15 Eylül 2007 Cumartesi

Hadis-i Şerif

1- Beş vakit namazı camide kılan Bismillahirrahmanirrahim demiş gibidir.

2-Ümmetim yıldızlara gidesiye kadar kıyamet kopmayacaktır.

6.314 yorum:

«En Eski   ‹Eski   4801 – 5000 / 6314   Yeni›   En yeni»
yuksel dedi ki...

Sizi iki sarhoşluk gaşyetti. Hayatı sevmek sarhoşluğu ve cehle razı olmak. Bu sarhoşluğa düştüğünüzde, "emr-i bil ma'ruf" ve "nehy-i anil münkeri" terk edersiniz. O zaman sünnet ve kitaba sahip olanlar, muhacir ve ensardan "sabikûnel- evvelîn" gibidir. (Yani ashab derecesindendir.)
Ravi: Hz. Âişe (r.a.)
Sayfa: 321 / No: 5
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Cennetin kokusu beşyüz yıllık yerden duyulur. Cennetin bu kokusunu ahiret ameli ile dünyayı taleb eden kimse duyamaz.
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
Sayfa: 292 / No: 3
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Müslümanlar alimlerine buğz ettikleri, çarşı ve pazarı camilere tercih ettikleri, para için evlendikleri (evlendirilecek erkek Ve kadında dindarlık değil, para aradıkları) zaman Allah c. c. onları kıtlık, sultanların zulmü, hâkimlerin hıyaneti ( adaletsizliği) ve düşmanların tecavüzü ile cezalandiracaktir.
Peygamber Efendimizin Mucizeleri
cilt. 2.sy.848.

yuksel dedi ki...

Yılan ancak yılan doğurur derler. Bu çoğunlukla böyledir. Yine bundan hareketle:kişinin aslı güzel oldu mu onun nesli de iyi olur derler. Yine bunun gibi: Çocuk babasının sırrıdır denir.
Ruhu'l Beyan
Kur'an Meali Ve Tefsiri
cilt. 22.sy.336.

yuksel dedi ki...

İmanı saglamlastirmanin yolu Risale i Nurdadir. ( K. L.) 48.
İman sıdktir,doğruluktur. (H. S.) 51:3.kelime.
Bir Hazinenin Anahtari
Risale-i Nur Kulliyati Fihrist Ve İndeksi
sy. 307

yuksel dedi ki...

Fonlamalar
27/07/2021 00:02
-Küresel fonlamalar bir dünya gerçeği. Dünyanın zengin ülkelerindeki kişiler ya da vakıflar, farklı ülkelerde birtakım alanları fonluyorlar. Kuşkusuz fonlayanların tercihlerinin bir sebebi var. Yani kendi önceliklerine göre fonlama yapıyorlar.

-Fonlananların, neden fonlandıklarını anlamaları ve karşı tercihte bulunmaları son derece tabii. Yani istemezseniz fonlanmazsınız. Fonlanmayı kabul ettiğinizde, bir anlamda fonlama hangi hedefe yönelik yapılmışsa, onunla uyum arz edeceksiniz, demektir.

-Diyelim Amerika’da bazı kişi ve vakıflar, Afrika’da aşılama veya gıda takviyesi için fon tahsis ediyorlar. Bu aşı veya gıda fonlamasına karşı “Batının emperyalist hesapları”ndan yola çıkarak kuşkular üretip tepki de gösterebilirsiniz, eliniz mahkum bu fonlardan istifade de edebilirsiniz.

-Türkiye olarak Suriyeli göçmenler için AB’den fon alıyoruz, hatta mevcut fonları yetersiz görüp takviye bile talep ediyoruz. Nasıl bakmalı bu konuda AB’nin hesaplarına ve bizim kabul veya reddimize?

-Şimdilerde Amerika’da bir vakfın, Türkiye’de bir kısmı medya alanında bazı kurumları fonladığı tartışılıyor. Medyascope gibi bazı siteler bunu en başta ilan etmişler. Demek ki Medyascope, böyle bir fonlanmayı kamuoyu ile paylaşmaktan gocunmuyor. Gocunmuyor, yani bunun yayın yaptığı ülke insanlarınca bilinmesini bir problem olarak görmüyor.

-Medyascope böyle bakıyor olsa bile, şu an, bu sebeple özellikle iktidara yakın medya gruplarınca çarmıha gerildiği de bir vakıa. Çerçeve şu: Amerika’da birileri fonluyorsa, Türkiye’de bir hesapları olmalı, bu hesap Erdoğan iktidarını yıkmaktır, Erdoğan iktidarını yıkmak ise Türkiye’de kendi çıkarlarını egemen kılmakla eşdeğerdir, fonlanan her kim ise bu networkün içindedir vs…

-Böyle midir gerçekten? Yani fonlananların tümü – mesela Medyascope- her yayınında böyle bir direkt yönlendirme ile mi hareket eder, yoksa genel bir duruş buluşması mı söz konusudur? Medyascope yöneticileri -diyelim Ruşen Çakır- böyle bir güdümlemeye razı olur mu, ondan rahatsız olmaz mı, Medyascope yayınına bir şekilde iştirak edenleri kontrol mümkün mü?

yuksel dedi ki...

Ben, özellikle medya alanında bunun mümkün olmadığını düşünürüm. İnsan, özellikle düşüncenin sirküle edildiği bir alanda kontrol edilemez bir varlıktır.

-Diyeceğim, ama bana Türkiye özelinde bir yığın farklı örnekler sunulacak. Dünyada da geçmişten bugüne özellikle totaliter yapılarda insan düşüncesinin medya alanında nasıl tek biçimli hale geldiğinin örnekleri yığınladır.

-Bu Amerikan fonlamaları gündeme gelmeden önce Türkiye “havuz medyası” ya da “yandaş medya”yı tartışıyordu. Olay iktidar eliyle “medya fonlaması” anlamına gelmekteydi. Medya yapılanması için havuzlar oluşturulmuş, iş dünyasının bu havuzlara fon aktarması sağlanmış, devlet bankalarından sağlanan kredilerle medya gruplarının el değiştirmesi gerçekleşmiş, kadrolar oradan oraya transfer edilmiş, tv’lerdeki tartışma programlarının kadroları tayin edilmiş vs…

-Bakıyorum şu anda Amerikan fonlaması konusunda en bıçkın yazıları döşenenler, o medya içinde isimleri oradan oraya tedavül edenler. Ben şöyle düşündüm onlara bakınca: Bu bir tür yara sarma operasyonu. Ukde vardı içlerinde havuz medyası - yandaş medya diye tanımlanmaktan ötürü, şimdi bir başka “kötü” buldular onun üzerine çullanarak kendilerini aklamaya çalışıyorlar.

-Ben gene de insanların otomat olmadığını düşünürüm. Yani havuz medyası içindekiler de bütün bütün “otomat” değildir, en azından fonlandıkları odaktan faklı düşünmediklerini zannederek farklı düşünür hale gelebilirler ve bir süre sonra mimlenebilirler. (Kaç kişinin işine son verildi küçük eleştirilere yöneldiler diye o medya gruplarında?) Ya da, insani zaaf sebebiyle unutarak, yanlış düğmeye basarak farklı noktaya savrulurlar. En son Cumhurbaşkanının görüntüsü nasıl yayınlandı İletişim Başkanlığı’nın olağanüstü hassasiyetine rağmen?

-Doğrusu Türkiye’de bir yandan “bir tripod bir kamera ile” medya alanına girmek ve gündemi sarsmak mümkün, bir yandan da, medya finansmanı kolay taşınır bir şey değil. Şu soru çok rahat sorulabilir: Havuz medyası diye nitelenen alan, sadece okur – seyirci finansmanı ile destekleniyor olsaydı, ömrü kaç gün sürerdi? Ziraat Bankası, bütün medya organlarını Demirören grubu gibi fonluyor mu mesela? Gazetelerin devlet kuruluşlarından aldıkları reklam hangi amaca yönelik bir fonlama anlamı taşıyor, bunu da tartışsak ya…

-Son bir soru soralım: Açlıktan nefesi kokan vatandaşın sokak medyasına söylediği sözün yakıcılığını kim fonluyordur acaba? Ya da bu vatandaş, “kaçıncı kol”a mensup olarak ülkeyi yıkmaya çalışıyordur?

yuksel dedi ki...

Dünyanın iktisadi ve siyasi şartları şeriatı tatbik etmek ve hilafeti getirmek zorunda bırakacaktır. (Turkiye'de)
Mehmed Mandal
söyleyen Said Nursi
Bediuzzaman
Dost T. V.

yuksel dedi ki...

Kuyruk koparsa seyret tozu dumanı deyiminin anlamı:

Bir felaket ve tehlikeden önceki anormal durum, telaş ve tedirginlik.

Kuyruk koparsa seyret tozu dumanı deyiminin hikâyesi:

Bazı küçük olaylar ve belirtiler büyük bir felaketin veya tehlikenin habercisi olabilir. Mesela, hayvanların garip hareketleri, ötüşme ve kaçışmaları gibi.

Bir gün Nasrettin Hoca, köyden bir adam ile gelirken dağda bir mağara görmüşler. Adam:

Hoca’m şu mağaraya bir girip çıkayım, belki bir tavşan veya tilki yakalarım, demiş. Adam mağaraya girmiş. Nasrettin Hoca’da mağaranın dışında beklemeye başlamış. Bu arada büyük bir kurt hızla mağaraya girerken Hoca, kurdun kuyruğundan yakalamış. Mağaranın ağzı dar olduğundan Hoca’nın elinden de kurtulamadığından kurt, debelenip duruyormuş. Dışarıdan bir gürültünün olduğunu duyan adam, içeriden Hoca’ya seslenmiş:
Hoca’m, niye tepinip duruyorsun mağaranın önünde, ben burada toz dumandan boğuluyorum, demiş. Hoca’da:
Kuyruk koparsa sen o zaman seyret tozu, dumanı, demiş.

yuksel dedi ki...

Öyle büyük bir günah vardır ki, insanlar ondan dolayı Allah'dan mağfiret dahi istemezler. Bu da "Dünya Sevgisi"dir.
Ravi: Hz. Muhammed İbni Umeyr (r.a.)
Sayfa: 286 / No: 7
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

İslamın tepesinin tepesi Allah yolunda cihaddır. Buna ancak müslümanların efdali mazhar olur.
Ravi: Hz. Ebû Ümâme (r.a.)
Sayfa: 286 / No: 3
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Yukarıdan aşağıya sadece küçük bir kısmını sıraladığımız skandalların tamamı değil, binde biri, -Allah korusun- Müslüman ülkelerde veya İslami kurumlarda olsa idi acaba aynı Batılı liderler nasıl davranırlardı?! Nasıl davranacakları çok belli. Bütün uluslararası kuruluşlar, insan hakları organizasyonları ayağa kalkar, İslam’ın ve Müslümanların ne kadar yanlış ve kötü olduklarına dair raporlar, analizler, kitaplar yayınlanırdı. Sabah akşam saatler süren tartışma programlarıyla yürütülecek medya kampanyalarında İslam’a karşı karalama seferberliği başlatılırdı. Bunun üzerinden Müslüman siyasetçiler zemmedilir, tedbir almaları için uluslararası yaptırımlar başlatılırdı.

Ne yaparlarsa yapsınlar. Batı toplumları yozlaşıyor, eriyor, çürüyor ve çöküyor. Bu çökmeyi durdurabilecek hiçbir beşeri güç de orada yok artık. Muayyen sona doğru hızla ilerliyorlar. Kaderin tecellisi işte…

yuksel dedi ki...

Bir dirhem riba, Allah indinde otuzaltı zinadan eşeddir. Ve kimin eti ki haram lokmadan büyümüştür, onu ateş paklar.
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
Sayfa: 284 / No: 2
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

KIYÂFE
القيافة
İki kişinin organlarındaki benzerlikten aralarında kan bağı bulunduğunu ve karakterlerinin nasıl olduğunu tesbite yarayan tahminî bilgi.

yuksel dedi ki...

Bir kimse haramdan bir lokma yerse, kırk gün namazı kabul olunmaz ve kırk sabah duası kabul olmaz. Haramın bitirdiği et Cehenneme daha layıktır ve haramın bir lokması da et bitirir.
Ravi: Hz. İbni Mes'ud (r.a.)
Sayfa: 409 / No: 4
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Allah c. c. sevenleri sevmemek haram lokma sebebiyledir.
Esad Coşan
Akra fm
gurbet sohbetleri

yuksel dedi ki...

Süleyman (a.s.) mal, mülk ve ilim arasında muhayyer bırakıldı. O İlmi aldı. Ve ilmi seçtiğinden dolayı da mal, mülk kendisine tabi kılındı.
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
Sayfa: 282 / No: 10
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Nasıl helak olur bir ümmet ki, evvelinde Ben, sonunda Meryem oğlu İsa (a.s.) ve ortasında da Ehli beytimden Mehdi (a.s.) vardır.
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
Sayfa: 344 / No: 7
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Dünya hayatı geçicidir. Allah (cc) bizi mallarımız, canlarımız, sevdiklerimizle kimi zaman artırarak, kimi zaman eksilterek imtihan edecektir. Sonuçta iman edenler ve o iman üzere yaşayanlar mahzun olmayacaklar. Ve bu dünyada olan her şey bir imtihan vesilesidir. Bizi gören, duyan, bilen, kadir-i mutlak / Mutlak iktidar sahibi, “ol” deyince olduran, “öl” deyince öldüren bir Allah var! Herkes için, iyilik ya da kötülük, yaptığının karşılığı eksiksiz verilecek bir gün var.

Selâm ve dua ile.

yuksel dedi ki...

Duanın hayırlısı istiğfardır. İbadetin hayırlısı "Lâ ilâhe illallah" sözüdür.
Ravi: Hz. Ali (r.a.)
Sayfa: 281 / No: 10
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

1988 de açıklannması gereken belgelerden itiraflar mı var .
Atatürk ün vasiyeti
Meriç Tumluer

yuksel dedi ki...

Fiili Kıstas Prensibinden Alacağımız Ders
Bütün fikirlerin kusuru,teoride kalmak ve planlandığı gibi tatbik edilememektir.
İslam Tefekkür Ufku
Osman Nuri Topbaş
sy. 605.

yuksel dedi ki...


ـ4787 ـ15ـ وعن أبى مالكٍ أو أبى عَامرٍ ا‘شعرى رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال:]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: لَيَكُونَنَّ مِنْ أُمَّتِى قَوْمٌ يَسْتَحِلُّونَ الْحِرَ وَالْحَرِيرَ، وَالْخَمْرَ وَالْمَعَازِفَ، وَلَيَنْزِلَنَّ أقْوَامٌ الى جَنْبِ عَلَمٍ، تَروحُ عَلَيْهِمْ سَارِحَةٌ لَهُمْ فَيْأتِيهِمْ رَجُلٌ لِحَاجَتِهِ، فَيَقُولُونَ: ارْجِعْ إلَيْنَا غَداً فَيُبَيِّتُهُمُ اللّهُ تَعالى، وَيَضَعُ الْعَلَمَ، وَيَمْسَخُ آخَرِينَ قِرَدَةً وَخَنَازِيرَ

الى يَوْمِ الْقِيَامَةِ[. أخرجه البخاري.»الحِر« بكسر الحاء المهملة وبعدها راءٌ مهملة، والمراد به هنا: الزنا.و»العَلَمُ« الجبل والعمة.و»تَروحُ علَيْهِمْ السَّارِحَةَ« السارحة: المواشى تسرح الى المرعى، وتروح الى أهلها بالعشى.و»بَيَّتَهُمُ العدوُّ« إذا طرقهم لي وهم غافلون .

15. (4787)- Ebu Malik veya Ebu Amir el-Eş'arî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Ümmetimden bir kavim, ferci (zinayı), ipeği, içkiyi, çalgıyı helal addedecektir. Bir kısım kavimler de bir dağın eteğine inecekler. Onların sürüsünü, çoban sabahları yanlarına getirecek. (Fakir) bir adam da bir ihtiyacı için yanlarına gelecek. Onlar adama:

"Bize yarın gel!" derler. Bunun üzerine Allah onları geceleyin yakalayıverir ve dağı tepelerine koyarak bir kısmını helak eder. Geri kalanları da mesh ederek kıyamete kadar maymun ve hınzırlara çevirir." [Buhârî, Eşribe 6.][101]

yuksel dedi ki...

Fiili Kistas Prensibinden Alacağımiz Ders
Bütün fikirlerin kusuru, teoride kalmak ve plânlandiği gibi tatbik edilememektir.
islâmiyet'te, amel-i sâlihler ile tescil ve te'yid edilmeyen iman, bir rüzgårla sönebilecek olan, muhafazasız bir lamba
gibi kabul edilir.
Amelsiz ilim, yani hayata aksetmeyen kuru bilgi, faydasızdır. Bunun için amel, uygulama, tatbikat şarttır. Hattà amelle-
rin de ihlâs ile edâ edilmesi elzemdir.
Yönetim ve eğitim sahasında, asl "'uzaktan kumanda" gibi, icraatin içinde bulunmadan sevk ve idare, makbul değildir. Nitekim râşid halifeler, müçtehid imamlar ve cümle Hak dostlar yaptıkları içtihadların, verdikleri emir ve nasihatlerin en mükemmel uygulayıcısı , bizzat kendileri olmuşlardır. Hattâ müctehid imamlar, verdikleri içtihadlar içinde kolaylik ihtiv eden ruhsatlarla değil, daha zor olan azimetler ile amel etmeyi tercih etmişlerdir.
Onlar, RasûlullahEfendimiz'i göremeyenler için, nebevî
dhlakin zamana yayılmiş zirve temsilcileri mevkiindedirler. Bu
gonuyle de Islâm ahkâminın ve ahlâkının canlı birer temsilcisi Olarak ümmete rahmet vesîlesi olmuşlardir.
Dinimizde ruhban sinifi olmadiğı için, dinin tatbikâti sadece din adamlarına àit bir sorumluluk değildir. Hristiyanlık ve
605 syf

YANITLASİL

yuksel5 Ağustos 2021 11:46
Yahudilik gibi muharref dinlerde ise, dinin tatbikâtı sadece din
adamlarina terk edilmiştir.244
Hattâ muharref Yahudilik te, zor emirler ve ağır vecibeler halka yaptırilıp türlü tahriflerle, eşrata/ ust tabakaya iltimas
geçilir. 245

244. "Kohenler ve Levililer, Yahudilik'teki din adamlari sinifi olup Mábed'de vazife
yapmaktaydılar. Levililer, Hz. Yakub'un oğlu Levi'nin soyundan gelen insanlar
dir ve Tanri tarafından dini hizmet için seçilmişlerdir. Kohenler ise Levililerin
Harun soyundan gelen neslidir. Kohenler, ibadetlerin icrâsıindan sorumluyken,
Levililer temizlik, tertip-düzen ve ilâhi sõylemek gibi konulardan sorumluydu-
lar.. (Prof. Şinasi Gündüz, Dünya Dinleri, sf. 82, MilelNihal Yay. Ist. 2019)
245. Yahudilik'te beşer eliyle yapilan tahrifat neticesi ortaya çikan, toplumda itibar sahibi kesimi kayırma uygulamalarına şu hádise tipik bir misaldir:
Berá bin Azib tan nakledildiğine göre; zinå ettiği için kendisine celde (s0-
pa) cezasi uygulanmiş ve yine ceza olarak yüzü siyaha boyanmiş bir yahudi,
Efendimizin yanindan geçiyordu. Allah Rasúlü onların âlimlerinden bir
adami çağirip:
"-Tevrat'ta zin edenin cezasint böyle mi buluyorsunuz?" diye sordu. Adam:
"-Evet." dedi. Efendimiz
-Musa'ya Tevrât' indiren Allah adına doğru söyle! Tevrat'ta ziná edenin ceza-
st bu mudur?" diye sorusunu tekrarladı. Adam:
"-Hayır, eğer Allah adina diye yeminle sormasaydın, Sana bunu söylemezdim.
Mâdem böyle yeminle sordun, doğruyu söyleyeceğim; onun cezası recmdir."
deyip șöyle devam etti:
-Eşraf ve ileri gelenler arasinda zina çoğalınca, onlara recmi uygulamak iste-
medik ve eşraftan biri ziná eder de zināsını yakalarsak, ona recmi uygulama biraktik. Siradan birisinin zinâsını yakaladiğımizda da ona recmi uygulamaya
başladık . Ancak bu ikilik, bizi de rahatsız edince orta bir yol aradık ve; «Gelin,
recm yerine herkese, yani ileri gelenlere de siradan kimselere de uygulayabile
cegimiz bir ceza koyalım.» dedik ve işte bu celde ve tahmim'i tespit ettik. Celde,
sopa vurmak (ki liflerden yapılmış ve zifte bulanmiş bir kamçı ile kirk kamçı vu-
rulurmuş), tahmîm de yüzünü siyaha boyamaktır.
Peygamber Efendimizyahudinin bu îtiráfı üzerine:
-Ey Allähtm! Sen'in, yahudiler tarafından terk edilen emrini ilk ihyà eden De
nim. deyip o yahudinin recmedilmesini emretti ve recmedildi. Bunun úzerine
Allah Teålà:
Ey Rasüll Kalpleri iman etmediği hälde ağızlarıyla einandık» diyen kimseler
den ve yahudilerden küfür içinde koşuşanlar(ın hali) Sen'i üzmesin. onta
madan yalana kulak verirler ve Sana gelmeyen (bazı) kimselere kulak verirler;
606 syf

yuksel dedi ki...

islamiyet'te ise, alimler ve arifler, temsil makamindadir.
Hem dii en zirve seviyede hayatlarina tatbik eder, hem de bu hususta çevrelerine örnek olurlar.
Bununla birlikte, Islâmi emir ve nehiylere riâyet edip dini hükümleri hayatina aksettirmek hususunda, akil-bâliğ olan her múslüman mes'ül ve mükelleftir.
kelimeleri yerlerinden kaydırıp değiştirirler... (el-Mâide , 41) áyet-i kerimesini indirdi. ( Müslim, Hudad, 28; Taberi, VI, 150)
607 syf
İslam Tefekkür Ufku
Osman Nuri Topbaş

yuksel dedi ki...

Olanda hayır vardır
der ümitsizliğe düşmekten kendini korur.
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri
Hak şerleri hayretler,
Zannetmeki gayretler,
Arif anı seyreyler,
Mevla görelim n'eyler,
N'eylerse güzel eyler...
İslam Tefekkür Ufku
Osman Nuri Topbaş
sy. 302.

yuksel dedi ki...

Azığın hayırlısı takva, kalbe ilka olanın hayırlısı yakîndır. (İman gürlüğü) (Mütteki kimsenin azık derdi olmaz)
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
Sayfa: 281 / No: 11
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Sayfa Sıra Hadis-i Şerif Ravi
282 1 Erkeklerin saflarının hayırlısı ön saf, şerlisi ise son saflardır. Kadınların saflarının hayırlısı geride, şerlisi ise önde olanıdır. Ey kadınlar topluluğu! Erkekler secde edince siz gözlerinizi yere indirin. Zira izarlarının darlığı sebebile onların avret yerlerini görmeniz ihtimali vardır. Hz. Câbir ra
282 2 Adamın malının hayırlısı, çok doğuran kısrak ve aşılanmış hurma bahçesidir. Hz. Süveyt İbni Hubey (r.a.)
282 3 Erkeklerin güzel kokusunun hayırlısı, kokusu zâhir, rengi hafi, kadınların güzel kokularının hayırlısı ise rengi zâhir, kokusu hafi olanıdır. Hz. Ebû Mûsa (r.a.)
282 4 Sizin hem meclis olduklarınızın en hayırlısı: görmekliğiniz Allah'ı hatırlatan, sözü ilminizi arttıran ve ameli de ahireti hatırlatan kimsedir. Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
282 5 Yeryüzünde suyun hayırlısı zemzemdir. O hem yemek yerine geçer, hem de derde şifa olur. Yeryüzündeki suların en şerlisi de Hadramuttaki Berehut vadisindeki bir sudur. İçindeki haşeratı çekirge ayağı gibidir. Sabah fışkırır, akşam kurur. Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
282 6 Hacamat olacağınız günlerin hayırlısı ayın onyedi, ondokuz ve yirmibirinci günleridir. Miraç gecesi melaikeden hangi topluluğa uğradımsa: "Ya Muhammed (s.a.s.) hacamata mülazemete bak" diye tavsiyede bulundular. Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
282 7 Sizin hayırlınız, ehline hayırlı olanınızdır. Ben, sizin ehline en hayırlınızım. Arkadaşınız öldüğünde kusurunu söylemeyin. Hz. Âişe (r.anha)
282 8 İkiyüz yılından sonra sizin hayırlınız her "Hafîf-i hâz" dır. Denildi ki: "Ya Resulallah, "Hafîf-i hâz" nedir?" Buyurdu ki; ailesi ve çocuğu olmayandır. Hz. Huzeyfe (r.a.)
282 9 Sizin hayırlınız, dünyası için ahiretini terketmiyen, ahireti için dünyasını bırakmıyan ve halka da yük olmayandır. Hz. Enes (r.a.)
282 10 Süleyman (a.s.) mal, mülk ve ilim arasında muhayyer bırakıldı. O İlmi aldı. Ve ilmi seçtiğinden dolayı da mal, mülk kendisine tabi kılındı. Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
282 11 (Rüyasını anlatacak bir kimseyi) Hayra mülaki ol, şerden korun. Hayır bize, şer düşmanlara. "Elhamdülillahi Rabbil alemin" söyle rüyanı. Hz. Dehhak (r.a.)

yuksel dedi ki...

Sayfa Sıra Hadis-i Şerif Ravi
281 1 Meclislerin (oturuşun) hayırlısı, kıbleye karşı oturulan meclistir. Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
281 2 Arkadaşların hayırlısı, Allah'ı zikrettiğinde sana yardım eden, unuttuğunda hatırlatan ve onların da en iyisi, gördüklerinde Allah Tealanın hatırlanmasına vesile olan kimsedir. Hz. Hasan (r.a.)
281 3 İlaçların hayırlısı, buruna çekilen ve ağızdan alınan ilaçlar, kan aldırmak, müshil ve sülük vurdurmaktır. Hz. Şabi (r.a.)
281 4 İnsanların hayırlısı Arab, Arabın hayırlısı Kureyş, Kureyşin hayırlısı Benî Haşimdir. Acemin hayırlısı Fars, Sudanlının hayırlısı Nube, boyanın hayırlısı sarı, malın hayırlısı mehirdir. Boyanmanın en iyisi kına ve ketem (kırmızıya meyyal siyah) ile olandır. Hz. Ali (r.a.)
281 5 Rızkın hayırlısı günbegün kafi miktarda olanıdır. Hz. Enes (r.a.)
281 6 Mescidde en hayırlı yer, imamın arkasıdır. Rahmet inince önce imama iner. Sonra arkasındakine, sonra sağındakine, sonra solundakine, sonra da mescid ehline taksim edilir. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
281 7 Kadınlarınızın hayırlısı iffetli ve kocasına karşı da hevesli olanıdır. Hz. Enes (r.a.)
281 8 İbadetin hayırlısı fıkıhtır. Hz. Saad (r.a.)
281 9 Yemeğin hayırlısı soğuk ve tatlı olanı, içeceğinizin hayırlısı da gene soğuk ve tatlı olanıdır. Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
281 10 Duanın hayırlısı istiğfardır. İbadetin hayırlısı "Lâ ilâhe illallah" sözüdür. Hz. Ali (r.a.)
281 11 Azığın hayırlısı takva, kalbe ilka olanın hayırlısı yakîndır. (İman gürlüğü) (Mütteki kimsenin azık derdi olmaz) Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
281 12 Müminlerin hayırlısı kanaatkar, şerlisi de tamahkar olanıdır. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
281 13 Erkeklerin hayırlısı Ali (r.a), gençlerinizin hayırlısı Hasan ve Hüseyin (r.anhüma), kadınlarınızın hayırlısı Fatma (r.anha)dır. Hz. İbni Mes'ud (r.anhüma)
281 14 Ümmetimin kadınlarının hayırlısı yüzü güzel (güzel yüzle karşılayan) ve mehri az olanıdır. Hz. Âişe (r.anha)
281 15 Gençlerinizin hayırlısı, orta yaşlılarınıza benziyen (ağır başlılıkta) yaşlılarınızın şerlisi de gençlerinize benziyenlerdendir. (Hoppa meşrebli) Hz. Vasile (r.a.)
281 16 Zikrin hayırlısı hafi olanı, rızkın hayırlısı ise kifayet miktarı olanıdır. Hz. Saad İbni Ebi Vakkas (r.a.)
281 17 Arkadaşların hayırlısı dörttür. Müfrezelerin hayırlısı dörtyüz, alayın ise dörtbindir. On iki bin kişi ise azlıktan yenilmez. (Sabır ve sadakatleri olursa) Hz. İbni Abbas (r.anhüma)

yuksel dedi ki...

