinde yaşayan fertlere hem de diğer milletlere ulaştırabilmesi ve tarih sahnesinde hayâtiyetini devam ettirebilmesi için gerekli bir araç olmuştur. Kendine ait bir lisânı olmayan bir toplum var olamayacağı gibi, lisânı zayıf olan toplumlar da diğer toplumların ve dillerin istîlâsına maruz kalarak tarih sahnesinden silinip gitmişlerdir.
Lisan; bir milletin kültür ve medeniyet alanında tekâmülünü gösteren en büyük ölçüdür. Zira lisânın zenginliği, kültür ve medeniyetin ne kadar yaygınlaştığını ve ilerlediğini gösterir.
Bin yıldır üzerinde yaşadığımız toprakları yurt edinmiş ve adına Anadolu demiş Türkler; bir millet olarak topyekûn İslâm dîni ile şereflendikten sonra, bu dîne sayısız hizmetlerde bulunmuş, âdeta İslâm’ın dünyaya yayılmasında sancaktarlık vazifesi îfâ etmişlerdir. Türkler, yerleşik hayata geçtikten sonra; ilim dili olan Arapça ile edebiyat ve sohbet dili olan Farsçayı alarak kendi kültür değerleri ile mezcederek bugün adına «Osmanlıca» dediğimiz muhteşem bir lisânı meydana getirmişlerdir.
Osmanlı ecdâdımız, fethettiği ve İslâm’ın sancağını diktiği topraklarda konuşulan dillere dokunmamış ve o dillerden kelimeler almaktan çekinmemiştir. Aldığı bu kelimeleri de kendi kültür süzgecinden geçirmiş; gerek telâffuzunu gerekse mânâlarını değiştirerek, kelime dağarcığını genişletmiş ve zenginleştirmiştir.
Osmanlı Türkçesi, bin yıllık medeniyetin ve kültürün birikimi olan bir dildir. Bu büyük ve zengin lisânı kullanmak, mâzîdeki medeniyetimiz ile irtibat kurmak için elimizdeki en kıymetli anahtardır. Ayrıca tarihimizi, kimliğimizi ve kültür mirasımızı idrak etmenin de en mühim vasıtasıdır.
Bu müstesnâ hazinelere ulaşmak için kullandığımız lisânımız; Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasıyla birlikte, milletimizin büyük gayretleri ile kurulan yeni devlette, -güya yenilik yapmak adına- 1928 yılında harf inkılâbı ile büyük bir kıyıma uğramış, asırlardır kullandığımız alfabe değiştirilerek Lâtin harfleri kabul edilmiştir.
1928’lerde başlatılan harf inkılâbı, 1960’lara kadar Osmanlıca bilen nesillerin yaşamasından dolayı çok fazla etkili olamamıştır. Ancak, eski nesiller vefat edince; «dilde sadeleştirme» adı altında yapılan işgal ve imha çalışması tesirini göstermiş ve zengin lisânımızda yer alan kelimeler atılarak dilimiz âdeta kuşa çevrilmiştir. Değişen lisan ile birlikte; medeniyetimiz, kültürümüz ve millî kimliğimiz de büyük yaralar almıştır.
Dünyanın hiçbir yerinde bir milletin kendi kendine yapamayacağı, ancak bir devletin savaş neticesi başka bir devlet tarafından işgal edilmesi veya sömürge hâline getirilmesi durumunda muhatap olacağı ağır müeyyideler bu millete revâ görülmüş, bin yıldır kullandığı lisan değiştirilerek, milletin geçmişi ile olan bağları koparılmıştır.
Osmanlı Türkçesine yapılan bu işgal ve imha plânının asıl maksadı; yeni nesillerin geçmişleri ile olan irtibatını kesmek, kullanılan Kur’ân alfabesinden doğan derin tefekkürü kaynağında boğmak olmuştur.
Bu hususta, durumun vahâmetini anlamak için sahâbeden Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh-’ın şu sözünü nakletmek elzem olacaktır:
“Bu ümmetin önce geçen nesilleriyle sonra gelen nesilleri arasındaki irtibat kopmadıysa, dâim ve kāimse korkmayın, bu ümmet hayır ve salâh üzeredir.
Ne zamanki irtibat kopar, sonra gelen önce gelenle irtibatı kaybeder, işte büyük fitne ve belâ oradadır.”
Yapılan harf inkılâbı yüzünden, geçmiş ile bağlarımız bir daha onarılması çok zor bir şekilde kesilmiş; milletimiz kanun ile Lâtin harflerinden okuma-yazma öğrenmeye zorlanmıştır.
Alfabeyi değiştirmekle ile yetinmeyenler; bin yıldır bu milletin millî kimliği ve kültürel değerleri ile yoğurup meydana getirdiği kelimeleri «sadeleştirme» adı altında katliâma tâbî tutmuşlardır.
Bir dile, lisâna yeni kelime eklemek çok kötü bir fiil değildir, aksine bu ekleme dili zenginleştirmektir. Ancak bir hususa dikkat etmek gerekir ki; eklenen kelime ya halkın sesi ve zevkiyle birleşmeli yahut da halkın dilinde kullanılan iki kelimenin izdivâcından meydana gelmelidir. Bu iki hâlin dışında meydana gelen kelimeler, yanlış evliliklerden doğan sakat çocuklar misali olacaktır. Bu sakat doğumlara birkaç örnek verecek olursak; «aygıt, yapıt, ödence» kelimelerini duyduğunuzda meramımız anlaşılacaktır. Bir lisâna eklenen kelimeler, eğer halkın süzgecinden geçerse; «Nasıl oluyor?» diye baktığımızda; kullanılan iki kelimenin birleştirildiğini ve ortaya nur topu gibi yeni bir kelime çıkarıldığını görürüz. «Akarsu, anadili, anayol, bozkır, cankurtaran» gibi kelimeler de bunlara örnektir.
Lisânın «sadeleştirme» adı altında, âdeta kuşa çevrilmesine; devrin münevverleri sert tepki göstermişler, ancak sesleri kimsesizliğe boğulmuştur. Bu konuda üstad Necip Fazıl’ın şu mısraları, bize o günleri anlatmaya yeterli olacaktır:
Altı asır, yedi düvele hükmetmiş; bünyesinde bugün de gıpta ile bakılan şairler ve edipler yetiştirmiş bir milleti; ecdâdının yazısını okuyamayacak hâle getirmek, bu millete yapılmış en büyük kötülüktür.
Ecdâdımızdan intikam almak isteyenlerin, bizden çalıp koparmak istedikleri üç değerimiz bulunmaktaydı:
Birincisi; milletimizi birbirine bağlayan ve kaynaştıran dünyanın en güzel dili…
İkincisi; bin yıldır bizi dünyanın en ahlâklı en medenî ve en adâletli milleti yapan İslâm dîni…
Üçüncüsü ise; tarihimize, kültürümüze ve ecdâdımıza olan sevgimiz ve bağlılığımız…
İlkini; harf inkılâbı ile elimizden alıp, binlerce kelimelik dağarcığımızı birkaç yüz kelimeye indirerek maksatlarına ulaştılar.
İkincisini; modernleşme (!) ve dünyevîleşmeye kurban verdik.
Elimizde bir tek üçüncü kaldı ki, onun da bolca hamâsetini yapıyoruz.
Bugün eskisi kadar münevver ve edipler yetiştirememenin, binlerce yıldır yazılan ve bizlere ulaşan ilmî mirası değerlendirememenin, ecdâdımızın yazdığı kıymetli eserlerin kütüphanelerin tozlu raflarında kalmasının acısını yüreğimizde hissediyoruz.
Bize düşen; yapılanlar karşısında dövünüp, sızlanmak değil, aksine -yeniden- kaybettiğimiz kimliğimizi, dilimizi, lisânımızı canlandırmanın yollarını aramak ve bulduğumuz imkânları sonuna kadar değerlendirmektir.
Şu hususu unutmayalım ki bizler; ecdâdımızın millî ve mânevî değerleriyle bütünleşebildiğimiz ve sahip çıktığımız zaman, onların bıraktığı mukaddes emânetleri şerefle taşıyabiliriz. Ancak bu şekilde kendimize has millî ve mânevî şahsiyetimizi yaşatmış ve yarınlara taşımış oluruz.
Allah Teâlâ, bizleri yeniden tarihin şanlı ve şerefli dönemlerindeki hâlimize çevirsin. Kaybettiklerimizi yeniden telâfi etmeyi ve yeniden büyük bir medeniyet hâline gelmemizi nasip eylesin. Bizleri de bu yolda hizmetkâr eylesin.
“Efendiler, soruyorum, düşmanların altı ay sonra iade etmiş olduğu bir toprak var mıdır? Yoktur efendiler. Hangi toprak bir daha iade edilmiştir? Musul’u bir sene sonraya bırakmak… neticede kaybetmek demektir… “Mehmetçiğin süngüsüyle kazanılan muazzam zafer, Lozan’da heba edildi… Misak-ı Milli’den taviz veriliyor…” Bu gür sadanın sahibi, Meclis’teki İkinci Grub’un (iktidardakilere “Birinci Grup” muhaliflere İkinci Grup” deniyordu) lideri Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey’di. Lozan Konferansı hiçbir sonuca ulaşmadan dağılmış (4 Şubat 1923), konu TBMM’ye getirilmişti (21 Şubat 1923). Meclis Başkan Vekili olarak o günkü oturumu yöneten Ali Fuat PaşaTBMM’deki havayı şöyle anlatıyor: “Gerek hükümeti ve gerekse başmurahhas İsmet Paşa’yı mes’ul tutmak yoluna gidiyorlardı. Konuşmaların hemen hepsi, şiddetli ve sinirli idi. Mebusların Misak-ı Milli’den bazı fedakârlıklar yapılmak suretiyle hazırlanan mukabil projenin müttefiklerce kabulü halinde Meclis’in millet muvacehesinde düşeceği durumdan son derece telaşlandıkları belli oluyordu.” Muhalif olarak tanınan İkinci Grub’un lideri Ali Şükrü Bey, iktidarı amansızca eleştiriyordu. Defalarca kürsüye çıkıp, “Mehmetçiğin süngüsü ile kazanılan muazzam zaferi Lozan’da hebâ ettiniz” diye bağırıyor, Lozan heyetinin, Lord Curzon’un oyunlarına kurban gittiğini iddia ediyordu. Öyle çok kürsüye çıkmıştı ki, esasen Lozan muhalifleri arasında bulunanRauf Bey (Orbay) bile sıkılmış, “Şükrü, yeter!” diye bağırmıştı, “artık söz alma!’” Ali Şükrü Bey:“Râuf!.. Ben bu işin fedâisiyim, anladın mı?” diye cevap vererek kürsüye yürümüştü.
Ali Şükrü Bey’in konuşmaları en çok Mustafa Kemal Paşa’yı sinirlendirmişti. Tekrar söz istemesi karşısında öfkeli bir tavırla bağırmaya başladı: “Bir haftadır söylüyorsunuz, memleketi zarardide ediyorsunuz, maksadınız nedir?” Ali Şükrü Bey, maksadını anlatmak isterken, tabancasını çekerek üzerine yürüdü. Ali Şükrü Bey de silahına sarılmıştı. Araya girenlen tarafından olay güçlükle bastırıldı. Oturumu yöneten Meclis Başkan Vekili Ali Fuat Paşa, o günü şöyle anlatıyor: “Mustafa Kemal Paşa, Meclis’te konuşurken, hava oldukça gergindi. O konuşuyor, sözü kesiliyor, o cevaplıyordu. Paşa sözlerini tamamladıktan sonra, Ali Şükrü Bey’in, ‘Ben de söyleyeceğim’ demesi üzerine Gazi Paşa hiddetli bir tavırla: ‘Bir haftadır söylüyorsunuz, memleketi zarardide ediyorsunuz, maksadınız nedir?’ dedi ve kürsüden inerek elleri cebinde olduğu halde asabî bir şekilde Ali Şükrü Bey’in üzerine yürüdü.
Bu arada herkes Meclis’in ortasında birbirine bağırmakta olan meb’usların etrafında toplanmıştı. Ali Şükrü Bey, ‘kimseyi ithama hakkınız yoktur’ diye bağırıyor ve Sinop Mebusu Hakkı Hami Bey de ‘Meclis’te emniyet yok mudur?’ feryadını basıyordu.” Meclis’te zabıt kâtipliği yapan rahmetli Mahir İz,“Yılların İzi” isimli kitabında, Zabıt Müdürü Zeki Bey’in kulağına, “Ali Şükrü Bey bu gece idam fetvasını eliyle imza etti” diye fısıldadığını kaydediyor. Nitekim de öyle oldu: Bu oturumdan yirmi gün kadar sonra, Ali Şükrü Beyaniden ortadan kayboldu. Konu Meclis’e geldi. Sinop meb’usu Hakkı Hâmi Bey kürsüye çıktı: “Efendiler! Eğer Ali Şükrü Bey’e hürriyet-i efkârından(özgür düşüncelerinden) dolayı bir tecâvüz vukû bulmuşsa, ben bütün cihan huzurunda o gibi kirli ele derim ki, Ali Şükrü Bey gibi bu memlekette memleketin hürriyeti için feryâd edecek daha birçok beyler vardır.
Efendiler! Hiç bir zaman milletinfikr-i hürriyeti ve kanaatı silahla öldürülemez. Tehdid ile söndürülemez.” Ardından Erzurum Meb’usu Hüseyin Avni Bey kürsüye çıktı: “Efendiler! Bu şerefli kürsü bugün elîm bir vaziyete sahne oluyor. Bu şerefli milletin meb’usları bugün kalbleri kan bağlamış bir zavallı, bîçâre gibi birbirlerine bakıyorlar. Ey kâbe-i millet! Sana da mı taarruz! Ey ârâ-yı millet, sana da mı taarruz? Ey milletin mukaddesatı sana da mı taarruz?”(Lânet sesleri, bu millet ölmez, zihniyet ölmez, fikir ölmez sesleri). Birkaç gün sonra Şükrü Bey’in cesedi bulundu. İple boğularak öldürülmüş, Çankaya sırtlarında toprağa gömülmüştü. Recep Peker’in bile “Çok temiz, mert ve vatanperver bir arkadaş!.. Yalnız sinirli!... Coştu mu kabına sığmıyor” dediği mert bir muhalif böylece susturulmuştu. Suç, Giresunlu hemşehrisi Topal Osman Ağa’nın üzerine yıkıldı. Böylece bir taşla iki kuş vurulmuş oluyordu! Nihayet o da katledildi. Bununla da yetinilmeyerek başı kesildi. Meclis’in kapısına ayaklarından asıldı. Bu olayların ardından Birinci Meclis dağıtılıp titizlikle tek tek belirlenen isimlerden oluşan İkinci Meclis kuruldu ve Lozan bu Meclis tarafından onaylandı.
Osmanlı Devleti’nde 1868-1876 yılları arasında hazırlanan ve daha çok borçlar, eşya ve yargılama hukuku esaslarını içeren kanun.
Tanzimat’tan itibaren Osmanlı Devleti’nde gerek adlî teşkilât gerekse kanunlaştırma alanında köklü reformların yapıldığı bilinmektedir. Bu çerçevede önce borçlar, kısmen eşya ve şahıs hukuku hükümleri 1868-1876 yıllarında Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye, daha sonra aile hukuku hükümleri 1917’de Hukūk-ı Âile Kararnâmesi adıyla kanunlaşmıştır. Her ikisi de İslâm hukukuna dayalı olarak hazırlanan ilk kanunlar olması dolayısıyla sadece Osmanlı hukuk tarihi bakımından değil İslâm hukuk tarihi bakımından da dikkate değer bir öneme sahiptir ve İslâm ülkeleri tarafından hazırlanan kanunlara öncülük ve örneklik etmiştir.
Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye’nin hazırlanıp kanunlaştırılmasını etkileyen hukukî, iktisadî ve siyasî sebeplerin mevcut olduğu şüphesizdir. Her şeyden önce Tanzimat sonrasında klasik adlî yapı önemli ölçüde değişmiş, tek hâkimli şer‘iyye mahkemelerinin yanı sıra toplu hâkimli ticaret, hukuk ve ceza mahkemeleri kurulmaya başlanmıştı. Genelde nizâmiye mahkemeleri olarak anılan bu mahkemelerin üyelikleri için başlangıçta yeterli hukuk bilgisine ve klasik fıkıh literatürüne vâkıf kimseler bulunamamıştı. Bu sebeple üyelerin yararlanabileceği, Türkçe kanun metinlerinin yazılması ihtiyacı ortaya çıkmıştı. Bu ihtiyaç, özellikle ticaret mahkemelerinin ticarî tecrübeden öte bir birikimi ve hukuk bilgisi bulunmayan üyeleri için daha ileri boyutlara ulaşıyordu. Her ne kadar 1850 tarihli Ticaret Kānunnâme-i Hümâyunu var idiyse de davanın ticareti ilgilendirmeyen ayrıntıları hususunda önemli problemler ortaya çıkıyordu (Ali Haydar, I, 3). Çünkü söz konusu kanunnâme rehin, kefâlet, vekâlet, havâle gibi alanlarda herhangi bir hüküm içermemekteydi. Tanzimat döneminde gerek duyulan hukukçu ihtiyacını karşılamak için klasik medreselerin yanı sıra 1854 yılında Muallimhâne-i Nüvvâb adıyla bir hukuk mektebi açılmış, Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi’nde de 1869’da bir hukuk şubesi kurulmuştu. Ancak bunların gelişmesi ve ihtiyaca cevap vermesi için epeyce bir
süre beklemek gerekiyordu. Öte yandan Hanefî mezhebinin fıkıh ekolleri arasında en gelişmiş ve en fazla doktrin zenginliğine sahip bir mezhep olması, mezhep içinde hemen her konuda farklı görüşlerin varlığını da beraberinde getirmişti. Bu görüşler arasından en doğru ve uygulanabilir olanını tesbit etme zorunda olan kadılar zaman zaman zorlanmakta ve fetva mecmualarından, iş başındaki müftülerden, özellikle de şeyhülislâmdan yararlanmaktaydı. Fakat yine de bu farklı görüşler arasında “kavl-i sahîh”i belirlemek ve onu olaya uygulamak kolay olmuyordu (a.g.e., I, 4). Mecelle, bu farklı görüşlerden sadece uygulamaya esas teşkil edenleri topladığından hâkimlere büyük kolaylık sağlamıştır.
Batı’da gerçekleşen sanayi devrimi büyük bir üretim fazlası ortaya çıkarmıştır. Batılı devletler, bir yandan sömürgelerini genişletip oraları kendileri için ucuz ham madde deposu ve uygun pazar olarak kullanırken öte yandan Osmanlı Devleti gibi sömürgeleştiremedikleri büyük pazarları da kendi ürünlerine açmaya gayret etmişlerdir. Bu gayretler, 1838’de İngiltere’nin Osmanlı Devleti ile yaptığı Baltalimanı Muâhedesi ve diğer devletlerin benzer anlaşmalarında açıkça görülür. Bunun neticesinde Osmanlı Devleti ile Batılı devletlerin ticarî ilişkileri önemli ölçüde artmış, Cevdet Paşa’nın tesbit ettiği gibi özellikle Kırım harbinden sonra büyük bir canlılık göstermiştir (Tezâkir, I, 62). Diğer taraftan Osmanlı Devleti’nde çok yavaş da olsa üretim şekli Batı’dakine benzer bir değişim göstermekteydi. Öncekilerle kıyaslanamayacak bu ticarî yoğunluk özellikle borçlar ve ticaret hukuku alanında yeni hukukî düzenlemeleri gerektirmekteydi. Buna cevap vermek üzere 1850’de Ticaret Kanunnâmesi kabul edilmişti. Ancak bu konudaki boşlukların doldurulması borçlar hukuku alanında da benzer bir düzenlemeyi gerekli kılmaktaydı.
Tanzimat ve sonrası dönemlerinin siyasî şartları, devletin içte ve dışta çözmek zorunda olduğu problemler, yenileşme ve Batılılaşma çabaları Osmanlı Devleti’ni Batı’nın etkisine ve müdahalesine çok açık hale getirmiş, bu durum, hem bir medenî kanun hazırlama hem de bu kanunun alacağı şekil konusunda Osmanlı devlet adamlarını etkilemiştir. Bilhassa Fransa’nın, “Code civil”in Osmanlı Devleti tarafından kabul edilmesi noktasında uyguladığı baskı dönemin şartlarının sonucudur. Bu baskı bir taraftan, 1850 tarihli Ticaret Kanunnâmesi’nin ardından medenî kanunun da kendilerinden alınarak özel hukukun büyük ölçüde Fransız hukukuna göre şekillenmesi arzusundan, diğer taraftan Batı’da bu alandaki ilk kanunlaştırma örneği olan “Code civil”i Osmanlı Devleti’ne kabul ettirerek kültürel ve siyasî bir prestij elde etme çabalarından kaynaklanıyordu. Öte yandan ticaret ve borçlar hukukunun Fransız hukukuna göre şekillenmesi, Batılı tâcirlere ve özellikle Fransızlar’a Osmanlı Devleti ile olan ticarî ilişkilerinde alışık oldukları bir hukukî alt yapı sağlayacaktı.
Hazırlanışı. Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye’nin hazırlanması yönündeki ilk teşebbüs, 1855 yılında Meclis-i Tanzîmât bünyesinde İslâm hukukuna dayanan bir kanun (metn-i metîn) ortaya koymak için bir ilmî cemiyetin kurulmasıyla başlar. Meclis-i Tanzîmât üyesi Rüşdü Molla’nın başkanlığındaki cemiyetin üyeleri arasında Ahmed Cevdet Efendi de (Paşa) yer almaktaydı. Cemiyet, bir süre çalıştıktan ve metn-i metînin ilk kitabı olarak “Kitâbü’l-Büyû‘”u kaleme aldıktan sonra görevini tamamlayamadan dağılmıştır. Cevdet Paşa bu başarısızlıkta cemiyet üyelerinin iyi seçilememiş olmasının rolü bulunduğunu söyler (a.g.e., I, 63). İkinci teşebbüs, 1850 tarihli Ticaret Kānunnâme-i Hümâyunu’nun boşluklarını doldurmak üzere Fransız Medenî Kanunu’nun alınma çabaları esnasında başlamıştır. Sadrazam Âlî Paşa, Girit’ten Sultan Abdülaziz’e gönderdiği 3 Şâban 1284 (30 Kasım 1867) tarihli lâyihada hiç değilse Mısır’da olduğu gibi karma mahkemelerde ve karma davalar için Fransız Medenî Kanunu’nun alınmasının zaruri olduğunu bildirir (Türkgeldi, s. 127). Esasen Âlî Paşa, Said Paşa’ya “Code civil”in Arapça tercümesinden Türkçe’ye aktarılması görevini vermişti. Âlî Paşa’nın bu çabalarında dönemin Fransız büyükelçisi De Bourree’nin de etkisi olduğu söylenebilir (Cevdet Paşa, Ma‘rûzât, s. 200; de Testa, VII, 469, 511).
Öte yandan millî bir kanunun hazırlanması fikri gittikçe ağır basıyordu. İleri gelen vekillerden oluşan bir encümen-i mahsûsta özellikle Ahmed Cevdet Paşa’nın ısrarı, Fuad Paşa ve Şirvânîzâde Rüşdü Paşa’nın da onu desteklemesi sonucunda Âlî Paşa ve Kabûlî Paşa’nın isteği yönünde Fransız Medenî Kanunu’nun alınmasından vazgeçilip İslâm hukukunun ilgili hükümlerinin kanunlaştırılmasına karar verildi. Bu maksatla Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye nâzırı Ahmed Cevdet Paşa’nın başkanlığında Mecelle Cemiyeti oluşturularak kanunun telifine başlandı. Cevdet Paşa, daha önce Arazi Kanunnâmesi başta olmak üzere birçok kanunun hazırlanmasında etkin rol almış, metn-i metîn teşebbüsünde de bulunmuştu. İlk kuruluşunda Evkāf-ı Hümâyun müfettişi Seyyid Halil, Şûrâ-yı Devlet üyesi Seyfeddin ve Mehmed Emin, Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye üyesi Ahmed Hulûsi ve Ahmed Hilmi ile İbn Âbidinzâde Alâeddin’den oluşan Mecelle Cemiyeti önce 100 maddelik mukaddimeyi ve ilk kitap olan “Kitâbü’l-Büyû‘”u hazırlayarak şeyhülislâmlığın ve diğer ileri gelen hukukçuların incelemesine sundu. Bu bölüm, gelen değerlendirmeler ışığında gerekli düzeltmeler yapılarak 8 Zilhicce 1285 (22 Mart 1869) tarihli bir mazbata ile sadârete takdim edildi. Sadâret tarafından 7 Muharrem 1286’da (19 Nisan 1869) padişaha sunulan mukaddime ve “Kitâbü’l-Büyû‘” ertesi gün tasdik edilerek yürürlüğe girdi (ilk kitabın yürürlük tarihi konusundaki farklı değerlendirmeler için bk. Eisenman, s. 21-22). Bunu 6 Zilkade 1286’da (7 Şubat 1870) icârât, 18 Muharrem 1287’de (20 Nisan 1870) kefâlet, 25 Safer 1288’de (16 Mayıs 1871) havâle ve rehin kitapları takip etti.
Üçüncü kitabın yürürlüğe girmesinden sonra 24 Muharrem 1287’de (26 Nisan 1870) Cevdet Paşa, Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye Nezâreti’nden alınarak Bursa valiliğine tayin edildi. Mecelle Cemiyeti şeyhülislâmlığa bağlandı ve başkanlığına Gerdankıran Ömer Efendi getirildi. Cevdet Paşa’nın azlinden önce dördüncü kitap olan “Kitâbü’l-Havâle” bitirilip 16 Muharrem 1287 (18 Nisan 1870) tarihinde sadârete sunulmuş, “Kitâbü’r-Rehin” de büyük ölçüde tamamlanmıştı. Ancak Cevdet Paşa’nın Mecelle’den ayrılması sırasında “Kitâbü’r-Rehin”in en önemli maddesi unutulmuş ve rehnedilen malın zayi olması durumunda ne gibi sonuç doğuracağı belirtilmemişti. Cevdet Paşa epeyce bir zaman sonra bu eksikliği 1108. maddede dolaylı olarak telâfi etmiştir. Cevdet Paşa’nın Mecelle Cemiyeti’nden ayrılmasında Fransız büyükelçisi De Bourree’nin muhalefetinin önemli rolü olduğu anlaşılmaktadır. Fransız elçisi, “Code civil”in alınmasının önemli ölçüde Cevdet Paşa tarafından engellendiğini görerek ona yönelik muhalefetini sürdürmüştür. Ancak bu azilde, Mecelle’nin şeyhülislâmlıkta değil Adliye Nezâreti’nde Cevdet Paşa’nın başkanlığında hazırlanmasına ve “Kitâbü’l-Havâle”nin
692. maddesinde, önde gelen Hanefî hukukçularına göre daha az bilinen Hanefî hukukçusu Züfer b. Hüzeyl’in görüşünün alınmasına Şeyhülislâm Hasan Fehmi Efendi’nin karşı çıkmasının rolü vardır. Bu arada Cevdet Paşa’nın muhafazakâr görüşlerinin dönemin Batıcı devlet adamlarını rahatsız etmesi de muhtemelen bunda etkili olmuştur. Fakat itiraz üzerine şeyhülislâmlıkça tekrar incelenen 692. madde sonradan sakıncalı görülmemiş ve Cevdet Paşa’nın düzenlediği şekliyle kalmıştır (Mardin, s. 83-85).
Mecelle Cemiyeti, önceden büyük ölçüde hazırlanmış bulunan “Kitâbü’r-Rehin”i yayımladıktan sonra “Kitâbü’l-Vedîa”yı hazırlayıp yürürlüğe koymuştu. Ancak bu kitabın gerek kanun tekniği gerekse ihtiva ettiği hükümler bakımından eksiklikler taşıdığı görülmüş ve ilim çevrelerince beğenilmemiştir. Bunun üzerine Cevdet Paşa tekrar Mecelle Cemiyeti’nin başına getirilmiştir. Cevdet Paşa önce “Kitâbü’l-Vedîa”yı toplatmış, onun yerine altıncı kitap olarak 24 Zilhicce 1288’de (4 Mart 1872) yürürlüğe giren “Kitâbü’l-Emânât”ı kaleme almıştır (yürürlükten kaldırılan “Kitâbü’l-Vedîa”nın metni için bk. Aydın, Osm.Ar., XIII [1993], s. 207-226). 1289 (1872) yılının başından itibaren de sırasıyla hibe, gasb ve itlâf, hacr, ikrah ve şüf‘a, şirket, vekâlet, sulh ve ibrâ, ikrar, dava ve nihayet 26 Şâban 1293’te (15 Eylül 1876) beyyinât ve kazâ kitapları yürürlüğe konmuştur. Böylece on altı kitaptan oluşan Mecelle yaklaşık dokuz yıl zarfında tamamlanmıştır (Hacı Reşid Paşa, I, 27). Mecelle’nin hazırlanmasında görev alan hukukçular değişmiş, her kitabın sonunda hazırlayan heyet üyelerinin isimleri yer almıştır, bunların toplam sayısı on dörttür (Mardin, s. 160-167).
Mecelle’nin kabul edilmesinden sonra hâkimler, gerek Hanefî mezhebi içinde gerekse başka ekollerde bulunan farklı bir görüşü uygulama imkânını kaybetmiş, diğer ictihadlara göre hüküm vermekten menedilmiş oldular. Nitekim 1801. maddede yargı görev ve yetkisinin sınırlandırılabileceği hükmü getirilmiş, örnek kısmında da bir müctehidin görüşünün uygulanması hususunda emr-i sultânî çıktığı takdirde hâkimlerin diğer bir müctehidin görüşünü uygulayamayacağı açıkça belirtilmiştir (krş. EI, V, 449).
İçeriği ve Özellikleri. Mecelle bir mukaddime ve on altı kitap içinde 1851 maddeden meydana gelmektedir. 100 maddeden oluşan mukaddime kısmında fıkhın tanımının yapıldığı birinci madde ile doksan dokuz küllî kaide yer alır. Bunlar, meseleci metoda göre oluşan İslâm hukuk literatürü içinde zamanla çıkarılmış genel hukuk prensipleri olup diğer normatif hükümlerin fıkhın bütünlüğü içinde daha iyi anlaşılmasına yardımcı olurlar. Bu sebeple tek başlarına herhangi bir hükme dayanak teşkil etmezler (bk. KAİDE). On altı kitap esas itibariyle borçlar, kısmen eşya ve yargılama hukukunu kapsamakta olup tam bir medenî / borçlar kanunu özelliğine sahip değildir; aile ve miras hukuku bölümleri yoktur. Öte yandan bir medenî kanunda bulunmaması gereken kısımları da içerir. Yargılama hukukuyla ilgili olan sulh ve ibrâ, ikrar, dava ve beyyinât ile kazâ kitapları buna örnektir. Bu şekilde düzenlenişi bir yandan İslâm hukukunun klasik sistematiği, öte yandan dönemin ihtiyaçlarıyla ilgilidir. İslâm hukuku kitaplarındaki muâmelât bölümü hem borçlar ve eşya hem de yargılama hukukunu içermektedir. Diğer taraftan Mecelle esas itibariyle nizâmiye mahkemelerinin ihtiyacını karşılamayı hedeflemekteydi. Aile ve miras hukuku ise bu mahkemelerin değil şer‘iyye mahkemelerinin görev ve yetki alanında bulunmaktaydı. Bunun yanında şer‘iyye mahkemeleri şeyhülislâmlığa, nizâmiye mahkemeleri Adliye Nezâreti’ne bağlıydı. Adliye Nezâreti bir anlamda, kendi görev ve yetki alanı dışında olan şer‘iyye mahkemelerinin değil kendisine bağlı nizâmiye mahkemelerinin ihtiyaçlarına öncelik vermek durumundaydı. Mecelle’ye yargılama usulüne dair hükümlerin eklenmesi de aynı düşüncenin ürünü olmalıdır; çünkü hazırlandığı dönemde nizâmiye mahkemelerinin yararlanacakları bir usul kanunu yoktu.
Mecelle, İslâm hukukunun klasik literatüründe olduğu gibi meseleci metoda bağlı kalınarak düzenlenmiştir. Bu sebeple belirli bazı maddeler istisna edilirse (meselâ bk. md. 97, 98) onda borçlar veya akidlere dair genel hükümlere yer verilmemiş, her borç ve akid türüyle ilgili esaslar teker teker ele alınmıştır. Bu da kaçınılmaz olarak bazı tekrarları beraberinde getirmiştir. Nitekim akidlerin icap ve kabulle tamam olacağını belirten genel bir hüküm yerine her akid kitabında o akdin icap ve kabulle tamam olacağı ifade edilmiştir (meselâ bk. md. 167, 433, 706, 773, 804).
Sadece Hanefî mezhebi esas alınarak gerçekleştirilen bir kanunlaştırma çalışması olan Mecelle’de mezhep içi görüşler arasında dönemin ihtiyaçlarına göre bazı tercihler yapılmışsa da mezhepler arası bir tercihe gidilmemiştir. Bunda devrin şartlarının radikal bir değişikliğe uygun olmamasının etkisi vardır. Havâle kitabında İmam Züfer’in görüşünün diğer Hanefî hukukçularına tercih edilmesinin yarattığı tartışmalar, mezhepler arası tercih gibi radikal bir çözümün çok daha büyük tepki toplayacağının göstergesidir.
Mecelle’nin, dönemine göre sade bir dili ve nisbeten basit bir üslûbu vardır. Birçok maddenin normatif nitelikteki birinci kısmını konuya açıklık getiren örnek kısmı takip etmektedir. Kuralın örneklerle açıklanması kanun tekniğine çok uygun değilse de nizâmiye mahkemeleri üyelerinin hukukî birikimleri dikkate alındığında bu usulün dönemin şartlarına uygun olduğu söylenebilir. Ayrıca Mecelle’de her bölümün girişinde o bölümle ilgili tanımlara yer verilir, 1851 maddenin yaklaşık 200 kadarı bu tanımlardan oluşur. Bunda da kanun hükümlerinin belirgin olması ve uygulanmasında yanlışlıklara yer verilmemesi isteğinin ve dönemin hukukçularını yetiştirme amacının rol oynadığı düşünülebilir. Mecelle’nin meseleci bir metoda göre kaleme alınmış olması her meselenin ayrıntılarıyla düzenlenmesine imkân tanımış, bu da kaçınılmaz olarak hâkime dar bir takdir alanı bırakmıştır. İslâm hukukunun genel yaklaşımına paralel olarak Mecelle’nin ahlâkîliği ekonomik yararın önüne geçirdiği söylenebilir. Bunu, “Def‘-i mefâsid celb-i menâfi‘den evlâdır” (md. 30) temel ilkesiyle ifade ettiği gibi maddelerin düzenlenişinde de dikkate almıştır. Akde eklenebilen şartlar konusunda getirmiş olduğu sınırlamalar da (md. 186-189) bu düşüncenin ürünüdür.
Uygulanışı ve Etkileri. Mecelle, Mısır ve Arap yarımadası hariç bütün Osmanlı mahkemelerinde yürürlükte kalmıştır. Hidiv İsmâil Paşa, Osmanlı Devleti’ne olan hukukî bağımlılığını arttıracağı düşüncesiyle Mecelle’yi Mısır’da yürürlüğe koymamış, Arap yarımadası bütünüyle Hanefî mezhebi dışında kaldığından Osmanlılar burada Mecelle’nin uygulanmasında ısrarcı olmamıştır. Mecelle bugünkü Suriye, Ürdün, Irak, Lübnan, İsrail ve Filistin’de uygulanmış, Osmanlı Devleti’nin sona ermesinden sonra da bu ülkelerde bir süre daha yürürlükte kalmıştır. Bu
uygulama Lübnan’da mülkiyet hukuku bakımından 1930, diğer hükümler açısından 1934, aynı şekilde Suriye’de mülkiyet hukuku 1930, diğer hükümler 1949, Irak’ta 1951, Ürdün’de 1977 yılına kadar devam etmiştir. Filistin’in Osmanlı Devleti’nden ayrılmasından itibaren 1948’e kadar süren İngiliz manda idaresi döneminde Mecelle ekseri hükümleri bakımından yürürlükte kalmış, İsrail Devleti’nin kurulması üzerine de hemen sona ermemiştir. İsrail Devleti, çeşitli bölümlerinin yerini alacak kanunlar hazırlanıncaya kadar Mecelle’yi yürürlükte bırakmıştır. Bunun 1970’li yıllara kadar devam ettiğini söylemek mümkündür. Günümüzde Filistin Devleti’ni oluşturan Batı Şeria ve Gazze’de Mecelle halen mahkemelerin en fazla başvurduğu kaynaklar arasında yer almaktadır (Eisenman, s. 259). Bunların dışında bazı hükümleriyle 1928’e kadar Arnavutluk’ta, 1945 yılına kadar Bosna Hersek’te ve 1960’lara kadar Kıbrıs’ta yürürlükte kalmıştır. Mecelle, Güneydoğu Asya’da Johore’da da (Malezya’yı oluşturan eyaletlerden biri) bir süre uygulanmıştır (Zainudin Jaffar B. Sharî’ah, s. 299-300).
Mecelle, gerek uygulandığı ülkelerde gerekse diğer İslâm ülkelerinde düzenlenen kanunları etkilemiştir. Bunda sahasında hazırlanan ilk kanun olmasının rolü olmalıdır. Tunus’ta Santianna Kanunu diye bilinen, fakat yürürlüğe konmayan tasarının 300’den fazla maddesinde Mecelle’den yararlanılmıştır. 1906 tarihli Tunus Akidler ve Borçlar Kanunu, Mecelle’nin mukaddimesinde yer alan 100 maddenin önemli bir kısmını almış, Mecelle daha sonraki Fas Borçlar Kanunu’nu da etkilemiştir. Benzer bir etki Irak Borçlar Kanunu için de söz konusudur. İsrail’de Mecelle hazırlanan yerli kanunlara belirli ölçüde tesir etmiştir. Karadağ’da 1888’de kabul edilen Genel Mülkiyet Kanunu’na Mecelle’nin sınırlı bir etkisinin olduğundan söz edilir (Begovic, XXXVI [1987], s. 133 vd.).
Eksiklikleri ve Yürürlükten Kaldırılması. Hanefî mezhebi ictihadları çerçevesinde hazırlanan Mecelle’de sosyal ve ekonomik şartlardaki değişimler ve yeni ihtiyaçlar dikkate alınarak zaman zaman Hanefî mezhebi içinde cumhura muhalif kalan azınlık görüşü tercih edilmişse de (md. 207, 300, 313, 392, 447, 596, 682, 692, 714; Ali Haydar, IV, 695-696) bu durum, onun dönemin ihtiyaçlarına bütünüyle cevap veren bir kanun olmasını sağlayamamıştır. Nitekim bir maldan yararlanma hakkının (menfaat) mal sayılmayıp (md. 126) haksız fiiller karşısında korunmasız bırakılması, menfaatleri konu edinen bağımsız hukukî işlemlerin mümkün olmaması, meselâ irtifak haklarının bağımsız olarak alınıp satılamaması, taşınmazların gasp kapsamı dışında bırakılması (md. 905), kiracı veya kiralayandan birinin ölümünün kira akdine tesirinin düzenlenmemiş olması, taşınırların kabzdan önce satılmasının önlenmesi (md. 253) hukukî hayatta önemli problemler çıkarmıştır. Ancak eksikliklerin en azından bir kısmı, Mecelle’yi hazırlayan heyetten değil hazırlanan tasarıyı gözden geçiren meşveret encümeninden kaynaklanmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki Mecelle Cemiyeti ve özellikle Cevdet Paşa, kanunun bir an önce tamamlanması için kendi tercihlerine aykırı olan müdahaleleri sineye çekmek zorunda kalmıştır. Aslında Cevdet Paşa, Mecelle Cemiyeti’nden uzaklaştırılmasına kadar olan dönemde en azından mezhep içi tercihlerinde daha serbest hareket etmiş, azınlık görüşlerini dönemin ihtiyaçlarına daha uygun bulduğu takdirde onları almakta tereddüt etmemiştir. “Kitâbü’r-Rehin”e kadar hazırlanan bölümlerin esbâb-ı mûcibe mazbatalarında bu tercih serbestliğini ve ikna edici sebeplerini görmek mümkündür. Altıncı kitaptan sonra mezhep içindeki hâkim görüşten ayrılma söz konusu edilmemiş, es-bâb-ı mûcibe mazbataları da gayet kısa olarak düzenlenmiştir (esbâb-ı mûcibe mazbataları için bk. Mardin, s. 66 vd.; Kaşıkçı, s. 74 vd.). Bu eksikliklerin giderilmesi ve Mecelle’nin günün ihtiyaçlarına cevap verir hale getirilmesi düşünülmüşse de bu konuda 1916 yılına kadar ciddi bir teşebbüs olmamıştır (Düstur, İkinci tertip, VI, 635-636).
II. Meşrutiyet’in ilânından sonra hukuk alanında yapılması hedeflenen reformlar arasında Mecelle’nin tam bir medenî / borçlar kanunu haline getirilmesi de vardı. Bu amaçla hem eksik kısımlarının tamamlanması hem de kırk yıllık uygulamanın ardından ihtiyaç duyulan değişikliklerin yapılması için Adliye Vekâleti’nce bir medenî kanun komisyonu oluşturuldu. 9 Mayıs 1916’da Adliye Vekâleti’nde toplanan komisyon, bir yandan gerektiğinde diğer mezheplerin görüşlerinden yararlanma esasını benimserken öte yandan şer‘î hükümlere aykırı olmamak kaydıyla başka hukuk sistemlerinden istifade etmeyi de ilke olarak benimsedi. Ukūd ve Vâcibât Komisyonu adıyla teşkil edilen alt komisyon, bir süre çalıştıktan sonra Mecelle’nin birinci bölümü olan “Kitâbü’l-Büyû‘”da yirmi bir maddenin değiştirilip otuz üç maddenin eklenmesini, on üç maddenin de yürürlükten kaldırılmasını, “Kitâbü’l-İcârât”da on maddenin değiştirilmesini ve on üç maddenin eklenmesini teklif etti (Kaşıkçı, s. 352 vd.). Ancak bu komisyon çalışmalarını tamamlayamamış ve Mecelle’de beklenen değişiklikler gerçekleşmemiştir. Benzer bir teşebbüs Cumhuriyet’in ilk yıllarında da görülmüş, fakat 1923 ve 1924’te oluşturulan komisyonlar hazırlanacak yeni kanunun içeriği ve dayanacağı hukukî yapı konusunda tam bir uyum sağlayamamıştır. Bununla birlikte 1924 yılında kurulan komisyon bir süre çalıştıktan sonra 251 maddelik bir taslak hazırlamıştır. Ancak bu esnada yeni Türk devletinin hukukî yapısının bütünüyle Avrupa kanunlarına dayanması gerektiği yönünde bir kanaat değişikliği ortaya çıkmıştır. Bu kanaatin oluşmasında, Lozan görüşmeleri sırasında adlî kapitülasyonların kaldırılması ve gayri müslim azınlıkların ahvâl-i şahsiyye alanında hukukî statülerinin yeniden belirlenmesi meselesinin hallinde karşılaşılan güçlüklerin rol oynadığını söylemek mümkündür (Aydın, İslâmî Araştırmalar, VIII/3-4 [1995], s. 166 vd.). Sonuçta dönemin Adalet Bakanı Mahmud Esat (Bozkurt) tarafından Mecelle tâdil komisyonlarının çalışmaları durdurularak İsviçre Medenî Kanunu’nun alınması faaliyetlerine hız verilmiş ve tercüme edilen İsviçre Medenî Kanunu 17 Şubat, borçlar kanunu 22 Nisan 1926’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul edilmiştir. Her iki kanunun 4 Ekim 1926’da yürürlüğe girmesiyle Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye yürürlükten kaldırılmıştır.
Şerhleri ve Tercümeleri. Mecelle birçok şerh çalışmasına konu olmuştur. Bunların önemlileri şunlardır: 1. Kırımlı Abdüssettâr Efendi, Mecelle Şerhi Teşrih (İstanbul 1296). 2. Mesud Efendi, Mirât-ı Mecelle (İstanbul 1297/1299 r., 1299, 1302). Mecelle maddelerinin dayandığı fıkhî kaynakları bazan aynen, bazan özet olarak veren bir çalışmadır. 3. Selîm b. Rüstem el-Bâz, Şerĥu’l-Mecelle (Beyrut 1888-1889, İstanbul 1305, Beyrut 1406/1986). 4. Ali Haydar Efendi (Küçük), Dürerü’l-hükkâm* şerhu Mecelleti’l-ahkâm (İstanbul 1310-1316, 1330, 1331). Fehmî el-Hüseynî tarafından Arapça’ya tercüme edilmiştir (Beyrut, ts.). 5. Hâfız Mehmed Ziyâeddin, Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye Şerhi
(İstanbul 1312). 6. Hacı Reşid Paşa, Rûhu’l-Mecelle (I-VIII, İstanbul 1326-1328). 7. Muhammed Hâlid Attâsî, Şerĥu’l-Mecelle. Müftî Emced Ali tarafından Urduca’ya tercüme edilmiştir (İslâmâbâd 1406/1986). 8. Kuyucaklızâde Âtıf Efendi, Mecelle Şerhi (İstanbul 1311-1318). Müellifin vefatı sebebiyle “Kitâbü’ş-Şirket”e kadar gelebilmiştir.
Mecelle Fransızca (Demetrius Nicolaides, Code civil ottoman, İstanbul 1881; G. Young, Corps de droit ottoman, Oxford 1906, VI, 169-446), İngilizce (Vitchen Servicen, Code Civil Ottoman, Costantinople 1872; W. E. Grigsby, The Medjelle, London 1895; Sir Charles Tyser, The Mejelle, Nikosia 1901, Lahore, ts.; Charles Hooper, The Civil Law of Palestine and Transjordan, c. I, Jerusalem 1933), Almanca, Rumca, Boşnakça (Medjellei Ahkâmi Şer’iye / Otomanski Gragjanski Zakonik, Sarayevo 1906), Bulgarca, Arapça (Ahmed Fâris eş-Şidyâk, Mecelletü aĥkâmi’l-Ǿadliyye, İstanbul 1879, 1880, 1882; el-Mecelle, İstanbul 1305; Kâşifülgıtâ Muhammed Hüseyin, Taĥrîrü’l-Mecelle, I-V, Necef 1359-1362), Urduca ve Malayca’ya da (trc. Akhir Haji Yaacob, al-Aĥkam al-ǾAdliyyah: Undang-Undang Sivil Islam, Kuala Lumpur DPB 1990) çevrilmiştir.
Cevdet, Tezâkir, I, 62-64; IV, 73, 95-97; a.mlf., Ma‘rûzât, s. 200-213; Le Baron I. de Testa, Recueil des traités de la porte ottomane avec la puissances étrangères, Paris 1892, VII, 420, 469, 505, 511; Hacı Reşid Paşa, Rûhu’l-Mecelle, İstanbul 1326, tür.yer.; E. Engelhard, Türkiye ve Tanzimat (trc. Ali Reşâd), İstanbul 1328, tür.yer.; Ali Haydar, Dürerü’l-hükkâm, İstanbul 1330, I-IV, tür.yer.; Düstur, İkinci tertip, İstanbul 1334, VI, 635-636; Ali Fuat Türkgeldi, Ricâl-i Mühimme-i Siyâsiyye, İstanbul 1928, s. 127; Türkiye Maarif Tarihi, I, 229-230; Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, “Kanunlaştırma Hareketleri ve Tanzimat”, Tanzimat I, İstanbul 1940, s. 139-209; Ebül‘ulâ Mardin, Medenî Hukuk Cephesinden Ahmet Cevdet Paşa, İstanbul 1946, tür.yer.; Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi (Ankara 1954-56), Ankara 1988, VI, 26; VII, 166-169; Subhî Mahmesânî, el-EvżâǾu’t-teşrîǾiyye fi’d-düveli’l-ǾArabiyye, Beyrut 1962, s. 178-182, 232, 262-263, 290-291, 310, 337-338; Chafik Chehata, Precis de droit musulman, Paris 1970, s. 36; Özege, Katalog, III, 1042-1044; IV, 1490, 1843; Yaşar Karayalçın - Ahmet Mumcu, Türk Hukuk Bibliyografyası, Ankara 1972, s. 55-64; N. Anderson, Law Reform in the Muslim World, London 1976, s. 86-100; R. H. Eisenman, Islamic Law in Palestine and Israel, Leiden 1978, s. 19-26, 106-135, 245-260; Âgā Büzürg-i Tahrânî, Ŧabaķātü aǾlâmi’ş-ŞîǾa, Meşhed 1404, I/2, s. 619; M. Yusuf Guraya, Islamic Jurisprudence in the Modern World, Lahore 1986, s. 45-49; Hulusi Yavuz, “Mecelle’nin Tedvini ve Cevdet Paşa’nın Hizmetleri”, Ahmed Cevdet Paşa Semineri, İstanbul 1986, s. 41-101; a.mlf., “Events Leading to the Compilation of the First Ottoman Civil Code”, İTED, VIII/1-4 (1984), s. 89-122; M. Âkif Aydın, “Bir Hukukçu Olarak Ahmed Cevdet Paşa”, Ahmed Cevdet Paşa Semineri, İstanbul 1986, s. 21-37; a.mlf., “Mecelle’nin Hazırlanışı”, Osm.Ar., IX (1989), s. 31-50; a.mlf., “Mecelle’nin Yürürlükten Kaldırılan Altıncı Kitabı Kitabü’l-Vedia”, a.e., XIII (1993), s. 207-226; a.mlf., “Türk Hukukunun Laikleşme Sürecinde Lozan’ın Oynadığı Rol”, İslâmî Araştırmalar, VIII/3-4, Ankara 1995, s. 166-172; Zainudin Jaffar B. Sharî’ah, “The Development of Islamic Legal Thoughts in Twentieth Century Malaysia: An Asessment of Cross-Cultural Links with Special
ural Links with Special Reference to the Ottoman Majallat al-Ahkam al-Adliyyah”, Proceeding of the Annual Conference of the British Society for Middle Eastern Studies, Manchester 1994 (?), s. 292-306; Fikret Karçiç, Bosna-Hersek İslam Hukuk Tarihi (trc. Mehmet Erdoğan), İstanbul 1994, s. 45; Abdüssettâr Huveylidî, “el-Ħaśâǿiśü’n-nehciyye li-Mecelleti’l-aĥkâmi’l-Ǿadliyye”, AǾmâlü’l-müǿtemeri’l-Ǿâlemiyyi’s-sâdis li’d-dirâsati’l-ǾOŝmâniyye ĥavle vażǾiyyeti’d-dirâsât ĥavle’l-vilâyâti’l-ǾArabiyye fi’l-maǾhedi’l-ǾOŝmânî ħilâle’ŝ-ŝelâsîne sene el-mâżiye (nşr. Abdülcelîl Temîmî), Ftersi-Zaghouan 1996, s. 129-142; Osman Kaşıkçı, İslâm ve Osmanlı Hukukunda Mecelle, İstanbul 1997; Seyyid Nesib, “Mecelle’nin Islahına Doğru”, Dârülfünun Hukuk Fakültesi Mecmuası, I/4, İstanbul 1323, s. 404-425; “İhzâr-ı Kavânîn Komisyonları Kānûn-i Medenî Tâlî Komisyonunun Lâyihası”, Cerîde-i Adliyye, VII/160-162, İstanbul 1333, s. 863-942; Sıddık Sami Onar, “Osmanlı İmparatorluğunda İslâm Hukukunun Bir Kısmının Codification’u, Mecelle”, İÜ Hukuk Fakültesi Mecmuası, XX/1-4, İstanbul 1954, s. 57-85; Şerif Arif Mardin, “Some Explanatory Notes on the Origins of the ‘Mecelle’ (Medjelle)”, MW, LI (1968), s. 189-196, 274-279; Mehmed Begović, “Similarities between the Mecelle and the General Proprietary Code of Montenegro”, POF, XXXVI (1987), s. 133-147; J. H. Kramers, “Meғјelle”, EI (İng.), V, 449; Ali Ölmezoğlu, “Cevdet Paşa”, İA, III, 116-121; A. Cevad Eren, “Tanzîmât”, a.e., XI, 709-764; C. V. Findley, “Meғјelle”, EI² (İng.), VI, 971-972.
*** Vacib Tealâ. insanların hepsinin ölümleri muhakkak olup yevm-i kıyamette muhakemeleri kat'î olduğunu beyandan sonra kâfirlerin diğer kabahatlarının insanlardan sudurunu uzak addederek inkâr etmek üzere :
buyuruyor. [Allah-u Tealâ üzerine yalanı irtikâb eden kimseden ziyade zalim kim olabilir ve Kur'an geldiği vakitte Kur'an'ı tekzib edenden daha ziyade zalim olur mu ve kâfirler için Cehennem'de makam olmadı mı? Elbet onların Cehennem'de yerleri vardır.]
Allah-u Tealâ üzerine y a l a n la murad; şerik ve nazır itikat etmek ve gönderdiği Resûlunü tekzible iftira etmektir. S ı d k ile murad; Kur'an ve Resûlullah'ın getirdiği bilcümle ahkâmdır. (مَثۡوً۬ى) kâfirlerin varacakları makamlarıdır. (لِّلۡكَـٰفِرِينَ) Küfrün her nevine şâmil ve bilûmum kâfirler dahildir. Şu tafsilâta nazaran manâ-yı âyet: [Allah-u Tealâ üzerine kizb ü iftirayı irtikabeden kimseden daha ziyade zalim kim olabilir, doğruluk ve 4884 tarîk-ı haktan ibaret sıdk-ı mahzolan Kur'an'ı geldiği vakit, düşünmeksizin ve manâlarını tefekkür etmeksizin tekzibedenden ziyade nefsine zulmeden daha ziyade zalim kim olabilir? Elbette olamaz. Çünkü; Allah-u Tealâ'nın Resûlune gönderdiği kitabı ve halka doğru yolu göstermek için gönderdiği Resûlunü tekzib etmekten ziyade bir cinayet olmadığından bu cinayeti irtikab edenden ziyade zalim olur mu? Elbette olamaz ve şu cinayeti irtikabeden kâfirler için Cehennem'de yer olmadı mı? Elbette olacaktır.] demektir.
1. Ben her mü'mine nefsinden daha evlayım. Kim ki bir borç veya zarar bırakırsa Bana aittir. Kim de mal bırakırsa o veresesinindir. Ve Ben velisi olmıyanın velisiyim. Malına vâris olur, borcu varsa öderim. Dayı, velisi olmıyanın velisidir. Malına vâris olur, diyetini öder. Ravi: Hz. El Mikdam (r.a.)
2. Ben Meryem oğlu İsa (a.s.)'a dünya ve ahirette insanların en yakınıyım. Benimle onun arasında hiç bir Peygamber yoktur. Peygamberler babaları bir, anneleri ayrı ve dinleri bir (kardeşler)dir. Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
3. Ben insanların soy sopça en şereflisiyim, iftihar yok. Kadr ü kıyamette en kerimiyim, iftihar yok. Ey insanlar! Bize gelene gideriz. Bize ikramda bulunana ikramda bulunuruz. Bizim kölemizi azad edenin kölesini azad ederiz. Bizim ölümüzü teşyi edenin ölülerini teşyi ederiz. Hakkımızı koruyanın hakkını koruruz. Ey insanlar! İnsanlarla soyları derecesine göre oturup kalkın ve dinleri derecesinde de onlarla karışın. Mürüvvetleri nisbetinde onlara misafir olun, insanları aklınızla ikna edin. Ravi: H.Cabir (r.a.)
4. Ben Muhammed ve Ahmed (s.av)'im. Ben Rahmet Peygamberiyim. Ben cihad Peygamberiyim. Ben artçıyım ve toplayanım (Kıyamette). Ben cihad için gönderildim, ziraat için değil. Ravi: Hz. Mücahid (r.a.)
5. Ben oruç tutarım ve iftar ederim. Namaz kılarım ve uyurum. Her amelin bir şevkli zamanı ve her şevkin de bir fetrek (durgunluk) zamanı vardır. Kimin fetreti sünnete yönelik olursa doğruyu bulmuştur. Kimin fetreti bunun dışına olursa dalâlete düşmüştür. Ravi: Hz. Cade İbni Hubeyre (r.a.)
6. Siz bu gün Rabbınızdan gelen açık beyyine (delil) üzerindesiniz. Marufu emir ve Münkerden nehy ve Allah yolunda cihad ediyorsunuz. Sonraları sizin aranızda iki sarhoşluk zuhru edecek. Cehalet sarhoşluğu ve yaşama sevgisi. Bu sebeble haliniz değişecek ve marufu emretmiyecek ve münkerden nehyetmiyecek ve Allah yolunda cihadda bulunmıyacaksınız. İşte o günde Kitap ve Sünnete tutunanlar için elli sıddık ecri vardır. Dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü! Bizden mi yoksa onlardan mı?" Buyurdu ki, hayır, bilakis sizden. Ravi: Hz. Muaz ve Enes (r.a.)
1. Bir kimsenin Allah'ın ihsan ettiği yiyecek ve içecekten gayri nimetlerden haberi olmazsa, onun ilmi az ve azabı yakın demektir. Ravi: Hz. Âişe (r.anha)
2. Bir kimse kırk gün namazın birinci rek'atını fevt etmezse ona iki berat yazılır; Cehennemden azatlık beratı ve nifaktan beraat. Ravi: Hz. Enes (r.a.)
3. Bir kimse secde ettiğinde alnı ile burnunu da yere koymazsa namazı caiz olmaz. Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
4. Bir kimse Allah'ın ruhsatını kabul etmezse, ona Arafat dağları kadar günah yazılır. Ravi: Hz. Ukbe İbni Amir (r.a.)
5. Bir kimse için haya olmazsa din olmaz. Dünyada hayası olmayan Cennete giremez. Ravi: Hz. Âişe (r.anha)
6. Bir kimse üzerine zekat vacip olacak malı olmazsa şöyle desin: "Allahümme salli ala Muhammedin abdike ve Resûlike ve alel mü'minîne vel mü'minât, vel müslimîne vel müslimât." Bu ona zekat yerine geçer. Ravi: Hz. Said (r.a.)
7. Bir kimse Allah'dan aşikarede haya etmezse gizlide de etmez. Ravi: Hz. Muhammed İbni Ebu Cuheym (r.a.)
8. Bir kimse rüyayı sadıkaya iman etmezse, Allah'a ve Resulüne iman etmemiş olur. Ravi: Hz. Abdurrahman İbni Aid (r.a.)
9. Bir kimse üç şeyden burun kaldırmazsa gerçek mü'mindir; Evine ait hizmetten ar etmemek, Fukara ile oturup kalkmak ve hizmetçisi ile yemek yemek. İşte bu fiiller Allah'ın kendilerini: "İşte onlar hakkâ mü'minlerdir" diye vasfettiği mü'minlerin alametlerindendir. Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
10. Bir kimsenin erkek veya kız evladı ölürse; tahammül etsin, etmesin razı olsun veya olmasın, sabır etsin veya etmesin onun sevabı ancak Cennettir. Ravi: Hz. İbni Mes'ud (r.anhüma)
11. Bir kimse hac yolunda, hac veya umre niyetinde iken ölse, hesaba arzolunmaz, hesapta güçlük te görmez. Kendisine: "Hadi sen Cennete" denilir. Ravi: Hz. Âişe (r.anha)
12. Bir kimse Mekke yolunda ölürse, kıyamet gününde Allah onu hesaba arzetmez ve şiddetli hesaba tutmaz. Ravi: Hz. Âişe (r.anha)
13. Bir kimse Allah (z.c.hz.)'den başka bir mabud olmadığını bildiği halde vefat ederse Cennete girer. Ravi: Hz. Osman (r.a.)
14. Ashabımdan bir kimse bir yerde ölürse o yer ahalisinin şefaatçisidir. Ravi: Hz. Büreyde (r.a.)
15. Bir kimse hac veya umre niyeti için gidip gelirken Mekke yolunda ölürse muhasebe olunmaz, güç hesaba tabi tutulmaz ve Cennete girer. Ravi: Hz. İbni Ömer (r.anhüma)
Bilgisizlik, kibir, bozgunculuk, serkeşlik gibi anlamlara gelen ahlâk terimi.
Cehl gibi “bilmemek, bilgi ve görgüden yoksun olmak” anlamında bir masdar olup isim olarak da kullanılır. Kur’ân-ı Kerîm’de dört âyette cehâlet şeklinde, yirmi âyette de aynı kökten gelen muhtelif isim ve fiiller şeklinde geçmektedir (bk. M. F. Abdülbâkī, MuǾcem, “chl” md.). Bu âyetlerde genellikle cehâletin fenalığı, cahillerin yanılgıları, kötülük ve zararları üzerinde durulmuştur. Yine Kur’an’da ilim ve hikmetin Allah’ın sıfatları arasında yer alması, ayrıca Hz. Âdem’den itibaren bütün peygamberlere verilen en önemli meziyetler içinde ilim ve hikmetin zikredilmesi (meselâ bk. el-Bakara 2/31-33, 151, 251; en-Nisâ 4/113; Yûsuf 12/22), cehâlete karşı bir tavır olarak yorumlanmıştır. Kur’an’ın ilk inen âyetlerinde kalem kullanmanın ve Allah’ın insana bilmediği şeyleri öğretmesinin öneminin vurgulanması (bk. el-Alak 96/4-5), dolaylı olarak cehâletin insan için en başta gelen kusur ve tehlikelerden biri olduğunu göstermektedir. Nitekim Râgıb el-İsfahânî, insanı diğer canlılardan ayıran meziyetlerin başında akıl ve bilginin geldiği şeklindeki yaygın görüşü hatırlatarak hayatını bilgisizlik içinde geçiren bir kimsenin hayvanlık mertebesini aşamayacağını, hatta varlık alanına çıkmış dahi sayılamayacağını belirtmiştir. Çünkü hayvan kendi varlık imkânlarından yani duyumlarından tam olarak faydalanırken cehâlete razı olan insan bilgi edinme imkânını kullanmamıştır (ez-ZerîǾa ilâ mekârimi’ş-şerîǾa, s. 99). İsfahânî’ye göre hayatla bilgi arasındaki sıkı ilişkiden dolayı Kur’an’da ilim “ruh” kelimesiyle de ifade edilmiştir (bk. eş-Şûrâ 42/52).
Hadislerde de gerek cehâlet ve cehl, gerekse bunlardan türemiş olan diğer kelimeler sıkça kullanılmış, Hz. Peygamber hem sözleriyle hem de icraatıyla müslümanları din ve dünya işlerinde cehâletten kurtarmak için büyük çaba sarfetmiştir. Nitekim hicretten hemen sonra, ilki Mescid-i Nebevî bitişiğindeki Suffe olmak üzere Medine’nin çeşitli mahallelerinde mektepler açılmış, Hz. Peygamber’in sağlığında bu şehirde sayıları dokuza ulaşan mescidler aynı zamanda
cilt: 07; sayfa: 219 [CEHÂLET - Mustafa Çağrıcı]
birer mektep olarak kullanılmıştır. Suffe’de bizzat Hz. Peygamber ders verdiği gibi sahâbîlerden de öğretmenlik yapanlar vardı. Meselâ Ubâde b. Sâmit okuma yazma, Abdullah b. Saîd de hikmet mahiyetindeki özdeyişleri öğretiyordu. Hz. Peygamber’in, Bedir Savaşı’nda esir düşenler arasından okuma yazma bilen müşrik askerlerinden her birinin 4000 dirhemlik kurtuluş fidyesi yerine on müslümana okuma yazma öğretmesini şart koşması, onun cehâleti yenme çabalarının önemli bir örneğidir. Esasen İslâm dünyasında, özellikle ilk yüzyıllarda dinî ve din dışı ilimlerde gözlenen hızlı gelişmeler, Kur’an ve Sünnet’te cehâletin yerilmesine ve bilgi donanımına verilen büyük önemin sonucudur. İslâm bilginleri cehâletin kötülüğü ve ilmin değeri üzerinde ısrarla durmuşlar, başta hadis mecmuaları olmak üzere ahlâk, edeb, eğitim ve öğretime dair kitaplarla bibliyografik eserler vb. kaynaklarda cehâletin kötülük ve zararları, sebepleri ve çareleri, cahillerin yanılgıları, ilimler ve âlimler karşısındaki olumsuz tavırları, ilmin önemi, eğitim ve öğretimin şartları ve kuralları gibi konular işlenmiştir.
Başta Goldziher olmak üzere birçok çağdaş araştırmacı, özellikle Câhiliye dönemindeki kullanımına dayanarak cehlin esas olarak “azgınlık, serkeşlik, arzuların etkisinde kalma, hayvanî içgüdülere boyun eğme”, kısaca “barbarlık” anlamına geldiğini ortaya koymuşlardır. Buna göre câhilin karşıtı, âlimden ziyade ihtiyatlı, ağırbaşlı, ahlâkı bütün, bugün “medenî” denilen insanı ifade eden halîmdir (Muslim Studies, s. 202-206). Câhiliye edebiyatında cehl ve türevlerinin bu anlamda kullanıldığını gösteren pek çok örnek vardır. Meselâ Amr b. Külsûm’un MuǾallaka’sında yer alan, “Hele biri kalkıp bize karşı cahillik etmeyegörsün, biz cehâlette herkesten üste çıkar, cahillerden daha cahil oluruz” (Zevzenî, s. 178) anlamındaki beyitte cehâlet “şiddet ve saldırganlık” mânasında kullanılmış ve bir erdem sayılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerle diğer bazı İslâmî kaynaklarda da cehl ve cehâlet, ilmin zıddı olan bilgisizlik yanında öfke, şiddet, saldırganlık, serkeşlik gibi ahlâkî kötülükleri ifade eden bir terim olarak geçmektedir. Nitekim Furkan sûresinde (25/63) Allah’ın iyi kullarının faziletli davranışları anlatılırken, “Onlar yeryüzünde ağırbaşlı bir şekilde yürürler, cahiller kendilerine sözle sataşınca ‘selâm’ derler” buyurulmuştur. Bütün müfessirlere göre bu âyette, cahillerin sataşmaları Câhiliye Arapları’nın bozguncu, geçimsiz ve şiddetten yana olan ahlâkî temayüllerini, bu sataşmalara ağırbaşlı müslümanların selâmla karşılık vermeleri de uzlaşma, barış, güvenilirlik gibi erdemleri kapsayan ve genellikle hilim terimiyle ifade edilen İslâm ahlâkının aslî karakterini göstermektedir.