Sayfa Sıra Hadis-i Şerif Ravi
280 1 Ümmetimin hayırlıları alimleridir. Ve alimlerinin hayırlıları da merhametlileridir. Agah olun, Allah Teala cahilin bir günahını affetmeden önce, alimin kırk günahını affeder. Yine bilin ki, merhametli alimin nuru, kıyamette parlak yıldızların ışık saçması gibi şark ile garbı aydınlatarak kat etmiş olarak gelir. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
280 2 Ümmetimin hayırlıları, Allah kendilerine "Bela"dan bir şey verdiğinde iffetlerini muhafaza edenlerdir. Dediler ki: "Bu hangi beladır?" Buyurdu ki o "Aşk"dır. Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
280 3 Sizin hayırlılarınız, namazda omuzu yumuşak olanınızdır. Ön saftaki boş yeri doldurmak için atılan adımdan daha hayırlı adım yoktur. Hz. İbni Ömer (r.anhüma)
280 4 Atın hayırlısı, yağız olanıdır. Ve alnında, burnunda ve ön sağ ayağından maadasında beyazlık olan attır. Veya yağız olmazsa, aynı şekilde doru attır. Hz. Ebû Katade (r.a.)
280 5 İnsanların hayırlısı, Benim bulunduğum asrın ahalisi ve onlardan sonra gelenlerdir. Sonra da onlardan sonrakiler. Daha sonrakiler ise değersizdirler. Hz. Cade İbni Hubayne (r.a.)
280 6 İnsanların hayırlıları Benim devrimin adamlarıdır. Ondan sonrası ikinci, ondan sonrası üçüncü ondan sonrası ise kendilerinde hayır olmıyan kavimler gelir. Hz. İbni Mes'ud ra.
280 7 İnsanların hayırlısı "kalbi mahmum" olan ve dürüst lisan sahibi olan kimsedir. Denildi ki; "Dürüst lisanı anladık. Kalbi mahmum nedir?" Buyurdu ki, haramlardan çekinen, içinde günah, zulüm ve hased olmıyan temiz kalbdir. Denildi ki: "Bu hal üzere olan kim dir?" Buyurdu ki: "Dünyayı sevmeyip, ahireti sevendir." Denildi ki: "Bu hal üzere olan kimdir? Güzel ahlaklı mümindir. Hz. İbni Amr ra
280 8 İnsanların hayırlısı, onların en güzel okuyanı, Allah'ın indinde en fakih olanı, Allah'dan en çok korkanı, marufu emir, münkeri nehiyde ve akraba yoklamakta en ileri olanıdır. Hz. Dürre binti Ebu Leheb (r.a.)
280 9 Arkadaşların hayırlısı, Allah'ın indinde arkadaşına hayırlı olanıdır. Komşusunun hayırlısı ise Allah indinde, komşuya hayırlı olanıdır. Hz. İbni Amr (r.a.)
280 10 Kadınların hayırlısı, yüzüne bakınca hoşnud olunan, emredilince itaat eden, nefsi ve malı hususunda kocasının sevmediği şeyle ona muhalefet etmiyen kadındır. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
280 11 Fitne zamanında insanların en hayırlısı, Allah yolunda kılıcından yiyen (ganimet payına kanaat eden) ve dağ başında koyununun sütünden yiyendir. (Hükemet kapısından beklememek lazım) Hz. İbni Hayseme (r.a.)

yuksel dedi ki...

Sayfa Sıra Hadis-i Şerif Ravi
279 1 Allah Pazar ve Pazartesi günü arzı, Salı günü dağları ve dağlardaki faydalı şeyleri, Çarşamba günü ağaçları, medineleri, mamur araziyi ve harap araziyi, Perşembe günü ise göğü yarattı. Cuma günü, üç saat kalana kadar, yıldızları, güneşi ve ayı ve melaikeyi yarattı. Bu üç saatten ilk saatinde ecelleri, ikincide insanların faydalandığı her şeye ülfeti koydu. Son saatte de Adem (a.s.)'ı yarattı. Onu Cennette iskan etti. Ve iblise (meleklere) secde etmelerini emretti. Ve son vakitte de onu Cennetten çıkardı. Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
279 2 Beş şey ibadettendir: Az yemek, camide oturmak, Beytullah'a bakmak, Okumaksızın Kur'an'a bakmak ve alimin yüzüne bakmak. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
279 3 Beş şey vardır ki, onları kim bir gün içinde yaparsa, Allah onu Cennet ehli olarak yazar; Hasta ziyareti yapmak, cenazede bulunmak, Cuma günü oruçlu olmak, Cuma namazına gitmek ve kendine takdir olanla sadaka vermek. Hz. Ebû Said (r.a.)
279 4 Beş şeyin kefareti yoktur: Allah'a şirk koşmak, nâhak yere adam öldürmek. Mümini dehşete koymak, harp gününde cepheden kaçmak ve hakkı olmadığı malı almak için yalan yere yemin etmek. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
279 5 Namazda beş şey şeytandandır: aksırmak, uyumak, esnemek, burun kanaması ve hayız. Hz. Umera İbni Ubeyde (r.a.)
279 6 Beş şeyin cezası peşin görülür. Hükümete karşı isyan etmek, gadr etmek, anaya babaya asi olmak, akrabaya ziyareti kesmek, iyiliğe karşı şükretmemek. Hz. Zeyd (r.a.)
279 7 Beş şey oruç ve abdestte hayır bırakmaz: Yalan, gıybet, söz taşıma, şehvet nazarı ile harama bakmak, yalan yere yemin etmek. Hz. Enes (r.a.)
279 8 Hayvanlardan fasık olan şu beşi Haremde öldürülebilir: Karga, çaylak, fare, akreb ve saldıran köpek. Hz. Âişe (r.anha)
279 9 Beş şey fıtrattandır: Sünnet olmak, kasık temizlemek, tırnak kesmek, koltuk altı temizlemek ve bıyık kısaltmak. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)

yuksel dedi ki...

Sayfa Sıra Hadis-i Şerif Ravi
278 1 Allah (z.c.hz.)'leri Adem (a.s.)'ı yarattı. Sonra da arkasını sağı ile mesh etti. Bu mesh ile zürriyet çıkardı ve buyurdu ki: "Bunlar kusur da etseler kendilerini Cennet için yaratmışım. Onlar Cennet ameli yaparlar ve kusurlarına da bakmam." Sonra gene onun sırtını mesh etti. Ondan bir zürriyet daha çıkardı ve: "Bunları Cehennem için yarattım. Ve amelleri de Cehennem ehli amelidir" buyurdu. Bunun üzerine bir adamın: "Amel ne için ya Resulallah?" diye sorması üzerine buyurdu ki, Allah kulu Cennet için yarattığı zaman onu ehli Cennet amelinde kullanır. Öyleki o kimse Cennetliklerin amellerinden bir amel üzere ölür ve Cennete girer. Cehennem için kul yarattığında ise, onu Cehennem ehli amelinde kullanır. Öyleki o kul, Cehennemliklerin amelinden bir amel üzere ölür. Hz Ömer İbni Hattab (r.a.)
278 2 Allah (z.c.hz.)'leri Ademi (a.s.)'ı kendi eliyle Cuma günü yarattı ve ruhundan nefyetti. Ve meleklere ona secde etmeyi emretti de hepsi ettiler. Yalnız şeytan etmedi ki, o cindendir. Ve o şeytan Rabbının emrinden fısk etti. Yani Rabbının emrinden çıktı. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
278 3 Allah imanı müsamaha ve haya içinde yarattı. Küfrü de hasislik ve emel içinde yarattı. Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
278 4 Allah (z.c.hz.)'leri Adem (a.s.)'ı yeryüzünün her tarafından aldırdığı toprakla yarattı. Zürriyeti de ona göre meydana geldi. Bu sebeble onlardan bazıları siyah, beyaz, esmer, kırmızı, bazısı da bunların arasında, bazısı yumuşak, bazısı sert bazısı ise halis ve temiz oldu. Hz. Ebû Mûsa (r.a.)
278 5 Allah (z.c.hz.)'leri Mekke'yi yarattı ve onu nefse ağır gelen şeylerle ve derecatla bezedi. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
278 6 Allah (z.c.hz.)'leri arzdan birşey yaratmadan bin sene evvel Mekke'yi yarattı ve etrafını meleklerle bürüdü. Ondan sonra onu Medine'ye ulaştırdı. Ondan sonra da Medine'yi, Kudüs'e ulaştırdı (ekledi) Ve ondan bin sene sonra da dünyayı bir kerede yarattı. Hz. Âişe (r.anha)
278 7 Allah (z.c.hz.)'leri üç şeyi eliyle yaptı: Adem (a.s.)'ı eliyle yarattı. Tevratı eliyle yazdı. Ve Cennetin ağaçlarını kudret eliyle dikti. Hz. Haris (r.a.)
278 8 Allah (z.c.hz.)'leri arzdan melaike-i kiramı nurdan yarattı. Onların içinde sinekten daha ufak melek te vardır. Ve Allah melaikeyi halk edince şöyle buyurdu: "Bin olsun, iki bin olsun" Hz İbni Amr (r.a.)
278 9 Allah (z.c.hz.)'leri toprağı Cumartesi günü, dağları Pazar günü, ağaçları Pazartesi günü, hoşa gitmiyen şeyleri Salı günü, nuru da Çarşamba günü yarattı. O toprakta hayvanatı Perşembe günü yaydı. Adem (a.s.)'ı ise Cuma günü ikindiden sonra son mahluk olarak yarattı. Cuma'nın son saatinde ikindi ile akşam arasında. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
278 10 Allah (z.c.hz.)'leri cinleri üç sınıf üzerine yarattı. Bir sınıf yılanlar, akrepler ve yeryüzü haşeratı gibi, bir sınıf havada rüzgar gibi, bir sınıf da vardır ki, üzerine hesab ve ikab terekküb eder. Allah, insanları da üç sınıf üzerine yaratmıştır: Bir sınıf hayvanlar gibidir. Allah Teala bunlar için şöyle buyurmuştur; "Onların kalbleri vardır, onunla anlamazlar. Gözleri vardır, onlarla göremezler. İşte bunlar hayvanlar gibidir. Belki daha aşağıdır." Bir sınıf, bedenleri beni Adem bedeni gibi, ruhları ise şeytanların ruhudur. Bir sınıf ise, Allah'ın gölgeliklerinden başka gölgenin olmayacağı günde Onun gölgesinde (barınacak halifesi)dir. Hz. Ebud Derda (r.a.)

yuksel dedi ki...

Sayfa Sıra Hadis-i Şerif Ravi
277 1 Amelden takat getireceğinizi ele alın. Allah, sevap vermekte usanmaz, siz usanmadıkça. Hz. Âişe (r.anha)
277 2 İbadetten takat getireceğiniz kadarı alın. Sizden biri bir ibadeti adet edib te sonra onu bırakmaktan sakınsın. Zira Allah (z.c.hz.) lerine bir adamın bir ibadeti adet edinipte sonra bırakması kadar ağır gelen bir şey yoktur. Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
277 3 Cennetinizi, Cehennem ateşine karşı siperliyecek tedbirleri alınız. "Subhanallahi velhamdülillahi ve lâ ilâhe illallahu vallahu ekber" deyiniz. Zire bunlar, söyleyene, kıyamet günü önden ve geriden kurtarıcı olarak gelir. İşte bunlar, baki kalacak sabit amellerdir. Hz Ebu Hureyre (r.a.)
277 4 Beni İsrailden bir taife kabristanlarına geldiler ve şöyle dediler: "İki rekat namaz kılsak da dua etsek ve Allah'dan, ölülerden birini çıkarmasını ve o kimseden ölüm hakkında istediğimizi bize haber vermesini istesek." Ve bunu yaptıklarında, bir adam kabirden başını çıkardı. Onun iki gözü arasında secde eseri de vardı. Dedi ki: "Ey adamlar! Benden ne istediniz? Öleli yüz sene olduğu halde ölümün harareti şu ana kadar üzerimden geçmedi. Allah'a dua edin de beni olduğum hale avdet ettirsin." Hz. Câbir (r.a.)
277 5 Cuma günü imamın minbere çıkması namazı keser ve hutbeye başlaması sözü keser. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
277 6 Kıyamet alametleri birbirini takiben meydana gelir. Bir dizideki boncukların ard arda kopması gibi. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
277 7 Allah'ın hazineleri kelamdır. Bir şeyi dilediğinde "ol" der, derhal olur. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
277 8 Allah korkusu her hikmetin başıdır. Ve verağ da amelin seyyididir. Hz. Enes (r.a.)
277 9 Peygamberlerden birisi, Allah teala'dan yağmur istiyen halkla beraber duaya çıktı. Bir de gördü ki bir karınca ayaklarını göğe kaldırmış. Dedi ki: "Haydi dönünüz. Bu karıncadan ötürü duanız kabul edildi." Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
277 10 Şu iki haslet münafıkta olmaz: Güzel tavır, dinde anlayış. Hz. Muhammed İbni Hanize (r.a.)
277 11 Oruç ve gece ibadetleriyle ümmetimin şehveti kesilir. Hz. Ebû Said (r.a.)
277 12 Müslümanlar için iki husus müezzinlerin boyunlarına asılıdır. Namazları ve oruçları. Hz. İbni Ömer (r.anhüma)
277 13 İki haslet müminde birleşmez: Hasislik ve fena ahlak. Hz. Ebû Said (r.a.)
277 14 Karınlarınızı ve arkalarınızı namaza kalkmak için hafif tutun. (Yatağı hafif yapın) Hz. İbni Ömer (r.anhüma)
277 15 Allah (z.c.hz.)'leri bin hayvan çeşidi yarattı. Onlardan altıyüzü denizde, dörtyüzü karadadır. İlk helak olacak çekirgedir. Bu gitti mi gerisi, ipi kopan boncuk dizisinin çözülmesi gibi gider. Hz. Ömer (r.a.)

yuksel dedi ki...

Zelzele tesadüfi bir tabiat hadisesi değildir.(S.) 160:14.söz, zeyl.
Bir Hazinenin Anahtari
Risale-i Nur Kulliyati Fihrist Ve İndeksi sy. 649.

yuksel dedi ki...

Rivâyete göre mü'minler Cennet'e Cuma günü girseler gerektir. Cumartesi olunca babaları Adem (A.S.), onları köşküne çağırır .
Onlara ziyafetler, şölenler verir.
Pazar günü olunca ikinci babaları Nûh (A.S.), mü'minleri kendi makamına çağırir. O da ziyafette bulunur.
Pazartesi günü olunca Îbrâhim Halilullah (A.S.) onları yine makamina dâvet eder. Ziyafet çeker.
Sali günü olunca Musâ (A.S.) makamina çağırır. Ziyafetler verir.
Çarşamba günü de olunca Ísâ (A.S.) makamına dâvetle ziyafet etse gerektir.
Perşembe günü olunca Enbiyâ Sultanı, Esfiyânın Gözleri Nuru,
Hüdâ'nin Habibi, Ceza Günü'nün şefaatçısı Hazret-i Muhammed
Mustafa (S.A.V.) Hazretleri bütün makamların en alâsı olan Vesile
çağirarak türlü ikramlar ve ni'metlerle ziyafet buyursa gerektir. Vaktâ ki o ziyafetten dönülüp herkes kendi ye-
rine dönünce Vâhidi ferdi Samed ve lem yelid ve lem yûled ve lem
yekün lehu küfüven ehad vasfi ile vasiflaman Allahü Zülcelâli vel îk-
dâvette makanina mü'minleri
râm Celle Sanühu'dan herbirine melekler gelir, hususî bir
bulunurlar ve Cuma günü olunca Hatiretül Kudüs'te toplanırlar.

yuksel dedi ki...

Bütün büyük resûller, nebiler (Allah hepsine salat ve selâm eylesin,
minberler üzerinde otururlar, ashab-i kirâm ve zürriyetleri ve ulema
da (Allah onlardan razi olsun) kürsüler üzerinde oturmaktadırlar.
Allah velileri, şehitler ve salih kullar (Allah cümlesine rahmet eyle-
sin) sandalyeler üzerinde otururlar. Başka Cennet ehli sedirler üzerindedirler. Hazret-i Fahr-i Alem ve Seyyid-i Beni Adem (S.A.V.) Efendimiz Hazretleri Kur'ân-1 Azîm okur. Mübarek seslerinin lâtifliğinden, yumuşak tatliliğindan ve
ağaçlarının yapraklari hareket eder, köşk ve saraylarinin pencere kanatları harekete gelerek herbirinden bir türlü lâtif sesler çıkaracaktir. Kuşların ötüşlerinden dolayı türlü türlü seslerle büyük bir zevk
doğacaktır. Bu ne anlatilır, ne tâbir edilir, ne de beyâni mümkündür.
Sonra, nebilerin güzel söz söyleyeni, hatibi Dâvud (A.S.) hutbe okur. Böyle türlü safalar doğar. Daha sonra da ates yüzü görmemiş, ancak Allah'in kudretiyle pişmiş, meydana gelmiş olan nefis ve ta-
dina doyulmaz yemeklerle ziyafetler olur. Türlü türlü kap ve kâseler sunucu hûrilerle göze görünmeyecek serbetler verilir. Böylece insan tazeliğinden, güzelliginden Cennet dilinin anlatmakta âciz kaldığı, aklın idrak edemeyeceği türlü türlü ni'metler ve ikramla, çesit çeşit izåzdan sonra mekândan münezzeh,
şekil ve aza, cisim ve cismaniyetten uzak olan Hak Celle ve Alâ da cemâli ile onlari müşerref eder ve:Bütün büyük resûller, nebiler (Allah hepsine salat ve selâm eylesin,
minberler üzerinde otururlar, ashab-i kirâm ve zürriyetleri ve ulema
da (Allah onlardan razi olsun) kürsüler üzerinde oturmaktadırlar.
Allah velileri, şehitler ve salih kullar (Allah cümlesine rahmet eyle-
sin) sandalyeler üzerinde otururlar. Başka Cennet ehli sedirler üzerindedirler. Hazret-i Fahr-i Alem ve Seyyid-i Beni Adem (S.A.V.) Efendimiz Hazretleri Kur'ân-1 Azîm okur. Mübarek seslerinin lâtifliğinden, yumuşak tatliliğindan ve
ağaçlarının yapraklari hareket eder, köşk ve saraylarinin pencere kanatları harekete gelerek herbirinden bir türlü lâtif sesler çıkaracaktir. Kuşların ötüşlerinden dolayı türlü türlü seslerle büyük bir zevk
doğacaktır. Bu ne anlatilır, ne tâbir edilir, ne de beyâni mümkündür.
Sonra, nebilerin güzel söz söyleyeni, hatibi Dâvud (A.S.) hutbe okur. Böyle türlü safalar doğar. Daha sonra da ates yüzü görmemiş, ancak Allah'in kudretiyle pişmiş, meydana gelmiş olan nefis ve ta-
dina doyulmaz yemeklerle ziyafetler olur. Türlü türlü kap ve kâseler sunucu hûrilerle göze görünmeyecek serbetler verilir. Böylece insan tazeliğinden, güzelliginden Cennet dilinin anlatmakta âciz kaldığı, aklın idrak edemeyeceği türlü türlü ni'metler ve ikramla, çesit çeşit izåzdan sonra mekândan münezzeh,
şekil ve aza, cisim ve cismaniyetten uzak olan Hak Celle ve Alâ da cemâli ile onlari müşerref eder ve:

yuksel dedi ki...

Selâmün kavlen min rabbin rahîm. Onlara Rahim olan Rab tarafindan selâm gelir.» (Yâsin sûresi, âyet 58) diye selâm verecektir.
Mü'minler de Hak Sübhane ve Teâlâ'yı başlarındaki gözleriyle, yön
ve mekândan uzak, niteliksiz görecekler ve bu lezzet, büyük tad ile
bu ulu saadetle mutlu olacaklar, ni'metleneceklerdir. Hak Teâlâ on-
lara hitap ederek:
Rab bu
Benden murad isteyin! diyecektir. Onlar da rizâ-yi şerifini istediklerinde Hak Sübhânehu ve Teâlâ da:
Kullarim sizden razi oldum, diye buyurarak onları büyük rızasına nâil edecektir
Kara Davud Delali Hayrat-ı Şerif
Yazan : M. bin Süleyman Cezulı
Çeviren : M. Faruk Gürtunca
syf 653, 654

yuksel dedi ki...

Güzel idare uğurdur, fena ahlak şumdur, kadına itaat pişmanlıktır, sadaka ise fena kazaları def eder.
Ravi: Hz. Câbir (r.a.)
Sayfa: 275 / No: 7
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Husn-u zanda dikkatli olunmalı.
Bir Hazinenin Anahtari
Risale-i Nur Kulliyati Fihrist Ve İndeksi sy. 280.

YANITLASİL

yuksel11 Ağustos 2021 02:28
Siyaseti tenkit faydalı olabilir. (H. S.) 160 115.
Bir Hazinenin Anahtari
Risale-i Nur Kulliyati Fihrist Ve İndeksi sy. 645.

yuksel dedi ki...

Gıybetin keffareti, gıybet ettiği kimse için (Kulağına gitmeden) mağfiret dilemektir.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)
Sayfa: 339 / No: 14
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Eşyanın ışınlanmasina işaret eden ayet. (S.) 233:20.Söz. 2.mak.
Bir Hazinenin Anahtarı
Risale-i Nur Kulliyati Fihrist Ve İndeksi sy. 70.

yuksel dedi ki...

Benim sözüm Allah'ın kelamını nesh etmez. Allah'ın kelamı Benim sözümü nesh edebilir. Allah'ın kelamının bir kısmı diğerini nesh edebilir. (Nesh= Hükmünü gidermek)
Ravi: Hz. Câbir (r.a.)
Sayfa: 340 / No: 11
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Her sebeb ve neseb kıyamet günü kesilecek. Benim sebebim ve nesebim müstesna.
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
Sayfa: 340 / No: 15
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

asa en tekrehu şeyen ve huve hayrun lekum.
belki sevmediğiniz şey hakkınızda hayırlıdır.
Özel Lügat
Ömer Sevincgul
sy. 41.

yuksel dedi ki...

Şarkıcı kadının parası haramdır. Onu dinlemek haramdır. Ve yüzüne bakmak ta haramdır. Parası da köpek parası gibidir, haramdır. Kimin ki eti haramdan beslendi, ona Cehennem ateşi evladır.
Ravi: Hz. İbni Ömer (r.anhüma)
Sayfa: 269 / No: 6
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Allah (z.c.hz.)'leri bu ümmetin azabını dünyada verdi.
Ravi: Hz. Abdullah İbni Zeyid (r.a.)
Sayfa: 271 / No: 10
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Bediuzzaman'ın atı bir çocuğu yaradı. (T. H. İç. R.) 1:18 : (T. H.) 41.
Bir Hazinenin Anahtari
Risale-i Nur Kulliyati Fihrist Ve İndeksi sy. 76.

yuksel dedi ki...

Risale-i Nur’da Fen Kavramı Üzerine Bir Deneme

By Osman Özkul / In 046. Sayı | Bahar 1994 | Bediüzzaman’ın Görüşleri Işığında Doğu ve Güneydoğu Hadiselerinin Gerçek Reçetesi / 01.04.1994

 

Amacı Kur’ân’ın bir tefsiri ve imanî problemleri halletmek olan
Risale-i Nur’da fen kavramının yeri nedir? Bu sorunun cevabı verilebildiğinde,
bu eserlerin, diğer İslâmî-dînî kitaplardan farkı da anlaşılacaktır. Özellikle
bu yüzyılı yaşamış ve yaşayan insanlar için Risale-i Nur’un önemi
kavranabilecektir.

Batıda Bacon ile başlayan deney ve tecrübeye dayalı yöntemli
bilim çalışmaları,18. ve 19. yüzyıllarda (düşünce dünyasında) pozitif
bilimlerin en büyük otorite haline gelmelerini netice vermiştir. Gerek
bilimleri, gerekse sosyal hayat alanını, hatta felsefeleri bile belirleyen
materyalist, natüralist çalışma ve yorumlar sadece Batı yı (Avrupa)ı etkisi
altına almakla kalmadı. Adeta dînî dogmalar gibi kabul gören bilime dayalı
yorumlar, diğer ülke ve kıtalara da ihraç edilmeye başlandı.

19. yüzyılın ikinci yarısında siyasal ve sosyal yapıya bir çözüm
yolu arama gayreti içindeki Osmanlı bürokrat, edebiyatçı ve aydınları bu
düşünceleri de Türkiye’ye getirdiler. Yüzyılın sonlarında ve özellikle 20.
yüzyıl başlarında bu alandaki çalışmalar tercüme ve telifler yoluyla (gazete,
dergi ve kitap) Türkiye’de yayılmaya başladı. Büyük çoğunluğu genç olan Osmanlı
münevverlerinin bir kısmı materyalist; natüralist ve pozitivist bilim ve
felsefe yorumlarının etkisi altında kaldılar.

İşte Avrupa da akıl ve tecrübeden mahrum kalan ortaçağ Hıristiyan
dünyasını kaplayan materyalist yorumlar; İslâm eğitim ve düşünce dünyasındaki
boşluktan yararlanarak, tek doğru imiş gibi revaç buluyordu. Baha Tevfik gibi
ateistler, pozitivizmi "çağın dini" olarak propaganda ediyor, dünyevî
kurtuluşu müjdeliyorlardı. Ve hep fenlere dayanıyorlardı.

Fennin kelime olarak Batı dillerinde nasıl kullanıldığına bakacak
olursak, fen kavramının karşılığı olarak "teknik" kelimesini
görüyoruz. İ. Fennî Ertuğrul’un Fransızca ve İngilizce lügatlerden derlediği
Felsefe Lügatin’de "teknik" kavramı şöyle açıklanıyor: Güzel
sanatlara, ulûm ve fünûna ve basit sanatlara müteallik, yöntemlere ait olan,
fen ilmi, pratik olarak nazar-ı mütalaaya alınan ma’rifet.

Teknik kavramı daha özel bir anlamda, ma’lûmât-ı fenniyeye
dayanarak teşkil edilen yöntemler demektir.

"Teknik"e dayalı olarak teknoloji ise şöyle tarif edilir:
Fen ve san’at konuları. Yani ilmî, fennî yöntemlerin umumî olan cihetleri ve
medeniyetin terakkisiyle meydana gelen münasebetleri itibariyle tetkiktir. Bir
diğer tarife göre de; tıpkı mantığın ilimler için bir âlet-araç olması gibi;
teknoloji de sanayiye hizmet eden bir araç olarak kabul edilir. (Fakat
sanayiden kasıt el becerilerine dayanan sanat ürünleri değil, akla dayalı olan
sanatların fennî kısmıdır.) Buna göre şu deyimler kullanılmaktadır: fenn-î
Hukuk, usul-ü fenniye, usul-ü semƒîye, ıstılahât-ı fenniye, v.s.

Risale-i Nur’larda ise fen kavramı daha çok experimetal, yani
tecrübe bilimler için kullanılmakla beraber; bilim dünyasında pozitif bilimler
sınıflamasının dışında kabul edilen alanları da kapsamaktadır. Mesela, felsefe
anlamındaki hikmet; fenn-î hikmet (Sözler 586.) olarak geçer. Metafizik konular
içinde değerlendirilŠn ispirtizma gibi psikolojik konular da fen olarak ele
alınır. (Sözler 240.) Ayrıca, bir yöntem anlamında fenn-î mantık (Münazarat:
42.); Fenn-î Harb (Tarihçe-i Hayat: 65.) olarak da kullanılır.

Bunlardan şu sonucu çıkarabiliriz: Fen kavramı, kendi başına bir
doktrin ya da bilim dalı hüviyetine sahip değildir. Yukarıda lügatte geçen
teknik, usûl, yöntem anlamındadır. Buna göre fen; kâinatı, onun içindeki bütün
var olanları anlamada bir araç, bir âlet olmaktadır. İleride bu noktalar daha
da açıklık kazanacaktır.

yuksel dedi ki...

Yaşadığı dönemde medreselerin de skolastik bataklığına saplanmış
olduğunu gören Bediüzzaman, onların tehlikeli cereyanlar karşısında
duramayacağını görmüş ve çözüm olarak; fen ilimleri ile din ilimlerinin beraber
okutulacağı bir üniversite teklifiyle padişaha çıkmıştır. Maalesef bu dahiyane
teklif, deli damgası yemesine yol açmış ve tımarhaneye kapatılmıştır. Daha
sonraları aynı düşüncesini tekrarlamış, bununla da yetinmeyerek, ileride gayr-ı
resmî bir üniversiteyi oluşturacak Risale-i Nur’ların çekirdeği yerine geçecek
olan kitaplarını yazmaya başlamıştır.

Bu eserlerinde, İslâm toplumunun siyasî ve içtimaî sorunlarının
temelindeki "iman zayıflığına" önem vermiş; yeni fenlerin bu noktada
açmış olduğu yaraları sarmaya çalışmıştır. Bediüzzaman’a göre, bütün bir
insanlık için tehlike oluşturan bu yeni cereyana karşı "değerlerini"
korumak bir "vazife"dir. Yani o kendini "vazifeli" olarak
görür. Vazife sadece bu değildir; ilim ve fenni de bu inkârcı, materyalist,
natüralist yorumlardan kurtarmak gerekmektedir.

Ona göre, kainattaki her "ferd"in dört temel vazifesi
vardır.

Bu vazifeler şunlardır:1

l. Allah’ın her an ve her yerde hâkim olduğunu intizam ve ittifak
ile ilan etmek.

2. İslâmiyet’in getirmiş olduğu prensiplerin, hakiki fenlerin
kaynağı ve taslağı olduğunu ortaya koymak.

3. Kâinatta geçerli olan kanunların, (adetullah) İslâmî kanunlara
uygunluğunu ispat etmek; tâ kî İslâmiyet o fıtrî kanunlar ile hayat bul,sun.

4. Fikirleri, kâinattaki hakikatleri düşünmeleri için
yönlendirmek, teşvik etmek ve uyarmak.

Bu vazifeleri yerine getirmeye çalışan bir kişinin yapması
gereken şey, her hangi bir fende uzmanlaşarak, bu alandaki kanunları Kur’ân’ın
zengin hazinesindeki yerine koymaktır. Bu vazifeyi yerine getirebilmek için
önce fennin mâhiyetini ortaya koymak gerekir.

Her şeyden önce şunu hatırda tutmak gerekir: "İlim, mâluma
tâbidir."2 Yani, bizim bilgi olarak edindiklerimiz, önceden
gerek Levh-i Mahfuzda, gerekse bizim anlayabileceğimiz bir tarzda İlâhî
kitaplarda vardı. Bu anlamdaki ilim, ma’rifetullahtır. Allah’ın isim, sıfat ve
fiillerinin bir tecellisidir.

Allah’ın ilmi (ma’lûm) ile insanların ilmi arasındaki ilişki de
şu prensiplerle ortaya konuyor:3

1. "İlm-i Ezelî, muhit (sınırsız) olduğu için, müsebbebâtla
(sebep olunanlar-sonuçlar); esbâbı (sebep olanları) birlikte abluka eder, içine
alır."

2. "Ma’lûm nasıl bir keyfiyet üzerine olursa, ilim öylece
taalluk eder."

3. "Abdin (kul) ihtiyârından (istek-irade) neş’et eden bir
fiile ilm-i Ezelinin taalluku, o ihtiyâra münâfî (zıt) ve mânî değildir. Çünkü
müessir (etken) ilim değil, kudrettir."

İnsan aklının elde ettiği en mükemmel neticeler de yine Sânî-î
Zülcelâlin kudret ve hikmet mucizeleri olarak elde edilen fenlerdir:
"Kâinâta ait fenlerden her bir fenn, küllî kâideleriyle (evrensel
prensipler) bahsettiği nev’ ve tâifede öyle bir intizam ve mükemmeliyet
gösteriyor ki, ondan daha mükemmel akıl bulamıyor. Meselâ: Tıbda teşrih-i
beden-i insanî fenni (anatomi); kozmoğrafyada manzume-i şemsiye fenni
(astronomi); nebâtata (bitkiler) ve hayvanata ait fenler gibi bütün fenlerin
her birisi, külli kaideleriyle o bahsettiği kısımda Sani-i Zülcelâlin o
nev’deki nizamında mu’cizat-ı kudretini ve hikmetini ve (0 her şeyi en güzel
şekilde yaratmıştır) hakikatını gösteriyor."4

Bütün bu fen adı verilen ve insanların kainatla ilgi
Araştırmalarını içinde toplayan "Hikmet-i Cedide" Said Nursî’ye göre
şu noktaya dayanır. "Mâhiyet ve istidat itibarıyla her şey ilme bağlıdır.
Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu mârifetullahtır. Ve
onun üssül esası da iman-ı billahtır…"5

yuksel dedi ki...

İlimler sınırlaması: maddi ve mânevî ilimler.İnsanların elde ettiği bilgilerin dayandığı kaynağı belirledikten
sonra, bu bilginin hangi noktalarda birbirinden ayrıldıklarına bakalım:

İnsanoğlunun kâinatla ilgili tecrûbî bilgileri zaman la
değişebiliyor. Dünyanın düz ve sabit olduğu güneşin dünya çevresinde döndüğü
inancının değişmesi gibi; veya Newton ve Einstein’in teorilerinin değişmesi
gibi. Fakat metafizik alanına giren fikirler bu türden deney ve gözlemlerle
elde edilmeyip, farklı bir karakter taşırlar. Bediüzzaman bunlardan birinci
guruba girenleri maddî ilimler, ikincileri de manevî ilimler olarak
nitelendirir.

Maddî ilimler, bugün tecrûbî (experimetal) bilimler olarak kabul
edilen bilim dallarını kapsar ve tekâmül ederek ilerler. Mânevî ilimler ise,
metafizik kanunları içeren düşünce disiplinleridir. Maddî ilimler, tıpkı bir
taşın kaldırılmasında insanların yardımlaşmalarına gerek duyulduğu gibi
yardımlaşmaya ihtiyaç duyar. Metafizik ilimler ise, "def’i yahut def’î
gibi" olgunlaşır. Yani, âniden ortaya çıkar. (ilham ve sezgi şeklinde.)
Metafizik ilimler, zamanın geçmesiyle değişmemekle beraber, diğer ilimlerin
gelişmesiyle paralel olarak daha da açıklık ve kuvvet kazanır.6

Maddî ilimlerin (fen) en önemli özelliklerinden biri de relativ
(izafî) olmasıdır. Yani sürekli değişmesi, yeni çalışmalarla ve zamanın
geçmesiyle doğruluk değerininde değişebilmesidir. Bu değişme tabiattaki fıtrî
kanunlar gibidir. Meselâ: İnsanın belirli bir ömrü vardır; bunun gibi, insanın
tecrübeleri ve aklıyla geliştirdiği, bulduğu kanunlarında bir sınırı, değişme
noktası vardır;7

İnsanların, tabiata yönelen merak ve ihtiyaç kaynaklı
araştırmaları neden en mükemmel (bu zamana göre) seviyeyi Doğuda değil de
Batıda meyve vermiştir? Batı bilim adamlarının kabul ettiği gibi; bu bilimler
sadece Batının tabiatına mı uygundu, yoksa başka nedenler de var mıydı?

Bediüzzaman bunun nedenini, Doğunun bilgi birikimine ve bilgi
iletimine gereken önemi vermemesi, Batının da bu konuda gereken fikir
alış-verişini gerçekleştirebilmiş olmasından görüyor ve "Nev-i beşerdeki
telahuk-u efkâr unvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbirleriyle
meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyatı ve fünûnun esası olduğu gibi; en büyük
kıt’a olan Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi, o şurâ-yı hakikiyeyi
yapmamasıdır"8 diyor.

Yukarıda belirtildiği üzere, deney-gözlem ve aklî keşiflere
dayanan maddî ilimlerde gittikçe gelişen bir özellik vardır. Bu gelişmeyi
insanların fikirlerinin halka halka birleşmesi (telâhuk-u efkâr) kavramıyla
ifade eden Said Nursi, kâinatı anlamanın bir aracı olarak görmenin de ötesinde
Kur’ân’daki kâinat bahislerini de kavrayabilmenin, hatta bütünüyle insan
bilgisinin nasıl teşekkül ettiğinin de izahını bu kavram etrafında yapıyor.

Meselâ; İşârâtü’l I’câz’da kainattaki nizamı anlayabilmek için:
"İnsanların telâhuk u efkâr denilen fikirlerinin birleşmesinden doğan ve
nev-i beşerin havassı (duyguları) hükmünde olan fünûn ile kainata bak ve
sahifelerini oku ki, akılları hayrette bırakan o yüksek nizamı göresin"9
tavsiyesinde bulunuluyor.

Kainata bakarken başvuracağımız bu fertlerin verdiği mâlumatın,
her yerde geçerli olduğunu, yani evrensel olduğunu ifade ederek devam ediyor:
"Fünûn-u kevniyeden her birisi, "kaidelerinin külliyeti" ile
kâinatta yüksek bir nizâmın bulunmasına bir delildir. Ve her bir fen nurlu bir
bürhan olup, mevcudatın silsilelerinde salkımlar gibi asılıp sallanan maslahat
semerelerini ve akvâlin değişmesinde gizli olan faideleri göstermekle Sânîin
kasd ve hikmetini ilân ediyorlar. Âdeta vehim şeytanlarını tard etmek için her
bir fen, birer necm-i sâkıbdır. Yani, bâtıl vehimleri delip yakan birer
yıldızdırlar.10

yuksel dedi ki...

Kâinatı tanıttıran fenlerin, insanların çalışmalarıyla orantılı
olarak sürekli gelişen bir yapı an ettiğini değişik yerlerde, değişik
biçimlerde görmekteyiz. Risale-i Nur’da bu konunun önemli bir yönü de ele
alınıyor Zamanın geçmesiyle her fennin alanı genişliyor yeni yeni fenler ortaya
çıkıyor. Bir fennin uzmanı olmanın şartı şöyle ortaya konuyor.

"İnsan, bir fennin esaslarını ve o fennin hayatına taalluk
eden noktalan bilmekle, yerli yerince kullanmasına vakıf olduktan sonra
dâvâsını (tez) o esaslara bina etmesi o fende mâhir ve mütehassıs olduğuna
delildir."11

İnsanın kabiliyetinin sınırlarına da işaret ederek, her alanla
meşgul olmanın ve başarılı olmanın mümkün olmadığı savunuluyor. Ancak sadece
bir alanda kendini hapsedip, diğer fenlerden habersiz kalmanın da doğru
olmadığı belirtiliyor

"Bir şahıs çok fenlerde meleke sahibi ve mütehassıs olamaz.
Ancak "ferid" bir adam, dört veya beş fenlerde mütehassıs olabilir.
Umuma el atmak, umumu terk etmek demektir. Bir fennde meleke, o fennin s-ret-i hakikiyesidir.
Onunla temessül etmek gerektir. Zirâ bir fende mütehassıs ve mâlumat-ı
sâiresini mütemmime ve meded verici etmez ise mâlumat-ı perişanından bir
sûret-i aciîbe temessül edecektir.12

Bediüzzaman Muhâkemat adlı eserinde,13 kâinatinsan ve
terakki-tekâmül kavramları arasındaki ilişkinin birbirlerini gerektirir bir
mâhiyette olduğunu anlatmak tadır. Her şeyden önce kâinat ve onun unsurları
sâbit değildir "kânun-u tekâmül"e tâbidir. insan da o kâinatın bir
meyve,sidir ve o da aynı kânuna tâbidir. Yani sürekli mükemmelliğe doğru
yönelen bir terakki, bir olgunlaşma çabası içindedir insan. Bu olgunlaşmanın
prensipleri de, insanlar arasındaki fikirler halkasının büyümesine başlıdır. Bu
halkanın büyümesi, kâinata ait olan fenlerin gelişmesiyle olur. Bunu fark edip
tecrübelerle geliştirecek olan da insandır.

içinde bulunduğu çağın içinde fenlerin yerini işaret ederek, îman
ve aklı da beraber zikrediyor Bediüzzaman. Aynca maddî yönden (teknolojik)
gelişmenin de şartı olduğunu belirtiyor yeni fenlerin:

"Dünyevî bir saadetimiz, bir cihetle fünun-u cedide-i
medeniye ile olacak. O fünunun da gayr-ı müteaffin bir mecrası ulemâ ve bir
menbaı da medreseler olmak lâzımdır. Tâ ulemâ-i din fünûn ile ünsiyet peyda
etsin."14

Yüzyılın başlarında medreselerin perişan halini gören ve
medreselilerin ve hamiyet sahibi İslâm ulemâsının moralini yükseltmek ve onlara
bir yol göstermek için şunları söylüyor

"Ehl-i medâris me’yus olmayınız! şimdi ilim ve fen hâkimdir.
Her nev’iyle teâli edilecek En âlâsı en âlî tabakaya çıkacak."15

İ’lâ-yı kelimetullahın da, maddeten terakkiye bağlı olduğunu16
düşünen Bediüzzaman bununla beraber İslâm medeniyetinin de bu terakkiyle
bağlantılı olduğu nu söylüyor.

yuksel dedi ki...

İslâm medeni etinin maddî cihetten gelişmesini hakiki bir
medeniyetle ve müsbet ve doğru fenlerle techiz edilmelerine bağlıyor. Hakîkî
medeniyet, Batı materyalist felsefesinin kontrolünden çıkmış, akl-ı selimin ve
İslâm inanç ve ahlâkının temeline oturtulmuş medeniyettir. Müsbet ve doğru
fenler de, yine materyalist yorumlardan arınmış safî fennî bilgilerdir.

Yani dinden mahrum fenler hakikati bulmaya yetmemektedir. Dinden
mahrum fen demagoji ve şüpheye, fenden mahrum dînî ilimler de taassuba düşürür
insanı. Her iki tehlikeden de kurtulmanın yolunu ise imtizacda görür
Bediüzzaman:

"Vicdanın ziyâsı (ışığı) ulûm-u diniyedir. Aklın nuru
fünfûn-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. İftirak
ettikleri vakit; birincisinden taassup, ikincisinden de hile, şüphe, tevellüd
eder."17

Eğitim bu imtizaç gerçekleştirilmeden yapılacak olursa şu
zararlara yol açar.18

1. Mâneviyatı maddiyat ile kıyas edip, Avrupa sözünü mâneviyatta
dahi delil kabul etmek.

2. Funûn-u cedideyi bilmeyen ulemânın sözünü umur-u diniyede dahi
kabul etmemek.

3. Fünun-u cedidedeki maharetine güvenerek, gururlanıp, dinde de
nefsine güvenmek.

4. Selefi halefe, maziyi (geçmişi) hâle (şu ana) kıyas edip,
haksız itirazda bulunmak

Bu dört tavır, hakikati bulmayı amaç edinen bir kişinin değil;
demagoji yaparak sun’î bir üstünlük kazanmak heveslisi kişilerin tavrı
olabilir. Böyle bir kişi ise ne gerçekten bir bilim adamı, ne de bir Müslüman
ismine layık değildir.

Risale-i Nur’da Kur’ân’ın en çok üzerinde durduğu konuların:
Tevhid, haşir, nübüvvet, adalet ve ubudiyet olduğu birçok defa belirtilir.
Ayrıca, Kur’ân’ın çok şumüllü bir tarifi yapılır.19 25. Söz
(Mucizat-ı Kur’âniye Risalesi) de bilimlerle çeliştiği iddia edilen âyetler ele
alınarak, bu iddiaların yanlışlığı ortaya konur.****

Fenlerle ilgili olan diğer bir bahiste (22. Söz, 2. Makam)
"ve lâratbin ve lâyâbisin illâ fîkitâbin mubîn" ayeti ile başlayarak;
Kur’ân’da yaş, kuru her şeyin bulunduğu açıklanır. Evet, Kur’ân’da her şey
bulunur. "Fakat herkes, her şeyi içinde göremez. Zirâ, muhtelif derecelerde
bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları,
bazan alametleri; ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya iphamen, ya ihtar
tarzında bulunurlar…"20

İşte fenler ve insanların yaptığı sanat harikaları ile elde
ettikleri gelişmelerin neticelerini (uçak, elektrikli tren, telgraf, vs. gibi)
de içinde toplamıştır Kur’ân. Bütün beşeriyetin Âdem’den, kıyamete kadar
gerçekleştireceği her türlü fennî malumat ve esere de yukarıda belirtildiği
gibi farklı biçimlerde yer verilmiştir. Bunlar iki tarzda toplanır. Kur’ân’da:
(I) Peygamberlerin mu’cizeleri şeklinde, (2) Bazı tarihi olaylar şeklinde..21

yuksel dedi ki...

Kur’ân da fenlerden bahsediliyor mu?Kur’ân’da bu tür meselelerin çok açık olarak belirtilmemesinin
nedeni de şudur:

"Şecere-i âlemde meylul-istikmal vardır…. İnsanda da
meylü’t-terakki vardır. Bu meylü’t-terakki çekirdek gibidir; neşvünemâsı pek
çok tecrübeler vasıtasıyla olur; ve çok fikirlerin mahsulû olan neticelerin
içtimâiyle teşekkül ve tevessü etmekle fünunu intaç eder. Bu fünûn da mürettebedir:
Yani her ikinci fen, birincisinin neticesidir. Birincisi olmazsa, o olamaz:
Birincisinin ona mukaddeme ve ulûm-u mütearife hükmünde olması şarttır…22

Bediüzzaman, fenlerin birbirine yardımcı olma özelliklerini
belirtmekle kalmıyor; bu zamandaki Kur’ân tefsirinin de bütün fenlerde
uzmanlaşmış ulemânın meşveretiyle gerçekleşmesi gerektiğini söylüyor:

"Efkâr-ı umumiye bir tefsir-i Kur’ân istiyor. Evet, her
zamanın bir hükmü var. şaman dahi bir müfessirdir. Ahval ve vukuat ise, bir
keşşaftır. Efkâr-ı âmmeye hocalık edecek yine efkâr-ı âmme-i ilmiyedir. Bu
sırra binâen ve istinaden isterim ki; müfessir-i azîm olan zamanın taht-ı
riyâsetinde; her biri bir fende mütehassıs, muhakkikin-i ulemâdan müntehab bir
meclis-i mebusan-ı ilmiye teşkiliyle meşveret ile bir tefsiri telif etmekle
sair tefasirdeki münkasım olan mehâsin ve kemâlatı mühezzebe ve müzehhebe
olarak cem’ etmelidirler… Evet, meşrutiyettir; her şeyde meşveret
hükümfermadır: Efkâr-ı umumiye dahi didebandır. İcma-ı ümmetin hücciyeti buna
hüccettir.23

Kur’ân ile fenlere dair aynca şu ifadeleri gözönünde tutmak,
meseleyi daha berraklaştıracaktır: "Kur’ân dünya maddiyatına ait pekçok
fenleri, ilimleri câmidir. Kur’ân’ın hitabına muhatab olan milletlerin,
insanların ahval-i ruhiyelerine ve maddiyatlarına âmi bulunduğu ince fenlere,
ilimlere bir ferd vakıf ve sâhib-i ihtisas olamaz ki, ona göre bir tefsir
yapabilsin."24

"Beşerin şeriat ve fen cihetindeki terakkiyatlarının
neticesi olan havârik-ı san’at ve garâib-i fen olarak tayyare, elektrik,
Şimendifer, telgraf gibi Şeyler vücuda gelmiş ve beşerin hayat-ı maddiyesine
hitab eden Kur’ân-ı Hakim, Şunları mühmel bırakmaz."25

"İşte beşerin, san’at ve fennin imtizacından süzülen, maddî
ve mânevî fevkalade hassasiyetinden tezahür eden ispirtizma gibi celb-i ervah
ve cinlerle muhabereyi Şu ayet, en nihayet hududunu çiziyor ve en faideli
suretlerini tayin ediyor ve ona yolu dahi açıyor."26

"Vakit be vakit başınızı kaldırıp Esmâ-i Hüsna’ma dikkat
ederek, o semâvâta urûc etmek için fünûnunuzu ve terakkiyatınızı merdiven yapınız.
Ta fünûn ve kemâlâtınızın menbâları ve hakikatleri olan Esmâ-î Rabbâniyye’me
çıkasınız. Ve o Esmânın dürbünüyle, kalbinizle Rabb’inize bakasınız."27

"İnsanın cemiyyet-i istidadı cihetiyle mazhar olduğu bütün
kemâlat-ı ilmiye ve terakkiyât-ı fenniye ve havârık-ı sun’iyeyi "talim-i
Esma" ünvânıyla ifade ve tabir etmekte Şöyle lâtif bir remz-i ulvî var ki;
her bir kemâlin, her bir ilmin, her bir terakkiyatın, her bir fennin bir
hakikatı âliyesi var ki; o hakikat bir ism-i ilâhiye dayanıyor. Pek çok perdeleri
ve mütenevvî tecelliyatı ve muhtelif o san’at; kemâlini bulur, hakikat olur.
Yoksa yarım yamalak bir sûrette nâkıs bir gölgedir. Mesela; hendese bir fendir.
Mesela; tıbb bir fendir. Mesela; mevcudattan bahseden hikmetü’l-eşya (felsefe
kastediliyor) Kur’ân’a dayanmakla Şu hikmet, hikmet olabilir."28

yuksel dedi ki...

Allah’ın isimleri ile ona delalet eden fenlerİnsanların ilim ve fenler vasıtasıyla kâinatı veya mevcudatı
anlayıp-anlatması aynı zamanda âlemin Yaratıcısının ondan istediği bir
vazifedir. Böylece insan Şuurlu bir varlık olmasının hikmetlerinden birinin de
ilim ve fertlerle meşguliyeti olduğu görülüyor:

"Hem hesapsız fünûn-u acibeye ma’rifeti ihâtası : varmış.
Hem nihayetsiz ulûm-u bedîaya ilim ve ıttılâ varmış. Hem cemâl ve kemâl sâhibi,
kendi cemal ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca; o Sultan’ı Zîşan
dahi istedi ki, bir meşher açsın, içinde sergiler dizsin; tâ nâsın enzârında
saltanatının haşmetini, hem servetinin şeşaasını, hem kendi sanatını
harikalarını, hem kendi marifetinin garibelerini izhar edip göstersin. Tâ cemâl
ve kemâl-i manevisini iki vecihle müşahede etsin:

"Birinci vechi: Bizzat nazar-ı dekaik-aşinasıyla görsün.
Diğeri: Gayrın nazarıyla baksın."29

"Hikmet-i Kur’âniye ile hikmet-i fenniyenin farklarını"30
da anlatan Bediüzzaman, fenlerin materyalist olarak algılanmasının sebebini de
onu yorumlayan ateistler olarak görür Aslında fenler, kendi lisanıyla Allah’ın
varlığını anlattıkları halde; onu materyalist yapan yorumlardır."31

Onun yorumu ise şöyledir:

"İşte bu fenlere kıyasen, yüzen fünundan her bir fen, geniş
mikyasiyle ve hususi aynasıyla ve dürbünlü gözüyle ve ibretli nazarlarıyla bu
kâinatın Hâlık-ı Zülcelâlini esmâsıyla bildirir. Sıfâtını kemâlatını
tanıttırır."32 Bazılarının yaptığı gibi, sadece neden-sonuç
ilişkisini bir formül ile anlatıp; Sânî ile olan alakasını dile fennin hikmeti
gerçekleşmez.33

Risale-i Nur’da fenn kavramının olumlu anlamda yorumlarını
göstermeye çalıştık. Ancak, bir de insanları zihnî ve davranış düzleminde
zarara ve yanlışa sürükleyen fen vardır ya da fen yorumu vardır.

Mesela: Günümüzde çok karşılaştığımız, Allah’a ibadet etmekten
kaçan ve nefsinin geçici boş arzularının peşinde koşan kişileri bu fennî
(teknolojik) araçlar teşvik etmektedir. Diğer yandan, "genel kültür"
adı altında gereksiz bir sürü mâlumat yığınının insana bir olgunluk
kazandırmayacağı ve bu anlamda uğraşılan fennin gereksiz olduğu savunulur
Risale-i Nur’da.34

Başka bir yerde ise, günümüzde fenlerin yol açtığı tahrip
anlatılarak; eski çağlar ile 20. yüzyılın kıyası yapılır: "Eskiden fen ve
ilim ile dalâlete girip, inad ve temerrüd ile hakaik-ı imâna karşı çıkana
nispeten Şimdi yüz derece ziyade olmuş (artmış).35 "Yine başka
bir risalede aynı husus hatırlatılır ve bunun ilân ve çâresi gösterilir
"Bu zamanda ehl-i İslâm’ın en mühim tehlikesi fen ve felsefeden gelen bir
dalâletle kalplerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi
nurdur…"36

Materyalist fen ve felsefenin yorumlarının kısır yaklaşımlarının,
Kur’ân’ın yüksekliğini anlamaktan aciz kaldıklarını ve bazı ayetleri
eleştirdikleri37 belirtilir ve bu durumdaki kişinin içinde bulunduğu
karanlık ruh hali tasvir edilir.

Bediüzzaman’a göre materyalist fen ve felsefe g¢zlüğünü takarak
kâinata bakan insanın hâlî, korkunç bir sıkıntı içinde çevresindeki her şeyi
kendine yabancı ve düşman olarak gören zavallı bir varlık halidir. Bu insan,
kalbi hasta, aklı sarhoş, ruhu perişan olan bir insandır. Böyle bir insan ile,
Kur’an gözlüğünü takarak kainata bakan insanın halini "İman ve küfür
mukayeseleri" beşlığı altında toplar. Gençlik döneminde, Avrupa fünûn ve
medeniyetinin zihnini karıştırdığı dönemdeki psikoloji ile, sonraki ferahlamış
halini de Zühre adını verdiği risalesinin 5. Notasında anlatır.38

"Hikmet-i Kur’âniye’ye tabi olmayan fen ve felsefe gözlüğünü
taktı. Ve Kur’an okumayan coğrafya fenninin programıyla baktı gördü ki:
Nihayetsiz bir boşlukta, bir senede yirmi dört bin senelik bir dairede (dünya),
top güllesinden yetmiş defa süratli bir hareketle gezer. Yüz binler nevi biçâre
(çaresiz), âciz zihayatları içine almış. Eşer bir dakika yolunu şaşırsa veya
bir serseri yıldıza çarpsa, parçalanarak hadsiz (sınırsız) fezada (uzay) sukut
ile (düşerek) bütün o biçare zihayatları ademe, hiçliğe boşaltacak, dökecek
diye anladı.39

yuksel dedi ki...

Evet, Bediüzzaman’a göre (dinsiz) felsefe, her şeyi irkin,
korkunç gösteren siyah bir gözlüktür. İman ise, her şeyi güzel, ünsiyetli
(dost) gösteren şeffaf, berrak, nurani bir gözlüktür.40

Bediüzzaman, kimya alanında büyük bir yeri olan Lavoisier’in
"Maddenin Korunumu" adı verilen tesirisini de eleştirir."

Lavoisier, kapalı bir kapta yaptığı deneylerde, kimyasal
tepkimeler sırasında kütlenin değişmediğini tespit etmiş. Fakat bu deneyini
genelleştirerek; evrende hiçbir şeyin yoktan var olamayacağını ve hiç bir şeyin
de var iken yok olamayacağını, iddia etmiştir.41

Bediüzzaman ise bu tezi, ifrat (aşırı) olarak görür ve nesnelerin
varlık ve yoklukları hakkında şunları söyler:

"Eşyada esas bekâdır (devamlılık), adem (yokluk) değildir:
Hatta ademe gittiğini zannettiğimiz kelimât, elfaz (sözler) tasavvurât gibi
seriü’z-zeval olan bazı şeyler de ademe gitmiyorlar. Ancak suretlerini ve
vaziyetlerini değişerek, adem-i mutlaka (mutlak yokluk) gitmezler. Fen
dedikleri hikmet-i cedide bu sırra vakıf olmuş ise de, vuzuhuyla vakıf
olamamıştır. Ve aynı zamanda, "Âlemde adem-i mutlak yoktur. Ancak
terekküp-sentez ve inhilâl-analiz vardır." diye ifrat ve hata etmiştir.
Çünkü âlemde Cenab-ı Hakkın sun’u ile (yapması) terkîp (sentez) vardır.
Allah’ın izniyle tahlîl (analiz) vardır. Allah’ın izniyle îcad ve adem
vardır."

Sonuç olarak diyebiliriz ki; Risale-i Nur’da fenler, Allah’ın
isim, sıfat ve fiilleri ile kanunlarının anlaşılmasına bir araç olarak görülür.
Bu yüzden, bir Müslüman mânevî ilimlerle meşgul olduğu gibi, fenlerle de meşgul
olmalıdır. Bu iki ilim arasında bir çelişki ve zıtlık yoktur aksine paralellik
vardır. Ve bu paralelliği görmek ve göstermek her şuurlu varlığın vazifesidir.42

1. Muhakemât; İst. 1977, Sözler Yayınevi, s. 11 ve 12.

2. İşâratü’l-İ’caz; İst. 1977; s. 80. Sözler Yayınevi

3. İşâratü’l-İ’caz, İst. 1977 s. 82.

4. Hutbe-i Şâmiye, İst. 1960, s. 33, Sözler Yayınevi

5. Sözler; İst. 1980; s. 294. Sözler Yayınevi

6. Muhakemât: s. 15.

7. İşâratü’l-İ’caz, s. 128

8. Hut. Şâm: s. 52 ve Tarihçe-i Hayat: s. 91. İst. 1976

9. İşâratü’l-İ’caz, s. 96 ve 128, 238, 239’a da bakılabilir.