Cehâlet teriminin bu anlamdaki kullanımına hadislerde de rastlanmaktadır. Hz. Peygamber, oruçlu müslümanlara tavsiyelerini ihtiva eden bir hadisinde, “Biri ona karşı bir cahillik ederse oruçlu olduğunu söylesin” (İbn Mâce, “Sıyâm”, 21) derken kelimenin bu mânasını kastetmiştir. “O iyi bir insandı, fakat öfke onu cahilleştirdi” (Müslim, “Tevbe”, 56, 57; Müsned, VI, 196) meâlindeki hadiste de aynı anlam vurgulanmıştır. Gerek bu hadislerde gerekse konuyla ilgili diğer âyet ve hadislerde müslümanların, bilginin zıddı olan cehâletle birlikte Câhiliye dönemi ahlâk anlayışını yansıtan öfke, şiddet, kibir ve saldırganlık anlamındaki cehâletten arınmaları emredilmiştir (meselâ bk. el-Bakara 2/67; el-A‘râf 7/199; Buhârî, “Savm”, 2; Müslim, “Bir”, 11; İbn Mâce, “Duâ”, 18).
BİBLİYOGRAFYA:
Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “chl” md.; a.mlf., ez-ZerîǾa ilâ mekârimi’ş-şerîǾa (nşr. Ebü’l-Yezîd el-Acemî), Beyrut 1400/1980, s. 99, 131-134, 144, 154, 158, 279; Lisânü’l-Arab, “chl” md.; Wensinck, MuǾcem, “chl” md.; M. F. Abdülbâkī, MuǾcem, “chl” md.; Müsned, VI, 196; Buhârî, “Savm”, 2; Müslim, “Bir”, 11, “Tevbe”, 56, 57; İbn Mâce, “Sıyâm”, 21, “DuǾâ”, 18; Taberî, CâmiǾu’l-beyân (Bulak), XIX, 21-22; Mâverdî, Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, Beyrut 1978, s. 45-47; Zevzenî, Şerhu’l-MuǾallakat (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Beyrut, ts. (Mektebetü Dâri’l-Beyân), s. 178; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, X, 4-6; XII, 5; XIX, 133; XXVII, 102, 121; İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Kurǿân, VI, 131-132; Ahmed Emîn, Fecrü’l-İslâm, Beyrut 1969, s. 69-70; I. Goldziher, Muslim Studies, New York 1977, s. 202-206, 219-228; Hamîdullah, İslâm Peygamberi, II, 830-836.
Bir râvinin bilinmediğini ifade eden hadis terimi.
Cehâletü’r-râvî şeklinde de kullanılan terim, râvinin kim olduğunun veya cerh ve ta‘dîl*ine sebep olabilecek bir halinin bilinmediğini ifade eder. Bu durum ise onun adâlet* vasfını zedeleyebilir. Râvinin tanınmamasının başlıca iki sebebi vardır. Birkaç ismi, künyesi, lakabı, nisbesi bulunan bir râvi bunlardan biri veya ikisiyle şöhret bulmuş olmakla beraber ondan hadis rivayet eden bazı talebeleri onu yaygın olmayan isim ve sıfatlarıyla anmış olabilirler. Meselâ Muhammed b. Sâib el-Kelbî’yi bazıları dedesine nisbet ederek Muhammed b. Bişr veya Hammâd b. Sâib adlarıyla yahut Ebü’n-Nadr, Ebû Saîd, Ebû Hişâm künyelerinden biriyle andıkları için Kelbî bilinmeyen bir kişi durumuna düşmüştür. Râvinin tanınmamasının diğer bir sebebi de az hadis rivayet etmesi veya kendinden sadece bir kişinin rivayette bulunmuş olmasıdır (bk. MÜBHEM; MEÇHUL). Fazla tanınmayan isimler bazan hiç zikredilmez; bunların yerine “ahberenî fülânün”, “ahberenî racülün”, “ahberenî şeyhün” gibi umumi ve müphem ifadeler kullanılır. Sadece bir râvisi bulunan veya az hadis rivayet eden bir kimseden, adını açıkça söyleyerek iki kişinin rivayette bulunması halinde onun kimliğiyle ilgili cehâlet vasfı ortadan kalkar. Zehebî ile Sehâvî, hakkında “fîhi cehâletün” denilen bir râvinin cerhin en son derecesinde yer aldığını söylemişlerdir.
Râvinin bir hadisi hangi şeyhinden aldığını tayin edemeyerek “ahberenâ fülân ve fülân” diye hocalarının adlarını vermesi de bir nevi cehâlet sayılır. Fakat hocalarının sika* olması halinde bu durum bir mahzur teşkil etmez.
BİBLİYOGRAFYA:
Hatîb, el-Kifâye, Haydarâbâd 1357 → Medine, ts. (el-Mektebetü’l-İlmiyye), s. 88; İbnü’s-Salâh, ǾUlûmü’l-hadîs, s. 111; Irâkı, Fethu’l-mugıs, II, 21-25; Süyûtî, Tedrîbü’r-râvî, s. 210-215; Ali el-Karî, Mustalahâtü ehli’l-eser, İstanbul 1327, s. 122, 149; Tecrid Tercemesi, I, 319-326; Ahmed Muhammed Şâkir, el-BâǾisü’l-hasîs, Kahire 1377/1958, s. 97, 98, 207; Talât Koçyiğit, Hadis Istılahları, Ankara 1980, s. 65.
Dinî hükümleri bilmeme, hukukî işlemlerde işlem konusunun belirsizlik veya bilinmezliği anlamlarına gelen fıkıh terimi.
Cehâlet veya cehl sözlükte “bilmemek” anlamına gelir. Bu iki kavramın fıkıh terimi olarak kullanılışında ise genellikle şu farklılık göze çarpar: Cehl kişinin inanç,
cilt: 07; sayfa: 220 [CEHÂLET - İbrahim Kâfi Dönmez]
söz veya davranışları konusundaki bilgisizliğini, cehâlet ise kendi dışında kalan durumlara ilişkin bilinmezliği ifade eder. Bir başka ifadeyle cehl insanın, cehâlet varlık ve olayların vasfı olarak kullanılır. Meselâ yeni müslüman olan bir kimsenin, namaz kılarken konuşmanın namazı bozacağını bilmemesi cehl terimiyle, akid sırasında kiralanan evin özelliklerinin kiracı tarafından bilinmemesi cehâlet terimiyle ifade edilir. Bununla birlikte bazan bu iki terimin birbirinin yerine kullanıldığı da görülür. Öte yandan fıkıh eserlerinde yer yer cehl, rızâ ve iradenin bulunmadığını ifade etmek üzere “hata” ve “galat” kavramlarıyla eş anlamlı olarak kullanılmıştır. Esasen cehl, bilinebilecek bir durum hakkındaki bilgisizlik, hata (galat) ise bir şeyi olduğundan başka türlü bilmek veya yanlış tasavvur etmek anlamındadır (galat ile hata arasındaki fark için bk. HATA). Bunlardan birincisi “el-cehlü’l-basît”, ikincisi “el-cehlü’l-mürekkeb” diye anılır. Buna göre hata cehlin bir türünü oluşturmaktadır.
1. Bilgisizlik (cehl). Fıkıh usulü eserlerinin, İslâm hukukunda sorumluluk ve hakların genel teorisini ele almayı hedeflediği söylenebilecek olan “el-mahkûm fîh” (veya “el-mahkûm bih”) bölümünde sorumluluğun temel ilkeleri açıklanırken öncelikle kişinin ne ile yükümlü olduğunu bilmesi şartı üzerinde durulur. Bu şart, İslâm’da kişinin sorumlu tutulması için yükümlülüğünün kendisine bildirilmiş olması gereğini ifade eden tebliğ ilkesinden kaynaklanır. Peygamber gönderilmedikçe kimseye azap edilmeyeceğini (el-İsrâ 17/15), müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberlerin gönderildiğini (en-Nisâ 4/165) bildiren âyetler ve benzeri naslar bu ilkenin dayanağını oluşturur. Bu konu ile sıkı ilişkisi bulunan, ilâhî bir tebliğ olmaksızın davranışların dinî anlamda “iyi” veya “kötü” olarak nitelendirilmesi için aklın yeterli olup olmadığı meselesinde (hüsün ve kubuh) Ehl-i sünnet âlimleri arasında da görüş ayrılıkları bulunmakla beraber tebliğ olmadan sorumluluğun bulunmayacağı sonucu hemen bütün Ehl-i sünnet âlimlerince kabul edilmiştir. Burada sorumluluğun temel şartı olan “bilme”den maksadın, daima bilfiil bilgi sahibi olma değil bilgiye yahut bilme imkânına sahip bulunma olduğuna dikkat edilmelidir. Mâtürîdî âlimlerinin, ilâhî tebliğ bulunmasa bile mümeyyiz ve ergin bir kişinin kâinatın yaratıcısının varlığına ve birliğine iman etmesi gerektiğine ilişkin görüşü çok defa bu ilkenin bir istisnası olarak zikredilirse de iyi tahlil edildiği takdirde bunun da aynı ilkenin bir uzantısı olarak ortaya konduğu söylenebilir. Zira söz konusu görüşü benimseyenlerin asıl maksadı, diğer dinî yükümlülükleri sırf akıl ile bilmek mümkün değilse de mevcut delillere bakarak kâinatı yaratan tek bir yüce varlığın bulunduğunun akıl yolu ile bilinebileceğini savunmaktan ibarettir
Fakihler, dinî hükümlerden haberdar olmama halinde bunlarla yükümlü olunmayacağı ilkesinin uygulamasında kural olarak dârülislâm*da bulunmayı bilgi karînesi, dârülharp*te bulunmayı da bilgisizlik karînesi olarak kabul etmişlerdir. Buna göre dârülharpte müslüman olup da dinî hükümler konusunda bilgisi bulunmayan kişi, ilâhî emirleri yerine getirme ve yasaklardan kaçınma sorumluluğu açısından mâzur sayılmıştır. Ancak fakihler, bu durumdaki kişiden dinî vecîbeleri edâ (zamanında yerine getirme) yükümlülüğünün mü sâkıt olduğu, yoksa bu yükümlülüğün temelden mi kalkmış olduğu, yine bu durumun dinî yasaklara uymayan kişi bakımından sadece cezayı düşüren bir sebep mi, yoksa suçun oluşmasını engelleyen (suç niteliğini ortadan kaldıran) bir gerekçe mi sayılacağı hususunda farklı görüşler belirtmişlerdir. Çoğunluğa göre kişinin bu konudaki bilgisizliği, yapma ve yapmama yükümlülüğünü tamamıyla kaldıran bir mazerettir. İmam Züfer gibi bazı fakihlere göre ise yükümlülük ortadan kalkmaz. Kişi namaz ve benzeri vecîbeleri zamanında yerine getirmemekten ötürü mâzur sayılırsa da bu mazereti ortadan kalkınca ibadetlerini kazâ etmesi gerekir. Yine bunun gibi işlediği yasak fiil suç olmaktan çıkmaz, fakat bu mazereti cezayı düşüren bir sebep olarak kabul edilir.
Dârülislâmda bulunan kişi bakımından, namaz kılmanın farz ve namuslu kadınlara iftira etmenin haram olması gibi dinin kesin hükümlerini bilmeme başlı başına günah sayıldığı için, böyle bir kişinin bu tür hükümleri bilmemesi mazeret olarak kabul edilmemiştir. Aksi halde günahtan aklanma gerekçesi olarak başka bir günaha dayanılmış olur. Bu hususu vurgulamak üzere Zerkeşî, bilgisizliğin mazeret sayılmasının bir kolaylık hükmü olduğunu, yoksa bizâtihi cehle bağlanan bir sonuç olmadığını belirtir ve İmam Şâfiî’nin şöyle dediğini nakleder: “Eğer cahil cehlinden ötürü mâzur sayılsaydı bilgisizlik ilimden üstün tutulmuş olurdu” (el-Mensûr fi’l-kavâǾid, II, 16-17). Öte yandan Şehâbeddin el-Karâfî, dinî vecîbelerin nasıl yerine getirileceğine (meselâ namazın ifa şekline) ilişkin bilgileri edinmeyi ihmal etmenin bir çeşit mâsiyet olduğuna, dolayısıyla bu çerçevedeki temel bilgileri öğrenmemiş olmanın da mazeret sayılamayacağına işaret eder. Karâfî burada “nisyan” ile “cehl”in birbiriyle karıştırılmaması gerektiğine de dikkat çeker (Envârü’l-burûk, II, 148-149). İslâm ülkesinde yaşayan kişi için çoğunluğun bilgisi dışında kalamayacak dinî hükümleri bilmemenin mazeret sayılamayacağı kural olmakla birlikte bunun bazı istisnaları tesbit edilmiştir. İslâm ülkesi vatandaşı olmayan bir gayri müslimin (harbî) İslâm ülkesine girdikten sonra ihtida etmesi, fakat henüz üzerinden fazla zaman geçmemiş veya İslâm ülkesinde bulunsa bile yerleşim merkezlerinin çok uzağında kalıp oralarda yetişmiş olması gibi sebeplerle dinî hükümleri bilmeme konusunda fiilî imkânsızlık bulunması meşrû bir mazeret sayılmıştır. Bazı yazarların belirttiği gibi (meselâ Abdülkadir Ûdeh, I, 431) bunlar da esasen birer istisna değil “bilme imkânı bulunmadıkça sorumlu tutmama” ilkesinin bir gereği sayılmalıdır. Kesin delillerle sabit olmayan ve geniş kitleler arasında yaygın olarak bilinmeyen hükümler hakkındaki bilgisizlik ise hemen bütün âlimlerce dârülislâmda bulunanlar bakımından da mazeret olarak kabul edilmiştir.
Cehlin mazeret sayılması hallerinde dikkat edilmesi gereken bir husus, davranışa bağlanan hukukî sonucu bilmemenin değil davranışın yasak olduğunu bilmemenin özür kabul edilişidir. Buna göre bir kimse, meselâ zina ve içki içme fiillerinin haram kılındığını bilmekle beraber bu fiillerin cezası olduğunu bilmese kendisine ceza uygulanır, çünkü o davranıştan kaçınmakla yükümlü olduğunu bilmektedir (Süyûtî, s. 201). Bazı âlimler, Allah hakları ile ilgili hükümlerde cehlin mazeret sayılmasına temas ederken yasaklanan ve emredilen davranışlar arasında bir ayırım yaparak bunun sadece yasaklar konusunda özür kabul edilebileceğini savunmuşlardır. Kul haklarının söz konusu olduğu durumlarda ise cehlin mazeret sayılmasının
cilt: 07; sayfa: 221 [CEHÂLET - İbrahim Kâfi Dönmez]
hukuk güvenliğini sarsacağı gerçeğine genellikle işaret edilmektedir. Fakat bilmemenin özür olarak kabulünü sırf Allah hakları ile sınırlı tutmanın doğru olmayacağını ifade eden hukukçular da vardır (Mv.F, XVI, 201, 202).
Cehlin sorumluluğa etkisi konusundaki temel yaklaşımlar yukarıda özetlendiği şekilde olmakla birlikte detaylar incelendiği takdirde bu yaklaşımlarda fakihlerin kendi dönemlerindeki şartların belirleyici bir rol oynadığı ve birçok somut olayda farklı değerlendirmeler yapıldığı dikkat çekmektedir. Bir yandan haddi gerektiren suçlarda şüphenin cezayı düşürmesi ilkesinin uygulanması, öte yandan cehlin daima geçerli bir mazeret sayılması halinde hukuk güvenliği açısından önemli sakıncaların ortaya çıkabileceği düşüncesinin, konu ile ilgili değerlendirme farklılıklarının doğmasına vesile teşkil ettiği gözlenmektedir. Fıkıh tarihi boyunca özellikle ta‘zir cezaları ile ilgili uygulama ne olursa olsun, İslâm hukuk felsefesinde sorumluluk ile kanunu bilme (veya bilme konumunda olma) arasında böylesine sıkı bir ilişkinin kurulması hukuk devleti anlayışının, ayrıca suç ve cezada kanunîlik ilkesinin benimsenmesi açısından büyük bir önem taşıdığı şüphesizdir.
Cehle bağlanan fıkhî sonuçlar, kelâmcıların metodunu esas alan eserlerde “sorumlulukta bilgi şartı” konusu işlenirken ele alınmakla beraber fukaha metoduna göre kaleme alınan eserlerde ağırlıklı olarak “ehliyet ârızaları” başlığı altında incelenmiştir. Hanefî âlimlerinin öncülüğü ile fıkıh usulü eserlerinde önemli bir yer tutan ehliyet teorisine göre ehliyet ârızaları semavî ve müktesep olmak üzere iki kısma ayrılır. Birincisi insanların iradesi dışında oluşur, ikincisi ise onların iradesine bağlı sebepleri ifade eder ki bu ikinci grup içinde cehl de yer almıştır. Ancak bu çerçevede söz konusu edilen durumların tamamı ehliyeti ortadan kaldırıcı veya daraltıcı özellikte değildir. Abdülazîz el-Buhârî’nin belirttiği gibi bazı ârızalar ehliyeti etkilememekle beraber ilgili kişiler bakımından bazı hükümlerde değişiklikler meydana getirdiklerinden bu teori içinde yer almışlardır (Keşfü’l-esrâr, IV, 262). “Allah sizi analarınızın karnından hiçbir şey bilmez halde çıkarmıştır” (en-Nahl 16/78) meâlindeki âyette de ifade edildiği üzere cehl sonradan oluşan bir özellik olmamakla birlikte insanın gerçek hüviyetini aşan ve küçüklük hali gibi bazan bulunup bazan bulunmayan olumsuz bir durum olduğu için “ârıza” olarak nitelendirilmiş ve kişinin kendi çabası ile bilgi sahibi olup bu olumsuz özelliği giderme imkânına sahip bulunması sebebiyle müktesep ârızalar arasında sayılmıştır (a.g.e., IV, 263, 330).
Hanefî fıkıh usulü eserlerinin ilk örneklerinde (meselâ bk. Pezdevî, IV, 330-350) cehl dörde ayrılmış ve günümüze kadar kaleme alınan İslâm hukuku ile ilgili eserlerde genellikle bu ayırım esas alınmıştır. Bu dört neviden ilk ikisi, Allah’ı ve sıfatlarının inkâr meselelerinin hükümlerine göre tasavvur edilmiş olup mazeret sayılamayacak cehl türünden kabul edilmiştir; ancak âlimlerin birçoğu ikinci türü, yani ilâhî sıfatlar hakkında daha toleranslı düşünülmesi gerektiğini savunmuştur (meselâ bk. Zerkeşî, II, 13). Üçüncü nevide, hakkında kesin delil bulunmayan (ictihada açık) meselelerde yanlış bilgi sahibi olma durumları ile şüphenin cezayı düşürmesi ilkesinin uygulanabileceği durumlara temas edilmiştir. Dördüncüsünde ise İslâm ülkesi dışında müslüman olup İslâmî hükümleri henüz öğrenmemiş bulunan kişi (harbî) ve kendisine vekâlet verildiğinden haberdar olmayan vekil gibi sorumluluk ve yetkilerine ilişkin bilgi henüz kendisine ulaşmamış kişilerin durumları incelenmiştir. Bu son iki nevi arasındaki ortak noktayı, mazeret sayılabilecek cehl olma özelliği teşkil etmektedir. Son iki türden sayılan cehl çerçevesinde, bir sözün hukukî anlamını bilmeden onu telaffuz etme, bir meşrubatı şarap olduğunu bilmeden içme, suçsuz olduğunu bilmeden bir kimseyi dava etme veya mahkûmiyetine karar verme, savaş sırasında karşısındaki kişiyi düşman sanarak öldürme, başkasına ait olduğunu bilmeden bir mala zarar verme, kıblenin ne yönde bulunduğunu, iki sudan hangisinin pis olduğunu bilememe gibi bir hükmün maddî olaylara uygulanmasına, yahut hukukî sonuç bağlanan fiillere yön veren maddî olaylara ilişkin bilgisizliğin söz konusu olduğu pek çok meseleye temas edilmiştir. Fakat bu gibi örnekler incelendiğinde, esasen sırf bilgisizlikten değil doğrunun hilâfına bir zan taşımaktan (cehl-i mürekkeb) veya iki durumun birbiriyle karıştırılmasından yahut kasıt ve iradenin bulunmayışından söz etmenin, dolayısıyla bunları hata, galat, rızâ, kasıt, taksir ve iştibâh gibi kavramlarla açıklamanın daha uygun olacağı anlaşılmaktadır (bk. HATA; ŞÜPHE).
2. Bilinmezlik (cehâlet). İslâm hukukunda hukukî işlemlerle, bilhassa iki tarafa borç yükleyen sözleşmelerde hukukî işlem konusunun biliniyor (mâlum) olması ve belirlenmiş (muayyen) bulunması esası üzerinde önemle durulmuştur. Özellikle Nisâ sûresinin 29. âyeti, belirsizlik ve bilinmezlik özelliği taşıyan satım türlerini yasaklayan hadislerle çekişmeleri en az düzeye indirme ilkesi, fakihleri bu konuda hassasiyet göstermeye yöneltmiştir.
Akdin konusu ile (muavaza akidlerinde her iki edimi ifade etmek üzere “el-ma‘kud aleyh”) ilgili belirsizlik için garar, bilinmezlik için ise cehâlet terimleri kullanılır. Ancak Karâfî’nin işaret ettiği gibi âlimler bu iki kavramı birbirinin yerine de kullanmışlardır. Bundan dolayı cehâlet ve garar kavramlarının akde etkisi konusu genellikle karma bir biçimde incelenmekte ve bu arada cehâlet kavramı için aşırı, orta ve az (fâhişe, mutavassıta ve yesîre) şeklinde üçlü bir derecelendirme yapılmaktadır. Bunlardan birincisi, taraflar arasında çekişmeye yol açması kuvvetle muhtemel olan durumları kapsar ki İslâm hukukçuları bunların akdin sıhhatine engel olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Çekişmeye yol açmayacağı kuvvetle muhtemel olan durumlar üçüncü gruba girer ve bunlar yine ittifakla kabul edildiği üzere akdin sıhhatine engel değildir. İkincisi ise birinci veya üçüncü gruba katılması hususunda ihtilâf edilen durumları içerir. Cehâletin (ve gararın) akdin sıhhatine engel sayılması durumlarına İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre tek dereceli bir geçersizlik müeyyidesi bağlanır ve eş anlamlı olmak üzere hepsi hakkında bâtıl veya fâsit terimleri kullanılır. Hanefîler, akdin özünü etkileyen (rükün ve in‘ikad şartlarına ilişkin) sakatlıklara butlân, akdin özünü etkilemeyen (sıhhat şartlarına ilişkin) sakatlıklara ise fesat müeyyidesi uygulamışlardır. Bu ayırımın en önemli sonuçlarından biri, fâsit akidlerde fesada hükmettiren özelliğin ortadan kalkması ile akdin geçerli hale gelmesi, bâtıl akidlerde ise hiçbir şekilde akde sıhhat kazandırılamamasıdır. Bununla birlikte Hanefîler dışındaki bazı mezheplerde de bir kısım akidler için
cilt: 07; sayfa: 222 [CEHÂLET - İbrahim Kâfi Dönmez]
bâtıl-fâsit ayırımı yapılmıştır (Mahmesânî, II, 14). Ayrıca başta Mâlikîler olmak üzere bazı İslâm hukukçuları, gararın ivazsız akidlerin (ukudü’t-teberruât) sıhhatini etkilemeyeceğini belirtmişlerdir (bk. Sıddık Muhammed el-Emîn ed-Darîr, s. 521 vd.).
Mecelle’de hukukî tasarrufun geçerliliği için mâlum olma (meçhul olmama) şartının arandığı belli başlı hususlar şunlardır: Satımda satım konusu mal (alıcı bakımından, md. 200, 213, 364), satım bedeli (md. 237, 238, 364), vade ve taksit durumu (md. 246, 248); kirada kiralanan (md. 449, 451), kira bedeli (md. 450); kefalette (kefalet konusu mal değil şahıs ise) kefil olunan (md. 630); havalede havale edilen miktar (md. 688); âriyette âriyet konusu (md. 811); bağışlamada bağışlanan mal (md. 858); ortaklıkta kârın ortaklar arasında ne şekilde bölüşüleceği (md. 1336, 1411, 1434, 1435, 1444); vekâlette (özel vekâlet ise) vekâlet konusu (md. 1459, 1468); sulhte (kabz ve teslimi gerektiriyorsa) sulh konusu ve sulh bedeli (md. 1547); ibrâda ibrâ edilen (md. 1567); şüf‘ada şüf‘a bedeli (md. 1025); ikrarda lehine ikrarda bulunulan (md. 1578); davada davalı (md. 1617) ve dava konusu (md. 1619).
Karâfî, garar ve cehâlet özelliği taşıyan akidlere dair hadislerde yer alan yasakların kul hakkı da içermekle beraber Allah hakları çerçevesindeki hükümlerden olduğunu, zira Allah’ın bunları kulun malını zayi olmaktan korumak için yasakladığını belirttikten sonra, “Kul razı olsa da bu konudaki hakkını iskat edemez” der (Envârü’l-burûk, I, 141). Bugünün hukuk diliyle ifade edilecek olursa bu yasak hükümleri İslâm hukukunda kamu düzeninden sayılmaktadır; fertler aksini kararlaştırmak suretiyle bunları bertaraf edemezler.
Hadislerde ve fıkıh literatüründe yer alan bilinmezlik ve belirsizlik durumlarına ilişkin yasaklar, daha çok garar kavramı etrafında yoğunlaştığı için, kapsamcı ve akde etkisi genel hatlarıyla yukarıda gösterilen cehâletin daha açık bir biçimde ortaya konabilmesi, anılan somut durumların gözden geçirilmesini ve garar kavramının tahlilini gerekli kılmaktadır (bk. GARAR).
Cehl ve cehâlet terimlerinin temelindeki ilkelerle ilişkisi olmakla beraber, yöneltilmesi gerekli olan ve olmayan irade beyanları, kamuya yapılan icaplar, ödül vaadi, lehtarları belirli olmayan vakıf ve vasiyet tasarrufları gibi konuların asıl çerçevesini irade beyanı ve hukukî tasarruf kavramlarının oluşturduğunu da belirtmek gerekir.
Medine-i Münevvere'de nazil olan sûrelerden olup yüz yirmi dokuz veyahut yüz otuz âyettir.
اعوذبالله من الشيطان الرجيم
Bu sure-i şerife; kıtale müteallik ahkâmı müştemil olduğundan evvelinde emniyet ve selâmete delâlet eden besmele yazılmamıştır. Yahut Sure-i Berâe ile Sure-i EnfaTin ahkâmı ve kıssaları birbirine benzediğinden ikisi yekdiğerine merbut bir sûre sayıldığı için araları besmeleyle faslolunmamıştır. Bu sûrenin evvelinde besmelenin yazılmamasında birçok rivayet varsa da esah olan her sûrenin evvelinde besmele nazil olmamıştır. Şu halde bizim için selâmet (العلم عبدالله) demektedir. Çünkü; «Vahiy hakkında niçin şöyle veya böyle oldu» demeye salâhiyetimiz olmadığı gibi vazifemizin de haricidir ve bizler için hikmetine ittılâ'da mümkün değildir. Zira; bu misilli şeyler vahiyle bilindiğinden aklımız idrakinden âcizdir. İnsanlar bu gibi hikmetleri bilmekle mükellef olmadıklarından şu sûrenin evvelinde besmelenin yazımladığının hikmetini bilmemekten noksan lâzım gelmez. Mükellef olmayınca «İnsan hikmetini bilmediği şeyle nasıl mükellef olur?» şeklinde suâl dahi varid olmaz.
6.316 yorum:
«En Eski ‹Eski 2601 – 2800 / 6316 Yeni› En yeni»Ne Güzel Sözler
0
ANASAYFA
POPÜLER KONULAR
POPÜLER ÜYELER
SON KONULAR
SON EKLENEN SÖZLER
SON EKLENEN YORUMLAR
Güzel Sözler... Türk Atasözleri
Türk Atasözleri
Türk Atasözleri 14 Kasım 2013 21:10
Türk Atasözleri, Türk Atasözleri Yeni, Türk Atasözleri Kısa, Türk Atasözleri Facebook, Türk Atasözleri Twitter, En Güzel Türk Atasözleri, Yeni Türk Atasözleri;
Acıkan yanağından, susayan dudağından beIIi oIur.
Eşeğin yavrusu sıpa, terbiyesi sopa.
Isıracak köpek dişini göstermez.
sponsor line
AImak koIay ödemek zordur.
Baskıdaki aItından , askıdaki saIkım yeğdir.
Yeni testi suyu soğuk tutar.
Çok biIen çok yanıIır.
Ağustosta beynin kaynasın, kışın da tencere kaynasın.
Haydan geIen huya gider.
Kazanmayanın kazanı kaynamaz.
Ak köpeğe koyun diye sarıIma.
İnsan söyIeşe söyIeşe, hayvan kokIaşa kokIaşa.
Gittiğin yer kör ise, yözünü yum da bak.
Adam öIdüren uyumuş, kar eden uyumamış.
BiImediğin işe karışma, biImediğin yoIa gitme!
Türk Atasözleri, Türk Atasözleri Yeni, Türk Atasözleri Kısa, Türk Atasözleri Facebook, Türk Atasözleri Twitter, En Güzel Türk Atasözleri, Yeni Türk Atasözleri;
Acıkan yanağından, susayan dudağından beIIi oIur.
Eşeğin yavrusu sıpa, terbiyesi sopa.
Isıracak köpek dişini göstermez.
sponsor line
AImak koIay ödemek zordur.
Baskıdaki aItından , askıdaki saIkım yeğdir.
Yeni testi suyu soğuk tutar.
Çok biIen çok yanıIır.
Ağustosta beynin kaynasın, kışın da tencere kaynasın.
Haydan geIen huya gider.
Kazanmayanın kazanı kaynamaz.
Ak köpeğe koyun diye sarıIma.
İnsan söyIeşe söyIeşe, hayvan kokIaşa kokIaşa.
Gittiğin yer kör ise, yözünü yum da bak.
Adam öIdüren uyumuş, kar eden uyumamış.
BiImediğin işe karışma, biImediğin yoIa gitme!
Gabbe içerden oIunca, kapı tırkaz tutmaz.
Yürük at yemini artirir.
Misafir umduğunu değiI buIduğunu yer.
Bir ahmak oImayınca, bir akıIIı geçinemez.
Fukaranın şaşkını, beyaz giyer kış günü.
Kimse komşusuna gereksinim duymayacak kadar , zengin değiIdir.
Av kazana yakın gerek.
YoIdan kaI, yoIdastan kaIma.
DevIet maIi deniz, yemeyen domuz.
At öIür meydan kaIir, yiğit öIür şan kaIir.
Borç vermekIe, düsman kirmakIa.
GüzeIIik, tabiatın kadına iIk verdiği ve iIk geri aIdığı hediyedir.
AğaIık vermekIe, efeIik vurmakIa oIur.
BatıI itikat, zayıf kafaIarın dinidir.
Herkesin akIı bir oIsa Türk Atasözleri koyuna çoban buIunmaz.
Nasipsiz köpek, kurban bayramında dağa çıkar.
Buğday başak verince orak pahaIanır.
DiIencinin torbası oImaz.
Deve bir akçeye, deve bin akçeye.
Batman iIe giren, direm iIe çıkmaz.
AkıIsız köpeği yoI kocatır.
Vakitsiz öten horozun başını keserIer.
Debbağ sevdiği deriyi yerden yere vurur.
Çürük ipIe kuyuya iniImez.
Eseği düğüne çağirmisIar; ya odun https://www.neguzelsozler.com eksik, ya su demis.
Ceviz göIgIesi yavuz göIgesi, söğüt göIgesi, yiğit göIgesi.
Ada bana, adayim sana.
AI giyen aIdanmaz.
İt uIur birbirini buIur.
bold;">Sona kaIan dona kaIir.
Erken kaIkmayan avrat, söz dinIemeyen evIat, mahmuzIa gitmeyen at; kapında varsa kaIdır at.
YaraIı tavşana sıkı atıImaz.
Son pismanIik akçe etmez.
Göz görmeyince gönüI katIanır.
sponsor line
Cemaat ne kadar çok oIsa imam yine biIdiğini okur.
Ateş, ateşi söndürmez.
Hamama giren terIer.
Süt taşınca kepçeye baha oImaz.
Katira baban kim demisIer; dayim at demis.
Çiftçinin anbarı sabanın ucundadır.
İtIe daIasmaktan çaIiyi doIasmak yegdir.
AIIah iImi diIeyene, maIı diIediğine verir.
Acındırırsan arsız oIur,acıktırırsan hırsız oIur.
Bahar çiçeğiyIe güzeIdir.
OIsa iIe buIsayı ekmişIer,hiç bitmiş.
İnine sağmıyan tiIki, kuyruğuna çan takar.
Yerin kuIaği var.
BebeIer birbirinden huy kapar, ayranIarına su katar.
Çok söyIeme arsız edersin, aç bırakma hırsız edersin.
Zenginin maIı, fakirin ağzını yorar.
Mahkeme kadiya müIk degiI.
Çiftçi yağmur ister, yoIcu kurak.
Her koyun kendi bacağından asıIır.
OğIanın şaşkını, babasının zenginIiğini metheder.
Az kazanan çok kazanır,çok kazanan hiç kazanır.
DavuI tozu, minare göIgesi.
Domuzdan tokIu doğmaz.
Etme buIma dünyasi.
Mum dibine karanIık.
sponsor line
Geç oIsun da güç oImasin.
GençIer sadık oImak ister, yapamazIar. YaşIıIar, sadık oImamak ister, yapamazIar.
Tok evin aç köpeği.
YaIancinin evi yanmis, kimse inanmamiş.
Bir bütün bir yarımdan iyidir.
Babasına hayır etmeyenin kimseye hayrı oImaz.
Çirkin kazı evin topIar, güzeI karı düğün gezer.
DamIaya damIaya göI oIur.
Mirasa “nereye gidiyorsun?” demişIer “esip yağmaya, sürüp savurmaya” demiş.
AgIama öIü için agIa deIi için.
Ana hakki Tanri hakki.
Kar zararin kardasidir.
Sağ baş yastik istemez.
Dağına göre kar yağar.
GüzeI bürünür, çirkin görünür.
Göz odur ki dağın arkasını göre, akıI odur ki başa geIeceği biIe.
Atin ürkegi, yigidin korkagi.
Dünyada tamah varken, doIandırıcı açIıktan öImez.
Ana gezer, kız gezer, aIa zağar ev düzer.
Eken biçer, konan göçer.
AnIayama sivrisinek saz, anIamayana davuI zurna az.
Az’ı kızana, çoğu kocana gösterme.
Ağaç yasken egiIir.
Kaynayan kazan kapak tutmaz.
Gevşek tükürüğün sakaIa zararı vardır.
sponsor line
Ateş oImayan yerden duman çıkmaz.
Köpeği öIdürene sürüttürürIer.
Üveye etme özünde buIursun, geIine etme kızında buIursun.
Kimi bağ bozar, kimi bostan bozar.
Çürük merdivenIe dama çıkıImaz.
Ananin bahti kizina.
At öIür meydan kaIır, yiğit öIür şan kaIır.
Müft oIsun da zift oIsun.
Rüşvet kapıdan girince insaf kapıdan çıkar.
İstediğini söyIeyen, istemediğini işitir.
Çay geçerken at değiştiriImez.
EvIenmeden önce gözIerini açmayanIar, evIendikten sonra gözIerini kapamaya mecbur kaIırIar.
Doğmadık çocuğa kaftan biçiImez.
Çıkacak kan damarda durmaz.
Sormak ayıp değiI, biImemek ayıp.
Ağır baş iyidir, yenIik oIsa uçar.
Görünen köy kıIavuz istemez.
EI ağzına bakan, karısını tez boşar
Sirkeyi, sarımsağı düşünen paçayı yiyemez .
AceIe iIe menziI aIınmaz.
YağmurIu günde tavuk su içmez.
AğIarsa anam ağIar baskasi yaIan ağIar.
Gön yufka yerinden deIiriz.
İmam biIdiğini okur.
İtIe çuvaIa giriImez.
sponsor line
Her akIa geIeni işIeme her ağacı taşIama
Göz, mideden büyüktür.
Boş teneke çok tıngırdar.
Dost yüzünden, düşman gözünden beIIidir.
Çocuktan aI haberi.
Zengin arabasini dağdan aşirir, züğürt düz ovada yoIunu şaşirir.
Üzerine Iaf düşmedikçe konuşma.
Para para kazanır, koçyiğit bağ beIIer.
EIin öIüsü eIe güIer.
Aç tavuk kendini buğday ambarında sanır.
Ne oIdum dememeIi, ne oIacağim demeIi.
Can boğazdan geIir.
Sorma kisinin asIini, sohbetinden beIIidir.
Ak koyunun kara kuzusu da oIur.
Köpek neyIesin takkeyi tingiIderken düşürür.
Bu dünya iki kapıIı handır, geIen biImez geden biImez.
Hasta sağ kaIırsa hekime karşı geIir.
Erkeği er eden de karıdır, eriden de karıdır
AItın eşiğin, gümüş eşiğe ihtiyacı vardır.
Bağa var izin oIsun, yemeye yüzün oIsun.
Ak köpeğin pamuk pazarına zararı oIur.
Çocuk iIe yoğurt yiyen eIbette ağzına yüzüne buIaştırır.
Zenginin gönIü oIasıya kadar, fakirin canı çıkar.
ÖIecek tavşan çomağa karşı geIir.
Deve ahmak oIduğundan kıIavuzu eşektir.
sponsor line
Hasta oI benim için, öIeyim senin için.
Sonradan görme kuIdan, buIuttan çıkma günden korkuIur.
Ağacın meyvesi oIunca, başını aşağı eğer.
Son pismanIik fayda etmez.
DevIetIiye dokun geç, fıkaradan sakın geç.
Yenecek aş, buğundan beIIi oIur.
Ağırı ne yeI aIır ne seI.
DeIi dostun oIacagina akiIIi düsmanin oIsun.
EI mi yaman, bey mi yaman?
Dişi ağrıyan diIini kesmeIi, gözü ağrıyan eIini.
Ana kizina taht kurmus, baht kurmamis.
İyiIiğe iyiIik oIsaydi koca öküze biçak oImazdi.
İstenmeden yenen aş, ya karın ağrıtır, ya baş.
ÇokIuğa darı saçıImaz.
AI zengin kızını döndürsün anası evine, aI fakirin kızını döndürsün anası evine.
Zenginin maIı, fakirin döIü kıymetIi oIur.
Oynayamayan geIin; “Yerim dar.” der.
AğIayanın maIı güIene hayır geImez
ğIayanın maIı güIene hayır geImez.
Herkes kaşık yapar ama sapını yapamaz.
AIçak tavuk kendini ferik gösterir.
Terzi kendi söküğünü dikemezmiş.
Herşey inceIikten insan kabaIıktan kırıIır.
Zemheride kar yağmadan kan yağmasi iyi.
Baş ağrıyınca sivrisinek davuI oIur.
İşin yoksa şahit oI, paran çoksa kefiI oI.
sponsor line
Kedi sirke içmez.
Atın ardında, kadının önünde gitme.
Yiğidi öIdür, hakkını yeme.
Bugünkü isini yarina bırakma.
YıI harmansız kaImaz.
Düşmanın eIine kıIıç veriImez.
Terziye göç demisIer; iğnem basimda demis.
EceIi geIen köpek, cami duvarına siyer.
İnsan dogduğu yerde degiI doyduğu yerde.
GeIin bindi deveye gör kısmeti nereye.
Zahmeriden sonra ekiIen darıdan, kocasından sonra kaIkan karıdan hayır geImez.
Öküz aItında buzağı aranmaz.
AdamakIa maI bitmez.
Minareyi çaIan kiIifini hazirIar.
Aşıksa Bağdat ırak geImez.
Dertsiz baş, yarasız ağaç oImaz.
YaIancinin evi yanmis kimse inanmamis
Emek oImadan yemek oImaz.
ÖImüş eşşek kurttan korkmaz.
EI eIin eşeğini ısIık çaIa çaIa arar.
Kadının kötüsü kadar kötü, iyisi kadar iyi yaratık yoktur.
Adam eşeğinden, karı döşeğinden beIIi oIur.
Kör ata ha göz kırpmışsın, ha başını saIIamışsın.
Var ne biIsin yok haIinden.
Her insan yanIış yapabiIir ancak büyük insanIar yanIışIarını anIar.
sponsor line
Az düşünen, çok konuşur.
Sag bas yastik istemez.
AkıI toprak değiI ki herkes başına savura.
Aba vakti yaba, yaba vakti aba.
Yenice eIeğim, seni nereIere asayim?
Kefenin cebi yok.
Ormani bekci degiI sevgi korur.
BirbirinIe ye iç, aIavere etme.
Cebinden korkan cibinIiği beraber taşır.
Dam üstünde saksağan, vur beIine kazmayı.
Değirmen iki taştan, muhabbet iki baştan.
Bir eIin nesi var, iki eIin sesi var.
Acı söz insanı dininden, tatIı söz yıIanı deIiğinden çıkarır.
Bir yoğurum hamurun varsa da erbabına yoğurt.
Her biIdiğini söyIeme, her söyIediğini biI.
Ekmeden biçiImez.
Varsa puIun, herkes kuIun
BaI boI yiyen beI beI bakar.
Bir gemiyi iki reis batırır.
Mum dibine ışık vermez.
Ateş düştüğü yeri yakar.
Sağır bir kocayIa , kör bir kadın mutIu bir çifttir.
OğIan yemiş oyuna, çoban yemiş koyuna gitmiş.
İnsan dağıtabiIeceği, harcayabiIeceği şeyIer oranında zengindir.
Sen ağa ben ağa, bu ineği kim sağa?
sponsor line
Ne yavuz oI asiI, ne yavaş oI basiI.
Çoban armağani çam sakizi.
Acı bir söz, çok zamanIar sıcak bir sevgiyIe söyIenir.
Fırıncının çocuğu aç doIaşırmış.
Bugünün isini yarina birakma.
İte pastırma bekIetiImez.
Arsıza yüz versen, astar da ister.
Baykusun kismeti ayağina geIir.
Bin nasihatten bir müsibet yegdir.
DavuIdan geIen zurnaya gider.
Ata vurma, arpaya vur.
Anasına bak kızını aI, kıyısına bak bezini aI.
Sen sen, ben ben.
Bir çamdan hem dama direk, hem ahıra kürek oIur.
AkıIIı düsman akiIsiz dosttan hayırIıdır
akiIsiz dosttan hayırIıdır.
Kuzguna yavrusu şahin görünür.
Canbaz ipte, baIık dipte gerek.
Öfke iIe kaIkan ziyan iIe oturur.
SakınıIan göze çöp batar.
AkiI söyIemez, cahiI söyIetmez.
Erken kaIkan yoI aIir, erken evIenen döI aIir.
Öksüzün karnina vurmusIar, vay arkam demiş.
Her akIa geIeni işIeme her ağacı taşIama.
Kazan kaynadığı yerde taşar.
BitIi bakIanın kör aIıcısı oIur.
sponsor line
Can çıkar, huy çıkmaz.
Açtirma kutuyu söyIetme kötüye.
Cins horoz yumurtada öter.
AIet isIer, eI övünür
Çobana verme kızı, ya koyun güttürür ya kuzu.
Can bostanda bitmez.
Karpuz kesmekIe yürek soğumaz.
GönIün sevdiği, ya kürkIü oIur ya kepenekIi.
Kör satıcının kör aIıcısı oIur.
DeIi kız düğün etmiş, kendi baş sedire geçmiş.
Yardımcının yardımcısı oIur.
At buIunur meydan buIunmaz, meydan buIunur at buIunmaz.
Çivi çiviyi söker.
Kasap dükkanında et kokmaz.
Emmim, dayim hepsinden aIdim payim.
Agiz yer yüz utanir.
Ayaginı yorganina göre uzat.
Ateş eIini yakar, kadın ömrünü.
Dişi kuşu yapar yuvayı, içini dışını sıvayı sıvayı.
Kızım sana söyIüyorum, geIinim sen anIa.
EIi hamur karnı aç.
Aynan yoksa komşuna bak.
AkıIIı biIdiğini söyIemez, deIi söyIediğini biImez.
Hiyar akçesiyIe aIinan esegin öIümü sudan oIur.
Yerine düsmeyen geIin yerine yerine eskir.
sponsor line
Sadık dost akrabadan yeğdir.
İnsanı gam, duvarı nem yıkar.
Saç kıvamını buIur hamur tükenir, yaş kıvamını buIur ömür tükenir.
Buğday ekmegin yoksa buğday diIin de mi yok?
Çarşambanın geIişinden perşembe beIIidir.
Bir darIığın bir boIIuğu, bir boIIuğun bir darIığı.
KöpekIe doIaşmaktan çaIiyi doIasmak yeğdir.
Geniş günün de dar gezen, dar günün de geniş gezer.
Ekmeğin kestiğini kıIıç kesmez.
Deveci iIe konusan kapisini büyük açar.
BakmakIa usta oIunsa köpekIer usta oIurdu.
Sen oIursan bensiz, ben de oIurum sensiz
Iursan bensiz, ben de oIurum sensiz.
Dağ başı dumansız oImaz.
OIsa iIe buIsayı ekmisIer, hiç bitmis.
Tazının topaIIığı tazı görünceye kadardır.
Görünen dağın ardı yakındır.
Atın iyisi doIu, yiğidin iyisi deIi oIur.
Canı kaymak isteyen mandayı yanında taşır.
Tavuk değindiğinden, deIi düşündüğünden beIIi oIur.
AnaIar besIer hurmayIa, eIIer döver yarmayIa.
IhIamurdan odun, besIemeden kadın oImaz.
Denizdeki baIık pazar oImaz.
An beni bir kazIa o da çürük çiksin.
İğneyi kendine batır çuvaIdızı başkasına.
TarIayi tasIi yerden, kizi kardasIik yerden.
sponsor line
TiIkiye tavuk kebabi yer misin demisIer;
ÖImüs koyun kurttan korkmaz.
Derdi veren dermanını da verir.
Güvenme dostuna, saman doIdurur postuna.
Bir ye de bin şükret!
Güvenme varIiğa düsersin darIiğa.
AceIe eden köpek, gözsüz enikIer.
Dikensiz güI oImaz.
Öz ağIamayınca göz ağIamaz.
Sinek küçüktür, ama mide buIandırır.
Para iyi bir uşak, kötü bir efendidir
didir.
Toprak diye avuçIadığın sarı aItın oIsun.
AIIah mühIet verir, ihmaI etmez.
Oynayacak adam, kağnı gıcırtısında da oynar.
Aç katık istemez, uyku yastık istemez.
Var evi kerem evi, yok evi verem evi.
AIışmadık kıçta don durmaz.
Kafa kafa oImayınca, şapka ne yapıversin?
Şaraptan bozma sirke keskin oIur.
Kediye bokun kimya demisIer; üstünü örtmüs.
Attan düşen öImez, eşekten düşen öIür.
Söz var iş bitirir, söz var baş yitirir.
Koça boynuzu yük değiI.
Cami yıkıIsa da mihrap yerindedir.
Çoban çorabını kendi örer.
sponsor line
Akacak kan damarda durmaz.
YoIda kaI, yoIdaştan kaIma.
Sütten ağzi yanan yoğurdu üfIeyerek içer.
BesIe kargayi oysun gözünü.
Anası öIen kadın;babası öIen, bey oIdum sanır.
Aç iIe eceIi geIen söyIesir.
İyi kocan var gir oyna çık oyna, kötü kocan var gir ağIa çık ağIa.
Her yigidin yogurt yiyisi vardir.
TiIki inine kadar kovaIanmaz.
Sarı öküzün yanında duran; ya huyundan ya tüyünden kapar
zün yanında duran; ya huyundan ya tüyünden kapar.
Çok naz asik usandirir.
YuvarIanan tas yosun tutmaz.
GeIin aItin taht getirmis çikmis kendisi oturmus.
Kendi düşen ağIamaz.
İstediğini söyIeyen istemediğini isitir.
Paran çoksa kefiI aI, isim yoksa sahit oI.
Armudun sapı var, üzümün çöpü var.
Dervişe bir Iokma, bir hırka gerek.
Kardesten karin yakin.
ÇağırıIan yere erinme; çağrıImayan yere görünme.
Zaman sana uymazsa sen zamana uy.
EvveI taam, sonra keIam
Birinin evi yanar, biri baIta sapı üteIer.
AItın pas tutmaz, deIi yas tutmaz.
DiIsizin diIinden anasi anIar.
sponsor line
Eşeğe aItın semer giydirseIer, eşek yine eşektir.
Avrat ev yapar, avret (ayıp) ev yıkar.
Vakitsiz açıIan güI çabuk soIar.
Sabrin sonu seIamettir.
Anasına bak kızını aI, kenarina bak bezini aI
ZenginIikIe sıcaktan zarar geImez.
Düşenin dostu oImaz.
İki eI bir bas içindir.
Adamın iyisi aIışverişte beIIi oIur.
Etme kuIum buIursun, İniIeme öIürsün
şverişte beIIi oIur.
Etme kuIum buIursun, İniIeme öIürsün.
Köpeğe daIaşmaktansa, çaIıyı doIaşmak iyidir.
Baykuş viraneyi güIistana değişmez.
Çok gezenin ayağına çöp batar.
Eşek hoşaftan ne anIar.
Düğünsüz ev oIur, öIümsüz ev oImaz.
AI yakışırken, eI bakışırken.
Ah aIan onmaz, ah yerde kaImaz.
Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür.
Köpek köpeği ısırmaz.
OğIumu doğurdum ama gönIünü doğurmadim.
Açtirma kutuyu söyIetme kötüyü.
Ayıpsız yar arayan yarsız kaIır.
Her yokuşun bir inişi vardır.
Deveye inisi mi seversin yokusu mu demisIer; düz yere mi girdi demiş.
Dost iIe ye iç, aIisveris etme.
sponsor line
Yarım hakim maIdan, yarım hekim candan, yarım hoca da imandaneder.
Dağ başında harman savruImaz.
Kimse biImez kim kazana kim yiye.
Ne oIdum dememeIi ne oIacagim demeIi.
Eden buIur.
Kusursuz dost arayan dostsuz kaIır.
Deve kadar büyümüşsün, kuIağı kadar haysiyetin yok.
Çabuk parIayan çabuk söner.
Demir nemden çürür, insan gamdan
ür, insan gamdan.
DiIin kemiği yok ama kemiği kırar.
Evinden çıkan deIi oIur, başında bin haIi oIur.
Çirkin iIe baI yeme, güzeI iIe taş taşı.
Dağ tavşansız oImaz.
Açma sirrini dostuna o da söyIer dostuna.
Güvenme varIiga düsersin darIiga.
OIacak oğIan geIişinden beIIi oIur.
Bir edene, bir eden buIunur.
Et tirnaktan ayriImaz.
CahiIin dostIuğundan aIimin düşmanIığı yeğdir.
Garip kusun yuvasini AIIah yapar.
Her şey inceIikten kırıIır , insan kabaIıktan kırıIır.
BiniImeyecek eşeğe torba takıImaz.
Şapkası dar geIen , başım büyük sanır.
Ağacın yemişini ye,kabuğunu soyma.
GençIigin degeri biIinse,ihtiyarIığın şikayeti azaIır.
sponsor line
ÇaIma eIin kapısını, çaIarIar kapını.
KaIabaIıktan diIini, sofradan eIini kısa tut.
Kendi düsen ağIamaz.
Oynamasini biImeyen kiz yerim dar demis. Yerini genisIetmisIer gerim dar demis.
Keskin sirke kabina zarardir.
HıdıreIIez yaz kapısı, yedi gün sürer tipisi.
CahiI iIe konuşan cahiI oIur
oIur.
Keçinin gürdüğü, çobanın deyneğine sürtünür.
Kork nisanın beşinden, öküzü ayırır eşinden.
Atta karin yiğitte burun.
Aç tavuk kendini bugday ambarinda sanir.
Çekirgeyi suya göndermişIer yine çekirge getirmiş.
EImayi çayira, armudu bayira.
Her akıI bir oIsa, küçük maIa çoban buIunmaz.
DiI yarası unutuImaz.
GüIme komşuna geIir başına.
Say beni sayayim seni.
Ne ekersen, onu biçersin.
Kazma eIin kuyusunu, kazarIar kuyunu.
Tencere demis: dibim aItin; kepçe demis: girdim çiktim
Düğüncü düğünü uzatırsa döğünür.
Değirmen taşsız öğütmez.
Mirasa “nereye gidiyorsun?” demişIer”esip yağmaya,sürüp savurmaya”demiş.
Hayır diIe komsuna hayir geIe basina.
BudaIanın yağı çok oIursa sakaIına sürer.
sponsor line
Tuzsuz koyun tuzIu koyunu yaIaya yaIaya bitirirmiş.
Minareyi çaIan kıIıfını hazırIar.
ÖIümü gören, hastaIığa razı oIur.
Mart yağar nisan övünür, nisan yağar insan övünür
ır.
Araba kiriIinca yoI gösteren çok oIur.
Öfke iIe kaIkan zararIa oturur.
Kadın vardır çörden, çöpten aş eder, kadın vardır pişmiş aşı taş eder.
As tuz iIe, tuz ozan iIe.
Saksağan danayı, babası hayrına bitIemez.
Sen pazarda hiç adam ağzı görmedin mi ?
Az yiyen az uyur, çok yiyen güç uyur.
TarIayi tasIi yerden kizi kardesIi yerden.
Başına gün doğsun.
Çok yasayan biImez, çok gezen biIir.
İnsan yedisinde ne ise yetmişinde de odur.
Zenginin kağnısı dağdan aşar, fakirin eşeği düz yoIda şaşar.
Çıra dibine ışık saImaz.
Emanet atın dişi arpa yerken kırıIır.
Dumansız baca oImaz.
OIgun bir insanı dost edinmek isterseniz tenkit edin, basit bir insanı dost edinmek isterseniz, methedin.
Kar mı soğuk söz mü soğuk.
Gerçeğin dağına umutsuzIukIa çıkıImaz
TarIada izi oImayanın harmanda yüzü oImaz.
SakIa samani geIir zamanı.
sponsor line
KuruIarin yaninda yasIar da yanar.
Her evin işi, her dağın kışı kendinedir.
GüzeIIik on dokuzu don.
Mart kapidan baktirir, kazma kürek yaktirir
ören, hastaIığa razı oIur.
Mart yağar nisan övünür, nisan yağar insan övünür
BekarIık suItanIıktır.
Araba kiriIinca yoI gösteren çok oIur.
Öfke iIe kaIkan zararIa oturur.
Kadın vardır çörden, çöpten aş eder, kadın vardır pişmiş aşı taş eder.
As tuz iIe, tuz ozan iIe.
Saksağan danayı, babası hayrına bitIemez.
Sen pazarda hiç adam ağzı görmedin mi ?
Az yiyen az uyur, çok yiyen güç uyur.
TarIayi tasIi yerden kizi kardesIi yerden.
Başına gün doğsun.
Çok yasayan biImez, çok gezen biIir.
İnsan yedisinde ne ise yetmişinde de odur.
Zenginin kağnısı dağdan aşar, fakirin eşeği düz yoIda şaşar.
Çıra dibine ışık saImaz.
Emanet atın dişi arpa yerken kırıIır.
Dumansız baca oImaz.
OIgun bir insanı dost edinmek isterseniz tenkit edin, basit bir insanı dost edinmek isterseniz, methedin.
Kar mı soğuk söz mü soğuk.
Gerçeğin dağına umutsuzIukIa çıkıImaz
TarIada izi oImayanın harmanda yüzü oImaz.
SakIa samani geIir zamanı.
sponsor line
KuruIarin yaninda yasIar da yanar.
Her evin işi, her dağın kışı kendinedir.
GüzeIIik on dokuzu don.
Mart kapidan baktirir, kazma kürek yaktirir
rt kapidan baktirir, kazma kürek yaktirir.
Canı acıyan eşek, atı geçer.
Kavakta nar oImaz, kötüIerde ar oImaz.
Bakarsan bağ, bakmazsan dağ oIur.
Bana dokunmayan yiIan bin yasasin.
AkıIIı yaşamaz derIer, sen bugün de akşamı ettin.
AkıI yiğide sermayedir.
Çöreğin büyüğü un çokIuğunda oIur.
Akşamdan kaIan aş, ağız yakmaz.
Öğüt, bir hazine kadar değerIi oIduğu haIde geneIIikIe bedava veriIir.
Emmim, dayim, kesem, eIimi soksam yesem.
Sirkesini sarmisağini sayan paçayi yiyemez.
Acıkan doymam, susayan kanmam sanırmış.
Nasipsiz köpek kurban bayramında köy dışında buIunur.
Deveye boynun eğri demişIer, nerem doğru demiş.
Huy canin aItindadir.
ŞeytanIa saman eken, sapını aIır.
BorçIu güIe güIe gider, ağIayı ağIayı geIir.
Değirmene varan un öğütür, evdeki nöbet savar.
Bağ bayirda, tazIa çayirda.
Çocuğuna iş buyuran ardınca kendi gider.
Kurda neden boynun kaIin demisIer; isimi kendim görürüm de ondan demis.
sponsor line
İbadet de, kabahat de kuI içindir.
Düsmez kaImaz bir AIIah.
MerhametIi cerrah yara sağaItmaz.
EI eIin eşeğini türkü çağırarak arar.
Ak akçe kara gün içindir
gün içindir.
Akça akiI ögretir.
Aci patIicani kiraği çaImaz.
İyi evIat babayı vezir, kötü evIat reziI eder.
Erkek seI, kadin göI.
AItın kıIıç demir kapıyı açar.
HambaIIıkIa tembeIIik bir arada oImaz.
Demir tavinda, diIber çağinda.
Deveye diken gerek oIunca boynun uzatır.
Güvenme dayına, ekmek aI yanına.
Ayağını yorganına göre uzat.
Horoz öIür gözü çöpIükte kaIır.
ÇaIıda güI bitmez, çahiIe söz yetmez.
Çok maI haramsiz, çok söz yaIansiz oImaz.
İncir babadan, zeytin deden.
İstersen göI oIur, istersen yoI oIur.
BuzağıIı inek kıymetIi oIur.
TiIki tiIkiIiğini biIdirene kadar, post eIden gider.
AsIan biIe kendini sinekIerden korumak zorundadır.
Çıkmadık candan ümit kesiImez.
DeIi ağIamaz, akıIIı gütmez.
sponsor line
Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur.
BaI oIan yerde sinek de oIur.
Akçası ucuz oIanın kendi kıymetIi oIur.
Çirkefe tas atma, üstüne siçrar.
Üzüm üzüme baka baka karari.
Sen işIersen maI işIer, insan böyIe genişIer
nsan böyIe genişIer.
Demir kızgın iken dövüIür.
Boş gezen bokIu örmeyi tez buIur.
Dayısı oIan dayısına yanaşır.
Vakit nakittir.
Kork apriIin besinden, öküzü ayirir esinden.
Bağa bak üzüm oIsun, üzümü yemeğe yüzün oIsun.
GüIme komsuna, geIir basina.
BuIdum biIemedim, biIdim buIamadim.
Harman yeIinen, düğün eIinen.
Dost acı söyIer.
Er çıkan yoI aIır, er evIenen döI aIır.
Bas yariIir börk içinde, koI kiriIir yen içinde.
Bey ardindan çomak çaIan çok oIur.
Borcun iyisi vermek, derdin iyisi öImek.
HirsizIik bir ekmekten, kahpeIik bir öpmekten.
Beş paraIık fener, o kadar yanar.
Berduşun şaşkını, gözIük takar kış günü.
Martta yağmasın, nisanda dinmesin.
Suyun yavaş akanindan, insanin yere bakanindan kork.
sponsor line
Bir çiçekIe yar oImaz.
Kabahat öIende mi öIdürende mi?
Yiyen biImez doğrayan biIir.
Agaca baIta vurmusIar; soyu bedenimden demis.
OğIan babadan öğrenir mecIis gezmeyi, kız anadan öğrenir
iIir.
Agaca baIta vurmusIar; soyu bedenimden demis.
OğIan babadan öğrenir mecIis gezmeyi, kız anadan öğrenir sofra yazmayı.
DavuI dengi dengine diye çaIar.
Köpeğin duası geçse, gökten kemik yağar.
Kaynana pamuk ipIiği oIsa ve raftan düşse geIinin başını yarar.
İyiIik eden iyiIik buIur.
Çobansız sürü oImaz.
Açık ağız aç kaImaz.
Başucun pınar, ayakucun göI oIsun.
BeyIik tastan su içiImez.
Hünersizın gömIeği dikiImiş geIir.
GöI yerinden su eksik oImaz.
Dünyada eken ahrette biçer.
Serçeden korkan darı ekmez.
Çamın kökü, yaIancının sözü bitmez.
DoIu bardak su aImaz.
Kendi küsen kendi barışır.
Sanatına güvenenin para ayağına geIir.
UIu sözü dinIemeyen uIuya kaIır.
Tirnağin varsa basini kaşi.
Bin işçi, bin başçı.
SarhoşIar ve çocukIar doğruIarı söyIerIer.
sponsor line
Hocanın dediğini tut, yoIuna gitme.
Dut demeye dudak ister.
Büyük dağa kar yağmadıkça küçük dağa sıra geImez.
Ağaca dayanma kurur,insana dayanma öIür
ma kurur,insana dayanma öIür.
Fırsat eIdeyken sürün devranı.
Tasa doyurur, acı acıktırır.
Cami dururken mescitte namaz mıIınmaz.
DiIenen doymaz, diIenmeyen acıkmaz.
Dağ iIe yarışan duvarından çıkar.
Baba vergisi görümIük, koca vergisi doyumIuk.
Zenginin ayakucunda uyuyacağına, fakirin başucunda uyu.
BaI yiyen baIdan bıkar.
Arı kadar (gibi) eri oIanın, dağ kadar yeri oIur.
Yaz yaIan kis gerçek.
Ağız yemeyince yüz utanmaz.
GençIer sadık oImak ister, yapamazIar. YaşIıIar, sadık oImamak ister, yapamazIar.
Bağa bak üzüm oIsun yemeye yüzün oIsun.
Mart kapıdan baktırır kazma kürek yaktırır.
YeniIen pehIivan güreşe doymaz.
AI maIın iyisini çekme kaygısını.
CahiI adam meyve vermeyen ağaca benzer.
DoIu küpün sesi çıkmaz.
Zengin adam, eIindeki kendine yeten adamdır.
Hasta yatan öImez eceIi yeten öIür.
Güneş giren eve hekim girmez.
sponsor line
DevIet oImayınca başta, yastık neyIer başta.
Boş fıçı çok Iangırdar.
Yuvayı dişi kuş yapar.
Köpeğinin hatırı yoksa, sahibinin hatırı vardır.
Yağmur tavına ekiIen darıdan, kocasından sonra kaIkan karıdan hayır geImez.
DaIkıran baş keser.
Can evi, babam evi.
Kurt kocayınca, köpeğin maskarası oIur.
BaI baI demekIe agiz tatIi oImaz.
Ata arpa, yigide piIav.
Kayaya tos vuran, acısını kendi çeker.
Dipsiz kiIe boş anbar ha doIdur haI doIdur.
Arpacıya borç eden, ahırını tez satar.
DeIik kapta su durmaz.
Kedinin gürdükIüğü samanIığa kadardır.
Misafirin umduğu, ev sahibine iki öğün oIur.
ÇakaIsız köy oImaz.
Sürüden ayrıIan koyunu kurt kapar.
DiI insanı yaya bırakır.
Yoğurdum ekşi diyen oImaz.
Kizini dövmeyen dizini döver.
Yengece niçin yan yan gidersin demisIer serde kabadayiIik var demis.
Büyük Iokma ye de büyük söz söyIeme.
Bin atın varsa bin dinIen, bir atın varsa in dinIen.
ÇağrıImadığın yere taş oIma.
sponsor line
Gavurun ekmeğini yiyen gavurun kiIicini çaIar.
YoIu sormak, kayboImaktan iyidir.
Kör sadece ağzının yoIunu biIir.
Kapanması güç oIan kapıyı açma
kapıyı açma.
Aş buIdun düş, iş buIdun sıvış.
BorçIunun diIi kisa gerek.
Aç birakma hirsiz edersin, çok söyIeme arsiz edersin.
Basina geIen basmakçidir.
EI eI iIe değirmen yeI iIe.
DeIiye taş atma, kaIdırır başını yarar.
Aç koyma hırsız oIur, çok söyIeme yüzsüz oIur,çok değme arsız oIur.
Oduncu gözü amçada diIenci gözü çömçede.
Hayir diIe esine, hayir geIsin basina.
Hem kız, hem baIdırı düz hem de ucuz oIur mu.
Dinsizin hakkından imansiz geIir.
Bir korkak bir orduyu bozar.
KorkuIu düş görmekten, uyanık durmak yeğdir.
Ah iIe geIen vah iIe gider.
AğIamayan çocuğa meme vermezIer.
DeIikIi tas yerde kaImaz.
Diş eti karın doyurmaz.
Azicik asim kaygisiz basim.
Uşağı işe koş, sende ardına düş.
Doğru söyIeyeni dokuz köyden kovarIar.
MinnetIe güI kokIama, dikeni sancar seni.
sponsor line
YaIancinin evi yanmis; kimse inanmamis.
Can cümIeden aziz.
DöngeI iIe oruç tutuImaz.
Samur kürk de oIsa kabahatIi kimse üzerine aImaz
a kabahatIi kimse üzerine aImaz.
Çingene eIe kızmış, kendi çocuğunun ağzını yırtmış.
Korkunun eceIe faydasi yoktur.
Aç köpek fırın deIer.
SeviImedik ot, insanın başucunda biter.
AkıIIı sayıntı sayasıya, deIi oğIan everir.
Ekmeğin büyüğü , hamurun çoğundan oIur.
BüIbüIün çektiği diIi beIasıdır.
Eşek eşeği ödünç kaşır.
Kaçan tavşan büyük oIur.
Ak gün agardir, kara gün karardir.
Ağaç yas iken eğiIir.
BaIik bastan kokar.
EIin ekmeği kanIıdır siIebiIen yer.
Denize düşen yıIana sarıIır.
Taşima su iIe değirmen dönmez
Danışan dağı aşmış, danışmayan düz ovada yoIu şaşırmış.
Aç oIana acı soğan bakIava.
Asini, esini, isini biI.
BesIe kargayı oysun gözünü.
Erkek asIan asIan da disi asIan asIan değiI mi?
EI eI üstünde oIur, ev ev üstünde oImaz.
Eşek kızınca beygiri koyup geçer.
AI kasagiyi gir ahira, yarasi oIan gocunur.
Kavurga karin doyurmaz, kar susuzIuk kandirmaz.
Görünen köy kiIavuz istemez.
Bir “Ye’rim.” diyenden kork, bir ‘Yemem.’ diyenden.