10. İşâratü’l-İ’caz, s. 97

11. İşâratü’l-İ’caz, s. 121

12. Muhâkemât s. 24; aynı anlamı ifade eden sözlerin geçtiği
başka bir yer için bak: , s. 128.

13. Muhakemat; s. 14.

14. Tarihçe-i Hayat; s. 69-65.

15. Münâzarat; s. 78.

16. Muhâkemat; s. 37.

17. Münâzarat; s. 72.

18. Münazarat; s. 72.

19. Bu tarifler için bak: İşâratü’l-İ’caz, ve Sözler;
339-340.

20. Sözler s. 235; Muhâkemât: s. 8’de bak.

21. Sözler; s . 235-236.

22. İşâratü’l-İ’caz, s. 132; Ayrıca aynı sorunun cevabı
niteliğinde şu yerlere de bakılabilir: Muhâkemât: s. 13-14; Sözler 226.

23. Muhâkemat: s. 19-20. (Bediüzzaman bu eserini yazdığı
sıralarda siyasi ve içtimai kavramlar moda olduğundan olsa gerek; anololoji
yaparak, meşveret, meşrutiyet, meclis gibi kavramlarla konuyu izah ediyor.

24. İşâratü’l-İ’caz, s. 7.

25. Sözler; s. 235.

26. Sözler; s. 240.

27. Sözler; s. 244.

28. Sözler; s. 244, 245.

29. Sözler; s. 108.

30. Sözler; s. 117.

31. Sözler; s. 142.

32. Sözler; s. 143.

33. Sözler; s. 160.

34. Sözler; s. 252.

35. Hutbeyi Şamiye; s. 112.

36. Lemâlar İst. 1976, Sözler Yayınevi. s. 96.

37. Lem’alar s. 58

38. Mesnevi Nuriye; 1980, Sözler Yay. s. 137-143;
Lem’alar:106111 Sözler: 226-227 ve diğerleri.

39. Şualar. İst. Envar Neşriyat, tarihsiz.. s. 602.

40. Şualar, s. 715; aynı sayfanın devamında her iki gözlük
ile bakan insanların durumu tasvir ediliyor.

yuksel dedi ki...

41. Zeki Tez; Kimya Tarihi; Ank. 1986; s. 96-97.

42. Kastamonu Lahikası: İst. 1960, s. 150.

* Hikmet-i Cedîde: (Yeni Hikmet): Balı Yeniçağ felsefesinin
bütünü hakkında kullanılan bir deyimdir Risale-i Nur’da bu günkü pozitif veya
experimetal bilimler anlamında kullanılmakladır.

** Kaidelerin külliyeti: Bir türdeki düzen ve intizamın en
güzel ve mükemmel olduğunu belirtir aynı zamanda. Yine bir türdeki geçerli
kanun, bütün fertlerini de kuşatır. (Muhakemat, s. 24, 34)

*** "Ferid", dâhi anlamında kullanılıyor.

**** Risale-i Nur, Mucizat-ı Kur’âniye Risalesi’nde fennin
ilişliği bütün ayetlerin her birisinin altında Kur’ân’ın bir lem’a-i i’cazısını
gösterip ehli fennin medar-ı tenkid zannettikleri Kur’ân-ı Kerim’in cümle ve
kelimelerinde fennin eli yetişmediği yüksek hakikatleri izhar edip, en muannid
feylesofu da teslime mecbur ediyor.

***** Bediüzzaman, eleştirilerinde (çok az istisna hariç)
isim vermez ve ayrıntılı olarak a‡ıklamaz bu düşünceleri. Ve bunu zihinleri
bulandırmamak için yaptığını söyler.

yuksel dedi ki...

Şu üç şeyi gördüğün zaman kıyametin kopması yakındır: Mamur yerler yıkılıp, harap yerler imar ediliyor. Maruf münker, münker maruf addediliyor. Deve yaprağa nasıl davranırsa, adam da emanete öyle davranıyor.
Ravi: Hz. Urve (r.a.)
Sayfa: 265 / No: 4
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Üç kimse vardır ki, Allah onların duasını reddetmez. Allah'ı çok zikreden kimse, mazlum, adil emir.
Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
Sayfa: 265 / No: 5
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Peygamber efendimiz (s.a.),Cimrilik küfürdür, kafir ise cehennemdedir. buyurmuşlardır.
bk. İhya, 4,1940.
el-hakka süresi.Ayet. 34-35.
Ruhu'l Beyan
Kur'an Meali Ve Tefsiri
cilt. 22.sy.220.

yuksel dedi ki...

On Beşinci Mektup

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1 وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ 2

AZİZ kardeşim,

SENİN BİRİNCİ SUALİN ki, "Sahabeler nazar-ı velâyetle müfsitleri neden keşfedemediler? Tâ, Hulefâ-yı Râşidînin üçünün şehadetini netice verdi. Halbuki, küçük Sahabelere, büyük velîlerden daha büyük deniliyor."

Elcevap: Bunda iki makam var.

Birinci Makam

Dakik bir sırr-ı velâyetin beyanıyla sual halledilir. Şöyle ki:

Sahabelerin velâyeti, velâyet-i kübrâ denilen, veraset-i nübüvvetten gelen, berzah tarikine uğramayarak, doğrudan doğruya zâhirden hakikate geçip akrebiyet-i İlâhiyenin inkişafına bakan bir velâyettir ki, o velâyet yolu, gayet kısa olduğu halde gayet yüksektir. Harikaları az, fakat meziyâtı çoktur. Keşif ve keramet orada az görünür.

Hem evliyanın kerametleri ise, ekserisi ihtiyarî değil. Ummadığı yerden, ikram-ı İlâhî olarak bir harika ondan zuhur eder. Bu keşif ve kerametlerin ekserisi de, seyr ü sülûk zamanında tarikat berzahından geçtikleri vakit, âdi beşeriyetten bir derece tecerrüd ettiklerinden, hilâf-ı âdet hâlâta mazhar olurlar.



Dipnot-1
Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah'ın adıyla.
Dipnot-2
"Hiçbir şey yoktur ki Allah'ı hamd ile tesbih etmesin." İsrâ Sûresi, 17:44.

yuksel dedi ki...

Sahabeler ise, sohbet-i nübüvvetin in'ikâsıyla ve incizâbıyla ve iksiriyle, tarikatteki seyr ü sülûk daire-i azîminin tayyına mecbur değildirler. Bir kademde ve bir sohbette, zâhirden hakikate geçebilirler. Meselâ, nasıl ki dün geceki Leyle-i Kadre ulaşmak için iki yol var:

Biri, bir sene gezip dolaşıp tâ o geceye gelmektir. Bu kurbiyeti kazanmak için bir sene mesafeyi tayyetmek lâzım gelir. Şu ise, ehl-i sülûkün mesleğidir ki, ehl-i tarikatin çoğu bununla gider.

İkincisi, zamanla mukayyet olan cism-i maddî gılâfından sıyrılıp tecerrüdle ruhen yükselip, dün geceki Leyle-i Kadri öbür gün leyle-i îyd ile beraber, bugünkü gibi hazır görmektir. Çünkü ruh zamanla mukayyet değil. Hissiyat-ı insaniye ruh derecesine çıktığı vakit, o hazır zaman genişlenir; başkalarına nisbeten mazi ve müstakbel olan vakitler, ona nisbeten hazır hükmündedir.

İşte bu temsile göre, dün geceki Leyle-i Kadre geçmek için, mertebe-i ruha çıkıp maziyi hazır derecesinde görmektir. Şu sırr-ı gàmızın esası, akrebiyet-i İlâhiyenin inkişafıdır. Meselâ, güneş bize yakındır; çünkü ziyası, harareti ve misali âyinemizde ve elimizdedir. Fakat biz ondan uzağız. Eğer biz nuraniyet noktasında onun akrebiyetini hissetsek, âyinemizdeki misalî olan timsaline münasebetimizi anlasak, o vasıtayla onu tanısak; ziyası, harareti, heyeti ne olduğunu bilsek, onun akrebiyeti bize inkişaf eder ve yakınımızda onu tanıyıp münasebettar oluruz. Eğer biz bu'diyetimiz nokta-i nazarından ona yakınlaşmak ve tanımak istesek, pek çok seyr-i fikrîye ve sülûk-u aklîye mecbur oluruz ki, kavânin-i fenniye ile fikren semâvâta çıkıp semâdaki güneşi tasavvur ederek, sonra mahiyetindeki ziya ve harareti ve ziyasındaki elvân-ı seb'ayı uzun uzadıya tetkikat-ı fenniye ile anladıktan sonra, birinci adamın kendi âyinesinde az bir tefekkürle elde ettiği kurbiyet-i mâneviyeyi ancak elde edebiliriz.

yuksel dedi ki...

akrebiyet: pek yakınlık, Allah’ın varlıklara olan yakınlığı (bk. ḳ-r-b)
akrebiyet-i İlâhiye: İlâhî yakınlık, Allah’ın kula olan yakınlığı (bk. ḳ-r-b; e-l-h)
âyine: ayna
bu’diyet: uzaklık
cism-i maddî: maddî cisim, beden
daire-i azîm: geniş ve büyük daire (bk. a-ẓ-m)
ehl-i sülûk: İlâhî hakikatlere ulaşmak için bir rehber öncülüğünde mânevî yolculuğa çıkanlar
ehl-i tarîkat: tarikata mensup olanlar (bk. ṭ-r-ḳ)
elvân-ı seb’a: yedi renk
gılâf: kılıf, örtü
hakikat: gerçek, asıl, esas (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hararet: ısı, sıcaklık
heyet: yapı, şekil
hissiyat-ı insaniye: insanın hisleri, duyguları
iksir: tesirli ilaç
in’ikâs: yansıma
incizap: çekim, çekicilik
inkişaf: ortaya çıkma, açılma (bk. k-ş-f)
kadem: adım (bk. ḳ-d-m)
kavânin-i fenniye: bilimsel kanunlar (bk. ḳ-n-n)
kurbiyet: yakınlık; kulun Allah’a yakınlığı (bk. ḳ-r-b)
kurbiyet-i mâneviye: mânevî yakınlık; kulun Allah’a yakınlığı (bk. ḳ-r-b; a-n-y)
leyle-i îd: bayram gecesi
Leyle-i Kadir: Kadir Gecesi; Ramazan ayı içinde bulunan mübarek gece (bk. ḳ-d-r)
mahiyet: esas, iç yapı, öz nitelik
mazi: geçmiş
mertebe-i ruh: ruh mertebesi (bk. r-v-ḥ)
meslek: yol, usûl, metod
misal: görüntü (bk. m-s̱-l)
misalî: görüntüden ibaret (bk. m-s̱-l)
mukayyet: kayıtlı, sınırlı
münasebet: ilişki, bağlantı (bk. n-s-b)
müstakbel: gelecek
nisbeten: kıyasla, oranla (bk. n-s-b)
nokta-i nazar: bakış noktası, görüş açısı (bk. n-ẓ-r)
nuraniyet: nur özelliği, parlaklık (bk. n-v-r)
Sahabe: Hz. Peygamberi (a.s.m.) dünya gözüyle gören ve onun yolundan giden Müslümanlar
semâ: gök (bk. s-m-v)
semâvât: gökler (bk. s-m-v)
seyr ü sülûk: İlâhî hakikatlara ulaşmak için bir rehber öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk
seyr-i fikrî: fikren dolaşma (bk. f-k-r)
sırr-ı gàmız: anlaşılması zor sır
sohbet-i nübüvvet: Peygamberimizin (a.s.m.) sohbeti (bk. n-b-e)
sülûk-u aklî: aklın bir yol tutması
tarîkat: mânevî ilerlemeye götüren yol (bk. ṭ-r-ḳ)
tasavvur: düşünme, zihinde şekillendirme (bk. ṣ-v-r)
tayy: atlama, aşma, geçme
tecerrüd: soyutlanma, sıyrılma
tefekkür: düşünme (bk. f-k-r)
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, anoloji (bk. m-s̱-l)
tetkikat-ı fenniye: bilimsel araştırma ve incelemeler
timsal: görüntü (bk. m-s̱-l)
zâhir: dış görünüş (bk. ẓ-h-r)
ziya: ışık

yuksel dedi ki...

İşte şu temsil gibi, nübüvvet ve veraset-i nübüvvetteki velâyet, sırr-ı akrebiyetin inkişafına bakar. Velâyet-i saire ise, ekseri kurbiyet esası üzerine gider, birçok merâtipte seyr ü sülûke mecbur olur.

İkinci Makam

O hâdisâta sebebiyet veren ve fesadı çeviren birkaç Yahudiden ibaret değildir ki, onları keşfetmekle fesadın önü alınsın. Çünkü, pek çok muhtelif milletlerin İslâmiyete girmeleriyle, birbirine zıt ve muhalif çok cereyanlar ve efkâr karıştı. Bahusus, bazıların gurur-u millîleri Hazret-i Ömer'in (r.a.) darbeleriyle dehşetli yaralandığından, seciyeten intikama fırsat beklerlerdi. Çünkü, onların hem eski dini iptal edilmiş, hem medar-ı şerefi olan eski hükûmeti ve saltanatı tahrip edilmiş. İntikamını, bilerek veya bilmeyerek hâkimiyet-i İslâmiyeden almaya hissen taraftar bir suret almış. Onun için, Yahudi gibi zeki ve dessas bir kısım münafıklar, o hâlet-i içtimaiyeden istifade ettiler denilmiş. Demek, o hâdisâtın önünü almak, o vakitteki hayat-ı içtimaiyeyi ve muhtelif efkârı ıslahla olurdu. Yoksa, bir iki müfsidin keşfedilmesiyle olmazdı.

Eğer denilse: "Hazret-i Ömer'in (r.a.) minber üstünde, bir aylık mesafede bulunan Sâriye namındaki bir kumandanına, يَاسَارِيَةُ اَلْجَبَلَ اَلْجَبَلَ 1deyip, Sâriye'ye işittirip, sevkülceyş noktasından zaferine sebebiyet veren kerâmetkârâne kumandası ne derece keskin nazarlı olduğunu gösterdiği halde, neden yanındaki kàtili Firuz'u o keskin nazar-ı velâyetiyle görmedi?"

Elcevap: Hazret-i Yakup aleyhisselâmın verdiği cevapla cevap veririz. HAŞİYE-1



Dipnot-1
"Ey Sâriye, dağa dikkat et, dağa!" Taberî, Tarihü'l-Ümem ve'l-Mülûk, 2:380; Ebu Nuaym, ed-Delâil, 3:210,211; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 6:370; Süyûtî, Târihü'l-Hulefâ, s.128; İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 7:131.
Haşiye-1
زِ مِصْرَشْ بُوىِ پِرَاهَنْ شِنِيدِىچِرَا دَرْ چاهِ كَنْعَانَشْ نَدِيدِىبَگُفْتْ: اَحْوَالِ مَا بَرْقِ جِهَانَ اسْتْدَمِى پيْدَاوُ دِيگرْدَمْ نِهَا نَسْتْگَهِى بَرْ طَارُمِ أَعْـﱱﲄ نَشِينَمْ.... گهِى بَرْ پُشْتِ پَاىِ خُودْ نَبِينَمْSâdi-i Şirâzî'nin Gülistan'ından alınmış bir şiirdir. Mânâsı HAŞİYE'den sonra verilmiştir.

yuksel dedi ki...

bahusus: hususan, özellikle
beyit: aynı vezinle yazılmış mânâ bakımından birbirine bağlı iki mısradan oluşan şiir
cereyan: hareket, akım
dessas: hileci, aldatıcı
efkâr: fikirler, düşünceler (bk. f-k-r)
ekser: çoğunluk (bk. k-s̱-r)
fesad: bozma, bozgunculuk
Firuz: (bk. bilgiler)
gurur-u millî: millî gurur
hâdisât: hâdiseler, olaylar (bk. ḥ-d-s̱)
hâkimiyet-i İslâmiye: İslâmiyetin hâkimiyeti (bk. ḥ-k-m; s-l-m)
hâlet-i içtimaiye: sosyal durum, hal (bk. c-m-a)
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hâyat-ı içtimaiye: toplumsal hayat (bk. ḥ-y-y; c-m-a)
Hazret-i Ömer: (bk. bilgiler – Ömer (r.a.))
Hazret-i Yâkup: (bk. bilgiler – Yakup (a.s.))
inkişaf: ortaya çıkma, açılma (bk. k-ş-f)
kerâmetkârâne: kerâmetli bir şekilde (bk. k-r-m)
keşf: ortaya çıkarma (bk. k-ş-f)
kurbiyet: yakınlık; kulun Allah’a yakınlığı (bk. ḳ-r-b)
medar-ı şeref: şeref kaynağı, vesilesi
merâtip: mertebeler, dereceler
minber: hutbe okunan yer
müfsit: fesatçı, bozguncu
münafık: iki yüzlü, inanmadığı halde inanmış görünen kişi
nazar: görüş (bk. n-ẓ-r)
nazar-ı velâyet: velîlik bakışı, velâyet gözü (bk. n-ẓ-r; v-l-y)
nübüvvet: peygamberlik (bk. n-b-e)
Sâdi-i Şirâzî: (bk. bilgiler)
Sâriye: (bk. bilgiler)
seciyeten: yaratılış ve karakter itibariyle
sevkülceyş: ordunun sevk ve idaresi
seyr ü sülûk: İlâhî hakikatlara ulaşmak için bir rehber öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk
sırr-ı akrebiyet: Cenâb-ı Hakkın varlıklara olan yakınlığının sırrı (bk. ḳ-r-b)
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
tahrip edilmek: yıkılmak, yok edilmek
velâyet: velîlik (bk. v-l-y)
velâyet-i saire: diğer velîlik usulleri (bk. v-l-y)
veraset-i nübüvvet: peygamberin vârisliği (bk. v-r-s̱; n-b-e)

yuksel dedi ki...

Yani, Hazret-i Yakup'tan sorulmuş ki, "Niçin Mısır'dan gelen gömleğinin kokusunu işittin de, yakınında bulunan Kenan Kuyusundaki Yusuf'u görmedin?" Cevaben demiş ki:

"Bizim halimiz şimşekler gibidir; bazan görünür, bazan saklanır. Bazı vakit olur ki, en yüksek mevkide oturup her tarafı görüyoruz gibi oluruz. Bazı vakitte de ayağımızın üstünü göremiyoruz."

Elhasıl, insan her ne kadar fâil-i muhtar ise de, fakat وَمَا تَشَۤاؤُنَ اِلاَّۤ اَنْ يَشَۤاءَ اللهُ 1 sırrınca, meşiet-i İlâhiye asıldır, kader hâkimdir. Meşiet-i İlâhiye, meşiet-i insaniyeyi geri verir, اِذَا جَۤاءَ الْقَدَرُ عَمِىَ الْبَصَرُ 2 hükmünü icra eder. Kader söylese, iktidar-ı beşer konuşmaz, ihtiyar-ı cüz'î susar.

İKİNCİ SUÂLİNİZİN MEÂLİ: Hazret-i Ali (r.a.) zamanında başlayan muharebelerin mahiyeti nedir? Muhariplere ve o harpte ölen ve öldürenlere ne nam verebiliriz?

Elcevap: Cemel Vak'ası denilen Hazret-i Ali ile Hazret-i Talha ve Hazret-i Zübeyr ve Âişe-i Sıddîka (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn) arasında olan muharebe, adalet-i mahzâ ile adalet-i izafiyenin mücadelesidir. Şöyle ki:

Hazret-i Ali, adalet-i mahzâyı esas edip Şeyheyn zamanındaki gibi o esas üzerine gitmek için içtihad etmiş. Muârızları ise, Şeyheyn zamanındaki safvet-i İslâmiye adalet-i mahzâya müsait idi; fakat mürur-u zamanla İslâmiyetleri zayıf muhtelif akvam hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye girdikleri için, adalet-i mahzânın tatbikatı çok müşkül olduğundan, "ehvenüşşerri ihtiyar" denilen adalet-i nisbiye



Dipnot-1
"Allah dilemedikçe siz hiçbir şeyi dileyemezsiniz." İnsan Sûresi, 76:30.
Dipnot-2
"Kader gelince göz kör olur." Beyhakî, Şuabü'l-Îman, 1:233; Ayrıca bk. Müsned, 5:234; el-Heysemî, Mecmu'z-Zevâîd, 10:146; İbni Hacer, el-Metâlibü'l-Âliye, 3:234; el-Hâkim, Müstedrek, 2:405, 406.

yuksel dedi ki...

adâlet-i izafiye: zamanın şartlarına göre değişebilen, toplumun selâmeti için ferdin feda edilmesini öngören adalet (bk. a-d-l; ḍ-y-f)
adalet-i mahzâ: tam ve mükemmel adalet; “ferdin hukuku asla fedâ edilemez” görüşündeki adalet (bk. a-d-l)
adâlet-i nisbiye: zamanın şartlarına göre değişebilen, toplumun selâmeti için ferdin feda edilmesini öngören göreceli adalet (bk. a-d-l)
Âişe-i Sıddîka: (bk. bilgiler – Âişe (r.a.))
akvâm: kavimler, milletler
Cemel Vak’ası: (bk. bilgiler)
ehvenüşşerri ihtiyar: iki şerden daha az zararlı olanının tercih edilmesi (bk. ḫ-y-r)
elhasıl: özetle, sonuç olarak
fâil-i muhtar: kendi istek ve iradesi ile iş gören (bk. f-a-l; ḫ-y-r)
hâkim: hükmeden (bk. ḥ-k-m)
hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye: İslâmın sosyal hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a; s-l-m)
Hazret-i Ali: (bk. bilgiler – Ali (r.a.))
Hazret-i Talha: (bk. bilgiler – Talha b. Ubeydullah (r.a.))
Hazret-i Yâkup: (bk. bilgiler – Yakup (a.s.))
Hazret-i Zübeyr: (bk. bilgiler – Zübeyir b. Avam (r.a.))
icra: yerine getirme
içtihad: dinen kesin olarak belirtilmeyen bir konuda Kur’ân ve hadîsten hüküm çıkarma (bk. c-h-d)
ihtiyar-ı cüz’î: cüz’î irade, insana ait sınırlı seçme ve dileme özgürlüğü (bk. ḫ-y-r; c-z-e)
iktidar-ı beşer: insanın güç ve kudreti (bk. ḳ-d-r)
kader: Allah’ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce takdir etmesi, plânlaması (bk. ḳ-d-r)
Kenan Kuyusu: (bk. bilgiler)
mahiyet: iç yüz, asıl, esas
meşiet-i İlâhiye: Allah’ın dilemesi, iradesi (bk. e-l-h)
meşiet-i insaniye: insanın dilemesi, iradesi
Mısır: (bk. bilgiler)
muârız: karşı çıkan, muhalif
muharebe: harp, savaş
muharip: harp eden, savaşçı
muhtelif: çeşitli, farklı
mürur-u zaman: zamanın geçmesi
müşkül: zor, sıkıntılı
nam: ad
rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn: Allah onların hepsinden razı olsun (bk. e-l-h; c-m-a)
safvet-i İslâmiye: İslâmiyetin saflığı, temizliği (bk. ṣ-f-y; s-l-m)
Şeyheyn: iki şeyh; Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer’e verilen ünvan
tatbikat: uygulamalar
Yusuf: (bk. bilgiler – Yusuf (a.s.))

yuksel dedi ki...

esası üzerine içtihad ettiler. Münakaşa-i içtihadiye siyasete girdiği için muharebeyi intac etmiştir.

Madem sırf lillâh için ve İslâmiyetin menâfii için içtihad edilmiş ve içtihaddan muharebe tevellüt etmiş; elbette hem katil, hem maktul, ikisi de ehl-i Cennettir, ikisi de ehl-i sevaptır diyebiliriz. Her ne kadar Hazret-i Ali'nin içtihadı musîb ve mukàbilindekilerin hata ise de, yine azâba müstehak değiller. Çünkü, içtihad eden, hakkı bulsa iki sevap var; bulmazsa, bir nevi ibadet olan içtihad sevabı olarak bir sevap alır, hatasından mazurdur. Bizde gayet meşhur ve sözü hüccet bir zât-ı muhakkik, Kürtçe demiş ki:

ژِى شَرِّ صَحَابَانْ مَكَه قَالُ وقِيلْ لَوْرَا جَنَّتِينَه قَاتِلُ وهَمْ قَتِيلْ

Yani: "Sahabelerin muharebesinde kıyl ü kàl etme. Çünkü hem kàtil ve hem maktul, ikisi de ehl-i Cennettirler."

Adalet-i mahzâ ile adalet-i izafiyenin izahı şudur ki

مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فِى اْلاَرْضِ فَكَاَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعًا 1

Âyetin mânâ-yı işarîsiyle, bir mâsumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir fert dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenâb-ı Hakkın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rızası bulunmadan, hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına, rızasıyla olsa, o başka meseledir.

Adalet-i izafiye ise, küllün selâmeti için cüz'ü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenüşşer diye bir nevi adalet-i izafiyeyi yapmaya çalışır. Fakat adalet-i mahzâ kàbil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez. Gidilse zulümdür.

İşte, İmam-ı Ali radıyallahü anh, adalet-i mahzâyı Şeyheyn zamanındaki gibi



Dipnot-1
"Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir." Mâide Sûresi, 5:32.

yuksel dedi ki...

adâlet-i izafiye: zamanın şartlarına göre değişebilen, toplumun selâmeti için ferdin feda edilmesini öngören adalet (bk. a-d-l; ḍ-y-f)
adalet-i mahzâ: tam ve mükemmel adalet; “ferdin hukuku asla fedâ edilemez” görüşündeki adalet (bk. a-d-l)
azâb: ceza
cemaat: topluluk (bk. c-m-a)
Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
cüz’: ferd, bütünün parçası (bk. c-z-e)
ehl-i Cennet: Cennet ehli, Cennetlik
ehl-i sevap: Allah tarafından mükâfata lâyık görülenler
ehvenüşşer: iki şerden daha az zararlı olanı
hamiyet: din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti
Hazret-i Ali: (bk. bilgiler – Ali (r.a.))
hüccet: delil, kanıt
içtihad: dinen kesin olarak belirtilmeyen bir konuda Kur’ân ve hadîsten hüküm çıkarma (bk. c-h-d)
İmâm-ı Ali: (bk. bilgiler – Ali (r.a.))
intaç: netice verme
izah: açıklama
kàbil-i tatbik: uygulanabilir
kıyl ü kàl: dedikodu
küll: bütün, genel (bk. k-l-l)
lillâh: Allah için (bk. e-l-h)
maktul: katledilen, öldürülen
mânâ-yı işârî: işaret edilen mânâ (bk. a-n-y)
mâsum: suçsuz, günahsız
mazur: mazeretli, özürlü
menâfi: faydalar, yararlar
muharebe: harp, savaş
mukàbil: karşı
münakaşa-i içtihadiye: içtihatla ilgili tartışma (bk. c-h-d)
musîb: isabet eden, isabetli
müstehak: hak eden (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
nam: ad
nazar: dikkat (bk. n-ẓ-r)
nazar-ı merhamet: merhamet bakışı (bk. n-ẓ-r; r-ḥ-m)
nevi: tür, çeşit
Radıyallahu Anh: “Allah ondan razı olsun”
Sahabe: Hz. Peygamberi (a.s.m.) dünya gözüyle gören ve onun yolundan giden Müslümanlar
selâmet: esenlik, güven (bk. s-l-m)
Şeyheyn: iki şeyh; Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer’e verilen ünvan
tevellüt: doğma, meydana gelme
umum: bütün, genel
zât-ı muhakkik: gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlim zât (bk. ḥ-ḳ-ḳ)

yuksel dedi ki...

kàbil-i tatbiktir deyip, hilâfet-i İslâmiyeyi o esas üzerine bina ediyordu. Mukàbilleri ve muarızları ise, "Kàbil-i tatbik değil; çok müşkülâtı var' diye, adalet-i izafiye üzerine içtihad etmişler. Tarihin gösterdiği sair esbab ise, hakikî sebep değiller, bahanelerdir.

Eğer desen: "Hilâfet-i İslâmiye noktasında İmam-ı Ali'nin fevkalâde iktidarı, harikulâde zekâsı ve yüksek liyakatiyle beraber, seleflerine nisbeten muvaffakiyetsizliği nedendir?"

Elcevap: O mübarek zât, siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok mühim başka vazifelere lâyıktı. Eğer tam muvaffakiyet-i siyasiye ve tamam saltanat olsaydı, Şâh-ı Velâyet ünvan-ı mânidârını bihakkın kazanamayacaktı. Halbuki, zâhirî ve siyasî hilâfetin pek çok fevkinde mânevî bir saltanat kazandı ve üstad-ı küll hükmüne geçti, hattâ kıyamete kadar saltanat-ı mânevîsi bâki kaldı.

Amma Hazret-i İmam-ı Ali'nin Vak'a-i Sıffin'de Hazret-i Muaviye'nin taraftarlarıyla muharebesi ise, hilâfet ve saltanatın muharebesidir. Yani, Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslâmiyeyi ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler.

Amma Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in Emevîlere karşı mücadeleleri ise, din ile milliyet muharebesi idi. Yani, Emevîler, devlet-i İslâmiyeyi Arap milliyeti üzerine istinad ettirip, rabıta-i İslâmiyeti rabıta-i milliyetten geri bıraktıklarından, iki cihetle zarar verdiler.

Birisi: Milel-i saireyi rencide ederek tevhiş ettiler.

yuksel dedi ki...

adâlet-i izafiye: zamanın şartlarına göre değişebilen, toplumun selâmeti için ferdin feda edilmesini öngören adalet (bk. a-d-l; ḍ-y-f)
âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki ebedî hayat (bk. e-ḫ-r)
ahkâm-ı din: dinin hükümleri, esasları (bk. ḥ-k-m)
azimet: Allah’ın emirlerini en mükemmel ve eksiksiz yapmaya çalışma (bk. a-ẓ-m)
bâkî: devamlı, sürekli (bk. b-ḳ-y)
bihakkın: hakkıyla (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
devlet-i İslâmiye: İslâm devleti (bk. s-l-m)
Emevîler: (bk. bilgiler)
esbab: sebepler (bk. s-b-b)
fevkalâde: olağanüstü
fevkinde: üstünde
hakaik-i İslâmiye: İslâmın hakikatleri (bk. ḥ-ḳ-ḳ; s-l-m)
hakikî: asıl, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
harikulâde: olağanüstü, hayranlık verici
hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye: İslâmın sosyal hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a; s-l-m)
Hazret-i Hasan: (bk. bilgiler – Hasan (r.a.))
Hazret-i Hüseyin: (bk. bilgiler – Hüseyin (r.a.))
Hazret-i Muaviye: (bk. bilgiler – Muaviye (r.a.))
hilâfet: halifelik (bk. ḫ-l-f)
hilâfet-i İslâmiye: İslâm halifeliği (bk. ḫ-l-f; s-l-m)
içtihad: dinen kesin olarak belirtilmeyen bir konuda Kur’ân ve hadîsten hüküm çıkarma (bk. c-h-d)
iktidar: güç, kudret, idare (bk. ḳ-d-r)
iltizam: kabul etme, taraftarlık
İmâm-ı Ali: (bk. bilgiler – Ali (r.a.))
istinad: dayandırma (bk. s-n-d)
kàbil-i tatbik: uygulanabilir
liyakat: lâyık olma, ehliyet
milel-i sâire: diğer milletler
muarız: karşı gelen
mübarek: İlâhî hayra erişmiş (bk. b-r-k)
muharebe: harp, savaş
mukàbil: karşı taraf
mukteziyât: gereklilikler
müşkülat: zorluklar, güçlükler
muvaffakiyet: başarı
muvaffakiyet-i siyasiye: siyasî başarı
nisbeten: kıyasla, oranla (bk. n-s-b)
rabıta-i İslâmiye: İslâm bağı (bk. s-l-m)
râbıta-i milliye: milliyet bağı
rencide: incitme
ruhsat: izin, müsaade (bk. a-ẓ-m)
Şâh-ı Velâyet: velîlik makamının şâhı, başı (bk. v-l-y)
sair: diğer, başka
saltanat: sultanlık, egemenlik (bk. s-l-ṭ)
saltanat-ı mânevî: mânevî saltanat, egemenlik (bk. s-l-ṭ; a-n-y)
selef: öncekiler, kendinden önceki halifeler
takviye: kuvvetlendirme, güçlendirme
tevhiş: ürkütüp kaçırma
ünvân-ı mânidâr: önemli makam ve isim (bk. a-n-y)
üstad-ı küll: bütün zamanlarda herkesin üstadı (bk. k-l-l)
Vak’a-i Sıffin: Sıffin Savaşı (bk. bilgiler - Sıffîn)
zahirî: görünüşte (bk. ẓ-h-r)
ziyade: çok

yuksel dedi ki...

Sayfa
88
/712
Diğeri: Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip etmediğinden, zulmeder, adalet üzerine gitmez. Çünkü, unsuriyetperver bir hâkim, millettaşını tercih eder, adalet edemez.

اَلْاِسْلاَمِيَّةُ جَبَّتِ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَ لاَ فَرْقَ بَيْنَ عَبْدٍ حَبَشِىٍّ وَسَيِّدٍ قُرَيْشِىٍّ اِذَۤا اَسْلَمَا 1

ferman-ı kat'îsiyle, rabıta-i diniye yerine rabıta-i milliye ikame edilmez. Edilse adalet edilmez, hakkaniyet gider.

İşte, Hazret-i Hüseyin, rabıta-i diniyeyi esas tutup, muhik olarak onlara karşı mücadele etmiş, tâ makam-ı şehadeti ihraz etmiş.

Eğer denilse: "Bu kadar haklı ve hakikatli olduğu halde neden muvaffak olmadı? Hem neden kader-i İlâhî ve rahmet-i İlâhiye onların feci bir âkıbete uğramasına müsaade etmiş?"

Elcevap: Hazret-i Hüseyin'in yakın taraftarları değil, fakat cemaatine iltihak eden sair milletlerde, yaralanmış gurur-u milliyeleri cihetiyle, Arap milletine karşı bir fikr-i intikam bulunması, Hazret-i Hüseyin ve taraftarlarının sâfi ve parlak mesleklerine halel verip mağlûbiyetlerine sebep olmuş.

Amma kader nokta-i nazarında feci âkıbetin hikmeti ise:

Hasan ve Hüseyin (r.a.) ve onların hanedanları ve nesilleri, mânevî bir saltanata namzet idiler. Dünya saltanatı ile mânevî saltanatın cem'i gayet müşküldür. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi—tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve surî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı mâneviyeye tayin edildiler. Âdi valiler yerine, evliya aktablarına merci oldular.



Dipnot-1
"İslâm, Câhiliyetten kalma ırkçılık ve kabileciliği ortadan kaldırmıştır. Müslüman olduktan sonra, Habeşli bir köle ile Kureyşli bir efendi arasında hiçbir fark yoktur. "Bu ibare, İslâmiyet öncesi câhiliye âdetlerine dönmekten men eden hadislerden iktibas edilmiştir. Bu mevzuda bir çok hadis-i şerif rivayet edilmiştir. Bunlardan birisi şöyledir:اَلْاِسْلاَمُ يَجُبُّ مَاقَبْلَهُ.. "İslâm dini, kendinden önceki bâtıl olan fiil, hareket, âdet ve inanışları keser, kaldırır." Buharî, Ahkâm: 4, İmâra: 36, 37; Ebu Davud, Sünnet: 5; Tirmizî, Cihâd: 28, İlim: 16, Nesâî, Bey'a: 26; İbni Mâce, Cihad: 39; Müsned, 4:69, 70, 199, 204, 205, 5:381, 6:402, 403.

yuksel dedi ki...

âdi: basit, sıradan
âkıbet: netice, son
aktab: kutuplar, büyük velîlerden zamanının en büyük mürşidi olan kimseler
cem’: bir araya gelme (bk. c-m-a)
cihet: yön, taraf
evliya: velîler, Allah’ın sevgili kulları (bk. v-l-y)
ferman-ı kat’i: kesin emir, buyruk
fikr-i intikam: intikam düşüncesi (bk. f-k-r)
gurur-u milliye: millî gurur
hakkaniyet: doğruluk, gerçeklik (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
halel: zarar
hanedan: büyük aile
Hasan: (bk. bilgiler – Hasan (r.a.))
Hazret-i Hüseyin: (bk. bilgiler – Hüseyin (r.a.))
hikmet: sebep, gaye (bk. ḥ-k-m)
ihraz: kazanma, elde etme
ikame: yerleştirme
iltihak: katılma
kader: Allah’ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce bilmesi, takdir etmesi, plânlaması (bk. ḳ-d-r)
kader-i İlâhî: Allah’ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce takdir etmesi, plânlaması (bk. ḳ-d-r; e-l-h)
mağlûbiyet: yenilgi
makam-ı şehâdet: şehitlik makamı (bk. ş-h-d)
merci: kaynak
muhik: haklı (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
müşkül: zor
muvaffak: başarılı
muvakkat: geçici
namzet: aday
nokta-i nazar: bakış noktası (bk. n-ẓ-r)
rabıta-i diniye: din bağı
rabıta-i milliye: milliyet bağı
rahmet-i İlâhiye: Allah’ın rahmeti, şefkat ve merhameti (bk. r-ḥ-m; e-l-h)
sâfi: saf, hâlis, temiz (bk. ṣ-f-y)
sair: diğer, başka
saltanat: sultanlık, egemenlik (bk. s-l-ṭ)
saltanat-ı mânevî: mânevî saltanat, egemenlik (bk. s-l-ṭ; a-n-y)
surî: dış görünüşe ait (bk. ṣ-v-r)
unsuriyet: ırkçılık
unsuriyetperver: ırkçı

yuksel dedi ki...

ÜÇÜNCÜ SUALİNİZ: "O mübarek zâtların başına gelen o feci, gaddârâne muamelenin hikmeti nedir?" diyorsunuz.

Elcevap: Sabıkan beyan ettiğimiz gibi, Hazret-i Hüseyin'in muarızları olan Emevîler saltanatında, merhametsiz gadre sebebiyet verecek üç esas vardı:

Birisi: Merhametsiz siyasetin bir düsturu olan, "Hükûmetin selâmeti ve âsâyişin devamı için eşhas feda edilir."

İkincisi: Onların saltanatı unsuriyet ve milliyete istinad ettiği için, milliyetin gaddârâne bir düsturu olan, "Milletin selâmeti için herşey feda edilir."

Üçüncüsü: Emevîlerin Hâşimîlere karşı an'anesindeki rekabet damarı, Yezid gibi bazılarında bulunduğu için, şefkatsiz bir gadre kàbiliyet göstermişti.

Dördüncü bir sebep de, Hazret-i Hüseyin'in (r.a.) taraftarlarında bulunuyordu ki, Emevîlerin, Arap milliyetini esas tutup sair milletlerin efradına "memalik" tabir ederek köle nazarıyla bakmaları ve gurur-u milliyelerini kırmaları yüzünden, milel-i saire Hazret-i Hüseyin'in (r.a.) cemaatine intikamkârâne ve müşevveş bir niyetle iltihak ettiklerinden, Emevîlerin asabiyet-i milliyelerine fazla dokunmuş, gayet gaddârâne ve merhametsizcesine, meşhur faciaya sebebiyet vermişlerdir.

Mezkûr dört esbab, zâhirîdir. Kader noktasından bakıldığı vakit, Hazret-i Hüseyin (r.a.) ve akrabasına, o facia sebebiyle hasıl olan netâic-i uhreviye ve saltanat-ı ruhaniye ve terakkiyât-ı mâneviye o kadar kıymettardır ki, o facia ile çektikleri zahmet gayet kolay ve ucuz düşer. Nasıl ki bir nefer, bir saat işkence altında şehid edilse, öyle bir mertebeyi bulur ki, on sene başkası çalışsa ancak o mertebeyi bulur. Eğer o nefer şehid olduktan sonra ona sorulabilse, "Az birşeyle pek çok şeyler kazandım" diyecektir.

DÖRDÜNCÜ SUALİNİZİN MEÂLİ: Âhirzamanda Hazret-i İsâ aleyhisselâm Deccalı öldürdükten sonra, insanlar ekseriyetle din-i hakka girerler. Halbuki, rivayetlerde gelmiştir ki, "Yeryüzünde Allah Allah diyenler bulundukça kıyamet kopmaz."1




Dipnot-1
Müslim, İman: 234; Tirmizî, Fiten: 35; Müsned, 2:107, 201, 259; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:494.

yuksel dedi ki...


asayiş: güvenlik
beyan: açıklama, anlatım (bk. b-y-n)
Deccal: kıyamet kopmadan önce gelen, İslâmı kaldırmaya çalışan, dinlere savaş açan yalancı ve aldatıcı kimse
din-i hak: hak din, İslâm (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
düstur: prensip
efrad: fertler, bireyler (bk. f-r-d)
ekseriyet: çoğunluk (bk. k-s̱-r)
Emevîler: (bk. bilgiler)
esbab: sebepler (bk. s-b-b)
eşhâs: şahıslar, fertler
gaddârâne: acımasızca, zâlimâne
gadr: zulüm, acımasızlık
gurur-u milliye: millî gurur
Hâşimîler: Peygamberimizin mensup olduğu kabile
Hazret-i Hüseyin: (bk. bilgiler – Hüseyin (r.a.))
Hazret-i İsâ: (bk. bilgiler – İsâ (a.s.))
hikmet: sebep, gaye (bk. ḥ-k-m)
iltihak: katılma
intikamkârâne: intikam alır bir şekilde
istinad: dayanma (bk. s-n-d)
kàbiliyet gösterme: yönelme, gelişme gösterme
kader: Allah’ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce bilmesi, takdir etmesi, plânlaması (bk. ḳ-d-r)
kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m)
meâl: kısaca anlam
memâlik: mülk hâline getirilen yerler ve köleler (bk. m-l-k)
mezkûr: anılan, sözü geçen
milel-i sâire: diğer milletler
muarız: itiraz eden, karşı gelen
mübarek: İlâhî hayra erişmiş (bk. b-r-k)
müşevveş: düzensiz, karma karışık
nazar: bakış, görüş (bk. n-ẓ-r)
nefer: asker, er
netâic-i uhreviye: âhiretteki neticeler (bk. e-ḫ-r)
rivayet: Peygamberimizden duyulan sözlerin nakledilmesi
sabıkan: bundan önce
sair: diğer, başka
saltanat: sultanlık, egemenlik (bk. s-l-ṭ)
saltanat-ı ruhaniye: ruhanî, mânevî olarak devam eden saltanat (bk. s-l-ṭ; r-v-ḥ)
selâmet: güven, esenlik (bk. s-l-m)
tabir: adlandırma (bk. a-b-r)
terakkiyat-ı mâneviye: mânevî ilerlemeler, yükselmeler (bk. a-n-y)
unsuriyet: ırkçılık
Yezid: (bk. bilgiler)
zahirî: görünürde, dış görünüşte (bk. ẓ-h-r)

yuksel dedi ki...

Böyle umumiyetle imana geldikten sonra nasıl umumiyetle küfre giderler?

Elcevap: Hadîs-i sahihte rivayet edilen, "Hazret-i İsâ aleyhisselâmın geleceğini ve şeriat-i İslâmiye ile amel edeceğini, Deccalı öldüreceğini"1 imanı zayıf olanlar istib'ad ediyorlar. Onun hakikati izah edilse, hiç istib'ad yeri kalmaz. Şöyle ki:

O hadîsin ve Süfyan ve Mehdi hakkındaki hadîslerin2 ifade ettikleri mânâ budur ki:

Âhirzamanda, dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak:

Birisi: Nifak perdesi altında risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr edecek, Süfyan namında müthiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. Ona karşı, Âl-i Beyt-i Nebevînin silsile-i nuranîsine bağlanan ehl-i velâyet ve ehl-i kemâlin başına geçecek, Âl-i Beytten Muhammed Mehdi isminde bir zât-ı nuranî, o Süfyanın şahs-ı mânevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır.

İkinci cereyan ise: Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüt eden bir cereyan-ı Nemrudâne, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, Ulûhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir. Nasıl bir padişahı tanımayan ve ordudaki zâbitan ve efrad onun askerleri olduğunu kabul etmeyen vahşî bir adam, herkese, her askere bir nevi padişahlık ve bir gûnâ hâkimiyet verir. Öyle de, Allah'ı inkâr eden o cereyan efradları, birer küçük Nemrut hükmünde nefislerine birer rububiyet verir. Ve onların başına geçen en büyükleri,




Dipnot-1
Buharî, Enbiyâ, 49; Müslim, Îmân, 242-247; Tirmizî, Fiten, 62; Müsned, 4:226.

Dipnot-2
Süfyan için bk. el-Hakim, el-Müstedrek 4:520; Buharî, Fiten 26; Müslim, Fiten 101-102; Tirmizî, Fiten 62; Müsned 3:115, 211, 228, 249-250, 5:38, 404-405, 6:139-140. Mehdi için bk.Buharî, Enbiya 49; Müslim, İman 244-245, 247; İbni Mâce, Fiten 33; Müsned 2:336, 3:368.

yuksel dedi ki...

âhirzaman: dünya hayatının kıyamete yakın son devresi (bk, e-ḫ-r)
Âl-i Beyt-i Nebevî: Peygamberimizin (a.s.m.) âilesi ve onun soyundan gelenler (bk. n-b-e)
Aleyhisselâm: Allah selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-m)
amel: davranma
cereyan: akım, hareket
cereyan-ı münafıkane: münafıklık cereyanı, akımı
cereyan-ı nemrudâne: Nemrud gibi zulüm ve zorbalıkla ve dinsizlikle iş gören akım
Deccal: kıyamet kopmadan önce gelen, İslâmı kaldırmaya çalışan, dinlere savaş açan yalancı ve aldatıcı kimse
efrad: fertler, bireyler (bk. f-r-d)
ehl-i kemâl: kemâl sahibi, olgun kimseler (bk. k-m-l)
ehl-i nifak: münafıklar, iki yüzlüler
ehl-i velâyet: velî kullar, Allah dostları (bk. v-l-y)
felsefe-i maddiye: her şeyi maddeye dayandıran felsefe
gûna: tarz, çeşit
hadîs: Peygamberimize ait söz, fiil veya davranış (bk. ḥ-d-s̱)
hadîs-i sahîh: güçlü ve sağlam ellerden doğru bir şekilde aktarılıp Peygamber Efendimize dayandırılan söz, fiil veya davranış (bk. ḥ-d-s̱)
hakikat: gerçek mahiyet, asıl, esas (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hâkimiyet: egemenlik, hükümranlık (bk. ḥ-k-m)
Hazret-i İsâ: (bk. bilgiler – İsâ (a.s.))
inkâr: inanmama, kabul etmeme (bk. n-k-r)
intişar: yayılma
istib’âd: akıldan uzak görme; inkâr
izah: açıklama
küfür: inkâr, inançsızlık (bk. k-f-r)
maddiyyun: materyalistler, herşeyi madde ile açıklamaya çalışanlar
Mehdî: (bk. bilgiler)
Muhammed Mehdî: (bk. bilgiler – Mehdî)
nefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s)
Nemrud: (bk. bilgiler)
nev: çeşit, tür
nifak: münafıklık, ikiyüzlülük
risalet-i Ahmediye: Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği (bk. r-s-l; ḥ-m-d)
rivayet: Peygamberimizden duyulan ve görülen şeylerin nakledilmesi
rububiyet: rablık (bk. r-b-b)
şahs-ı mânevî: belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik (bk. a-n-y)
şeriat-i İslâmiye: İslâm şeriatı; Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi, İslâm (bk. ş-r-a; s-l-m)
silsile-i nuranî: nurlu halka, zincir (bk. n-v-r)
Süfyan: âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs (bk. bilgiler)
tabiiyyun: herşeyi tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler (bk. ṭ-b-a)
tahrip: yıkıp yok etme, bozma
tevellüt: doğma, meydana gelme
Ulûhiyet: Cenâb-ı Hakkın İlâhlığı (bk. e-l-h)
umumiyetle: genellikle
vahşî: medenî olmayan, yabanî
zâbitan: zabitler, subaylar
zât-ı nuranî: nurlu zât (bk. n-v-r)

yuksel dedi ki...

ispritizma ve manyetizmanın hâdisâtı nev'inden müthiş harikalara mazhar olan Deccal ise, daha ileri gidip, cebbârâne surî hükûmetini bir nevi rububiyet tasavvur edip ulûhiyetini ilân eder. Bir sineğe mağlûp olan ve bir sineğin kanadını bile icad edemeyen âciz bir insanın ulûhiyet dâvâ etmesi ne derece ahmakçasına bir maskaralık olduğu malûmdur.

İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın şahsiyet-i mâneviyesinden ibaret olan hakikî İsevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i İlâhiyenin semâsından nüzul edecek, halihazır Hıristiyanlık dini o hakikate karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek, mânen Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılâp edecektir. Ve Kur'ân'a iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı mânevîsi tâbi ve İslâmiyet metbû makamında kalacak, din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır.

Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlûp olan İsevîlik ve İslâmiyet, ittihad neticesinde dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken, âlem-i semâvâtta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsâ aleyhisselâm, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık, bir Kadîr-i Külli Şeyin vaadine istinad ederek haber vermiştir.1 Madem haber vermiş, haktır. Madem Kadîr-i Külli Şey vaad etmiş, elbette yapacaktır.

Evet, her vakit semâvâttan melâikeleri yere gönderen ve bazı vakitte insan suretine vaz' eden (Hazret-i Cibril'in Dıhye suretine girmesi2 gibi) ve ruhanîleri



Dipnot-1
bk. Nisâ Sûresi, 4:159. Ayrıca bk. Buharî, Enbiyâ, 49; Müslim, Îmân, 242-247; Tirmizî, Fiten, 62; Müsned, 4:226.
Dipnot-2
bk. Buharî, Menâkıb, 25; Müslim, Fezâlü's-Sahâbe, 100; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 9:276.

yuksel dedi ki...

âciz: güçsüz, zavallı (bk. a-c-z)
âlem-i semâvât: gökler âlemi (bk. a-l-m; s-m-v)
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
azîm: büyük (bk. a-ẓ-m)
cebbârâne: zorbaca, zor kullanarak (bk. c-b-r)
cereyan: hareket, akım
cism-i beşerî: insan cismi, bedeni
dâvâ: iddia
Deccal: kıyamet kopmadan önce gelen, İslâmı kaldırmaya çalışan, dinlere savaş açan yalancı ve aldatıcı kimse
din-i hak: hak din, İslâm (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Dıhye: çok yakışıklı Medineli bir Sahabî; Hz. Cebrâil Peygamberimize birkaç defa onun şeklinde gelmiştir
galebe: üstün gelme
hâdisât: hadiseler, olaylar (bk. ḥ-d-s̱)
hakaik-i İslâmiye: İslâmın hakikatleri, esasları (bk. ḥ-ḳ-ḳ; s-l-m)
hakikat: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
halihazır: şimdiki zaman
Hazret-i Cibril: (bk. bilgiler – Cebrâil (a.s.))
Hazret-i İsâ: (bk. bilgiler – İsâ (a.s.))
Hıristiyanlık: (bk. bilgiler)
hurafat: aslı esası olmayan saçma inanışlar, hurafeler
icad: var etme, yoktan yaratma (bk. v-c-d)
iktida: uyma, tabi olma
iltihak: katılma
inkılâp: değişme, dönüşme
İsevîlik: Hz. İsâ’nın dini, Hıristiyanlık
ispritizma: ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün olduğuna inanan görüş ve bu maksatla yapılan deneyler
istidad: kàbiliyet (bk. a-d-d)
istinad: dayanma (bk. s-n-d)
ittihad: birleşme
Kadîr-i Külli Şey: sınırsız güç ve kudret sahibi olan ve herşeye gücü yeten Allah (bk. ḳ-d-r; k-l-l)
mağlûp olan: yenilen
malûm: bilinen (bk. a-l-m)
manyetizma: telkin ve hipnoz yolu ile birini tesir altına alma
maskaralık: gülünç duruma düşme
mazhar olma: erişme, sahip olma (bk. ẓ-h-r)
melâike: melekler (bk. m-l-k)
metbû: tabi olunan, uyulan
Muhbir-i Sâdık: doğru sözlü haber verici, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) (bk. ṣ-d-ḳ)
nüzul: inme (bk. n-z-l)
rahmet-i İlâhiye: Allah’ın rahmeti (bk. r-ḥ-m; e-l-h)
rububiyet: rablık (bk. r-b-b)
ruhanî: maddî yapısı olmayan ve gözle görülemeyen ruh âlemine ait varlık (bk. r-v-ḥ)
şahs-ı İsâ: Hz. İsâ’nın (a.s.) şahsı
şahs-ı mânevî: belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişi, topluluk (bk. a-n-y)
şahsiyet-i mâneviye: belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik (bk. a-n-y)
sema: gök, yücelik (bk. s-m-v)
semâvât: gökler (bk. s-m-v)
suret: görüntü, şekil (bk. ṣ-v-r)
sûrî: görünüşte (bk. ṣ-v-r)
tâbi: uyan
tahrifat: değiştirmeler, bozmalar
tasaffi: saflaşma, arınma (bk. ṣ-f-y)
tasavvur: düşünme, hayal etme (bk. ṣ-v-r)
ulûhiyet: ilâhlık (bk. e-l-h)
vaad: söz verme (bk. v-a-d)
vaz’ etme: koyma
zuhur: görünme, ortaya çıkma (bk. ẓ-h-r)

yuksel dedi ki...

âlem-i ervahtan gönderip beşer suretine temessül ettiren, hattâ ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını cesed-i misaliyle dünyaya gönderen bir Hakîm-i Zülcelâl, Hazret-i İsâ aleyhisselâmı, İsâ dinine ait en mühim bir hüsn-ü hâtimesi için, değil semâ-i dünyada cesediyle bulunan ve hayatta olan Hazret-i İsâ, belki âlem-i âhiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azîme için ona yeniden ceset giydirip dünyaya göndermek, o Hakîmin hikmetinden uzak değil. Belki onun hikmeti öyle iktiza ettiği için vaad etmiş ve vaad ettiği için elbette gönderecek.

Hazret-i İsâ aleyhisselâm geldiği vakit, herkes onun hakikî İsâ olduğunu bilmek lâzım değildir. Onun mukarreb ve havassı, nur-u imanla onu tanır. Yoksa, bedâhet derecesinde herkes onu tanımayacaktır.

Sual: Rivayetlerde 1 gelmiş ki, "Deccalın bir yalancı cenneti var; kendine tâbi olanları ona atar. Hem yalancı bir cehennemi var; tâbi olmayanları ona atar. Hattâ o kendi merkebinin de bir kulağını cennet gibi, bir kulağını da cehennem gibi yapmış. Azamet-i bedeniyesi bu kadardır, şu kadardır"2 diye tarifat var.

Elcevap: Deccalın şahs-ı surîsi insan gibidir. Mağrur, firavunlaşmış, Allah'ı unutmuş olduğundan, surî, cebbârâne olan hâkimiyetine ulûhiyet namını vermiş bir şeytan-ı ahmaktır ve bir insan-ı dessastır. Fakat şahs-ı mânevîsi olan dinsizlik cereyan-ı azîmi pek cesîmdir. Rivayetlerde Deccala ait tavsifât-ı müthişe ona işaret eder.3 Bir vakit Japonya'nın Başkumandanının resmi, bir ayağı Bahr-i Muhitte, diğer ayağı on günlük mesafedeki Port Arthur Kal'asında tasvir edilmiş; o küçük Japon Kumandanının bu surette tasviriyle, ordusunun şahs-ı mânevîsi gösterilmiş.




Dipnot-1
Tirmizî, Fiten 62; Ebu Davud, Melâhim 14; Müsned 3:420, 4:226.

Dipnot-2
Buharî, Enbiyâ, 3; Müslim, Fiten, 109; Müsned, 3:376; İbni Ebî Şeybe, el-Musannef, 8:655.
Dipnot-3
bk. Buharî, Enbiyâ, 3; Müslim, Fiten, 100-105; Ebu Davud, Fiten, 1; Tirmizî, Fiten, 55-61.

yuksel dedi ki...

âlem-i âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. a-l-m; e-ḫ-r)
âlem-i ervah: ruhlar âlemi, ruhânî varlıkların bulunduğu âlem (bk. a-l-m; r-v-ḥ)
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
azamet-i bedeniye: bedenin büyüklüğü (bk. a-ẓ-m)
Bahr-i Muhit: Pasifik Okyanusu
bedâhet: ap açıklık
beşer: insan
cebbârâne: zorbaca, zor kullanarak (bk. c-b-r)
cereyan-ı azîm: büyük fikir ve düşünce akımı (bk. a-ẓ-m)
cesed-i misalî: maddi yapısı olmayan vücut, misalî beden (bk. m-s̱-l)
cesîm: büyük
Deccal: kıyamet kopmadan önce gelen, İslâmı kaldırmaya çalışan, dinlere savaş açan yalancı ve aldatıcı kimse
ervah: ruhlar (bk. r-v-ḥ)
evliya: velîler, Allah dostları (bk. v-l-y)
firavunlaşmak: kendisini Firavun gibi ilâh seviyesine çıkaracak derecede büyük görme (bk. bilgiler - Firavun)
hakikaten: gerçekten (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Hakîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah (bk. ḥ-k-m)
Hakîm-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi hikmetle yapan Allah (bk. ḥ-k-m; ẕü; c-l-l)
hâkimiyet: egemenlik, hükümranlık (bk. ḥ-k-m)
havass: seçkinler, aydınlar
Hazret-i İsâ: (bk. bilgiler – İsâ (a.s.))
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hüsn-ü hâtime: güzel son (bk. ḥ-s-n)
iktiza: gerektirme
insan-ı dessas: hilebaz, aldatıcı insan
Japonya: (bk. bilgiler)
mağrur: gururlu
merkep: binek
mukarreb: yakınlar, yakınlaşmış kimseler (bk. ḳ-r-b )
nam: ad, isim
netice-i azîme: büyük netice (bk. a-ẓ-m)
nur-u iman: iman nuru, aydınlığı (bk. n-v-r; e-m-n)
Port Arthur Kal’ası: (bk. bilgiler)
rivayet: Peygamberimizden duyulan şeylerin, hadislerin nakledilmesi
şahs-ı mânevî: belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişi, topluluk (bk. a-n-y)
şahs-ı sûrî: görünüşteki maddî şahıs (bk. ṣ-v-r)
semâ-i dünya: dünya semâsı, gökyüzü (bk. s-m-v)
şeytan-ı ahmak: akılsız, ahmak şeytan
suret: görüntü, şekil (bk. ṣ-v-r)
surî: görünüşte, şeklen (bk. ṣ-v-r)
tâbi: uyma
tasvir: anlatma, ifade etme (bk. ṣ-v-r)
tavsifât-ı müthişe: dehşetli vasıflar, nitelikler
temessül: görünme (bk. m-s̱-l)
ulûhiyet: ilâhlık, tanrılık (bk. e-l-h)
vaad: söz verme (bk. v-a-d)

yuksel dedi ki...