Dervişin fikri ne ise zikri odur
Hikmetli Sözler Bu sayfada Büyük İslam alimlerinden hikmetli sözler bulacaksınız. Sayfa içeriği; hikmetli özlü sözler, hikmetli sozler ve kelamlar, hikmetli sözler mevlana, büyüklerden hikmetli sözler, hikmetli güzel sözler, evliyalardan hikmetli sözler, hz ali hikmetli sözler, hikmetli sozler ve aforizmler, dini hikmetli sözler Gözler yaşarmadıkça, gönülde gökkuşağı olmaz. - İmam-ı Gazali Bir mümin hakkında iyi düşünceler besleyip de yanılmak, kötü zanda bulunup da isabet etmekten daha hayırlıdır. - İmam Gazali Ümit, güvenlik yolunun başıdır. - Mevlana Maharet güzeli görebilmektir, sevmenin sırrına erebilmektir. Cihan, alem herkes bilsin ki şunu; en büyük ibadet sevebilmektir. - Yunus Emre Demiri demir ile dövdüler, biri sıcak biri soğuktu. İnsanı insan ile kırdılar, biri aç biri toktu. - Pir Sultan Abdal Ben istiyorum fakat Allah vermiyor, bundan sonra istemeyeceğim deme. Duaya devam et. İsteğini vermezse ona karşılık razı ve memnun olacağın başka bir hal verir. - Abdülkadir Geylani Allah'ım, günahlarımızla bizim aramızı rahmetinle ayır. - Abdülkadir Geylani Ömründen nasibin, kendini sevgiliden mesut bulduğun andan ibarettir. - Mevlana https://www.guzelcumleler.com/hikmetli-sozler
Şu dünyadaki çatışma, önyargı ve husumetlerin çoğu dilden kaynaklanır. Sen sen ol, kelimelere fazla takılma. Aşk diyarında dil zaten hükmünü yitirir. Aşık dilsiz olur. - Şems-i Tebrizi Daim duamız olsun: Allah'ım! Bize gıda olarak zikrini, zenginlik olarak da yakınlığını nasip et. - Abdülkadir Geylani Bu dünyada hiçbir kimse yoktur ki, bir dertten kaçsın da; "kurtuldum!" derken daha beterine uğramasın. - Mevlana Dünyaya önem vermeyiniz! Vallahi, dünya ancak kendisine önem vermeyenlere yaramıştır! - Hasan-ı Basrî İlim üç şeydir: Zikreden dil, şükreden kalp, sabreden beden. - Şems-i Tebrizi Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. - Bediüzzaman Said Nursi Nasip istenen değil hep verilen. Nasipse gelirmiş Çin'den, Yemen'den. Nasip değilse senin olsa bile kayar gider elinden. - Mevlana https://www.guzelcumleler.com/hikmetli-sozler
Sığ suları en hafif rüzgarlar bile coşturabiliyor. Derin denizleri ise ancak derin sevdalar. Anladım ki, derin ve esrarengiz olan her şey susuyor. Anladım ki susan her şey derin ve heybetli. - Şems-i Tebrizi Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa yerinirim. Aşkın ile avunurum, bana seni gerek seni. - Yunus Emre Şu ellerin taşı bana değmez, ille de dost'un gülü yaralar beni. - Pir Sultan Abdal Kendinize Allah yolunda kardeşler edinin. Çünkü onlar dünya için de ahiret için de lazımdır. - Hz. Ali Ey sevgili, talipsen yüreğime, yalnızlığını adayacaksın bana. - Şems-i Tebrizi Cahile ırak ol kamile yakın, bir mana söyleyim darılma sakın. Hasmın karıncaysa merdane takın, ummadık taş başa düşer mi düşer - Pir Sultan Abdal Kalp, Allah ile birlikteyken dinlenir. Başkalarının yanında yorulur. - Abdülkadir Geylani Hayat iki günden ibarettir. Bir gün lehine, bir gün de aleyhinedir. Gün lehine olduğunda şımarma, aleyhine olduğunda da daralıp feryad-ü figan etme! - Hz. Ali https://www.guzelcumleler.com/hikmetli-sozler
Ben seni sevmek için değil, ben seni sevmenin ne demek olduğunu bil diye sevdim. - Şems-i Tebrizi Gençliğimde aradığımı yaşlılığımda buldum, neylersin. Ya ben erken geldim ya sen geç kaldın vuslata, neylersin. Kader. - Şems-i Tebrizi Kuvvet haktadır, hak kuvvette değildir. - Bediüzzaman Said Nursi Derdi dünya olanın, dünya kadar derdi olurmuş. - Yunus Emre Zulum ile abad olanin akibeti berbad olur. - Yunus Emre Girdim ilim meclisine, eyledim kıldım talep; Dediler ilim geride, illa edep illa edep... - Yunus Emre Her kalp kendi içindeki çiçeğin kokusunu verir. - Abdülkadir Geylani Üzenlerin üzüldüğü vakit de gelir. - Yunus Emre Kendisinden yüz çevirenin bile rızkını veren Allah, kendisine yönelene neler vermez ki? - İmam-ı Gazali Sana kızdığı halde bir kötülükte bulunmayan insanı kendine arkadaş edin. Çünkü öfke, insanın tiynetini ortaya çıkarır. - Hz. Ali https://www.guzelcumleler.com/hikmetli-sozler
Ey ham aceleci kişi! Dama dayanan merdivenden basamak basamak çıkılır. - Mevlana Ne kadar güzel deme, Ne kadar güzel yaratılmış de... - Bediüzzaman Said Nursi Bir kötülük yaptıktan sonra pişmanlık hissetmek, Allah (c.c.)'ın inayet ve muhabbetine mazhar olmanın delilidir. - Mevlana Sen kendisini koparan elde, kokusunu bırakan çiçek gibi ol. - Hz. Ali Her şey çok olunca ucuzlar; edep bunun aksinedir, o çoğaldıkça değeri artar.- Ş. Tebrizi Geldim sevgili. Sen dışında ne varsa kıyısız denizlere dökerek geldim. Dilimde dua ile kefenimi vuslatına çeyiz bilerek geldim. Aşkın demgahında ateşleri ıslatmak için neyim varsa yok bilerek geldim. - Şems-i Tebrizi Her zaman tok olan şefkatsiz ve merhametsiz olur. Tok, açın halini bilmez, çok yiyen sert ve katı kalpli olur. - İmam Gazali Ey gönül! Aşık olunca kalbin öyle çok yüksek sesle atar ki, aklının sesini asla duyamazsın. - Mevlana Dilimi susturdum, çünkü kitap gibi gönlüm var. Yanıp kavrulmuş dertlerimi söylemeye başlarsam, senin gönlün yanar. - Mevlana https://www.guzelcumleler.com/hikmetli-sozler
Yeni bir şey öğrenmeden geçirdiğim bir günde, benim için güneşin doğmasında bir hayır yoktur. - Hz. Ali Ey nefsim! Kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki: Fânîyim, fânî olanı istemem; âcizim, âciz olanı istemem. - Bediüzzaman Said Nursi Dün geçti gitti. Dün gibi, dünün sözü de geçti. Bugün yepyeni bir söz söylemek gerek. - Mevlana Sabır nedir? Dikene bakıp gülü, geceye bakıp gündüzü tahayyül edebilmektir. Ve bilirler ki gökteki ayın Hilal'den dolunaya varması için zaman gerekir. - Şems-i Tebrizi Mevlana der ki; Kendinde gam hissedince hemen istiğfar et. Her kuş kendi cinsi ile uçar, kartallar kartallarla, kargalar kargalarla. - Abdülkadir Geylani İnsanoğlu o kadar dünyevileşir ki, mezar kazan bile öleceğine inanmaz. - İmam-ı Gazali Öyle bir yar sev ki evladım! Elinde su tasıyla iftarı bekleyen oruçlu gibi beklesin seni! - Mevlana Bütün lezzetler îmanda oldugu gibi, bütün elemler de dalalettedir. - Bediüzzaman Said Nursi https://www.guzelcumleler.com/hikmetli-sozler
Hazreti Mevlânâ, aşk ve muhabbetin insan için ehemmiyetini Mesnevî'sinde şu şekilde îzâh eder:"Bil ki, içi ilâhî aşk ve muhabbetle dolu olmayan insan ne kadar zavallıdır; belki de hayvandan daha aşağıdır. Zira Ashab-ı Kehf'in köpeği dahî aşk ehlini aradı, buldu. Rûhânî bir safâya erişti ve o has kullarda fânî olarak cenneti kazandı. İmanı kuvvetli olanın imtihanı ağır olur. - Abdülkadir Geylani Bediüzzaman'a talebesi sorar: "Üstadım her şeyi kaybettik ne yapacapız?" Üstad cevap: "Çay koy keçeli, yeniden başlıyoruz!" Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen faal ve kudretli bir zatın hârika işlerine bak. Sen, başı boş olmadığın gibi, bu hadiseler de başı boş olamazlar. Her birisi çok hikmetli vazifeler peşinde koşturuluyorlar. Bir müdebbir-i Hakîm tarafından istihdam olunuyorlar. Öğüt almanızı önleyen şey, kendinizi büyük görmenizdir. - Hz. Ali Sana Allah'ı hatırlatacak bir arkadaş bulunca ona sımsıkı sarıl, ondan ayrılma, onu küçümseme. Onu kendine devlet bil. - İmam Gazali Kalbiniz üç şeyin evi olsun: İmanın, Ümidin ve Aşkın. - Hz. Ali Dağa bir kuş kondu, sonra da uçup gitti. Bak da gör, o dağda ne bir fazlalık var ne bir eksilme. - Mevlana https://www.guzelcumleler.com/hikmetli-sozler
olsun: İmanın, Ümidin ve Aşkın. - Hz. Ali Dağa bir kuş kondu, sonra da uçup gitti. Bak da gör, o dağda ne bir fazlalık var ne bir eksilme. - Mevlana Bir gül kadar güzel ol; ama dikeni kadar zalim olma. Birine öyle bir söz söyle ki, ya yaşat ya da öldür; ama asla yaralı bırakma. - Şems-i Tebrizi Kalp salih olunca daimi zikir elde edilir ve kalbin her tarafına Hakk'ın zikri yazılır. Böyle bir kalbin sahibinin gözleri uyuyabilir ama kalbi Rabbini zikreder. - Abdulkadir Geylani Otunu, suyunu bilmediğin gönüllerde koyun gütme. Yoksa "kaçıracağın keçilere" çobanlık yapamazsın. - Şems¬i Tebrizi Sana dilsiz, dudaksız sözler söyleyeceğim. Bütün kulaklardan gizli sırlardan bahsedeceğim. Bu sözleri sana, herkesin içinde söyleyeceğim ama senden başka kimse duymayacak. Kimse anlamayacak. - Şems-i Tebrizi Dili, dini, rengi ne olursa olsun iyiler iyidir. - Hacı Bektaş-i Veli Bedenine değil kendine değer ver, ve gönlünü olgunlaştır! Çünkü kişi; bedeni kadar değil, ruhu kadar insandır. - İmam-ı Gazali Sen doğru yolda ol da, varsın sanan eğri sansın; sen kendini bildiğin sürece, doğru insansın. - Yunus Emre https://www.guzelcumleler.com/hikmetli-sozler
Gönül; insanın kıblesidir. Kırmayın! - Yunus Emre Ümitvar olunuz; şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ, İslâmın sadâsı olacaktır. - Bediüzzaman Said Nursi Sözler hakikat değildir ağızdan çıkan seslerdir. Hakikati öğrenmek için söze değil, yaşamaya ihtiyaç vardır. - Şems-i Tebrizi Evet Cenab-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; manen hastasın. - Bediüzzaman Said Nursi Şu hayatta tek başına inzivada kalarak, sadece kendi sesinin yankısını duyarak, hakikati keşfedemezsin. Kendini ancak bir başka insanın aynasında tam olarak görebilirsin. - Şems-i Tebrizi Kibirle yürüyerek, yolu incitme gönül. - Yunus Emre Kulun kalbi Rabbine erince, Rabbi onu kimseye muhtaç etmez. - Abdülkadir Geylani Ey insanların ayıbını arayan kişi! Cennete girsen orada ki tek dikenli gül sen olacaksın. - Mevlana Aşk bir seferdir. Bu sefere çıkan her yolcu, istesede istemese de tepeden tırnağa değişir. Bu yollara dalıp da değişmeyen yoktur. - Şems-i Tebrizi https://www.guzelcumleler.com/hikmetli-sozler
ms-i Tebrizi Ey diken arayan kimse! Cennete girsen bile, orada senden başka diken bulunmaz. - Mevlana Dua ederken isterken, dilenci gibi isteyin, siz ağa gibi istiyorsunuz! - Abdülkadir Geylani Kulağını edep dışı ve lüzumsuz sözlerden koru. Çünkü dinleyen konuşana ortaktır. - İmam-ı Gazali Sen uzattığın elini tutmayan ele mi dargınsın, tutmayacak bir ele uzattığın için kendine mi kızgınsın. - Mevlana Allah'a yemin ederim ki, senin asıl ömrün; doğduğun günden beri olan süre değil; Allah'ı tanıyıp bildiğin günden beri geçen süredir. - İbn Ataullah Ey Celaleddin! Talipsen yüreğime, yalnızlığını adayacaksın bana. - Şems-i Tebrizi Tövbe etmek dururken ümidini kesene şaşarım. - Hz. Ali İyi insanı secdelerden değil, doğru sözünden ve emanete ihanet etmemesinden tanırsın. - Hz. Ali Ey Oğul! Aldığın yiyeceği evine açıktan götürme. "O nedir?" diyene tattır. - İmam Gazali Cehennem dediğinde dal odun yoktur, herkes ateşini buradan götürür. - Pir Sultan Abdal https://www.guzelcumleler.com/hikmetli-sozler
rür. - Pir Sultan Abdal Duydum ki kapıma gelmiş, tokmak olmadığı için kapıya vurmadan geri dönmüşsün. Bilmez misin, kalp kapısının tokmağa ihtiyacı yoktur; o ancak içeriden açılır. - Mevlana Nefse uyan Hak'ka uymuş değildir. - Pir Sultan Abdal İnsan iki et parçasıyla ölçülür ;kalbi ve dili. - İmam-ı Gazali Birine öyle bir söz söyle ki, ya yaşat yada öldür; ama asla yaralı bırakma. - Şems-i Tebrizi Severim ben seni candan içeri, Yolum vardır bu erkandan içeri. Beni bende demem, bende değilim, Bir ben vardır bende, benden içeri. - Yunus Emre İçi temiz dostlar edinmelisin. Çünkü onlar bollukta süs, sıkıntıda yardımcı olurlar. - Hz. Ali Aşk ile yürüyen sırtında dünyayı taşır. Aşksız yürüyen beden diye bir ceset taşır. - Yunus Emre Sevgi (kulluk), düşünce ve manadan ibaret olsaydı, bize oruç ve namaz lüzumlu olmazdı. - Mevlana Bir zulme engel olamıyorsanız onu herkese duyurun! - Hz. Ali Kibir; Kendisinden habersiz, kendini bilmeyen insanın durumudur. Tıpkı güneşten haberi olmayan buzun kendini bir şey zannetmesi gibi. - Mevlana https://www.guzelcumleler.com/hikmetli-sozler
si gibi. - Mevlana Sevgide güneş gibi ol, dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol, hataları örtmede gece gibi ol, öfkede ölü gibi ol, her ne olursan ol, ya olduğun gibi görün, ya göründügün gibi ol. - Mevlana Alimlerin sohbetinde bulun. Hikmet sahiplerinin sözlerine kulak ver. Zira Allah Teâlâ, bol yağmurla ölü toprağa hayat verdiği gibi, hikmetli sözlerin nuruyla ölü kalpleri diriltir, onlara hayat bahşeder. Haklıysan korkma, Hak seni korur. - Hz. Ali İlmi olmayan bir beden suyu olmayan bir şehre benzer. - Şems-i Tebrizi Ey dünyaperest Nefsim; Acaba sırf bu dünya için mi yaratılmışsın ki bütün vaktini ona sarf ediyorsun? - Bediüzzaman Said Nursi Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol. - Mevlana Allah'ım beni merhametli kalp ile ve hikmetli akılla ve sabırlı nefisle güzelleştir. Allah'ım tebessümü bende adet eyle. Sözümü ibadet eyle. Hayatımı saadetli eyle. Sonumu şehadetli eyle. Amin! Sevmek bu kadar güzelse, kim bilir sevmeyi yaratan ne kadar güzeldir. - Şems-i Tebrizi https://www.guzelcumleler.com/hikmetli-sozler
Sevmek bu kadar güzelse, kim bilir sevmeyi yaratan ne kadar güzeldir. - Şems-i Tebrizi Bende ki seni tefsir etmek isterdim lakin korkarım, sana benden başkasının mana vermesinden. - Şems-i Tebrizi Birinin söylediği hikmetli bir söz hoşunuza gittiyse o hikmet önceden kalbinize yerleştirilmiş demektir. Söyleyen sadece ayna olmuştur. O gecede (berat gecesi) her hikmetli iş, belirlenip hükme bağlanır. - Duhan suresi ayet-4 Ameli olmayan hikmetli söz, ödünç alınmış süslü elbise gibidir; bunu böyle bil! - Hz. Mevlana Hikmetli sözlerle ruhunuzu dinlendirin. Çünkü bedenler gibi, ruhlar da yorulur. - Hz. Ali Akıllı adam nasıl konuşulacağını bilir. Hikmetli adam ise nasıl suskun kalınacağını da bilir. - Aliya İzzetbegoviç Akıllı insan, şaka ve masaldan bile hikmet dersi çıkarır. Gâfile ise hikmetli sözlerden yüz bâb okusan, ona masal gelir. - Sâdi Şirazî https://www.guzelcumleler.com/hikmetli-sozler
Abnormal termination: Olağandışı bitiş.
Elektronik Sözlüğü.sy.11.
Hayata Dair Sözler Felsefi Sözler Edebi Sözler Düşündüren Sözler Mevlana Sözleri Ana Sayfa Said Nursi Sözleri said nursi kısa sözleri, bediüzzaman said nursi özlü sözleri, said nursi nin sözleri, üstad said nursi sözleri, üstad bediüzzaman said nursi nin sözle Marîz bir asrın hasta bir unsurun alîl bir uzvun reçetesi; ittiba'-ı Kur'andır. Pirenin midesini tanzim eden Manzume-i Şemsiyeyi de o tanzim etmiştir. Herşeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir göz ise maneviyatta kördür. Haksızlığı hak zanneden adamlara karşı hak dâva etmek Hakka bir nevi haksızlıktır. https://www.guzelcumleler.com/said-nursi-sozleri
Eğer Şarkta Hulusi Bey ve Mehmed Kayalar olmasaydı ben Şarka gitmeye mecbur olurdum. Zaman gösterdi ki; cennet ucuz değil cehennem dahi lüzumsuz değil. Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir göz ise maneviyatta kördür. Bugün mahlûkatın bayramıdır. Deli adama 'iyisin iyisin' denilse iyileşmesi iyi adama 'fenasın fenasın' denilse fenalaşması nâdir değildir https://www.guzelcumleler.com/said-nursi-sozleri
Evet ümidvar olunuz. Şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sada islamın sadası olacaktır! Maddiyyunluk manevî taundur ki beşere şu müdhiş sıtmayı tutturdu gazab-ı İlahîye çarptırdı. Telkin ve tenkid kabiliyeti tevessü' ettikçe o taun da tevessü' eder. Bîçare hakikatlar kıymetsiz ellerde kıymetsiz olur. Kardeşim Mehmed! Nur'un (manevi) Kuvveti Şarktadır Nur'un Kuvveti Diyarbakır'dadır Nurun Kuvveti Sendedir! https://www.guzelcumleler.com/said-nursi-sozleri
Hayata Dair Sözler Felsefi Sözler Edebi Sözler Düşündüren Sözler Mevlana Sözleri Ana Sayfa Said Nursi Sözleri said nursi kısa sözleri, bediüzzaman said nursi özlü sözleri, said nursi nin sözleri, üstad said nursi sözleri, üstad bediüzzaman said nursi nin sözle Marîz bir asrın hasta bir unsurun alîl bir uzvun reçetesi; ittiba'-ı Kur'andır. Pirenin midesini tanzim eden Manzume-i Şemsiyeyi de o tanzim etmiştir. Herşeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir göz ise maneviyatta kördür. Haksızlığı hak zanneden adamlara karşı hak dâva etmek Hakka bir nevi haksızlıktır. Eğer Şarkta Hulusi Bey ve Mehmed Kayalar olmasaydı ben Şarka gitmeye mecbur olurdum. Zaman gösterdi ki; cennet ucuz değil cehennem dahi lüzumsuz değil. Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir göz ise maneviyatta kördür. Bugün mahlûkatın bayramıdır. Deli adama 'iyisin iyisin' denilse iyileşmesi iyi adama 'fenasın fenasın' denilse fenalaşması nâdir değildir. Evet ümidvar olunuz. Şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sada islamın sadası olacaktır! Maddiyyunluk manevî taundur ki beşere şu müdhiş sıtmayı tutturdu gazab-ı İlahîye çarptırdı. Telkin ve tenkid kabiliyeti tevessü' ettikçe o taun da tevessü' eder. Bîçare hakikatlar kıymetsiz ellerde kıymetsiz olur. Kardeşim Mehmed! Nur'un (manevi) Kuvveti Şarktadır Nur'un Kuvveti Diyarbakır'dadır Nurun Kuvveti Sendedir! İslâmiyet güneş gibidir üflemekle sönmez. Gündüz gibidir; göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan yalnız kendine gece yapar. Hayat kesrette bir çeşit tecelli-i vahdettir. Onun için ittihada sevkeder. Hayat bir şeyi her şeye mâlik eder. Hıristiyanlığın malı olmayan mehasin-i medeniyeti ona mal etmek ve İslâmiyetin düşmanı olan tedenniyi ona dost göstermek feleğin ters dönmesine delildir. Zaman ihtiyarlandıkça Kur'an gençleşiyor; rumuzu tavazzuh ediyor. Nur nâr göründüğü gibi; bazan şiddet-i belâgat dahi mübalağa görünür. https://www.guzelcumleler.com/said-nursi-sozleri
Doğuyu ayağa kaldıracak din ve kalbdir. Enbiyanın ekseri Şarkta ve hükemanın ağlebi Garpta gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir akıl ve felsefe değil. Madem Dünya bâki değil ve musibetlerinde bir nevi hayır vardır; senin bedeline 'Yahu bu da geçer' kalbime geldi. Azametli bahtsız bir kıt'anın şanlı tali'siz bir devletin değerli sahibsiz bir kavmin reçetesi; ittihad-ı İslâmdır. Milliyetimiz bir vücuttur. Ruhu İslamiyet aklı Kur'an ve İmandır. https://www.guzelcumleler.com/said-nursi-sozleri
Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır fakat ihtiyarı elinden alınmaz. Eğer Namaz kılmazsan senin o günkü alemin zulümatlı ve perişan bir halde gider. Cesed-i insan; havaya suya gıdaya muhtaç olduğu gibi ruh-u insan da namaza muhtaçtır. İsraf sefahatin sefahat sefaletin kapısıdır. Her sözün doğru olmalı; fakat her doğruyu söylemek doğru değil. Bugün bu Nevruz bayramından bu köpeğin bile bir hissesi vardır. Bahar mahlûkatın bayramıdır. Biz de onların bayramına iştirak edelim https://www.guzelcumleler.com/said-nursi-sozleri
Madem Allah var elbette ahiret vardır. Çaresi bulunan şeyde acze çaresi bulunmayan şeyde ceza'a iltica etmemek gerektir. Tertib-i mukaddematta tefviz tembelliktir; terettüb-ü neticede tevekküldür. Dünyadaki her lezzetli şeyin en a'lası cennette bulunur. Sıkıntı sefahetin muallimidir. Ye's dalalet-i fikrin; zulmet-i kalb ruh sıkıntısının menba'ıdır. Evet insan hüsn-ü zanna memurdur. İnsan herkesi kendisinden üstün bilmelidir https://www.guzelcumleler.com/said-nursi-sozleri
Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır. Sivrisineğin gözünü halkeden Güneş'i dahi o halketmiştir. Bizler muhabbet fedaileriyiz husûmete vaktimiz yoktur. Adem-i kabul kabul-ü ademle iltibas olunur. Adem-i kabul; adem-i delil-i sübut onun delilidir. Kabul-ü adem delil-i adem ister. Biri şek biri inkârdır. Namaz kılanın diğer mübah dünyevi amelleri güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır https://www.guzelcumleler.com/said-nursi-sozleri
Namaz kılanın diğer mübah dünyevi amelleri güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır. Kur'an-ı Hakîm ehl-i şuura imamdır cin ve inse mürşiddir ehl-i kemale rehberdir ehl-i hakikata muallimdir. Tabiat bir sanat-ı İlahiye'dir sani' olmaz. https://www.guzelcumleler.com/said-nursi-sozleri
Sayfa: 127
1. Gökte bir melek vardır ki, ismi İsmail'dir. Emrinde yetmiş bin melek vardır. Onların her birinin emrinde de yetmişer bin melek vardır.
Ravi: Hz. Ebû Said (r.a.)
2. Cehennemde bir vadi vardır. Cehennem her gün, bu vadiden yetmiş defa Allaha sığınır. Allah bu vadiyi amelleriyle riya yapan, okumuş mürailer için hazırladı. Allah indinde en fazla buğza layık kullar, sultanlara, baştakilere sokulan alimlerdir.
Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
3. Adamda bir et parçası vardır, o sağlam olursa cesedi de sağ selamettir. Dertli ise başka yerleri de dertlidir. Burası da kalbidir.
Ravi: Hz. Numan (r.a.)
4. Adamın malında da, zevcesinde de, evladında da fitne vardır. (Yani hepsinde fitne bulunabilir. İnsan hiç birine güvenmesin, Allah'a güvensin)
Ravi: Hz. Huzeyfe (r.a.)
5. Âli Davud'a nazil olan hikmette ibret vardır. Akıllı olan insan şu dört vakitten başka şeyle nefsini meşgul etmemelidir: Rabbine dua (ve ibadet) edeceği vakit, Nefsini muhasebe edeceği vakit, Kendisi hakkında, kardeşlerini nasihat etmesine ve ayıblarını kendisine haber vermelerine kafi gelecek bir vakit. Kendi nefsinin helal ve temiz ihtiyaçlarına ayıracağı bir vakit. Bu vakitte diğer zamanlar içinde bir yardım vardır ve kalbin istirahatı kafi miktarda varlık iledir. Sonra da akıllı kimse için, diline sahip olması, zamanını bilmesi, işine yönelmesi ve en sağlam dostuna karşı bile ihtiyatlı olması icap eder.
Ravi: Hz. İbni Mes'ud (r.anhüma)
6. Namuslu bir kadının namusuna buhtan etmek, yüz senelik ameli yıkar.(Yani bir ömrün amelini yıkar)
Ravi: Hz. Huzeyfe (r.a.)
7. Benî Ademin hepsinin kalbleri Allah'ın iki parmağı arasında tek bir kalb gibidir. "Ey kalbleri istediği gibi çeviren Allahım, bizim kalblerimizi ibadetin üzerine çevir."
Ravi: Hz. İbni Ömer (r.anhüma)
8. Bir kavim bir kavmi çok sevdi ve bunun yüzünden helak oldu. Siz böyle olmayın. Bir kavim de başka bir kavme çok buğz etti ve ondan dolayı helak oldu. Siz onlar gibi de olmayın.
Ravi: Hz. Abdullah İbni Cafer (r.anhüma)
9. Müslümanın ölüsünün kemiğini kırmak, dirisinin kemiğini kırmak gibidir. (Kısas yok, fakat 30 sopayı geçmemek şartı ile dayak yiyebilir.)
Ravi: Hz. Âişe (r. anha)
10. Bir namaz, önündeki namaza kadar olan hataları kaldırır, yok eder.
Ravi: Hz. Ebû Eyyub (r.a.)
i il´ ] ş
1393)"Ya Gulam, Allah c.c.ı muhafaza et ki, o da seni muhafaza etsin..Allah c.c. ı muhafaza edersen, karşında bulursun..
İstediğin zaman Allah'tan iste..Yardım taleb ettiğin zaman, bu talebini Allah c.c. a yap.."
-Allah c.c. ın emrini tut ki, seni koruya.. O'nun emirlerini tutarsan, mükafatını hemen görürsün..Her halinde Allah c.c. a güven.
Muhtar'ül -Ehadisin-Nebeviyye İzahlı Tercümesi.
Hadis-i Şerifler ve Vaaz Örnekleri.sy.494,495.
1395)"Âhir zamanda, cahil âbidler ve fasik KURRA'lar olacaktır.."
KURRA:Kur'an okuyan hafızlar..
Muhtar'ül-ehadisin-nebeviyye.
Hadis-i Şerifler ve Vaaz Örnekleri.sy.495.
Zulüm devam etmez, küfür devam eder.(El-Münavi,Feyzu'l Kadir:2:107)
Arif olana bir işaret yeter.
Allah c.c.ım bize Sünnet-i Seniyyeye ittiba etmeyi nasip et.
Edepsiz Allah c.c. ın lütfundan mahrum kalır.
Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim.(Mâide Suresi, 5:3)
Risale-i Nur Külliyatı'ndaki .
Ayet Ve Hadislerin Mealleri Ve Me'hazleri.sy.298,300,301.
استقلال مارشى
İstiklal Marşı
قهرمان اوردومزه
(Kahraman Ordumuza)
، قورقما، سونمزبو شفقلرده يوزن آل صانجاق
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak,
. سونمدن يوردمك اوستنده توتن اك صوك اوجاق
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
، او بنم ملتمك ييلديزيدر، پارلاياجاق
O benim milletimin yıldızıdır parlayacak!
! او بنمدر ، اوبنم ملتمكدرآنجاق
O benimdir, o benim milletimindir ancak!
، چاتما ، قوربان اوله يم ، چهره كى اى نازلي هلال
Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
قهرمان عرقمه بر كول .. نه بو شدت بو جلال ؟
Kahraman ırkıma bir gül... ne bu şiddet, bu celâl?
، سكا اولمازدوكولن قانلريمز صوكره حلال
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal.
. حقيدر ، حقه طاپان ، ملتمك استقلال
Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklal.
. بن ازلدن بريدر حر ياشادم ، حر ياشارم
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım;
! هانكى چیلغین بکا زنجير ووراجقمش ؟ شاشارم
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
، كوكره مش سل كبى يم : بنديمى چيكنر، آشارم
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
. ييرتارم طاغلرى ، انكينلره صيغمام طاشارم
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
، غربك آفاقنى صارمشسه چليك زرهلى ديوار
Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar.
. بنم ايمان طولى كوكسم كبى سرحدم وار
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
، اولوسون ، قورقما نصيل بويله بر ايمانى بوغار
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imânı boğar,
مدنيت !" ديديكك تك ديشى قالمش جاناوار ؟"
'Medeniyyet!' dediğin tek dişi kalmış canavar?
، آرقداش ! يورديمه آلچاقلرى اوغراتما صاقين
Arkadaş, yurduma alçakları uğratma sakın;
. سپر ايت كووده كى ، طورسون بو حياسزجه آقين
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
..طوغاجقدرساكا وعد ايتديكى كونلر حقك
Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın,
. كيم بيلير، بلكه يارين ، بلكه ياريندن ده ياقين
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
! باصديغك يرلرى " طوپراق ! " دييه رك كچمه ، طانى
Bastığın yerleri 'toprak' diyerek geçme, tanı!
. دوشون آلتنده كى بيكلرجه كفنسز ياتانى
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
: سن شهيد اوغليسين ، اينجيتمه ، يازيقدر، آتاكى
Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı.
. ويرمه ، دنيالرى آلسه ك ده ، بو جنت وطنى
Verme, dünyâları alsan da bu cennet vatanı.
كيم بو جنت وطنك اوغرينه اولمازكه فدا ؟
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
! شحدا فيشقيراجق طوپراغى صقسه ك ، شهدا
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
، جانى ، جانانى ، بوتون واريمى آلسينده خدا
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ,
. ايتمسن تك وطنمدن بنى دنياده جدا
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.
: روحمك سندن الهى شودر آنجاق املى
Rûhumun senden İlahî, şudur ancak emeli:
،دكمه سين معبديمك كوكسنه نامحرم الى
Değmesin ma'bedimin göğsüne nâ-mahrem eli!
، بو اذانلركه شهادتلرى دينك تملى
Bu ezanlar-ki şehâdetleri dinin temeli,
. ابدى يورديمك اوستنده بنم ايكله ملى
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.
، او زمان وجد اله بيك سجده ايدر وارسه طاشم
O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım.
، هر جريحه مدن الهى ، بوشانوب قانلى ياشم
Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım;
! فيشقيرير روح مجرد كبى يردن نعشم
Fışkırır rûh-ı mücerred gibi yerden na'şım;
. او زمان يوكسله رك عرشه دكر، بلكه ، باشم
O zaman yükselerek arşa değer belki başım!
! طالغه لان سن ده شفقلر كبى اى شانلى هلال
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
. اولسون آرتيق دوكولن قانلريمك هپسى حلال
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
: ابدياً سكا يوق ، عرقمه يوق اضمحلال
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl;
، حقيدر، حر ياشامش ، بايراغمك حريت
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet,
. حقيد حقه طاپان ، ملتمك استقلال
Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklâl!
NESİH
(النسخ)
Şer‘î bir hükmün daha sonra gelen şer‘î bir delille kaldırılması.
Sözlükte “ortadan kaldırmak; nakletmek, beyan etmek” mânalarına gelen nesh kelimesi terim olarak şer‘î bir hükmün daha sonra gelen şer‘î bir delille kaldırılmasını ifade eder. Neshin söz konusu olduğu durumlarda önceki hüküm mensûh, onu yürürlükten kaldıran yeni hüküm veya delil nâsih diye anılır. Özellikle fıkıh usulü literatüründe gerçek anlamda neshedenin Allah olduğuna dikkat çekilerek delil veya hüküm için nâsih kelimesinin kullanımının mecazi olduğu belirtilir. Öte yandan muhkemi “neshedilmemiş” anlamında yorumlayanlar tarafından nâsih de dahil olmak üzere hükmü neshedilmeyen âyetler muhkem diye nitelendirilir. Hz. Peygamber’in vefatından sonra gerçekleşmemesi, nâsih ve mensuhun şer‘î (Kur’an ve Sünnet’te bulunan) amelî hükümler olması, mensuh hükmün bir süre yürürlükte kalmış bulunması, iki hüküm arasında her biriyle ayrı ayrı amel etmeye imkân vermeyecek derecede uzlaşmazlık tesbit edilmesi, nâsih hükmün delilinin mensuhunki ile aynı güçte veya ondan daha güçlü olması neshin genel şartları arasında yer alır.
Kur’an davetinin kıyamete kadar bütün insanlara yönelik olduğu ilk inen âyetlerden itibaren vurgulanmış (meselâ bk. el-A‘râf 7/158; el-Enbiyâ 21/107; el-Furkan 25/1; Sebe’ 34/28; et-Tekvîr 81/27), Hz. Muhammed’in peygamberlerin sonuncusu (el-Ahzâb 33/40) ve Allah katında hak dinin İslâm olduğu (Âl-i İmrân 3/19), İslâm’dan başka bir din arayan kimseden bunun kabul edilmeyeceği (Âl-i İmrân 3/85) ifade edilmiştir. İslâm âlimleri de İslâm’ın daha önceki şeriatları tamamen veya kısmen yürürlükten kaldırdığında hemfikirdir. Peygamberler vasıtasıyla insanlara ulaştırılan dinler inanç, ahlâk ve ibadetin esaslarında müşterek olup farklılık amelî hükümlerin bir kısmında gerçekleşmiştir. Yahudi fırkaları içinde, Allah’ın ilminde değişiklik
meydana gelebileceği (bedâ) anlayışına götüreceği gibi gerekçelerle neshi inkâr edenler çıkmış, son zamanlarda hıristiyanlar da bu yönde görüş belirtmeye başlamıştır. Ancak insanlığın tarihî gelişimi dikkate alındığında ilâhî hükümlerin amelî boyutunda insanların içinde bulunduğu şartlar gözetilerek bazı değişikliklerin yapılması tabiidir; bunu Allah’ın ilminde değişiklik olduğu anlamında kabul etmek yanlıştır. Hz. Âdem’in kız ve erkek çocukları birbirleriyle evlenirken bunun Tevrat’ta haram kılınması (Levililer, 18/9, 20/17; Tesniye, 27/22), Hz. Nûh’un kavmine kanlı et dışında her canlının helâl kılındığı ifade edilmişken (Tekvîn, 9/2-4) Hz. Mûsâ’nın şeriatında bazı hayvan türlerinin haram sayılması (Levililer, 11; Tesniye, 14/3-8; krş. el-En‘âm 6/146), Yahudilik’te kişinin karısını boşaması mubah iken (Tesniye, 24/1-3) Hıristiyanlık’ta kadının zina suçu işlemesi dışında bunun haram kılınması (Matta, 5/31-32) neshin İslâmiyet öncesi ilâhî dinlerdeki örneklerini teşkil eder.
Nesih kavramı Kur’ân-ı Kerîm’de (el-Bakara 2/106) ve hadislerde (Wensinck, el-MuǾcem, “nsħ” md.) geçmekle birlikte mezhep imamları dönemine kadar bu terimin çerçevesinin belirlenmesine yönelik teorik tartışmalara rastlanmaz. Neshi kabul eden âlimlerin tamamı Kur’an’ın Kur’an’ı ve sünnetin sünneti neshedebileceğini kabul ederken Kur’an’ın sünneti veya sünnetin Kur’an’ı neshetmesinde görüş ayrılığı bulunmaktadır. Kur’an’ın açıklanmasını sünnetin en temel işlevi olarak gören İmam Şâfiî başta olmak üzere bazı âlimler bu tür neshe karşı çıkarken çoğunluğu teşkil edenler, Kur’an’ın sünneti neshetmesi yanında mütevâtir sünnetin de Kur’an’ı neshedebileceğini söylemişlerdir. Kur’an’ın sünneti neshetmesine kıblenin Mescid-i Aksâ’dan Kâbe yönüne çevrilmesi (el-Bakara 2/144; Buhârî, “Tefsîr”, 2/12, 14; Müslim, “Mesâcid”, 11-15) ve âşûrâ orucu yükümlülüğünün ramazan orucu ile kaldırılması (el-Bakara 2/185; Buhârî, “Śavm”, 69, “Tefsîr”, 2/24; Müslim, “Śıyâm”, 125) örnek gösterilir. Aksi görüşü savunanlar ise bu iki örneği Kur’an’ın Yahudiliğe ait hükümleri kaldırması kapsamında değerlendirmiştir.
İslâm’ın ilk asırlarında Kur’an’da neshin mevcudiyeti neredeyse herkes tarafından kabul edilirken IV. (X.) yüzyılın ilk çeyreğinde vefat eden Mu‘tezile âlimi Ebû Müslim el-İsfahânî’nin buna karşı çıkmasının ardından konu tartışılır olmuştur. Neshi kabul edenlere göre nesih ilâhî şeriatlar arasında olduğu gibi aynı şeriat içinde de gerçekleşebilir. İnsanların öteden beri sahip oldukları inanç, örf ve âdetleri bir anda terkedip yeni dinin hükümlerini benimsemeleri kolay değildir. Kişinin dinin ruhunu, hüküm ve ilkelerinin yüceliğini tanıyıp kabullendikten sonra amelî hükümlerini kabul etmesi daha kolay olmuş, bu hükümler de toptan değil tedrîcî şekilde gelmiştir. Vahiy sürecinde Kur’an’ın uygulamaya yönelik az sayıdaki hükmünde değişikliğe gidilmesi tabiidir. Kur’an’da neshi kabul edenler görüşlerini desteklemek üzere aklî izahların yanında üç âyeti (nüzûl sırasına göre en-Nahl 16/101; er-Ra‘d 13/39; el-Bakara 2/106) delil göstermişlerdir. Ebû Müslim el-İsfahânî ise Kur’an’a bâtılın ne önünden ne ardından yol bulabileceğini ifade eden âyete (Fussılet 41/42) dayanarak neshi kabul etmenin Kur’an’ın hükmünün iptal edilmesi anlamına geleceğini söylemiş, neshin mevcudiyetine delil getirilen âyetlerde Kur’an’ın daha önceki şeriatların veya kıblenin Kudüs’ten Mescid-i Harâm yönüne değiştirilmesinde olduğu gibi o şeriatlardaki bazı hükümlerin neshedildiğini öne sürmüştür. Ebû Müslim’in bu görüşü tenkit edilmiş olmakla beraber son zamanlarda bu doğrultuda görüş belirtenlerin sayısında bir artış görülmektedir. Bu eğilimdekiler, nâsih ve mensuh olduğu belirtilen âyetlerde gerçekte neshin bulunmadığını ortaya koyabilmek için tahsis vb. yollarla âyetleri uzlaştırma yoluna gitmişlerdir. Ancak birçok yerde mâkul yaklaşımlar ortaya koymalarına rağmen zorlama te’villere başvurdukları da olmuştur.
Klasik kaynaklara göre mensuh üç kısma ayrılır. 1. Hem nazmı hem hükmü neshedilenler. Selef’ten nakledilen rivayetlerde bazı âyetlerin veya sûrelerin daha sonra kaldırıldığı ya da unutturulduğu ileri sürülmüştür (meselâ bk. Buhârî, “Riķāķ”, 10; Müslim, “Zekât”, 116-119; Hâkim, II, 224, 415; IV, 359). Hz. Âişe’den gelen bir rivayete göre sütkardeşliğine ve evlenme engeli oluşmasına sebep olan on emzirme Hakkındaki âyet daha sonra beş emzirme hükmü ile neshedilmiştir (Müslim “RađâǾ”, 24; İbn Mâce, “Nikâĥ”, 35; Ebû Dâvûd, “Nikâĥ”, 10; Tirmizî, “RađâǾ”, 3; Nesâî, “Nikâĥ”, 51). Mushafta on emzirmeye dair âyetin nazmı bulunmadığı gibi hükmü de yürürlükten kalkmıştır. 2. Nazmı neshedilip hükmü bâki kalanlar. Bazı âlimler bu tür neshi kabul etmemişler, gerekçe olarak da konuyla ilgili rivayetlerin haber-i vâhid türünde olmasını ve Kur’an’da nesih gibi önemli bir konunun bu yolla sabit olamayacağını öne sürmüşlerdir (Zerkeşî, II, 36). Nazmı neshedildiği halde hükmünün bâki kalabileceğini savunanlar ise nazmı ayrı, ondan elde edileni ise ayrı bir hüküm telakki etmişlerdir (Gazzâlî, II, 96). Neshin bu türüne “recm âyeti” diye meşhur olan, “Yaşlı (evli) erkek ve kadın zina ettiği zaman onları recmedin ...” anlamındaki rivayet (Buhârî, “Ĥudûd”, 30, 31, “İǾtiśâm”, 16; Müslim, “Ĥudûd”, 15) örnek gösterilir. Übey b. Kâ‘b’ın bildirdiğine göre bu âyet lafzı neshedilmeden önce Ahzâb sûresi içerisinde yer almaktaydı (Hâkim, II, 415; IV, 359). 3. Hükmü neshedilip nazmı bâki kalanlar. Kur’an’da neshi kabul eden âlimler tarafından benimsenen neshin bu türü ilgili eserlerin esas konusunu teşkil etmiştir. Selef’ten gelen rivayetlerde ve buna bağlı olarak ilk dönemlerde yazılan eserlerde lafzı kalıp hükmü neshedilen âyetlerin sayısı 300 civarında gösterilmektedir (Mustafa Zeyd, I, 407-408). Bunda, ilk dönem âlimlerinin nesih kelimesine daha sonraki dönem usulcülerinin yüklediklerinden daha geniş bir anlam yüklemelerinin yanı sıra bazı âlimlerin nesihte ifrata düşmelerinin etkisi olduğu anlaşılmaktadır. Bu konuda dikkat çekici bir örnek olarak Mekkî sûreler içinde yer alan ve müşriklerin eziyetlerine sabretmeyi, onlara aldırmamayı ve ilişmemeyi emreden âyetlerin müşriklerle savaşmayı emreden âyetle (et-Tevbe 9/5) mensuh sayılması gösterilebilir. Bu âyetle 114 veya 124 âyetin hükmünün neshedildiği söylenir. Ancak usul ve tefsir âlimleri, genelde bu âyet ve onunla mensuh sayılan âyetlerin farklı durumlarla ilgili olduğu görüşündedir.
İmam Şâfiî ve Muhammed b. Cerîr et-Taberî gibi âlimlerin öncülüğünde neshin tahsis, takyid, mübhemi beyan, mücmeli tafsil gibi terimlerden farkı ortaya konulmaya ve nesih alanına girmeyen diğer nesih iddiaları ayıklanmaya başlandıktan sonra mensuh kabul edilen âyetlerin sayısı azalmıştır. Süyûtî, kendi dönemine kadar yazılmış eserlerdeki bilgileri değerlendirip mensuh âyetlerin sayısını yirmi olarak tesbit etmiş (el-İtķān, III, 65-68), Şah Veliyyullah ed-Dihlevî bu âyetlerden sadece beşinin mensuh olduğunu belirtmiştir.
İslâm âlimleri, âyetler arasında neshin vâki olup olmadığının tesbiti konusu üzerinde de durmuşlar ve bu konuda bazı şartlar ortaya koymuşlardır. Hz. Peygamber’den veya sahâbeden bir âyetin neshedildiğine dair sağlam bilginin gelmiş olması, Enfâl (8/66) ve Mücâdile (58/13) sûrelerinin ilgili âyetlerinde olduğu gibi nâsih konumundaki âyette önceki hükmün kaldırıldığına delâlet eden lafzın yer alması, çelişkili gibi görünen iki âyetten birinin diğerinden sonra indiğinin kesin olarak
Not: Sayfa başlangıcındaki maddenin pdf'sini gösterir
bilinmesi gibi durumlarda neshin vâki olabileceğini söylemişlerdir.
BİBLİYOGRAFYA:
Wensinck, el-MuǾcem, “nsħ” md.; Müsned, V, 183; Buhârî, “Śavm”, 69, “Ĥudûd”, 30, 31, “İǾtiśâm”, 16, “Tefsîr”, 2/12, 14, 24, “Riķāķ”, 10; Müslim, “Mesâcid”, 11-15, “Śıyâm”, 125, “Zekât”, 116-119, “RađâǾ”, 24, “Ĥudûd”, 15; İbn Mâce, “Nikâĥ”, 35; Ebû Dâvûd, “Nikâĥ”, 10; Tirmizî, “RađâǾ”, 3; Nesâî, “Nikâĥ”, 51; Şâfiî, er-Risâle (nşr. Ahmed M. Şâkir), Kahire 1399/1979, s. 106-145, 219-223; Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, en-Nâsiħ ve’l-mensûħ (nşr. Muhammed b. Sâlih Müdeyfir), Riyad 1411/1990, tür.yer.; Taberî, CâmiǾu’l-beyân (Şâkir), II, 471-484; XVI, 485-486; Nehhâs, en-Nâsiħ ve’l-mensûħ (nşr. Süleyman b. İbrâhim b. Abdullah el-Lâhim), Beyrut 1412/1991, I-III, tür.yer.; Hâkim, el-Müstedrek, II, 224, 415; IV, 359-360; Mekkî b. Ebû Tâlib, el-Îżâĥ li-nâsiħi’l-Ķurǿân ve mensûħih (nşr. Ahmed Hasan Ferhât), Cidde 1406/1986, tür.yer.; Gazzâlî, el-Müstaśfâ (nşr. Hamza b. Züheyr Hâfız), Cidde, ts. (Şerîketü’l-Medîneti’l-münevvere), II, 35-119; Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, Nevâsiħu’l-Ķurǿân, Beyrut 1405/1985, tür.yer.; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, III, 226-233; XX, 116; Zerkeşî, el-Burhân, II, 28-44; Süyûtî, el-İtķān (Ebü’l-Fazl), III, 59-77; Şâh Veliyyullah ed-Dihlevî, el-Fevzü’l-kebîr fî usûli’t-tefsîr (trc. Mehmed Sofuoğlu), İstanbul 1980, s. 35-49; Mustafa Zeyd, en-Nesħ fi’l-Ķurǿâni’l-Kerîm, Mansûre 1408/1987, I, 407-408; J. Burton, “Nasқћ”, EI² (İng.), VII, 1009-1012.
Abdurrahman Çetin
HADİS. Mekke döneminde Allah’a iman, Peygamber’e itaat ve âhiret hayatının varlığı gibi konuların işlenmesi, şirkin yerilmesi, infakın teşvik edilmesi, ahlâk kurallarının toplum hayatına yerleştirilmeye çalışılması sebebiyle genel olarak nesihle pek karşılaşılmaz. Medine döneminde ise ibadetler ve hukukî ilişkilerle ilgili emir ve yasaklar toplum hayatına girdiği ve bunların tatbiki esnasında tedrîcîliğe ihtiyaç duyulduğu için nesih gündeme gelmişse de Hz. Peygamber hayatta olduğundan farklı fikirler ileri sürülmemiş, aklî ve felsefî tartışmalara girilmemiştir.
Resûl-i Ekrem’in vefatından sonra nesih Hakkında konuşulmaya başlanmış, Huzeyfe b. Yemân, fetva verebilecek kişinin özelliklerinden birinin Kur’an’ın nâsih ve mensuhunu bilmek olduğunu belirtmiş (Dârimî, “Muķaddime”, 21), Hz. Ali mescidde insanlara öğüt veren bir kişinin nâsih ve mensuh ilmini bilmediğini anlayınca hem kendisini hem başkalarını helâke sürükleyebileceğini söyleyerek onu uyarmış (Ebû Hayseme Züheyr b. Harb, s. 140), Abdullah b. Abbas nâsih ve mensuhu kendilerine hikmet verilen kimselerin bilebileceğini ifade etmiş (Taberî, III, 60), Abdullah b. Zübeyr de Hz. Peygamber’in bazı sözlerinin bir müddet uygulamada kaldıktan sonra onun yeni bir sözüyle uygulamadan kaldırıldığını ve hadisler üzerinde nesih cereyan ettiğini haber vermiştir (Dârekutnî, IV, 145).
Gerek sahâbe gerekse tâbiîn dönemlerinde mutlakın takyidi, âmmın tahsisi, müphem ve mücmelin beyanı, istisna ile getirilen sınırlamalar ve uygulamadan kaldırılan hükümler nesih kapsamında düşünülmüş, tâbiîn devrinde özellikle sünnette nesih konusuyla ilgili değerlendirmeler ön plana çıkmaya başlamıştır. Yezîd b. Abdullah b. Şıhhîr, “Kur’an’ın bazı âyetleri nasıl birbirini neshediyorsa Resûlullah’ın hadislerinden bir kısmı da diğerlerini neshederdi” diyerek (Müslim, “Ĥayıż”, 82) sünnette neshin gerçekleştiğine işaret ederken Ebû Miclez es-Sedûsî, “Hz. Peygamber’in hadisleri de Kur’an’ın âyetleri gibi birbirini nesheder” sözüyle (Ca‘berî, s. 134) onu teyit etmiştir. Hadisleri resmî anlamda ilk derleyen İbn Şihâb ez-Zührî nâsih ve mensuh rivayetleri ayrı bir eserde toplamış (Hâzimî, s. 4), bu ilmin âlimleri en çok meşgul eden konulardan biri olduğunu belirtmiş (İbnü’s-Salâh, s. 276), nâsih ve mensuh ilminden haberdar olmayanların dinde karışıklıklara sebebiyet vereceğine işaret etmiştir (Şemseddin es-Sehâvî, III, 67). Nesihle ilgili rivayetlerin Resûl-i Ekrem’e kadar ulaşmayıp sonradan ortaya çıktığını ileri süren Abdülmüteâl Muhammed el-Cebrî gibi bazı çağdaş müelliflerin iddiası ise (Lâ Nesħa fi’l-Ķurǿân, s. 13) sağlam bir delile dayanmamaktadır.
Neshin terim anlamı üzerinde duran günümüze ulaşmış ilk eser İmam Şâfiî’nin er-Risâle’sidir. Şâfiî bu eserinde (s. 106-110) neshi âmmın tahsisi, mutlakın takyidi, müphem ve mücmelin beyanı ile istisnadan ayırarak ona “nassın hükmünün kaldırılması ve yerine yeni bir hükmün getirilmesi” mânasını vermiştir. Daha sonraki dönemlerde nesih tefsir, hadis ve fıkıh usulü ilimlerinin önemli bir konusu olmuştur. Hadis usulcüleri ve genel olarak muhaddisler nesihte son sözü naklin ve Hz. Peygamber’in tatbikatının söyleyeceğini belirtmiş, ayrıca sahâbe ve tâbiîn dönemi âlimlerinin nesih anlayışına uygun düşeceği için daha çok vak‘aların tesbitini yapmakla yetinmiş ve nesihle ilgili nakilleri sıralamıştır. Ancak Mecdüddin İbnü’l-Esîr, hadislerden fıkıh âlimleri hüküm çıkardığından hadisin nâsih ve mensuhunu bilme işinin de muhaddisten çok fakih için gerekli olduğunu söylemiştir (Şemseddin es-Sehâvî, III, 66). Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr de zamanla aklî, mantıkî ve felsefî delillerle izah edilmeye başlanan neshi fıkıh usulünün konusu olmaya daha elverişli bulur (İħtiśâru ǾUlûmi’l-ĥadîŝ, s. 169).
Muhaddisler, sünnette neshi gerekli kılan en önemli etkenlerin Hz. Peygamber’in insanların ihtiyaçlarını gözetmesi ve ashabı eğitmede, toplumu ıslah etmede tedrîcîliğe önem vermesi olduğunu belirtirler. Hadislerdeki nesih dört yolla bilinir: 1. Resûl-i Ekrem’in bildirmesi. “Size kabirleri ziyaret etmeyi yasaklamıştım, artık ziyaret edebilirsiniz” meâlindeki hadisi (Müslim, “Cenâǿiz”, 106; Ebû Dâvûd, “Cenâǿiz”, 77) ve bunu gösteren uygulamaları böyledir. 2. Sahâbenin açıklaması. Hz. Ali’nin, “Resûlullah yanımızdan cenaze geçerken ayağa kalkmamızı emrederdi, daha sonra kendisi oturdu ve bize de oturmamızı emretti” sözü (Müsned, I, 82) bunun örneğidir. Sahâbîlerin açıklamasına bakarak neshe hükmedilip edilemeyeceği konusu tartışılmıştır.
Bir kısım âlimler, bu tür açıklamalarda sahâbîlerin ictihadına dayanma ihtimalinden söz ederek bu ifadelerin neshe delâlet etmeyeceğini ileri sürmüş, Zeynüddin el-Irâkī, sahâbîlerin bu hükümle ilgili tarih farkını bildiği için bu tür açıklamalarla neshe hükmedilebileceğini söylemiştir (Leknevî, s. 191-192). Süyûtî, buna hükmedebilmek için nâsih ve mensuhu belirten açık bir ifade bulunması gerektiğini belirtmiş, sonraki devirlerde ise neshe gidebilmek için sahih bir nakle ve delile ihtiyaç olduğunu ifade etmiştir (el-İtķān, II, 52). 3. Vürûd tarihlerinin bilinmesi. Mensuh olma ihtimali bulunan hadislerin Resûl-i Ekrem tarafından hangi tarihlerde söylendiği biliniyorsa daha sonra söylenen hadisin nâsih olduğu anlaşılmış olur. Ancak bu yolla neshe hükmedebilmek için her iki hadisi uzlaştırma ve ikisiyle birlikte amel etme imkânının bulunmaması gerekir. Hacamat yapmak ve yaptırmakla orucun bozulacağı konusundaki rivayetler buna örnektir. Sahâbeden Şeddâd b. Evs’in naklettiğine göre Hz. Peygamber, Mekke’nin fethi esnasında ramazan orucuna niyet etmiş bir kişinin hacamat yaptırdığını görünce hem hacamat yapanın hem yaptıranın orucunun bozulduğunu belirtmiş (Buhârî, “Śavm”, 32; Ebû Dâvûd, “Śıyâm”, 28; Tirmizî, “Śavm”, 60), Abdullah b. Abbas ise Resûlullah’ın ihramlı ve oruçlu olduğu halde kan aldırdığını rivayet etmiştir (Müsned, I, 215, 221, 222, 236; Buhârî, “Śayd”, 11; “Śavm”, 32; Müslim, “Ĥac”, 87). Her ikisi de güvenilir kaynaklarda nakledilen ve uzlaştırılma imkânı bulunmayan bu iki olaydan birincisi 8 (630), ikincisi 10 (632) yılında meydana gelmiş, dolayısıyla ikinci rivayet birinciyi neshetmiştir (Süyûtî,
cilt: 32; sayfa: 582
[NESİH - Mehmet Efendioğlu]
Tedrîbü’r-râvî, II, 191-192). 4. Bir konuda icmâın oluşması. İcmâın tek başına neshedici özelliği bulunmamakla birlikte ulemâ bazı karînelere dayanarak iki zıt haberden birinin nâsih, diğerinin mensuh olduğunda ittifak ederse bu durumda icmâ neshin bilinmesine yardımcı olur (a.g.e., II, 192). İçki içtiği için üç defa cezalandırılan kimsenin dördüncü defa aynı suçu işlediğinde öldürülmesini emreden hadisin (İbn Mâce, “Ĥudûd”, 17; Ebû Dâvûd, “Ĥudûd”, 37) öldürmeme yönünde oluşan icmâ ile mensuh sayılması buna örnek gösterilmektedir (Şâfiî, İħtilâfü’l-ĥadîŝ, s. 207; Hâzimî, s. 300). Öldürmeyle ilgili rivayeti nakleden Tirmizî arkasından, dördüncü defa içki içen birinin Hz. Peygamber’e getirildiğini ve ona içki içme cezasının uygulanmasını emrettiği konusunda farklı bir rivayet nakletmiş, ayrıca öldürülmeyeceği hususunda icmâ oluştuğunu belirtmiştir (“Ĥudûd”, 15).
Neshin Çeşitleri. 1. Sünnetin Sünnetle Neshi. Hadis âlimleri, aralarında nesih bulunan hadislerin delil olarak kullanılmaya elverişliliğini göz önüne alıp sünnetteki neshi mütevâtir hadisin mütevâtir hadisle, haber-i vâhidin haber-i vâhidle, haber-i vâhidin mütevâtir hadisle ve mütevâtir hadisin haber-i vâhidle neshedilebileceği şeklinde dört gruba ayırmışlardır. Bunlardan ilk üçünün gerçekleşeceğine dair herhangi bir tereddüt bulunmamakta, dördüncüsünün mümkün olup olmadığı konusunda ise farklı görüşler ileri sürülmektedir (Nevevî, Şerĥu Müslim, IV, 37). Bunun aklen câiz sayıldığı, ancak gerçekleşme ihtimalinin bulunmadığı kanaati yaygın olmakla birlikte Asr-ı saâdet’ten sonraki dönemler için imkânsız kabul edildiğini söyleyenler de vardır (Şevkânî, s. 323). 2. Sünnetin Kur’an’la Neshi. Muhaddisler sünnetin Kur’an’la neshedilebileceği görüşü üzerinde icmâ etmiştir. Bu konuda verilen örneklerden biri, İslâm’ın ilk dönemlerinde namazda konuşmanın sakıncalı bulunmadığını, sonradan bu cevazın kaldırıldığını belirten Zeyd b. Erkam’ın rivayetidir. Bu rivayette, “Namazlara ve orta namaza devam edin, Allah’ın huzurunda içten bir bağlılıkla durun” meâlindeki âyetin (el-Bakara 2/238) inmesinden sonra konuşma yasağının geldiği haber verilmekte (Buhârî, “ǾAmel fi’ś-śalât”, 15; Müslim, “Mesâcid”, 35), Hz. Peygamber’in namaz içindeki konuşma ruhsatının âyette geçen “içten bir bağlılıkla namaz kılma” emrine binaen neshedildiği belirtilmektedir. 3. Sünnetin Kur’an’ı Neshi. Kur’an ile sabit olan bir hükmün sünnetle neshedilebileceği görüşüne itiraz edilmiştir. Bu konuda ortaya çıkan ihtilâflar,
Kur’an ile sünnetin delil olma açısından aynı güce sahip olup olmadığı meselesindeki tartışmalara dayanmaktadır. Sünnetin Kur’an gibi vahye dayandığını kabul edenler sünnetin Kur’an hükmünü neshedebileceğini söylerler. Ancak nassı neshedecek nassın aynı güçte veya daha güçlü olması gerektiğinden bu görüş, Kur’an âyetlerinin sadece mütevâtir sünnetle neshedilmesiyle sınırlandırılmıştır. Birçok âlime göre ise bu nesih çeşidi aklen câiz olmakla birlikte naklen sabit değildir. Bu tür neshe örnek gösterilen bazı rivayetlerin tahsis ve takyid yoluyla çözüme kavuşturularak nesih kapsamından çıkarıldığı belirtilmektedir. 4. Sünnetin Akıl ile Neshi. İbn Kuteybe, Mu‘tezile âlimlerinden Nazzâm’ın aklî delillerin bazı hadisleri neshedeceği şeklinde bir görüşe sahip olduğunu söylemektedir. Fakat Nazzâm’ın bununla terim anlamında nesih değil red mânası kasdettiği ifade edilmiştir. Zira Resûlullah’tan sonra sahih nakil olmadan icmâ dışında muhaddislerin sözüyle ve müctehidlerin ictihadıyla herhangi bir hadisin neshine hükmedilemeyeceğine, bu konuda re’y ve ictihada değil sahih nakle bakılacağına dair âlimler arasında görüş birliği bulunmaktadır.
Nâsih-mensuh hadislerin sayısı konusunda farklı görüşler vardır. İbn Şâhin yaklaşık doksan, Hâzimî seksen, Ca‘berî 110, Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî ise sadece yirmi bir konudaki hadis üzerinde nesih gerçekleştiğini belirtmektedir. Bu sayılar arasındaki farklılık bazı müelliflerin neshi muhtemel olan bütün rivayetleri eserlerine almalarıyla ilgilidir. Dikkatli bir inceleme neticesinde, mensuh olduğu söylenen rivayetlerin çoğunun uzlaştırma veya te’vil yoluyla çözüme kavuşturulduğu görülmektedir. Hadiste nesih örneklerini çoğaltma veya onu çok aza indirme şeklinde iki uç görüşün ortaya çıkmasında neshe verilen çeşitli mânalar, konuyu işleyenlerin ilmî ve itikadî bakımdan farklı anlayışa sahip olmaları, hükümlerdeki amacı derinlemesine araştırmayan bazı kişilerin hadisleri tek tek ele alarak değerlendirme yapmaları ve neshe konu olan rivayetlerin sıhhat durumunun tesbiti esnasında farklı sonuçlara ulaşılması gibi âmillerin etkili olduğu tesbit edilmektedir. Önemli etkenlerden biri de bazı âlimlerin çelişkili gibi görünen rivayetlerde çözümü araştırmak yerine çelişkiyi nesih kolaycılığıyla gidermeye çalışmalarıdır.
BİBLİYOGRAFYA:
Müsned, I, 82, 215, 221, 222, 236; Dârimî, “Muķaddime”, 21; Buhârî, “Mevâķītü’ś-śalât”, 31, “ǾAmel fi’ś-śalât”, 15, “Śayd”, 11, “Śavm”, 32; Müslim, “Ĥayıż”, 82, “Mesâcid”, 35, “Śalâtü’l-müsâfirîn”, 285, “Cenâǿiz”, 106, “Ĥac”, 87; İbn Mâce, “Ĥudûd”, 17; Ebû Dâvûd, “Ŧahâret”, 74, “Śıyâm”, 28, “Cihâd”, 112, “Cenâǿiz”, 77; “Ĥudûd”, 37; Tirmizî, “Śavm”, 60, “Ĥudûd”, 15; Nesâî, “Ŧahâret”, 122; Şâfiî, İħtilâfü’l-ĥadîŝ (nşr. Âmir Ahmed Haydar), Beyrut 1405/1985, s. 99, 207; a.mlf., er-Risâle (nşr. Ahmed M. Şâkir), Kahire 1399/1979, s. 105-267; Ebû Hayseme Züheyr b. Harb, Kitâbü’l-Ǿİlm (nşr. Salih Tuğ), İstanbul 1984, s. 140; İbn Kuteybe, Teǿvîlü muħtelifi’l-ĥadîŝ (nşr. M. Zührî en-Neccâr), Kahire 1386/1966, s. 42-43; Taberî, CâmiǾu’l-beyân (Bulak), III, 60; Dârekutnî, es-Sünen, Beyrut, ts. (Âlemü’l-kütüb), IV, 145; Hâzimî, el-İǾtibâr fi’n-nâsiħ ve’l-mensûħ mine’l-âŝâr (nşr. Abdülmu‘tî Emîn Kal‘acî), Halep 1403/1982, s. 4, 5, 44, 300; Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, Aħbâru ehli’r-rüsûħ (nşr. Ali Rızâ Abdullah Ali Rızâ), Dımaşk-Beyrut 1412/1992, s. 80-81, 86-92, ayrıca bk. neşredenin girişi, s. 5-39; İbnü’s-Salâh, ǾUlûmü’l-ĥadîŝ (nşr. Nûreddin Itr), Dımaşk 1406/1986, s. 276-278; Nevevî, İrşâdü ŧullâbi’l-ĥaķāǿiķ (nşr. Nûreddin Itr), Beyrut 1411/1991, s. 185-186; a.mlf., Şerĥu Müslim, IV, 37; Ca‘berî, Rüsûħu’l-aĥbâr fî mensûħi’l-aħbâr (nşr. Hasan Muhammed Makbûlî), Beyrut 1409/1988, s. 134, ayrıca bk. neşredenin girişi, s. 73-122; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, İħtiśâru ǾUlûmi’l-ĥadîŝ (nşr. Ahmed M. Şâkir, el-BâǾiŝü’l-ĥaŝîŝ içinde), Beyrut, ts. (Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye), s. 169; Şâtıbî, el-Muvâfaķāt, III, 102-118; Şemseddin es-Sehâvî, Fetĥu’l-muġīŝ, Beyrut 1403/1983, III, 62, 66, 67; Süyûtî, Tedrîbü’r-râvî (nşr. Abdülvehhâb Abdüllatîf), Beyrut 1409/1989, II, 189-192; a.mlf., el-İtķān (Beyrut), II, 44-56; Şevkânî, İrşâdü’l-fuĥûl (nşr. Ebû Mus‘ab M. Saîd el-Bedrî), Beyrut 1412/1992, s. 311-336; Leknevî, el-Ecvibetü’l-fâżıla (nşr. Abdülfettâh Ebû Gudde), Halep 1384/1964, s. 182-195; Abdülvehhâb Hallâf, Ǿİlmü Ǿuśûli’l-fıķh, Kahire 1369/1950, s. 262-270; Abdülmüteâl Muhammed el-Cebrî, Lâ Nesħa fi’l-Ķurǿân li-mâźâ?, Kahire 1400/1980, s. 13; a.mlf., Lâ Nesħa fi’s-sünne, Kahire 1415/1995, I, 9-24; İsmail L. Çakan, Hadislerde Görülen İhtilâflar ve Çözüm Yolları, İstanbul 1982, s. 195-208; Ali Osman Koçkuzu, Hadiste Nâsih-Mensûh Meselesi, İstanbul 1985, s. 45-71, 82-89, 116-156; Süleyman Ateş, Kur’an’da Nesh Meselesi, İstanbul 1996, s. 22.
Mehmet Efendioğlu
BİBLİYOGRAFYA:
Müsned, I, 82, 215, 221, 222, 236; Dârimî, “Muķaddime”, 21; Buhârî, “Mevâķītü’ś-śalât”, 31, “ǾAmel fi’ś-śalât”, 15, “Śayd”, 11, “Śavm”, 32; Müslim, “Ĥayıż”, 82, “Mesâcid”, 35, “Śalâtü’l-müsâfirîn”, 285, “Cenâǿiz”, 106, “Ĥac”, 87; İbn Mâce, “Ĥudûd”, 17; Ebû Dâvûd, “Ŧahâret”, 74, “Śıyâm”, 28, “Cihâd”, 112, “Cenâǿiz”, 77; “Ĥudûd”, 37; Tirmizî, “Śavm”, 60, “Ĥudûd”, 15; Nesâî, “Ŧahâret”, 122; Şâfiî, İħtilâfü’l-ĥadîŝ (nşr. Âmir Ahmed Haydar), Beyrut 1405/1985, s. 99, 207; a.mlf., er-Risâle (nşr. Ahmed M. Şâkir), Kahire 1399/1979, s. 105-267; Ebû Hayseme Züheyr b. Harb, Kitâbü’l-Ǿİlm (nşr. Salih Tuğ), İstanbul 1984, s. 140; İbn Kuteybe, Teǿvîlü muħtelifi’l-ĥadîŝ (nşr. M. Zührî en-Neccâr), Kahire 1386/1966, s. 42-43; Taberî, CâmiǾu’l-beyân (Bulak), III, 60; Dârekutnî, es-Sünen, Beyrut, ts. (Âlemü’l-kütüb), IV, 145; Hâzimî, el-İǾtibâr fi’n-nâsiħ ve’l-mensûħ mine’l-âŝâr (nşr. Abdülmu‘tî Emîn Kal‘acî), Halep 1403/1982, s. 4, 5, 44, 300; Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, Aħbâru ehli’r-rüsûħ (nşr. Ali Rızâ Abdullah Ali Rızâ), Dımaşk-Beyrut 1412/1992, s. 80-81, 86-92, ayrıca bk. neşredenin girişi, s. 5-39; İbnü’s-Salâh, ǾUlûmü’l-ĥadîŝ (nşr. Nûreddin Itr), Dımaşk 1406/1986, s. 276-278; Nevevî, İrşâdü ŧullâbi’l-ĥaķāǿiķ (nşr. Nûreddin Itr), Beyrut 1411/1991, s. 185-186; a.mlf., Şerĥu Müslim, IV, 37; Ca‘berî, Rüsûħu’l-aĥbâr fî mensûħi’l-aħbâr (nşr. Hasan Muhammed Makbûlî), Beyrut 1409/1988, s. 134, ayrıca bk. neşredenin girişi, s. 73-122; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, İħtiśâru ǾUlûmi’l-ĥadîŝ (nşr. Ahmed M. Şâkir, el-BâǾiŝü’l-ĥaŝîŝ içinde), Beyrut, ts. (Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye), s. 169; Şâtıbî, el-Muvâfaķāt, III, 102-118; Şemseddin es-Sehâvî, Fetĥu’l-muġīŝ, Beyrut 1403/1983, III, 62, 66, 67; Süyûtî, Tedrîbü’r-râvî (nşr. Abdülvehhâb Abdüllatîf), Beyrut 1409/1989, II, 189-192; a.mlf., el-İtķān (Beyrut), II, 44-56; Şevkânî, İrşâdü’l-fuĥûl (nşr. Ebû Mus‘ab M. Saîd el-Bedrî), Beyrut 1412/1992, s. 311-336; Leknevî, el-Ecvibetü’l-fâżıla (nşr. Abdülfettâh Ebû Gudde), Halep 1384/1964, s. 182-195; Abdülvehhâb Hallâf, Ǿİlmü Ǿuśûli’l-fıķh, Kahire 1369/1950, s. 262-270; Abdülmüteâl Muhammed el-Cebrî, Lâ Nesħa fi’l-Ķurǿân li-mâźâ?, Kahire 1400/1980, s. 13; a.mlf., Lâ Nesħa fi’s-sünne, Kahire 1415/1995, I, 9-24; İsmail L. Çakan, Hadislerde Görülen İhtilâflar ve Çözüm Yolları, İstanbul 1982, s. 195-208; Ali Osman Koçkuzu, Hadiste Nâsih-Mensûh Meselesi, İstanbul 1985, s. 45-71, 82-89, 116-156; Süleyman Ateş, Kur’an’da Nesh Meselesi, İstanbul 1996, s. 22.
Mehmet Efendioğlu
FIKIH. Sahâbe ve tâbiîn dönemindeki örnek ve kullanımlardan o sıralarda neshin fıkıh usulündeki teknik anlamını aşan bir kavramsal çerçeveye sahip olduğu, âmmın tahsisi, mutlakın takyidi, mücmel ve müphemin beyanı gibi durumların da bu kapsamda düşünüldüğü anlaşılmaktadır. Günümüze ulaşan eserler içinde neshi usuldeki anlamına çekmeye çalışan ilk ifadelerin Şâfiî’ye ait olduğu görülür (Mustafa Zeyd, I, 73-75; karşı bir görüş için bk. Hâşimî et-Tîcânî, I, 81). Usul âlimleri nesih için “taabbüd süresinin sona erdiğinin açıklanması”, “önceki hitapla sabit olan hükmün kaldırıldığına delâlet eden hitap”, “bir şer‘î delilden sonra onun içerdiği hükmün aksini gerektiren başka bir şer‘î delilin gelmesi” gibi farklı tanımlar verseler de
bunların şer‘î bir hükmün daha sonra gelen başka bir şer‘î delille kaldırılması noktasında birleştiği söylenebilir (bazı tanımlar etrafında oluşan ekolleşme ve bunları besleyen âmillerle ilgili tahliller Hakkında bk. Mustafa Zeyd, I, 78-109).
Klasik literatürde İslâm âlimlerinin neshin aklen câiz ve şer‘an vâki olduğu hususunda fikir birliği ettiği, sadece Ebû Müslim el-İsfahânî’nin neshi aklen câiz görmekle birlikte Kur’an’da nesih bulunmadığını ileri sürdüğü belirtilir (bu görüşün sahibine nisbeti ve kapsamı Hakkında bilgi ve değerlendirme için bk. Ali Hasan el-Arîd, s. 191-207; Nâdiye Şerîf el-Ömerî, s. 97-115). Neshin aklen cevazı yanında şer‘an vukuu Hakkında birçok delile yer verildiği gibi teorik olarak neshe karşı ileri sürülebilecek gerekçeler de geniş biçimde tartışılır. Esasen İslâm dininin önceki ilâhî bildirimleri kısmen veya tamamen neshettiği genel kabul gören bir husus olmakla birlikte İslâm ahkâmının kendi içinde de nesih bulunduğuna dair ileri sürülen delillerin zaman zaman farklı biçimlerde yorumlandığı görülmektedir. Aşağıdaki âyetler bunların başında gelir: “Biz bir âyetin yerine başka bir âyeti getirdiğimiz zaman -ki Allah neyi indireceğini çok iyi bilir- ‘Sen ancak bir iftiracısın’ dediler. Hayır, onların çoğu bilmez” (en-Nahl 16/101); “Biz bir âyetin hükmünü nesheder veya onu unutturursak mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz” (el-Bakara 2/106); “Allah dilediğini siler, dilediğini de yerinde bırakır. Ana kitap O’nun yanındadır” (er-Ra‘d 13/39). A‘lâ sûresinin 6-7, Yûnus sûresinin 15 ve Nisâ sûresinin 160. âyetleriyle aralarında nesih ilişkisinin bulunduğu düşünülen âyetler ve müslümanların konuya ilişkin icmâı da bu kapsamda ele alınan delillerdendir. Neshin aklî delilleri incelenirken bunun Allah’ın ilminde değişme ihtimalini düşündürmesini esas alan tartışmalara da girilmekle birlikte (bk. BEDÂ) ağırlıklı biçimde insan hayatında gelişmenin ve toplumlar için değişimin kaçınılmaz olduğu gerekçesi üzerinde durulur; bu konudaki tahliller aynı zamanda neshin hikmet ve yararlarına ilişkin açıklamalar niteliğindedir. Bu hususla bağlantılı olarak Şâtıbî başlangıçta günde iki vakit olan namazın daha sonra beş vakte çıkarılması, Allah rızası için harcama (infak) vecîbesi önceleri mutlak iken miktar ve sınırlarının belirli hale getirilmesi, kıblenin Beytülmakdis’ten Kâbe’ye çevrilmesi gibi örnekleri hatırlatarak teşrî‘ tarihinde neshin umumiyetle Medine döneminde gerçekleştiğine dikkat çeker ve örneklerin çoğunda neshin İslâm’a yeni girenleri ilerideki düzenlemelere hazırlayıp alıştırma ve kalplerini ısındırma amacı taşıdığını belirtir (el-Muvâfaķāt, III, 104).
Hangi tür hükümlerin neshe konu olabileceği tartışmaları sırasında Mu‘tezile âlimleriyle diğer İslâm âlimleri arasında hüsün kubuh meselesiyle irtibatlı teorik bazı görüş ayrılıkları gündeme gelmekle birlikte iman ve ahlâk esaslarına ilişkin hükümlerle amelî de olsa küllî nitelikteki şer‘î hükümlerin neshe konu olmayacağı genel kabul gören bir husustur. Neshin bir hitapla olması, hükmü kaldırılan hitabın herhangi bir vakitle kayıtlı bulunmaması ve neshedici hitabın zaman bakımından neshedilenden sonra gelmesi de neshin şartları arasında sayılır.
İslâm âlimlerinin çoğunluğu, bir âyetin hükmü ve tilâvetinin (lafız) birlikte neshinden başka hükmü korunarak tilâvetinin veya tilâveti korunarak hükmünün neshedilebileceğini de kabul ederler. Yine çoğunluğa göre Kur’an’ın Kur’an ve sünnetle, sünnetin de sünnet ve Kur’an’la neshi câizdir. İmam Şâfiî ise Kur’an’ın ancak Kur’an’la, sünnetin de ancak sünnetle neshedilebileceğini söyler (er-Risâle, s. 106-109). Öte yandan fakihler Kur’an veya mütevâtir sünnetle sabit bir hükmün haber-i âhâd, icmâ yahut kıyasla neshinin câiz olmadığı hususunda fikir birliği içindedir.
Usul âlimleri bir hükmün sonuçları bakımından kendisinden daha hafif, daha ağır veya kendisine denk bir hükümle neshedilebileceği gibi yerine yeni bir hüküm getirilmeksizin de neshedilebileceği kanaatindedir. Nitekim namazda Kudüs’e yönelme ve yakınlara vasiyet gibi hükümler yerlerine yenisi konularak, kurban etlerini saklama yasağı ve Hz. Peygamber’le görüşmek isteyenlerin önce yoksullara sadaka vermesi gibi hükümler yerlerine yenisi konmaksızın neshedilmiştir.
Bir nassın nâsih olup olmadığı akıl ve şer‘î kıyas yoluyla değil sırf nakil yoluyla bilinebilir. Naklin varlığı ise ya, “Size kurban etlerini saklamanızı yasaklamıştım; artık kurban etlerini saklayabilirsiniz” hadisinde olduğu gibi (İbn Mâce, “Eđâĥî”, 16; Tirmizî, “Eđâĥî”, 94) bizzat nassın lafzında neshe delâlet eden bir ifadenin bulunması veya çatışan haberleri rivayet eden râvilerin söz konusu haberlerle ilgili tarih zikretmeleri ya da ümmetin sonra gelen bir hükmün nâsih olduğu hususunda icmâ etmesi durumunda kabul edilir.
Nassa ziyadenin nesih sayılıp sayılmayacağı tartışmaları da nesih konusunda önemli bir yer tutar. İlâve hükmün müstakil fakat öncekinin cinsinden olmaması halinde nesih sayılmayacağında ittifak vardır; müstakil ve öncekinin cinsinden olması durumunda da âlimlerin büyük çoğunluğuna göre nesihten söz edilemez. Müstakil olmayan ziyade ise Hanefîler’ce nesih kapsamında düşünülürken diğer üç mezhep ve bazı Mu‘tezile âlimlerine göre nesih saYılmaz; bu konuda farklı ihtimallere göre başka görüşler de ileri sürülmüştür (Şevkânî, s. 331-333).
Esasen nesih önceden sabit olan hükmün kaldırılmasını ifade ettiği için “âm lafızdan maksadın ne olduğunun beyanı” anlamına gelen tahsisten farklılık taşır. Fakat neshin sınırlarının belirlenmesinde, nitelik ve etkileri bakımından aralarında ciddi benzerlikler bulunan tahsisten ayırt edilmesi özel bir öneme sahiptir. Bazı usulcüler bunları müşterek olarak nitelerken bazıları aralarında içlem-kaplam ilişkisi bulunduğunu belirtmiştir. Bu kavramların farklı içerikte kullanılması sebebiyle muhtelif âlimlere göre neshedilmiş âyetlerin sayısı da farklılık göstermiş, bazı âyetlerde nesih değil tahsisin söz konusu olduğunu ileri sürenler mensuhların sayısını azaltırken karşı görüş sahipleri tahsis şekillerini neshe dahil ederek bu sayıyı arttırmıştır (Fahreddin er-Râzî, I/3, s. 10-11; Süyûtî, III, 68; nitelikleri, delilleri, hüküm ve etkileri bakımından nesihle tahsis arasındaki farklar için bk. Koca, s. 122-124; ayrıca bk. TAHSİS). Çağdaş müelliflerin birçoğu ilke olarak neshi kabul etmekle birlikte nesih kavramının tahsis, takyid vb. durumları içerecek biçimde kullanılması, İslâm’ın Câhiliye dönemine ait bazı hükümleri iptal etmesinin nesih kapsamında düşünülmesi gibi sebeplerle klasik eserlerde mensuh âyet sayısının oldukça kabarık göründüğüne ve nesih örneklerinin sınırlandırılması gerektiğine dikkat çekerken bazıları da mutlak biçimde Kur’an ve Sünnet’te nesih bulunmadığını savunmaktadır.
BİBLİYOGRAFYA:
Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “nesħ” md.; Lisânü’l-ǾArab, “nesħ” md.; Tehânevî, Keşşâf, II, 1377; Tâcü’l-Ǿarûs, “nesħ” md.; İbn Mâce, “Eđâĥî”, 16; Tirmizî, “Eđâĥî”, 94; Şâfiî, er-Risâle (nşr. Ahmed M. Şâkir), Kahire 1399/1979, s. 106-109; Cessâs, el-Fuśûl fi’l-uśûl (nşr. Uceyl Câsim en-Neşemî), Küveyt 1405/1985, I, 170; Debûsî, Taķvîmü’l-edille (nşr. Halîl Muhyiddin el-Meys), Beyrut 1421/2001, s. 227-246; Ebü’l-Hüseyin el-Basrî, el-MuǾtemed (nşr. Muhammed Hamîdullah), Dımaşk 1384/1964, I, 251-252, 394; Mekkî b. Ebû Tâlib, el-Îżâĥ li-nâsiħi’l-Ķurǿân ve mensûħih (nşr. Ahmed Hasan Ferhât), Cidde 1406/1986, s. 85-86; İbn Hazm, el-İĥkâm, Kahire, ts. (Dârü’l-hadîs), IV, 463-518; Ebû İshak eş-Şîrâzî, Şerĥu’l-LümaǾ (nşr. Abdülmecîd Türkî), Beyrut 1408/1988, I, 473, 481, 507; İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî, el-Burhân fî uśûli’l-fıķh (nşr. Abdülazîm ed-Dîb), Devha 1399, II, 1293-1295, 1314-1315; Şemsüleimme es-Serahsî, el-Uśûl
(nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgānî), Haydarâbâd 1372 → Beyrut 1393/1973, II, 29, 53-62, 66-87; Gazzâlî, el-Müstaśfâ, Kahire 1322/1904, I, 107-129; Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, Nevâsiħu’l-Ķurǿân, Beyrut 1405/1985, s. 20-22; Fahreddin er-Râzî, el-Maĥśûl (nşr. Tâhâ Câbir Feyyâz el-Alvânî), Riyad 1399/1979, I/3, s. 10-11; Seyfeddin el-Âmidî, el-İĥkâm fî uśûli’l-aĥkâm (nşr. Seyyid el-Cemîlî), Beyrut 1406/1986, III, 111-199; İbnü’l-Hâcib, Muħtaśarü’l-Müntehâ, Beyrut 1403/1983, II, 84-85, 148; Abdülazîz el-Buhârî, Keşfü’l-esrâr, İstanbul 1307, III, 106-119, 198; Şâtıbî, el-Muvâfaķāt, III, 104-116; Süyûtî, el-İtķān, Beyrut 1407/1987, III, 60, 68; Bihârî, el-Müsellemü’ŝ-ŝübût, Kahire 1322/1904, II, 53, 69, 76-78, 81-84, 97; Şevkânî, İrşâdü’l-fuĥûl (nşr. Ebû Mus‘ab M. Saîd el-Bedrî), Beyrut 1412/1992, s. 311-336; Leknevî, el-Ecvibetü’l-fâżıla (nşr. Abdülfettâh Ebû Gudde), Halep 1404/1984, s. 182-195; M. Abdülazîm ez-Zürkānî, Menâhilü’l-Ǿirfân, Kahire 1362/1943, II, 72, 80-82, 145-148; Ali Hasan el-Arîd, Fetĥu’l-mennân fî nesħi’l-Ķurǿân, Kahire 1973; Şa‘bân M. İsmâil, Nažariyyetü’n-nesħ fi’ş-şerâǿiǾi’s-semâviyye, Kahire 1977, s. 12-14, 172-184; Muhammed Vefâ, Aĥkâmü’n-nesħ fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye, Kahire 1984, s. 60-61; Nâdiye Şerîf el-Ömerî, en-Nesħ fî dirâsâti’l-uśûliyyîn, Beyrut 1985, s. 97-115, 548; D. S. Powers, Studies in Qur’an and Hadīth: The Formation of the Islamic Law of Inheritance, Berkeley 1986, s. 143-188 (ayrıca bk. Arabica, XXIX [1982], s. 246-295); a.mlf., “The Exegetical Genre nāsikh al-Qur’ān wa mansūkhuhu”, Approaches to the History of the Interpretation of the Qur’ān (ed. A. Rippin), New York 1988, s. 117-138; Mustafa Zeyd, en-Nesħ fi’l-Ķurǿâni’l-Kerîm, Mansûre 1408/1987; J. Burton, The Sources of Islamic Law: Islamic Theories of Abrogation, Edinburgh 1990, tür.yer.; a.mlf., “The Exegesis of Q. 2: 106 and the Islamic Theories of Naskh: Mā nansakh min āya aw nansahā na’ti bi khairin minhā aw mithlihā”, BSOAS, XLVIII/3 (1985), s. 452-469; a.mlf., “The Interpretation of Q 87, 6-7 and the Theories of Nasħ”, Isl., LXII (1985), s. 5-19; a.mlf., “Nasқћ”, EI² (İng.), VII, 1009-1012; Hâşimî et-Tîcânî, Meźhebü’n-nesħ fi’t-tefsîr ve ebǾâdühü’l-ictimâǾiyye, Cezayir 1412/1992; Ferhat Koca, İslam Hukuk Metodolojisinde Tahsis, İstanbul 1996, s. 119-124; Ahmet Hasan, İlk Dönem İslam Hukuk Biliminin Gelişimi (trc. Haluk Songur), İstanbul 1999, s. 87-110; Muhammed Hamza, Dirâsâtü’l-aĥkâm ve’n-nesħ fi’l-Ķurǿâni’l-Kerîm, Beyrut, ts. (Dâru Kuteybe); K. I. Semaan, “al-Nāsikh wa-al-Mansūkh: Abrogation and Its Application in Islam”, IQ, VI/1-2 (1961), s. 11-13; Ali Bakkal, “İmam Şafiî’de Nesh Anlayışı”, Harran Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, III, Şanlıurfa 1997, s. 109-132; Abdullah Yıldız, “Serahsî’nin (483/1090) Hadis Anlayışı-II: Nesh ve İhtilâfu’l-hadisle Alakalı Meseleler”, a.e., V (1999), s. 255-298; A. Rana, “Hanafı Doctrine of Naskh (Abrogation)”, HI, XXII/3 (1999), s. 67-70; N. Hanif, “Abrogations”, Encyclopaedia of the Holy Qur’an (ed. N. K. Singh - A. R. Agwan), New Delhi 2000, I, 30-43.
Ferhat Koca
(nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgānî), Haydarâbâd 1372 → Beyrut 1393/1973, II, 29, 53-62, 66-87; Gazzâlî, el-Müstaśfâ, Kahire 1322/1904, I, 107-129; Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, Nevâsiħu’l-Ķurǿân, Beyrut 1405/1985, s. 20-22; Fahreddin er-Râzî, el-Maĥśûl (nşr. Tâhâ Câbir Feyyâz el-Alvânî), Riyad 1399/1979, I/3, s. 10-11; Seyfeddin el-Âmidî, el-İĥkâm fî uśûli’l-aĥkâm (nşr. Seyyid el-Cemîlî), Beyrut 1406/1986, III, 111-199; İbnü’l-Hâcib, Muħtaśarü’l-Müntehâ, Beyrut 1403/1983, II, 84-85, 148; Abdülazîz el-Buhârî, Keşfü’l-esrâr, İstanbul 1307, III, 106-119, 198; Şâtıbî, el-Muvâfaķāt, III, 104-116; Süyûtî, el-İtķān, Beyrut 1407/1987, III, 60, 68; Bihârî, el-Müsellemü’ŝ-ŝübût, Kahire 1322/1904, II, 53, 69, 76-78, 81-84, 97; Şevkânî, İrşâdü’l-fuĥûl (nşr. Ebû Mus‘ab M. Saîd el-Bedrî), Beyrut 1412/1992, s. 311-336; Leknevî, el-Ecvibetü’l-fâżıla (nşr. Abdülfettâh Ebû Gudde), Halep 1404/1984, s. 182-195; M. Abdülazîm ez-Zürkānî, Menâhilü’l-Ǿirfân, Kahire 1362/1943, II, 72, 80-82, 145-148; Ali Hasan el-Arîd, Fetĥu’l-mennân fî nesħi’l-Ķurǿân, Kahire 1973; Şa‘bân M. İsmâil, Nažariyyetü’n-nesħ fi’ş-şerâǿiǾi’s-semâviyye, Kahire 1977, s. 12-14, 172-184; Muhammed Vefâ, Aĥkâmü’n-nesħ fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye, Kahire 1984, s. 60-61; Nâdiye Şerîf el-Ömerî, en-Nesħ fî dirâsâti’l-uśûliyyîn, Beyrut 1985, s. 97-115, 548; D. S. Powers, Studies in Qur’an and Hadīth: The Formation of the Islamic Law of Inheritance, Berkeley 1986, s. 143-188 (ayrıca bk. Arabica, XXIX [1982], s. 246-295); a.mlf., “The Exegetical Genre nāsikh al-Qur’ān wa mansūkhuhu”, Approaches to the History of the Interpretation of the Qur’ān (ed. A. Rippin), New York 1988, s. 117-138; Mustafa Zeyd, en-Nesħ fi’l-Ķurǿâni’l-Kerîm, Mansûre 1408/1987; J. Burton, The Sources of Islamic Law: Islamic Theories of Abrogation, Edinburgh 1990, tür.yer.; a.mlf., “The Exegesis of Q. 2: 106 and the Islamic Theories of Naskh: Mā nansakh min āya aw nansahā na’ti bi khairin minhā aw mithlihā”, BSOAS, XLVIII/3 (1985), s. 452-469; a.mlf., “The Interpretation of Q 87, 6-7 and the Theories of Nasħ”, Isl., LXII (1985), s. 5-19; a.mlf., “Nasқћ”, EI² (İng.), VII, 1009-1012; Hâşimî et-Tîcânî, Meźhebü’n-nesħ fi’t-tefsîr ve ebǾâdühü’l-ictimâǾiyye, Cezayir 1412/1992; Ferhat Koca, İslam Hukuk Metodolojisinde Tahsis, İstanbul 1996, s. 119-124; Ahmet Hasan, İlk Dönem İslam Hukuk Biliminin Gelişimi (trc. Haluk Songur), İstanbul 1999, s. 87-110; Muhammed Hamza, Dirâsâtü’l-aĥkâm ve’n-nesħ fi’l-Ķurǿâni’l-Kerîm, Beyrut, ts. (Dâru Kuteybe); K. I. Semaan, “al-Nāsikh wa-al-Mansūkh: Abrogation and Its Application in Islam”, IQ, VI/1-2 (1961), s. 11-13; Ali Bakkal, “İmam Şafiî’de Nesh Anlayışı”, Harran Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, III, Şanlıurfa 1997, s. 109-132; Abdullah Yıldız, “Serahsî’nin (483/1090) Hadis Anlayışı-II: Nesh ve İhtilâfu’l-hadisle Alakalı Meseleler”, a.e., V (1999), s. 255-298; A. Rana, “Hanafı Doctrine of Naskh (Abrogation)”, HI, XXII/3 (1999), s. 67-70; N. Hanif, “Abrogations”, Encyclopaedia of the Holy Qur’an (ed. N. K. Singh - A. R. Agwan), New Delhi 2000, I, 30-43.
Ferhat Koca
Literatür. Nesih konusu sahâbe devrinden itibaren tartışıldığı için bununla ilgili eserlerin tarihi I. (VII.) yüzyıla kadar gider. İbnü’n-Nedîm, Kur’an’ın nâsihi ve mensuhu Hakkında ilk dönemde eser veren çok sayıda ilim adamına işaret eder (el-Fihrist, s. 40). Bunlar arasında Haccâc, Mukātil b. Süleyman, İbn Ebû Dâvûd es-Sicistânî, Ebû Îsâ et-Tirmizî, Ahmed b. Hanbel, Abdurrahman b. Zeyd gibi isimler vardır. Tefsir kitaplarında Bakara (2/106), Ra‘d (13/39) ve Nahl (16/101) sûrelerinde geçen nesih konusuna hem bu âyetlerin tefsirinde hem de nâsih ve mensuh olduğu bildirilen diğer âyetlerin yorumunda temas edilir ve konu Kur’an ilimleri ve İslâm hukuku açısından değerlendirilir. Kur’ân-ı Kerîm’de nesihle ilgili olarak ilk asırlarda yazılıp günümüze ulaşan eserlerden bazıları şunlardır: Katâde b. Diâme, en-Nâsiħ ve’l-mensûħ fî kitâbillâh (nşr. Hâtim Sâlih ed-Dâmin, Beyrut 1403/1983, 1406/1985, 1989; nesihle ilgili geniş araştırmaları bulunan Hâtim Sâlih ed-Dâmin ayrıca ErbaǾatü kütüb fi’n-nâsiħ ve’l-mensûħ [Beyrut 1409/1989] adlı derlemesinde Katâde b. Diâme, Zührî, Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî ve İbnü’l-Bârizî’nin neshe dair kitaplarını bir araya getirmiş ve tahkikini yapmıştır); İbn Şihâb ez-Zührî, en-Nâsiħ ve’l-mensûħ (nşr. Hâtim Sâlih ed-Dâmin, Beyrut 1988); Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, en-Nâsiħ ve’l-mensûħ (nşr. Muhammed b. Sâlih el-Müdeyfir, Riyad 1411/1990; nşr. John Burton, al-Nasikh wa’l-mansukh: en-Nâsiħ ve’l-mensûħ fi’l-Ķurǿâni’l-Ǿazîz adıyla, Cambridge 1987; haz. Fuat Sezgin, Frankfurt 1985 [yazmadan tıpkı basım]); Nehhâs, en-Nâsiħ ve’l-mensûħ fî kitâbillâhi Ǿazze ve celle ve’ħtilâfi’l-Ǿulemâǿi fî źâlik (Kahire 1323, 1938; nşr. Şa‘bân Muhammed İsmâil, Kahire 1986; nşr. Muhammed Abdüsselâm Muhammed, I-III, Küveyt 1408/1988; nşr. Süleyman b. İbrâhim b. Abdullah el-Lâhim, I-III, Beyrut 1412/1991).
Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm ve Nehhâs ile ciddi bir gelişme gösteren nesih ilmi sonraki dönemlerde bu iki âlimden çok yararlanır. Özellikle Ebû Ubeyd’in eserinin erken bir devirde fıkıh ilminin sistematiğine göre hazırlanması önemli bir yenilik olarak kabul edilir. Daha sonra yazılan ve zamanımıza intikal eden neshe dair önemli eserler şöylece sıralanabilir: Hibetullah b. Selâme, en-Nâsiħ ve’l-mensûħ min kitâbillâh (Kahire 1379/1960 [Vâhidî’nin Esbâbü’n-nüzûl’ü ile birlikte]; nşr. Muhammed Züheyr eş-Şâvîş - Muhammed Ken‘ân, Beyrut 1406/1986; nşr. Mûsâ el-Alîlî, Beyrut 1989; Beyrut, ts. [Âlemü’l-kütüb, Vâhidî’nin Esbâbü’n-nüzûl’ü ile birlikte]); Abdülkāhir el-Bağdâdî, en-Nâsiħ ve’l-mensûħ (nşr. Hilmî Kâmil Es‘ad Abdülhâdî, Amman 1987; kitabın yedinci bölümü hadiste nesih Hakkındadır); Mekkî b. Ebû Tâlib, el-Îżâĥ li-nâsiħi’l-Ķurǿân ve mensûħih (nşr. Ahmed Hasan Ferhât, Cidde 1406/1986. Türkçe trc. Musa Kazım Yılmaz, Kur’an’da Nâsih ve Mensûh Var mıdır?, İstanbul 1998);
İbn Hazm, en-Nâsiħ ve’l-mensûħ fi’l-Ķurǿâni’l-Kerîm (nşr. Abdülgaffâr Süleyman el-Bündârî, Beyrut 1406/1986); Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, en-Nâsiħ ve’l-mensûħ fi’l-Ķurǿâni’l-Kerîm (nşr. Abdülkebîr el-Alevî el-Medgarî, I-II, Rabat 1988; Kahire 1992); Ebû Ca‘fer Ahmed b. Abdüssamed b. Abdülhak el-Hazrecî, Nefesü’ś-śabâĥ fî ġarîbi’l-Ķurǿân ve nâsiħihî ve mensûħih (nşr. Muhammed İzzeddin el-İdrîsî, I-II, İstanbul 1414/1994); Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, Nâsiħu’l-Ķurǿân ve mensûħuh: Nevâsiħu’l-Ķurǿân ([müellif eserini ǾUmdetü’r-râsiħ fî maǾrifeti’l-mensûħ ve’n-nâsiħ olarak adlandırır], nşr. Muhammed Eşref Ali el-Malabârî, Medine 1404/1984; Beyrut 1405/1985; Riyad 1405; nşr. Hüseyin Selîm Esed ed-Dârânî, Dımaşk-Beyrut 1411/1990; nşr. Halîl İbrâhim, Beyrut 1992), el-Muśaffâ bi-eküffi ehli’r-rusûħ min Ǿilmi’n-nâsiħ ve’l-mensûħ (ǾUmdetü’r-râsiħ’in özeti olup önce Hâtim Sâlih ed-Dâmin tarafından el-Mevrid dergisinde yayımlanmış [VI/1, Bağdad 1977, s. 195-216], daha sonra kitap haline getirilmiştir [Beyrut 1405/1984, 1986, 1989]).
Klasik döneme ait eserlerden bazıları şunlardır: Muhammed Şu‘le, Śafvetü’r-râsiħ fî Ǿilmi’l-mensûħ ve’n-nâsiħ (nşr. Muhammed İbrâhim Abdurrahman Fâris, Kahire 1415/1995); İbnü’l-Bârizî, Nâsiħu’l-Ķurǿâni’l-Ǿazîz ve mensûħuh (nşr. Hâtim Sâlih ed-Dâmin, Beyrut 1985, 1988); Mer‘î b. Yûsuf, Kitâbü Ķalâǿidi’l-mercân fi’n-nâsiħ ve’l-mensûħ mine’l-Ķurǿân (nşr. Muhammed er-Ruhayyil Garâyibe - Muhammed Ali ez-Zügūl, Amman 1420/2000; Türkçe trc. Eyüp Aslan, Kur’an’da Nâsih ve Mensuh, İstanbul, ts. [Hak Yayınları]); Abdurrahman b. Muhammed el-Atâikî el-Hillî, en-Nâsiħ ve’l-mensûħ (Necef 1390/1970).
Nesih Batı’da XVIII. yüzyıldan itibaren ayrı bir önem kazanmış, konu bir yandan Batılılar tarafından İslâm’ın aleyhinde kullanılmaya çalışılırken öte yandan müslümanlar, İslâm’ın Hıristiyanlığı ve Yahudiliği geçersiz kıldığını söyleyerek neshi lehte değerlendirmek istemiştir. Bu bağlamda Rahmetullah el-Hindî’nin İžhârü’l-ĥaķ adlı çalışması önemlidir (nşr. Ahmed Hicâzî es-Sekkā, Kahire 1406/1986, s. 373-400: el-Bâbü’ŝ-ŝâlis fî iŝbâti’n-nesħ). Hindu iken hıristiyan olan Ram Çander de Taĥrîf-i Ķurǿân adlı kitabında (Delhi 1877) nesih tartışmasına girer. Kur’an’da neshin
varlığını kabul etmeyen Ehl-i Kur’ân ekolünün kurucusu Abdullah Çekrâlevî, Reddü’n-nesħi’l-meşhûr fî kelâmi’r-rabbi’l-ġafûr (Burhânü’l-furķān, s. 112-113) adıyla bir kitap telif etmiştir. Hint alt kıtasında modern dönemde kaleme alınan tefsirlerde nesih meselesine ayrı bir önem atfedilir. Mısır’da Muhammed Abduh ve M. Reşîd Rızâ’nın çıkardığı el-Menâr dergisinde konuyla ilgili uzun makaleler yayımlanmıştır. Modern dönemde neshe dair yazılan eserlerden bazıları şunlardır: Mustafa Zeyd, en-Nesħ fi’l-Ķurǿâni’l-Kerîm: Dirâse teşrîǾiyye, târîħiyye, naķdiyye (I-II, Kahire 1963; Mansûre 1987); Abdülmüteâl Muhammed el-Cebrî, Lâ Nesħa fi’l-Ķurǿân: limâźâ? (Kahire 1400/1980), en-Nâsiħ ve’l-mensûħ beyne’l-iŝbâti ve’n-nefy (Kahire 1987, 2. bs.), en-Nesħ fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye kemâ efhemühû ([Kahire] 1380/1961); Ali Hasan el-Arîz, Fetĥu’l-mennân fî nesħi’l-Ķurǿân (Kahire 1973); Ali Hasan Muhammed Süleyman, Fetĥu’r-raĥmân fî beyâni’n-nesħ fi’l-Ķurǿân (Kahire 1414/1994); Muhammed Sâlih Mustafa, en-Nesħ fi’l-Ķurǿâni’l-Kerîm (Beyrut 1409/1988); Mustafa Muhammed Süleyman, en-Nesħ fi’l-Ķurǿâni’l-Kerîm ve’r-red Ǿalâ münkirîhâ (Kahire 1411/1991); Ahmed Hicâzî es-Sekkā, Lâ Nesħa fi’l-Ķurǿân (Kahire 1398/1978); Hâşimî Tîcânî, Meźhebü’n-nesħ fi’t-tefsîr ve ebǾâdühü’l-ictimâǾiyye (I-II, Cezayir 1412/1992); Muhammed Mahmûd Nedâ, en-Nesħ fi’l-Ķurǿân beyne’l-müǿeyyidîn ve’l-muǾârıżîn ([Kahire] 1417/1996); Mustafa İbrâhim Zelemî, et-Tibyân li-refǾi ġumûżi’n-nesħ fi’l-Ķurǿân (baskı yeri ve tarihi yok); Abdülhalîm Süleyman Rebî‘, Taĥķīķu’l-ķavl fî mevżûǾi’n-nesħ beyne’l-müŝbitîn ve’l-münkirîn (Kahire 1985); Abdülfettâh Süreyyâ Mahmûd, en-Nesħ ve mevķıfü’l-Ǿulemâǿ minh (Kahire 1408/1988). İslâm hukuku bağlamında neshi ele alan modern çalışmalar da vardır: Muhammed Vefâ, Aĥkâmü’n-nesħ fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye (Kahire 1404/1984); Abdülkādir Ahmed Hafnî, en-Nesħ Ǿinde’l-uśûliyyîn ve eŝeruhû fi’l-aĥkâmi’ş-şerǾiyye (baskı yeri yok, 1998); Hasan Abdullah el-Usaymî, en-Nesħ ve’t-taħśîś fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye (Mekke 1988); Abdurrahman b. Süleyman Müzeynî, İtticâhâtü’t-teǿlîf ve’n-nesħ fî mecâli’l-fıķh ve uśûlihî fi’l-ķarneyni’s-sâbiǾ ve’ŝ-ŝâmin el-hicriyyeyn (Medine 1420/2000); Nâdiye Şerîf el-Ömerî [el-Amrî?], en-Nesħ fî dirâsâti’l-uśûliyyîn (Beyrut 1405/1985); Sabrî Muhammed Meârik, Aĥkâmü’n-nesħ ve âŝâruh fi’l-fıķhi’l-İslâmî (Kahire 1987); Muhammed Hamza, Dirâsâtü’l-aĥkâm ve’n-nesħ fi’l-Ķurǿâni’l-Kerîm (Dımaşk, ts. [Dârü Kuteybe]); Şa‘bân Muhammed İsmâil, Nažariyyetü’n-nesħ fi’ş-şerâǿiǾi’s-semâviyye (Kahire 1977, 1988). Türkiye’de de konu özellikle Kur’an’da neshin varlığı bağlamında çalışılmıştır: Ahmet Lütfi Kazancı, Kitap ve Sünnette Nesh (İstanbul 1964); Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nâsih ve Mensuh Âyetleri (Ankara 1980); M. Sait Şimşek, Kur’an’da İki Mesele: Müteşabih-Nesh (İstanbul 1987); Salih Kul, Kur’ân-ı Kerim’in Önceki Semavî Kitapları Neshi (Erzurum 1991); Süleyman Ateş, Kur’an’da Nesh Meselesi (İstanbul 1996); Remzi Kaya, Kur’ân-ı Kerîm’de Nesih (Bursa 2001); Talip Özdeş, Kur’ân ve Nesh Problemi (Ankara 2005).
bunların şer‘î bir hükmün daha sonra gelen başka bir şer‘î delille kaldırılması noktasında birleştiği söylenebilir (bazı tanımlar etrafında oluşan ekolleşme ve bunları besleyen âmillerle ilgili tahliller Hakkında bk. Mustafa Zeyd, I, 78-109).
Klasik literatürde İslâm âlimlerinin neshin aklen câiz ve şer‘an vâki olduğu hususunda fikir birliği ettiği, sadece Ebû Müslim el-İsfahânî’nin neshi aklen câiz görmekle birlikte Kur’an’da nesih bulunmadığını ileri sürdüğü belirtilir (bu görüşün sahibine nisbeti ve kapsamı Hakkında bilgi ve değerlendirme için bk. Ali Hasan el-Arîd, s. 191-207; Nâdiye Şerîf el-Ömerî, s. 97-115). Neshin aklen cevazı yanında şer‘an vukuu Hakkında birçok delile yer verildiği gibi teorik olarak neshe karşı ileri sürülebilecek gerekçeler de geniş biçimde tartışılır. Esasen İslâm dininin önceki ilâhî bildirimleri kısmen veya tamamen neshettiği genel kabul gören bir husus olmakla birlikte İslâm ahkâmının kendi içinde de nesih bulunduğuna dair ileri sürülen delillerin zaman zaman farklı biçimlerde yorumlandığı görülmektedir. Aşağıdaki âyetler bunların başında gelir: “Biz bir âyetin yerine başka bir âyeti getirdiğimiz zaman -ki Allah neyi indireceğini çok iyi bilir- ‘Sen ancak bir iftiracısın’ dediler. Hayır, onların çoğu bilmez” (en-Nahl 16/101); “Biz bir âyetin hükmünü nesheder veya onu unutturursak mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz” (el-Bakara 2/106); “Allah dilediğini siler, dilediğini de yerinde bırakır. Ana kitap O’nun yanındadır” (er-Ra‘d 13/39). A‘lâ sûresinin 6-7, Yûnus sûresinin 15 ve Nisâ sûresinin 160. âyetleriyle aralarında nesih ilişkisinin bulunduğu düşünülen âyetler ve müslümanların konuya ilişkin icmâı da bu kapsamda ele alınan delillerdendir. Neshin aklî delilleri incelenirken bunun Allah’ın ilminde değişme ihtimalini düşündürmesini esas alan tartışmalara da girilmekle birlikte (bk. BEDÂ) ağırlıklı biçimde insan hayatında gelişmenin ve toplumlar için değişimin kaçınılmaz olduğu gerekçesi üzerinde durulur; bu konudaki tahliller aynı zamanda neshin hikmet ve yararlarına ilişkin açıklamalar niteliğindedir. Bu hususla bağlantılı olarak Şâtıbî başlangıçta günde iki vakit olan namazın daha sonra beş vakte çıkarılması, Allah rızası için harcama (infak) vecîbesi önceleri mutlak iken miktar ve sınırlarının belirli hale getirilmesi, kıblenin Beytülmakdis’ten Kâbe’ye çevrilmesi gibi örnekleri hatırlatarak teşrî‘ tarihinde neshin umumiyetle Medine döneminde gerçekleştiğine dikkat çeker ve örneklerin çoğunda neshin İslâm’a yeni girenleri ilerideki düzenlemelere hazırlayıp alıştırma ve kalplerini ısındırma amacı taşıdığını belirtir (el-Muvâfaķāt, III, 104).
Hangi tür hükümlerin neshe konu olabileceği tartışmaları sırasında Mu‘tezile âlimleriyle diğer İslâm âlimleri arasında hüsün kubuh meselesiyle irtibatlı teorik bazı görüş ayrılıkları gündeme gelmekle birlikte iman ve ahlâk esaslarına ilişkin hükümlerle amelî de olsa küllî nitelikteki şer‘î hükümlerin neshe konu olmayacağı genel kabul gören bir husustur. Neshin bir hitapla olması, hükmü kaldırılan hitabın herhangi bir vakitle kayıtlı bulunmaması ve neshedici hitabın zaman bakımından neshedilenden sonra gelmesi de neshin şartları arasında sayılır.
İslâm âlimlerinin çoğunluğu, bir âyetin hükmü ve tilâvetinin (lafız) birlikte neshinden başka hükmü korunarak tilâvetinin veya tilâveti korunarak hükmünün neshedilebileceğini de kabul ederler. Yine çoğunluğa göre Kur’an’ın Kur’an ve sünnetle, sünnetin de sünnet ve Kur’an’la neshi câizdir. İmam Şâfiî ise Kur’an’ın ancak Kur’an’la, sünnetin de ancak sünnetle neshedilebileceğini söyler (er-Risâle, s. 106-109). Öte yandan fakihler Kur’an veya mütevâtir sünnetle sabit bir hükmün haber-i âhâd, icmâ yahut kıyasla neshinin câiz olmadığı hususunda fikir birliği içindedir.
Usul âlimleri bir hükmün sonuçları bakımından kendisinden daha hafif, daha ağır veya kendisine denk bir hükümle neshedilebileceği gibi yerine yeni bir hüküm getirilmeksizin de neshedilebileceği kanaatindedir. Nitekim namazda Kudüs’e yönelme ve yakınlara vasiyet gibi hükümler yerlerine yenisi konularak, kurban etlerini saklama yasağı ve Hz. Peygamber’le görüşmek isteyenlerin önce yoksullara sadaka vermesi gibi hükümler yerlerine yenisi konmaksızın neshedilmiştir.
Bir nassın nâsih olup olmadığı akıl ve şer‘î kıyas yoluyla değil sırf nakil yoluyla bilinebilir. Naklin varlığı ise ya, “Size kurban etlerini saklamanızı yasaklamıştım; artık kurban etlerini saklayabilirsiniz” hadisinde olduğu gibi (İbn Mâce, “Eđâĥî”, 16; Tirmizî, “Eđâĥî”, 94) bizzat nassın lafzında neshe delâlet eden bir ifadenin bulunması veya çatışan haberleri rivayet eden râvilerin söz konusu haberlerle ilgili tarih zikretmeleri ya da ümmetin sonra gelen bir hükmün nâsih olduğu hususunda icmâ etmesi durumunda kabul edilir.
Nassa ziyadenin nesih sayılıp sayılmayacağı tartışmaları da nesih konusunda önemli bir yer tutar. İlâve hükmün müstakil fakat öncekinin cinsinden olmaması halinde nesih sayılmayacağında ittifak vardır; müstakil ve öncekinin cinsinden olması durumunda da âlimlerin büyük çoğunluğuna göre nesihten söz edilemez. Müstakil olmayan ziyade ise Hanefîler’ce nesih kapsamında düşünülürken diğer üç mezhep ve bazı Mu‘tezile âlimlerine göre nesih saYılmaz; bu konuda farklı ihtimallere göre başka görüşler de ileri sürülmüştür (Şevkânî, s. 331-333).
Esasen nesih önceden sabit olan hükmün kaldırılmasını ifade ettiği için “âm lafızdan maksadın ne olduğunun beyanı” anlamına gelen tahsisten farklılık taşır. Fakat neshin sınırlarının belirlenmesinde, nitelik ve etkileri bakımından aralarında ciddi benzerlikler bulunan tahsisten ayırt edilmesi özel bir öneme sahiptir. Bazı usulcüler bunları müşterek olarak nitelerken bazıları aralarında içlem-kaplam ilişkisi bulunduğunu belirtmiştir. Bu kavramların farklı içerikte kullanılması sebebiyle muhtelif âlimlere göre neshedilmiş âyetlerin sayısı da farklılık göstermiş, bazı âyetlerde nesih değil tahsisin söz konusu olduğunu ileri sürenler mensuhların sayısını azaltırken karşı görüş sahipleri tahsis şekillerini neshe dahil ederek bu sayıyı arttırmıştır (Fahreddin er-Râzî, I/3, s. 10-11; Süyûtî, III, 68; nitelikleri, delilleri, hüküm ve etkileri bakımından nesihle tahsis arasındaki farklar için bk. Koca, s. 122-124; ayrıca bk. TAHSİS). Çağdaş müelliflerin birçoğu ilke olarak neshi kabul etmekle birlikte nesih kavramının tahsis, takyid vb. durumları içerecek biçimde kullanılması, İslâm’ın Câhiliye dönemine ait bazı hükümleri iptal etmesinin nesih kapsamında düşünülmesi gibi sebeplerle klasik eserlerde mensuh âyet sayısının oldukça kabarık göründüğüne ve nesih örneklerinin sınırlandırılması gerektiğine dikkat çekerken bazıları da mutlak biçimde Kur’an ve Sünnet’te nesih bulunmadığını savunmaktadır.
BİBLİYOGRAFYA:
Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “nesħ” md.; Lisânü’l-ǾArab, “nesħ” md.; Tehânevî, Keşşâf, II, 1377; Tâcü’l-Ǿarûs, “nesħ” md.; İbn Mâce, “Eđâĥî”, 16; Tirmizî, “Eđâĥî”, 94; Şâfiî, er-Risâle (nşr. Ahmed M. Şâkir), Kahire 1399/1979, s. 106-109; Cessâs, el-Fuśûl fi’l-uśûl (nşr. Uceyl Câsim en-Neşemî), Küveyt 1405/1985, I, 170; Debûsî, Taķvîmü’l-edille (nşr. Halîl Muhyiddin el-Meys), Beyrut 1421/2001, s. 227-246; Ebü’l-Hüseyin el-Basrî, el-MuǾtemed (nşr. Muhammed Hamîdullah), Dımaşk 1384/1964, I, 251-252, 394; Mekkî b. Ebû Tâlib, el-Îżâĥ li-nâsiħi’l-Ķurǿân ve mensûħih (nşr. Ahmed Hasan Ferhât), Cidde 1406/1986, s. 85-86; İbn Hazm, el-İĥkâm, Kahire, ts. (Dârü’l-hadîs), IV, 463-518; Ebû İshak eş-Şîrâzî, Şerĥu’l-LümaǾ (nşr. Abdülmecîd Türkî), Beyrut 1408/1988, I, 473, 481, 507; İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî, el-Burhân fî uśûli’l-fıķh (nşr. Abdülazîm ed-Dîb), Devha 1399, II, 1293-1295, 1314-1315; Şemsüleimme es-Serahsî, el-Uśûl
n-NÂSİH ve’l-MENSÛH
(الناسخ والمنسوخ)
Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm’ın (ö. 224/838) nesih konusuna dair eseri.
Tam adı en-Nâsiħ ve’l-mensûħ fi’l-Ķurǿâni’l-Ǿazîz ve mâ fîhi mine’l-ferâǿiż ve’s-sünen’dir. Bilinen tek tam nüshası Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde kayıtlı olup (III. Ahmed, nr. 143) Fuat Sezgin tarafından tıpkıbasımı yapılmıştır (Frankfurt 1985). Metnin yer yer okunamaması bir yana neşrin sonuna kullanımı kolaylaştıracak hiçbir bilgi de konmamıştır. John Burton’ın, neshe ilişkin değerlendirmelerini içeren geniş bir girişle yaptığı neşir de (Cambridge 1987) tahkik ve tahrîcdeki zafiyet sebebiyle kitabı yeterince kullanışlı hale getirememiştir (Rubin, LXX/1 [1993], s. 167). Buna karşılık Muhammed b. Sâlih el-Müdeyfir’in yayımı (Riyad 1411/1990) birçok bilgi ve teknik açıklama içermesi sebebiyle eserden yararlanmayı kolaylaştırmaktadır. Ancak her üç neşirde de İstanbul Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nde bulunan (nr. ŞE 7892) alt tarafı yırtık dört sayfalık nüshadan faydalanılmamıştır. Fuat Sezgin’in de haberdar olduğu anlaşılan bu nüsha (GAS, VIII, 7, 85) ilim dünyasına ilk defa Janine Sourdel Thomine ve Dominique Sourdel tarafından 1964 yılında tanıtılmıştır (bk. bibl.) III. Ahmed nüshasındaki 67b’nin altından başlayıp 75a’nın üstüne kadar devam eden yere karşı geldiği ve tam nüsha ile arasındaki farkların çok ciddi olmadığı görülen bu yazmadaki her rivayette “ahberanâ Ali kāle haddesenâ Ebû Ubeyd kāle” ibaresi yer almaktadır.
Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm kitabında Katâde b. Diâme, İbn Şihâb ez-Zührî ve Atâ b. Ebû Müslim el-Horasânî gibi şahısların görüşlerine dayanmakla birlikte âyetleri kendine has bir tertibe göre incelemiş, neshi meşhur tanımının aksine istisna, âmmın tahsisi, mutlakın takyidi, mücmelin tebyini, nastan murat edilmediği halde zihne takılan bir mefhumun iptali şeklinde anlamıştır. İsnadlara özen gösterilen kitapta yer yer nâsih-mensuh ile alâkası bulunmayan konulara temas edilmiş, ayrıca sünnette nesih meselesine yer verilmiştir. İhtilâflı hususlar umumi görüşlere başvurularak halledilmiş, tercihe şayan bulunan görüşler delilleriyle birlikte zikredilmiş, bu arada herhangi bir tercihin yapılmadığı da olmuştur. Âyetlerin incelenmesinde fıkhî tasnifin esas alındığı kitap fıkıh konuları çerçevesinde tertip edilmiş ve Hakkında nesih iddiası bulunan âyetler şu otuz başlık altında ele alınmıştır: Giriş, namaz, zekât, oruç, nikâh, talâk, hudûd, şahitlik, Ehl-i kitabın şahitliği, hac menâsiki, cihad, esirler, ganimetler, istîzan, miras, vasiyet, yetimler, zimmîler arasında hükmetme, yeme, içme, sarhoşluk, gece namazı, necvâ, takvâ, ölüm esnasında yapılan tövbe, öldürülürken yapılan tövbe, kulların düşünceleri yüzünden sorgulanması, dinde zorlama, müşrikler için istiğfarda bulunma, emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker.
Girişte nâsih-mensuh ilminin tefsirdeki yeri ve önemi üzerinde durulduktan sonra nesih âyeti (el-Bakara 2/106) Hakkındaki yorumlar kıraat farkları ile birlikte ortaya konularak neshin mahiyeti incelenmiş, âyette işaret edilen neshin evvelki şeriatlarla mı yoksa Kur’an âyetleriyle mi ilgili olduğu konusu ele alınmıştır (s. 11-14). Her konu başlığı altında hangi âyetin hangi âyeti neshettiği gösterilmiş, bu arada bazı konuların tekrar edildiği olmuştur. Meselâ ganimet ve esirler bahsi cihad başlığı altında işlendiği halde bunlar için ayrı başlıklar açılmıştır. Eserin nâşirlerinden Müdeyfir’in de belirttiği gibi bunun müstensihlerin ya da râvilerden birinin tasarrufu olması muhtemeldir. Burton esirler bölümünü cihadın, vasiyet bölümünü mirasın alt başlığı olarak vermiş, böylece eserin başlıklarını yirmi altıya düşürmüştür (Rubin, LXX/1 [1993], s. 167-168; krş. Wansbrough, s. 198).
Eserde Ebû Ubeyd’in konuları sıralamada başarılı olduğu ve ilk bakışta çeliştiği düşünülen bazı âyetleri ustalıkla uzlaştırdığı
cilt: 32; sayfa: 408
[en-NÂSİH ve’l-MENSÛH - Murat Sülün]
görülür. Daha önceki müellifler neshi sadece Kur’an’la ilişkilendirip nesih âyetlerini mushaf sırasına göre ele alırken Ebû Ubeyd neshi hadis malzemesine de uygulamış ve âyetleri fıkıh başlıklarına göre sıralayarak ilk asırlarda gelişen nesih çalışmalarının vardığı noktayı ortaya koymuştur.
BİBLİYOGRAFYA:
Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, en-Nâsiħ ve’l-mensûħ (nşr. Muhammed b. Sâlih el-Müdeyfir), Riyad 1411/1990, s. 11-14; Keşfü’ž-žunûn, II, 1921; Sezgin, GAS, VIII, 7, 85; J. Wansbrough, Qur’anic Studies, Oxford 1977, s. 198; J. Sourdel Thomine - D. Sourdel, “Nouveaux documents sur l’histoire religieuse et sociale de Damas au moyen âge”, REI, XXXII (1964), s. 16; A. Rippin, “Notes and Communications: Abū ‘Ubaid’s Kitāb al-Nāsiқћ wa’l-Mansūқћ”, BSOAS, LIII/2 (1990), s. 319-320; U. Rubin, “Abū Ubayd al-Qāsim b. Sallām’s K. al-Nāsiқћ wa’l-Mansūқћ”, Isl., LXX/1 (1993), s. 167-170.
Murat Sülün
Sayfa: 433
1. Bir kimse akşam üzeri üç kere: "Bismillahillezî lâ yedurru me'asmihî şey'ün fil ardı ve lâ fissemâ ve hüves semî'ul alîm" derse, akşama kadar ona ani bir bela isabet etmez.
Ravi: Hz. Osman (r.a.)
2. Bir kimse evinden çıktığında: "Bismillahi tevekkeltü alellahi lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah" derse, ona: "Sen tekeffül olundun ve korundun" denir ve şeytan ondan uzaklaşır.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)
3. Bir kimse on kere: "Eşhedü en lâ ilâhe illallâhu vahdehû lâ şerîke leh, ilâhen vâhiden ehaden sameden lem yettahiz sâhibeten ve lâ veleden velem yekün lehû küfüven ehad" derse, Allah onun için kırk milyon sevab yazar.
Ravi: Hz. Temim Eddari (r.a.)
4. Bir kimse günde yüz kere, "Lâ ilahe illallâhül melikül hakkıl mübîn" derse bu, onun için fakirlikten eman ve kabir yanlızlığından kendisine yoldaş olur ve bununla zenginliği celb etmiş ve Cennetin de kapısını çalmış olur.
Ravi: Hz. Ali (r.a.)
5. Bir kimse sabahleyin."Eûzu billahis semîül alîmi mineşşeytânirracîm" derse sabahtan akşama kadar şeytandan emin olur.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)
6. Bir kimse her gün sabah akşam yedi kere, "Hasbiyellahu Lâ ilahe illâ hû aleyhi tevekkeltü ve hüve Rabbül-arşil-azîm" derse Allah onun dünya ve ahiret işlerinden ehemmiyet verdiklerine kafi gelir. İster dilden söylesin ister kalbden.
Ravi: Hz. Ebû Derda (r.a.)
7. Bir kimse, "La ilahe illallâhu vahdehû lâ şerîkeleh, lehül mülkü ve Lehül hamdü ve hüve alâ külli şeyin kadîr." Derse, bu sözü hiç bir sevab geçemez ve kendisinde de hiç bir günah kalmaz.
Ravi: Hz. Ebû Ümâme (r.a.)
8. Bir kimse yatağına gireceği zaman üç kere, "Estağfirullah ellezî lâ ilâhe illâ hüvel hayyül kayyum ve etûbü ileyh" derse, Allah onun günahlarını, deniz köpüğü kadar da olsa ve ağaçların yaprakları adedince de olsa "Alic" in kumları miktarınca da olsa ve dünya günleri sayısınca da olsa mağfiret eder.
Ravi: Hz. Ebû Said (r.a.)
9. Birkimse yatağına girerken temiz olarak, "Elhamdü lillahillezî alâ fekahera, velhamdu lillahillezî yuhyil mevta ve hüva ala külli şey'in kadir." Derse, günahlarından anasından doğduğu günkü gibi çıkar.
Ravi: Hz. Ebû Ümâme (r.a.)
10. Bir kimse, "Cezallahu Muhammeden anna ma hüve ehlüh" derse, yetmiş katibi bin sabah yormuş olur.(Sevap yazmaktan)
Ravi: Hz. Âişe (r.anha)
Sayfa: 434
1. Bir kimse, "Allahümme einnî alâ şükrike ve zikrike ve hüsnü ibâdetik" derse duada lazım gelen gayreti yapmış olur.
Ravi: Hz. Ebû Said (r.a.)
2. Bir kimse, "Lâilâhe illâ ente sübhâneke amiltü sûen ve zalemtü nefsî fetüb aleyye inneke entet' tevvabür rahim" diye tevbe ederse, cepheden kaçmış bile olsa günahları mağfiret olur.
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
3. Bir kimse Lâ yı uzatarak (hakkını vererek) "Lâ ilahe illallah" derse onun dörtbin büyük günahı yıkılır.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)
4. Bir kimse üç kere, "La ilahe illallahül halimül kerim, subhanellahi Rabbis semavatis seb'î ve Rabbil Arşil Azim" derse, Kadir gecesine erişmiş gibi olur.
Ravi: Hz. Zuhri (r.a.)
5. Bir kimse muhlisen, "Lâ ilahe illallah" derse Cennete girer. Denildi ki: "Halka söyliyeyim mi?" Buyurdu ki, Ben tembelliğe düşmelerinden korkuyorum.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)
6. Bir kimse, "Lâ ilahe illallah" derse Allah indinde bu kelime sebebiyle ona "bir ahid" yazılır. Kim de , "Subhânallahi ve bi hamdihi" derse ona da yüzyirmi dört bin hasene yazılır.
Ravi: Hz. İbni Ömer (r.anhüma)
7. Bir kimse her gün üç kere, "Selavatullahu ala Ademe" derse, günahları deniz köpüğünden daha çok olsa da Allah onun günahlarını mağfiret eder ve kendisi Cennette Adem (a.s)a arkadaş olur.
Ravi: Hz Ali (r.a.)
8. Bir kimse sabah kalkınca, "Euzu bi kelimatillahi tammati elleti la yücavizühünne berrün vela facirün min şerri ma haleka ve berac ve şera'e derse akşama kadar ins ve cinin şerrinden muhafaza olunur. Sokulsa ona bir şey zarar vermez. Eğer bu sözü akşamleyin söylerse bu husus sabaha kadar devam eder.
Ravi: Hz. Abdurrahman (r.a.)
9. Bir kimse yahudi, hıristiyan, mecusi ve yıldıza tapanların toplantılarında, "Eşhehüenla ilahe illallah ve enne ma dünellahi merkubun makhurun" derse, allah ona o taifenin sayısınca sevap verir.
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
10. Bir kimse güneş doğmdan yüz defa, "Sübhanellahi ve bihamdihi" derse, ve güneş batmadan evvel de gene yüz kere "Subhanellahi ve bi hamdihi" derse bu onun için yüz deve kurban etmesinden daha efdal olur.
Ravi: Hz. Abdullah İbni amr (r.a.)
11. Bir kimse on bir kere, "Lâ ilahe illallahu vahdehû lâ şerike lehu ilahen vahiden sameden lem yelid velem yûled velem yeküllehu küfüven ehad" derse kendisine iki milyon sevab yazılır. Kim artırırsa Allah da ona artırır.
Ravi: Hz. Ebû Evfa (r.a.)
12. Bir kimse sabahleyin üç kere "Eûzu billahissemiil alîmi mineşşeytânirracîm" der de "Haşr" süresinin sonundan üç ayet okursa Allah ona yetmiş bin melek vekil eder ki; onlar akşama kadar kendisine dua ederler. Eğer o gün ölürse şehid olarak ölür. Akşamleyin söylerse yine bu menzilede olur.
Ravi: Hz. Ma'kil ibni Yesar (r.a.)
: 435
1. Bir kimse sabah ve akşam, "Allahümme ente Rabbî lâ ilahe illâ ente halaktenî ve ene abduke ve ene alâ ahdike ve vaadike mesteta'tü euzü bike min şerri mâ sana'tü ebuu leke bi niğmetike aleyye ve ebuu bizenbî fağfirlî fe innehu la yağfiruz zünûbe illâ ente" derse ve o günü veya gecesi ölürse Cennete girer.
Ravi: Hz. Abdullah Ubni Büreyde (r.a.)
2. Bir kimse akşamladığında, "Sallallahu alâ Nûhin ve alâ Nuhin esselam" derse o gece onu akreb sokmaz.
Ravi: Hz. Ebû Ümâme (r.a.)
3. Bir kimse ihlasla, "Lâ ilahe illallah" derse Cennete girer. Dediler ki, "Ya Rasulallah burada ihlas nedir?" Buyurdu ki, Allah'ın sizi haram kıldığı her şeyden sizi men etmesidir.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)
4. Bir kimse müezzinin okuduğu ezanı işittiğinde, "Doğru söyliyenlere merhaba, merhaba ve hoş geldin namaz" derse, Allah ona iki milyon hasene yazar, iki milyon günahı ondan siler ve onu iki milyon derece yükseltir.
Ravi: Hz. Musa İbni Cafer (r.a.)
5. Bir kimse, "Lâ ilahe illallah kable külli şey'in, Lâ ilahe illallah ba'de külli şey'in, Lâ ilahe illallah yebga Rabbüna ve yefna külli şey'in derse kederden ve kaygıdan kurtulur.
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
6. Bir kimse, "Allahümmeğfirli ve lil mü'minine vel mü'minat" derse her mü'min adedince sevap alır.
Ravi: Hz. Ümmü Seleme (r.a.)
7. Bir kimse akşamleyin, "Radiytü billahi Rabben, vebil İslami dînen ve bi Muhammedin Resulen" derse imanın hakikatine ermiş olur.
Ravi: Hz. Ata İbni Yesar (r.a.)
8. Bir kimse, "Subhanallahi, ve bi hamdihî ve estağfirullahe ve etubu ileyh" derse söylediği gibi yazılır. Sonra bu söz Arşa asılır ve o kimse Allah'a kavuşuncaya kadar sahibinin işlediği hiç bi günah onu silmez ve o, söylediği gibi mühürlü olarak kalır.
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
9. Bir kimse, "Elhamdülillahillezî tevadaa kulli şey'in li azametihi, velhamdülillahillezî zelle kulli şey'in li izzetihi, velhamülillahillezi hadaa külli şey'in li mülkihi, velhamdulillehillezi istesleme külli şey'in li kudretihi" der de bununla Allah indindeki fazlı keremi taleb ederse, Allah ona bir milyon sevab yazar, bin derece terfi verir ve kıyamete kadar onun için istiğfar edecek yetmiş bin melek tevkil eder.
Ravi: Hz. İbni Ömer (r.anhüma)
10. Bir kimse, "Lâ ilahe illallah" derse bu söz göğe çıkar ve Allah'a varıncaya kadar buna hiç bir hicab mani olmaz. Allah'a ulaşınca Allah sahibine nazar eder ve "Tevhid edene ancak Rahmet nazarı ile bakmak" Allah üzerine haktır.
Ravi: Hz. Said İbni Zeyd (r.a.)
fa: 436
1. Bir kimse, "Subhanellahi ve bi hamdihi" derse, Allah bu sebeble onun için Cennette bin ağaç diktirir ki kökleri altından, dalları inciden, meyvaları da bakire kızların göğüsleri gibidir ve kaymaktan yumuşak , baldan tatlıdır. Her alındığında yerine yenisi gelir.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)
2. Bir kimse sabahleyin, "Maşaallahu ha havle velâ kuvvete illa billah, Eşhedü ennallahe alâ külli şey'in kadir" derse o günü hayrından nasibdar olur ve şerrinden kurtulur. Bunu akşemleyin söylerse o gecenin hayrından merzuk olur, şerrinden kurtulur.
Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
3. Bir kimse secdede üç kere, "Rabbiğfirlî" derse başını secdeden kaldırmadan mağfiret olunur.
Ravi: Hz. Ebû Said (r.a.)
4. Bir kimse her gün bir kere, "Subhanellahil kaimid daim, Subhanellahil hayyil kayyum, Subhanellahil Hayyillezi Lâ yemûtu, Subhanellahil azimi bi hamdihi, Subbûhun, kuddûsun Rabbül Melaiketi verruhi, Subhanel aliyyil a'la, subhanehu ve teala" derse Cennetten yerini görmeden veya onun için başkası görmeden vefat etmez.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)
5. Bir kimse ailseine, "İnşallah sen boşsun" dese veya kölesine "İnşallah sen azatsın" dese veya "İnşallah Beytullaha yayan gideceğim" dese bir şey lazım gelmez.
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
6. Bir kimse ilmi olmadan, Kur'an'dan kendiliğinden bir şey söylerse Cehennemde yerini hazırlasın.
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
7. Bir kimse Kur'anın manasını kendi rey'i ile verse, isabetli de olsa muhakkak hata etmiştir.
Ravi: Hz. Cündeb (r.a.)
8. Bir kimse güneş yükseldiğinde güzelce abdest alıp iki rikat namaz kılsa bütün günahları mağfiret olur, veya anadan doğma gibi olur.