Sayfa
93
/712
Amma Deccalın yalancı cenneti ise, medeniyetin cazibedar lehviyâtı ve fantaziyeleridir. Merkebi ise, şimendifer gibi bir vasıtadır ki, bir başında ateş ocağı bulunur; kendine tâbi olmayanları bazan ateşe atar. O merkebin bir kulağı, yani diğer başı cennet gibi tefriş edilmiş; tâbi olanları oraya oturtur. Zaten sefih ve gaddar medeniyetin mühim bir merkebi olan şimendifer, ehl-i sefahet ve dünya için yalancı bir cennet getirir; biçare ehl-i diyanet ve ehl-i İslâm için, medeniyet elinde cehennem zebanîsi gibi tehlike getirir, esaret ve sefalet altına atar.

İşte, İsevîliğin din-i hakikîsi zuhur ile ve İslâmiyete inkılâp etmesiyle, çendan âlemde ekseriyet-i mutlakaya nurunu neşreder. Fakat, yine kıyamet kopmasına yakın, tekrar bir dinsizlik cereyanı başgösterir, galebe eder ve "El-hükmü li'l-ekser" kaidesince, yeryüzünde Allah Allah diyecek kalmayacak;1 yani, ehemmiyetli bir cemaat küre-i arzda mühim bir mevkie sahip olacak bir surette Allah Allah denilmeyecek demektir. Yoksa, ekalliyette kalan veyahut mağlûp düşen ehl-i hak kıyamete kadar bâki kalacak; yalnız, kıyametin kopacağı ânında, kıyametin dehşetlerini görmemek için, bir eser-i rahmet olarak, ehl-i imanın ruhları daha evvel kabzedilecek, kıyamet kâfirlerin başına kopacaktır.2

BEŞİNCİ SUALİNİZİN MEÂLİ: Kıyametin hâdisâtından ervâh-ı bâkiye müteessir olacaklar mı?

Elcevap: Derecatlarına göre müteessir olacaklar. Melâikelerin tecelliyât-ı kahriyede kendilerine göre müteessir oldukları gibi müteessir olurlar. Nasıl ki bir insan, sıcak bir yerde iken, hariçte kar ve tipi içinde titreyenleri görse, akıl ve vicdan itibarıyla müteessir olur. Öyle de, zîşuur olan ervâh-ı bâkiye, kâinatla alâkadar oldukları için, kâinatın hâdisât-ı azîmesinden, derecelerine göre müteessir olmalarını; ehl-i azap ise elemkârâne, ehl-i saadet ise hayretkârâne,




Dipnot-1
Müslim, Îmân, 234; Tirmizî, Fiten, 35; Müsned, 3:107.
Dipnot-2
bk. İbni Hacer, el-Mütâlibü'l-Âliye, 4:353; el-Heysemî, Mecmu'z-Zevâîd, 8:9.

yuksel dedi ki...

âlem: dünya (bk. a-l-m)
bâki: kalıcı ve devamlı (bk. b-ḳ-y)
biçare: çaresiz
cazibedar: cazibeli, çekici
cemaat: topluluk (bk. c-m-a)
çendan: gerçi, her ne kadar
cereyan: hareket, akım
Deccal: kıyamet kopmadan önce gelen, İslâmı kaldırmaya çalışan, dinlere savaş açan yalancı ve aldatıcı kimse
derecat: dereceler
din-i hakikî: gerçek ve doğru din (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
ehl-i azap: azap ehli, azaba uğrayanlar
ehl-i diyanet: dindarlar
ehl-i hak: hak ve doğru yolda olanlar (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
ehl-i iman: Allah’a ve iman esaslarına inanan kimseler, mü’minler (bk. e-m-n)
ehl-i İslâm: Müslümanlar (bk. s-l-m)
ehl-i saadet: mutluluğa erenler
ehl-i sefahet: zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkün olanlar; beyinsizce davrananlar
ekalliyet: azınlık
ekseriyet-i mutlaka: kesin çoğunluk (bk. k-s̱-r; ṭ-l-ḳ)
el-hükmü li’l-ekser: hüküm çoğunluğa göre verilir (bk. ḥ-k-m; k-s̱-r)
elemkârâne: acı duyarak, üzüntülü bir şekilde
ervâh-ı bâkiye: ölümsüz ruhlar, kabirdeki ruhlar (bk. r-v-ḥ; b-ḳ-y)
esaret: esirlik
eser-i rahmet: rahmet eseri (bk. r-ḥ-m)
fantaziye: yalandan gösteriş, aşırı süs ve lüks
galebe: üstün gelme, yenme
hâdisât: olaylar (bk. ḥ-d-s̱)
hâdisât-ı azîme: büyük hâdiseler, olaylar (bk. ḥ-d-s̱; a-ẓ-m)
hariç: dışarı
hayretkârâne: hayret ederek
inkılâp: değişme, dönüşme
İsevîlik: Hz. İsâ’nın dini, Hıristiyanlık
kabz etme: teslim alma
kaide: düstur, prensip
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m)
küre-i arz: yerküre, dünya
lehviyât: dinen yasak olan oyun ve eğlenceler
mağlûp: yenilme
meâl: kısaca anlam
melâike: melekler (bk. m-l-k)
merkep: binek
mevki: konum
müteessir: etkilenme
neşir: yayma
sefalet: sefillik, perişanlık
sefih: yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün, beyinsiz
şimendifer: tren
suret: biçim, şekil (bk. ṣ-v-r)
tâbi: uyan, tâbi olan
tecelliyât-ı kahriye: kahredici tecellîler, yansımalar (bk. c-l-y; ḳ-h-r)
tefriş: döşeme
zebanî: Cehennemde vazifeli azap melekleri
zîşuur: şuurlu, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)
zuhur: görünme, ortaya çıkma (bk. ẓ-h-r)

yuksel dedi ki...

istiğrabkârâne, belki bir cihette istibşarkârâne teessüratları bulunmasını, işârât-ı Kur'âniye gösteriyor. Zira, Kur'ân-ı Hakîm, her zaman kıyametin acaibini tehdit suretinde zikrediyor, "Göreceksiniz" diyor. Halbuki, cism-i insanî ile onu görenler, kıyamete yetişenlerdir. Demek, kabirde cesetleri çürüyen ervahların da o tehdid-i Kur'âniyeden hisseleri var.

ALTINCI SUALİNİZİN MEÂLİ: كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ 1 Bu âyetin âhirete, Cennete, Cehenneme ve ehillerine şümulü var mı, yok mu?

Elcevap: Şu mesele, pek çok ehl-i tahkik ve ehl-i keşif ve ehl-i velâyetin medar-ı bahsi olmuş. Şu meselede söz onlarındır. Hem de şu âyetin çok genişliği ve çok merâtibi var.

Ehl-i tahkikin bir kısm-ı ekseri demişler ki: "Âlem-i bekàya şümulü yok." Diğer kısmı ise: "Âni olarak onlar da az bir zamanda bir nevi helâkete mazhar olurlar. O kadar az bir zamanda oluyor ki, fenâya gidip gelmiş hissetmeyecekler."

Amma, bazı müfrit fikirli ehl-i keşfin hükmettikleri fenâ-yı mutlak ise, hakikat değildir. Çünkü, Zât-ı Akdes-i İlâhî madem sermedî ve daimîdir; elbette sıfâtı ve esmâsı dahi sermedî ve daimîdirler. Madem sıfâtı ve esmâsı daimî ve sermedîdirler; elbette onların âyineleri ve cilveleri ve nakışları ve mazharları olan âlem-i bekàdaki bâkiyat ve ehl-i bekà, fenâ-yı mutlaka, bizzarure, gidemez.

Kur'ân-ı Hakîmin feyzinden şimdilik iki nokta hatıra gelmiş; icmâlen yazacağız.

Birincisi: Cenâb-ı Hak öyle bir Kadîr-i Mutlaktır ki, adem ve vücut, kudretine ve iradesine nisbeten iki menzil gibi, gayet kolay bir surette oraya gönderir ve getirir. İsterse bir günde, isterse bir anda oradan çevirir.

Hem adem-i mutlak zaten yoktur. Çünkü bir ilm-i muhît var. Hem



Dipnot-1
"Herşey helâk olup gidicidir—Ona bakan yüzü müstesnâ." Kasas Sûresi, 28:88.

yuksel dedi ki...

Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
adem: yokluk
adem-i mutlak: sınırsız tam bir yokluk (bk. ṭ-l-ḳ)
âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r)
âlem-i bâki: devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi (bk. a-l-m; b-ḳ-y)
âlem-i bekà: devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi, bâki âlem (bk. a-l-m; b-ḳ-y)
âyine: ayna
bâkiyat: bâkî şeyler, devamlı ve kalıcı olanlar (bk. b-ḳ-y)
bizzarure: zorunlu olarak
cihet: yön
cilve: görünme, yansıma (bk. c-l-y)
cism-i insanî: insan bedeni
ehil: lâyık
ehl-i bekà: bâkî olanlar, sonsuza dek yaşayanlar (bk. b-ḳ-y)
ehl-i keşif: mânevîyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar (bk. k-ş-f)
ehl-i tahkik: gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
ehl-i velâyet: velî kullar, Allah dostları (bk. v-l-y)
ervah: ruhlar (bk. r-v-ḥ)
esmâ: isimler (bk. s-m-v)
fenâ: yokluk, yok oluş (bk. f-n-y)
fenâ-yı mutlak: sonsuz yok oluş (bk. f-n-y; ṭ-l-ḳ)
feyz: ilham, bereket, ilim bolluğu (bk. f-y-ḍ)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
helâket: yok oluş
icmâlen: kısaca, özet olarak (bk. c-m-l)
ilm-i muhît: herşeyi ihata edici, kuşatıcı ilim (bk. a-l-m)
irade: dileme, istek, tercih (bk. r-v-d)
işârât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın işaretleri
istibşarkârâne: müjdelenerek, sevinerek
istiğrabkârâne: şaşkınlık içinde
Kadîr-i Mutlak: hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmaksızın herşeye gücü yeten sonsuz kudret sahibi, Allah (bk. ḳ-d-r; ṭ-l-ḳ)
kısm-ı ekseri: büyük bir kısmı (bk. k-s̱-r)
kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m)
kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)
Kur’ân-ı Hakîm: her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
mazhar: erişme, sahip olma; ayna, görünme yeri (bk. ẓ-h-r)
meâl: kısaca anlam
medar-ı bahs: bahis sebebi, söz konusu
menzil: durak, yer (bk. n-z-l)
merâtib: mertebeler, dereceler
müfrit: ifrat eden, aşırıya giden
nevi: çeşit, tür
nisbeten: kıyasla, oranla (bk. n-s-b)
sermedî: sürekli, devamlı
sıfât: sıfatlar, vasıflar (bk. v-ṣ-f)
şümûl: kapsamlılık
suret: biçim, şekil (bk. ṣ-v-r)
teessürat: etkilenmeler
tehdid-i Kur’âniye: Kur’ân’ın tehdidi
vücut: varlık (bk. v-c-d)
Zât-ı Akdes-i İlâhî: her türlü kusur ve noksandan sonsuz derece uzak olan ilâhi Zât, Allah (bk. ḳ-d-s; e-l-h)
zikretmek: anmak, hatırlatmak

yuksel dedi ki...

daire-i ilm-i İlâhînin harici yok ki, birşey ona atılsın. Daire-i ilim içinde bulunan adem ise, adem-i haricîdir ve vücud-u ilmîye perde olmuş bir ünvandır. Hattâ, bu mevcudat-ı ilmiyeye, bazı ehl-i tahkik "a'yân-ı sâbite" tabir etmişler. Öyle ise, fenâya gitmek, muvakkaten haricî libasını çıkarıp, vücud-u mânevîye ve ilmîye girmektir. Yani, hâlik ve fâni olanlar, vücud-u haricîyi bırakıp, mahiyetleri bir vücud-u mânevî giyer, daire-i kudretten çıkıp daire-i ilme girer.

İkincisi: Çok Sözlerde izah ettiğimiz gibi, herşey, mânâ-yı ismiyle ve kendine bakan vecihte hiçtir; kendi zâtında müstakil ve bizatihî sabit bir vücudu yok. Ve yalnız kendi başıyla kaim bir hakikati yok. Fakat Cenâb-ı Hakka bakan vecihte ise, yani mânâ-yı harfiyle olsa, hiç değil. Çünkü onda cilvesi görünen esmâ-i bâkiye var. Mâdum değil; çünkü sermedî bir vücudun gölgesini taşıyor. Hakikati vardır, sabittir, hem yüksektir. Çünkü mazhar olduğu bâki bir ismin sabit bir nevi gölgesidir.

Hem كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ 1 insanın elini mâsivâdan kesmek için bir kılıçtır ki, o da, Cenâb-ı Hakkın hesabına olmayan fâni dünyada, fâni şeylere karşı alâkaları kesmek için, hükmü, dünyadaki fâniyâta bakar. Demek, Allah hesabına olsa, mânâ-yı harfiyle olsa, livechillâh olsa, mâsivâya girmez ki, كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ kılıcıyla başı kesilsin.

Elhasıl: Eğer Allah için olsa, Allah'ı bulsa, gayr kalmaz ki başı kesilsin. Eğer Allah'ı bulmazsa ve hesabıyla bakmazsa, herşey gayrdır.

كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ kılıcını istimal etmeli, perdeyi yırtmalı, tâ Onu bulmalı.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 2

Said Nursî





Dipnot-1
"Herşey helâk olup gidicidir—Ona bakan yüzü müstesnâ." Kasas Sûresi, 28:88.
Dipnot-2
Bâkî olan sadece Odur.

yuksel dedi ki...

a’yân-ı sâbite: eşyanın var olmadan önce Allah’ın ilminde var oluşu
adem: yokluk
adem-i haricî: maddeten yok olma hâli; Allah’ın ilminde var olup fakat maddî varlığı olmayan
bâki: devamlı, kalıcı (bk. b-ḳ-y)
bizatihi: kendi başına, başlı başına
cilve: görünme, yansıma (bk. c-l-y)
daire-i ilim: ilim dairesi (bk. a-l-m)
daire-i ilm-i İlâhî: Allah’ın ilim dairesi (bk. a-l-m; e-l-h)
daire-i kudret: Allah’ın kudret dairesi; yaratılmış olanlar (bk. ḳ-d-r)
ehl-i tahkik: gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
elhasıl: özetle, sonuç olarak
esmâ-i bâkiye: Allah’ın devamlı ve kalıcı olan isimleri (bk. s-m-v; b-ḳ-y)
fâni: gelip geçici, ölümlü (bk. f-n-y)
fâniyat: gelip geçici şeyler (bk. f-n-y)
fenâ: gelip geçicilik, yokluk (bk. f-n-y)
gayr: Allah’tan başkası
hakikat: gerçek mahiyet, asıl, esas (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hâlik: helâk olan, yokluğa giden
haric: dış
haricî: dışa ait
istimal: kullanma
izah: açıklama
kaim: var olan (bk. ḳ-v-m)
libas: elbise
liveçhillâh: Allah için, Allah namına
madum: yok, ölü
mahiyet: asıl, esas, öz nitelik
mânâ-yı harfî: bir şeyin kendisini değil de san’atkârını, ustasını, sahibini bildirip tanıtan mânâsı (bk. a-n-y)
mânâ-yı ismî: bir şeyin sahibine değil de, bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsı (bk. a-n-y; s-m-v)
mâsivâ: Allah’ın dışındaki herşey (bk. s-m-v)
mazhar: görüntü yeri, ayna (bk. ẓ-h-r)
mevcudat-ı ilmiye: Allah’ın ilim dairesindeki varlıklar (bk. v-c-d; a-l-m)
müstakil: başlı başına, bağımsız
muvakkaten: geçici olarak
nevi: tür, çeşit
sermedî: sürekli, devamlı
tâbir: adlandırma (bk. a-b-r)
vecih: yüz, yön
vücud-u haricî: maddî varlık, beden (bk. v-c-d)
vücud-u ilmî: ilmen var olma (bk. v-c-d; a-l-m)
vücud-u mânevî: mânevî varlık (bk. v-c-d; a-n-y)
vücud-u mânevî ve ilmî: ilmî ve mânevî varlık (bk. v-c-d; a-n-y; a-l-m)
vücut: varlık (bk. v-c-d

yuksel dedi ki...

On Altıncı Mektup( 1 / 18)
Sayfa
96
/712
On Altıncı Mektup



اَلَّذِينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ اِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ اِيمَانًا وَقَالُوا حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1

Şu Mektup 2 فَقُولاَ لَهُ قَوْلاً لَيِّنًا sırrına mazhar olmuş, şiddetli yazılmamış.

Çoklar tarafından sarihan ve mânen gelen bir suale cevaptır. Şu cevabı vermek benim için hoş değil; arzu etmiyorum. Herşeyimi Cenâb-ı Hakkın tevekkülüne bağlamıştım. Fakat ben kendi halimde ve âlemimde rahat bırakılmadığım ve yüzümü dünyaya çevirdikleri için, Yeni Said değil, bilmecburiye Eski Said lisanıyla, şahsım için değil, belki dostlarımı ve Sözlerimi ehl-i dünyanın evham ve eziyetinden kurtarmak için, hakikat-i hali hem dostlarıma, hem ehl-i dünyaya ve ehl-i hükme beyan etmek için, Beş Noktayı beyan ediyorum.

BİRİNCİ NOKTA

Denilmiş: "Niçin siyasetten çekildin, hiç yanaşmıyorsun?"

Elcevap: Dokuz on sene evveldeki Eski Said, bir miktar siyasete girdi. Belki siyaset vasıtasıyla dine ve ilme hizmet edeceğim diye beyhude yoruldu. Ve gördü ki, o yol meşkûk ve müşkülâtlı ve bana nisbeten fuzuliyâne, hem en lüzumlu hizmete mâni ve hatarlı bir yoldur. Çoğu yalancılık; ve bilmeyerek ecnebî parmağına âlet olmak ihtimali var.



Dipnot-1
"Onlar öyle kimselerdir ki, insanlar onlara 'Düşman size karşı büyük bir kuvvet topladı; onlardan korkun' dedikleri zaman onların imanı ziyadeleşti ve 'Allah bize yeter; O ne güzel vekildir' dediler." Âl-i İmrân Sûresi, 3:173.
Dipnot-2
"Ona yumuşak bir dille söz söyleyin." Tâhâ Sûresi, 20:44.
Sayfa
96
/712



Bu Sayfaya Yeni Notunuz

Arial

âlem: dünya (bk. a-l-m)
beyan: açıklama (bk. b-y-n)
beyhude: boşu boşuna
bilmecburiye: zorunlu olarak
Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
ecnebî: yabancı
ehl-i dünya: dünyaya dalıp, âhireti düşünmeyenler
ehl-i hüküm: hükmedenler, hüküm verenler (bk. ḥ-k-m)
Eski Said: (bk. bilgiler – Bediüzzaman)
evham: vehimler, kuruntular
fuzuliyâne: lüzumsuz, boş
hakikat-i hal: işin aslı, gerçeği (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hatarlı: tehlikeli
lisan: dil
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
mani: engel
mazhar: ayna olma, erişme (bk. ẓ-h-r)
meşkûk: şüpheli
müşkülâtlı: zor, güç
nisbeten: göre; oranla (bk. n-s-b)
sarihan: açık bir şekilde
tevekkül: Allah’a dayanma ve Onu vekil kabul etme (bk. v-k-l)
Yeni Said: (bk. bilgiler – Bediüzzaman Said Nursî)

yuksel dedi ki...

Dünya ve saltanatı ile manevi saltanatın Cem'i gayet muskuldur.
15.mektup.
Risale-i Nur Kulliyati
Mektubat. sy. 61.

yuksel dedi ki...

Hem siyasete giren, ya muvafık olur veya muhalif olur. Eğer muvafık olsa, madem memur ve meb'us değilim; o halde siyasetçilik bana fuzulî ve mâlâyâni birşeydir. Bana ihtiyaç yok ki beyhude karışayım. Eğer muhalif siyasete girsem, ya fikirle veya kuvvetle karışacağım. Eğer fikirle olsa, bana ihtiyaç yok. Çünkü mesâil tavazzuh etmiş; herkes benim gibi bilir. Beyhude çene çalmak mânâsızdır. Eğer kuvvetle ve hâdise çıkarmakla muhalefet etsem, husulü meşkûk bir maksat için binler günaha girmek ihtimali var; birinin yüzünden çoklar belâya düşer. Hem on ihtimalden bir iki ihtimale binaen günahlara girmek, masumları günaha atmak vicdanım kabul etmiyor diye, Eski Said, sigara ile beraber gazeteleri ve siyaseti ve sohbet-i dünyeviye-i siyasiyeyi terk etti. Buna kat'î şahit, o vakitten beri, sekiz senedir birtek gazete ne okudum ve ne dinledim. Okuduğumu ve dinlediğimi, biri çıksın, söylesin. Halbuki, sekiz sene evvel, günde belki sekiz gazete Eski Said okuyordu. Hem beş senedir bütün dikkatle benim halime nezaret ediliyor. Siyasetvâri bir tereşşuh gören söylesin. Halbuki, benim gibi asabî ve اِنَّمَا الْحِيلَةُ فِى تَرْكِ الْحِيَلِ 1 düsturuyla, en büyük hileyi hilesizlikte bulan pervâsız, alâkasız bir insanın, değil sekiz sene, sekiz gün bir fikri gizli kalmaz. Siyasete iştihası ve arzusu olsaydı, tetkikata, taharriyâta lüzum bırakmayarak, top güllesi gibi sadâ verecekti.

İKİNCİ NOKTA

Yeni Said niçin bu kadar şiddetle siyasetten tecennüb ediyor?

Elcevap: Milyarlar seneden ziyade olan hayat-ı ebediyeye çalışmasını ve kazanmasını, meşkûk bir iki sene hayat-ı dünyeviyeye lüzumsuz, fuzulî bir surette karışmayla feda etmemek için; hem en mühim, en lüzumlu, en saf ve en hakikatli olan hizmet-i iman ve Kur'ân için şiddetle siyasetten kaçıyor. Çünkü, diyor:

Ben ihtiyar oluyorum; bundan sonra kaç sene yaşayacağımı bilmiyorum. Öyle ise bana en mühim iş, hayat-ı ebediyeye çalışmak lâzım geliyor. Hayat-ı ebediyeyi kazanmakta en birinci vasıta ve saadet-i ebediyenin anahtarı imandır; ona çalışmak lâzım geliyor.



Dipnot-1
Gerçek hile, hilesizliktir.

yuksel dedi ki...

alâka: ilgi
asabî: sinirli
beyhude: boşu boşuna
binaen: dayanarak
düstur: kural, kaide
Eski Said: (bk. bilgiler – Bediüzzaman)
fuzulî: lüzumsuz
hâdise: olay (bk. ḥ-d-s̱)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y)
hayat-ı ebediye: sonsuz hayat (bk. ḥ-y-y; e-b-d)
hile: aldatma
hizmet-i iman ve Kur’ân: iman ve Kur’ân hizmeti (bk. e-m-n)
husul: oluşma, meydana gelme
iştiha: arzu, istek
kat’î: kesin
maksat: gaye, amaç (bk. ḳ-ṣ-d)
mâlâyâni: anlamsız, faydasız (bk. mâ-lâ)
masum: günahsız
meb’us: milletvekili, temsilci
mesâil: meseleler
meşkûk: şüpheli
muhalefet: zıt ve aykırı davranma (bk. ḫ-l-f)
muhalif: zıt, karşıt (bk. ḫ-l-f)
mühim: önemli
muvafık: taraftar
nezaret etme: gözetim altında tutma (bk. n-ẓ-r)
pervâsız: korkusuz
saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)
sadâ: ses
siyasetvâri: siyasetle ilgili, siyasî
sohbet-i dünyeviye-i siyasiye: dünyaya ilişkin siyasî sohbet
suret: biçim, şekil (bk. ṣ-v-r)
taharriyât: araştırmalar
tavazzuh: açıklığa kavuşma, aydınlanma
tecennüb: kaçınma, sakınma
tereşşuh: sızıntı
tetkikat: incelemeler
Yeni Said: (bk. bilgiler – Bediüzzaman Said Nursî)
ziyade: çok, fazla

yuksel dedi ki...

Dipnot-1
Gerçek hile, hilesizliktir.

yuksel dedi ki...

Çünkü "siddiklik" mertebesi, peygamberlik mertebesinden hemen sonra gelir.
69.el-Hakka Suresi
Ruhu'l Beyan
Kur'an Meali Ve Tefsiri
cilt. 22.sy.202.

yuksel dedi ki...

SIDDÎK
الصدّيق
Doğru sözlü, doğruluktan ayrılmayan, gerçeği tasdik eden anlamında bir Kur’an terimi.

yuksel dedi ki...

SIDDÎK
الصدّيق
Doğru sözlü, doğruluktan ayrılmayan, gerçeği tasdik eden anlamında bir Kur’an terimi.
İlişkili Maddeler
SIDK
Niyette dürüstlük, söz ve davranışların doğru ve gerçeğe uygun olması anlamında bir ahlâk terimi.
Bu terimi lakap olarak taşıyan şahsiyet
EBÛ BEKİR
İlk müslümanlardan, Hulefâ-yi Râşidîn’in birincisi (632-634).

Müellif:
MUSTAFA ÇAĞRICI
Sözlükte “gerçeği konuşmak, gerçeğe uygun bilgi vermek, dürüst ve güvenilir olmak” anlamlarına gelen sıdk masdarından isim olan sıddîk “son derece doğru sözlü, asla yalan söylemeyen, sözünde duran, gerçek olduğuna inandığı şeyi onaylamakta tereddüt göstermeyen kimse” şeklinde tanımlanmaktadır (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ṣdḳ” md.; Lisânü’l-ʿArab, “ṣdḳ” md.; Fahreddin er-Râzî, XXI, 223). Cürcânî, sıddîkı “diliyle dışa vurduğu her söze mutlaka kalbiyle ve işiyle gerçeklik kazandıran kimse” olarak tarif etmektedir. Tehânevî’nin sıddîk konusunda naklettiği “Resûlullah’ın bilgi, söz ve fiil biçiminde ortaya koyduklarının hepsini tasdik etmekte ve Peygamber’le mânevî münasebeti sebebiyle onun iç dünyasına yakın olmakta en ileri seviyede bulunan kimse” şeklindeki daha özel bir tarifte Resûl-i Ekrem ile Hz. Ebû Bekir arasındaki ilişkinin göz önüne alındığı anlaşılmaktadır (Keşşâf, II, 851).

Sıddîk Kur’ân-ı Kerîm’de biri müennes (sıddîka) olmak üzere dört âyette tekil, iki âyette çoğul (sıddîkūn, sıddîkīn) olarak geçmektedir. Tekil biçimiyle geçtiği âyetlerin birinde Hz. Yûsuf (Yûsuf 12/46), birinde Hz. İbrâhim (Meryem 19/41), birinde Hz. İdrîs (Meryem 19/56), birinde Hz. Meryem (el-Mâide 5/75) hakkında kullanılmıştır. Bu âyetlerde zikredilen şahsiyetlerin özellikle sıddîk sıfatıyla anılması doğruluk, dürüstlük ve güvenilirliğin yüksek bir erdem olduğuna işaret eder. Fahreddin er-Râzî, Hz. İbrâhim’le ilgili âyette geçen sıddîkı açıklarken her nebînin aynı zamanda sıddîk olduğunu, fakat her sıddîkın nebî olması gerekmediğini, sıddîkın nebîye en yakın mertebede bulunduğunu, bundan dolayı orada bu iki kelimenin yan yana kullanıldığını belirtir (Mefâtîḥu’l-ġayb, XXI, 223). Bu âyetin devamında (Meryem 19/42-48) onun “çevredeki müşriklere karşı tevhidin kararlı kahramanı” olarak tanıtıldığı görülmektedir. Nitekim babasını şirkten vazgeçirememişse de tehditlere rağmen korkmadan ve tereddüt göstermeden sonuna kadar dinine sadık kalmış, Allah’a olan güçlü imanını korumuş, bu suretle sıddîk vasfını almaya lâyık olduğunu göstermiştir (Izutsu, s. 135-136).

yuksel dedi ki...

Fahreddin er-Râzî, Hz. Meryem’in sıddîka oluşunu (el-Mâide 5/75) Allah’ın âyetlerini ve oğlunun bildirdiği ilâhî gerçekleri tasdik etmesi veya Îsâ’nın doğumu öncesinde kendisine görünen varlığın (Meryem 19/17) Cebrâil olduğuna tereddütsüz inanması ya da kulluğunda sadık ve günahlardan uzak oluşuyla açıklar (Mefâtîḥu’l-ġayb, XII, 61). Bu âyetin maksadı, Îsâ ile annesi Meryem’e atfedilen ve Allah’ın mutlak birliği inancıyla bağdaşmayan kutsiyet iddiasını reddetmek ve her ikisinin de diğer ölümlüler gibi yemek yiyen birer ölümlü olduğunu vurgulamaktır. Onların diğer insanlardan farkı Îsâ’nın Allah’ın elçilerinden biri, Meryem’in de son derece erdem sahibi bir kadın olmasıydı (Izutsu, s. 134-135).

Bir âyette (el-Hadîd 57/19) Allah’a ve resulüne iman edenler sıddîklar diye anılmıştır. Tefsirlerde kaydedildiğine göre ilk dönem müfessirlerinden Mücâhid b. Cebr, bu âyete dayanarak Allah’a ve resulüne iman eden herkesin sıddîklar grubuna girdiğini belirtmiştir. Âyetteki sıddîklar kelimesini Mukātil b. Süleyman “verdikleri haberler konusunda peygamberlerden kuşku duymayanlar, onları yalanlamayanlar”, Dahhâk b. Müzâhim ise “Allah’a iman edip peygamberleri tasdik edenler” diye açıklamıştır (Taberî, XI, 683; Şevkânî, V, 201). Kelimenin Nisâ sûresindeki kullanımı (4/69) müfessirlerin daha çok ilgisini çekmiştir. Burada genel olarak Allah’a, resulüne ve ülü’l-emre itaati emreden, bu hususta münafıkların ikiyüzlülüklerini eleştiren ve bir anlaşmazlık çıkması durumunda Hz. Peygamber’in hakemlik yapmasını isteyen ifadelerin ardından, “Allah’a ve resulüne itaat eden kimseler Allah’ın kendilerine lutufta bulunduğu peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlih kişilerle beraber olacaktır. Bunlar güzel arkadaşlardır” buyurulmuştur. Âyetin nüzûl sebebiyle ilgili rivayete göre bir sahâbînin Resûl-i Ekrem’e gelerek onu kendisinden ve çocuğundan daha çok sevdiğini, evine gittiğinde bile onu özlediğini, o öldüğünde cennetteki yüksek makamı dolayısıyla kendisinden uzak kalacağından kaygılanıp üzüldüğünü söylemesi üzerine bu âyet inmiştir (Şevkânî, I, 545-546). Fahreddin er-Râzî bu âyetteki sıddîklarla kimlerin kastedilmiş olabileceği konusunda üç görüşten söz eder. a) Dini şeksiz şüphesiz kabul edenler; b) Hz. Peygamber’in sahâbîlerinin önde gelenleri; c) Resûlullah’ı ilk tasdik edip bu hususta sonraki müminlere önder olanlar. Son açıklamaya göre İslâm’ı ilk benimseyenlerin başında Hz. Ebû Bekir yer aldığı için sıddîk vasfına en çok lâyık olan da odur. Râzî’ye göre sıddîkıyyetten bir basamak yukarı çıkılırsa nübüvvete ulaşılır. Bundan dolayı Ebû Bekir vefat edince ashap onu Resûlullah’ın yanına defnetmiştir (Mefâtîḥu’l-ġayb, X, 171-173).

yuksel dedi ki...

Sıddîk kelimesi hadislerde de geçmektedir. Bu hadislerin bazılarında kelime Hz. Ebû Bekir’in sıfatı olarak sıkça zikredilir. Hz. Ebû Bekir mi‘rac olayı başta olmak üzere gayba dair haberleri hiç tereddütsüz kabul ettiği için bizzat Resûl-i Ekrem tarafından kendisine sıddîk lakabı verilmiş ve İslâm literatüründe bununla şöhret bulmuştur (meselâ bk. Müsned, IV, 4; Buhârî, “Feżâʾilü aṣḥâbi’n-nebî”, 5; Tirmizî, “Tefsîr”, 30/4; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 136). Resûlullah’ın, vefat eden oğlu İbrâhim’in ardından, “Eğer yaşasaydı muhakkak ki sıddîk bir nebî olurdu” dediği rivayet edilmekle birlikte (İbn Mâce, “Cenâʾiz”, 27) bu rivayet asılsız sayılmıştır. Diğer bir hadiste de sıddîk mertebesindeki birine başkalarını lânetle anıp kötülemenin yakışmayacağı ifade edilmiştir (Müslim, “Birr”, 84). Doğru sözlülüğün, özellikle ticarî hayatta dürüstlüğün önemine vurgu yapan hadislerde de sıddîk kelimesi geçmektedir (bk. SIDK).

Ahlâk ve tasavvuf kitaplarında sıdk erdemi münasebetiyle sıddîk terimine yer verilmektedir. Kuşeyrî sıddîkı “bütün sözlerinde, fiillerinde ve hallerinde doğru olan kişi” diye tarif etmiştir. Aynı mutasavvıf, Muhâsibî’nin bir kimsenin kendi kötülüklerine insanların vâkıf olmasından hoşlanmamasını sıddîkların ahlâkıyla bağdaştırmadığını nakleder. Maksadı ve niyeti doğru, iradesi hayra yönelmiş her insanın sadık veya sıddîk diye isimlendirilebileceğini ifade eden Gazzâlî’ye göre Allah’tan başka varlıklar karşısında özgürlüğünü kazanmış olan kimse sadık olarak anılır; varlığını Allah’a ve O’nun sevgisine adamış olan ise sıddîklar mertebesine ulaşır. Sadık ve sıddîkın iradesi herhangi bir sapma, zayıflık ve tereddüt göstermeden bütün gücüyle iyiliklere yönelir. Doğruluk ve dürüstlüğün sonsuz sayıda dereceleri bulunmakta olup bunların hepsinde sıdk mertebesine ulaşanlar gerçek sıddîklardır. Sıddîkıyyet velâyet derecesinin üstünde, nübüvvet derecesinin altındadır. Sıddîkıyyetle nübüvvet arasında vasıta bulunmamaktadır, yani sıddîkıyyeti geçenler Allah’ın lutfuyla nübüvvete ulaşmışlardır (Tehânevî, II, 850).


BİBLİYOGRAFYA
et-Taʿrîfât, “Ṣıddîḳ” md.

Tehânevî, Keşşâf, II, 850, 851.

Wensinck, el-Muʿcem, “ṣdḳ” md.

M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ṣdḳ” md.

Müsned, IV, 4.

Taberî, Câmiʿu’l-beyân, Beyrut 1412/1992, XI, 683.

Kuşeyrî, er-Risâle, II, 448, 452.

Gazzâlî, İḥyâʾ, IV, 388-392.

Fahreddin er-Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, X, 171-173; XII, 61; XXI, 223.

İbn Hacer, el-İṣâbe, I, 94.

Şevkânî, Fetḥu’l-ḳadîr, Beyrut 1412/1991, I, 545-546; V, 201.

T. Izutsu, Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar (trc. Selâhattin Ayaz), İstanbul 1991, s. 134-136.

yuksel dedi ki...

SIDK
الصدق
Niyette dürüstlük, söz ve davranışların doğru ve gerçeğe uygun olması anlamında bir ahlâk terimi.
İlişkili Maddeler
SIDDÎK
Doğru sözlü, doğruluktan ayrılmayan, gerçeği tasdik eden anlamında bir Kur’an terimi.
YALAN

Müellif:
MUSTAFA ÇAĞRICI
Eski sözlüklerde “vâkıaya uygun hüküm ifade eden söz, yalanın karşıtı” diye tanımlanan sıdk kelimesi (Cevherî, I, 580; Lisânü’l-ʿArab, “ṣdḳ” md.; Tâcü’l-ʿarûs, “ṣdḳ” md.; et-Taʿrîfât, “ṣıdḳ” md.) âyet ve hadislerle diğer İslâmî kaynaklarda “hakikati konuşmak, gerçeğe uygun bilgi vermek, dürüst ve güvenilir olmak, vaadine sadâkat göstermek” anlamında masdar; “hakikati ifade eden, gerçeğe uygun olan söz, doğruluk, dürüstlük, güvenilirlik” anlamında isim olarak kullanılır. Bir şeyin objektif gerçekliği hak, bunun aslına uygun biçimde anlatılması sıdk kavramıyla ifade edilir. Hak doğrunun nesnel yanı, sıdk ise sözün nesnel doğruya uygunluğudur. Sıdk ayrıca “sözün hem objektif gerçeğe hem de sözü söyleyenin zihnindeki bilgiye uygunluğu” şeklinde tanımlanır. Buna göre bir kimsenin sözü -aslında gerçeği ifade etse bile- o kişi kendi zihninde yalan söylediğini düşünüyorsa bu söz yalan (kezib, kizb) sayılır. Böyle bir durumda sözün bir yönden doğru, bir yönden yalan olabileceği de belirtilir. Meselâ bir inkârcının, “Muhammed Allah’ın elçisidir” şeklindeki sözü içindeki inancı ifade etmemesi yönünden yalan, Hz. Muhammed’in Allah’ın resulü olduğu gerçeğine uygun düşmesi bakımından doğrudur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm (el-Münâfikūn 63/1) münafıkların Hz. Peygamber’e gelerek, “Şahitlik ederiz ki sen gerçekten Allah’ın elçisisin” şeklindeki sözlerini, “Allah da biliyor ki sen O’nun elçisisin” sözleriyle söyleneni doğrulamış, “Ancak Allah da münafıkların yalancı olduğuna şahitlik eder” ifadesiyle gerçekte buna inanmadıkları için münafıkların yalancılığını bildirmiştir. Sıdk esas itibariyle geçmiş, şimdiki zaman veya gelecekle ilgili haber, bilgi ve vaad içeren söz için kullanılır. Ancak soru, talep ve duada da gizli yahut dolaylı bir bilgi saklıdır. Meselâ bir konuda soru soran kimse dolaylı biçimde o hususta bilgisi bulunmadığını, yardım isteyen veya dua eden de ihtiyaç içinde olduğunu belirtmiş olur (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ṣdḳ” md.; eẕ-Ẕerîʿa, s. 270-271; Izutsu, s. 129-132, 140-143).

yuksel dedi ki...

Sıdk kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de bazıları mecazi anlamda olmak üzere on beş yerde geçer. Ayrıca üç âyette “doğru sözlü” anlamında sâdık, elli kadar âyette bunun çoğul şekilleri (sâdikun, sâdikın, sâdikat), altmış kadar âyette aynı kökten çeşitli fiil ve isimler yer almaktadır (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ṣdḳ” md.). Sıdk iki âyette (ez-Zümer 39/32-33) Kur’ân-ı Kerîm’in isimlerinden biri olarak kullanılmıştır. Yûnus sûresinin 2. âyetindeki “kademe sıdk” ifadesi “hakiki menzil, yüksek derece, üstün şeref” gibi mânalarla açıklanır. Hasan-ı Basrî bu tabirle Hz. Muhammed’in yüksek şahsiyetinin, Hakîm et-Tirmizî onun makām-ı mahmûddaki mevkiinin kastedildiğini, Mukātil b. Süleyman ise bunun hayattayken öbür dünyaya gönderilen amelleri ifade ettiğini söyler (yorumlar için bk. Taberî, VI, 527-529; Şevkânî, II, 480-481). Müfessirlere göre İsrâ sûresinin 80. âyetinde geçen “doğrulukla giriş” (müdhale sıdk) Hz. Peygamber’in hicret sırasında Medine’ye girişine, “doğrulukla çıkış” da (muhrace sıdk) Mekke’den çıkışına veya ilki onun Mekke fethi için Medine’den çıkışına, ikincisi Mekke’ye girişine işaret eder (Zemahşerî, II, 372; Şevkânî, III, 285). Ancak İbn Âşûr, sûrenin Mekke’de indiğini dikkate alarak son yorumu isabetsiz bulmuş (et-Taḥrîr ve’t-tenvîr, XV, 187), Fahreddin er-Râzî ise bu tabirlerin önceki iki âyette söz konusu edilen namazla ilgili olduğunu belirterek doğrulukla girişi “namaza giriş”, doğrulukla çıkışı da “namazdan çıkış” diye açıklamıştır (Mefâtîḥu’l-ġayb, XXI, 29). Meryem sûresinin 50. âyetindeki “lisâne sıdk”, “sözü doğru” veya “doğruluk ve dürüstlükle anılma” (Zemahşerî, II, 512), Ahkāf sûresinin 16. âyetindeki “va‘dü’s-sıdk”, “dünyada insanlara peygamberlerin diliyle bildirilen gerçek vaad” (Taberî, XI, 287; Şevkânî, V, 23) diye açıklanır. Bir âyette Allah’ın kelâmının iki temel niteliği doğruluk ve âdillik şeklinde gösterilir (el-En‘âm 6/115). Aynı ifade bir hadiste de geçmektedir (Nesâî, “Cihâd”, 42). Fahreddin er-Râzî’ye göre Kur’an’ın bütün âyetleri ya haber veya yükümlülük bildirmekte olup buradaki doğruluk haber bildiren, âdillik de yükümlülük içeren âyetlerin niteliği şeklinde zikredilmiştir (Mefâtîḥu’l-ġayb, XIII, 161).

yuksel dedi ki...

Hadislerde hem sıdk kelimesi hem de çeşitli türevleri geçmektedir. Bazı hadis mecmualarında sıdk konusuna özel bablar ayrılmıştır (meselâ bk. Müsned, V, 14, 20; Buhârî, “Edeb”, 69; Tirmizî, “Birr”, 46; Dârimî, “Büyûʿ”, 8). Hz. Peygamber’in şu öğüdü, hadis kaynaklarının yanında sıdk konusuna yer veren hemen bütün ahlâk ve tasavvuf kitaplarında kaydedilmiştir: “Size doğruluğu öğütlerim; çünkü doğruluk iyiliğe, iyilik de cennete götürür. Doğruluğu şiâr edinen kimse Allah katında sıddîk diye yazılır. Yalan söylemekten sizi menederim; çünkü yalan söylemek günaha, günah da cehenneme götürür. Kişi yalan söyleye söyleye nihayet Allah katında kezzâb diye yazılır” (Müsned, I, 3, 5, 7, 8, 9, 11; Buhârî, “Edeb”, 69; Müslim, “Birr”, 103-105). Hadislerde doğruluğun huzur, yalancılığın kuşku ve huzursuzluk kaynağı olduğuna dikkat çekilmekte (Müsned, I, 200; Tirmizî, “Ḳıyâmet”, 60), dürüst tâcirin âhirette peygamberlerle birlikte olacağı belirtilmektedir (Tirmizî, “Büyûʿ”, 4; İbn Mâce, “Ticârât”, 1). Üç kişinin bir mağarada sıkışıp kaldığını anlatan uzun bir hadiste zor durumlarında insanları ancak doğruluklarının kurtarabileceği bildirilir (Buhârî, “Enbiyâʾ”, 53). Bazı hadislerde Resûl-i Ekrem “sâdık ve masdûk” (doğru olan ve doğruluğu herkesçe kabul edilen) şeklinde nitelenir (Buhârî, “Enbiyâʾ”, 1; “Ḳader”, 1). Ebû Süfyân’ın henüz müslüman olmadığı dönemde Bizans İmparatoru Herakleios’un sorusu üzerine Hz. Peygamber’in kişiliği ve daveti hakkında verdiği bilgiler arasında, “O bize doğruluğu, iffetli olmayı ve akrabalık hukukunu gözetmeyi emrediyor” ifadesi de yer almaktadır (Müsned, I, 262, 263; Buhârî, “Bedʾü’l-vaḥy”, 6; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 85). Bizzat Resûlullah da, “Aranızda Allah’tan en çok korkan, en doğru olan ve en çok iyilik yapan benim” demiştir (Buhârî, “İʿtiṣâm”, 27). Kelâm ilminde bütün peygamberlerin beş niteliğinden birinin sıdk olduğu belirtilir (bk. PEYGAMBER).

yuksel dedi ki...

Hemen bütün ahlâk ve tasavvuf kitaplarında sıdk başlıca ahlâkî erdemlerden biri diye gösterilir. Bu terimi oldukça geniş bir kapsamda ele alan Râgıb el-İsfahânî, sıdkı evrenin varlık sebeplerinin en önemlilerinden biri sayar. Çünkü sıdk hakikatin ifadesi olup hakikatin bir an ortadan kalktığı farzedilse artık evrenin düzeni de ortadan kalkar. Aynı âlime göre doğruluk bütün iyi ve güzel şeylerin temeli, peygamberliğin dayanağı, takvânın meyvesidir. Öte yandan bir kimsenin yalanı huy haline getirmesi onu insanlıktan çıkarır. Çünkü konuşma yeteneği insanın özelliğidir. Yalancı olarak tanınanın sözüne güvenilmez, sözüne güvenilmeyenin konuşması fayda getirmez; sözü faydasız olan ise hayvanlarla eşit duruma düşer, hatta böylesi hayvandan da aşağıdır; çünkü yalan söyleyerek zarar verir. Kur’ân-ı Kerîm’de doğru yoldan sapanlar için, “Onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da şaşkındır” ifadesi (el-Furkān 25/44) kullanılmıştır (eẕ-Ẕerîʿa, s. 270-271).

Sıdkı biraz daha dar kapsamlı olarak “bir konu hakkında gerçeğe uygun bilgi vermek”, yalanı ise “bir konu hakkında gerçeğin aksini söylemek” şeklinde tanımlayan Mâverdî doğru söylemenin de yalan söylemenin de bazı sebeplerinin bulunduğunu, ancak doğruluğun sebeplerinin temelli, yalancılığın sebeplerinin ise ârızî olduğunu belirtir. Çünkü doğruluk aklın ve dinin gereğidir; buna karşılık akıl ve din yalancılığı reddeder. Nitekim doğru bilgiler yaygınlık kazanıp tevâtür derecesine ulaşabilirken asılsız bilgiler böyle bir itibara lâyık görülmemektedir. Mâverdî doğruluğu gerekli kılan sebepleri akıl, din, ahlâk (mürüvvet) ve insanlardaki doğrulukla tanınma arzusu olarak sıralar. Akıl, bilhassa bir fayda sağlamayan ve bir zararı önlemeyen yalanın kötülüğüne hükmeder. Aklın doğru bulmadığı bir tutumu din de onaylamaz, aksine din aklın hükmünü pekiştirir, aklın pratikte faydalı bulduğu yalanı da sakıncalı görür. Ayrıca ahlâk çirkin tutumları reddettiği gibi söylenen bir sözün yalan olduğunun ortaya çıkması ve sonuçta kişinin itibarını zedelemesi de insanlarda doğrulukla tanınma arzusu meydana getirir (Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, s. 254-255). Mâverdî, bazı durumlarda sıdkın yalanla aynı derecede kötü ve çirkin, hatta yalandan daha zararlı olabileceğini de belirterek bunları gıybet, nemîme ve siâye (bozgunculuk çıkarmak için insanlar arasında söz taşıma) şeklinde sıralar (a.g.e., s. 257-260).

yuksel dedi ki...

Gazzâlî ve daha sonraki bazı âlimler sıdkın altı çeşidinden söz eder. a) Konuşmada sıdk. Söylenen her sözün -dinî ve toplumsal bir zarara yol açmadıkça- gerçeği yansıtması, verilen her sözün yerine getirilmesi ahlâkî bir ödevdir. Hadislerde sadece karı-koca arasındaki geçimsizliği gidermek, savaşta düşmana üstün gelmek ve insanlar arasında barışı sağlamak niyetiyle yalan söylenebileceği bildirilmiştir (Müsned, VI, 459, 461; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 50; Tirmizî, “Birr”, 26). b) Niyet ve iradede sıdk. Bir kimsenin sözünde doğru olması yanında iç dünyasında da dürüst olması, hakikati ifade etme niyet ve isteği taşıması gerekir. Hz. Peygamber’in, “Allah sizin bedenlerinize (şekillerinize) ve mallarınıza değil kalplerinize ve amellerinize bakar” (Müslim, “Birr”, 33, 34); “Ödemek niyetinde olmadığı halde borçlanan kimse hırsızdır” (İbn Mâce, “Ṣadaḳāt”, 10, 11) anlamındaki hadisleri bunu ifade etmektedir. Gazzâlî’ye göre bir kimsenin amacı gerçek, niyeti doğru olur, iradesi hayra yönelirse böyle biri sâdık veya sıddîk diye nitelenir. Ahlâkî bakımdan önemli olan sözün kelimeleri değil bunların arkasındaki niyet ve iradedir. Buna göre bir kimse diliyle, “Allah’a yöneldim; ben Allah’ın kuluyum; Allahım! Yalnız sana kulluk ederim” derken kalbi Allah’tan başka şeylerle meşgul olursa onun bu söyledikleri yalandan ibarettir. Gerçek kul varlığını nefsine değil mevlâsına adayandır, bu da sıddîkların derecesidir (İḥyâʾ, IV, 388-389; ayrıca bk. SIDDÎK). c) Karar vermede sıdk. Niyet ve iradeden sonraki bir doğruluk ve dürüstlük aşaması olup insanın iyi ve doğru olduğuna inandığı bir işi yapmaya dürüstlükle karar vermesini ifade eder. d) Kararında durma hususunda sıdk. Bir konuda verilmiş olan doğru kararı sürdürmeyi ifade eder. Karar verme ve kararında durmadaki dürüstlük, özellikle kötü alışkanlıklardan tövbe edip bir daha bunlara dönmeme hususunda büyük önem taşır. e) Amelde sıdk. Ahlâk âlimleri amelde dürüstlüğü “iyilikleri gösteriş için değil sırf iyi ve gerekli olduğu için yapma, kötülükleri de aynı anlayışla terketme bilinci ve sorumluluğu” olarak açıklamışlardır. f) Dinî ve mânevî hallerde sıdk. Özellikle tasavvufî kaynaklar kulun Allah’a saygı ve bağlılığını gösteren havf, recâ, tâzim, zühd, rıza, tevekkül, muhabbet gibi mânevî hallerdeki doğruluk ve samimiyeti sıdkın en ileri derecesi olarak değerlendirmiştir (a.g.e., IV, 386-392). Seyyid Şerîf el-Cürcânî’nin kaydettiğine göre hakikat ehli sıdkı “ölümü pahasına da olsa gerçeği söyleme” diye tarif etmiştir (et-Taʿrîfât, “ṣıdḳ” md.). Cüneyd-i Bağdâdî’nin de sıdkı böyle anladığı belirtilir (Kuşeyrî, II, 451). Ancak İslâm âlimleri hayatî bir tehlike karşısında yalan söylemeyi câiz görmüştür (bk. YALAN).

yuksel dedi ki...

BİBLİYOGRAFYA
Cevherî, eṣ-Ṣıḥâḥ (nşr. Nedîm Mar‘aşlî – Üsâme Mar‘aşlî), Beyrut 1974, I, 580; Wensinck, el-Muʿcem, “ṣdḳ” md.; el-Muvaṭṭaʾ, “Kelâm”, 17; Müsned, I, 3, 5, 7, 8, 9, 11, 200, 262, 263; II, 177; V, 14, 20; VI, 459, 461; Taberî, Câmiʿu’l-beyân, Beyrut 1412/1992, VI, 527-529; XI, 287; Mâverdî, Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn (nşr. Mustafa es-Sekkā), Beyrut 1978, s. 253-260; Kuşeyrî, er-Risâle, II, 448-453; Râgıb el-İsfahânî, eẕ-Ẕerîʿa ilâ mekârimi’ş-şerîʿa (nşr. Ebü’l-Yezîd el-Acemî), Kahire 1405/1985, s. 270-271; Gazzâlî, İḥyâʾ, IV, 386-392; Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 372, 512; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, XIII, 161; XXI, 29; Şevkânî, Fetḥu’l-ḳadîr, Beyrut 1412/1991, II, 480-481; III, 285; V, 23; M. Tâhir İbn Âşûr, et-Taḥrîr ve’t-tenvîr, Tunus 1984, XV, 187; T. Izutsu, Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar (trc. Selâhattin Ayaz), İstanbul 1991, s. 129-132, 140-143; Abdülhalîm Ahmedî, “Taḥḳīḳu ṣıdḳı’n-niyye ʿinde’l-Ġazzâlî”, Mecelletü’ş-şerîʿa ve’d-dirâsâti’l-İslâmiyye, VI/13, Küveyt 1409/1989, s. 77-154.

yuksel dedi ki...

Büyüklerden birisi şöyle der:
Nurlar dört olup birbiri arasında dört mertebe halindedir. Nurlar tabiat mertebesinde siyah, nefis mertebesinde kırmızı, ruh mertebesinde yeşil, sırr mertebesinde ise beyaz nur/ışık verir.
Ruhu'l Beyan
Kur'an Meali Ve Tefsiri
cilt. 22.sy.197.
69.el-Hakka Suresi

yuksel dedi ki...

Çünkü nakil Peygamberimiz (s.a.) Allah Teala'yi miraç gecesi yüzü parlak ve kılsız genç bir delikanlı suretinde görmüştür.
7.Cenab-ı Hakk'in bu şekilde görülmesi akide yönünden caizdir.
Ruhu'l Beyan
Kur'ân-ı Kerîm Meali Ve Tefsiri
cilt. 22.sy.200.
69.el-Hakka Suresi.

YANITLASİL

yuksel20 Ağustos 2021 23:53
Çünkü insanın biçimi biçimlerin en mükemmeli ve bütün özellikleri en çok toplayanidir. Nitekim Allah Teala'nin rüyada görülmesi de aynen böyledir. Aslında Allah c. c.zatinda cismani Butün sifatlardan münezzehtir.
Ruhu'l Beyan
Kur'an Meali Ve Tefsiri
cilt 22.sy.200.
69.el-Hakka Suresi

yuksel dedi ki...

Bediuzzaman'ın fetvası şöyledir :
Baskı altındaki bir fetva makamının fetvası mualleldir (sakıncalı, hastalıklı) : onunla amel edilmez.O halde kuvayi Milliyeyi amil, milli iradeyi hakim kılmak için şarttır.
Kudsi Rivayetler Işığında Ahirzaman Alâmetleri
sy. 77.

yuksel dedi ki...

Fazileti ancak erbabı bilir. Ruhu'l Beyan
Kur'an Meali Ve Tefsiri
Cilt. 22.

yuksel dedi ki...

Benden sonra yakında birtakım sultanlar peydah olur. Kapılarında fitneler develerin yatakları gibidir. Kimseye bir hayır göstermezler. Bir şey verirlerse, ancak onların dinlerinden bir taviz kopararak verirler.
Ravi: Hz. Abdullah İbni Hars (r.a.)
Sayfa: 302 / No: 11
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Yine Hz. Ali'nın rivayetinde de "Mehdi, Besmele' nin hitaminda çıkar". denmiştir. Kudsi Rivayetler Işığında Ahirzaman Alâmetleri
sy. 148.

yuksel dedi ki...

Allah, onlar sebebiyle bu dini kuvvetlendirir.