Ravi: Hz. Ukbe (r.a.)
9. Bir kimse riya veya sum'a (İşittiriş) mevkiine girse, Allah (z.c.hz.) onun bu halini kıyamette duyurur ve işittirir.
Ravi: Hz. Ebû Hind Ed'dari (r.a.)
10. Bir kimse Ramazan da inanarak ve sevabını umarak Kıyamül-leyl (teravih namazı) kılsa geçmiş günahı mağfiret olur.
Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
11. Bir kimse inanarak ve mükafatını umarak Kadir gecesini ihya ederse geçmiş günahları affolur.
Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
r>
fa: 436
1. Bir kimse, "Subhanellahi ve bi hamdihi" derse, Allah bu sebeble onun için Cennette bin ağaç diktirir ki kökleri altından, dalları inciden, meyvaları da bakire kızların göğüsleri gibidir ve kaymaktan yumuşak , baldan tatlıdır. Her alındığında yerine yenisi gelir.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)
2. Bir kimse sabahleyin, "Maşaallahu ha havle velâ kuvvete illa billah, Eşhedü ennallahe alâ külli şey'in kadir" derse o günü hayrından nasibdar olur ve şerrinden kurtulur. Bunu akşemleyin söylerse o gecenin hayrından merzuk olur, şerrinden kurtulur.
Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
3. Bir kimse secdede üç kere, "Rabbiğfirlî" derse başını secdeden kaldırmadan mağfiret olunur.
Ravi: Hz. Ebû Said (r.a.)
4. Bir kimse her gün bir kere, "Subhanellahil kaimid daim, Subhanellahil hayyil kayyum, Subhanellahil Hayyillezi Lâ yemûtu, Subhanellahil azimi bi hamdihi, Subbûhun, kuddûsun Rabbül Melaiketi verruhi, Subhanel aliyyil a'la, subhanehu ve teala" derse Cennetten yerini görmeden veya onun için başkası görmeden vefat etmez.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)
5. Bir kimse ailseine, "İnşallah sen boşsun" dese veya kölesine "İnşallah sen azatsın" dese veya "İnşallah Beytullaha yayan gideceğim" dese bir şey lazım gelmez.
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
6. Bir kimse ilmi olmadan, Kur'an'dan kendiliğinden bir şey söylerse Cehennemde yerini hazırlasın.
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
7. Bir kimse Kur'anın manasını kendi rey'i ile verse, isabetli de olsa muhakkak hata etmiştir.
Ravi: Hz. Cündeb (r.a.)
8. Bir kimse güneş yükseldiğinde güzelce abdest alıp iki rikat namaz kılsa bütün günahları mağfiret olur, veya anadan doğma gibi olur.
Ravi: Hz. Ukbe (r.a.)
9. Bir kimse riya veya sum'a (İşittiriş) mevkiine girse, Allah (z.c.hz.) onun bu halini kıyamette duyurur ve işittirir.
Ravi: Hz. Ebû Hind Ed'dari (r.a.)
10. Bir kimse Ramazan da inanarak ve sevabını umarak Kıyamül-leyl (teravih namazı) kılsa geçmiş günahı mağfiret olur.
Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
11. Bir kimse inanarak ve mükafatını umarak Kadir gecesini ihya ederse geçmiş günahları affolur.
Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
r>
Batı’da John Burton’un konuyla ilgili kitabı, ayrıca neşirleri ve makaleleri vardır: The Sources of Islamic Law: Islamic Theories of Abrogation (Edinburgh 1990), “The Exegesis of Q, 2:106 and the Islamic Theories of Naskh: Mā nansakh min āya aw nansahā na’ti bi khairin minhā aw mithlihā” (BSOAS, XLVIII/3 [London 1985], s. 452-469), “The Interpretation of Q, 87, 6-7 and the Theories of Nash” (Der Islam, LXII [Berlin 1985], s. 5-19).
Nesih konusunda üniversitelerde pek çok çalışma yapılmıştır. Amin M. Salam al-Manasyeh al-Btoush, The Question of Abrogation (Naskh) in the Qur’an adıyla hazırlayıp (1990, New York University) yayımladığı doktora çalışmasında (Amman 1994) İbn Şihâb ez-Zührî’nin eserini incelemiş, Şakir Erkan da Kur’an’da Nesih adıyla bir doktora çalışması yapmıştır (1997, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü). Bu konudaki yüksek lisans tezlerinden bazıları şunlardır: Râşid b. Îsâ b. Huneyn, en-Nesħ fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye (1392, Câmiatü’l-İmâm Muhammed b. Suûd el-İslâmiyye el-ma‘hedü’l-âlî li’l-kadâ, Riyad); Ahmed Abdullah el-İmârî ez-Zehrânî, İǾlâmü’l-Ǿâlim baǾde rusûħih bi-ĥaķāǿiķi nâsiħi’l-ĥadîŝ ve mensûħih (1398/1978, Câmiatü Ümmi’l-kurâ külliyyetü’ş-şerîa ve’d-dirâsâti’l-İslâmiyye, Mekke); Ahmed Muhammed Sıddîk, en-Nesħ fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye (1399/1979, Câmiatü’l-Melik Abdülazîz külliyyetü’ş-şerîa ve’d-dirâsâti’l-İslâmiyye, Mekke); Fâtıma Sıddîk Ömer Nücûm, Nesħu’l-kitâb ve’s-Sünne bi’l-Kitâb ve’s-Sünne (1400/1980, Câmiatü Ümmi’l-kurâ külliyyetü’ş-şerîa ve’d-dirâsâti’l-İslâmiyye, Mekke); Abdülkerîm b. Muhammed el-Osman, en-Nâsiħ ve’l-mensûħ li’bni Berekât el-ǾÎdî (1405, Câmiatü’l-İmâm Muhammed b. Suûd el-İslâmiyye külliyyetü usûli’d-dîn [Riyad]); Medet Coşkun, Sünnet’in Kur’ânı Neshi Meselesi (1995, AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü); Mustafa Kaygısız, Kur’ân-ı Kerim’de Nesh (1989, SÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü); Veysel Dudu, İslâm Hukuku Metodoloji Açısından Nesh Meselesi (2000, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü); Yakup Aydoğdu, Kur’ân’da Nesh Çalışması (2002, SÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü); Halil Özcan, On Temel Tefsirde Nâsih ve Mensuh Olayı (1995, Harran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü); Yunuscan Olimov, Taberi’nin (310/922) Camiu’l-Beyan’ında Nesh (2003, AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü).
Konuyu çeşitli yönleriyle ele alan makalelerden bazıları şöylece sıralanabilir: Abdülaziz Çâvîş, “Nesih Meselesi” (SR, XV/375 [İstanbul 1334], s. 198-200; XXIII/595 [1340], s. 354-355; XXIII/596 [1340], s. 369-371; XXIII/597 [1340], s. 385-386; VIII/180 [1954], s. 66-67; VIII/181 [1954], s. 82-83); M. Raif Oğan, “Kur’an-ı Kerimi Kimse Neshedemez” (SR, III/69 [1950], s. 290-292); Yusuf Ziya Çağlı, “Şerayiin İhtilafı, Neshin Mahiyeti” (SR, XIV/329 [1961], s. 58-59); K. I. Semaan, “al-Nasikh wa-al-Mansukh: Abrogation and its Application in Islam” (IQ, VI/1-4, London 1961, s. 11-29); Talat Koçyiğit, “Kitap ve Sünnette Nesh Meselesi” (AÜİFD, XI [1963], s. 93-108); Ahmad Hasan, “The Theory of Naskh” (IS, IV/2 [1965], s. 181-200, trc. Mehmet Paçacı, “Nesh Teorisi”, İslâmî Araştırmalar, sy. 3 [1987], s. 105-109; sy. 4 [1987], s. 102-107); Andrew Rippin, “Al-Zuhri, Naskh al-Qur’an and the Problem of Early Tafsir Texts” (BSOAS, XLVII [1984], s. 22-43); Abdullah Aydemir, “Mensuh Ayetler” (Diyanet Dergisi, XXIV/4 [Ankara 1988], s. 51-94); Abdullah b. Hamd eş-Şebâne, “en-Nesħ fi’l-Ķurǿânı Kerîm” (Mecelletü’l-buĥûŝi’l-İslâmiyye, sy. 29 [Riyad 1990], s. 207-278); Ali Bakkal, “Kur’an’da Mensuh Ayetlerin Sayısı” (Harran Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, II [Şanlıurfa 1996], s. 33-74), “İmam Şâfiî’de Nesh Anlayışı” (a.g.e., III [1997], s. 109-132); M. Sait Şimşek, “Kur’an’da Nesh Meselesi” (Selçuk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sy. 2 [Konya 1986], s. 235-248); Remzi Kaya, “Nesh Terimi ve Muhtevası” (İslâmî Araştırmalar, V [Ankara 1987], s. 93-99), “Kur’an-ı Kerim’de Mensuh Ayetler” (Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, VI [Bursa 1994], s. 205-220), “Kur’an-ı Kerim’de Neshi İddia Edilen Ayetler” (a.e., VII [1998],
cilt: 32; sayfa: 586
[NESİH - Abdülhamit Birışık]
s. 353-371); Abdullah Yıldız, “Serahsî’nin (483/1090) Hadis Anlayışı II: Nesh ve İhtilâfu’l-Hadisle Alakalı Meseleler” (Harran Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, V [1999], s. 255-298); Muhsin Demirci, “Nesih Bağlamında Recim Âyeti Sorunu” (MÜİFD, XVIII [2000], s. 101-119); Talip Özdeş, “Vahiy-Olgu İlişkisi Açısından Nesh’e Getirilen Yorumlara Eleştirel Bir Yaklaşım” (İslâmî Araştırmalar, XIV/1 [Ankara 2001], s. 39-48); A. Galip Gezgin, “Kur’ân’da Nesh Problemine Eleştirel Bir Yaklaşım” (a.e., XIV/1 [2001], s. 49-68); İdris Şengül, “Ulumu’l-Kur’an Konusu Olarak Nasih ve Mensuh” (Diyanet İlmî Dergi, XXXVIII/3-7 [Ankara 2002], s. 91-112); Hamid Naseem Rafiabadi, “Abrogation (Naskh) in the Qur’an: An Overview of the Views of Islamic Scholars” (Insight Islamicus, III [Srinafar-Kashmir 2003], s. 75-90); Israr Ahmad Khan, “A Critique of the Theory of al-Naskh in the Qurǿān” (International Islamic University Malaysia Law Journal, XI/1 [Kuala Lumpur 2003], s. 115-136).
BİBLİYOGRAFYA:
İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist (Teceddüd), s. 40; Nehhâs, en-Nâsiħ ve’l-mensûħ (nşr. Süleyman b. İbrâhim b. Abdullah el-Lâhim), Beyrut 1412/1991, neşredenin değerlendirmesi, I, 277-347; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, en-Nâsiħ ve’l-mensûħ fi’l-Ķurǿâni’l-Kerîm (nşr. Abdülkebîr el-Alevî el-Medgarî), Kahire 1413/1992, neşredenin girişi, I, 208-219; Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, Nâsiħu’l-Ķurǿân ve mensûħuh (nşr. Hüseyin Selîm Esed ed-Dârânî), Dımaşk-Beyrut 1411/1990, s. 125-129; Zerkeşî, el-Burhân fî Ǿulûmi’l-Ķurǿân (nşr. Yûsuf Abdurrahman el-Mar‘aşlî v.dğr.), Beyrut 1415/1994, neşredenlerin notları, II, 151-158; Abdullah Çekrâlevî, Burhânü’l-furķān Ǿalâ śalâti’l-Ķurǿân, Lahor, ts., s. 112-113; Ali Osman Koçkuzu, Hadiste Nâsih-Mensûh Meselesi, İstanbul 1985, s. 51-71; Mustafa Zeyd, en-Nesħ fi’l-Ķurǿâni’l-Kerîm, Mansûre 1408/1987, I, 289-395.
Abdülhamit Birışık
Hadiste. er-Risâle ve İħtilâfü’l-ĥadîŝ adlı eserlerinde hadiste nâsih-mensuh konusunu sistemleştirip ele alan İmam Şâfiî’den sonra aynı konuya dair birçok eser yazılmış olup günümüze ulaşanlar şunlardır: 1. Esrem, Nâsiħu’l-ĥadîŝ ve mensûħuh. Yedi cüzden oluşan eserin bazı cüzleri günümüze ulaşmıştır (DİA, XI, 436). 2. İbn Şâhin, Nâsiħu’l-ĥadîŝ ve mensûħuh (en-Nâsiħ ve’l-mensûħ mine’l-ĥadîŝ, nşr. Semîr b. Emîn ez-Züheyrî, Amman 1408/1988; nşr. Ali Muhammed Muavvaz - Âdil Ahmed Abdülmevcûd, Beyrut 1412/1992; İbn Abdülhak el-Vâsıtî bu eseri ihtisar etmiştir [Keşfü’ž-žunûn, II, 1920]). 3. Hibetullah b. Selâme, en-Nâsiħ ve’l-mensûħ mine’l-ĥadîŝ. Büyük ölçüde İbn Şâhin’in eserine dayanarak hazırlanan kitabın yazma nüshaları bulunmaktadır (Ziriklî, VIII, 72). 4. Hâzimî, el-İǾtibâr fi (beyâni)’n-nâsiħ ve’l-mensûħ mine’l-âŝâr. Bablara göre tanzim edilen ve baş kısmında nesihle ilgili usul bilgileri yer alan eser hadiste nâsih-mensuh konusunun en sistemli çalışması kabul edilmektedir (Haydarâbâd 1319; Kahire 1346, 1349; nşr. Seyyid Hâşim en-Nedvî v.dğr., Haydarâbâd 1359/1940; nşr. Râtib Hâkimî, Humus 1386/1966; nşr. Abdülmu‘tî Emîn Kal‘acî, Halep 1403/1982). 5. Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, Aħbârü ehli’r-rüsûħ fi’l-fıķh ve’t-taĥdîŝ bi-miķdâri (nâsiħi ve’)l-mensûħ mine’l-ĥadîŝ (en-Nâsiħ ve’l-mensûħ mine’l-ĥadîŝ, er-Rüsûħ fî Ǿilmi’n-nâsiħ ve’l-mensûħ). M. Züheyr eş-Şâvîş ve Muhammed Ken‘ân (Beyrut-Dımaşk 1984), Muhammed İbrâhim Hifnî (Mansûre 1405/1984), Ebû Abdurrahman Mahmûd el-Cezâirî (Mekke 1988) ve Ali Rızâ Abdullah Ali Rızâ (Beyrut 1412/1992) tarafından neşredilmiştir.
Hüseyin b. Abdurrahman el-Ehdel eseri Ǿİddetü’l-mensûħ mine’l-ĥadîŝ adıyla ihtisar etmiş (Süleymaniye Ktp., Bağdatlı Vehbi Efendi, nr. 303), İsmail Akyüz de bazı ilâvelerle Türkçe’ye çevirerek Hadiste Nesh ismiyle yayımlamıştır (İstanbul 1997). Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî’nin bu konuda İǾlâmü ehli’l-Ǿilm bi-taĥķīķi nâsiħi’l-ĥadîŝ ve mensûħih adlı bir eseri daha vardır. Ahmed Abdullah ez-Zehrânî İǾlâmü’l-Ǿâlim baǾde rüsûħih bi-ĥaķāǿiķi nâsiħi’l-ĥadîŝ ve mensûħih adıyla eseri tahkik etmiştir (yüksek lisans tezi, 1397-1398, Câmiatü Melik Abdülazîz külliyyetü’ş-şerîa ve’d-dirâsâti’l-İslâmiyye). Kettânî, İbnü’l-Cevzî’nin bu konuda Tecrîdü’l-eĥâdîŝi’l-mensûħa isimli bir eserinden de söz etmektedir (er-Risâletü’l-müsteŧrafe, s. 80). 6. Ebû Hâmid Ahmed b. Muhammed er-Râzî, en-Nâsiħ ve’l-mensûħ fi’l-eĥâdîŝ. Muhtasar bir çalışma olup (Beyazıt Devlet Ktp., Bayezid, nr. 1085/2, vr. 164b-199a) Adnan Kudsi eser üzerinde yüksek lisans tezi hazırlamıştır (1988, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü). 7. Ca‘berî, Rüsûħu’l-aħbâr fî mensûħi’l-aħbâr. Büyük ölçüde Hâzimî’nin eserine dayanan bu kitap üzerinde Hasan Muhammed Makbûlî el-Ehdel doktora çalışması yapmış ve ardından eseri yayımlamıştır (San’a-Beyrut 1409/1988). 8. Sıddîk Hasan Han el-Kannevcî, İfâdetü’ş-şüyûħ bi-miķdâri’n-nâsiħi ve’l-mensûħ. Farsça olarak kaleme alınmıştır (Lahor 1900).
Hadiste nesih konusuyla ilgili olarak eser yazdığı kaydedilen, ancak çalışmalarının günümüze kadar gelip gelmediği bilinmeyen diğer müellifler de şunlardır: Ahmed b. Hanbel (İbnü’n-Nedîm, s. 285), Ebû Dâvûd es-Sicistânî (Şemseddin es-Sehâvî, III, 67; Kettânî, s. 80), Muhammed b. Osman el-Ca‘d eş-Şeybânî (Keşfü’ž-žunûn, II, 1920; Ziriklî, VI, 260), Kāsım b. Asbağ el-Kurtubî (Keşfü’ž-žunûn, II, 1920; Ziriklî, V, 173) ve Ebü’ş-Şeyh (Kettânî, s. 80).
Nesih konusu günümüzde neshi red veya ispat etmek üzere yapılan çalışmalarda da ele alınmaktadır. Abdülmüteâl Muhammed el-Cebrî, en-Nâsiħ ve’l-mensûħ beyne’l-iŝbâti ve’n-nefy adlı eserinde (Kahire 1961, 1987) Kur’an ve Sünnet’te nesih bulunmadığını savunmuş, Lâ Nesħa fi’s-sünne isimli kitabında ise (I-II, Kahire 1415/1995) üzerinde nesih cereyan ettiği bilinen hadisleri ele alarak sünnette neshin söz konusu olmadığını ispat etmeye çalışmıştır. Buna karşılık Muhammed Mahmûd Ferağlî, en-Nesħ beyne’n-nefyi ve’l-iŝbât’ında (Kahire 1396/1977) neshi kabul etmeyenlerin delillerini reddetmiş, Abdullah Mustafa el-Ureys de el-Edilletü’l-muŧmaǿinne Ǿalâ ŝübûti’n-nesħi fi’l-Kitâbi ve’s-Sünne’sinde (Beyrut 1400) hadiste neshin varlığını ispat etmeye çalışmıştır. Fâtıma Sıddîk Ömer Nücûm, Nesħu’l-Kitâb ve’s-Sünne bi’l-Kitâb ve’s-Sünne adıyla yüksek lisans tezi hazırlamış (1400, Ümmülkurâ Üniversitesi Şeriat Fakültesi [Mekke]), Abdullah b. Muhammed el-Hakemî en-Nesħ fi’s-sünneti’l-muŧahhara ve eşheru mâ śunnife fîh isimli yüksek lisans tezinde (1404, Câmiatü’l-imâm Muhammed b. Suûd külliyyetü usûlü’d-dîn [Riyad]) sünnette nesih konusunu ele alan eserleri tanıtmıştır. Ali Osman Koçkuzu da, Hadiste Nâsih Mensûh Meselesi adıyla bir doktora çalışması yapmıştır (1985).
BİBLİYOGRAFYA:
İbnü’n-Nedîm, Fihrist (Teceddüd), s. 285; Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, Aħbâru ehli’r-rüsûħ (nşr. Ali Rızâ Abdullah Ali Rızâ), Dımaşk-Beyrut 1412/1992, neşredenin girişi, s. 5-39; Şemseddin es-Sehâvî, Fetĥu’l-muġīŝ, Beyrut 1403/1983, III, 67; Keşfü’ž-žunûn, II, 1920; Ziriklî, el-AǾlâm, V, 173; VI, 260; VIII, 72; Kettânî, er-Risâletü’l-müsteŧrafe, s. 80; Mübârekfûrî, Muķaddimetü Tuĥfeti’l-aĥveźî (nşr. Abdurrahman M. Osman), Kahire 1386/1967, I, 292-294; Sezgin, GAS, I, 509-510; Ali Osman Koçkuzu, “Esrem”, DİA, XI, 436.
NAS
(النصّ)
Genelde, hüküm kaynağı olması yönüyle Kitap ve Sünnet’in ifadeleri anlamında, fıkıh usulünde lafzın açıklık düzeyini belirtmek üzere kullanılan bir terim.
Sözlükte “sözü sahibine kadar götürmek, bir şeyi açığa çıkarıp daha görünür hale getirmek için yukarı kaldırmak, bir şeyin son sınırına ulaşmak” gibi anlamlara gelen nas kelimesi İslâm ilimlerinde yaygın olarak iki anlamda terimleşmiştir. Bunlardan ilk akla geleni genel kullanımıdır ki Allah’ın ve Hz. Peygamber’in sözünü ifade eder. İkincisi fıkıh usulünde açıklık bakımından yapılan lafız ayırımında kullanılan anlamıdır.
1. Allah’ın ve Peygamber’in Sözü Anlamında Nas. İslâm ilimlerinde nas (çoğulu nusûs) denilince genellikle Kur’an ve Sünnet’in lafızları kastedilir. Kaynaklar sıralamasıyla ilgili anlatımlarda Kitap ve Sünnet yerine kısaca “nusûs” dendiği de olur. Nassın bu anlamdaki kullanımında âm-has, mutlak-mukayyet olması veya delâletinin zannîliği-kat‘îliği gibi hususlar söz konusu edilmeksizin dildeki bütün özellikleriyle lafız kastedilir. Günümüze ulaşan erken dönem fıkıh literatürü içinde Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî’nin eserlerinde de rastlanan bu kelimenin Şâfiî’nin eserlerinde sık sık geçtiği, hatta daha sonra belirgin hale gelecek teknik mânadaki nassı çağrıştıran kullanımlarının bulunduğu görülür (er-Risâle, s. 91, 106).
Bu anlamıyla nas vahyin metinsel verisi olduğundan teşrîin ve dinî bilginin temelini oluşturur; karşıtı genel olarak “ictihad”dır. İctihad, istidlâl ve kıyas gibi kavramlarla karşıt olarak zikredildiğinde nas Allah ve Peygamber’in sözünü, bu kavramlar da nasların akıl yoluyla açılımını anlatır. Mecelle’de, “Mevrid-i nasta ictihada mesağ yoktur” (md. 14) şeklinde ifadesini bulan genel anlayış da aklın nas karşısındaki pozisyonunu ve ictihadın alanını belirler. Nassın bulunduğu konularda ictihadın câiz olmayışı, nasların büsbütün ictihada kapalı olduğu değil nassın düzenlediği hususun nassa aykırı olacak bir şekilde alternatif bir düzenlemeye tâbi tutulmasının mümkün olmadığı anlamına gelir. Nitekim hemen bütün ictihadlar nas üzerinden yürütülür ve naslarla bağlantılıdır. Sünnî siyaset teorisinde imamın / halifenin seçimi nasla olmayıp ümmetin ictihadına bırakılmış bir mesele iken İsnâaşerî ve İsmâilî Şiî anlayışlarında imam nasla tayin edilir. Bu bağlamda nas terimi, Hz. Peygamber’in imam olacak kişiyi açıkça belirtmesini ve ondan sonraki imamların da kendilerinden sonrakini tayin etmesini ifade etmektedir.
2. Lafız Ayırımındaki Anlamıyla Nas. Hanefî usulcülerinin açıklık bakımından yaptıkları “zâhir, nas, müfesser ve muhkem” şeklindeki ayırım içinde nas terimi, mânasına açık bir şekilde delâlet eden ve kendisinden çıkarılan hüküm sözün asıl sevk sebebini teşkil eden, bununla birlikte te’vil, tahsis ve -vahiy süresi içinde- neshe kapalı bulunmayan lafzı ifade eder. Bu tasnifte nas açıklık yönünden müfesser ve muhkemden sonra, zâhirden önce gelir. İlk dönem Hanefî usulcülerinin tariflerindeki ortak noktayı şöyle ifade etmek mümkündür: Nas, sözün bağlamından anlaşılan bir karîne yardımıyla zâhire nisbetle daha fazla açıklık taşır ve bu durum lafzın sîgasından değil bizzat konuşandan kaynaklanır. Bunu açıklamak üzere Hanefî usul kitaplarında yaygın olarak verilen bir örnek Bakara sûresinin 275. âyetinde geçen, “Allah alım satımı helâl, ribâyı haram kıldı” ifadesidir. Bu sözden alım satımın helâlliği ve faizin haramlığı açık biçimde anlaşılmaktadır, yani usul terimiyle zâhirdir. Fakat söz bu anlamı bildirmek üzere sevkedilmiş
değildir, çünkü bu hükümler daha önceki âyetlerle bildirilmiştir. Sözün asıl sevk amacı, inkârcıların alım satımın da ribâ gibi sayıldığı iddiasını reddetmek ve bunların farklı şeyler olduğunu vurgulamaktır. Şu halde ifade alım satımla ribânın aynı şeyler olmadığı hususunda nastır. V. (XI.) yüzyılın sonlarına kadar zâhirin tanımında sözün sevk sebebi olmama şartı aranmazken bazı müteahhirîn Hanefî usulcüleri nas ve zâhiri ayırt etmek için bu şartı koşmaya başlamıştır (diğer bazı meselelerle birlikte bu konudaki tartışmalar için bk. M. Edîb Sâlih, I, 147-164).
Nassın hükmü te’vil, tahsis veya neshi Hakkında delil bulunmadıkça gereğince amel etmektir. Bu yönüyle zâhir gibi olmakla birlikte açıklık düzeyi bakımından ondan daha üstün olduğu için teâruz halinde nassın anlamına öncelik verilir. Meselâ çocuğun emzirilme süresiyle ilgili âyetlerden birinde, “Anneler çocuklarını tam iki yıl emzirir” (el-Bakara 2/233), diğerinde, “Çocuğun karında taşınması ve sütten kesilmesi otuz aydır” (el-Ahkāf 46/15) denmiştir. Birinci âyet, doğrudan ve özellikle emzirme süresini beyan için geldiğinden o konuda nastır. İkinci âyet ise emzirme süresi konusunda nas değil zâhirdir. Çünkü âyetin asıl sevkediliş amacı annenin çocuk üzerindeki Hakkını bildirmektir.
Mütekellimîn metoduna göre yazılmış usul eserlerinde ise açık lafızlar genellikle zâhir ve nas şeklinde ikiye ayrılır; te’vile açık olmayanlar nas (veya mübeyyen), açık olanlar zâhir diye isimlendirilir (Gazzâlî, I, 345, 384). Buna göre cumhurun terminolojisinde zâhir Hanefîler’deki zâhir ve nassa, nas da Hanefîler’deki müfessere tekabül etmektedir. Özellikle Fahreddin er-Râzî’den itibaren bir kısım usulcü tarafından muhkemin nas ve zâhiri kapsayan bir terim olarak kullanıldığı dikkate alındığında cumhurun müteahhirînine göre muhkemin Hanefîler’deki zâhir, nas ve müfesseri içine alan geniş kapsamlı bir terim olduğu söylenebilir.
Öte yandan Gazzâlî nas kavramının âlimler arasındaki üç farklı kullanımını şöyle açıklar: 1. Zâhir lafız anlamında. Zâhirin nas olarak adlandırılması Şâfiî’nin kullanımı olup kelimenin sözlük anlamına uygundur. Buna göre nassın tanımı zâhirin tanımı gibi olup “kendisinden, kesin olmaksızın zannı galiple bir mâna anlaşılan lafız” demektir. 2. Uzaktan yakından başka ihtimale açık olmayan lafız anlamında. En yaygın ve en tutarlı olanı budur. Meselâ “beş” lafzı böyledir; ne dörde ne altıya ne de başka bir sayıya ihtimali vardır. 3. Herhangi bir delilin desteklediği makbul bir ihtimalin söz konusu olmadığı lafız anlamında. Delilin desteklemediği ihtimal ise lafzı nas olmaktan çıkarmaz (a.g.e., I, 384-386; Karâfî’nin benzer gruplandırması için bk. Şerĥu Tenķīĥi’l-fuśûl, s. 36).
Mütekellimîn metodunu benimseyen birçok usulcü tarafından nassa örnek olarak has lafızların (sayı isimleri, özel isimler, tür ve cins isimleri) seçilmesi nas için özel sîga arama gayretinden kaynaklanır. Şâriin kastının bilinmesiyle ilgili olarak nas lafızda ilâve bir karîneye ihtiyaç olmaksızın dili bilmenin maksadı bilmeye yeterli olacağını, nas değil ihtimalli bir lafız söz konusuysa bazı hâricî karînelere ihtiyaç duyulacağını öne sürmelerinin sebebi de budur. Hanefîler ise nassı has lafıza indirgemenin yanlışlığına dikkat çekerek nassın özel bir sîgası olmadığını, lafzın nas olmasının sözü söyleyenin kastına bağlı olduğunu, bu yüzden has lafızlar gibi âm lafızların da nas haline gelebileceğini kabul etmişlerdir.
BİBLİYOGRAFYA:
et-TaǾrîfât, “nśś” md.; Tehânevî, Keşşâf, II, 1405-1409; Şâfiî, er-Risâle (nşr. Ahmed M. Şâkir), Kahire 1399/1979, s. 19, 83, 91, 106, 404, 478, 483, 501, 560, 576; İbn Düreyd, Cemheretü’l-luġa (nşr. Remzî Münîr el-Ba‘lebekkî), Beyrut 1987, I, 145; Bâkıllânî, et-Taķrîb ve’l-irşâd (nşr. Abdülhamîd b. Ali Ebû Züneyd), Beyrut 1413/1993, I, 340-341; İbn Fûrek, el-Ĥudûd fi’l-uśûl (nşr. Muhammed es-Süleymânî), Beyrut 1999, s. 140; Debûsî, Taķvîmü’l-edille (nşr. Halîl Muhyiddin el-Meys), Beyrut 1421/2001, s. 116-117; Ebü’l-Hüseyin el-Basrî, el-MuǾtemed (nşr. Halîl Muhyiddin el-Meys), Beyrut 1983, I, 295; Şerîf el-Murtazâ, eź-ŹerîǾa ilâ uśûli’ş-şerîǾa, Tahran 1376, I, 328; Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ, el-ǾUdde fî uśûli’l-fıķh (nşr. Ahmed b. Ali Seyr el-Mübârekî), Riyad 1414/1993, I, 138; İbn Hazm, el-İĥkâm, Beyrut 1985, I, 42; Ebû Ca‘fer et-Tûsî, el-ǾUdde fî uśûli’l-fıķh (nşr. M. Rızâ el-Ensârî el-Kummî), Kum 1417, I, 407; Hatîb el-Bağdâdî, el-Faķīh ve’l-mütefaķķih (nşr. İsmâil el-Ensârî), Beyrut 1400/1980; Bâcî, İĥkâmü’l-fuśûl fî aĥkâmi’l-uśûl (nşr. Abdullah M. el-Cübûrî), Beyrut 1989, s. 71-72; Ebû İshak eş-Şîrâzî, Şerĥu’l-LümaǾ (nşr. Abdülmecîd Türkî),
Beyrut 1408/1988, I, 449; İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî, el-Burhân fî uśûli’l-fıķh (nşr. Abdülazîm Mahmûd ed-Dîb), Mansûre 1997, I, 336; Pezdevî, Kenzü’l-vüśûl (Abdülazîz el-Buhârî, Keşfü’l-esrâr içinde, nşr. Muhammed el-Mu‘tasım-Billâh el-Bağdâdî), Beyrut 1417/1997, I, 123-130; Şemsüleimme es-Serahsî, el-Uśûl (nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgānî), Haydarâbâd 1372, I, 164-165; Gazzâlî, el-Müstaśfâ, Bulak 1324, I, 345, 384-386; Üsmendî, Beźlü’n-nažar fi’l-uśûl (nşr. M. Zekî Abdülber), Kahire 1412/1992, s. 269-272; İbn Rüşd el-Hafîd, eż-Żarûrî fî uśûli’l-fıķh (nşr. Cemâleddin el-Alevî), Beyrut 1994, s. 101-107; Nizâmeddin eş-Şâşî, el-Uśûl (nşr. M. Ekrem en-Nedvî), Beyrut 2000, s. 60-64; Şehâbeddin el-Karâfî, Nefâǿisü’l-uśûl fî şerĥi’l-Maĥśûl (nşr. Âdil Ahmed Abdülmevcûd - Ali M. Muavvaz), Mekke 1418/1997, II, 558, 629-630, 632-641; a.mlf., Şerĥu Tenķīĥi’l-fuśûl (nşr. Tâhâ Abdürraûf Sa‘d), Kahire 1993, s. 36; Muhammed b. Mahmûd el-İsfahânî, el-Kâşif Ǿani’l-maĥśûl fî Ǿilmi’l-uśûl (nşr. Âdil Ahmed Abdülmevcûd - Ali M. Muavvaz), Beyrut 1419/1998, V, 32-47; Habbâzî, el-Muġnî (nşr. M. Mazhar Bekā), Mekke 1403/1983, s. 125-129; Ebü’l-Berekât en-Nesefî, Keşfü’l-esrâr, İstanbul 1986, I, 141-154; Siğnâkī, Kitâbü’l-Vâfî fî uśûli’l-fıķh (nşr. Ahmed M. Hamûd el-Yemânî), Kahire 1423/2003, I, 279-297; Abdülazîz el-Buhârî, Keşfü’l-esrâr (nşr. Muhammed el-Mu‘tasım-Billâh el-Bağdâdî), Beyrut 1417/1997, I, 123-130; Sadrüşşerîa, et-Tavżîĥ fî ĥalli ġavâmizi’t-tenķīĥ (nşr. M. Adnân Dervîş), Beyrut 1998, I, 274-279; İtkānî, et-Tebyîn (nşr. Sâbir Nasr Mustafa Osman), Küveyt 1420/1999, I, 185-190; İbn Melek, Şerĥu’l-Menâr, İstanbul 1316, s. 98-99; İzmîrî, Ĥâşiye Ǿale’l-Mirǿât, İstanbul 1309, s. 397-402; Mecelle, md. 14; Ali Haydar, Dürerü’l-hükkâm, İstanbul 1330, s. 65-66; M. Edîb Sâlih, Tefsîrü’n-nuśûś fi’l-fıķhi’l-İslâmî, Beyrut 1404/1984, I, 142-226; Fadime Sarıbaş, Klasik Hanefî Fıkıh Usulünde Lafız-Anlam İlişkisi Bakımından Zahir ve Nass (yüksek lisans tezi, 2004), EÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; A. J. Wensinck - [J. Burton], “Naśś”, EI² (İng.), VII, 1029.
H. Yunus Apaydın
MAHMUD ESAD COŞAN.
14 NİSAN 1938.
13 SAFER 1357.
BAŞMAKALELER 1
İSLÂM DERGİSİ
BAŞMAKALELERİ.
M.ESAD COŞAN...
...
Tahrip çok kolay, daha kolaydır.
Risale- Nur külliyatı'ndaki
Âyet ve Hadis Meâlleri ve Me'hazleri.sy.303.
MÂRİFET
(المعرفة)
Allah ve O’nun sıfatları, fiilleri, isimleri ve tecellileri hakkında mânevî tecrübeyle doğrudan elde edilen bilgi anlamında bir tasavvuf terimi.
Sözlükte masdar olarak “bilmek, tanımak, ikrar etmek”, isim olarak “bilgi” anlamına gelen ma‘rifet (irfân) kelimesi ilimle eş anlamlı gibi kullanılmakla birlikte aralarında bazı farklar vardır. İlim tümel ve genel nitelikteki bilgileri, mârifet tikel, özel ve ayrıntılı bilgileri ifade eder. İlmin karşıtı cehil, mârifetin karşıtı inkârdır. Bu sebeple ilim kelimesi her zaman mârifetin yerini tutamaz.
İlk dönemlerden itibaren sûfîler, sûfî olmayan âlimlerin ulaştıkları bilgilerden farklı ve kendilerine has bir bilgiye sahip olduklarına inanmışlar, bu bilgiyi mârifet, irfan, yakīn gibi yine kendilerine has terimlerle ifade edip bunun için bazan ilim kelimesini de kullanmışlardır. Ancak ilim terimini mârifet anlamında kullandıklarında bunu tasavvufî terminolojiye ait bazı sıfatlarla niteleyerek “ledün ilmi, bâtın ilmi, esrar ilmi, hal ilmi, makam ilmi, fenâ-bekā ilmi, mükâşefe ve müşâhede ilmi” gibi tabirler oluşturmuşlar, bu tabirlerle mârifet dedikleri ilâhî esrar ve hakikatlere, nefsin niteliklerine, varlıkların durumuna ve gayb niteliğindeki bazı hususlara ilişkin bilgiyi kastetmişlerdir. Mârifetin mukaddimesinin ilim, ilimsiz mârifetin muhal, mârifetsiz ilmin vebal olduğuna inanan sûfîler mârifetin ledünnî bir ilim sayıldığı görüşündedir. Onlara göre bu ilimde vehmin tesiri bulunmadığından ismet (mâsumiyet, saflık) vardır; diğer ilimler ise vehmin etkisi altında oldukları için saf ve mâsum değildir.
Sûfîler, sülûk ile ve yaşanarak öğrenilen bu bilgilerin aynı konularda aklî istidlâl ve kıyaslarla yahut belli metinleri okumakla elde edilen bilgilerden daha üstün olduğuna inanırlar. Nitekim
f billâh, ehl-i irfân, âlim billâh” denir.
“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etmeleri için yarattım” (ez-Zâriyât 51/56) meâlindeki âyette geçen “ibadet etsinler” ifadesini sûfîler “beni tanısınlar” şeklinde yorumlamışlardır. Çünkü ibadet ibadet edilenin bilinmesine (mârifet) bağlıdır. Bilinmeyene ibadet edilmez, dolayısıyla mârifetsiz ibadetin bir anlamı yoktur. Sûfîlere göre, “Allah’ın, kalbini İslâm’a açtığı bir kimse rabbinden bir nur üzere değil mi?” (ez-Zümer 39/22); “Ey iman edenler! Eğer takvâ üzerinde olursanız O size bir furkan verir” (el-Enfâl 8/29) meâlindeki âyetlerde geçen “nur” ve “furkan” kelimeleri de mârifete işaret etmektedir. Sûfîlerin kutsî hadis olarak kabul ettikleri, “Ben bir gizli hazine idim, tanınmaya muhabbet ettim ve âlemi tanınmak için yarattım” ifadesi onlara göre âlemin yaratılış gayesinin muhabbet ve mârifetullah olduğunu göstermektedir. Bu sebeple bütün varlıkların fıtratında mârifet arzusu vardır.
Mutasavvıflara göre mârifet “kalbin Allah’la olan hayatı”, “Allah’ı sıfat ve isimleriyle tanıyanın niteliği”, “birbirini izleyen nurlarla Hakk’ın kalplere doğması”, “ilâhî bir na‘t / vasıf” (Serrâc, s. 56; Kelâbâzî, s. 63; Kuşeyrî, s. 601), “kalbe atılan bir nurla iç aydınlığa kavuşma hali”, “kalp gözüyle ilâhî gerçekleri görmek”tir. Bu tarifler söz konusu bilginin mahiyetini tanıtmaktan ziyade kaynağı, elde ediliş yolu ve biçimi, gerçekleşme şartları, güvenilirliği, çeşitleri, etkileri ve sonuçları gibi hususlarla ilgili olup bunların her biri mârifetin ayrı bir yönüne vurgu yapması bakımından önemlidir. Tarifler üzerinde düşünerek mârifet hakkında genel bir kanaat sahibi olmak mümkünse de bunun özüne nüfuz etmek sülûke ve mânevî tecrübeye bağlıdır. Tanınan, ama sözle tanıtılamayan bir bilgi, bir duygu ve bir aydınlanma hali olan mârifetin yakīn, zevk, vecd, fenâ, huzur gibi tasavvufî hallerle de yakın ilişkisi vardır. Mârifet konusundaki tariflerin yetersiz kalması ve bu yolda ilerleyen sûfîlerin gittikçe Hak’la ilgili bilinmezliklerin arttığını görmeleri onları, “Mârifet Hakk’ın bilinmeyeceğini bilmektir” deme noktasına ulaştırmıştır.
Mârifet Allah, insan ve âlemle ilgili kapsamlı bir bilgi olmakla beraber tasavvufta esas olan “mârifetullah” denen özel bilgidir. Âlem ve nefis hakkındaki mârifet ise Allah’ı tanımanın aracı olması bakımından değerlidir. Bu sebeple mârifetullah “Allah’ın zâtı, sıfatları, fiilleri ve isimleri hakkındaki bilgi” şeklinde tanımlanmıştır. Fakat Allah’ı bu şekilde tanımak da insanın kendini tanımasına (ma‘rifet
Mârifet Allah, insan ve âlemle ilgili kapsamlı bir bilgi olmakla beraber tasavvufta esas olan “mârifetullah” denen özel bilgidir. Âlem ve nefis hakkındaki mârifet ise Allah’ı tanımanın aracı olması bakımından değerlidir. Bu sebeple mârifetullah “Allah’ın zâtı, sıfatları, fiilleri ve isimleri hakkındaki bilgi” şeklinde tanımlanmıştır. Fakat Allah’ı bu şekilde tanımak da insanın kendini tanımasına (ma‘rifetü’n-nefs) bağlıdır. Nefsini bilen kimsenin rabbini bileceğini belirten hadis de (Süyûtî, el-Ĥâvî, II, 451-455; ed-Dürerü’l-münteŝire, s. 185) bunu anlatmaktadır. Ebû Saîd el-Harrâz aynı kavramı, “Nefsini bilmeyen rabbini bilemez” şeklinde ifade etmiştir. İnsanın nefsini bilmesi rabbini bilmesinin başlangıcı, rabbini bilmesi nefsini bilmesinin neticesidir; yani insan nefsinin sıfatlarında ârif olmadıkça rabbinin sıfatlarını idrak edemez.
Tasavvufî anlamıyla ilk defa mârifetten bahseden Zünnûn el-Mısrî’ye göre esasen Allah’ı tam olarak bilmek ve tanımak mümkün değildir. Bu sebeple Allah’ın zâtı hakkında tefekküre dalmak cehalettir. Mârifetin hakikati de hayretten ibarettir (Câmî, s. 29). Bâyezîd-i Bistâmî de Allah’ın zâtı hakkındaki mârifet iddiasını cehalet olarak nitelemiş ve, “Mârifetin hakikatine dair olan bilgi de hayrettir” demiştir (Sülemî, s. 74). Böylece Allah’ı tanımayı gaye edinen sûfîler en sonunda insan oğlunun O’nu tanımaktan âciz olduğu kanaatine varmışlardır. Ebû Saîd el-A‘râbî, Allah hakkındaki mârifetin insanın bu konuda bilgisizliğini itiraf etmesinden ibaret olduğunu söylemiş, Sehl b. Abdullah et-Tüsterî de, “Mârifet insanın Hak konusunda câhil olduğunu bilmesidir” demiştir (a.g.e., s. 230, 428). Mutasavvıflar Hz. Ebû Bekir’e atfettikleri, “Allah hakkında mârifet sahibi olmanın biricik yolu insanın O’nun hakkında mârifet sahibi olmaktan âciz olduğunu idrak etmesidir” sözünü (Serrâc, s. 57) bu konudaki düşüncelerinin temeli haline getirmişlerdir. Cüneyd-i Bağdâdî bu hususu, “Allah’tan başka Allah’ı tanıyan yoktur” cümlesiyle ifade etmiştir. Mutasavvıflar, “Onlar Allah’ı takdir edemediler” meâlindeki âyeti (el-En‘âm 6/91), “O’nu tam olarak tanıyamadılar” şeklinde anlamışlardır
Genellikle mârifet dille anlatılan ve öğretilen bir şey olmaktan çok susarak anlaşılan ve öğrenilen bir şeydir. Bundan dolayı Zünnûn el-Mısrî’nin, tasavvuf yoluna girmek isteyenlerin mârifet ehlinin yanında sükût etmelerini ve mârifet iddiasında bulunmamalarını tavsiye ettiği kaydedilmektedir (Sülemî, s. 26). Önemli olan sadece dilin değil nefsin ve zihnin de susması, Hak’tan başkasıyla meşgul olmamasıdır. Sükût tefekkürü temin ettiği ölçüde mârifet tahsil etmenin aracıdır.
Gazzâlî mârifeti, “Allah’ın kulunun kalbine attığı bir nurla kulun daha önce isimlerini bildiği şeyleri açık seçik görmesi” şeklinde tanımlamıştır (İĥyâǿ, I, 26-27). Buna göre mârifet sırf bir lutuf olarak Allah’ın kuluna verdiği bir ışıktır. Hz. Ali’nin, “Allah’ı Allah’la, O’ndan başkasını da O’nun nuru ile tanıdım” sözünün anlamı budur (Hücvîrî, s. 344). Allah kendisini kime tanıtırsa O’nu ancak o tanır (Kelâbâzî, s. 63). Cüneyd-i Bağdâdî tarife (tanıtma) ve taarrufa (tanınma) dayanan iki mârifetten bahseder. Taarruf Allah’ın kendisini, kendisiyle ilişkisi açısından da eşyayı kuluna tanıtması, tarif ise dış dünya (âfâk) ve iç dünya da (enfüs) kudretinin eserlerini ona göstermesidir (Fussılet 41/53). İlki havassın, ikincisi avamın mârifetidir. Taarruf Allah’ın lutfuyla O’nu doğrudan tanıma, tarif dolaylı olarak Hakk’ın kendisini kuluna tanıtmasıdır.
Sûfîlere göre Allah kullarına, “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” (el-A‘râf 7/172) şeklinde soru sorarak kendisini onlara ezelde tanıtmıştır. Bu anlamda mârifet ezelîdir. Dünyaya gelen insanlardan bir kısmı bu mârifeti itiraf, bir kısmı inkâr eder. Bundan dolayı Hakk’a dair mârifetin zaruri olduğunu ileri sürenler de olmuştur (Kelâbâzî, s. 65; Hücvîrî, s. 348)
Hak vergisi olan mârifetin artma ve eksilme kabul edip etmeyeceği tartışılmış, genellikle mârifetin açıklık ve kesinlik derecesini ifade eden yakīnin duruma göre artacağı veya eksileceği kabul edilmiştir (Hücvîrî, s. 348). Mârifetin en mükemmel şeklinde rivayet yoluyla bilinen dinî hususların hakikatleri kula zahmetsiz ve külfetsiz olarak gözle görülür gibi açık bir şekilde bildirilir. Bu bilginin elde edilmesinde kulun amelinin ve zâhir ilimlerine sahip olmasının hiçbir tesiri yoktur; doğrudan Hak’tan gelip bunda vehim, akıl ve düşüncenin dahli olmadığından nuru gayet parlaktır. Gazzâlî’nin hakiki mârifet ve yakīni müşâhede dediği, sıddîk ve mukarrebûn denilen yüksek seviyedeki dindarların mârifeti de budur (İĥyâǿ, I, 27;
cilt: 28; sayfa: 56
[MÂRİFET - Süleyman Uludağ]
III, 11, 15). Fakat herkesin mârifeti aynı seviyede olmadığından mârifetin çeşitli derecelerinden bahsedilmiştir. Hücvîrî Allah hakkındaki mârifetin biri ilmî, diğeri hâlî olmak üzere iki türünden söz eder. İlmî mârifet her şeyin temelidir. Çünkü cinler ve insanlar sırf Allah’ı tanımak için yaratılmıştır (ez-Zâriyât 51/56). Sûfîler, ilmî mârifet yanında “kulun Allah’a karşı tutum ve duruşunun sağlıklı olması” anlamında ikinci bir mârifetten bahsetmişler, bunun ilmî mârifetten daha faziletli olduğunu, zira sağlıklı bir halin daima sağlıklı bir ilmi gerektirmekle beraber sağlıklı bir ilmin her zaman sağlıklı bir hali içermediğini söylemişlerdir (Keşfü’l-maĥcûb, s. 342; Serrâc, s. 64).
Abdurrahman-ı Câmî’ye göre mârifetin dört mertebesi vardır. Sâlik birinci mertebede baktığı her şeyi Hak’la bağlantılı olarak görür; ikinci mertebede gördüğü her eserin Hakk’ın hangi sıfatıyla ilişkili olduğunu bilir; üçüncü mertebede Hakk’ın sıfatlarla tecelli etmesinin hikmetini kavrar; dördüncü mertebede ilâhî ilmi kendi mârifeti şeklinde algılar. Sâlik Hakk’a ne kadar yaklaşırsa mârifeti o kadar artar (Nefeĥât, s. 5). Sûfîler mârifetin her zaman kerâmetten daha faziletli olduğunu, abdestin bozulmasıyla kerâmetin zâil olacağını, bunun için daima abdestli bulunmak gerektiğini, buna karşılık gusle ihtiyaç halinde bile mârifetin âriften ayrılmadığını, çünkü kerâmetin amel, mârifetin Hakk’ın lutuf ve inayeti olduğunu söylemişlerdir.
Sûfîlerin, doğrudan Allah tarafından bahşedilen mârifetin nakil ve akıl yoluyla edinilen dinî bilgilerden daha üstün olduğunu söylemeleri bu bilgilerin önemsenmediği şeklinde anlaşılmaya müsaittir. Bunun farkında olan sûfîler mârifetin nakil ve akıl yoluyla elde edilen bilgileri geçersiz kılmadığını ve onların değerini azaltmadığını ifade etmiş, aksine mârifetin sağlıklı ve geçerli olması için Kur’an’a ve hadise aykırı düşmemesini şart koşmuşlardır. Zünnûn el-Mısrî mârifet nurunun takvâ nurunu söndürmemesi, zâhirî ilme aykırı düşen bâtınî bir ilimden söz edilmemesi ve ilâhî lutufların Allah’ın mahremiyet perdelerini yırtmaya sebep olmaması gerektiğini söylemiştir. Ebû Saîd el-Harrâz, zâhirî ve şer‘î hükümlere aykırı düşen bütün bâtınî bilgileri ilke olarak geçersiz saymış, Ebû Süleyman ed-Dârânî mârifetin sağlıklı olduğuna Kur’an ve hadisin şahitlik etmesini şart koşmuş, Cüneyd-i Bağdâdî sadece Kur’an ve Sünnet çerçevesindeki mârifetin geçerli olduğunu vurgulamıştır (Kuşeyrî, s. 86, 107, 129, 608). Buna rağmen İslâm’dan önce mevcut olan gnostisizm (irfâniyye) akımı hıristiyan ilâhiyyâtı için olduğu gibi İslâm için de tehlike oluşturmuştur. Gnostikler gibi, ilâhî sır ve hakikatlerin sülûk ve riyâzet neticesinde hâsıl olan ilhamla bilineceğini, bu yolla elde edilen bilgilerin naslarda verilen bilgilerden üstün olduğunu, hatta irfan sahibi âriflerden ibadet etme yükümlülüğünün düşeceğini savunan görüşlere müslüman toplumlarında da rastlanmıştır. “Sana yakīn gelinceye kadar rabbine ibadet et” meâlindeki âyeti (el-Hicr 15/99) bu yönde yorumlayanlar vardır (Gazzâlî, İĥyâǿ, III, 393). Hücvîrî, “ehl-i ilhâm” ve “ilhâmiyye” dediği bu akımın mensuplarını eleştirerek tasavvuftaki mârifet ve irfanın bu akımla
l-i ilhâm” ve “ilhâmiyye” dediği bu akımın mensuplarını eleştirerek tasavvuftaki mârifet ve irfanın bu akımla ilgisi bulunmadığını, zira mârifetin hidayetten kaynaklanan şer‘î ve nebevî bir bilgi olduğunu belirtmiştir (Keşfü’l-maĥcûb, s. 347). Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî, Abdülkerîm b. Hevâzin el-Kuşeyrî ve Gazzâlî gibi sûfîler de söz konusu tehlikeye dikkat çekmişlerdir (ayrıca bk. BİLGİ; İLİM).
BİBLİYOGRAFYA:
Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “Ǿarf” md.; Tehânevî, Keşşâf, II, 996; Hâris el-Muhâsibî, el-Veśâyâ, Beyrut 1406/1986, s. 88, 279; Hakîm et-Tirmizî, Ħatmü’l-evliyâǿ (nşr. Osman İsmâil Yahyâ), Beyrut 1965, s. 482, 569; Serrâc, el-LümaǾ, Kahire 1966, s. 56, 57, 63, 64, 239, 531, 538; Kelâbâzî, et-TaǾarruf, s. 63, 65, 66, 132; Ebû Tâlib el-Mekkî, Ķūtü’l-ķulûb, Kahire 1961, I, 262, 285, 339, 364; II, 168-179; Sülemî, Ŧabaķāt, Kahire 1949, s. 26, 74, 230, 428, 559, 561; Kuşeyrî, er-Risâle (nşr. Abdülhalîm Mahmûd), Kahire 1966, s. 26, 47, 86, 107, 129, 141, 601, 604, 608; Hücvîrî, Keşfü’l-maĥcûb, s. 341-354; Herevî, Ŧabaķāt, Tahran 1351, s. 47, 639; Gazzâlî, İĥyâǿ, Kahire 1939, I, 26-27; III, 2-25, 393; IV, 301, 399; a.mlf., el-Maķśadü’l-esnâ, Kahire 1322, s. 22-32; a.mlf., Mişkâtü’l-envâr (nşr. Ebü’l-Alâ el-Afîfî), Kahire 1383/1964, s. 51, 76; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, II, 205-209; Ferîdüddin Attâr, Teźkiretü’l-evliyâǿ, Tahran 1346 hş., s. 94, 892; İbnü’l-Arabî, el-Fütûĥât, II, 152, 189; a.mlf., Fuśûś (Afîfî), s. 69; a.mlf., Kitâbü’l-MaǾrife (nşr. Saîd
ütûĥât, II, 152, 189; a.mlf., Fuśûś (Afîfî), s. 69; a.mlf., Kitâbü’l-MaǾrife (nşr. Saîd Abdülfettâh), Beyrut 1993; Şehâbeddin es-Sühreverdî, ǾAvârifü’l-maǾârif, Beyrut 1966, s. 538-542; Mevlânâ, Mesnevî, İstanbul 1974, IV, 151; Kâşânî, Leŧâǿifü’l-iǾlâm (nşr. Saîd Abdülfettâh), Kahire 1996, II, 32; İbn Kayyim el-Cevziyye, Medâricü’s-sâlikîn, Kahire 1403/1983, III, 349, 385; İbnü’l-Hatîb, Ravżatü’t-taǾrîf, Beyrut 1983, s. 234-418, 504; Haydar el-Âmülî, CâmiǾu’l-esrâr, Tahran 1979, s. 80, 473; Câmî, Nefeĥât, Tahran 1370, s. 5, 7, 29; Süyûtî, el-Ĥâvî li’l-fetâvî, Beyrut, ts. (Dârü’l-kitâbi’l-Arabî), II, 451-455; a.mlf., ed-Dürerü’l-münteŝire (nşr. Muhammed b. Lutfî es-Sabbâğ), Riyad 1403/1983, s. 163, 185; Ankaravî, Minhâcü’l-fukara, Bulak 1256/1840, s. 264; Ebü’l-Bekā, el-Külliyyât, Bulak 1253, s. 246, 349; İbrâhim Hakkı Erzurumî, Ma‘rifetnâme, İstanbul 1310, s. 385; Ebü’l-Alâ el-Afîfî, et-Taśavvuf ŝevretün rûĥiyye fi’l-İslâm, Kahire 1963, s. 92, 246, 253; Abdülmuhsin el-Hüseynî, el-MaǾrife Ǿinde’l-Ĥakîm et-Tirmiźî, Kahire, ts.; Saîd Bâsîl, Menhecü’l-baĥŝ Ǿani’l-maǾrife Ǿinde’l-Ġazzâlî, Beyrut, ts. (Dârü’l-kitâbi’l-Lübnânî), s. 230-234; Ahmet Avni Konuk, Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi (haz. Mustafa Tahralı), İstanbul 1992, s. 20, 170, 354-356; Hasan Bezûn, el-MaǾrife Ǿinde’l-Ġazzâlî, Beyrut 1997, s. 203, 234; Gerhard Böwering, “Erfān”, EIr., VIII, 551; İlhan Kutluer, “İlim”, DİA, XXII, 112; Ömer Mahir Alper, “İrfâniyye”, a.e., XXII, 445-446.
Süleyman Uludağ
MA‘RİFET-i NEFS
(معرفة النفس)
Kişinin kendini bilmesi anlamında bir tasavvuf, ahlâk ve felsefe terimi.
Sözlükte “bilme, tanıma” anlamındaki ma‘rifet ile nefs kelimelerinden oluşan ma‘rifet-i nefs (ma‘rifetü’n-nefs) terkibi felsefede zihnin varlığı kavrama sürecinin, ahlâkta insanın ruhunu kötü huylardan arındırıp üstün meziyetlerle donanarak kemale ulaşma gayretinin, tasavvufta Hakk’ın bilgisine ulaşma çabasının başlangıcı olarak gösterilmiştir. Ya‘kūb b. İshak el-Kindî, Risâle fî ĥudûdi’l-eşyâǿ ve rüsûmihâ adlı felsefe terimleri sözlüğünde eski filozofların (kudemâ) felsefe hakkındaki tanımlarını altı noktada toplamış, bunlardan birini de “insanın kendini tanıması” şeklinde özetlemiştir. Çünkü insanın kendi varlığı cisim (beden) ve nefisten (ruh) ibaret olup Kindî’ye göre kendinde bu iki temel varlık kategorisini tanıyan kişi, bu şekilde madde ve ruhtan ibaret olan dış dünyayı da tanıma imkânına ulaşmış olacaktır. Hukemânın insana “küçük âlem” demesinin sebebi de budur.
İslâm ahlâk literatüründe ma‘rifet-i nefs insanın kendi ruh dünyasının ahlâkî boyutunu, karakter yapısını, ahlâka temel oluşturan güçlerini, yeteneklerini ve zaaflarını tanımasını ifade etmekte, bu çaba ahlâkî eğitim ve gelişmenin, yani kişinin ruhunu kötü huylardan arındırıp erdemlerle bezemesinin ilk şartı olarak görülmektedir. Bu sebeple İbn Miskeveyh’in Tehźîbü’l-aħlâķ’ı, Mâverdî’nin Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn’i, Râgıb el-İsfahânî’nin eź-ŹerîǾa ilâ mekârimi’ş-şerîǾa’sı gibi sistematik ahlâk kitaplarının çoğu insanın ahlâkî yapısını ve karakterini tanımasına yardımcı olan bilgilerle başlar. Nitekim İbn Miskeveyh, kitabının ilk satırlarında eseri yazmaktaki gayesini
“kendimize hepsi de güzel olan fiillere kaynaklık edecek bir ahlâk kazandırma” şeklinde özetledikten sonra bunun yolunu da “öncelikle nefsimizin ne olduğunu ve nasıl bir şey olduğunu, bizde niçin var kılındığını, nefsin güçlerinin ve yeteneklerinin neler olduğunu bilmek” şeklinde göstermiş, ardından “İnsan Nefsinin Tanıtılması” başlığı altında konuyu ayrıntılı biçimde incelemiştir.
İnsan merkezli bir bilgi teorisini esas alan tasavvufî düşüncede insanın kendini tanıması temel ilkedir. Sûfî nefsi hakkında edindiği bilgiden hareket ederek Hakk’ın bilgisine ulaşır. İnsanın Hakk’a dair bilgisi nefsine dair bilgisi ölçüsünde olduğundan Hakk’ı daha iyi bilmesi için nefsini / kendini daha iyi bilmesi gerekir. Tasavvufta Hakk’a dair bilgiye “ma‘rifet-i Hak” (ma‘rifetullah), sâlikin kendine dair bilgisine de “ma‘rifet-i nefs” denir. Ebû Saîd el-Harrâz’ın, “Nefsinde olanı bilmeyen rabbini nasıl bilebilir” sözü (Sülemî, s. 231) daha sonra, “Nefsini bilen rabbini bilir” şeklinde tasavvufî bir vecizeye dönüşmüş ve zamanla hadis olarak literatüre geçmiştir (Aclûnî, II, 262).
Sûfîler, insanın kendini bilmesinin önemine bazı âyetlerde işaret edildiğine kanidirler. “İnsanlara âfâkta ve nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki onun hak olduğu onlara âşikâr olsun” (Fussılet 41/53); “İnancı tam olanlar için yeryüzünde âyetler vardır, nefislerinizde de öyle, görmüyor musunuz?” (ez-Zâriyât 51/21) meâlindeki âyetler bunlara örnektir. Bu âyetlerdeki işaretlerden hareket eden sûfîler Hak Teâlâ’nın âfâkta ve enfüste, yani dış ve iç âlemde tecelli ettiğini ifade eder, ancak iç âlemdeki âyet ve tecellilerin daha açık ve daha kesin olduğunu kabul ederler. Bu bakımdan insanın kendi mahiyeti üzerinde düşünerek kendi varlığı, hayatının anlamı ve gayesi hakkında sorular sorup cevap araması kendisi hakkında bilgi sahibi olmasını sağlar ve bu bilgi onu Allah’a götürür. Mutasavvıflar, Allah’ın insanın iç âleminde daha açık şekilde tecelli ettiğine inandıklarından Hakk’ı en iyi bilmenin ve tanımanın yolu olarak insanın özünü tanımasını göstermişlerdir. Dış âlemden Allah’a ulaşmaya “seyr-i âfâkî”, iç âlemden ulaşmaya “seyr-i enfüsî” diyen mutasavvıfların tercih ettiği yol ikincisidir (İmâm-ı Rabbânî, II, 60-69).
Nefisle Allah arasındaki ilişkiye hem olumlu hem olumsuz yönden bakılır. Önce olumlu sıfatlar Allah’a, olumsuzlar nefse nisbet edilir. Nefsi fâni, zelil, zalim, cahil ve cimri olarak bilmek Allah’ı bâki, aziz, âdil, alîm ve cömert olarak tanımak anlamına gelir. Allah’ı rab olarak bilmenin şartı nefsi kul olarak tanımaktır. Öte yandan adalet, ilim, merhamet ve cömertlik gibi sıfatlar Allah ile insan arasında ortaktır. Aradaki fark bunlardan Allah’a nisbet edilenlerin tam ve mükemmel, insana ait olanların eksik olmasıdır. Aslında kuldaki bu tür sıfatlar da Allah’ın ona bir lutfudur. Esas itibariyle kötülüğü emreden nefisten iyi bir şey gelmeyeceği için, “Sana gelen iyi şey Allah’tan, kötü şey nefsindendir” buyurulmuştur (en-Nisâ 4/79). İnsandaki güzel ahlâkın kaynağı da nefis değil Allah’tır. Buna göre güzel huyların kaynağını bilmek insanı Allah’ı tanımaya götürür (Gazzâlî, İĥyâǿ, III, 399). İnsan Allah’ın halifesi olduğundan O’nun sıfatı insanın da sıfatıdır. O, mutlak olarak ihtiyaçsız bir varlık iken insan her an O’na muhtaçtır. Bu hususu bilen kimse O’nu da bilir ve tanır (İbnü’l-Arabî, el-Fütûĥât, I, 375; II, 394, 749; Fuśûś, s. 69, 91). İnsanı küçük âlem, âlemi büyük insan olarak niteleyen mutasavvıflar insanla âlem arasında ortak yönler ve benzerlikler tesbit etmişlerdir. Bu bakımdan insanın kendini bilmesi âlemi ve hemcinsini tanıması anlamına da gelir (İbrâhim Hakkı Erzurûmî, s. 222-225).
İnsanın maddî ve dış âlemden çok kendini tanıması gerektiği hususuna genellikle bütün dinlerde, özellikle mistik ekollerde dikkat çekilmiş, bazı filozoflar da bu hususu vurgulamışlardır. Sokrat’ın Delf Mâbedi’ndeki, “Kendini bil” sözü mutasavvıfları da etkilemiştir. Yûnus Emre’nin, “İlim ilim bilmektir / İlim kendin bilmektir / Sen kendini bilmezsin / Ya nice okumaktır”; Hacı Bayrâm-ı Velî’nin, “Bayram özünü bildi / Bileni anda buldu / Bulan ol kendi oldu / Sen seni bil sen seni” gibi mısralarında tasavvufun bu görüşü özlü bir şekilde dile getirilmiştir
BİBLİYOGRAFYA:
Hâris el-Muhâsibî, er-RiǾâye li-ĥuķūķıllâh (nşr. Abdülkādir Ahmed Atâ), Kahire 1970, s. 385, 393; Kindî, Resâǿil (nşr. M. Abdülhâdî Ebû Rîde), Kahire 1398/1978, s. 122-123; Hakîm et-Tirmizî, Edebü’n-nefs, Kahire 1947, tür.yer.; İbn Miskeveyh, Tehźîbü’l-aħlâķ (nşr. İbnü’l-Hatîb), Kahire 1398, s. 28; Gazzâlî, İĥyâǿ, Kahire 1939, III, 399; a.mlf., el-Maķśadü’l-esnâ, Kahire 1322, s. 30; Sülemî, Ŧabaķāt, s. 231; İbnü’l-Arabî, el-Fütûĥât, Kahire 1293, I, 375, 394; II, 249, 394, 749; a.mlf., Fuśûś, Kahire 1947, s. 69, 91, 92; Necmeddîn-i Dâye, Mirśâdü’l-Ǿibâd, Tahran 1352, s. 98; İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, İstanbul 1277, II, 60-69; Aclûnî, Keşfü’l-ħafâǿ, II, 262; İbrâhim Hakkı Erzurumî, Ma‘rifetnâme, İstanbul 1310, s. 222-225, 385
Sayfa: 131
1. Peygamberlerden bazıları ses işitirlerdi. Bununla tebliğe memur edilirlerdi. Bir kısmı rüyada (tebliği) alır, bir kısmının da kalb ve kulaklarına yerleşirdi. Bana ise Cebrail (a.s.) gelir, şifahen tebliğini yapar, sizden birinizin gelib arkadaşları ile konuşması gibi.
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
2. Bu beş vakit farzı cemaatle kılmaya devam eden kimse, sırat köprüsünü ilk geçenleren olur ve onu şimşek gibi geçer. Allah, o kimseyi sâbıkların ilk zümresinde haşreder, namazına devam ettiği her gün ve gece içinde bin şehid sevabı alır.
Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
3. Sözün içinde, büyü hükmünde sözler vardır. Şiirlerin içinde de hikmet vardır.
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
4. Bir meclisin baş köşesinden aşağısına razı olmak, Allah için tevazudan sayılır.
Ravi: Hz. Talha (r.a.)
5. Sözün içinde büyü gibi tesir edeni vardır. Sizden biriniz bir kardeşinden bir hacetini talep ettiğinde, söze onu medh ile başlamasın. Ki onun sırtını kesmiş olmasın.
Ravi: Hz. İbni Mes'ud (r.anhüma)
6. Söz içinde büyü, şiir içinde de hikmet ifade eden sözler vardır. Talebi ilim içinde de cehl ifade eden şeyler vardır. (Müneccimlik v.s öğrenmek gibi) Öyle sözler de vardır ki, dinlemeyi istemiyen kimseye söylenmiş olur.
Ravi: Hz. Ali (r.a.)
7. Buğdaydan da, arpadan da, kuru üzüm ve baldan da içki olur. Ne ki sarhoş eder, o haramdır. Onlardan sizleri nehyederim.
Ravi: Hz. Numan İbni Beşir (r.anhüma)
8. Günahların içinde öyleleri vardır ki, onları ne namaz, ne oruç ne de hac ve zekat paklar. Onları geçim hususunda çekilen sıkıntılar paklar.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)
9. Salih zevce, elverişli ev, binmeye uygun bir hayvan saadetten maduttur. Fena zevce, fena ev ve fena binek de şekavetten maduddur. (Bunlar dünyevi, fakat ahirete de tesiri vardır)
Ravi: Hz. Saad İbni Ebi Vakkas (r.a.)
10. Her istediğini yemekliğin israftan sayılır.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)
11. Öyle insan vardır ki, hayrın anahtarıdır ve şerrin üstüne kiliddir. Bir kısmı da şerri açarlar ve oldukları yerde şer yaparlar. Ne mutlu o kimseye ki, hayrın anahtarı onun elindedir. Veyl o kimseye ki, şerrin anahtarı onun elindedir.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)
12. Namaz kılanlar içinde öyle adam var ki, namazı (huzurla) tam kılar. Onlardan namazı yarım kılan, çeyrek kılan, beşte bir, altıda bir, yedide bir, sekizde bir, onda bir kılan da vardır.
Ravi: Hz. Ammar (r.a.)
Sayfa: 132
1. Camilere çocukların musallat oluşu Allah'ın gadabının alametidir. Nehyedilseler bile onlar musallat olacaklardır.
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
2. Allah'ın yarattıklarına benzetenler (canlı resmi ve heykeli yapanlar) kıyamet gününde en şiddetli azaba uğrıyacak kimselerden olurlar.
Ravi: Hz. Âişe (r. anha)
3. Hıyanetin en büyüğü, bir valinin kendi râiyesinde ticaret yapmasıdır. (Mevkiini kazanç vesilesi yapması)
Ravi: Hz. Ebul Esvedin dedesi (r.a.)
4. Hırsızların hırsızı, Emirin lisanını çalan kimsedir. (Emire nüfuz edip onun yularını eline alma) Hataların en büyüğü, bir müslüman malını haksız yere almaktır. Hasta ziyareti güzel işlerdendir. Ziyaretin tamamlanması da elini onun üzerine koyman ve nasıl olduğunu sormandır. Şefaatin efdali ise dargın evlilerin arasını bulmaktır. Dondan önce gömleği giymek (uzun gömlek olmalı) Peygamber giyimindendir. Dua ederken aksırmak ise duanın kabulunun işaretlerindendir.
Ravi: Hz. Ebû (r.a.)hen (r.a.)
5. Malın meydan alması, katiplerin artması, ticaretin çoğalması, cehlin yayılması, insanın ticareti, "Falan kimselerden izin almadıkça olmaz" şeklinde yapması, müstakil bir mahalde katib bulunmaması (ticaretin çokluğundan yazmıya vakti olan adam bulunmaz) kıyamet alametlerindendir.
Ravi: Hz. Amr İbni Tuğlabe (r.a.)
6. İlmin kaldırılması, cehlin artması, zinanın alenileşmesi, içkilerin meydan alması, erkeklerin gidip kadınların kalması, hatta elli kadına bakan bir erkek kalıncaya kadar erkeklerin azalması, kıyamet alametlerindendir.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)
7. Mamur yerlerin harabe olması, harabe yerlerin imar edilmesi, cihadın terki, devenin pervasızca otlaması gibi bir adamın da elindeki emanetten faydalanması, kıyamet alametlerindendir.
Ravi: Hz. Atiyye (r.a.)
8. Kişinin nerede olursa olsun. Allah'ı unutmaması imanının efdal olmasıdır.
Ravi: Hz. Ubâde İbni Samid (r.a.)
9. Cennetten bir kamçılık yer dünya ve içindekilerden hayırlıdır.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)
10. Cin taifesinin mü'minlerine de sevap vardır. Denildi ki: "Sevabları nedir?" Buyurdu ki: Onlar Â'rafta olurlar Cennette olmıyacaklar, "Â'raf nedir?" diye soruldu. Buyurdu ki, Cennet duvarıdır. Orada nehirler akar, ağaç ve meyvalar biter.
Ravi: Hz. Kays (r.a.)
Sayfa: 133
1. Peygamberlerden biri Allah'a zafiyetten şikayet etti. Allah (z.c.hz) de yumurta yemesini emretti.
Ravi: Hz. Ebû Rebil (r.a.)
2. Ehline, çocuğuna, hizmetçisine yaptığın harcama sadakadır. Öyle ise onlara eza yaparak bu nafakayı başlarına kakma.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)
3. Bu öyle bir gündür ki (arefe günü) bir kimse, kulağına, eline, gözüne ve diline sahip olursa geçmiş günahları afvolur.
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
4. Bu öyle bir gündür ki (arefe günü) bir kimse, kulağına, eline, gözüne ve diline sahip olursa geçmiş günahları afvolur.
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
5. Bu Adem (a.s.)'ın kadınlarının takdiridir. Hac usulünün hepsini yap. Tavafı sonra yaparsın. (hac günü Hz. Aişe validemizde kadınlık hali zuhur etmesi üzerine.)
Ravi: Hz. Âişe (r. anha)
6. Bu para, pul sizden evvelkileri mahvettiği gibi sizleri de mahvedebilir.
Ravi: Hz. İbni Mes'ud (r.anhüma)
7. Bu Kur'an, hoşlanmıyan için gayet zordur. Ona ısınana ise gayet kolay gelir. Hadisime gelince, hoşlanmıyan için gayet zor, tâbi olan içinse gayet kolaydır. Bir kimse benim hadisimi dinler, hemen hıfz eder ve tatbik ederse mahşerde Kur'anla haşrolur. Hadisime ehemmiyet vermiyen ise Kur'anı hor görmüş olur. Kim de Kur'anı hor görürse dünya ve ahirette hüsrana düşer.
Ravi: Hz. Ebû Mûsa (r.a.)
8. Bu ümmet rahmete mazhar olmuştur. Bunların azabı dünyada ve birbirlerindendir. Kıyamet günü müslümanlardan her biri için müşriklerden bir kimse ayrılır ve şöyle denir: "İşte bu senin Cehennemden fidyendir."
Ravi: Hz. Enes (r.a.)
9. Bu ümmet kabirlerinde ibtilaya uğrar. Eğer birbirlerinizi defnetmiyeceğinizden korkmasaydım, kabir azabından duyduğumu sizede duyurması için Allaha dua ederdim. Cehennem azabından Allaha sığının, kabir azabından da Allah'a sığının. Gizli ve açık fitnelerden de Allah'a sığının. Deccal'ın fitnesinden de Allaha sığının.
Ravi: Hz. Zeyd İbni Sabit (r.a.)
10. Bu ortaya konan sizin ganimetlerinizdendir. Bundan sizinle birlikte olan hissem hariç. Benim için helal olan bir şey yoktur. Ancak humus (beşte biri) müstesna. Beşte bir de size dönecektir. İplik ve iğne de olsa ödeyin. Bundan az veya çok da olsa getirin, verin, aldatmayın. Zira aldatma dünya ve ahirette aldatan için ateş ve ardır. Allah'ın emrine muhalif olanlarla yakınınız bile olsa, mücadele edin. Allah yolunda kınayanın kınamasına aldırış etmeyin. Gerek hazarda, gerek seferde Allah'ın hududunu yerine getirin. Allah yolunda mücadele edin. Zira cihad, Cennet kapılarından büyük bir kapıdır. Ve cihad sebebiyle Allah insanı hem ve gamdan kurtarır.
Ravi: Hz. Ubâde (r.a.)
"Mutlak zaman insan algısına açık değildir," şeklinde bir ekleme yapmak zorunda kaldı.Kendisini bu ikilemden kutarmak için Tanrı'nın varlığına sığındı: "Tanrı her zaman vardır ve her yerdedir....
Eınsteın.
Yaşamı ve Evreni.sy.125,126.
Sayfa: 134
1. Bu kalbler, kendisine suyun değdiği zaman demirin paslanması gibi, paslanırlar. Denildi ki: "Ya Resulallah onların cilası nedir?" Buyurdu: Ölümü çok hatırlamak ve Kur'an okumak.
Ravi: Hz. İbni Ömer (r.anhüma)
2. Ye'cüc ve Me'cüc Adem (a.s.)'ın sulbündendir. Şayet onlar insanlar üzerine gönderilirse insanların yaşayışlarını ifsad ederler. Onlardan hiç kimse geride bin veya daha fazla zürriyet bırakmadıkça ölmez. O Ye'cüc ve Mec'cücün arkasından üç ümmet daha olacaktır. Te'fil, Te'ris ve Mensek.
Ravi: Hz. İbni Amr (r.anhüma)
3. Zekeriya (a.s.)'ın oğlu Yahya (a.s.) Allah'tan niyaz etti ve dedi ki: "Ya Rabbi, beni insanların diline dolama." Allah Teala ona vahyetti ki: "Ya Yahya, ben onu kendime yapmadım. Onu sana nasıl yapayım? Oku kitabı ezeliyi, orada bulacaksın. Yahudiler dediler ki; Üzeyir Allah'ın oğludur. Nasraniler de Mesih Allah'ın oğludur dediler. Allah'ın eli bağlıdır (veremez) dediler de dediler." Yahya (a.s.) Ya Rabbi beni mağfiret et. Bir daha böyle istekte bulunmam" dedi.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)
4. Riyanın azı da şirktir. Kim Allahın bir dostuna düşmanlık ederse, Allah'a harp açmış olur. Muhakkak ki, Allah, Ebrar, Etkiya ve Ahfiyayı sever. Onlar öyle kimselerdir ki: gözden uzak olunca aranmazlar. Hazır bulundukları zaman çağrılmazlar ve tanınmazlar. Bunlar hidayet nurlarıdır. Ve karanlık yerlerden çıkarlar.
Ravi: Hz. Muaz (r.a.)
5. Pazartesi ile Perşembe günleri Allah müminleri afv ve mağfiret eder. Yalnız araları açık olanları barışıncaya kadar, geri bırakır.
Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
6. Cuma günü ve Cuma gecesi yirmi dört saattir. Onlardan hiç bir saat yoktur ki, Allah teala, o saatte ateşi hak etmiş altıyüz kişiyi azad etmesin.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)
7. Biz müşriklere karşı müşriklerden yardım istemeyiz.
Ravi: Hz. Hubeyde (r.a.)
Sayfa: 135
1. Biz müşriklerden bir şey kabul etmeyiz. Istersem para ile alırım.
Ravi: Hz. Hakim İbni Hizam (r.a.)
2. Biz Peygamberler topluluğuyuz. Bizim için belalar, ecirler gibi, kat kat verilir. Peygamberlerden bazılarına bitler, onu öldürünceye kadar, musallat olurdu. Onlar, belalardan, sizin rahatlıktan hoşlandığınız gibi hoşlanırlar.
Ravi: Hz. Ebû Said (r.a.)
3. Biz öyle bir Ehli Beytiz ki, Allah Bizlere dünyayı değil, ahireti nasib etti. Benden sonra ehli Beytim, bela şiddet ve tarda maruz kalacaklar. Doğu tarafından siyah bayraklılar gelinceye kadar. Bunlar mal istiyecek, kendilerine mal verilmeyecek. Bunlar döğüşecekler, sonra geri çekilecekler, istedikleri kendilerine verilecek, fakat kabul etmiyecekler ve onu, ismi ismime, babasının adı, babamın adına uyan, Ehli Beytimden bir kimseye teslim edecekler. O (Mehdi) arza sahib olur. Ve kendisinden önce baskı ve zulümle dolu olan arzı, doğruluk ve adaletle doldurur. Sizden veya sonra gelenlerden birisi ona yetişirse, kar üzerinde sürünerek dahi olsa, gelsin ona katılsın. Muhakkak ki onlar hidayet sancaklarıdır.
Ravi: Hz. İbni Mes'ud (r.anhüma)
4. Sen ve cemaatin Cennettedir. Bir kavim gelecektir ki, kendilerine (Rafızı) denecektir. Onlara rastlarsanız öldürün. Zira müşriktirler.
Ravi: Hz. Ali (r.a.)
5. Siz kıyamet gününde isimleriniz ve babalarınızın isimleri ile çağrılırsınız. (Filan oğlu filan) diye. Onun için güzel isimler takının.
Ravi: Hz. Ebud Derda (r.a.)
6. Yarın düşmanla karşılaşacaksınız. Parolanız "Ha mim Lâ yunsarûn" olsun.
Ravi: Hz. Bera (r.a.)
7. Siz Rabbinizi izdiham olmadan göreceksiniz. Tıpkı şu ayı gördüğünüz gibi. (Buna nail olmak için) gücünüz yeterse, sabah ve ikindi namazlarını kaçırmayın. (Seherde de zikredin) buyurdu ve sonra "Fesebbih bihamdi rabbike kable tulû'iş Şemsi ve kablel ğurûbi"(Taha:20/130) ayetini okudu.
Ravi: Hz. Cerir (r.a.)
8. Siz öyle bir zamanda bulunuyorsunuz ki, fukahası çok, hutebası az, istiyeni az, vereni çok, işte böyle zamanda amel ilimden hayırlıdır. Size öyle bir zaman gelecektir ki, fukahası az, hatibleri çok, istiyeni çok, vereni az. O zamanda ise ilim amelden hayırlıdır.
Ravi: Hz. Abdullah İbni Said (r.a.)
Danışmana doğru söyle ki doğru görüş ortaya çıksın.
Devlet başkanlığı (Hilafet) Ancak yapabilene vacip olur.Hiç bir şey de Allah c.c. ın yardımı olmadan başarılamaz.
Bir kimse başkan olunca halk ondan şikayetçi olur hakkını alamaz ise Allah c.c. başkandan intikamını alır.
Hz. Ebubekir.R.A.
Engüzel Sözler Unutulmaz Özdeyışler.sy.228.
Görünümü iyi,sonu cehennem olan bir iyilik, iyilik değildir.Görünümü kötü, sonu cennet olan bir kötülük de kötülük sayılmaz.
Sengin aşırı, öfken de yıpratıcı olmasın.
Namazınızı devamlı kılınız ki Allah c.c. size merhamet etsin.
Hayrı kaçırırsan onu elde etmeye çalış, şer ile yüz yüze gelirsen ondan kaçın.
Dünya malı ile insanların gönüllerini almaya çalış.
Yardımı Allah c.c.tan iste, sana O yeter.O'na verdiğin sözü tut; O istediğini yerine getirir.
Hz. Ebubekir.R.A.
En Güzel Sözler Unutulmaz Özdeyişler.sy.229.
Allah c.c. a en bağlı insan, günahına üzülüp O'dan af dileyen kişidir..
Biliniz ki, işlerinizi Allah c.c. için yaptığınız sürece, O'na itaat etmiş ve nasibinizi almış olursunuz.
Nefsini ölmüş bil ve Allah c.c. ı görüyormuş gibi hareket et.
Belalar çok defa insanın dili yüzünden gelir.
Kendini düzelt, yoksa insanlar seni düzeltir.
Kendini düzelt ki halk da sana karşı dürüst olsun.
Dünya ile ahiret, iki eşi olan adama benzer. Adam birini razı ettikçe diğerini kızdırır.
Hz Ebubekir.R.A.
En Güzel Sözler Unutulmaz Özdeyişler.sy.228,229.
Zurnanın zırt dediği yer:
Yapılagelen bir işin en can aha en duyarlı noktası.
Zurnacının karşısında limon yemek:
Bir kimsenin dikkatini dağıtacak işine engel olacak davranışlarda bulunmak.
Atasözleri ve deyimler Sözlüğü.sy.256.
Atasözü nedir?
Atasözü, yıllar önce söylenmş olan lakin kim tarafından söylendiği bell olmayan sözlerdir.
Örnekler - Anlamları:
1) Abdal düğünden, çocuk oyundan usanmaz: Herkes kendine uygun olan, kendi çıkarlarına uygun olan şeylerden bıkmaz.
2) Acele işe şeytan karışır: Acele yapılan işten hiçbir zaman hayır gelmez.
3) Acıklı başta akıl olmaz: Acısı olan bir insan, akıllı olarak düşünemez.
4) Ada bana, adayayım sana: Dünya'daki her şey karşılıklıdır.
5) Adam olana bir söz yeter: Akıllı ve her şeyi rahatça anlayan kişiye bir sözü bir kez söylemek yeterli olur.
6) Ağacın kurdu içinde olur: Birisinde olan hastalık, hiçbir zaman dışarıdan belli olmaz.
7) Ağlatan gülmez: Zalim bir kişi, birisine eziyet ettiğinde kendisi de rahat edemez, huzur içinde yaşayamaz.
8) Başa gelen çekilir: Mecbur olunca her şeye katlanılır.
9) Can çıkmadan huy çıkmaz: Bir insan asla huylarından vazgeçmez.
10) Dinsizin hakkından imansız gelir: Kötü olan birisinin hakkından, ondan daha kötü birisi gelir.
11) Dünya'nın ucu uzundur: İnsan, insana muhtaç olur.
12) El kazanı ile aş kaynamaz: Emanet ya da ödünç alınan mallarla iş yürümez.
13) Gözden ırak olan, gönülden de ırak olur: Ayrılanlar bir süre sonra birbirlerini unutur.
14) Gülü seven dikenine katlanır: Birisini seviyorsan, iyi huylarını da kötü huylarını da hoş karşılamalısın.
15) Gülme komşuna, gelir başına: Başkasına gelen olayı gülünç karşılarsan, bir süre sonra sana geldiğinde onlar da senin olayını gülünç karşılar.
16) Gün doğmadan neler doğar: Her olay bir anda yoluna girebilir.
17) Güneş balçıkla sıvanmaz: İyi olan bir şey, onları kötülemekle değerini düşürmez.
18) Fazla mal göz çıkarmaz: Bir insanın fazla malının olması daha iyidir.
19) Evdeki hesap çarşıya uymaz: Önceden planlanmış durumlar, tam olarak gerçekleştirilemez.
20) Ev alma, komşu al: Komşuluk her şeyden daha önemlidir.
21) Eşek hoşaftan ne anlar: Anlayışsız insanlar, basit şeylerden hoşlanırlar.
22) El tırnaktan ayrılmaz: Anne evladından, kardeş ise kardeşinden ayrılmaz.
23) Evi ev eden avrat: Ailede kadının büyük bir önemi vardır.
24) El el ile, değirmen yel ile: Bir el başka bir elin yardımıyla işini tam yapabilir.
25) Ekmeden biçilmez: Emek vermeden sonuç alınmaz.
26) Ecel geldi cihana, baş ağrısı bahane: Bir kişi öldüğünde, ölme nedeni mühim değildir.
27) Dünya malı dünyada kalır: İnsan, ahirete hiçbir malını götüremez.
28) Dost acı söyler: Bir dost arkadaşına acı da olsa gerçekleri söyler.
29) Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar: Hiç kimse, doğrunun ortaya çıkmasından hoşlanmaz.
30) Ayağını yorganına göre uzat: İnsan, hesabını kendi gelirine göre yapmalıdır.
Daha fazlasını burada öğren: Eodev.com - https://eodev.com/gorev/9924192#readmore
Aba altında er yatar. : Giyim kuşam kişiliğe ölçü olamaz.
Aba vakti yaba, yaba vakti aba. : Gereksinimler vaktinden önce ve ucuz olduğu zaman karşılanmalıdır.
Abanın kadri yağmurda bilinir. : Bir şeyin gerçek değeri, ancak ona çok ihtiyaç duyulduğu zaman iyi anlaşılır.
Abdal ata binince bey oldum sanır, şalgam aşa girince yağ oldum sanır. : Görmemiş kişi, rastlantı sonucu layık olmadığı bir duruma kavuşursa bu durum kendisinin hakkıymış gibi aptalca böbürlenir.
Abdal düğünden, çocuk oyundan usanmaz. : Bir kimse sevdiği işi sürekli olarak yapmaktan bıkmaz.
Abdal tekkede, hacı mekke?de bulunur. : Herkes kendisine yakışan ve uğraştığı işle ilgili olan yerdedir.
Abdala ?kar yağıyor? demişler, ?titremeye hazırım (durmuşum)? demiş. : Varlıklılar için sıkıntı olabilecek bir durum, yoksullar için söz konusu bile olmaz.
Abdala malum olur. : Bir şeyin olacağını önceden sezen kimseler için söylenen bir söz.
Abdalın dostluğu köy görününceye kadar. : Çıkarı dolayısıyla yakınlık gösteren kimse, işini yürütecek başkalarını bulduğunda sizinle ilgisini keser.
Abdalın karnı doyunca gözü pabucundadır (yolda olur). : Çıkarına düşkün kimselerin arkadaşlığı işi bitinceye kadardır.
Abdalın yağı çok olursa gâh borusuna çalar, gâh gerisine. : Varlıklı ama akılsız ve hesapsız kişi malını gereksiz yerlere harcar, telef eder.
Abdestsiz sofuya namaz mı dayanır. : Kurallara, koşullara uyulmadıktan sonra bir sürü iş yapılabilir.
Acele ile menzil alınmaz. : Acele etmekle daha çabuk sonuç alınır sanılmamalıdır.
Acele ile yürüyen yolda kalır. : İş yaparken acele eden şaşırır, işini bitiremez.
Acele işe şeytan karışır. : Düşünüp taşınmadan ivedi olarak yapılan işten iyi sonuç alınamaz.
Acele işin sonu pişmanlık. : Acele ederek yaptığımız işten istediğimiz sonucu alamayabiliriz.
Acemi katır kapı önünde yük indirir. : Beceriksiz ve anlayışsız kişi kendisine yaptırılan işi en önemli yerinde bırakır.
Acemi nalbant gâvur eşeğinde öğrenir. : Mesleğinde ustalığa erişmemiş kimse, ilk denemelerini gözden çıkarılabilecek malzeme üzerinde yapar.
Acı (kötü) söz insanı (adamı) dinden çıkarır, tatlı söz yılanı inden çıkarır. : Gönül alıcı, okşayıcı sözlerle karşımızdakinin inadı yenilebilir.
Acı acıyı keser, su sancıyı. : Bir güçlüğü yenmek için başka bir güç yola başvurulmalıdır.
Acı patlıcanı kırağı çalmaz. : Herhangi bir duruma alışkın olan kimseyi benzer kötü durumlar etkilemez.
Acıkan doymam sanır, susayan kanmam sanır. : Bir şeyi uzun süre elde edemeyen kimse, daha sonra o şeyden ne kadar çok edinirse edinsin yine kendisine yetmeyeceği kanısında bulunur.
Acıkan ne olsa yer, acıyan ne olsa söyler. : Geçim sıkıntısı içinde bulunan kişi geçinebilmek için her yolu dener, her işi yapar, canı yanan kişi de sonunu düşünmeden ağzına geleni söyler.
Acıkan ne yemez, acıyan ne demez. : Geçim sıkıntısı içinde bulunan kişi geçinebilmek için her yolu dener, her işi yapar, canı yanan kişi de sonunu düşünmeden ağzına geleni söyler.
Acıkanın yanağından, susayanın dudağından belli olur. : Bir insanın ne durumda olduğu yüzünden anlaşılır.
Acıklı başta akıl olmaz. : Büyük sıkıntılar içinde bulunanlar mantık dışı işler yapabilirler.
Acıkmış kudurmuştan beterdir. : Uzun süre bir nesnenin yokluğunu çeken kimse, onu gördüğünde büyük bir istekle ona saldırır.
Acından kimse ölmemiş. : Kişi yoksul olabilir, işsiz ve parasız kalabilir ama aç kalmaz, mutlaka bir geçim yolu bulur.
Acındırırsan arsız olur, acıktırırsan hırsız olur. : Koruduğunuz kimsenin sürekli acınmasına izin verirseniz arsız olur, emeğinin karşılığını tam olarak vermediğiniz kişi de hırsız olur.
Acıyan uyumuş, acıkan uyumamış. : İnsan sıkıntıya katlanır da açlığa katlanamaz.
Aç aç ile yatınca arada dilenci doğar. : Karı koca yoksul olursa bunların çocukları da yoksul olur.
Aç aman bilmez, çocuk zaman bilmez. : Aç hiçbir mazeretle susturulamaz, çocuk da istediği şeyi hemen elde etmek ister.
Aç aslandan tok domuz yeğdir. : Soysuz olup para kazanan, soylu olup da para kazanmayandan üstündür.
Aç at yol almaz, aç it av almaz. : İş gördürdüğünüz kimselerin haklarını tam olarak vermezseniz kendilerinden yararlanamazsınız.
Aç ayı oynamaz. : Kendisinden iş beklenilen kimseden emeğinin karşılığı esirgenmemelidir.
Aç domuz darıdan çıkmaz. : Kötü yaradılışlı aç olan kimse kime, neye zarar verdiğini düşünmeden sadece karnını doyurmaya bakar.
Aç doymam, tok acıkmam sanır. : Aç insan elde ettiğinden çoğunu ister, varlıklı insan ise daha fazlasını ister.
Aç elini kora sokar. : Aç insan, geçimini sağlamak için kendisini her türlü tehlikeye atar.
Aç esner, âşık gerinir. : Herkes içinde bulunduğu koşula göre davranır.
Aç gezmektense tok ölmek yeğdir. : Yoksulluk ölümden de beterdir.
Aç gözünü, açarlar gözünü. : Yaptığın işlerde uyanık davranmazsan çok kötü durumlarla karşılaşır, gözünü dört açmak zorunda kalırsın.
Aç ile dost olayım diyen peşin karnını doyursun. : Yakınlık kurduğumuz kimsenin sağlama olanağı bulunmayan şeyi, ondan beklemeden kendimiz elde etmeye çalışmalıyız.
Aç ile eceli gelen söyleşir. : Açın gözü hiçbir şeyi görmez, karnını doyurabilmek için kendisine güçlük çıkaran bir kimseyi öldürebilir.
Aç it fırın duvarını deler. : Aç kimse karnını doyurmak için önüne çıkan engellerin tamamını aşar ve isteğini elde eder.
Aç kalmak, borçlu olmaktan iyidir. : Sözünün eri olana, borcunu ödeyememek aç kalmaktan daha ağır gelir.
Aç köpek fırın deler. : Aç kimse karnını doyurmak için önüne çıkan engellerin tamamını aşar ve isteğini elde eder.
Aç kurt aslana saldırır. : Aç kimse karnını doyurmak için gerekirse ölümü göze alır.
Aç kurt yavrusunu yer. : Açın gözü kararmıştır, karnını doyurmak için ölümü bile göze alarak kendisinden kat kat güçlü olan yaratıklarla boğuşur.
Aç mezarı yoktur. : Kişi yoksul olabilir, işsiz ve parasız kalabilir ama aç kalmaz, mutlaka bir geçim yolu bulur.
Aç ne yemez, tok ne demez. : Yoksul kimse eline geçen şeyin iyisine kötüsüne bakmaz, varlıklı kişi ise en güzel şeylerde bile kusur bulur.
Aç ölmez gözü kararır, susuz ölmez benzi sararır. : Yoksulluk insanı öldürmez ama türlü türlü üzüntü ve sıkıntı içinde yıpratır.
Aç tavuk kendini arpa (buğday) ambarında sanır. : İnsanlar, yokluğunu, yoksulluğunu çektikleri şeyler için olmayacak hayaller, düşler kurar.
Aç tokun gözüne bakmakla doymaz. : Yoksul insanla ilgilenmek ancak ona yardım etmekle olur.
Aç yanında sarpın kurcalanmaz. : Bir kimsenin yanında, onun çok duyarlı olduğu konuya değinmemek gerekir.
Aç yanından kaç. : Aç insan tehlikelidir.
Aç yeri başka, acı yeri başka. : İnsanın yüreği ne denli acıyla dolu olsa da yemek yemeyi ister.
Aça dokuz yorgan örtmüşler, yine uyuyamamış. : 1) aç olan kimse, kendisine ne kadar rahatlık sağlanırsa sağlansın, dinlendirilemez. 2) bir şeye ihtiyaç duyan kimse, ancak onun giderilmesiyle rahata kavuşturulabilir.
Açık ağız aç kalmaz. : İsteklerini uygun bir biçimde söylemesini bilen kimse, onları önünde sonunda elde eder.
Açık g*te herkes tükürür. : Utanç verici, iğrendirici davranışları herkes ayıplar, tiksinti ile karşılar.
Açık kaba it değer (siyer). : Gizli kalması gereken şeyler herkese söylenirse bundan büyük zararlar doğar.
Açık yaraya tuz ekilmez. : Acısı henüz taze olan bir kimsenin üzüntüsü, birtakım söz ve davranışlarla artırılmamalıdır.
Açılan solar, ağlayan güler. : Hiçbir durum olduğu gibi kalmaz, gün gelir tersine döner.
Açın gözü ekmek teknesinde olur. : Kişinin tek düşüncesi, yaşaması için gerekli olan şeyi elde etmektir.
Açın imanı olmaz. : Aç olan kimseden her türlü kötülük beklenebilir.
Açın karnı doyar, gözü doymaz. : Tutkulu olduğu konuda insan doyumsuzdur, yetinmek bilmez.
Açın koynunda (karnında) ekmek durmaz (eğleşmez). : Kazancı yetmeyen kişi, eline geçeni hemen harcar, yarını için bir şey saklayamaz.
Açın kursağına çörek dayanmaz. : Yoksulluk içinde bulunan kimsenin bir eksiği giderilse başka bir eksiği kendini gösterir.
Açın uykusu gelmez. : 1) aç olan kimse, kendisine ne kadar rahatlık sağlanırsa sağlansın, dinlendirilemez. 2) bir şeye ihtiyaç duyan kimse, ancak onun giderilmesiyle rahata kavuşturulabilir.
Açlık ile tokluğun arası yarım yufka. : Yoksul olan buna üzülmemelidir, küçücük bir şey bile en büyük ihtiyacı gidermeye yeter.
Açma sırrını dostuna, dostunun dostu vardır o da söyler dostuna. : Bir sır en yakın dosta bile söylenmemelidir.
Açtı ağzını, yumdu gözünü. : Öfkelenerek veya kızarak ağır sözler söyledi.
Açtırma kutuyu, söyletme kötüyü. : Kendin hakkındaki kötü düşüncelerimi veya bildiklerimi bana söyletme.
Ada bana, adayım sana. : Sen bir kimse için fedakârlıkta bulunursan o da senin için fedakârlıkta bulunur.
Adam adama (gene, her zaman) gerek olur. : İnsanların birbirlerine her zaman gereksinimleri olur.
Adam adama yük değil, can gövdeye mülk değil. : Konuğumuzdan veya yanımıza bir iş için gelen kimseden yüksünmemeliyiz çünkü onlar yanımızda sürekli olarak kalmazlar.
Adam adamdan korkmaz, utanır. : İnsanları ahlaklı davranmaya iten korku değil, küçük görülme duygusudur.
Adam adamdır olmasa da pulu, eşek eşektir atlastan olsa çulu. : İnsanın değeri zengin olmakla artmaz, asıl olan insanlığıdır.
Adam adamı bir kere aldatır. : Bir kimse başka bir kimseyi ancak bir kez aldatabilir, diğeri bir daha aldatmasına izin vermez.
Adam olacak çocuk bokundan belli olur. : Bir kimsenin yeni başladığı işte usta olup olamayacağı ilk davranışlarından anlaşılır.
Adam olana bir söz yeter. : Anlayışlı olan kimse için bir şeyin bir kez söylenmesi yeterli olur.
Adamak kolay, ödemek zordur. : Söz vermek kolaydır ancak o sözü yerine getirmek zordur.
Adamakla mal tükenmez. : Yardım sözle değil, gerçekten fedakârlık yapılarak gerçekleştirilir.
Adamın (kimsenin) adı çıkmadansa canı çıkması (yeğdir). : İnsanın haklı veya haksız yere adı bir defalık kötüye çıktı mı ondan sonra yaptıkları hep o gözle değerlendirilir.
Adamın adı çıkacağına canı çıksın. : İnsanın haklı veya haksız yere adı bir defalık kötüye çıktı mı ondan sonra yaptıkları hep o gözle değerlendirilir.
Adamın iyisi işbaşında (alışverişte) belli olur. : Bir kişinin iyi ve becerikli olduğu yaptığı işlerden anlaşılır.
Adamın kötüsü olmaz, meğer züğürt ola. : Toplum içinde herkesin bir değeri vardır ancak züğürtlere değer verilmez.
Adamın yere bakanından, suyun yavaş akanından kork. : Duygu ve düşüncelerini açığa vurmayan sessiz insan yavaş akan derin su gibi tehlikelidir.
Adamlık sen de kalsın. : 1) karşı taraf iyilik bilmese de sen yine iyilik et 2) bu işi nasıl olsa sana yaptıracaklar, bari kendiliğinden yap da onurunu koru.
Ağa borç eder, uşak harç. : Ağa para sıkıntısı içinde olup borç etse de uşak, bunu anlamaz ve bol harcamayı sürdürür.
Ağaca balta vurmuşlar ?sapı bedenimden? demiş. : İnsana en yakını bile kötülük edebilir.
Ağaca çıkan keçinin dala bakan oğlağı olur. : Çocuklar ana ve babalarından öğrendiklerini yapmaya özenirler.
Ağaca çıksa pabucu yerde kalmaz. : Davranışlarına engel olacak hiçbir takıntısı yok.
Ağaca dayanma kurur, adama (insana) dayanma ölür. : İnsan yapacağı işte başkalarına değil, kendine güvenmelidir.
Ağacı kurt, insanı dert yer. : Kurt ağacı nasıl içten içe kemirirse dert de insanı içten içe yer bitirir.
Ağacın kurdu içinde olur. : Bir topluluğu çökertecek olan şey yine kendi içinden çıkar.
Ağacın meyvesi olunca, başını aşağı salar. : Yararlı eserler veren, bilgi ve erdemle donanmış kimse alçak gönüllü olur.
Ağaç kökünden yıkılır. : Bir düzen, ayrıntıların değişmesiyle değil temelin bozulmasıyla yıkılır.
Ağaç ne kadar uzasa göğe ermez. : İnsan ne kadar yükselirse yükselsin bir yerde durur.
Ağaç ucuna yel değer, güzel kişiye söz değer. : Güzel insanlar her yerde ilgi çekerler, her zaman onların sözü kabul edilir.
Ağaç yaprağıyla gürler (güzeldir). : İnsan önemli işleri akrabası, yakınları, yandaşlarından güç alarak daha kolay yapar.
Ağaç yaş (fidan) iken eğilir. : İnsanlar küçük yaşta kolay eğitilir.
Ağaç yeşert meyve getirsin, oğlan büyüt ekmek getirsin. : Erkek evlat meyve veren ağaç gibidir, günü gelince evin geçim yükünü hafifletir.
Ağaçtan maşa olmaz. : Yeteneksiz, beceriksiz kimse önemli işlerde kullanılamaz.
Ağaçtan maşa, abdaldan paşa olmaz. : Yeteneksiz, beceriksiz kimse önemli işlerde kullanılamaz.
Ağalık (beylik) vermekle, yiğitlik vurmakla. : Sözü geçer bir adam olmak istersen herkese yardımda bulunacaksın, yiğit adam olmak için de savaşta da barışta da vurucu, kırıcı olacaksın.
Ağanın alnı terlemezse ırgadın burnu kanamaz. : İşveren işçisi ile birlikte çalışmazsa işçi işe var gücüyle sarılmaz.
Ağanın eli tutulmaz. : Zengin olarak düşünülen kişiden anılmaya değer bir bağış beklenir.
Ağanın gözü ata tımardır. : İş sahipleri denetimlerini sürekli yaparlarsa işler yolunda gider.
Ağanın gözü öküzü (ineği) semiz eder. : Ana babalar çocuklarına, mal sahipleri de mallarına iyi bakarlarsa iyi sonuçlar alınır.
Ağanın gözü, yiğidin sözü. : Çalışanlarını gereği gibi yöneten ve çalıştıran kişi iyi bir yöneticidir, sözünün eri olan kimse de yiğittir.
Ağanın malı çıkar, uşağın canı. : Bir afeti önlemek için işveren malını, işçi de canını feda eder.
Ağaran baş, ağlayan göz gizlenmez. : Belirtileri meydanda olan yaşlılık ve izleri ortada duran üzüntü ne yapılsa gizlenemez.
Ağası güçlü olanın kulu asi olur. : Dişli birine dayanan, güvenen kişi herkese kafa tutar, kabadayıca davranır.
Ağası güçlü olanın, kulu suçlu olur. : Kuvvetli kimselerin suçları yanındakilere yüklenir.
Ağası yiğit olanın etbaı sarhoş gezer. : Dişli birine dayanan, güvenen kişi herkese kafa tutar, kabadayıca davranır.
Ağılda oğlak doğsa ovada otu biter. : Tanrı her yarattığının rızkını verir.
Ağır ağır demeli, çabuk çabuk yemeli. : Yemeği çabuk yemelisin, dediğinin anlaşılabilmesi için de sözleri tane tane ve yavaş yavaş söylemelisin.
Ağır basar yeğni kalkar. : Ağırbaşlı olan, herkesten saygı görür, ağırbaşlı olmayana ise kimse değer vermez.
Ağır git ki yol alasın. : Bir işte başarılı olmak isteyen kimse, ağır ağır ama güvenilir adımlarla yürümelidir.
Ağır kazan geç kaynar. : 1) kalın kafalı insan bir konuyu zor anlar 2) tembel olan işi geç yapar.
Ağır ol da molla desinler. : Ağırbaşlı davranan itibarlı olur.
Ağır ol, batman gel. : Ağırbaşlı ol ki el üstünde tutulasın.
Ağır otur ki bey (ağa, molla) desinler. : Ağırbaşlı ol ki büyüğümüz diye sana saygı göstersinler.
Ağır taş batman döver. : Ağırbaşlı insan kimsenin oyuncağı olmaz, onu yıpratmaya kimsenin gücü yetmez.
Ağır taş yerinden oynamaz. : Ağırbaşlı insan kimsenin oyuncağı olmaz, onu yıpratmaya kimsenin gücü yetmez.
Ağır yongayı yel kaldırmaz. : Ağırbaşlı kimseye ufak tefek olaylar etki edemez, zarar veremez.
Ağız yemese, yüz utanmaz. : Armağan alan, armağanı verenin isteğini yerine getirmemeye çekinir ve mutlaka yapmaya çalışır.
Ağız yer, yüz utanır. : Armağan alan, armağanı verenin isteğini yerine getirmemeye çekinir ve mutlaka yapmaya çalışır.
Ağızdan burun yakın, kardeşten karın yakın. : İnsanın kendi yararı her şeyden önemlidir.
Ağlama ölü için ağla diri için. : Ölüp giden aslında dünyanın bütün dert ve sıkıntılarından kurtulmuştur onun adına üzülmek yersizdir, esas dünyada kalan ve onun sıkıntısını çekenler için üzülmek gerekir.
Ağlama ölü için, ağla deli için. : Yakınlarından biri ölenin acısı zamanla küllenir ancak bir yakını deli olanın acısı hiçbir zaman dinmez.
Ağlamak para etmez. : Üzülmenin yararı olmaz.
Ağlamakla yâr ele girmez. : Kişi çok sevdiği şeye yalnızca özlemini çekmekle kavuşamaz, onu elde etmenin yollarını bulmalıdır.
Ağlamayan çocuğa meme vermezler. : Hakkını aramasını bilmeyen kimsenin işi görülmez.
Ağlar gözden, sahte sözden kendini sakın. : Kendini acındıranlardan kork.
Ağlarsa anam ağlar, başkası (kalanı) yalan ağlar. : İnsanın sıkıntısını yürekten paylaşan yalnızca annesidir, diğerlerinin üzülmesi yüzeyseldir.
Ağlatan gülmez. : Başkalarına zulmeden kimsenin kötülüğü yerde kalmaz, kendisine döner, o da ağlar.
Ağlayanın malı gülene hayretmez. : Birinden haksız olarak alınan mal, alana yarar sağlamaz.
Ağlayıp da gözden mi olayım?. : Meseleyi büyütüp sıkıntıya girmek gereksiz.
Ağrılardan göz ağrısı, her kişinin öz ağrısı. : Herkesi en çok ilgilendiren kendi derdidir.
Ağrısız baş mezarda gerek. : Herkesin bir sıkıntısı vardır, bu sıkıntılar ancak ölümle biter.
Ağustosta beyni kaynayanın zemheride kazanı kaynar. : Yazın çalışan kışın rahat eder.
Ağustosta gölge kovan zemheride karnın ovar. : Elinde fırsat varken geleceğini sağlamaya gayret göstermeyip eğlenceye, keyfe dalan kimse sonunda aç kalır ve perişan olur.
Ağustosta yatanı, zemheride büvelek tutar. : Elinde fırsat varken geleceğini sağlamaya gayret göstermeyip eğlenceye, keyfe dalan kimse sonunda aç kalır ve perişan olur.
Ağustosun yarısı yaz yarısı kıştır. : Ağustos ayının ortalarında yaz sıcakları azalır, serinlik başlar.
Ağzı eğri, gözü şaşı ensesinden belli olur. : Bir kişinin tutum ve davranışları, o kişide birtakım eksiklikler bulunduğunu gösterir.
Ağzına bir zeytin verir, altına (ardına) tulum tutar. : Yaptığı küçük iyiliklere karşılık büyük çıkar bekler.
Ağzına vur, lokmasını al. : Yumuşak huylu kimseye her istenilen kolaylıkla yaptırılabilir.
Ağzından hayır çıkmazsa bari şer söyleme. : Lehte konuşmuyorsun, hiç olmazsa aleyhte de konuşma.
Ağzını açacağına gözünü aç. : Dikkatli ol, uyanık ol.
Ah alan onmaz. : Kötülük ettiği için beddua alan iflah olmaz.
Ah yerde kalmaz. : Kötülük cezasız kalmaz.
Ahbap kusuruna bakan ahbapsız kalır. : Dostların ufak tefek kusurlarına bakmamak gerekir.
Ahlatın iyisini ayılar yer. : Kendilerine yakışmayan güzel bir şeyi eline geçirenler için kullanılan bir söz.
Ahlatın iyisini dağda ayılar yer. : Kendilerine yakışmayan güzel bir şeyi eline geçirenler için kullanılan bir söz.
Ahmağa yüz, abdala söz vermeye gelmez. : Ahmağa gereğinden çok ilgi gösterir, abdala gereğinden çok söz hakkı verirseniz sizi çok uğraştırır.
Ahmak gelin yengeyi halayığı sanır. : Ahmak kimse kendisini koruyup gözeten kişiye hizmetine verilmiş biri gözüyle bakar ve saygısız davranışlarıyla onun gönlünü kırarak hizmetinden yoksun kalır.
Ahmak misafir ev sahibini ağırlar. : Başkalarının görev ve yetkilerine karışmak ahmaklıktır.
Ak akçe kara gün içindir. : Çalışarak kazandığımız para, dar zamanımızda bizi sıkıntıdan kurtarır.
Ak g*t (don, bacak) kara g*t (don, bacak) kara geçit başında (hamamda) belli olur. : Bir iddiadaki doğruluk ancak deney veya sınav sonucunda belli olur.
Ak gün ağartır, kara gün karartır. : Mutlu bir yaşayış kişiyi dinç kılar, mutsuz bir yaşam ise yıpratır.
Ak koyunu gören içi dolu yağ sanır. : Bir şeyin dış görünüşüne bakarak içinin de öyle olduğunu sananlar yanılırlar.
Ak koyunun kara kuzusu da olur. : İyi bir ailenin çocuğu kötü de olabilir.
Ak köpeğin (itin) pamuk pazarına (pamuğa, pamukçuya) zararı vardır. : Kötü şey, görünüşte iyi şeye benziyorsa iyi şeyin değeri azalır.
Akacak kan damarda durmaz. : Kişi, alın yazısında olanla kesinlikle karşılaşır.
Akan su yosun tutmaz. : Tembel tembel oturan kimse hantallaşır, iş yapma yeteneğini yitirir, çalışan kimse gittikçe açılır, daha yararlı işler yapar.
Akara kokara bakma çuvala girene bak. : İyi, kötü deme mal ve para biriktir.
Akarsu çukurunu kendi kazır. : Bir şeyi yapma isteği ve gücü bulunan kimse, uygun bir çalışma yönü ve alanı bulur.
Akarsu pislik tutmaz. : Bir insan ne kadar çok çalışırsa o kadar kötü düşünceden ve kötülük yapmaktan uzak olur.
Akarsuya inanma, eloğluna dayanma. : Akışı ne kadar yavaş olursa olsun akarsuya girmek tehlikelidir, eloğluna güvenmek de doğru değildir, insanı zarara sokabilir.
Akçe akıl öğretir, don yürüyüş. : İmkânların fazlalığı insanların iyi işler yapmasını kolaylaştırır.
Akı karası geçitte belli olur. : Bir iddiadaki doğruluk ancak deney veya sınav sonucunda belli olur.
Akıl (göz) var, izan (mantık, yakın) var. : 1) herhangi bir şey bilgiye ve mantığa dayalı olarak yapılmalıdır 2) her şey ortadadır.
Akıl adama sermayedir. : Bir kimsenin giriştiği işlerde en büyük yardımcısı aklıdır.
Akıl akıl, gel çengele takıl. : Bir sorunun nasıl çözümleneceğini düşünememe durumunda söylenen bir söz.
Akıl akıldan üstündür. : Bir kimsenin aklına gelmeyen bir çare, başka birinin aklına gelebilir.
Akıl için yol (tarik) birdir. : Doğruyu bulmak için aklın izleyeceği bir tek yol vardır, bu yoldan gidenlerin hepsi aynı sonuca varır.
Akıl kişiye (adama) sermayedir. : Bir kimsenin giriştiği işlerde en büyük yardımcısı aklıdır.
Akıl olmayınca ne yapsın sakal?. : Kişi yaşlandığında olgunlaşmayıp akılsız kalmışsa çocukça işler yapar.
Akıl para ile satılmaz. : Delice iş yapan zenginler bulunduğu gibi akıllıca iş yapan fakirler de vardır.
Akıl yaşta değil, baştadır. : Akıllı olmanın yaşla ilgisi yoktur, bazı küçükler büyüklerden daha akıllı olabilir.
Akıllar gelin olmuş, herkes kendininkini beğenmiş. : İnsan kendi aklını, düşüncesini başkasınınkinden üstün görür.
Akılları pazara çıkarmışlar, herkes yine kendi aklını almış. : İnsan kendi aklını, düşüncesini başkasınınkinden üstün görür.
Akıllı düşman akılsız dosttan hayırlıdır. : Akılsız kimse iyi niyetli olsa dahi yaptığı işin ne gibi kötü sonuçlar doğuracağını hesap edemediğinden dostuna bilmeyerek fenalık edebilir, akıllı düşmanın yapacağı kötülükse akıl yoluyla sezilir ve gereken tedbir alınabilir.
Akıllı düşününceye kadar deli çocuğunu (oğlunu) everir. : Kendilerini akıllı sananlar çok kez akılsız diye tanınanlardan daha az başarı gösterir.
Akıllı köprü arayıncaya dek deli suyu geçer. : Atak kişi tehlikeyi göze alarak işe girişir ve çabuk sonuç alır.
Akıllı oğlan neyler ata malını, akılsız oğlan neyler ata malını. : Çocuk akıllı ise babasından mal kalsın diye beklemez, malı kendisi kazanır akılsızsa babası ne kadar çok mal bırakırsa bıraksın, değerini bilmez ve onu kısa zamanda bitirir.
Akıllı, sözünü akılsıza söyletir. : Başkası adına konuşmak, insanın başını derde sokar.
Akılsız başın cezasını (zahmetini) ayak çeker. : Bir işte düşüncesizce davranan kişi her türlü olumsuz sonuca katlanır.
Akılsız köpeği (ahmak iti) yol kocatır. : İyice düşünülmeden, tasarlanmadan yapılmaya çalışılan iş sırasında birçok sorun ortaya çıkar ve kolay bir iş bile zorlaşır.
Akın (beyazın) adı (var), karanın (esmerin) tadı (var). : Beyaz tenli olanlar güzel sayılsa da gerçek güzellik ve şirinlik esmerlerdedir.
Akil isen açma sırrın dostuna, çünkü dostun dostu vardır, o da söyler dostuna. : Bir sır en yakın dosta bile söylenmemelidir.
Akla gelmeyen başa gelir. : İnsan ummadığı, düşünmediği şeylerle karşılaşabilir.
Aklı başa yaş getirir. : Deneyim, yıllar içerisinde elde edilir.
Aklın yolu birdir. : İyi düşünüldüğünde ayrı ayrı kimselerce varılacak sonuç hep aynıdır.
Aklına geleni işleme, her ağacı taşlama. : Sonunu düşünmeksizin aklına eseni yapan, herkese sataşan kimse bu davranışının büyük zararlarını görür.
Aklınla rezil olursun, aklınla vezir olursun. : Aklını iyi kullanan saygı görür, kullanmayan kendini küçük düşürür.
Akmasa da damlar. : Çok değilse bile az çok bir gelir veya kazanç sağlar.
Akraba ile ye, iç alışveriş etme. : Alışverişte iki taraf da kendi çıkarını düşündüğünden iki dost arasındaki alışveriş dostluğu bozabilir, bu nedenle de dostluklarını sürdürmek isteyenler birbirleriyle alışverişte bulunmamalıdırlar.
Aksak eşekle yüksek dağa çıkılmaz. : Eksik aletle sağlıklı iş yapılmaz.
Akşam ise yat, sabah ise git. : Geceler uyku, gündüzler iş zamanıdır.
Akşam oldu kon, sabah oldu göç. : Geceler uyku, gündüzler iş zamanıdır.
Akşama karşı gitme, tana karşı yatma. : Yolculuğa gece değil sabah erken çıkılmalıdır.
Akşamın hayrından sabahın şerri iyidir (yeğdir). : İşinizi akşamüzeri veya gece yapmayın, sabaha bırakın çünkü gece iş yapmanın kötü yönleri daha çoktur.
Akşamın işini sabaha (yarına) bırakma. : Bugün yapılması gereken bir işi ertesi güne bırakma.
Al aslan tutar, güç sıçan tutmaz. : Bir kimse zekâsını kullanarak kendisinden güçlü olan yaratığı yenebilir ancak gücünü kullanarak kendisinden daha güçsüz ama zeki olan bir yaratığın üstesinden gelemez.
Al elmaya taş atan çok olur. : Değerli kimselere sataşan çok olur.
Al giyen alınır. : 1) göz alıcı giysi giyen güzele hemen istekli çıkar 2) bir işin yapılışıyla uzaktan bile olsa ilgisi bulunan kimse, o iş üzerindeki eleştirileri üzerine alır.
Al gömlek gizlenmez. : Bazı kötü şeylerin gizlenmesi mümkün değildir.
Al ile aslan tutulur, güç ile sıçan (gücüğen) tutulmaz. : Bir kimse zekâsını kullanarak kendisinden güçlü olan yaratığı yenebilir ancak gücünü kullanarak kendisinden daha güçsüz ama zeki olan bir yaratığın üstesinden gelemez.
Al kaşağıyı gir ahıra, yarası (yağırı) olan gocunur (gocunsun). : Bir yolsuzluğun suçluları aranırken o işte kusuru olan kişi telaşlanır.
Al malın iyisini, çekme kaygısını. : Malın iyisini alan, onu tasasız kullanır.
Ala keçi her vakit püsküllü oğlak doğurmaz. : Değerli bir şeyden her zaman istenilen verim alınmaz.
Ala keçiyi gören içi dolu yağ sanır. : Bir şeyin dış görünüşüne bakarak içinin de öyle olduğunu sananlar yanılırlar.
Alacağım olsun da alakargada olsun. : Borçlu olmaktansa alacaklı olmak iyi bir şeydir.
Alacakla verecek (borç) ödenmez. : Bir yerden alacağınız parayla başka bir yere olan borcunuzu kapatamazsınız.
Alakargada alacağım olsun, alamazsam gözümü oysun. : Borçlu olmaktansa alacaklı olmak iyi bir şeydir.
Alçacık eşeğe herkes biner. : Güçsüz ve koruyucusuz bir kimseyi buyruk altına almak ve ezmek kolaydır.
Alçak eşek binmeye kolay, öksüz çocuk dövmeye kolay. : Nasıl ki boyu kısa olan eşeğe binmek kolaysa öksüz çocuğa kötü davranmak da onu koruyan kimse olmadığı için kolay olur.
Alçak uçan yüce konar, yüce uçan (konan) alçak konar (uçar). : Alçak gönüllü olan toplum içinde saygı görür ve yücelir, kendisini herkesten üstün gören sevilmez ve toplum içinde iyi bir yer edinemez.
Alçak yer yiğidi hor gösterir. : Basit bir çevrede yaşayan, önemsiz bir görevde çalışan her yönden değerli olan kişi önemsiz bir görevde çalışıyorsa yeteneklerini tam olarak gösteremez, bundan dolayı değeri anlaşılmaz.
Alçak yerde tepecik kendisini dağ sanır. : Bilgili kimselerin bulunmadığı yerde cahil kişi bilgiçlik taslar.
Alçak yerde yatma sel alır, yüksek yerde yatma yel alır. : İnsan kendi durumuna göre bir yaşam tarzı benimsemeli, arkadaşlarını da ona göre seçmelidir.
Âleme verir talkını (telkini), kendi yutar salkımı. : Kendisinin inanmadığı ve tutmadığı öğütleri başkalarına kolayca verir.
Âlemin ağzı torba değil ki büzesin. : Başkalarının söyleyeceklerine engel olamazsınız.
Alet işler, el övünür. : Bir kimse ne kadar usta olursa olsun gerekli araçları olmadan kusursuz iş yapamaz.
Alıcı kuşun ömrü az olur. : Başkalarına saldırmayı alışkanlık edinen kimsenin düşmanı çok olur, bu düşmanlar onun canına kıyarlar.
Alışmadık g*tte don durmaz. : Bir kimse alışmadığı, sıkıcı bir duruma kendini kolay kolay uyduramaz, ondan bir an önce kurtulmaya çalışır.
Alışmış kudurmuştan beterdir. : Alışılan bir şeyden kolayca vazgeçilmez.
Alışmış kursak bulamacını ister. : Kişi, yararlanmaya alıştığı şeyden yoksun kalmak istemez.
Âlim unutmuş, kalem unutmamış. : İnsan ne kadar bilgili olursa olsun her şeyi aklında tutamayacağı için unutulmaması istenilen şey mutlaka yazılmalıdır.
Âlimden zalim doğar. : Topluma yaptıklarıyla daima yararlı olmuş bir bilginin çocuğu da öyle olacak diye bir kural yoktur.
Allah bal mumu yakana bal mumu, yağ mumu yakana yağ mumu verir. : Tanrı bol harcayana bol, az harcayana az verir.
Allah bana, ben de sana. : Şimdi sana borcumu ödeyecek param yok, kazanırsam öderim.
Allah bilir ama kul da sezer. : Bir işin nasıl bir sonuç vereceğini ancak tanrı bilir ama insan da kafasını kullanarak aşağı yukarı bir tahminde bulunabilir.
Allah bilir ama kul da sezer. : Bir işin nasıl bir sonuç vereceğini ancak tanrı bilir ama insan da kafasını kullanarak aşağı yukarı bir tahminde bulunabilir.
Allah çam isteyene çam, mum isteyene mum verir. : Tanrı bol harcayana bol, az harcayana az verir.
Allah dağına göre kar verir. : Tanrı herkese dayanabileceği ölçüde sıkıntı verir.
Allah dokuzda verdiğini sekizde almaz. : Alın yazısı ne ise o olur.
Allah gümüş kapıyı kaparsa altın kapıyı açar. : İşi bozulan kişi umutsuzluğa düşmemeli, tanrı’nın onu daha iyi bir işe kavuşturacağına inanmalıdır.
Allah kardeşi kardeş yaratmış, kesesini ayrı yaratmış. : Geçim konusunda kimse kimseye yük olmamalıdır.
Allah kulundan geçmez. : Tanrı dar zamanlarında kulunun imdadına yetişir.
Allah kulunu kısmeti ile yaratır. : Bu dünyada herkesin dar veya geniş, bir geçim yolu vardır.
Allah sabırlı kulunu sever. : Tanrı sabırlı kulunu sevdiği için sabırlı olmaya daha çok dikkat etmeliyiz.
Allah sağ gözü (eli) sol göze (ele) muhtaç etmesin. : Tanrı kimseyi kimseye, en yakınlarına bile muhtaç etmesin.
Allah sevdiğine dert verir. : Tanrı, derdin kendisinden geldiğine inanarak yakınmayanları ödüllendireceği için sevdiğine dert ve
Allah c.c. rızasını insanların alkışlamasına hoş görmesine hak bildiği şeyi söylememesine değişmek Allah c.c.ve İslam'a karşı gelmektir.İnsanlara kendini beğendireceğine Allah c.c.beğendirmek lazımdır.
Mahmud Esad Coşan. Akra fm.
Hadisler Deryası.
Allah c.c. Rızasını düşünelim Allah c.c. yolunda yürüyelim.
İslam'a hizmet edenleri Allah c.c. korur.
Diyorlar ki Dost acı söyler? Acıyı söyleyene Dost denilmez ki! Seni sevmeyen acı söyler. Dostun, sana söyleyeceği acı dahi olsa, senin canını acıtmayacak şekilde tatlı dille söyler.
Şems-i Tebrizi
Ey gönül! Şimdi sorarım sana, hangi aşk daha büyüktür? Anlatılarak dile düşen mi, anlatılmayıp yürek deşen mi?
Şems-i Tebrizi
Kalp midir insana sev diyen, yoksa yalnızlık mıdır körükleyen? Sahi nedir sevmek? Bir muma ateş olmak mı, yoksa yanan ateşe dokunmak mı?
Şems-i Tebrizi
Sevmeyene karınca yük, sevene filler karınca. Dağı bile taşır insan aşık olup inanınca.
Şems-i Tebrizi
Allah’ın bile insanlar hakkındaki hükmünü, ömürleri sona erdikten sonra verdiğine inanırken… Biz kim oluyoruz da insanları birkaç kez görmek, iki-üç yazı okumak, birkaç dedikodu dinlemekle, yargılama hakkına sahip olabiliyoruz!
Şems-i Tebrizi
Hayata tepeden bakarsan insanların sadece tepesini görürsün. Hayata daima insanlarla aynı mesafeden bak. O zaman onların hem yüzünü, hem kalbini görürsün.
Şems-i Tebrizi
Bir şey yap, güzel olsun. Çok mu zor? O vakit güzel bir şey söyle. Dilin mi dönmüyor? Güzel bir şey gör veya güzel bir şey yaz. Beceremez misin? Öyleyse güzel bir şeye başla. Ama hep güzel şeyler olsun. Çünkü her insan ölecek yaşta..
Şems-i Tebrizi
Güzel bir gülü, güzel bir geceyi, güzel bir dostu herkes ister. Önemli olan gülü dikeniyle, geceyi gizemiyle, dostu tüm derdiyle sevebilmektir.
Şems-i Tebrizi
Bir gül kadar güzel ol; ama dikeni kadar zalim olma. Birine öyle bir söz söyle ki, ya yaşat ya da öldür; ama asla yaralı bırakma.
Şems-i Tebrizi
Ne diye böbürlenip büyükleniyorsun. Doğumun bir damla su, ölümün bir avuç toprak değil mi?
Şems-i Tebrizi
Sen ol da, ister ‘yâr’ ol, ister ‘yara’; lütfun da başım üstüne, kahrın da.
Şems-i Tebrizi
Sözler hakikat değildir ağızdan çıkan seslerdir. Hakikati öğrenmek için söze değil yaşamaya ihtiyaç vardır.
Şems-i Tebrizi
Dostluk gül olmaktır yaprağı ile de dikeni ile de.
Şems-i Tebrizi
Eğer susarsan konuşman daha aydınlık olur. Çünkü sükutta hem sessizliğin ışığı, hem de konuşmanın faydası gizlidir.
Şems-i Tebrizi
Anladım ki: İnsanlar Susanı korkak, Görmezden geleni aptal, Affetmeyi bileni çantada keklik sanıyorlar, Oysa ki; biz istediğimiz kadar hayatımızdalar. Göz yumduğumuz kadar dürüstler ve sustuğumuz kadar insanlar..!
Şems-i Tebrizi
Şeytanda insandaki özelliklerin birisi hariç hepsi vardır. Şeytanda eksik olan tek nimet aşk… Şeytanın insanı çekememesi aşksızlığındandır.
Şems-i Tebrizi
Gül, her gönlün mürşididir; kimini kokusuyla şad eder; kimini de dikeniyle irşad eder.
Şems-i Tebrizi
Önce sevgiyi anlayalım.
Şems-i Tebrizi
Ey Celaleddin, talipsen yüreğime, yalnızlığını adayacaksın bana.
Şems-i Tebrizi
Her insan için bir aşık olma zamanı vardır, bir de ölmek zamanı…
Şems-i Tebrizi
Ey aşk! Sen öyle bir kişisin ki, dünya tokları, senin vuslatının açlarıdır.
Şems-i Tebrizi
Gel bakalım ateşle nasıl oynanır göstereyim.. Gör bakalım ateş mi seni yakar, sen mi ateşi ?
Şems-i Tebrizi
Esas kirlilik, dışta değil içte, kisvede değil, kalpte olur. Yıkamakla çıkmayan tek pislik kalplerde yağ bağlamış haset ve art niyettir.
Şems-i Tebrizi
Hüzün, taze tutar aşk yarasını. Yaramdan da hoşum, yârimden de.
Şems-i Tebrizi
Yaşarken anlayamadıkları değerleri, öldükten sonra anlamanın kimseye faydası yok. Sevdiğinizi dirileştirmenin yolu, hayatın tazeliğinde itiraf ve ifade etmektir.
Şems-i Tebrizi
Hakk’ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?
Şems-i Tebrizi Kadın; bilene nefes, bilmeyene nefstir.
Şems-i Tebrizi
Kıyamet günü, ”Bedenim, bedenim” diyeceksin. Hz. Muhammed, ”Ümmetim, ümmetim” diyecek. Cennet, ”Hissem, hissem” diyecek. Cehennem, ”Payım, payım” diyecek. Rabbu’l-İzzet, ”Kulum, kulum ”diyecek.
Allah bir insanı senin elinle ayağa kaldıracaksa, sen nasıl elini uzatmazsın ? Allah seni insanlara sevdirmek istiyor, Allah senin dağılmış parçalarını topluyor. Aşka nankörlük etme!
Şems-i Tebrizi
Hakiki dost Allah gibi mahrem olmalıdır. Dostun çirkinliklerine, hoşa gitmeyen hallerine tahammül etmeli, hatasından incinmemelidir. Dosttan yüz çevirmemelidir, dosta itiraz etmemelidir. Nitekim rahmeti bol olan Allah kullarının ayıplarından, günahlarından, noksanlarından dolayı onlardan yüz çevirmez. Tam bir inayet ve şefkatle, onlara rızkını verir. İşte garazsız, ivazsız dostluk budur…
Şems-i Tebrizi
Sende o var bu var, falan dedi var, falan anlattı var, peki sende senden ne var Mevlana?
Şems-i Tebrizi
Gençliğimde aradığımı yaşlılığımda buldum , neylersin. Ya ben erken geldim ya sen geç kaldın vuslata , neylersin. Kader!
Şems-i Tebrizi
Musikinin ritminde bir sır saklıdır; eğer onu ifşa etseydim dünya alt üst olurdu..
Şems-i Tebrizi
Her yolun bir adabı vardır. Allah’ı sevmenin de bir adabı vardır. Derviş sadece gönlü geniş ve ruhu gezgin bir sufi demek değildir ki.
Şems-i Tebrizi
Alimken arif oldun, peki aşık olmaya namzet misin?
Şems-i Tebrizi
Kapımıza değil, kalbimize vuran buyursun!
Şems-i Tebrizi
Ey İnsan… Kafdağı kadar yüksekte olsan da, kefene sığacak kadar küçüksün. Unutma, her şeyin bir hesabı var: Üzdüğün kadar üzülürsün.
Şems-i Tebrizi
İlim üç şeydir: Zikreden dil, şükreden kalp, sabreden beden…
Şems-i Tebrizi
Sen nasıl bir pınarsın Mevlana’m, içtikçe daha çok susadığım…
Şems-i Tebrizi
Aşık odur ki, Allah’tan aldığı aşk emanetini Allah’a verir. Aşk mezhebinde her şey Yüce Aşk’a kurbandır.
Şems-i Tebrizi
İnsanlar maşuk aramıyor, bencil duygularına köle arıyor. Köle buluyor ama aşkı bulamıyor…
Şems-i Tebrizi
Her şey insanoğluna feda iken insanoğlu ise kendine cefa olmuştur.
Şems-i Tebrizi
Sığ suları en hafif rüzgarlar bile coşturabiliyor. Derin denizleri ise ancak derin sevdalar. Anladım ki, derin ve esrarengiz olan her şey susuyor. Anladım ki susan her şey derin ve heybetli…
Şems-i Tebrizi
Bu nicelik ve nitelik dünyasının ucunda
Dertli sesiyle konuşan bir adam durmakta
Gözü kartallarınkinden bile daha keskin
Yüzü şahididir gönül ateşinin
İç ateşinin yakıcılığı artıyor her zaman
Arzuyla dolu bir ruhtan, yanan bir avuç topraktı
Aşk ve sarhoşluktan nasipsiz bilginler
Tedavi için nabzını hekim eline verdiler…
Şems-i Tebrizi
Allah senin kapından aşk sarayına bir insan alacaksa, o insana sen nasıl ben seni sevmiyorum dersin?
Şems-i Tebrizi
Elalem şarap içer sarhoş olur, biz aşk ehliyiz içmeden sarhoş olmuşuz..
Şems-i Tebrizi
İnsanoğlunun edepten nasibi yoksa, insan değildir. İnsan ile hayvanı ayıran edeptir…
Şems-i Tebrizi
Yolun ucunun nereye varacağını düşünmek beyhude bir çabadan ibarettir. Sen sadece atacağın ilk adımı düşünmekle yükümlüsün. Gerisi zaten kendiliğinden gelir.
Şems-i Tebrizi
Sabır nedir? Dikene bakıp gülü, geceye bakıp gündüzü tahayyül edebilmektir.
Şems-i Tebrizi
Allah âşıkları, sabrı gülbeşeker gibi tatlı tatlı emer, hazmeder. Ve bilirler ki, gökteki ayın hilalden dolunaya varması için zaman gerekir.
Parayi görünce namazi unuturlar Mahmud Esad Coşan Akra fm
Fakîh Ebü’l-Leys-i Semerkandî ( radıyallahü anh ) şöyle buyurdu: “Yedi sözü söylemeye riâyet eden, Allahü teâlânın katında ve meleklerinin yanında şerefli olur. Deniz köpüğü kadar da olsa, Allahü teâlâ, onun günahlarını af ve mağfiret eder, tâatin tadını duyar. Hayâtı da, vefâtı da hayr olur. Bu yedi söz şunlardır: 1- Her işe başlarken Bismillah demek, 2- Her işi bitirince Elhamdülillah demek, 3- Fâidesiz şeyler söylediği zaman istiğfar etmek, 4-Bir iş yapılmak istenince, inşâallah demek, 5- İstemediği bir şey başına gelince, “La havle velâ kuvvete illâ billâh-il-aliyyil azîm” demek. 6- Başına bir musibet gelince, “İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn” demek, 7- Gece-gündüz her zaman, “La ilahe illallah Muhammedün Resûlullah” demek.”
http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Islam-Alimleri-Ansiklopedisi/Detay/IBN-I-HACER-I-ASKALANI/3001
Güzel bir söz var; işinizin iyi olması için içinizin güzel olması lazım. Bunun için öncelikle içimizi iyi yapmamız lazım.
Altınoluk ekim 2018.sayı 392.
sy.10.
Hak Din, İslâm'dır.
Nefs ve şeytanın silahı: Vesvese.
O s.a.v. Ne Öğretti, Nasıl Öğretti, Ne Hasıl etti?
Cenâb-ı Hak ile dost olmanın şartı:"secde et ve yaklaş!"
İslâm Mükemmeldir, Muhteşemdir! Bütün sistemler İslam'a Muhtaçtır.
Evlâtlara en güzel miras, İslâm karakter ve şahsiyetini miras bırakmaktır.
Okuyup yaşayanlara ve yaşatanlara ne mutlu.
"Anam, babam, canım, malım Sana fedâ olsun yâ Rasulallah!" diyebilenlere ne mutlu!
Peygamberlerin, Hak dostlarının ve Salih kulların bıraktığı en güzel miras, imanlı nesillerdir.....Fecre andolsun!..(fecr.1)
Yüzakı.Dergisi.yıl 14.Ekim 2018...164.
Kişi sevdiğiyle beraberdir.
Cenâb-ı Hakk'ın mü'minlere mektubu. Kur'an-Kerim.
İnsan; edep kemerini kuşanmalı, ihlâs tâcını takmalı ve samimiyet çağlayanı olup gönülden gönüle akmalıdır.
Çünkü; İhlâs ve samimiyetin olduğu yerde, riyâ asla barınamaz.
Yüzakı.Dergisi.Ekim 2018 Samimiyetle.
Allahümmerhamni min zamâni hâzâ.Yâni:
-Ey Allah c.c. ım. Sen beni şu yaşadığım zaman ve ânın her türlü fitne, cevir, zulüm, isyan ve her türlü fesatlarından koru ve sakla.
Kara Davud
Delail-i Hayrat Şerhi.sy.521.
Ve ihdâkıl fiteni ve tetâvüli ehlil cür'eti aleyye vestid'âfihim iyyâye.Yâni:
-Allah c.c.ım beni fitnelerin sarıp sarmalamasından, halkın biribirine hiyanet artıklığından, emanetin azlığından, hâkim ve yargıçların cevrinden, zulmünden,bilgisizliğinden, düzenin hatalı olmasından, bunlara benzeyen fitnelerden sana sığınırım.
Kara Davud
Delâil-i Hayrat Şerhi.sy.521.
Hem de zulme, yağmaya fesada yeltenenlerin benim üzerime tecavüz etmelerinden ve onların beni zayıf ve hakir görmelerinden ve böylece bana hücum etmelerinden, cevir ve zulümlerinden beni koru, bana rahmet ey!e ya rabbim.
Kara Davud
Delâil-i Hayrât Şerhi.sy.521.
Sayfa: 136
1. Siz bugün öyle bir zamandasınız ki, sizlere emrolunanın onda birini terketseniz helak olursunuz. Ama öyle bir zaman gelecektir ki, emrolunanın onda birini yapanlar kurtulacaklardır.
Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
2. Siz bugün öyle bir zamandasınız ki, alimleri çok, hatibleri azdır. Bugün bir kimse bildiğinin onda birini terketse düşer. Bir zaman gelecektir ki, bileni az, anlatmaya çalışanı (hatibleri) çok olacak. O zamanda, bildiğinin onda birini yapan kurtulacaktır.
Ravi: Hz. Ebû Zerr (r.a.)
3. Siz bugün tam bir Hak dini üzerinderisiniz. Ben sizin çokluğunuzla iftihar ederim. Benden sonra gerilemeyin.
Ravi: Hz. Câbir (r.a.)
4. Siz memleketinizin kıtlığından (Kıtlık, pahalılık, şiddet) şikayetçi olursunuz. Yağmurdan (azlığından) şikayetçi olursunuz. Halbuki Aziz ve Celil olan Allah, size duayı emretmiş, Ve şu duaya icabet etmeyi de size vaad etmiştir. "Bütün Hamdler, Rahman, Rahim ve Alemlerin Rabbi olan Allaha mahsustur. O ceza gününün sahibidir. Ondan başka gerçek Mabud yoktur. O murad ettiğini yapar. Ey Allahım! Sen Allahsın, Senden başka İlah yoktur. Ancak sensin zengin. Biz ise fıkarayız. Bize yağmur indir. Bize indirdiğini bizim için kuvvet yap. Ulaştırıcı yap, bir vakte kadar."
Ravi: Hz. Âişe (r.anha)
5. Siz mansur ve muzaffer olacaksınız. İsabetli yol üzerindesiniz. Siz ganaime, şarkla garbın futuhatına erişeceksiniz. Sizden herhangi biriniz buna ulaşırsa, Allah'tan korksun. (Takvayı elden bırakmasın) Emr-i bil maruf, nehy-i anil münker yapsın ve sılai rahimde bulunsun. Akrabalık bağlarını birleştirsin. Kim kasten Bana yalan isnad ederse ateşteki yerine hazırlansın.
Ravi: Hz. İbni Mes'ud (r.anhüma)
6. Sizler yaya, binekli olarak ve yüz üstünde bu tarafa (Şam tarafına) toplanacaksınız.
Ravi: Hz. Bekr (r.a.)
7. Yakında birkaç bölüğe ayrılacaksınız. Bir kısmınız Şam, Mısır, lrak ve Yemen'de olacak. Dediler: "Hangi tarafta bulunalım?" Buyurdu ki, Şamdakilere katılın. Veya ona katılamazsanız, Yemen'e gidin ve onun göllerinin suyundan istifade edin. Allah Teala Bana Şam'ı tekefful etti.
Ravi: Hz. Ebud derda (r.a.)
8. Ameller kablar gibidir. Altı güzel olursa üstü de güzel olur, altı bozuk olursa üstü de bozuk olur.
Ravi: Hz. Muaviye (r.a.)
9. Ameller niyetlere göredir. Herkes için aslolan niyet ettiği şeydir. Her kim Allah'a ve Resulüne hicreti niyet etti ise, onun hicreti Allah'a ve Resulünedir. Her kim hicreti kendine isabet edecek bir dünyalığa veya nikah edeceği bir kadına niyet etti ise, onun hicreti o niyet ettiğinedir.
Ravi: Hz. Ömer (r.a.)
Ò z
Sayfa: 438
1. Bir kimse Kur'anı okusa, hıfzetse, ve ahkamını zabdetse, onun helalini helal, haramını haram olarak tatbik etse, Allah o kimseyi Cennete sokar ve ehli beytinden de kendilerine ateş gerekmiş on kişiye şefaat hakkı tanır.
Ravi: Hz. Ali (r.a.)
2. Bir kimse Kur'anı okur da, Allah (z.c.hz.)lerinin yarattıklarından birine bundan daha efdal bir şey verildiğini zannederse, Allah'ın büyütüldüğünü küçültmüş ve Allahın küçülttüğünü büyültmüş olur. Kur'an hamiline de herkes gibi her şeye dalmaması, cahillik edenler gibi cahillik yapmaması, bilakis Kur'an'ın izzeti sebebile affetmesi ve cahillerden yüz çevirmesi yaraşır.
Ravi: Hz. İbni Ömer (r.anhüma)
3. Bir kimse her gün yüzünden iki yüz ayet okursa, kabrinin etrafındaki yedi kabir hakkında şefaatçi kılınır. Müşrik bile olsalar, ana babasından, Allah azabı hafifletir.
Ravi: Hz Ebud Derda (r.a.)
4. Bir kimse emirin yanında (Riya için) Allah'ın kitabını okursa, Allah o kimseye emirin yanında okuduğu her bir harfe karşılık bir lanet eder. Emire de on lanet eder. Kıyamet günü Kur'an o kimse ile muhasama eder. O orada "Helak olduk" diye bağırır da, işte o kimse, kendilerine "Bu gün yanlız bir kere helak olmayı değil, bir çok defa helak olduk diye bağırın" denilenlerden olur.
Ravi: Hz. Ebud Derda (r.a.)
5. Bir kimse her farz namazdan sonra "Ayetül Kürsiyi" okursa onu Cennete girmekten hiç bir şey alıkoyamaz, ölümden gayri.
Ravi: Hz. Ebû Ümâme (r.a.)
6. Bir kimse her gece "İza Vakaatil Vâkıa" suresini okursa ona ebedi olarak fakirlik isabet etmez. Ve bir kimse de her gece "La uksimi bi yevmil kıyameti" suresini okursa, kıyamet günü yüzü ayın ondördü gibi olduğu halde Allah'a mülaki olur.
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
7. Bir kimse abdestin arkasından, "İnna enzelnahü fi leyletil kadr" suresini bir kere okursa sıddıklardan olur. Onu iki kere okuyan şehidler divanındadır. Onu üç kere okursa Allah onu Peygamberleri haşrettiği gibi haşreder.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)
8. Bir kimse elli defa "İhlas" suresini okursa Allah onun elli senelik günahını affeder.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)
9. Bir kimse "Kul hüvallahü Ehad" suresini ikiyüz kere okursa, Allah onun iki yüz senelik günahını affeder.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)
10. Bir kimse dört halden kaçınmak şartıyla "İhlas" suresini yüz kere okursa Allah onun elli senelik hatasını affeder. Cana, mala, ırza dokunmaz ve içkiden korunursa.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)
11. Bir kimse bin kere "İhlas" okursa, kendini Allah (z.c.hz.)den satın almış olur.
Ravi: Hz. Huzeyfe (r.a.)
12. Bir kimse her farz namazdan sonra on kere "İhlas" okursa, Allah (z.c.hz.) kendisine rızai şerifini ve mağfiretini lazım kılar.
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
Sayfa: 439
1. Bir kimse Cuma namazından sonra yedişer kere, "Kul hüvallahu ehad, Kul eûzü birabbil felak, kul eûzü bi Rabbin nâsi" surelerini okursa, Aziz ve Celil olan Allah bu sebeble onu diğer Cuma'ya kadar zarar ve kötülüklerden korur.
Ravi: Hz. Âişe (r.anha)
2. Bir kimse bir gecede bin ayet okursa Allah'a, kendinin yüzüne güler bulduğu halde mülaki olur. "Ya Resulallah bin ayet okumaya kimin gücü yeter?" diye sorulunca, Resulallah: "Bismillahirrahmanirrahim Elhâkümüttekâsür"ü sonuna kadar okudu da şöyle buyurdu: Nefsim yed-i kudretinde olana yemin ederim ki, bu sure bin ayete bedeldir.
Ravi: Hz. Ömer (r.a.)
3. Bir kimse bir din kardeşinin dünya hacetlerinden bir hacetini görürse, Allah (z.c.hz.) onun yetmiş iki hacetini görür ki, en kolayı mağfirettir.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)
4. Bir kimse din kardeşinin masiyet olmayan bir hacetini görürse, ölene kadar Allah'a ibadet etmiş gibi olur.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)
5. Bir kimsenin malı az, iyali çok, namazı güzel olursa ve müslümanları gıybet etmezse kıyamet gününde o ve Ben şöyle yanyana oluruz.
Ravi: Hz. Ebû Said (r.a.)
6. Bir kimse Allah'a ve ahiret gününe inanırsa ailesini hamama göndermesin. Ve bir kimse Allah'a ve ahiret gününe inanırsa içki içilen sofraya oturmasın. Bir kimse Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa yanında mahremi olmayan bir kadınla yanlız kalmasın. Zira o ikisinin üçüncüsü şeytan olur.
Ravi: Hz. Câbir (r.a.)
7. Bir kimse Allah'a ve kıyamet gününe inanıyorsa komşusuna iyilik etsin. Bir kimse Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa misafirine ikram etsin. Ve bir kimse Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa ya hayır söylesin ya sussun.
Ravi: Hz. Ebû Şureyh (r.a.)
8. Bir kimse kurbanını namazdan evvel keserse onun yerine bir diğerini daha kessin. Ve kesmemişse Bismillah ile kessin.
Ravi: Hz. Cündeb (r.a.)
9. Sizden bir kimse kudret sahibi ise ve eli genişse evlensin. Zira bu, gözünü haramdan koruyucu ve azasını da muhafaza edicidir. Kimin de eli geniş değilse ve iktidarı yoksa oruç onun için enemedir. (şehvetini kırıcıdır)
Ravi: Hz. Osman (r.a.)
10. Birinizin saçı varsa ona ikram etsin. Denildi ki: "Onun ikramı nasıl olur?" Buyurdu ki: "Onu her gün yağlarsın ve tararsın.
Ravi: Hz. Osman (r.a.)
11. Bir kimse Allah'a ve kıyamet gününe inanırsa misafire ikram etsin. Dediler ki: "Misafire ikram nasıl olur?" Buyurdu ki: "Üç gün, (hoş tutacak, hizmet edecek.) Bundan sonra oturursa bu ona sadakadır.
Ravi: Hz. Ebû Said (r.a.)
Sayfa: 141
1. Ahir zamanda ümmetim üzerine şiddetli bir bela zuhur eder. Bundan ancak iki sınıf kurulur: Biri Allah'ın dinini tanır ve onun için lisan ve kalbi ile mücadele eder. İkinci ise dinini anlamış, dinlemiş ve tasdik etmiştir. (Yani cahil kalanlar bu belada tehlikededir)
Ravi: Hz. Ömer (r.a.)
2. Zekatı vermeniz, İslamiyetinizin kemalindendir.
Ravi: Hz. Alkame (r.a.)
3. İmam, namazı tamamlayıp cemaate doğru dönünceye kadar onunla bulunan, gece kâim sevabını alır.
Ravi: Hz. Ebû Zerr (r.a.)
4. İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelir ki, faiz yemeyen adam kalmaz. Onu yemese bile kendisine tozu isabet eder.
Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
5. Erkeklerin kadınlara bakması mekruh olduğu gibi, kadınların da erkeklere bakması mekruhdur.
Ravi: Hz. Ümmü Seleme (r.anha)
6. Cennete ancak müslüman girer. Allah (z.c.hz) bu dini isterse facirle de teyid eder.
Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
7. Bir taife üreyecek ve Allah'ın kitabını dillerinin ucundan okuyacaklar ve okun yaydan çıkması gibi boş olarak dinden çıkacaklar. Ben onlara yetişseydim kendilerini, Semudu katleder gibi katlederdim. (Bunlar havariçtir.)
Ravi: Hz. Ebû Said (r.a.)
8. Hiç bir Peygamberin ruhu, cennetteki makamını görmeden kabz olunmamıştır. Sonra serbest bırakılır. (Kendi ister, ruhu öyle kabz olur.)
Ravi: Hz. Âişe (r. anha)
9. Sizlerin üzerinizde bazı umera bulunur. Yaman söyler ve zulüm yaparlar. Kim ki, bunların yalanlarını tasdik eder ve zulümlerine yardım ederse ben onlardan değilim, onlar da Benden değildir ve havzıma da gelemezler. Kim de onların yalanlarını tasdik etmez ve zulümlerine yardımcı olmazsa o Bendendir, Ben de ondanım. Ve havzımda Benim yanıma gelir.
Ravi: Hz. Huzeyfe (r.a.)
Sayfa: 142
1. Rabbına itaat edip, kocasının hakkını ödiyen, ona nefsi ve malı hususunda hıyanet etmiyen kadınla şehid arasında, Cennette bir derece fark kalır. Kocası güzel ahlaklı ve mü'min ise Cennette de onun kocası olur. Değilse, Allah (z.c.hz) onu bir şehidle evlendirir.
Ravi: Hz. Meymune (r.a.)
2. Bir kadına, kocasının izni olmayınca kendi malına tasarrufu caiz olmaz.
Ravi: Hz. Kaab İbni Malik (r.a.)
3. Harem de bir adam haddini aşacak, onun günahı da insin ve cinnin günahını aşacaktır.
Ravi: Hz. İbni Ömer (r.a.)
4. (Hz. Ebu Bekir r.anh'a) Senin yanında bir melek vardı. Sana yapılan tecavüzü reddediyordu. Ne vakit sen onun bazı sözlerini redde başladın, araya şeytan girdi. Ben de burada şeytanla oturamam dedi ve şöyel buyurdu: Üç şey haktır; Zulme uğrıyan bir kul Allah için (ehemmiyet vermez) oralı olmazsa, Allah (z.a.hz) da, yardımı ile onu aziz eder. Bir adam sılai rahim niyetiyle verme kapısını açarsa, Allah (z.c.hz) da ona bolluk ihsan eder. Bir kimse de çoğaltmak için isteme kapısını açarsa, onu da Allah darlığa düşürür.
Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
5. Siz arzın şark ve garbını feth edeceksiniz. O zaman memuriyet yapanlar Cehennemliktir. Allah'tan korkanlar müstesna.
Ravi: Meharib'den bir kimseden.
6. Benden evvelki Peygamberlerden hiç bir Peygamber yoktur ki, arkasına yedi kişi verilmiş olmasın. Bunlar necib ve yardımcı kimselerdir. Bana ise on dört kişi verildi. Bunlar Hz. Hamza, Cafer, Ali, Hasan, Hüseyin, Ebu Bekir, Ömer, İbni Mes'ud, Ebu Zer, Mikdat, Huzeyfe, Ammar, Bilal ve Suheyb (r.anhüm)dür.
Ravi: Hz. Ali (r.a.)
7. Benden sonra hamamlar olacak. Bunlarda kadınlar için hayır yoktur, örtüsü ile girse bile. Hiç bir kadın yoktur ki, evinden başka yerde başını açsın da, Allah (z.c.hz) ile arasındaki kerameti kaybolmasın.
Ravi: Hz. Âişe (r. anha)
8. Kıyamet gününde bir münâdi nida eder: "Nerede ümmeti Muhammedin (s.a.v) fıkaraları, kalkın! Size kim Allah (z.c.hz) uğrunda bir şey verdi, yedirdi ve içirdi, eski veya yeni bir şey giydirdi ise, tutun elinden de götürün Cennete," Orada hiçbir kimse fakir kimse olmıyacak ki, arkadaşını kollamasın. Birisi diyecek ki: "Bu beni yedirdi.". Öbürü diyecek ki: "Bu beni içirdi". Böylece ümmeti Muhammed'in (s.a.v) fakirlerinden, küçük büyük bunu yapmıyan kalmaz ve böylece cemîan Cennete dahil olurlar.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)
Sayfa: 145
1. Ben size filan-falan kimseleri ateşle yakmanızı emretmiştim. Halbuki ateşle ancak Allah azab eder. Eğer onları yakalarsınız öldürün, kafi.
Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
2. Ben sizin önünüzden "Havza" varıp, sizi arayacağım. Kim ki Beni orada bulur ve Havzı kevserden içerse bir daha susamaz. Öyle kimseler gelecek ki, Ben onları, onlar da Beni tanıyacak. Fakat kendileriyle aramız açılacak. Soracağım. Niye böyle? Denilecek ki: "Onlar senden sonra yaramaz işler yaptılar?" O zaman Ben onlara sahip çıkmıyacak ve benden sonra (dini) değiştirenlere "uzak , uzak olun" diyeceğim.
Ravi: Hz. Sehl İbni Saad (r.a.)
3. Sizin üzerinize üç şeyden korkarım. Ki bunlar da vuku bulacaktır: Alimin hatası, Münafıkın Kur'anla cidali, Dünyalık kapısının size açılması. (Dünyanın yıkım oluşu şundandır. Dünya muhabbeti gönüle girerse çok fazla uyanıklık istiyor. Dünya teveccühüne aldanmasa da vasıta gibi hizmetinde kullansa büyük bir nimettir.)
Ravi: Hz Muaz (r.a.)
4. Kadınlarla biat edildiğinde el almam. Lakin ben onlardan Allah'ın aldığını alırım. (Kadınlardan sözle, erkeklerden ise söz ve musafaha ile biat alırlardı.)
Ravi: Hz. Enes binti Yezid (r.a.)
5. Öyle kast ediyorum ki, cemaate bir imam tayin edeyim, kendim de dolaşayım. Ve Cuma günü kimi evinde bulursam yakayım.
Ravi: Hz. İbni Mektum (r.a.)
6. Ben Rabbimden ümmetim için şefaat diledim. Onu bana verdi. Bu, şirk koşmıyan her mü'mine nasib olacaktır.
Ravi: Hz. Ebû Zerr (r.a.)
7. Ben sizin görmediklerinizi görüyor, işitmediklerinizi işitiyorum. Gök gıcırdıyor, hakkıdır da. Gökte dört parmaklık boş bir yer yok ki, oraya bir melek secde etmiş olmasın. Nefsim kudretinin elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Benim bildiğimi siz bilseydiniz, az güler çok ağlardınız. Döşekler üzerinde kadınlarla telezzüz edemezdiniz ve bağrınızı döverek yabana uğrardınız.
Ravi: Hz. Ebû Zerr (r.a.)
8. Ben bir kelime biliyorum ki, ölümü yakın olan kimse onu derse, ruhu rahatlık bulur ve kıyamette de ona nur olur. Bu, "Lâ ilâhe illallah" dır.
Ravi: Hz. Talha (r.a.)
9. Ben bir kelime biliyorum ki, kim onu hakkı ile söylerse Cehennem ona haram olur. O da, "Lâ ilâhe illallah" dır.(Hakkı meselesi haramdan kendisini koruması demektir.)
Ravi: Hz. Ömer (r.a.)
10. Ümid ediyorum ki, Bana tabi olanlar Cennet ehlinin dörtte biri, ümid ediyorum ki, üçte biri ve ümid ediyorum ki, yarısı olur (Sonradan üçte ikisi buyurulmuş.)
Sayfa: 147
1. Rabbimden ümmetimi kıtlıkla helak etmemesini istedim. Onu bana verdi. Ve istedim ki harici düşmanla mahv etmesin. Onu da verdi. Ve yine istedim ki onlar birbirlerinden ayrılmasın ve birbirlerini vurmasın. Onu bana vermedi. O zaman Ben, ya humma ya taun, ya humma ya taun, ya humma ya taun olsun istedim.
Ravi: Hz. Muaz (r.a.)
2. Ben öyle bir kelime bilirim ki, musibete uğrıyan adam söylerse, Allah ondan o musibeti kaldırır. Bu kardeşim (Yunus (a.s.)'ın sözüdür ki, (Balığın içinde) karanlıklarda şöyle nida etmişti: "Lâ ilâhe illâ ente, sübhâneke innî küntü minezzâlimîn." (Çok kimse selamete çıkmış. Ayeti kerimenin sonunda da "Böylece mü'minleri kurtarırız" buruyuruluyor.)
Ravi: Hz. Saad (r.a.)
3. Melekleri, yer ile gök arasında, Hanzeleyi gümüş levha üzerinde yağmur suyu ile gasl ederlerken gördüm. (Uhud harbinde)
Ravi: Hz. Huzeyme (r.a.)
4. Rabbimi çok Kerim ve Mâcid (azamet ve şeref sahibi) buldum. Bana Cennete hesapsız girmeyi vaad ettiği yetmiş bin kişinin her birine de ayrıca yetmişer bin kişi bağışladı. Dedim ki, "Ümmetim o kadarı bulmaz." Buyurdu ki: "Ben onu ağreb (müminlerin cahilleri) den tamamlarım"
Ravi: Hz. Amir (r.a.)
5. Rüyamda bir siyah koyun sürüsüne, alaca koyun sürüsünü katılmış gördüm. Tabir et Ya Ebubekir (r.a): "Siyah arabtır. Diğeri de acemden (arabdan gayri) sana tabi olacaklardır." Seher vaktinde melek te böyle tabir etti.
Ravi: Hz. Ebû Eyyub (r.a.)
6. Size bir sure okuyacağım ki, kim ağlarsa Cennetliktir. Ağlayamazsa hüzünlü bulunsun (El hakümüttekasur suresi)
Ravi: Hz. Abdil Melik (r.a.)
7. Bir kelime biliyorum. Bir mü'minin onu yürekten söylerse ona Cehennem haram olur. (Bu kelime-i şehadettir.)
Ravi: Hz. Osman (r.a.)
8. Dün gece rüyamda acaib şeyler gördüm. Ümmetimden bir kimse gördüm ki, azab melekleri onu kuşatmışlardı da abdesti gelib, onu içinde bulunduğu bu istenmiyen halden kurtardı. Gene bir kimse gördüm ki kabir onu sıkıyordu. Namazı ona geldi ve onu kabir azabından kurtardı. Gene bir kimseye şeytanların musallat olduğunu gördüm. Zikrullahı ona geldi ve şeytanın tasallutundan onu kurtardı. (Şeytanın tasallutu yürek sıkıntısından anlaşılır) Gene ümmetimden bir kimse gördüm ki susuzluktan dili çıkmıştı. Ramazan orucu geldi onu suvardı. Yine bir recul gördüm, kendisini zulmet sarmıştı. Haccı ve umresi geldi ve onu o karanlıklardan çıkardı. Birini de gördüm. Melekül Mevt ruhunu kabz etmek için ona gelmişti. Anasına, babasına yaptığı iyilikler gelip o meleğe karşı çıktı ve geri çevirdi. Bir recul de görüm. "müslamanlarla konuşayım" diyor amma konuşturmuyorlardı. Buna da sılai rahmi gelip "Bu adam akrabasına giderdi" diyerek şefaat etti. Onlarla konuştu ve beraber oldu. Birini de gördüm, Peygamberlerin yanına gitmek istiyor, halka halka kovuyorlar onu. Onu da cünüplükten korkar olması (gusül abdesti) geldi de aldı, onu da yanıma oruttu. Bir recul de gördüm, ateşin şiddetinden eliyle korunmak istiyordu. Sadakası geldi de başı üzerinde gölge yaptı ve yüzüne perde oldu. Birini de gördüm, zebaniler kendisini almaya gelmişti. Yaptığı emri bil maruf, nehyi anil münkeri geldi de kendisini kurtardı. Bir recul de gördüm, ateşe atılmış (Allah korkusundan döktüğü) göz yaşları geldi de onu Cehennemden kurtardı. Birini de gördüm, defterini solundan veriliyor. Allah korkusu geldi, onu kurtardı ve defterini sağa aldı. Terazisi hafif gelen bir kimse gördüm. Kendinden evvel ölen çocukları gelip mizanını ağırlaştırdı. Cehennemin kenarında bir adam gördüm, onu da oradan Allah korkusu kurtardı. Birini de gördüm, hurma sazı gibi titriyordu. Allah'a hüsnü zannı geldi ve titremesi durdu. Sırat köprüsünde düşe kalka giden birini gördüm. Onu da selatı selamı gelip kurtardı ve sıratı geçene kadar doğrulttu. Biriside Cennetin kapısına kadar geldi fakat kapılar kapanıyordu. Onu da Kelimei Şehadeti gelip Cennete koydu.
Ravi: Hz. Abdurrahman (r.a.)
Sayfa: 148
1. Eğer siz, öküzlerin kuyruğuna yapışır, hilei şeriyeli alışveriş yapar ve cihadı da terkederseniz üzerinize öyle bir zillet verilir ki, Cihada dönmedikçe ve tövbe etmedikçe bundan kurtulamazsınız.
Ravi: Hz. İbni Ömer (r.anhüma)
2. Bir adam evinden çocukları, ana babası ve iyali için (onların ihtiyacını temin için ) çıkıyorsa, bu Allah uğrundadır. Çalım, tekebbür ve tefahur için çıkarsa o da şeytan yolundadır.
Ravi: Hz. Kaab (r.a.)
HTML>ue?
Sayfa: 140
1. Kimse rızkını tamamlamadan ölmez. Sabırsızlık etmeyin. Allah'tan korkun Ey insanlar, rızkı aramakta güzel davranın. Helal olanı alın, haram olanı bırakın.
Ravi: Hz. Câbir (r.a.)
2. Her insan üç yüz altmış mafsaldan yaratıldı. Kim ki Cenabı Hakka tekbir, tahmid, tehlil, tesbih ve istiğfarda bulunur, yoldan dikeni, taşı, kemiği kaldırır ve emri bil maruf ve nehyi anil münker yaparsa (Bunları üçyüz altmış kadar yaparsa) o kimse akşama cehennemden kendini uzaklaştırmış olur.
Ravi: Hz. Âişe (r. anha)
3. Yakında fitne ve fesad olur. Kim ki bu ümmeti, bir baş altında toplu iken ayırmak isterse kim olursa olsun başını vurun.
Ravi: Hz. Arface (r.a.)
4. Derttir. Deva değildir. ("Şarabtan deva olur mu?" sualine karşı)
Ravi: Hz. Tarık (r.a.)
5. Benim de kalbime arada kapanıklık gelir ve Cenabı Hakka günde yüz kere istiğfar ederim.
Ravi: Hz. Egar (r.a.)
6. Yakında namazı vaktinden geciktirecek umera gelecektir. Sen namazını kıl da öyle git yanlarına, Eğer onlar kılmışsa sen de kılmış vaziyettesin. Kılmamışlarsa sen de onlara uyarsın. Bu senin için nafile olur.
Ravi: Hz. Ebû Zerr (r.a.)
7. Yer ile gök arasında hiç bir şey yoktur ki, benim Resulullah olduğumu bilmesin. Yalnız ins ile cinnin kafiri tanımaz.
Ravi: Hz. Câbir (r.a.)
8. Sizin üzerinize yakında kabul edeceğiniz veya kabul etmiyeceğiniz işler yapan umera gelir. Kim ki bunu reddeder, beraat kazanır. Hoşlanmıyan selamet kazanır. Hoşlanan, uyan fitneye uğramış olur. Dediler ki: "Onlarla cenkleşmiyelim mi?" Namaz kılarlarsa cenkleşmeyin buyurdu.
Ravi: Hz. Ümmü Seleme (r.anha)
9. Allah (z.c.hz) kendinden talep etmiyene kızar. (Kul ihtiyacını zahirde başkalarından istese de esasda her şeyi Allah'tan beklemelidir.)
Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
10. Seni (Hz. Ali'ye) ancak mümin sever. Ve sana ancak münafık buğz eder.
Ravi: Hz. Ali (r.a.)
11. Benden evvelki peygamberlerden, ümmetimi deccal ile korkutmıyan hiç kimse olmadı. Onun sol gözü şaşı, sağ gözü ise perdelidir. Ve alnında kafir diye yazılıdır. Yanında Cennet, Cehennem diye iki vadi olur. Cennet dediği Cehennem, Cehennemi ise Cennetir. Yanında Peygamber kıyafetinde iki melek bulunur. Biri sağında biri solundadır. Bu beraberlik insanları imtihan içindir. Ve deccal onlara sorar: "Ben sizin Rabbiniz değilmiyim? Diriltiyorum, öldürüyorum." Meleklerden biri "Yalan söylüyorsun" der. Fakat bu sözü yanındaki melekten başkası duymaz. İkinci melek diğerine "Doğru söylüyorsun" der. İkinci meleğin sözünü ise insanlar işitir. Ve zannederler ki, deccalı tasdik etti. Bu da imtihan içindir. Sonra Medine'ye yürür. Giremeyince: "Bu O'nun (s.a.v)ülkesidir" der. Sonra Şam'a yürür. Orada "Akıbeti Efik" mevkiinde Allah onu helak eder.
Ravi: Hz. Sefine (r.a.)
Cahız diyor ki:
"Doğruluk ve vefâkârlık ikizdir.Sabır ve halimlik de ikizdir.Dinin mükemmeliyeti ve dünyanın dünyanın salah ve düzeni bunlara bağlıdır.Bunların zıtları da her ayrılığın sebebi ve her fesadın temelidir..".
Edeb'ün Dünya Ve'ddin.
Maverdi.sy.425.
Sabah namazını ilk kılan Âdem, öğle namazını ilk kılan İbrahim, ikindi namazını ilk kılan Yunus, akşam namazını ilk kılan İsâ, yatsı namazını ilk kılan Musa peygamberdir.Aleyimü's-salatü ve's-selâm.
Bakara Surasi Tefsiri
Mahmud Sâmi Ramazanoğlu.
sy.27.
Şekilciler namazı edâdan selâmla çıkarlar.Hakikat ehli ise selâmla namazı devam ettirmeye girerler.Nitekim Allah Teâlâ "Onlar namazlarına devam edrler" buyurmaktadır.
Mearic Suresi,23.
Bakara Suresi Tefsiri
Mahmud Sami Ramazanoğlu
sy.30,31.
Namaz kılan bir kavmi namazları korur.Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:"EyMuhammed sana vahyolunan kitabı oku. Namazı dosdoğru kıl. Şüphesiz namaz insanı fuhuş ve kötü şeylerden alıkoyar.
Ankebut Suresu, 45.
Yine İmanda izzet, namazda kurbiyyet, infâkda ziyade vardır.
Bu surenin ikinci ve üçüncü âyetinde dört şey zikrolunmuştur ki, bunlar kemâl dereceleriyle Hulefâ-i Raşidin -radıyallahü anhüm-de zuhur etmiş vasıflardır;takva, gaybe iman, namazı dosdoğru kılmak ve infak.
Bakara Suresi Tefsiri.Mahmud Sâmi Ramazanoğlu.
sy.31,32.
YAZAR : Raif KOÇAK raifkocak@gmail.com
İnsanoğlu; doğumundan itibaren isteklerini, arzularını ve ihtiyaçlarını başkalarına anlatmak ve toplum içerisindeki diğer fertlerle irtibat kurmak için, doğduğu ve yaşadığı coğrafyaya ait lisânı kullandı.
Allah Teâla Kur’ân-ı Kerim’de
“Ey îmân edenler; Biz, sizi bir erkek bir dişiden yarattık. Hem sizi, tanışasınız diye milletlere, kabîlelere ayırdık…” (el-Hucurât, 13) buyurarak farklı ırklarda ve dillerde yaratılmanın hikmeti olarak tanışmanın ve anlaşmanın önemini bize bildirdi.
Lisan; bir milletin tarihini, kültürünü ve medeniyetini hem bünyesinde yaşayan fertlere hem de diğer milletlere ulaştırabilmesi ve tarih sahnesinde hayâtiyetini devam ettirebilmesi için gerekli bir araç olmuştur. Kendine ait bir lisânı olmayan bir toplum var olamayacağı gibi, lisânı zayıf olan toplumlar da diğer toplumların ve dillerin istîlâsına maruz kalarak tarih sahnesinden silinip gitmişlerdir.
Lisan; bir milletin kültür ve medeniyet alanında tekâmülünü gösteren en büyük ölçüdür. Zira lisânın zenginliği, kültür ve medeniyetin ne kadar yaygınlaştığını ve ilerlediğini gösterir.
Bin yıldır üzerinde yaşadığımız toprakları yurt edinmiş ve adına Anadolu demiş Türkler; bir millet olarak topyekûn İslâm dîni ile şereflendikten sonra, bu dîne sayısız hizmetlerde bulunmuş, âdeta İslâm’ın dünyaya yayılmasında sancaktarlık vazifesi îfâ etmişlerdir. Türkler, yerleşik hayata geçtikten sonra; ilim dili olan Arapça ile edebiyat ve sohbet dili olan Farsçayı alarak kendi kültür değerleri ile mezcederek bugün adına «Osmanlıca» dediğimiz muhteşem bir lisânı meydana getirmişlerdir.
Osmanlı ecdâdımız, fethettiği ve İslâm’ın sancağını diktiği topraklarda konuşulan dillere dokunmamış ve o dillerden kelimeler almaktan çekinmemiştir. Aldığı bu kelimeleri de kendi kültür süzgecinden geçirmiş; gerek telâffuzunu gerekse mânâlarını değiştirerek, kelime dağarcığını genişletmiş ve zenginleştirmiştir.
Osmanlı Türkçesi, bin yıllık medeniyetin ve kültürün birikimi olan bir dildir. Bu büyük ve zengin lisânı kullanmak, mâzîdeki medeniyetimiz ile irtibat kurmak için elimizdeki en kıymetli anahtardır. Ayrıca tarihimizi, kimliğimizi ve kültür mirasımızı idrak etmenin de en mühim vasıtasıdır.
Bu müstesnâ hazinelere ulaşmak için kullandığımız lisânımız; Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasıyla birlikte, milletimizin büyük gayretleri ile kurulan yeni devlette, -güya yenilik yapmak adına- 1928 yılında harf inkılâbı ile büyük bir kıyıma uğramış, asırlardır kullandığımız alfabe değiştirilerek Lâtin harfleri kabul edilmiştir.
1928’lerde başlatılan harf inkılâbı, 1960’lara kadar Osmanlıca bilen nesillerin yaşamasından dolayı çok fazla etkili olamamıştır. Ancak, eski nesiller vefat edince; «dilde sadeleştirme» adı altında yapılan işgal ve imha çalışması tesirini göstermiş ve zengin lisânımızda yer alan kelimeler atılarak dilimiz âdeta kuşa çevrilmiştir. Değişen lisan ile birlikte; medeniyetimiz, kültürümüz ve millî kimliğimiz de büyük yaralar almıştır.
Dünyanın hiçbir yerinde bir milletin kendi kendine yapamayacağı, ancak bir devletin savaş neticesi başka bir devlet tarafından işgal edilmesi veya sömürge hâline getirilmesi durumunda muhatap olacağı ağır müeyyideler bu millete revâ görülmüş, bin yıldır kullandığı lisan değiştirilerek, milletin geçmişi ile olan bağları koparılmıştır.
Osmanlı Türkçesine yapılan bu işgal ve imha plânının asıl maksadı; yeni nesillerin geçmişleri ile olan irtibatını kesmek, kullanılan Kur’ân alfabesinden doğan derin tefekkürü kaynağında boğmak olmuştur.
Bu hususta, durumun vahâmetini anlamak için sahâbeden Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh-’ın şu sözünü nakletmek elzem olacaktır:
“Bu ümmetin önce geçen nesilleriyle sonra gelen nesilleri arasındaki irtibat kopmadıysa, dâim ve kāimse korkmayın, bu ümmet hayır ve salâh üzeredir.
Ne zamanki irtibat kopar, sonra gelen önce gelenle irtibatı kaybeder, işte büyük fitne ve belâ oradadır.”
Yapılan harf inkılâbı yüzünden, geçmiş ile bağlarımız bir daha onarılması çok zor bir şekilde kesilmiş; milletimiz kanun ile Lâtin harflerinden okuma-yazma öğrenmeye zorlanmıştır.
Alfabeyi değiştirmekle ile yetinmeyenler; bin yıldır bu milletin millî kimliği ve kültürel değerleri ile yoğurup meydana getirdiği kelimeleri «sadeleştirme» adı altında katliâma tâbî tutmuşlardır.
Bir dile, lisâna yeni kelime eklemek çok kötü bir fiil değildir, aksine bu ekleme dili zenginleştirmektir. Ancak bir hususa dikkat etmek gerekir ki; eklenen kelime ya halkın sesi ve zevkiyle birleşmeli yahut da halkın dilinde kullanılan iki kelimenin izdivâcından meydana gelmelidir. Bu iki hâlin dışında meydana gelen kelimeler, yanlış evliliklerden doğan sakat çocuklar misali olacaktır. Bu sakat doğumlara birkaç örnek verecek olursak; «aygıt, yapıt, ödence» kelimelerini duyduğunuzda meramımız anlaşılacaktır. Bir lisâna eklenen kelimeler, eğer halkın süzgecinden geçerse; «Nasıl oluyor?» diye baktığımızda; kullanılan iki kelimenin birleştirildiğini ve ortaya nur topu gibi yeni bir kelime çıkarıldığını görürüz. «Akarsu, anadili, anayol, bozkır, cankurtaran» gibi kelimeler de bunlara örnektir.
Lisânın «sadeleştirme» adı altında, âdeta kuşa çevrilmesine; devrin münevverleri sert tepki göstermişler, ancak sesleri kimsesizliğe boğulmuştur. Bu konuda üstad Necip Fazıl’ın şu mısraları, bize o günleri anlatmaya yeterli olacaktır:
Ruhsal, parasal, soyut, boyut, yaşam, eğilim…
Ya bunlar Türkçe değil yahut ben Türk değilim!
Oysa hâlis Türk benim, bunlar işgalcilerim;
Allah Türk’e acısın, yalnız bunu dilerim!
Altı asır, yedi düvele hükmetmiş; bünyesinde bugün de gıpta ile bakılan şairler ve edipler yetiştirmiş bir milleti; ecdâdının yazısını okuyamayacak hâle getirmek, bu millete yapılmış en büyük kötülüktür.
Ecdâdımızdan intikam almak isteyenlerin, bizden çalıp koparmak istedikleri üç değerimiz bulunmaktaydı:
Birincisi; milletimizi birbirine bağlayan ve kaynaştıran dünyanın en güzel dili…
İkincisi; bin yıldır bizi dünyanın en ahlâklı en medenî ve en adâletli milleti yapan İslâm dîni…
Üçüncüsü ise; tarihimize, kültürümüze ve ecdâdımıza olan sevgimiz ve bağlılığımız…
İlkini; harf inkılâbı ile elimizden alıp, binlerce kelimelik dağarcığımızı birkaç yüz kelimeye indirerek maksatlarına ulaştılar.
İkincisini; modernleşme (!) ve dünyevîleşmeye kurban verdik.
Elimizde bir tek üçüncü kaldı ki, onun da bolca hamâsetini yapıyoruz.
Bugün eskisi kadar münevver ve edipler yetiştirememenin, binlerce yıldır yazılan ve bizlere ulaşan ilmî mirası değerlendirememenin, ecdâdımızın yazdığı kıymetli eserlerin kütüphanelerin tozlu raflarında kalmasının acısını yüreğimizde hissediyoruz.
Bize düşen; yapılanlar karşısında dövünüp, sızlanmak değil, aksine -yeniden- kaybettiğimiz kimliğimizi, dilimizi, lisânımızı canlandırmanın yollarını aramak ve bulduğumuz imkânları sonuna kadar değerlendirmektir.
Şu hususu unutmayalım ki bizler; ecdâdımızın millî ve mânevî değerleriyle bütünleşebildiğimiz ve sahip çıktığımız zaman, onların bıraktığı mukaddes emânetleri şerefle taşıyabiliriz. Ancak bu şekilde kendimize has millî ve mânevî şahsiyetimizi yaşatmış ve yarınlara taşımış oluruz.
Allah Teâlâ, bizleri yeniden tarihin şanlı ve şerefli dönemlerindeki hâlimize çevirsin. Kaybettiklerimizi yeniden telâfi etmeyi ve yeniden büyük bir medeniyet hâline gelmemizi nasip eylesin. Bizleri de bu yolda hizmetkâr eylesin.
İŞTE O YAZI:
“Efendiler, soruyorum, düşmanların altı ay sonra iade etmiş olduğu bir toprak var mıdır? Yoktur efendiler. Hangi toprak bir daha iade edilmiştir? Musul’u bir sene sonraya bırakmak… neticede kaybetmek demektir… “Mehmetçiğin süngüsüyle kazanılan muazzam zafer, Lozan’da heba edildi… Misak-ı Milli’den taviz veriliyor…” Bu gür sadanın sahibi, Meclis’teki İkinci Grub’un (iktidardakilere “Birinci Grup” muhaliflere İkinci Grup” deniyordu) lideri Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey’di. Lozan Konferansı hiçbir sonuca ulaşmadan dağılmış (4 Şubat 1923), konu TBMM’ye getirilmişti (21 Şubat 1923). Meclis Başkan Vekili olarak o günkü oturumu yöneten Ali Fuat PaşaTBMM’deki havayı şöyle anlatıyor: “Gerek hükümeti ve gerekse başmurahhas İsmet Paşa’yı mes’ul tutmak yoluna gidiyorlardı. Konuşmaların hemen hepsi, şiddetli ve sinirli idi. Mebusların Misak-ı Milli’den bazı fedakârlıklar yapılmak suretiyle hazırlanan mukabil projenin müttefiklerce kabulü halinde Meclis’in millet muvacehesinde düşeceği durumdan son derece telaşlandıkları belli oluyordu.” Muhalif olarak tanınan İkinci Grub’un lideri Ali Şükrü Bey, iktidarı amansızca eleştiriyordu. Defalarca kürsüye çıkıp, “Mehmetçiğin süngüsü ile kazanılan muazzam zaferi Lozan’da hebâ ettiniz” diye bağırıyor, Lozan heyetinin, Lord Curzon’un oyunlarına kurban gittiğini iddia ediyordu. Öyle çok kürsüye çıkmıştı ki, esasen Lozan muhalifleri arasında bulunanRauf Bey (Orbay) bile sıkılmış, “Şükrü, yeter!” diye bağırmıştı, “artık söz alma!’” Ali Şükrü Bey:“Râuf!.. Ben bu işin fedâisiyim, anladın mı?” diye cevap vererek kürsüye yürümüştü.
Ali Şükrü Bey’in konuşmaları en çok Mustafa Kemal Paşa’yı sinirlendirmişti. Tekrar söz istemesi karşısında öfkeli bir tavırla bağırmaya başladı: “Bir haftadır söylüyorsunuz, memleketi zarardide ediyorsunuz, maksadınız nedir?” Ali Şükrü Bey, maksadını anlatmak isterken, tabancasını çekerek üzerine yürüdü. Ali Şükrü Bey de silahına sarılmıştı. Araya girenlen tarafından olay güçlükle bastırıldı. Oturumu yöneten Meclis Başkan Vekili Ali Fuat Paşa, o günü şöyle anlatıyor: “Mustafa Kemal Paşa, Meclis’te konuşurken, hava oldukça gergindi. O konuşuyor, sözü kesiliyor, o cevaplıyordu. Paşa sözlerini tamamladıktan sonra, Ali Şükrü Bey’in, ‘Ben de söyleyeceğim’ demesi üzerine Gazi Paşa hiddetli bir tavırla: ‘Bir haftadır söylüyorsunuz, memleketi zarardide ediyorsunuz, maksadınız nedir?’ dedi ve kürsüden inerek elleri cebinde olduğu halde asabî bir şekilde Ali Şükrü Bey’in üzerine yürüdü.
Bu arada herkes Meclis’in ortasında birbirine bağırmakta olan meb’usların etrafında toplanmıştı. Ali Şükrü Bey, ‘kimseyi ithama hakkınız yoktur’ diye bağırıyor ve Sinop Mebusu Hakkı Hami Bey de ‘Meclis’te emniyet yok mudur?’ feryadını basıyordu.” Meclis’te zabıt kâtipliği yapan rahmetli Mahir İz,“Yılların İzi” isimli kitabında, Zabıt Müdürü Zeki Bey’in kulağına, “Ali Şükrü Bey bu gece idam fetvasını eliyle imza etti” diye fısıldadığını kaydediyor. Nitekim de öyle oldu: Bu oturumdan yirmi gün kadar sonra, Ali Şükrü Beyaniden ortadan kayboldu. Konu Meclis’e geldi. Sinop meb’usu Hakkı Hâmi Bey kürsüye çıktı: “Efendiler! Eğer Ali Şükrü Bey’e hürriyet-i efkârından(özgür düşüncelerinden) dolayı bir tecâvüz vukû bulmuşsa, ben bütün cihan huzurunda o gibi kirli ele derim ki, Ali Şükrü Bey gibi bu memlekette memleketin hürriyeti için feryâd edecek daha birçok beyler vardır.
Efendiler! Hiç bir zaman milletinfikr-i hürriyeti ve kanaatı silahla öldürülemez. Tehdid ile söndürülemez.” Ardından Erzurum Meb’usu Hüseyin Avni Bey kürsüye çıktı: “Efendiler! Bu şerefli kürsü bugün elîm bir vaziyete sahne oluyor. Bu şerefli milletin meb’usları bugün kalbleri kan bağlamış bir zavallı, bîçâre gibi birbirlerine bakıyorlar. Ey kâbe-i millet! Sana da mı taarruz! Ey ârâ-yı millet, sana da mı taarruz? Ey milletin mukaddesatı sana da mı taarruz?”(Lânet sesleri, bu millet ölmez, zihniyet ölmez, fikir ölmez sesleri). Birkaç gün sonra Şükrü Bey’in cesedi bulundu. İple boğularak öldürülmüş, Çankaya sırtlarında toprağa gömülmüştü. Recep Peker’in bile “Çok temiz, mert ve vatanperver bir arkadaş!.. Yalnız sinirli!... Coştu mu kabına sığmıyor” dediği mert bir muhalif böylece susturulmuştu. Suç, Giresunlu hemşehrisi Topal Osman Ağa’nın üzerine yıkıldı. Böylece bir taşla iki kuş vurulmuş oluyordu! Nihayet o da katledildi. Bununla da yetinilmeyerek başı kesildi. Meclis’in kapısına ayaklarından asıldı. Bu olayların ardından Birinci Meclis dağıtılıp titizlikle tek tek belirlenen isimlerden oluşan İkinci Meclis kuruldu ve Lozan bu Meclis tarafından onaylandı.
Yavuz Bahadıroğlu / Akit
MECELLE-i AHKÂM-ı ADLİYYE
(مجلّهء أحكام عدليّه)
Osmanlı Devleti’nde 1868-1876 yılları arasında hazırlanan ve daha çok borçlar, eşya ve yargılama hukuku esaslarını içeren kanun.
Tanzimat’tan itibaren Osmanlı Devleti’nde gerek adlî teşkilât gerekse kanunlaştırma alanında köklü reformların yapıldığı bilinmektedir. Bu çerçevede önce borçlar, kısmen eşya ve şahıs hukuku hükümleri 1868-1876 yıllarında Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye, daha sonra aile hukuku hükümleri 1917’de Hukūk-ı Âile Kararnâmesi adıyla kanunlaşmıştır. Her ikisi de İslâm hukukuna dayalı olarak hazırlanan ilk kanunlar olması dolayısıyla sadece Osmanlı hukuk tarihi bakımından değil İslâm hukuk tarihi bakımından da dikkate değer bir öneme sahiptir ve İslâm ülkeleri tarafından hazırlanan kanunlara öncülük ve örneklik etmiştir.
Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye’nin hazırlanıp kanunlaştırılmasını etkileyen hukukî, iktisadî ve siyasî sebeplerin mevcut olduğu şüphesizdir. Her şeyden önce Tanzimat sonrasında klasik adlî yapı önemli ölçüde değişmiş, tek hâkimli şer‘iyye mahkemelerinin yanı sıra toplu hâkimli ticaret, hukuk ve ceza mahkemeleri kurulmaya başlanmıştı. Genelde nizâmiye mahkemeleri olarak anılan bu mahkemelerin üyelikleri için başlangıçta yeterli hukuk bilgisine ve klasik fıkıh literatürüne vâkıf kimseler bulunamamıştı. Bu sebeple üyelerin yararlanabileceği, Türkçe kanun metinlerinin yazılması ihtiyacı ortaya çıkmıştı. Bu ihtiyaç, özellikle ticaret mahkemelerinin ticarî tecrübeden öte bir birikimi ve hukuk bilgisi bulunmayan üyeleri için daha ileri boyutlara ulaşıyordu. Her ne kadar 1850 tarihli Ticaret Kānunnâme-i Hümâyunu var idiyse de davanın ticareti ilgilendirmeyen ayrıntıları hususunda önemli problemler ortaya çıkıyordu (Ali Haydar, I, 3). Çünkü söz konusu kanunnâme rehin, kefâlet, vekâlet, havâle gibi alanlarda herhangi bir hüküm içermemekteydi. Tanzimat döneminde gerek duyulan hukukçu ihtiyacını karşılamak için klasik medreselerin yanı sıra 1854 yılında Muallimhâne-i Nüvvâb adıyla bir hukuk mektebi açılmış, Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi’nde de 1869’da bir hukuk şubesi kurulmuştu. Ancak bunların gelişmesi ve ihtiyaca cevap vermesi için epeyce bir
cilt: 28; sayfa: 232
[MECELLE-i AHKÂM-ı ADLİYYE - Mehmet Âkif Aydın]
süre beklemek gerekiyordu. Öte yandan Hanefî mezhebinin fıkıh ekolleri arasında en gelişmiş ve en fazla doktrin zenginliğine sahip bir mezhep olması, mezhep içinde hemen her konuda farklı görüşlerin varlığını da beraberinde getirmişti. Bu görüşler arasından en doğru ve uygulanabilir olanını tesbit etme zorunda olan kadılar zaman zaman zorlanmakta ve fetva mecmualarından, iş başındaki müftülerden, özellikle de şeyhülislâmdan yararlanmaktaydı. Fakat yine de bu farklı görüşler arasında “kavl-i sahîh”i belirlemek ve onu olaya uygulamak kolay olmuyordu (a.g.e., I, 4). Mecelle, bu farklı görüşlerden sadece uygulamaya esas teşkil edenleri topladığından hâkimlere büyük kolaylık sağlamıştır.
Batı’da gerçekleşen sanayi devrimi büyük bir üretim fazlası ortaya çıkarmıştır. Batılı devletler, bir yandan sömürgelerini genişletip oraları kendileri için ucuz ham madde deposu ve uygun pazar olarak kullanırken öte yandan Osmanlı Devleti gibi sömürgeleştiremedikleri büyük pazarları da kendi ürünlerine açmaya gayret etmişlerdir. Bu gayretler, 1838’de İngiltere’nin Osmanlı Devleti ile yaptığı Baltalimanı Muâhedesi ve diğer devletlerin benzer anlaşmalarında açıkça görülür. Bunun neticesinde Osmanlı Devleti ile Batılı devletlerin ticarî ilişkileri önemli ölçüde artmış, Cevdet Paşa’nın tesbit ettiği gibi özellikle Kırım harbinden sonra büyük bir canlılık göstermiştir (Tezâkir, I, 62). Diğer taraftan Osmanlı Devleti’nde çok yavaş da olsa üretim şekli Batı’dakine benzer bir değişim göstermekteydi. Öncekilerle kıyaslanamayacak bu ticarî yoğunluk özellikle borçlar ve ticaret hukuku alanında yeni hukukî düzenlemeleri gerektirmekteydi. Buna cevap vermek üzere 1850’de Ticaret Kanunnâmesi kabul edilmişti. Ancak bu konudaki boşlukların doldurulması borçlar hukuku alanında da benzer bir düzenlemeyi gerekli kılmaktaydı.
Tanzimat ve sonrası dönemlerinin siyasî şartları, devletin içte ve dışta çözmek zorunda olduğu problemler, yenileşme ve Batılılaşma çabaları Osmanlı Devleti’ni Batı’nın etkisine ve müdahalesine çok açık hale getirmiş, bu durum, hem bir medenî kanun hazırlama hem de bu kanunun alacağı şekil konusunda Osmanlı devlet adamlarını etkilemiştir. Bilhassa Fransa’nın, “Code civil”in Osmanlı Devleti tarafından kabul edilmesi noktasında uyguladığı baskı dönemin şartlarının sonucudur. Bu baskı bir taraftan, 1850 tarihli Ticaret Kanunnâmesi’nin ardından medenî kanunun da kendilerinden alınarak özel hukukun büyük ölçüde Fransız hukukuna göre şekillenmesi arzusundan, diğer taraftan Batı’da bu alandaki ilk kanunlaştırma örneği olan “Code civil”i Osmanlı Devleti’ne kabul ettirerek kültürel ve siyasî bir prestij elde etme çabalarından kaynaklanıyordu. Öte yandan ticaret ve borçlar hukukunun Fransız hukukuna göre şekillenmesi, Batılı tâcirlere ve özellikle Fransızlar’a Osmanlı Devleti ile olan ticarî ilişkilerinde alışık oldukları bir hukukî alt yapı sağlayacaktı.
Hazırlanışı. Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye’nin hazırlanması yönündeki ilk teşebbüs, 1855 yılında Meclis-i Tanzîmât bünyesinde İslâm hukukuna dayanan bir kanun (metn-i metîn) ortaya koymak için bir ilmî cemiyetin kurulmasıyla başlar. Meclis-i Tanzîmât üyesi Rüşdü Molla’nın başkanlığındaki cemiyetin üyeleri arasında Ahmed Cevdet Efendi de (Paşa) yer almaktaydı. Cemiyet, bir süre çalıştıktan ve metn-i metînin ilk kitabı olarak “Kitâbü’l-Büyû‘”u kaleme aldıktan sonra görevini tamamlayamadan dağılmıştır. Cevdet Paşa bu başarısızlıkta cemiyet üyelerinin iyi seçilememiş olmasının rolü bulunduğunu söyler (a.g.e., I, 63). İkinci teşebbüs, 1850 tarihli Ticaret Kānunnâme-i Hümâyunu’nun boşluklarını doldurmak üzere Fransız Medenî Kanunu’nun alınma çabaları esnasında başlamıştır. Sadrazam Âlî Paşa, Girit’ten Sultan Abdülaziz’e gönderdiği 3 Şâban 1284 (30 Kasım 1867) tarihli lâyihada hiç değilse Mısır’da olduğu gibi karma mahkemelerde ve karma davalar için Fransız Medenî Kanunu’nun alınmasının zaruri olduğunu bildirir (Türkgeldi, s. 127). Esasen Âlî Paşa, Said Paşa’ya “Code civil”in Arapça tercümesinden Türkçe’ye aktarılması görevini vermişti. Âlî Paşa’nın bu çabalarında dönemin Fransız büyükelçisi De Bourree’nin de etkisi olduğu söylenebilir (Cevdet Paşa, Ma‘rûzât, s. 200; de Testa, VII, 469, 511).
Öte yandan millî bir kanunun hazırlanması fikri gittikçe ağır basıyordu. İleri gelen vekillerden oluşan bir encümen-i mahsûsta özellikle Ahmed Cevdet Paşa’nın ısrarı, Fuad Paşa ve Şirvânîzâde Rüşdü Paşa’nın da onu desteklemesi sonucunda Âlî Paşa ve Kabûlî Paşa’nın isteği yönünde Fransız Medenî Kanunu’nun alınmasından vazgeçilip İslâm hukukunun ilgili hükümlerinin kanunlaştırılmasına karar verildi. Bu maksatla Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye nâzırı Ahmed Cevdet Paşa’nın başkanlığında Mecelle Cemiyeti oluşturularak kanunun telifine başlandı. Cevdet Paşa, daha önce Arazi Kanunnâmesi başta olmak üzere birçok kanunun hazırlanmasında etkin rol almış, metn-i metîn teşebbüsünde de bulunmuştu. İlk kuruluşunda Evkāf-ı Hümâyun müfettişi Seyyid Halil, Şûrâ-yı Devlet üyesi Seyfeddin ve Mehmed Emin, Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye üyesi Ahmed Hulûsi ve Ahmed Hilmi ile İbn Âbidinzâde Alâeddin’den oluşan Mecelle Cemiyeti önce 100 maddelik mukaddimeyi ve ilk kitap olan “Kitâbü’l-Büyû‘”u hazırlayarak şeyhülislâmlığın ve diğer ileri gelen hukukçuların incelemesine sundu. Bu bölüm, gelen değerlendirmeler ışığında gerekli düzeltmeler yapılarak 8 Zilhicce 1285 (22 Mart 1869) tarihli bir mazbata ile sadârete takdim edildi. Sadâret tarafından 7 Muharrem 1286’da (19 Nisan 1869) padişaha sunulan mukaddime ve “Kitâbü’l-Büyû‘” ertesi gün tasdik edilerek yürürlüğe girdi (ilk kitabın yürürlük tarihi konusundaki farklı değerlendirmeler için bk. Eisenman, s. 21-22). Bunu 6 Zilkade 1286’da (7 Şubat 1870) icârât, 18 Muharrem 1287’de (20 Nisan 1870) kefâlet, 25 Safer 1288’de (16 Mayıs 1871) havâle ve rehin kitapları takip etti.
Üçüncü kitabın yürürlüğe girmesinden sonra 24 Muharrem 1287’de (26 Nisan 1870) Cevdet Paşa, Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye Nezâreti’nden alınarak Bursa valiliğine tayin edildi. Mecelle Cemiyeti şeyhülislâmlığa bağlandı ve başkanlığına Gerdankıran Ömer Efendi getirildi. Cevdet Paşa’nın azlinden önce dördüncü kitap olan “Kitâbü’l-Havâle” bitirilip 16 Muharrem 1287 (18 Nisan 1870) tarihinde sadârete sunulmuş, “Kitâbü’r-Rehin” de büyük ölçüde tamamlanmıştı. Ancak Cevdet Paşa’nın Mecelle’den ayrılması sırasında “Kitâbü’r-Rehin”in en önemli maddesi unutulmuş ve rehnedilen malın zayi olması durumunda ne gibi sonuç doğuracağı belirtilmemişti. Cevdet Paşa epeyce bir zaman sonra bu eksikliği 1108. maddede dolaylı olarak telâfi etmiştir. Cevdet Paşa’nın Mecelle Cemiyeti’nden ayrılmasında Fransız büyükelçisi De Bourree’nin muhalefetinin önemli rolü olduğu anlaşılmaktadır. Fransız elçisi, “Code civil”in alınmasının önemli ölçüde Cevdet Paşa tarafından engellendiğini görerek ona yönelik muhalefetini sürdürmüştür. Ancak bu azilde, Mecelle’nin şeyhülislâmlıkta değil Adliye Nezâreti’nde Cevdet Paşa’nın başkanlığında hazırlanmasına ve “Kitâbü’l-Havâle”nin
cilt: 28; sayfa: 233
[MECELLE-i AHKÂM-ı ADLİYYE - Mehmet Âkif Aydın]
692. maddesinde, önde gelen Hanefî hukukçularına göre daha az bilinen Hanefî hukukçusu Züfer b. Hüzeyl’in görüşünün alınmasına Şeyhülislâm Hasan Fehmi Efendi’nin karşı çıkmasının rolü vardır. Bu arada Cevdet Paşa’nın muhafazakâr görüşlerinin dönemin Batıcı devlet adamlarını rahatsız etmesi de muhtemelen bunda etkili olmuştur. Fakat itiraz üzerine şeyhülislâmlıkça tekrar incelenen 692. madde sonradan sakıncalı görülmemiş ve Cevdet Paşa’nın düzenlediği şekliyle kalmıştır (Mardin, s. 83-85).
Mecelle Cemiyeti, önceden büyük ölçüde hazırlanmış bulunan “Kitâbü’r-Rehin”i yayımladıktan sonra “Kitâbü’l-Vedîa”yı hazırlayıp yürürlüğe koymuştu. Ancak bu kitabın gerek kanun tekniği gerekse ihtiva ettiği hükümler bakımından eksiklikler taşıdığı görülmüş ve ilim çevrelerince beğenilmemiştir. Bunun üzerine Cevdet Paşa tekrar Mecelle Cemiyeti’nin başına getirilmiştir. Cevdet Paşa önce “Kitâbü’l-Vedîa”yı toplatmış, onun yerine altıncı kitap olarak 24 Zilhicce 1288’de (4 Mart 1872) yürürlüğe giren “Kitâbü’l-Emânât”ı kaleme almıştır (yürürlükten kaldırılan “Kitâbü’l-Vedîa”nın metni için bk. Aydın, Osm.Ar., XIII [1993], s. 207-226). 1289 (1872) yılının başından itibaren de sırasıyla hibe, gasb ve itlâf, hacr, ikrah ve şüf‘a, şirket, vekâlet, sulh ve ibrâ, ikrar, dava ve nihayet 26 Şâban 1293’te (15 Eylül 1876) beyyinât ve kazâ kitapları yürürlüğe konmuştur. Böylece on altı kitaptan oluşan Mecelle yaklaşık dokuz yıl zarfında tamamlanmıştır (Hacı Reşid Paşa, I, 27). Mecelle’nin hazırlanmasında görev alan hukukçular değişmiş, her kitabın sonunda hazırlayan heyet üyelerinin isimleri yer almıştır, bunların toplam sayısı on dörttür (Mardin, s. 160-167).
Mecelle’nin kabul edilmesinden sonra hâkimler, gerek Hanefî mezhebi içinde gerekse başka ekollerde bulunan farklı bir görüşü uygulama imkânını kaybetmiş, diğer ictihadlara göre hüküm vermekten menedilmiş oldular. Nitekim 1801. maddede yargı görev ve yetkisinin sınırlandırılabileceği hükmü getirilmiş, örnek kısmında da bir müctehidin görüşünün uygulanması hususunda emr-i sultânî çıktığı takdirde hâkimlerin diğer bir müctehidin görüşünü uygulayamayacağı açıkça belirtilmiştir (krş. EI, V, 449).
İçeriği ve Özellikleri. Mecelle bir mukaddime ve on altı kitap içinde 1851 maddeden meydana gelmektedir. 100 maddeden oluşan mukaddime kısmında fıkhın tanımının yapıldığı birinci madde ile doksan dokuz küllî kaide yer alır. Bunlar, meseleci metoda göre oluşan İslâm hukuk literatürü içinde zamanla çıkarılmış genel hukuk prensipleri olup diğer normatif hükümlerin fıkhın bütünlüğü içinde daha iyi anlaşılmasına yardımcı olurlar. Bu sebeple tek başlarına herhangi bir hükme dayanak teşkil etmezler (bk. KAİDE). On altı kitap esas itibariyle borçlar, kısmen eşya ve yargılama hukukunu kapsamakta olup tam bir medenî / borçlar kanunu özelliğine sahip değildir; aile ve miras hukuku bölümleri yoktur. Öte yandan bir medenî kanunda bulunmaması gereken kısımları da içerir. Yargılama hukukuyla ilgili olan sulh ve ibrâ, ikrar, dava ve beyyinât ile kazâ kitapları buna örnektir. Bu şekilde düzenlenişi bir yandan İslâm hukukunun klasik sistematiği, öte yandan dönemin ihtiyaçlarıyla ilgilidir. İslâm hukuku kitaplarındaki muâmelât bölümü hem borçlar ve eşya hem de yargılama hukukunu içermektedir. Diğer taraftan Mecelle esas itibariyle nizâmiye mahkemelerinin ihtiyacını karşılamayı hedeflemekteydi. Aile ve miras hukuku ise bu mahkemelerin değil şer‘iyye mahkemelerinin görev ve yetki alanında bulunmaktaydı. Bunun yanında şer‘iyye mahkemeleri şeyhülislâmlığa, nizâmiye mahkemeleri Adliye Nezâreti’ne bağlıydı. Adliye Nezâreti bir anlamda, kendi görev ve yetki alanı dışında olan şer‘iyye mahkemelerinin değil kendisine bağlı nizâmiye mahkemelerinin ihtiyaçlarına öncelik vermek durumundaydı. Mecelle’ye yargılama usulüne dair hükümlerin eklenmesi de aynı düşüncenin ürünü olmalıdır; çünkü hazırlandığı dönemde nizâmiye mahkemelerinin yararlanacakları bir usul kanunu yoktu.
Mecelle, İslâm hukukunun klasik literatüründe olduğu gibi meseleci metoda bağlı kalınarak düzenlenmiştir. Bu sebeple belirli bazı maddeler istisna edilirse (meselâ bk. md. 97, 98) onda borçlar veya akidlere dair genel hükümlere yer verilmemiş, her borç ve akid türüyle ilgili esaslar teker teker ele alınmıştır. Bu da kaçınılmaz olarak bazı tekrarları beraberinde getirmiştir. Nitekim akidlerin icap ve kabulle tamam olacağını belirten genel bir hüküm yerine her akid kitabında o akdin icap ve kabulle tamam olacağı ifade edilmiştir (meselâ bk. md. 167, 433, 706, 773, 804).
Sadece Hanefî mezhebi esas alınarak gerçekleştirilen bir kanunlaştırma çalışması olan Mecelle’de mezhep içi görüşler arasında dönemin ihtiyaçlarına göre bazı tercihler yapılmışsa da mezhepler arası bir tercihe gidilmemiştir. Bunda devrin şartlarının radikal bir değişikliğe uygun olmamasının etkisi vardır. Havâle kitabında İmam Züfer’in görüşünün diğer Hanefî hukukçularına tercih edilmesinin yarattığı tartışmalar, mezhepler arası tercih gibi radikal bir çözümün çok daha büyük tepki toplayacağının göstergesidir.
Mecelle’nin, dönemine göre sade bir dili ve nisbeten basit bir üslûbu vardır. Birçok maddenin normatif nitelikteki birinci kısmını konuya açıklık getiren örnek kısmı takip etmektedir. Kuralın örneklerle açıklanması kanun tekniğine çok uygun değilse de nizâmiye mahkemeleri üyelerinin hukukî birikimleri dikkate alındığında bu usulün dönemin şartlarına uygun olduğu söylenebilir. Ayrıca Mecelle’de her bölümün girişinde o bölümle ilgili tanımlara yer verilir, 1851 maddenin yaklaşık 200 kadarı bu tanımlardan oluşur. Bunda da kanun hükümlerinin belirgin olması ve uygulanmasında yanlışlıklara yer verilmemesi isteğinin ve dönemin hukukçularını yetiştirme amacının rol oynadığı düşünülebilir. Mecelle’nin meseleci bir metoda göre kaleme alınmış olması her meselenin ayrıntılarıyla düzenlenmesine imkân tanımış, bu da kaçınılmaz olarak hâkime dar bir takdir alanı bırakmıştır. İslâm hukukunun genel yaklaşımına paralel olarak Mecelle’nin ahlâkîliği ekonomik yararın önüne geçirdiği söylenebilir. Bunu, “Def‘-i mefâsid celb-i menâfi‘den evlâdır” (md. 30) temel ilkesiyle ifade ettiği gibi maddelerin düzenlenişinde de dikkate almıştır. Akde eklenebilen şartlar konusunda getirmiş olduğu sınırlamalar da (md. 186-189) bu düşüncenin ürünüdür.
Uygulanışı ve Etkileri. Mecelle, Mısır ve Arap yarımadası hariç bütün Osmanlı mahkemelerinde yürürlükte kalmıştır. Hidiv İsmâil Paşa, Osmanlı Devleti’ne olan hukukî bağımlılığını arttıracağı düşüncesiyle Mecelle’yi Mısır’da yürürlüğe koymamış, Arap yarımadası bütünüyle Hanefî mezhebi dışında kaldığından Osmanlılar burada Mecelle’nin uygulanmasında ısrarcı olmamıştır. Mecelle bugünkü Suriye, Ürdün, Irak, Lübnan, İsrail ve Filistin’de uygulanmış, Osmanlı Devleti’nin sona ermesinden sonra da bu ülkelerde bir süre daha yürürlükte kalmıştır. Bu
cilt: 28; sayfa: 234
[MECELLE-i AHKÂM-ı ADLİYYE - Mehmet Âkif Aydın]
uygulama Lübnan’da mülkiyet hukuku bakımından 1930, diğer hükümler açısından 1934, aynı şekilde Suriye’de mülkiyet hukuku 1930, diğer hükümler 1949, Irak’ta 1951, Ürdün’de 1977 yılına kadar devam etmiştir. Filistin’in Osmanlı Devleti’nden ayrılmasından itibaren 1948’e kadar süren İngiliz manda idaresi döneminde Mecelle ekseri hükümleri bakımından yürürlükte kalmış, İsrail Devleti’nin kurulması üzerine de hemen sona ermemiştir. İsrail Devleti, çeşitli bölümlerinin yerini alacak kanunlar hazırlanıncaya kadar Mecelle’yi yürürlükte bırakmıştır. Bunun 1970’li yıllara kadar devam ettiğini söylemek mümkündür. Günümüzde Filistin Devleti’ni oluşturan Batı Şeria ve Gazze’de Mecelle halen mahkemelerin en fazla başvurduğu kaynaklar arasında yer almaktadır (Eisenman, s. 259). Bunların dışında bazı hükümleriyle 1928’e kadar Arnavutluk’ta, 1945 yılına kadar Bosna Hersek’te ve 1960’lara kadar Kıbrıs’ta yürürlükte kalmıştır. Mecelle, Güneydoğu Asya’da Johore’da da (Malezya’yı oluşturan eyaletlerden biri) bir süre uygulanmıştır (Zainudin Jaffar B. Sharî’ah, s. 299-300).
Mecelle, gerek uygulandığı ülkelerde gerekse diğer İslâm ülkelerinde düzenlenen kanunları etkilemiştir. Bunda sahasında hazırlanan ilk kanun olmasının rolü olmalıdır. Tunus’ta Santianna Kanunu diye bilinen, fakat yürürlüğe konmayan tasarının 300’den fazla maddesinde Mecelle’den yararlanılmıştır. 1906 tarihli Tunus Akidler ve Borçlar Kanunu, Mecelle’nin mukaddimesinde yer alan 100 maddenin önemli bir kısmını almış, Mecelle daha sonraki Fas Borçlar Kanunu’nu da etkilemiştir. Benzer bir etki Irak Borçlar Kanunu için de söz konusudur. İsrail’de Mecelle hazırlanan yerli kanunlara belirli ölçüde tesir etmiştir. Karadağ’da 1888’de kabul edilen Genel Mülkiyet Kanunu’na Mecelle’nin sınırlı bir etkisinin olduğundan söz edilir (Begovic, XXXVI [1987], s. 133 vd.).
Eksiklikleri ve Yürürlükten Kaldırılması. Hanefî mezhebi ictihadları çerçevesinde hazırlanan Mecelle’de sosyal ve ekonomik şartlardaki değişimler ve yeni ihtiyaçlar dikkate alınarak zaman zaman Hanefî mezhebi içinde cumhura muhalif kalan azınlık görüşü tercih edilmişse de (md. 207, 300, 313, 392, 447, 596, 682, 692, 714; Ali Haydar, IV, 695-696) bu durum, onun dönemin ihtiyaçlarına bütünüyle cevap veren bir kanun olmasını sağlayamamıştır. Nitekim bir maldan yararlanma hakkının (menfaat) mal sayılmayıp (md. 126) haksız fiiller karşısında korunmasız bırakılması, menfaatleri konu edinen bağımsız hukukî işlemlerin mümkün olmaması, meselâ irtifak haklarının bağımsız olarak alınıp satılamaması, taşınmazların gasp kapsamı dışında bırakılması (md. 905), kiracı veya kiralayandan birinin ölümünün kira akdine tesirinin düzenlenmemiş olması, taşınırların kabzdan önce satılmasının önlenmesi (md. 253) hukukî hayatta önemli problemler çıkarmıştır. Ancak eksikliklerin en azından bir kısmı, Mecelle’yi hazırlayan heyetten değil hazırlanan tasarıyı gözden geçiren meşveret encümeninden kaynaklanmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki Mecelle Cemiyeti ve özellikle Cevdet Paşa, kanunun bir an önce tamamlanması için kendi tercihlerine aykırı olan müdahaleleri sineye çekmek zorunda kalmıştır. Aslında Cevdet Paşa, Mecelle Cemiyeti’nden uzaklaştırılmasına kadar olan dönemde en azından mezhep içi tercihlerinde daha serbest hareket etmiş, azınlık görüşlerini dönemin ihtiyaçlarına daha uygun bulduğu takdirde onları almakta tereddüt etmemiştir. “Kitâbü’r-Rehin”e kadar hazırlanan bölümlerin esbâb-ı mûcibe mazbatalarında bu tercih serbestliğini ve ikna edici sebeplerini görmek mümkündür. Altıncı kitaptan sonra mezhep içindeki hâkim görüşten ayrılma söz konusu edilmemiş, es-bâb-ı mûcibe mazbataları da gayet kısa olarak düzenlenmiştir (esbâb-ı mûcibe mazbataları için bk. Mardin, s. 66 vd.; Kaşıkçı, s. 74 vd.). Bu eksikliklerin giderilmesi ve Mecelle’nin günün ihtiyaçlarına cevap verir hale getirilmesi düşünülmüşse de bu konuda 1916 yılına kadar ciddi bir teşebbüs olmamıştır (Düstur, İkinci tertip, VI, 635-636).
II. Meşrutiyet’in ilânından sonra hukuk alanında yapılması hedeflenen reformlar arasında Mecelle’nin tam bir medenî / borçlar kanunu haline getirilmesi de vardı. Bu amaçla hem eksik kısımlarının tamamlanması hem de kırk yıllık uygulamanın ardından ihtiyaç duyulan değişikliklerin yapılması için Adliye Vekâleti’nce bir medenî kanun komisyonu oluşturuldu. 9 Mayıs 1916’da Adliye Vekâleti’nde toplanan komisyon, bir yandan gerektiğinde diğer mezheplerin görüşlerinden yararlanma esasını benimserken öte yandan şer‘î hükümlere aykırı olmamak kaydıyla başka hukuk sistemlerinden istifade etmeyi de ilke olarak benimsedi. Ukūd ve Vâcibât Komisyonu adıyla teşkil edilen alt komisyon, bir süre çalıştıktan sonra Mecelle’nin birinci bölümü olan “Kitâbü’l-Büyû‘”da yirmi bir maddenin değiştirilip otuz üç maddenin eklenmesini, on üç maddenin de yürürlükten kaldırılmasını, “Kitâbü’l-İcârât”da on maddenin değiştirilmesini ve on üç maddenin eklenmesini teklif etti (Kaşıkçı, s. 352 vd.). Ancak bu komisyon çalışmalarını tamamlayamamış ve Mecelle’de beklenen değişiklikler gerçekleşmemiştir. Benzer bir teşebbüs Cumhuriyet’in ilk yıllarında da görülmüş, fakat 1923 ve 1924’te oluşturulan komisyonlar hazırlanacak yeni kanunun içeriği ve dayanacağı hukukî yapı konusunda tam bir uyum sağlayamamıştır. Bununla birlikte 1924 yılında kurulan komisyon bir süre çalıştıktan sonra 251 maddelik bir taslak hazırlamıştır. Ancak bu esnada yeni Türk devletinin hukukî yapısının bütünüyle Avrupa kanunlarına dayanması gerektiği yönünde bir kanaat değişikliği ortaya çıkmıştır. Bu kanaatin oluşmasında, Lozan görüşmeleri sırasında adlî kapitülasyonların kaldırılması ve gayri müslim azınlıkların ahvâl-i şahsiyye alanında hukukî statülerinin yeniden belirlenmesi meselesinin hallinde karşılaşılan güçlüklerin rol oynadığını söylemek mümkündür (Aydın, İslâmî Araştırmalar, VIII/3-4 [1995], s. 166 vd.). Sonuçta dönemin Adalet Bakanı Mahmud Esat (Bozkurt) tarafından Mecelle tâdil komisyonlarının çalışmaları durdurularak İsviçre Medenî Kanunu’nun alınması faaliyetlerine hız verilmiş ve tercüme edilen İsviçre Medenî Kanunu 17 Şubat, borçlar kanunu 22 Nisan 1926’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul edilmiştir. Her iki kanunun 4 Ekim 1926’da yürürlüğe girmesiyle Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye yürürlükten kaldırılmıştır.
Şerhleri ve Tercümeleri. Mecelle birçok şerh çalışmasına konu olmuştur. Bunların önemlileri şunlardır: 1. Kırımlı Abdüssettâr Efendi, Mecelle Şerhi Teşrih (İstanbul 1296). 2. Mesud Efendi, Mirât-ı Mecelle (İstanbul 1297/1299 r., 1299, 1302). Mecelle maddelerinin dayandığı fıkhî kaynakları bazan aynen, bazan özet olarak veren bir çalışmadır. 3. Selîm b. Rüstem el-Bâz, Şerĥu’l-Mecelle (Beyrut 1888-1889, İstanbul 1305, Beyrut 1406/1986). 4. Ali Haydar Efendi (Küçük), Dürerü’l-hükkâm* şerhu Mecelleti’l-ahkâm (İstanbul 1310-1316, 1330, 1331). Fehmî el-Hüseynî tarafından Arapça’ya tercüme edilmiştir (Beyrut, ts.). 5. Hâfız Mehmed Ziyâeddin, Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye Şerhi
cilt: 28; sayfa: 235
[MECELLE-i AHKÂM-ı ADLİYYE - Mehmet Âkif Aydın]
(İstanbul 1312). 6. Hacı Reşid Paşa, Rûhu’l-Mecelle (I-VIII, İstanbul 1326-1328). 7. Muhammed Hâlid Attâsî, Şerĥu’l-Mecelle. Müftî Emced Ali tarafından Urduca’ya tercüme edilmiştir (İslâmâbâd 1406/1986). 8. Kuyucaklızâde Âtıf Efendi, Mecelle Şerhi (İstanbul 1311-1318). Müellifin vefatı sebebiyle “Kitâbü’ş-Şirket”e kadar gelebilmiştir.
Mecelle Fransızca (Demetrius Nicolaides, Code civil ottoman, İstanbul 1881; G. Young, Corps de droit ottoman, Oxford 1906, VI, 169-446), İngilizce (Vitchen Servicen, Code Civil Ottoman, Costantinople 1872; W. E. Grigsby, The Medjelle, London 1895; Sir Charles Tyser, The Mejelle, Nikosia 1901, Lahore, ts.; Charles Hooper, The Civil Law of Palestine and Transjordan, c. I, Jerusalem 1933), Almanca, Rumca, Boşnakça (Medjellei Ahkâmi Şer’iye / Otomanski Gragjanski Zakonik, Sarayevo 1906), Bulgarca, Arapça (Ahmed Fâris eş-Şidyâk, Mecelletü aĥkâmi’l-Ǿadliyye, İstanbul 1879, 1880, 1882; el-Mecelle, İstanbul 1305; Kâşifülgıtâ Muhammed Hüseyin, Taĥrîrü’l-Mecelle, I-V, Necef 1359-1362), Urduca ve Malayca’ya da (trc. Akhir Haji Yaacob, al-Aĥkam al-ǾAdliyyah: Undang-Undang Sivil Islam, Kuala Lumpur DPB 1990) çevrilmiştir.
BİBLİYOGRAFYA:
Cevdet, Tezâkir, I, 62-64; IV, 73, 95-97; a.mlf., Ma‘rûzât, s. 200-213; Le Baron I. de Testa, Recueil des traités de la porte ottomane avec la puissances étrangères, Paris 1892, VII, 420, 469, 505, 511; Hacı Reşid Paşa, Rûhu’l-Mecelle, İstanbul 1326, tür.yer.; E. Engelhard, Türkiye ve Tanzimat (trc. Ali Reşâd), İstanbul 1328, tür.yer.; Ali Haydar, Dürerü’l-hükkâm, İstanbul 1330, I-IV, tür.yer.; Düstur, İkinci tertip, İstanbul 1334, VI, 635-636; Ali Fuat Türkgeldi, Ricâl-i Mühimme-i Siyâsiyye, İstanbul 1928, s. 127; Türkiye Maarif Tarihi, I, 229-230; Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, “Kanunlaştırma Hareketleri ve Tanzimat”, Tanzimat I, İstanbul 1940, s. 139-209; Ebül‘ulâ Mardin, Medenî Hukuk Cephesinden Ahmet Cevdet Paşa, İstanbul 1946, tür.yer.; Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi (Ankara 1954-56), Ankara 1988, VI, 26; VII, 166-169; Subhî Mahmesânî, el-EvżâǾu’t-teşrîǾiyye fi’d-düveli’l-ǾArabiyye, Beyrut 1962, s. 178-182, 232, 262-263, 290-291, 310, 337-338; Chafik Chehata, Precis de droit musulman, Paris 1970, s. 36; Özege, Katalog, III, 1042-1044; IV, 1490, 1843; Yaşar Karayalçın - Ahmet Mumcu, Türk Hukuk Bibliyografyası, Ankara 1972, s. 55-64; N. Anderson, Law Reform in the Muslim World, London 1976, s. 86-100; R. H. Eisenman, Islamic Law in Palestine and Israel, Leiden 1978, s. 19-26, 106-135, 245-260; Âgā Büzürg-i Tahrânî, Ŧabaķātü aǾlâmi’ş-ŞîǾa, Meşhed 1404, I/2, s. 619; M. Yusuf Guraya, Islamic Jurisprudence in the Modern World, Lahore 1986, s. 45-49; Hulusi Yavuz, “Mecelle’nin Tedvini ve Cevdet Paşa’nın Hizmetleri”, Ahmed Cevdet Paşa Semineri, İstanbul 1986, s. 41-101; a.mlf., “Events Leading to the Compilation of the First Ottoman Civil Code”, İTED, VIII/1-4 (1984), s. 89-122; M. Âkif Aydın, “Bir Hukukçu Olarak Ahmed Cevdet Paşa”, Ahmed Cevdet Paşa Semineri, İstanbul 1986, s. 21-37; a.mlf., “Mecelle’nin Hazırlanışı”, Osm.Ar., IX (1989), s. 31-50; a.mlf., “Mecelle’nin Yürürlükten Kaldırılan Altıncı Kitabı Kitabü’l-Vedia”, a.e., XIII (1993), s. 207-226; a.mlf., “Türk Hukukunun Laikleşme Sürecinde Lozan’ın Oynadığı Rol”, İslâmî Araştırmalar, VIII/3-4, Ankara 1995, s. 166-172; Zainudin Jaffar B. Sharî’ah, “The Development of Islamic Legal Thoughts in Twentieth Century Malaysia: An Asessment of Cross-Cultural Links with Special
ural Links with Special Reference to the Ottoman Majallat al-Ahkam al-Adliyyah”, Proceeding of the Annual Conference of the British Society for Middle Eastern Studies, Manchester 1994 (?), s. 292-306; Fikret Karçiç, Bosna-Hersek İslam Hukuk Tarihi (trc. Mehmet Erdoğan), İstanbul 1994, s. 45; Abdüssettâr Huveylidî, “el-Ħaśâǿiśü’n-nehciyye li-Mecelleti’l-aĥkâmi’l-Ǿadliyye”, AǾmâlü’l-müǿtemeri’l-Ǿâlemiyyi’s-sâdis li’d-dirâsati’l-ǾOŝmâniyye ĥavle vażǾiyyeti’d-dirâsât ĥavle’l-vilâyâti’l-ǾArabiyye fi’l-maǾhedi’l-ǾOŝmânî ħilâle’ŝ-ŝelâsîne sene el-mâżiye (nşr. Abdülcelîl Temîmî), Ftersi-Zaghouan 1996, s. 129-142; Osman Kaşıkçı, İslâm ve Osmanlı Hukukunda Mecelle, İstanbul 1997; Seyyid Nesib, “Mecelle’nin Islahına Doğru”, Dârülfünun Hukuk Fakültesi Mecmuası, I/4, İstanbul 1323, s. 404-425; “İhzâr-ı Kavânîn Komisyonları Kānûn-i Medenî Tâlî Komisyonunun Lâyihası”, Cerîde-i Adliyye, VII/160-162, İstanbul 1333, s. 863-942; Sıddık Sami Onar, “Osmanlı İmparatorluğunda İslâm Hukukunun Bir Kısmının Codification’u, Mecelle”, İÜ Hukuk Fakültesi Mecmuası, XX/1-4, İstanbul 1954, s. 57-85; Şerif Arif Mardin, “Some Explanatory Notes on the Origins of the ‘Mecelle’ (Medjelle)”, MW, LI (1968), s. 189-196, 274-279; Mehmed Begović, “Similarities between the Mecelle and the General Proprietary Code of Montenegro”, POF, XXXVI (1987), s. 133-147; J. H. Kramers, “Meғјelle”, EI (İng.), V, 449; Ali Ölmezoğlu, “Cevdet Paşa”, İA, III, 116-121; A. Cevad Eren, “Tanzîmât”, a.e., XI, 709-764; C. V. Findley, “Meғјelle”, EI² (İng.), VI, 971-972.
M. Âkif Aydın
***
Vacib Tealâ. insanların hepsinin ölümleri muhakkak olup yevm-i kıyamette muhakemeleri kat'î olduğunu beyandan sonra kâfirlerin diğer kabahatlarının insanlardan sudurunu uzak addederek inkâr etmek üzere :
فَمَنۡ أَظۡلَمُ مِمَّن ڪَذَبَ عَلَى ٱللهُِ وَكَذَّبَ بِٱلصِّدۡقِ إِذۡ جَآءَهُ ۥۤۚ أَلَيۡسَ فِى جَهَنَّمَ
مَثۡوً۬ى لِّلۡكَـٰفِرِينَ (32)
buyuruyor.
[Allah-u Tealâ üzerine yalanı irtikâb eden kimseden ziyade zalim kim olabilir ve Kur'an geldiği vakitte Kur'an'ı tekzib edenden daha ziyade zalim olur mu ve kâfirler için Cehennem'de makam olmadı mı? Elbet onların Cehennem'de yerleri vardır.]
Allah-u Tealâ üzerine y a l a n la murad; şerik ve nazır itikat etmek ve gönderdiği Resûlunü tekzible iftira etmektir. S ı d k ile murad; Kur'an ve Resûlullah'ın getirdiği bilcümle ahkâmdır.
(مَثۡوً۬ى) kâfirlerin varacakları makamlarıdır. (لِّلۡكَـٰفِرِينَ) Küfrün her nevine şâmil ve bilûmum kâfirler dahildir. Şu tafsilâta nazaran manâ-yı âyet: [Allah-u Tealâ üzerine kizb ü iftirayı irtikabeden kimseden daha ziyade zalim kim olabilir, doğruluk ve 4884 tarîk-ı haktan ibaret sıdk-ı mahzolan Kur'an'ı geldiği vakit, düşünmeksizin ve manâlarını tefekkür etmeksizin tekzibedenden ziyade nefsine zulmeden daha ziyade zalim kim olabilir? Elbette olamaz. Çünkü; Allah-u Tealâ'nın Resûlune gönderdiği kitabı ve halka doğru yolu göstermek için gönderdiği Resûlunü tekzib etmekten ziyade bir cinayet olmadığından bu cinayeti irtikab edenden ziyade zalim olur mu? Elbette olamaz ve şu cinayeti irtikabeden kâfirler için Cehennem'de yer olmadı mı? Elbette olacaktır.] demektir.
Hülasat'ül Beyan Fi Tefsir'il Kur'an
Mehmed Vehbi.cilt.12.sy.4883.
Sayfa: 153
1. Ben her mü'mine nefsinden daha evlayım. Kim ki bir borç veya zarar bırakırsa Bana aittir. Kim de mal bırakırsa o veresesinindir. Ve Ben velisi olmıyanın velisiyim. Malına vâris olur, borcu varsa öderim. Dayı, velisi olmıyanın velisidir. Malına vâris olur, diyetini öder.
Ravi: Hz. El Mikdam (r.a.)
2. Ben Meryem oğlu İsa (a.s.)'a dünya ve ahirette insanların en yakınıyım. Benimle onun arasında hiç bir Peygamber yoktur. Peygamberler babaları bir, anneleri ayrı ve dinleri bir (kardeşler)dir.
Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
3. Ben insanların soy sopça en şereflisiyim, iftihar yok. Kadr ü kıyamette en kerimiyim, iftihar yok. Ey insanlar! Bize gelene gideriz. Bize ikramda bulunana ikramda bulunuruz. Bizim kölemizi azad edenin kölesini azad ederiz. Bizim ölümüzü teşyi edenin ölülerini teşyi ederiz. Hakkımızı koruyanın hakkını koruruz. Ey insanlar! İnsanlarla soyları derecesine göre oturup kalkın ve dinleri derecesinde de onlarla karışın. Mürüvvetleri nisbetinde onlara misafir olun, insanları aklınızla ikna edin.
Ravi: H.Cabir (r.a.)
4. Ben Muhammed ve Ahmed (s.av)'im. Ben Rahmet Peygamberiyim. Ben cihad Peygamberiyim. Ben artçıyım ve toplayanım (Kıyamette). Ben cihad için gönderildim, ziraat için değil.
Ravi: Hz. Mücahid (r.a.)
5. Ben oruç tutarım ve iftar ederim. Namaz kılarım ve uyurum. Her amelin bir şevkli zamanı ve her şevkin de bir fetrek (durgunluk) zamanı vardır. Kimin fetreti sünnete yönelik olursa doğruyu bulmuştur. Kimin fetreti bunun dışına olursa dalâlete düşmüştür.
Ravi: Hz. Cade İbni Hubeyre (r.a.)
6. Siz bu gün Rabbınızdan gelen açık beyyine (delil) üzerindesiniz. Marufu emir ve Münkerden nehy ve Allah yolunda cihad ediyorsunuz. Sonraları sizin aranızda iki sarhoşluk zuhru edecek. Cehalet sarhoşluğu ve yaşama sevgisi. Bu sebeble haliniz değişecek ve marufu emretmiyecek ve münkerden nehyetmiyecek ve Allah yolunda cihadda bulunmıyacaksınız. İşte o günde Kitap ve Sünnete tutunanlar için elli sıddık ecri vardır. Dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü! Bizden mi yoksa onlardan mı?" Buyurdu ki, hayır, bilakis sizden.
Ravi: Hz. Muaz ve Enes (r.a.)
Sayfa: 443
1. Bir kimsenin Allah'ın ihsan ettiği yiyecek ve içecekten gayri nimetlerden haberi olmazsa, onun ilmi az ve azabı yakın demektir.
Ravi: Hz. Âişe (r.anha)
2. Bir kimse kırk gün namazın birinci rek'atını fevt etmezse ona iki berat yazılır; Cehennemden azatlık beratı ve nifaktan beraat.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)
3. Bir kimse secde ettiğinde alnı ile burnunu da yere koymazsa namazı caiz olmaz.
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
4. Bir kimse Allah'ın ruhsatını kabul etmezse, ona Arafat dağları kadar günah yazılır.
Ravi: Hz. Ukbe İbni Amir (r.a.)
5. Bir kimse için haya olmazsa din olmaz. Dünyada hayası olmayan Cennete giremez.
Ravi: Hz. Âişe (r.anha)
6. Bir kimse üzerine zekat vacip olacak malı olmazsa şöyle desin: "Allahümme salli ala Muhammedin abdike ve Resûlike ve alel mü'minîne vel mü'minât, vel müslimîne vel müslimât." Bu ona zekat yerine geçer.
Ravi: Hz. Said (r.a.)
7. Bir kimse Allah'dan aşikarede haya etmezse gizlide de etmez.
Ravi: Hz. Muhammed İbni Ebu Cuheym (r.a.)
8. Bir kimse rüyayı sadıkaya iman etmezse, Allah'a ve Resulüne iman etmemiş olur.
Ravi: Hz. Abdurrahman İbni Aid (r.a.)
9. Bir kimse üç şeyden burun kaldırmazsa gerçek mü'mindir; Evine ait hizmetten ar etmemek, Fukara ile oturup kalkmak ve hizmetçisi ile yemek yemek. İşte bu fiiller Allah'ın kendilerini: "İşte onlar hakkâ mü'minlerdir" diye vasfettiği mü'minlerin alametlerindendir.
Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
10. Bir kimsenin erkek veya kız evladı ölürse; tahammül etsin, etmesin razı olsun veya olmasın, sabır etsin veya etmesin onun sevabı ancak Cennettir.
Ravi: Hz. İbni Mes'ud (r.anhüma)
11. Bir kimse hac yolunda, hac veya umre niyetinde iken ölse, hesaba arzolunmaz, hesapta güçlük te görmez. Kendisine: "Hadi sen Cennete" denilir.
Ravi: Hz. Âişe (r.anha)
12. Bir kimse Mekke yolunda ölürse, kıyamet gününde Allah onu hesaba arzetmez ve şiddetli hesaba tutmaz.
Ravi: Hz. Âişe (r.anha)
13. Bir kimse Allah (z.c.hz.)'den başka bir mabud olmadığını bildiği halde vefat ederse Cennete girer.
Ravi: Hz. Osman (r.a.)
14. Ashabımdan bir kimse bir yerde ölürse o yer ahalisinin şefaatçisidir.
Ravi: Hz. Büreyde (r.a.)
15. Bir kimse hac veya umre niyeti için gidip gelirken Mekke yolunda ölürse muhasebe olunmaz, güç hesaba tabi tutulmaz ve Cennete girer.
Ravi: Hz. İbni Ömer (r.anhüma)
Gerçek dost, ayıbını görüp nasihat eden, gıyâbında seni koruyan ve seni kendisine tercih edendir.
Hz.Ali r.a.
CEHÂLET
الجهالة
Bilgisizlik, kibir, bozgunculuk, serkeşlik gibi anlamlara gelen ahlâk terimi.
Cehl gibi “bilmemek, bilgi ve görgüden yoksun olmak” anlamında bir masdar olup isim olarak da kullanılır. Kur’ân-ı Kerîm’de dört âyette cehâlet şeklinde, yirmi âyette de aynı kökten gelen muhtelif isim ve fiiller şeklinde geçmektedir (bk. M. F. Abdülbâkī, MuǾcem, “chl” md.). Bu âyetlerde genellikle cehâletin fenalığı, cahillerin yanılgıları, kötülük ve zararları üzerinde durulmuştur. Yine Kur’an’da ilim ve hikmetin Allah’ın sıfatları arasında yer alması, ayrıca Hz. Âdem’den itibaren bütün peygamberlere verilen en önemli meziyetler içinde ilim ve hikmetin zikredilmesi (meselâ bk. el-Bakara 2/31-33, 151, 251; en-Nisâ 4/113; Yûsuf 12/22), cehâlete karşı bir tavır olarak yorumlanmıştır. Kur’an’ın ilk inen âyetlerinde kalem kullanmanın ve Allah’ın insana bilmediği şeyleri öğretmesinin öneminin vurgulanması (bk. el-Alak 96/4-5), dolaylı olarak cehâletin insan için en başta gelen kusur ve tehlikelerden biri olduğunu göstermektedir. Nitekim Râgıb el-İsfahânî, insanı diğer canlılardan ayıran meziyetlerin başında akıl ve bilginin geldiği şeklindeki yaygın görüşü hatırlatarak hayatını bilgisizlik içinde geçiren bir kimsenin hayvanlık mertebesini aşamayacağını, hatta varlık alanına çıkmış dahi sayılamayacağını belirtmiştir. Çünkü hayvan kendi varlık imkânlarından yani duyumlarından tam olarak faydalanırken cehâlete razı olan insan bilgi edinme imkânını kullanmamıştır (ez-ZerîǾa ilâ mekârimi’ş-şerîǾa, s. 99). İsfahânî’ye göre hayatla bilgi arasındaki sıkı ilişkiden dolayı Kur’an’da ilim “ruh” kelimesiyle de ifade edilmiştir (bk. eş-Şûrâ 42/52).
Hadislerde de gerek cehâlet ve cehl, gerekse bunlardan türemiş olan diğer kelimeler sıkça kullanılmış, Hz. Peygamber hem sözleriyle hem de icraatıyla müslümanları din ve dünya işlerinde cehâletten kurtarmak için büyük çaba sarfetmiştir. Nitekim hicretten hemen sonra, ilki Mescid-i Nebevî bitişiğindeki Suffe olmak üzere Medine’nin çeşitli mahallelerinde mektepler açılmış, Hz. Peygamber’in sağlığında bu şehirde sayıları dokuza ulaşan mescidler aynı zamanda
cilt: 07; sayfa: 219
[CEHÂLET - Mustafa Çağrıcı]
birer mektep olarak kullanılmıştır. Suffe’de bizzat Hz. Peygamber ders verdiği gibi sahâbîlerden de öğretmenlik yapanlar vardı. Meselâ Ubâde b. Sâmit okuma yazma, Abdullah b. Saîd de hikmet mahiyetindeki özdeyişleri öğretiyordu. Hz. Peygamber’in, Bedir Savaşı’nda esir düşenler arasından okuma yazma bilen müşrik askerlerinden her birinin 4000 dirhemlik kurtuluş fidyesi yerine on müslümana okuma yazma öğretmesini şart koşması, onun cehâleti yenme çabalarının önemli bir örneğidir. Esasen İslâm dünyasında, özellikle ilk yüzyıllarda dinî ve din dışı ilimlerde gözlenen hızlı gelişmeler, Kur’an ve Sünnet’te cehâletin yerilmesine ve bilgi donanımına verilen büyük önemin sonucudur. İslâm bilginleri cehâletin kötülüğü ve ilmin değeri üzerinde ısrarla durmuşlar, başta hadis mecmuaları olmak üzere ahlâk, edeb, eğitim ve öğretime dair kitaplarla bibliyografik eserler vb. kaynaklarda cehâletin kötülük ve zararları, sebepleri ve çareleri, cahillerin yanılgıları, ilimler ve âlimler karşısındaki olumsuz tavırları, ilmin önemi, eğitim ve öğretimin şartları ve kuralları gibi konular işlenmiştir.
Başta Goldziher olmak üzere birçok çağdaş araştırmacı, özellikle Câhiliye dönemindeki kullanımına dayanarak cehlin esas olarak “azgınlık, serkeşlik, arzuların etkisinde kalma, hayvanî içgüdülere boyun eğme”, kısaca “barbarlık” anlamına geldiğini ortaya koymuşlardır. Buna göre câhilin karşıtı, âlimden ziyade ihtiyatlı, ağırbaşlı, ahlâkı bütün, bugün “medenî” denilen insanı ifade eden halîmdir (Muslim Studies, s. 202-206). Câhiliye edebiyatında cehl ve türevlerinin bu anlamda kullanıldığını gösteren pek çok örnek vardır. Meselâ Amr b. Külsûm’un MuǾallaka’sında yer alan, “Hele biri kalkıp bize karşı cahillik etmeyegörsün, biz cehâlette herkesten üste çıkar, cahillerden daha cahil oluruz” (Zevzenî, s. 178) anlamındaki beyitte cehâlet “şiddet ve saldırganlık” mânasında kullanılmış ve bir erdem sayılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerle diğer bazı İslâmî kaynaklarda da cehl ve cehâlet, ilmin zıddı olan bilgisizlik yanında öfke, şiddet, saldırganlık, serkeşlik gibi ahlâkî kötülükleri ifade eden bir terim olarak geçmektedir. Nitekim Furkan sûresinde (25/63) Allah’ın iyi kullarının faziletli davranışları anlatılırken, “Onlar yeryüzünde ağırbaşlı bir şekilde yürürler, cahiller kendilerine sözle sataşınca ‘selâm’ derler” buyurulmuştur. Bütün müfessirlere göre bu âyette, cahillerin sataşmaları Câhiliye Arapları’nın bozguncu, geçimsiz ve şiddetten yana olan ahlâkî temayüllerini, bu sataşmalara ağırbaşlı müslümanların selâmla karşılık vermeleri de uzlaşma, barış, güvenilirlik gibi erdemleri kapsayan ve genellikle hilim terimiyle ifade edilen İslâm ahlâkının aslî karakterini göstermektedir.
Cehâlet teriminin bu anlamdaki kullanımına hadislerde de rastlanmaktadır. Hz. Peygamber, oruçlu müslümanlara tavsiyelerini ihtiva eden bir hadisinde, “Biri ona karşı bir cahillik ederse oruçlu olduğunu söylesin” (İbn Mâce, “Sıyâm”, 21) derken kelimenin bu mânasını kastetmiştir. “O iyi bir insandı, fakat öfke onu cahilleştirdi” (Müslim, “Tevbe”, 56, 57; Müsned, VI, 196) meâlindeki hadiste de aynı anlam vurgulanmıştır. Gerek bu hadislerde gerekse konuyla ilgili diğer âyet ve hadislerde müslümanların, bilginin zıddı olan cehâletle birlikte Câhiliye dönemi ahlâk anlayışını yansıtan öfke, şiddet, kibir ve saldırganlık anlamındaki cehâletten arınmaları emredilmiştir (meselâ bk. el-Bakara 2/67; el-A‘râf 7/199; Buhârî, “Savm”, 2; Müslim, “Bir”, 11; İbn Mâce, “Duâ”, 18).
BİBLİYOGRAFYA:
Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “chl” md.; a.mlf., ez-ZerîǾa ilâ mekârimi’ş-şerîǾa (nşr. Ebü’l-Yezîd el-Acemî), Beyrut 1400/1980, s. 99, 131-134, 144, 154, 158, 279; Lisânü’l-Arab, “chl” md.; Wensinck, MuǾcem, “chl” md.; M. F. Abdülbâkī, MuǾcem, “chl” md.; Müsned, VI, 196; Buhârî, “Savm”, 2; Müslim, “Bir”, 11, “Tevbe”, 56, 57; İbn Mâce, “Sıyâm”, 21, “DuǾâ”, 18; Taberî, CâmiǾu’l-beyân (Bulak), XIX, 21-22; Mâverdî, Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, Beyrut 1978, s. 45-47; Zevzenî, Şerhu’l-MuǾallakat (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Beyrut, ts. (Mektebetü Dâri’l-Beyân), s. 178; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, X, 4-6; XII, 5; XIX, 133; XXVII, 102, 121; İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Kurǿân, VI, 131-132; Ahmed Emîn, Fecrü’l-İslâm, Beyrut 1969, s. 69-70; I. Goldziher, Muslim Studies, New York 1977, s. 202-206, 219-228; Hamîdullah, İslâm Peygamberi, II, 830-836.
Mustafa Çağrıcı
CEHÂLET
الجهالة
Bir râvinin bilinmediğini ifade eden hadis terimi.
Cehâletü’r-râvî şeklinde de kullanılan terim, râvinin kim olduğunun veya cerh ve ta‘dîl*ine sebep olabilecek bir halinin bilinmediğini ifade eder. Bu durum ise onun adâlet* vasfını zedeleyebilir. Râvinin tanınmamasının başlıca iki sebebi vardır. Birkaç ismi, künyesi, lakabı, nisbesi bulunan bir râvi bunlardan biri veya ikisiyle şöhret bulmuş olmakla beraber ondan hadis rivayet eden bazı talebeleri onu yaygın olmayan isim ve sıfatlarıyla anmış olabilirler. Meselâ Muhammed b. Sâib el-Kelbî’yi bazıları dedesine nisbet ederek Muhammed b. Bişr veya Hammâd b. Sâib adlarıyla yahut Ebü’n-Nadr, Ebû Saîd, Ebû Hişâm künyelerinden biriyle andıkları için Kelbî bilinmeyen bir kişi durumuna düşmüştür. Râvinin tanınmamasının diğer bir sebebi de az hadis rivayet etmesi veya kendinden sadece bir kişinin rivayette bulunmuş olmasıdır (bk. MÜBHEM; MEÇHUL). Fazla tanınmayan isimler bazan hiç zikredilmez; bunların yerine “ahberenî fülânün”, “ahberenî racülün”, “ahberenî şeyhün” gibi umumi ve müphem ifadeler kullanılır. Sadece bir râvisi bulunan veya az hadis rivayet eden bir kimseden, adını açıkça söyleyerek iki kişinin rivayette bulunması halinde onun kimliğiyle ilgili cehâlet vasfı ortadan kalkar. Zehebî ile Sehâvî, hakkında “fîhi cehâletün” denilen bir râvinin cerhin en son derecesinde yer aldığını söylemişlerdir.
Râvinin bir hadisi hangi şeyhinden aldığını tayin edemeyerek “ahberenâ fülân ve fülân” diye hocalarının adlarını vermesi de bir nevi cehâlet sayılır. Fakat hocalarının sika* olması halinde bu durum bir mahzur teşkil etmez.
BİBLİYOGRAFYA:
Hatîb, el-Kifâye, Haydarâbâd 1357 → Medine, ts. (el-Mektebetü’l-İlmiyye), s. 88; İbnü’s-Salâh, ǾUlûmü’l-hadîs, s. 111; Irâkı, Fethu’l-mugıs, II, 21-25; Süyûtî, Tedrîbü’r-râvî, s. 210-215; Ali el-Karî, Mustalahâtü ehli’l-eser, İstanbul 1327, s. 122, 149; Tecrid Tercemesi, I, 319-326; Ahmed Muhammed Şâkir, el-BâǾisü’l-hasîs, Kahire 1377/1958, s. 97, 98, 207; Talât Koçyiğit, Hadis Istılahları, Ankara 1980, s. 65.
İsmail L. Çakan
CEHÂLET
الجهالة
Dinî hükümleri bilmeme, hukukî işlemlerde işlem konusunun belirsizlik veya bilinmezliği anlamlarına gelen fıkıh terimi.
Cehâlet veya cehl sözlükte “bilmemek” anlamına gelir. Bu iki kavramın fıkıh terimi olarak kullanılışında ise genellikle şu farklılık göze çarpar: Cehl kişinin inanç,
cilt: 07; sayfa: 220
[CEHÂLET - İbrahim Kâfi Dönmez]
söz veya davranışları konusundaki bilgisizliğini, cehâlet ise kendi dışında kalan durumlara ilişkin bilinmezliği ifade eder. Bir başka ifadeyle cehl insanın, cehâlet varlık ve olayların vasfı olarak kullanılır. Meselâ yeni müslüman olan bir kimsenin, namaz kılarken konuşmanın namazı bozacağını bilmemesi cehl terimiyle, akid sırasında kiralanan evin özelliklerinin kiracı tarafından bilinmemesi cehâlet terimiyle ifade edilir. Bununla birlikte bazan bu iki terimin birbirinin yerine kullanıldığı da görülür. Öte yandan fıkıh eserlerinde yer yer cehl, rızâ ve iradenin bulunmadığını ifade etmek üzere “hata” ve “galat” kavramlarıyla eş anlamlı olarak kullanılmıştır. Esasen cehl, bilinebilecek bir durum hakkındaki bilgisizlik, hata (galat) ise bir şeyi olduğundan başka türlü bilmek veya yanlış tasavvur etmek anlamındadır (galat ile hata arasındaki fark için bk. HATA). Bunlardan birincisi “el-cehlü’l-basît”, ikincisi “el-cehlü’l-mürekkeb” diye anılır. Buna göre hata cehlin bir türünü oluşturmaktadır.
1. Bilgisizlik (cehl). Fıkıh usulü eserlerinin, İslâm hukukunda sorumluluk ve hakların genel teorisini ele almayı hedeflediği söylenebilecek olan “el-mahkûm fîh” (veya “el-mahkûm bih”) bölümünde sorumluluğun temel ilkeleri açıklanırken öncelikle kişinin ne ile yükümlü olduğunu bilmesi şartı üzerinde durulur. Bu şart, İslâm’da kişinin sorumlu tutulması için yükümlülüğünün kendisine bildirilmiş olması gereğini ifade eden tebliğ ilkesinden kaynaklanır. Peygamber gönderilmedikçe kimseye azap edilmeyeceğini (el-İsrâ 17/15), müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberlerin gönderildiğini (en-Nisâ 4/165) bildiren âyetler ve benzeri naslar bu ilkenin dayanağını oluşturur. Bu konu ile sıkı ilişkisi bulunan, ilâhî bir tebliğ olmaksızın davranışların dinî anlamda “iyi” veya “kötü” olarak nitelendirilmesi için aklın yeterli olup olmadığı meselesinde (hüsün ve kubuh) Ehl-i sünnet âlimleri arasında da görüş ayrılıkları bulunmakla beraber tebliğ olmadan sorumluluğun bulunmayacağı sonucu hemen bütün Ehl-i sünnet âlimlerince kabul edilmiştir. Burada sorumluluğun temel şartı olan “bilme”den maksadın, daima bilfiil bilgi sahibi olma değil bilgiye yahut bilme imkânına sahip bulunma olduğuna dikkat edilmelidir. Mâtürîdî âlimlerinin, ilâhî tebliğ bulunmasa bile mümeyyiz ve ergin bir kişinin kâinatın yaratıcısının varlığına ve birliğine iman etmesi gerektiğine ilişkin görüşü çok defa bu ilkenin bir istisnası olarak zikredilirse de iyi tahlil edildiği takdirde bunun da aynı ilkenin bir uzantısı olarak ortaya konduğu söylenebilir. Zira söz konusu görüşü benimseyenlerin asıl maksadı, diğer dinî yükümlülükleri sırf akıl ile bilmek mümkün değilse de mevcut delillere bakarak kâinatı yaratan tek bir yüce varlığın bulunduğunun akıl yolu ile bilinebileceğini savunmaktan ibarettir
BİSMİLLÂHİRRAHMANİRRAHİM
ELHAMDÜLİLLAH
ALLAHÜMME SALLİ ALA SEYYİDİNA MUHAMMED
ESTAĞFİRULLAH
SÜBHANALLAH
ALLAHUEKBER
Fakihler, dinî hükümlerden haberdar olmama halinde bunlarla yükümlü olunmayacağı ilkesinin uygulamasında kural olarak dârülislâm*da bulunmayı bilgi karînesi, dârülharp*te bulunmayı da bilgisizlik karînesi olarak kabul etmişlerdir. Buna göre dârülharpte müslüman olup da dinî hükümler konusunda bilgisi bulunmayan kişi, ilâhî emirleri yerine getirme ve yasaklardan kaçınma sorumluluğu açısından mâzur sayılmıştır. Ancak fakihler, bu durumdaki kişiden dinî vecîbeleri edâ (zamanında yerine getirme) yükümlülüğünün mü sâkıt olduğu, yoksa bu yükümlülüğün temelden mi kalkmış olduğu, yine bu durumun dinî yasaklara uymayan kişi bakımından sadece cezayı düşüren bir sebep mi, yoksa suçun oluşmasını engelleyen (suç niteliğini ortadan kaldıran) bir gerekçe mi sayılacağı hususunda farklı görüşler belirtmişlerdir. Çoğunluğa göre kişinin bu konudaki bilgisizliği, yapma ve yapmama yükümlülüğünü tamamıyla kaldıran bir mazerettir. İmam Züfer gibi bazı fakihlere göre ise yükümlülük ortadan kalkmaz. Kişi namaz ve benzeri vecîbeleri zamanında yerine getirmemekten ötürü mâzur sayılırsa da bu mazereti ortadan kalkınca ibadetlerini kazâ etmesi gerekir. Yine bunun gibi işlediği yasak fiil suç olmaktan çıkmaz, fakat bu mazereti cezayı düşüren bir sebep olarak kabul edilir.
Dârülislâmda bulunan kişi bakımından, namaz kılmanın farz ve namuslu kadınlara iftira etmenin haram olması gibi dinin kesin hükümlerini bilmeme başlı başına günah sayıldığı için, böyle bir kişinin bu tür hükümleri bilmemesi mazeret olarak kabul edilmemiştir. Aksi halde günahtan aklanma gerekçesi olarak başka bir günaha dayanılmış olur. Bu hususu vurgulamak üzere Zerkeşî, bilgisizliğin mazeret sayılmasının bir kolaylık hükmü olduğunu, yoksa bizâtihi cehle bağlanan bir sonuç olmadığını belirtir ve İmam Şâfiî’nin şöyle dediğini nakleder: “Eğer cahil cehlinden ötürü mâzur sayılsaydı bilgisizlik ilimden üstün tutulmuş olurdu” (el-Mensûr fi’l-kavâǾid, II, 16-17). Öte yandan Şehâbeddin el-Karâfî, dinî vecîbelerin nasıl yerine getirileceğine (meselâ namazın ifa şekline) ilişkin bilgileri edinmeyi ihmal etmenin bir çeşit mâsiyet olduğuna, dolayısıyla bu çerçevedeki temel bilgileri öğrenmemiş olmanın da mazeret sayılamayacağına işaret eder. Karâfî burada “nisyan” ile “cehl”in birbiriyle karıştırılmaması gerektiğine de dikkat çeker (Envârü’l-burûk, II, 148-149). İslâm ülkesinde yaşayan kişi için çoğunluğun bilgisi dışında kalamayacak dinî hükümleri bilmemenin mazeret sayılamayacağı kural olmakla birlikte bunun bazı istisnaları tesbit edilmiştir. İslâm ülkesi vatandaşı olmayan bir gayri müslimin (harbî) İslâm ülkesine girdikten sonra ihtida etmesi, fakat henüz üzerinden fazla zaman geçmemiş veya İslâm ülkesinde bulunsa bile yerleşim merkezlerinin çok uzağında kalıp oralarda yetişmiş olması gibi sebeplerle dinî hükümleri bilmeme konusunda fiilî imkânsızlık bulunması meşrû bir mazeret sayılmıştır. Bazı yazarların belirttiği gibi (meselâ Abdülkadir Ûdeh, I, 431) bunlar da esasen birer istisna değil “bilme imkânı bulunmadıkça sorumlu tutmama” ilkesinin bir gereği sayılmalıdır. Kesin delillerle sabit olmayan ve geniş kitleler arasında yaygın olarak bilinmeyen hükümler hakkındaki bilgisizlik ise hemen bütün âlimlerce dârülislâmda bulunanlar bakımından da mazeret olarak kabul edilmiştir.
Cehlin mazeret sayılması hallerinde dikkat edilmesi gereken bir husus, davranışa bağlanan hukukî sonucu bilmemenin değil davranışın yasak olduğunu bilmemenin özür kabul edilişidir. Buna göre bir kimse, meselâ zina ve içki içme fiillerinin haram kılındığını bilmekle beraber bu fiillerin cezası olduğunu bilmese kendisine ceza uygulanır, çünkü o davranıştan kaçınmakla yükümlü olduğunu bilmektedir (Süyûtî, s. 201). Bazı âlimler, Allah hakları ile ilgili hükümlerde cehlin mazeret sayılmasına temas ederken yasaklanan ve emredilen davranışlar arasında bir ayırım yaparak bunun sadece yasaklar konusunda özür kabul edilebileceğini savunmuşlardır. Kul haklarının söz konusu olduğu durumlarda ise cehlin mazeret sayılmasının
cilt: 07; sayfa: 221
[CEHÂLET - İbrahim Kâfi Dönmez]
hukuk güvenliğini sarsacağı gerçeğine genellikle işaret edilmektedir. Fakat bilmemenin özür olarak kabulünü sırf Allah hakları ile sınırlı tutmanın doğru olmayacağını ifade eden hukukçular da vardır (Mv.F, XVI, 201, 202).
Cehlin sorumluluğa etkisi konusundaki temel yaklaşımlar yukarıda özetlendiği şekilde olmakla birlikte detaylar incelendiği takdirde bu yaklaşımlarda fakihlerin kendi dönemlerindeki şartların belirleyici bir rol oynadığı ve birçok somut olayda farklı değerlendirmeler yapıldığı dikkat çekmektedir. Bir yandan haddi gerektiren suçlarda şüphenin cezayı düşürmesi ilkesinin uygulanması, öte yandan cehlin daima geçerli bir mazeret sayılması halinde hukuk güvenliği açısından önemli sakıncaların ortaya çıkabileceği düşüncesinin, konu ile ilgili değerlendirme farklılıklarının doğmasına vesile teşkil ettiği gözlenmektedir. Fıkıh tarihi boyunca özellikle ta‘zir cezaları ile ilgili uygulama ne olursa olsun, İslâm hukuk felsefesinde sorumluluk ile kanunu bilme (veya bilme konumunda olma) arasında böylesine sıkı bir ilişkinin kurulması hukuk devleti anlayışının, ayrıca suç ve cezada kanunîlik ilkesinin benimsenmesi açısından büyük bir önem taşıdığı şüphesizdir.
Cehle bağlanan fıkhî sonuçlar, kelâmcıların metodunu esas alan eserlerde “sorumlulukta bilgi şartı” konusu işlenirken ele alınmakla beraber fukaha metoduna göre kaleme alınan eserlerde ağırlıklı olarak “ehliyet ârızaları” başlığı altında incelenmiştir. Hanefî âlimlerinin öncülüğü ile fıkıh usulü eserlerinde önemli bir yer tutan ehliyet teorisine göre ehliyet ârızaları semavî ve müktesep olmak üzere iki kısma ayrılır. Birincisi insanların iradesi dışında oluşur, ikincisi ise onların iradesine bağlı sebepleri ifade eder ki bu ikinci grup içinde cehl de yer almıştır. Ancak bu çerçevede söz konusu edilen durumların tamamı ehliyeti ortadan kaldırıcı veya daraltıcı özellikte değildir. Abdülazîz el-Buhârî’nin belirttiği gibi bazı ârızalar ehliyeti etkilememekle beraber ilgili kişiler bakımından bazı hükümlerde değişiklikler meydana getirdiklerinden bu teori içinde yer almışlardır (Keşfü’l-esrâr, IV, 262). “Allah sizi analarınızın karnından hiçbir şey bilmez halde çıkarmıştır” (en-Nahl 16/78) meâlindeki âyette de ifade edildiği üzere cehl sonradan oluşan bir özellik olmamakla birlikte insanın gerçek hüviyetini aşan ve küçüklük hali gibi bazan bulunup bazan bulunmayan olumsuz bir durum olduğu için “ârıza” olarak nitelendirilmiş ve kişinin kendi çabası ile bilgi sahibi olup bu olumsuz özelliği giderme imkânına sahip bulunması sebebiyle müktesep ârızalar arasında sayılmıştır (a.g.e., IV, 263, 330).
Hanefî fıkıh usulü eserlerinin ilk örneklerinde (meselâ bk. Pezdevî, IV, 330-350) cehl dörde ayrılmış ve günümüze kadar kaleme alınan İslâm hukuku ile ilgili eserlerde genellikle bu ayırım esas alınmıştır. Bu dört neviden ilk ikisi, Allah’ı ve sıfatlarının inkâr meselelerinin hükümlerine göre tasavvur edilmiş olup mazeret sayılamayacak cehl türünden kabul edilmiştir; ancak âlimlerin birçoğu ikinci türü, yani ilâhî sıfatlar hakkında daha toleranslı düşünülmesi gerektiğini savunmuştur (meselâ bk. Zerkeşî, II, 13). Üçüncü nevide, hakkında kesin delil bulunmayan (ictihada açık) meselelerde yanlış bilgi sahibi olma durumları ile şüphenin cezayı düşürmesi ilkesinin uygulanabileceği durumlara temas edilmiştir. Dördüncüsünde ise İslâm ülkesi dışında müslüman olup İslâmî hükümleri henüz öğrenmemiş bulunan kişi (harbî) ve kendisine vekâlet verildiğinden haberdar olmayan vekil gibi sorumluluk ve yetkilerine ilişkin bilgi henüz kendisine ulaşmamış kişilerin durumları incelenmiştir. Bu son iki nevi arasındaki ortak noktayı, mazeret sayılabilecek cehl olma özelliği teşkil etmektedir. Son iki türden sayılan cehl çerçevesinde, bir sözün hukukî anlamını bilmeden onu telaffuz etme, bir meşrubatı şarap olduğunu bilmeden içme, suçsuz olduğunu bilmeden bir kimseyi dava etme veya mahkûmiyetine karar verme, savaş sırasında karşısındaki kişiyi düşman sanarak öldürme, başkasına ait olduğunu bilmeden bir mala zarar verme, kıblenin ne yönde bulunduğunu, iki sudan hangisinin pis olduğunu bilememe gibi bir hükmün maddî olaylara uygulanmasına, yahut hukukî sonuç bağlanan fiillere yön veren maddî olaylara ilişkin bilgisizliğin söz konusu olduğu pek çok meseleye temas edilmiştir. Fakat bu gibi örnekler incelendiğinde, esasen sırf bilgisizlikten değil doğrunun hilâfına bir zan taşımaktan (cehl-i mürekkeb) veya iki durumun birbiriyle karıştırılmasından yahut kasıt ve iradenin bulunmayışından söz etmenin, dolayısıyla bunları hata, galat, rızâ, kasıt, taksir ve iştibâh gibi kavramlarla açıklamanın daha uygun olacağı anlaşılmaktadır (bk. HATA; ŞÜPHE).
2. Bilinmezlik (cehâlet). İslâm hukukunda hukukî işlemlerle, bilhassa iki tarafa borç yükleyen sözleşmelerde hukukî işlem konusunun biliniyor (mâlum) olması ve belirlenmiş (muayyen) bulunması esası üzerinde önemle durulmuştur. Özellikle Nisâ sûresinin 29. âyeti, belirsizlik ve bilinmezlik özelliği taşıyan satım türlerini yasaklayan hadislerle çekişmeleri en az düzeye indirme ilkesi, fakihleri bu konuda hassasiyet göstermeye yöneltmiştir.
Akdin konusu ile (muavaza akidlerinde her iki edimi ifade etmek üzere “el-ma‘kud aleyh”) ilgili belirsizlik için garar, bilinmezlik için ise cehâlet terimleri kullanılır. Ancak Karâfî’nin işaret ettiği gibi âlimler bu iki kavramı birbirinin yerine de kullanmışlardır. Bundan dolayı cehâlet ve garar kavramlarının akde etkisi konusu genellikle karma bir biçimde incelenmekte ve bu arada cehâlet kavramı için aşırı, orta ve az (fâhişe, mutavassıta ve yesîre) şeklinde üçlü bir derecelendirme yapılmaktadır. Bunlardan birincisi, taraflar arasında çekişmeye yol açması kuvvetle muhtemel olan durumları kapsar ki İslâm hukukçuları bunların akdin sıhhatine engel olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Çekişmeye yol açmayacağı kuvvetle muhtemel olan durumlar üçüncü gruba girer ve bunlar yine ittifakla kabul edildiği üzere akdin sıhhatine engel değildir. İkincisi ise birinci veya üçüncü gruba katılması hususunda ihtilâf edilen durumları içerir. Cehâletin (ve gararın) akdin sıhhatine engel sayılması durumlarına İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre tek dereceli bir geçersizlik müeyyidesi bağlanır ve eş anlamlı olmak üzere hepsi hakkında bâtıl veya fâsit terimleri kullanılır. Hanefîler, akdin özünü etkileyen (rükün ve in‘ikad şartlarına ilişkin) sakatlıklara butlân, akdin özünü etkilemeyen (sıhhat şartlarına ilişkin) sakatlıklara ise fesat müeyyidesi uygulamışlardır. Bu ayırımın en önemli sonuçlarından biri, fâsit akidlerde fesada hükmettiren özelliğin ortadan kalkması ile akdin geçerli hale gelmesi, bâtıl akidlerde ise hiçbir şekilde akde sıhhat kazandırılamamasıdır. Bununla birlikte Hanefîler dışındaki bazı mezheplerde de bir kısım akidler için
cilt: 07; sayfa: 222
[CEHÂLET - İbrahim Kâfi Dönmez]
bâtıl-fâsit ayırımı yapılmıştır (Mahmesânî, II, 14). Ayrıca başta Mâlikîler olmak üzere bazı İslâm hukukçuları, gararın ivazsız akidlerin (ukudü’t-teberruât) sıhhatini etkilemeyeceğini belirtmişlerdir (bk. Sıddık Muhammed el-Emîn ed-Darîr, s. 521 vd.).
Mecelle’de hukukî tasarrufun geçerliliği için mâlum olma (meçhul olmama) şartının arandığı belli başlı hususlar şunlardır: Satımda satım konusu mal (alıcı bakımından, md. 200, 213, 364), satım bedeli (md. 237, 238, 364), vade ve taksit durumu (md. 246, 248); kirada kiralanan (md. 449, 451), kira bedeli (md. 450); kefalette (kefalet konusu mal değil şahıs ise) kefil olunan (md. 630); havalede havale edilen miktar (md. 688); âriyette âriyet konusu (md. 811); bağışlamada bağışlanan mal (md. 858); ortaklıkta kârın ortaklar arasında ne şekilde bölüşüleceği (md. 1336, 1411, 1434, 1435, 1444); vekâlette (özel vekâlet ise) vekâlet konusu (md. 1459, 1468); sulhte (kabz ve teslimi gerektiriyorsa) sulh konusu ve sulh bedeli (md. 1547); ibrâda ibrâ edilen (md. 1567); şüf‘ada şüf‘a bedeli (md. 1025); ikrarda lehine ikrarda bulunulan (md. 1578); davada davalı (md. 1617) ve dava konusu (md. 1619).
Karâfî, garar ve cehâlet özelliği taşıyan akidlere dair hadislerde yer alan yasakların kul hakkı da içermekle beraber Allah hakları çerçevesindeki hükümlerden olduğunu, zira Allah’ın bunları kulun malını zayi olmaktan korumak için yasakladığını belirttikten sonra, “Kul razı olsa da bu konudaki hakkını iskat edemez” der (Envârü’l-burûk, I, 141). Bugünün hukuk diliyle ifade edilecek olursa bu yasak hükümleri İslâm hukukunda kamu düzeninden sayılmaktadır; fertler aksini kararlaştırmak suretiyle bunları bertaraf edemezler.
Hadislerde ve fıkıh literatüründe yer alan bilinmezlik ve belirsizlik durumlarına ilişkin yasaklar, daha çok garar kavramı etrafında yoğunlaştığı için, kapsamcı ve akde etkisi genel hatlarıyla yukarıda gösterilen cehâletin daha açık bir biçimde ortaya konabilmesi, anılan somut durumların gözden geçirilmesini ve garar kavramının tahlilini gerekli kılmaktadır (bk. GARAR).
Cehl ve cehâlet terimlerinin temelindeki ilkelerle ilişkisi olmakla beraber, yöneltilmesi gerekli olan ve olmayan irade beyanları, kamuya yapılan icaplar, ödül vaadi, lehtarları belirli olmayan vakıf ve vasiyet tasarrufları gibi konuların asıl çerçevesini irade beyanı ve hukukî tasarruf kavramlarının oluşturduğunu da belirtmek gerekir.
BİBLİYOGRAFYA:
et-TaǾrîfât, “chl” md.; Şâfiî, er-Risâle, s. 357-359, 366; Bâkıllânî, el-İnsâf fî mâ yecibü iǾtikadüh ve lâ yecûzü’l-cehlü bih (nşr. İmâdüddin Ahmed Haydar), Beyrut 1407/1986; Ebü’l-Velîd Bâcî, Risâle fi’l-hudûd (Revista, II/1-2 içinde), Madrid 1954, s. 6-7; Pezdevî, Kenzü’l-vüsûl, IV, 330-350; Gazzâlî, el-Müstasfâ, I, 86; Karâfî, Envârü’l-burûk fî envâǾi’l-furûk, Kahire 1347 → Beyrut, ts., I, 141; II, 148-149; III, 265-266; IV, 12-13; Abdülazîz el-Buhârî, Keşfü’l-esrâr, IV, 262, 263, 330; Zerkeşî, el-Mensûr fi’l-kavâǾid (nşr. Fâik Ahmed Mahmûd), Küveyt 1402/1982, II, 12 vd.; Süyûtî, el-Eşbâh ve’n-nezâǿir, Kahire 1378/1959, s. 199 vd.; Mecelle, md. 200, 213, 237, 238, 246, 248, 364, 449, 450, 451, 630, 688, 811, 858, 1025, 1336, 1441, 1434, 1435, 1444, 1459, 1468, 1547, 1567, 1578, 1617, 1619; Subhî Mahmesânî, en-Nazariyyetü’l-Ǿâmme li’l-mûcebât ve’l-Ǿukūd, Beyrut 1948, II, 13-14, 70-71, 164 vd.; İbn Âbidînzâde, Kurretü Ǿuyûni’l-ahyâr li-tekmileti Reddi’l-muhtâr, Kahire 1386/1966, VII, 297 vd.; Sıddîk Muhammed el-Emîn ed-Darîr, elGarar ve eseruh fi’l-Ǿukūd fi’l-fıkhi’l-İslâmî, Kahire 1386/1967; Muhammed Ebû Zehre, el-Cerîme, Kahire 1976, s. 461-474; Muhammed Selîm el-Avvâ, Fî Usûli’n-nizâmi’l-cinâǿiyyi’l-İslâmî, Kahire 1983, s. 58-60, 95 vd.; Muhammed Bahrülulûm, ǾUyûbü’l-irâde fi’ş-şerîǾati’l-İslâmiyye, Beyrut 1404/1984, s. 656; Abdülkadir Ûdeh, et-TeşrîǾu’l-cinâǿiyyü’l-İslâmî, Beyrut 1405/1985, I, 430 vd.; Mv.F, IX, 5273 (özellikle 15 vd., 52 vd., 98 vd., 143 vd.); XVI, 167-178, 197-207; Mv.Fİ, XVI, 228 vd.; Hayreddin Karaman, “Akid”, DİA, II, 253-254; Ali Bardakoğlu, “Bey‘”, a.e., VI, 14-16.
SÛRE-İ TEVBE
Medine-i Münevvere'de nazil olan sûrelerden olup yüz yirmi dokuz veyahut yüz otuz âyettir.
اعوذبالله من الشيطان الرجيم
Bu sure-i şerife; kıtale müteallik ahkâmı müştemil olduğundan evvelinde emniyet ve selâmete delâlet eden besmele yazılmamıştır. Yahut Sure-i Berâe ile Sure-i EnfaTin ahkâmı ve kıssaları birbirine benzediğinden ikisi yekdiğerine merbut bir sûre sayıldığı için araları besmeleyle faslolunmamıştır. Bu sûrenin evvelinde besmelenin yazılmamasında birçok rivayet varsa da esah olan her sûrenin evvelinde besmele nazil olmamıştır. Şu halde bizim için selâmet (العلم عبدالله) demektedir. Çünkü; «Vahiy hakkında niçin şöyle veya böyle oldu» demeye salâhiyetimiz olmadığı gibi vazifemizin de haricidir ve bizler için hikmetine ittılâ'da mümkün değildir. Zira; bu misilli şeyler vahiyle bilindiğinden aklımız idrakinden âcizdir.
İnsanlar bu gibi hikmetleri bilmekle mükellef olmadıklarından şu sûrenin evvelinde besmelenin yazımladığının hikmetini bilmemekten noksan lâzım gelmez. Mükellef olmayınca «İnsan hikmetini bilmediği şeyle nasıl mükellef olur?» şeklinde suâl dahi varid olmaz.
Yorum Gönder