ARAMA
Kelime ara veya sayfa getir:

Kelime
SayfaAra
Sayfa Sıra Hadis-i Şerif Ravi
355 1 Davud (a.s.)'ın ve bütün yeryüzü halkının ağlaması, Adem (a.s.)'ın ağlamasına denk değildir. Hz. Süleyman (r.a.)
355 2 Bütün yer gök ehli bir mü'minin kanında ortak olsa, Allah onları Cehenneme atar. Hz. Ebû Said (r.a.)
355 3 Bütün yer gök ehli bir mü'minin kanında ortak olsa, Allah onların hepsini yüzü koyun cehenneme atar. Hz. Ebû Bekre (r.a.)
355 4 Eğer bir huri parmaklarından birini dünyaya gösterse (yer-gök ehli) her can sahibi, onun kokusunu duyardı. Hz. Said İbni Amir (r.a.)
355 5 Ehli Cennet kadınlarından bir kadın yeryüzüne baksa, misk kokusundan yeryüzü dolar ve yüzünün nuru güneş ve aynı ziyasını bastırırdı. Hz. Said İbni Amir (r.a.)
355 6 Cennetten bir tırnağın yükleneceği bir şey dünyaya gelse, mağrib ile meşrik arasındakileri tezyin ederdi. Cennet ehlinden bir kişi bileziklerle beraber gözükse, nuru güneşin ziyasını söndürürdü. Güneşin yıldızları söndürdüğü gibi. Hz. Davud İbni Amir (r.a.)
355 7 Dünyadaki bütün varlıklar ümmetimden birinin elinde olsa, sonra o "Elhamdülillah" dese, bu "elhamdülillah" sözü, bütün onlardan daha kıymetli olurdu. Hz. Enes (r.a.)
355 8 Zakkumdan bir damla dünyaya damlasa, dünya halkının geçimini ifsad ederdi. Ya yemeği ondan olanın hali nasıl olur? Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
355 9 Cehennemden bir kıvılcım arzın ortasına düşse, sıcaklığının şiddeti ve pis kokusu şark ile garbı kapladı. Hz. Enes (r.a.)
355 10 On yüklü deve ağırlığında bir taş Cehennemin ağzından atılsa, "Ğayy u esâm" denilen mevkiye yetmiş senede kavuşmazdı. Denildi ki: "Ğayy u esâm" nedir? Buyurdu ki: "Cehennemde iki kuyudur ki, oraya Cehennem ehlinin cerahatleri birikir. Hz. Ebû Ümâme (r.a.)
355 11 Sizlerden biri bir yere konduğunda "Eûzü bi kelimâtillahit tâmmati min şerri mâ halaka." derse o yerden ayrılıncaya kadar hiç bir şey ona zarar vermez. Hz. Havle (r.a.)

yuksel dedi ki...

Sayfa Sıra Hadis-i Şerif Ravi
262 1 Şu üç şey imandandır: Darlıkta infak etmek, rast geldiği müslümana selam vermek, kendi aleyhinde de olsa adaleti gütmek. Hz. Ammar (r.a.)
262 2 Bir adam şu üç şeyi toplarsa, iman hasletlerini toplamış olur: Darlıkta infak, rast geldiği müslümana selam, kendi aleyhinde de olsa adaleti gütme. Hz. Ammar (r.a.)
262 3 Şu üç şey bir adamda olursa, sevabı hak eder ve imanı tekmil eder: İnsanlarla iyi geçim temin eden güzel ahlak, Allah'ın haramlarından onu alıkoyan verağ, cahilin cehlini karşılayan hilim. Hz. Enes (r.a.)
262 4 Şu üç şey, kişinin iman ahlakındandır: Gazablandığı zaman, gazabı onu batıla sevketmez. Hoşnut olduğu zaman hoşnutluğu onu haktan ayırmaz, iktidar sahibi olduğu halde, iktidarı, onu harama sevketmez. Hz. Enes (r.a.)
262 5 Üç şey vardır ki onlar veya onlardan biri kimde varsa, o kimse, dilediği kadar huril-iyn ile evlendirilir. Gizli ve can çekici bir emaneti, Aziz ve Celil olan Allah korkusundan, iç etmeyip sahibine ödemek, katili affetmek, her namazdan sonra on kere "Kulhuvallahu ehad"i okumak. Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
262 6 Şu üç şey ortaya çıktıktan sonra, evvelden iman etmemiş veya imanından hayır kazanmamış bir kimseye, imanı fayda vermez. Güneşin garbdan doğması, deccal ve dabbetül-arz. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
262 7 Bir kimse şu üç şeyi yaparsa imanın tadını tatar: Yalnız Allah'a kul olur ve "La ilahe illallah" der, gönül hoşluğu ile zekatını verir, şöyle ki: yaşlısını, zayıfını, hastasını, adisini değil, fakat malın ortasından verir. Muhakkak ki Allah, onun en güzelini sizden istemez. Lakin, en kötüsünü de emretmemiştir. Nefsini tezkiye eder. Denildi ki, "Nefsi tezkiye ne demektir?" Buyurdu ki: "Kişinin nerede olursa olsun, Allah'ın kendisi ile beraber olduğunu bilmesidir. Hz. Abdullah İbni Muaviye (r.a.)
262 8 Üç şey bir adamda olursa Allah (z.c.hz)'leri onu himayesine alır ve onu Cennetine sokar: (Onun ayıbını, kusurunu örter.) Zayıfa rıfk ile muamele etmek, anaya-babaya şefkat göstermek, köleye iyi muamele etmek. Hz. Câbir (r.a.)
262 9 Şu üç şey reddedilmez: Yastık (minder), koku ve süt. Hz. İbni Ömer (r.anhüma)
262 10 Üç şey vardır ki, insan, kıyamet gününe o vasıflarla gelmezse, ona bir şey (mükafat) yoktur: Kendisini Allah'ın haramından men edecek verağ, halk ile iyi geçinecek ahlak, sefihin cehaletini karşılayacak hilim. Hz. Büreyde (r.a.)
262 11 Üç şey vardır ki, kimde üçü veya biri bulunmazsa, amelinden hiç bir şey ona fayda vermez: Kendisini, Allah'ın bildirdiği günahlardan alıkoyan takva, insanlarla iyi geçinmeyi sağlıyan güzel ahlak, sefihi karşılayan hilim. Hz. İbni Abbas (r.anhüma)

yuksel dedi ki...

Sayfa Sıra Hadis-i Şerif Ravi
260 1 Şu üç şey men olunmaz: Su, ot ve ateş. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
260 2 Şu üç şeyi bir kimse yaparsa, zararı kendine aittir; Hükümete isyan, hile, ahdini bozmak. Hz. Enes (r.a.)
260 3 Şu üç şey üzerine yemin ederim: Sakadan dolayı asla mal eksilmez. (Hayrı, bereketi) ÖYLE İSE SADAKA VERİN: Af etmek; Bir kimse uğradığı zulümden dolayı Allah (z.c.hz)lerinin rızasını umarak af ederse, Allah onu, bu sebeble, dünya ve ahirette aziz eder. Öşle ise af edin ki, Allah da izzetinizi artırsın. Bir kimse kendine isteme kapısını açarsa, ondan dolayı, Allah da ona fakirlik kapısını açar. (Mümkünse kimse kimseden bir şey istemek sevdasına kapılmasın. Bunu içni en koyusu, istemekle servet temin etmektir.) Hz. Abdurrahman İbni Avf (r.a.)
260 4 Ümmetimin üzerine üç şeyden korkarım: Yıldızlardan yağmur bekleme, sultanın zulmü, kaderi tezkib. Hz. Câbir İbni Semure (r.a.)
260 5 Üç şey cefadandır: ayakta bevl etmek, namazı bitirmeden alnının toprağını silmek, secdede üfürmek. (Cefa, yaklaşmasını isterken uzaklaşmaktadır.) Hz. Abdullah İbni Büreyde (r.a.)
260 6 Üç şey Arşa yapışmıştır: Akrabalık: "Yarabbi, sana sığınmışım. Kesilmiyeyim" der. Emanet: "Yarabbi, sana sığınmışım. Senden korkan kimse tarafından hiyanet görmeyeyim" der. Nimete şükür: "Yarabbi, sana sığınmışım, küfrana uğramayayım" der. Hz. Sevban (r.a.)
260 7 Şu üç şey oruçlunun orucunu bozmaz: Hacamat, istifra, ihtilam. Hz. Ebû Said (r.a.)
260 8 Üç şey cahiliyet işlerindendir ki, müslümanları bırakmaz: Yağmuru yıldızlardan aramak. Nesebde taan etmek veya hor görmek, ölü peşinden sesli ağlamak. Hz. Mus'ab (r.a.)
260 9 Üç şeyin şakası da, ciddisi de sahihdir: Nikah, talak , talaktan dönmek. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
260 10 Üç şey vardır ki, ciddisi de ciddi, şakası da ciddidir. Talak, nikah, köle azad etmek. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
260 11 Şu üç şey helak edici, şu üç şey kurtarıcı, şu üç şey derece, şu üç şey de keffarettir. Denildi ki: "Ya Resulallah, helak ediciler nedir? Buyurdu ki: Hakim olan hasislik, tabi olan heva ve adamın kendini beğenmesi. Denildi ki: "Kurtarıcılar nedir?" Buyurdu: Gizli ve aşikarede Allah'dan korkmak, fakirlik ve zenginlikte itidal üzere bulunmak, gazabta ve rızada adalet üzere olmak. Denildi ki; "Keffaret nelerdir?" Buyurdu ki: "Mescide gitmek, namazdan sonra namazı beklemek, şiddetli soğukta ve soğuk bir günde hakkı ile abdest almak, (Derecata gelince: yemek yedirmek, selamı aşikare etmek, insanlar uykuda iken gece namazı kılmak.) Hz. İbni Abbas (r.anhüma)

yuksel dedi ki...

Sayfa Sıra Hadis-i Şerif Ravi
356 1 Bir adam anasından doğduğu andan ölene kadar, yüzünün üstünde süründürülerek Allah'a taat yolunda ihtiyarlasa, kıyamet günü bunu azımsardı ve ecir ve sevabını artırmak içi dünyaya geri gönderilmeyi isterdi. Hz. Muhammed İbni Ebu Amîra (r.a.)
356 2 Allah yolunda birbirini seven iki kuldan biri meşrıkte, diğeri mağribde olsa, Kıyamet günü Allah onları birleştirir de şöyle buyurur: "İşte şu senin sevdiğindir." Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
356 3 Biriniz ailesiyle münasebette bulunacağında "Bismillah" ve hem de "Allahım bizi ve nasib edeceğin evladımızı şeytandan uzaklaştır." derse, eğer bu birleşmeden bir çocuk takdir edilmişse, o evlada şeytan hiç bir vakit zarar veremez. Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
356 4 Biriniz kapısız ve menfezsiz bir kaya içinde amelde bulunsa bile, o nasıl olmuşsa bunun eseri insanlar arasında intişar eder. Hz. Ebû Said (r.a.)
356 5 Bir kimse Allah için bir gün nafile oruç tutsa, arz dolusu altın verse de hesap sırasında yine o orucun sevabına erişmiş olamaz. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
356 6 Kullar günah işlemeseler, Allah günah işliyecek bir mahluk yaratır, sonra onları mağfiret ederdi. Zira Allah, gafûrur rahimdir. Hz. İbni Amr (r.a.)
356 7 İmanı kuvvetli olan bir adam, şu mealdeki ayetleri dağa okusa dağ yerinden oynar: "Siz kendinizin abes yere yaradılmış olduğunuzu ve bize döndürülmeyeceğinizi mi zannedersiniz?" Hz. İbni Mes'ud (r.a.)
356 8 Sizlerden biri, sefer murad ettiğinde ve bir yere inip eşyasını koyduğunda etrafına daire çisze ve "Allah Rabbî Lâ şerîke leh" dese malı korunur. Hz. Osman (r.a.)
356 9 Allahı'n kullarından bir kul, yer-gök ehlinin takva ve iyilik nev'inden olan ameliyle Allah'ın huzuruna gelse, kendinde şu üç haslet varsa, o amellerin zerre miktarı değeri olmaz: Ucub (ibadet cihetinden kendini beğenmek), müminlere eza, Aziz ve Celil olan Allah'ın rahmetinden ümidi kesme. Hz. Ebud Derda (r.a.)
356 10 Bir adam gündüz oruç tutsa ve gece ibadet etse, Allah onu, yine niyetine göre haşreder. Ya Cennete, ya Cehenneme. Hz. İbni Ömer (r.anhüma)
356 11 Bir sadaka yetmiş bin kişinin elinden geçse, en sonu ile en evvelinin sevabı aynı olur. Hz. Câbir (r.a.)

yuksel dedi ki...

68. Kalem Sûresi

Mekke döneminde nâzil olmuştur. 52 âyettir. Adını ilk âyette geçen “kalem” kelimesinden almıştır. 17, 33 ve 48-50. âyetleri Medine’de inmiştir.

Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla

1. Nûn. Kaleme ve (onunla) yazılanlara andolsun.

2. (Resûlüm!) Sen Rabbinin nimeti sayesinde bir mecnun değilsin.

3. Doğrusu senin için elbet kesintisiz (ve minnetsiz) bir mükâfat vardır.

4. Ve şüphesiz sen, pek evrensel/genel geçerli mükemmel bir ahlâk üzerindesin.[1]

5-6. Fitneye (deliliğe) tutulanın hanginiz olduğunu, yakında göreceksin, onlar da görecekler.

7. Şüphesiz Rabbin, O, kendi yolundan sapanı en iyi bilendir. O, doğru yolu bulanları da en iyi bilendir.

8. Artık (seni ve Kur’an’ı) yalanlayan (ve bu tavırda olan)lara itaat etme!

9. (Çünkü) Onlar arzu ettiler ki sen yumuşak davranasın da, (taviz veresin, şirk düzenlerine çatmayasın, uzlaşasın ve hoşlarına gidecek işler yapasın da böylece) kendileri de (sana) yumuşak davransınlar. [krş. 109/1-6]

10. Şunların hiçbirine boyun eğ(ip yakınlık göster)me: (Doğruya eğriye) alabildiğine yemin eden aşağılığa,

11. Daima (onu bunu) ayıplayana, hep koğuculuk için gezene,

12. Din adına yapılan hayrı/iyi olanı yapmaya daima engel olana, saldırgana, günaha dadanmışa, [krş. 18/ 28; 76/24]

13. Sert, kaba olana. Bundan başka (da) kötülükle (dine aykırı olanı yapmada) damgalı (ve soysuz kimse)ye,[2]

yuksel dedi ki...

[1] Bütün asil nitelikler emsalsiz olarak O’nun karakterinde simgeleşmiştir. Mükemmel bir örnektir. [bk. 33/21]

[2] Resûlullah (sas.), “Zayıf olan ve halk tarafından zayıf görülen (mütevâzi) her mü’min cennetlik; katı yürekli, kibirli, hilekâr ve ululuk taslayanlar da cehennemliktir.” buyurmuştur (Zebîdî, XI, hadis no: 1752).

[3] Buhârî (Sofuoğlu), XI, 1753. Dünyada, şeytanın ve nefsinin aldattığı kimseler rükû ve secdeye gidemezler. Bunlar âhirette de aynı şekilde secdeye gidemeyip dikilip kalırlar.

yuksel dedi ki...

KALEM SÛRESİ
سورة القلم
Kur’ân-ı Kerîm’in altmış sekizinci sûresi.
Kalem sûresinin ilk âyetleri
İlişkili Maddeler
KUR’AN
İslâm dininin kutsal kitabı.
SÛRE
Kur’ân-ı Kerîm’i oluşturan 114 bölümden her biri.

Müellif:
M. KÂMİL YAŞAROĞLU
Mekke döneminin başlarında nâzil olan sûrelerdendir. Adını ilk âyetteki “kalem” kelimesinden alır. “Nûn” ve “Nûn ve’l-kalem” olarak da adlandırılır. Elli iki âyet olup fâsılaları م ve ن harfleridir. Nüzûl sırası bakımından başında hurûf-ı mukattaanın geçtiği sûrelerin ilkidir. Sûrenin muhtevası göz önünde bulundurulduğunda Mekke döneminde Hz. Peygamber’e karşı baskıların şiddetlendiği sırada nâzil olduğu anlaşılır.

Kalem sûresini üç bölümde ele almak mümkündür. Birinci bölümde (âyet 1-7) ilk olarak kaleme ve yazıya yemin edilir. Sûrenin başındaki nûn hurûf-ı mukattaadan biridir. Bu harfin “hokka, mürekkep, balık” gibi anlamlara geldiği ve rahmân isminin son harfi, dolayısıyla bir ismin rumuzu olduğu ifade edilmekle birlikte (Fahreddin er-Râzî, XXX, 77) sûre başlarındaki diğer harfler gibi o da müteşâbihtir. Öte yandan kaleme ve yazıya yemin edilmesi Kur’an’ın okuma yazmaya verdiği öneme işaret eder. Bu bölümde inkârcılar tarafından Hz. Peygamber’e yöneltilen iftiralara cevap verilerek onu aşağılamak ve gözden düşürmek isteyenlerin iddiasının aksine Resûlullah’ın mecnun olmadığı ve yüksek bir ahlâka sahip bulunduğu vurgulanır; kimin çarpılmış, akıldan yoksun kalmış olduğunu yakında herkesin göreceği belirtilir.

Sûrenin ikinci bölümünde (âyet 8-47) başkalarını çekiştirme, insanlar arasında söz götürüp getirme, iyiliğin amansız düşmanı olma, saldırganlık ve kabalık gibi ahlâkî zaaflara dikkat çekilir (âyet 8-16). Bu âyetlerin, Hz. Peygamber’e düşmanlığı ile tanınan Velîd b. Mugīre ve Ahnes b. Şerîk gibi Kureyş kabilesinin ileri gelenleri hakkında nâzil olduğu nakledilmektedir (Süyûtî, s. 204). İnsanların onur ve şahsiyetini hedef alan, dolayısıyla ferdî ve içtimaî ahlâkı zedeleyen bu davranışların zikredilmesiyle bir taraftan adı geçen kişilerin karakterleri yerilirken diğer taraftan müminlerin bu niteliklerden uzak durmaları konusunda uyarıldıkları anlaşılmaktadır. Bu bölümde ayrıca, kendilerine verilen nimetlere karşı nankörlükleri yüzünden bu nimetlerden mahrum bırakılan kişilerle ilgili bir kıssaya yer verilerek (âyet 17-32) nimetle şımarmanın, iyiliğe engel olmanın ve başkalarının haklarına tecavüz etmenin sonucu anlatılır, mal ve evlâdın aslında bir imtihan vesilesi olduğu vurgulanır. Bu âyetlerde insanların sadece yoklukla değil nimetle sınanmalarının da ilâhî bir kanun olduğuna işaret edilmektedir. Daha sonra inkârcılara ardarda yöneltilen çarpıcı sorularla (âyet 35-47) onların üstünlük iddiaları reddedilir ve inançlarının hiçbir temelinin olmadığı belirtilir. Âhirette kendilerini bekleyen korkunç son hatırlatılarak kıyamet sahnelerinden biri etkileyici bir üslûpla tasvir edilir.

Üçüncü bölümde (âyet 48-52) nüzûl sırasına göre ilk defa bir peygamber kıssasına yer verilerek Hz. Yûnus’un yaşadığı tecrübe aktarılır. Resûlullah’ın mâruz kaldığı sıkıntılara karşı sabretmesi istenir; bu şekilde hem kendisi hem de ona inananlar teselli edilir. Burada, kâfirlerin Kur’an’ı işittikleri zaman Hz. Peygamber’i neredeyse gözleriyle devireceklerini ifade eden 51. âyetin Kureyş’ten bir grubun Resûlullah’a bakıp, “Ne onun gibisini ne de getirdiği delillerin benzerini gördük” demek suretiyle ona nazar değdirmek istemeleri üzerine nâzil olduğu nakledilmektedir (Vâhidî, s. 249). Nitekim Hasan-ı Basrî nazara karşı bu âyetin okunmasını tavsiye etmiştir (Zemahşerî, IV, 148; Fahreddin er-Râzî, XXX, 100). Sûre Kur’an’ın insanlar için bir uyarı olduğunu ifade eden âyetle sona erer.

Bazı tefsirlerde Hz. Peygamber’den nakledilen, “Kalem sûresini okuyan kişiye Allah ahlâkını güzelleştirdiği kimselerin sevabını verir” (meselâ bk. Zemahşerî, IV, 148) meâlindeki hadisin sahih olmadığı belirtilmektedir (Muhammed et-Trablusî, I, 1022).

yuksel dedi ki...

Kalem sûresi hakkında yapılan çalışmalar arasında Receb Ahmed Abdüttevvâb’ın Kıṣṣatü aṣḥâbi’l-cenne ve’l-ʿibre fîhâ kemâ tüṣavviruhâ sûretü’l-Ḳalem’i (yüksek lisans tezi, 1982, Câmiatü’l-Ezher külliyyetü usûli’d-dîn), Rif‘at İsmâil es-Sûdânî’nin Min esrâri’n-naẓmi’l-Ḳurʾânî fî sûreti’l-Ḳalem’i (Kahire 1991) ve Melîha Abdullah el-Hârisî’nin Tefsîru sûreti’l-Ḳalem’i (yüksek lisans tezi, 1402, er-Riâsetü’l-âmme li ta‘lîmi’l-benât [Cidde]) zikredilebilir.


BİBLİYOGRAFYA
Taberî, Câmiʿu’l-beyân, XXIX, 9-30.

Vâhidî, Esbâbü’n-nüzûl, Kahire 1378/1959, s. 249.

Zemahşerî, el-Keşşâf (Beyrut), IV, 140-148.

İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-mesîr, VIII, 326-344.

Fahreddin er-Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, XXX, 77-101.

Süyûtî, Esbâbü’n-nüzûl, [baskı yeri ve tarihi yok] (Dâru ihyâi’l-kütübi’l-Arabiyye), s. 204.

Muhammed et-Trablusî, el-Keşfü’l-ilâhî ʿan şedîdi’ż-żaʿf ve’l-mevżûʿ ve’l-vâhî (nşr. M. Mahmûd Ahmed Bekkâr), Mekke 1408, I, 1022.

Elmalılı, Hak Dini, VIII, 5249-5306.

M. İzzet Derveze, et-Tefsîrü’l-ḥadîs̱, Kahire 1962, I, 40-71.

Mevdûdî, Tefhîmü’l-Kur’ân (trc. Muhammed Han Kayanî v.dğr.), İstanbul 1987, VI, 387-400.

Zuhûr Ahmed Azhar, “Ḳalem”, UDMİ, XVI/2, s. 384-385.

yuksel dedi ki...

Sayfa Sıra Hadis-i Şerif Ravi
357 1 Siz Allah'a hakkı ile tevekkül etseniz kuşlar gibi rızıklanırdınız. Onlar aç gider, tok dönerler. Hz. Ömer (r.a.)
357 2 Siz yanımdaki gibi kalsaydınız, melekler sizi evlerinizde ziyaret ederdi. Siz günah etmeseniz, Allah günah işliyen bir halk getirirdi de sonra onları affederdi. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
357 3 Yanımdan çıktığınızda, yanımdaki gibi kalsaydınız, Medine sokaklarında melaike sizinle musafaha ederdi. Hz. Enes (r.a.)
357 4 Allah (z.c.hz.) kullarından beş sene yağmuru tutup sonra yağdırsa insanlardan bazıları yine küfranı nimette bulunur da "durum icabı yağdı." derler. Hz. Ebû Said (r.a.)
357 5 Eğer Benim bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız. Hz. Enes (r.a.)
357 6 Ölümden sonra karşılaşacağınız hali bir bilseydiniz, asla istiyerek yiyemez, istiyerek içemez ve gölgeleneceğiniz evlere giremezdiniz. Bağrınızı döverek dağlara uğrar ve kendinize ağlardınız. Hz. Ebud Derda (r.a.)
357 7 Allah (z.c.hz)'den hakkıyla korksaydınız beraberinde cahillik olmayan ilme nail olur ve Allah Tealayı hakkıyle tanısaydınız duanızla dağlar (yerinden) oynardı. Hz. Muaz (r.a.)
357 8 Eğer Allah (z.c.hz)'ni hakkıyla tanısaydınız denizler üzerinde yürür ve duanızla dağlar oynardı. Allah'dan hakkıyla korksaydınız cehilsiz ilme nail olurdunuz. Lakin bu hadde kimse erişmemiştir. Denildi ki: "Ya Resulallah sen de mi?" Buyurdu ki: "Bende; Allah azze ve celle bütün işlerinin bir kimsenin anlayabilmesinden daha büyük değil midir? (Onun zatının ve işlerinin künhüne erişilemez.) Hz. Muaz (r.a.)
357 9 Eğer sana İsrafil (a.s.), Cebrail (a.s.), Mikail (a.s.) ve Hamele-i Arş, aralarında Ben de olduğum halde dua etseydik, sen ancak senin için yazılan kadınla evlenirdin. (Ashabdan bir zatın Peygamberimize bir kadını almak istiyorum "dua et" demesi üzerine bu hadis varid olmuştur.) Hz. Urve (r.a.)
357 10 Siz namazı beklemekte iken, Allah'ın gökten bir kapı açarak sizin meclisinizi, sizinle övünerek meleklerine gösterdiğini bir bilseydiniz. Hz. Muaviye (r.a.)

yuksel dedi ki...

Kötülüğü kötülük yapmak için değil, Ondan korunmak için tanıdım.
Kim insanlardaki kötülüğü tanımazsa tuzağına düşer.
Batiniligin İç Yüzü
İmam Gazali. sy. 24.

yuksel dedi ki...

Ehli cehenneme deneydi ki: "Dünyadaki taşlar adedince Cehennemde kalacaksınız" buna ferahlanırlardı. Cennet ehline de denseydi ki: "Taşlar adedince kalacaksınız." hüzünlenirlerdi. Lakin onlara ebediyet mukadder kılındı.
Ravi: Hz. İbni Mes'ud (r.a.)
Sayfa: 358 / No: 6
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Şu üç şey imanın esasındandır: "La ilahe illallah" diyenden el çekmek. Biz bunu diyene bir günahı sebebiyle, küfür isnad edemeyiz ve bir amelinden dolayı da islamiyetten çıkaramayız. "Cihad" Bu, Allah (z.c.hz) lerinin Beni baas etmesinden itibaren, deccal ile olan harbine kadar devam edecektir. Cihada alimin adaleti de, zalimin zulmu de mani olamaz. (Yani başımızdakier zalim. Ben onun bayrağı altında harp edemem yok) "Kaderin hepsine" (Hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna)" iman etmek.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)
Sayfa: 259 / No: 11
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Sembollerin dili ve Osmanlı Arması -3

Nesrin Dülek Çaylı
Makaleyi Dinle
Mesaj Gönder
Geçmişi ile onur duyan komplekssiz her Türk’ün şerefle günümüzde taşıdığı bu arma ne çok şey barındırıyor birlikte bakalım.

Armanın üst zeminini oluşturan geniş motif güneşi sembolize ediyor. Tüm karanlıkların ışığa ihtiyacı vardır ve güneş dünya etrafındaki meşki ile döne dolaşa dünyayı aydınlatır. Aynı zamanda kucaklayıcı bir şefkat simgesidir güneş

Osmanlı Devleti armasında güneşe yer veriliş sebebi aydınlatıcı bir devlet ve kucaklayarak kuşatıcı bir din algısını güneş ile sembolize etmesindendir.

· Dünyayı tesiri altına alabilme yetkisine sahip güneşin üzerin de yeşil daire dünyayı ve dünya üzerinde var kılınmış en büyük Müslüman Türk Hanedanını simgeler ki, üzerinde dönem padişahı II. Abdulhamid Han’ın tuğrası bulunmaktadır.

Tuğranın sanatlı zarif sitili, otoritedeki ilmi tedrisin ve estetiğin ibaresi olarak da sözünü söyler. Aynı zaman da daire yeşildir ve yeşil İslam’ı sembolize ede gelen bir renktir. “Dünya Müslümanları gerektiğinde, Osmanlı Devletinin himayesinde huzur bulur” güvencesi sessizce verilmiştir.

· Bu yeşil daireyi kuşatan bir hilal yer alır. Hilal İslam dininin ibadetlerini koordine eden kâinat saatidir ve zamanı disiplinize etmek, karanlıklarda yön tayini ile geceyi gündüz kadar anlaşılabilir kılar. İslam dini yeryüzüne indirilişinden bu yana Müslümanlığın sembolü haline gelmiş, dünya ülkeleri en çok Osmanlı Devleti döneminde hilalin İslam’ı sembolize ettiğinin bilincine varmıştır.

yuksel dedi ki...

İşte bu hilal üzerinde eski Türkçe bir ifade yer alır ve ayet mi, hadis mi, beyit mi, dua mı pek bilinmez. Hatta “Heraldik” (Arma Bilimi) uzmanlarınca numaralandırılarak ismi ve izahı verilen semboller arasında üzerinde ibare bulunan hilal numaralandırılmamıştır. (Kimi yerlerde kendi algı ve yorumlarımı “bana göre” ifadesi ile belirtişim bundandır.)

Hilalin üzerinde yeni bir hilal sitilize edilerek nakşedilmiş bu ifade de şunlar yazar: “el-Müstenidü bi't-Tevfîkâti’r-Rabbâniyye ed-Devletü’l-Aliyyeti’l-Osmâniyye” (Rabbânî muvaffakiyetlere dayanan Yüce Osmanlı Devleti) yazılıdır. Ve yukarıdaki yeşil daire içerisindeki tuğra padişahın tüm başarılarını ve Osmanlı Devletinin tüm gücünün bu ilahi tevekkül ve teveccüh ile mümkün olabileceğinin altını çizerek, padişah bile olsa “kul olma” idrakini esas alır.

· Hilalin altında yer alan kavuk, Osman Gazi’yi temsil eder ki, bence, -geçmişe vefanın geleceğin inşasında ne denli önemli olduğu hakikatinin- hiç unutulmadığının izahıdır.

· Üç hilalli yeşil hilafet sancağı devletin ideasından yasalarından söz eder ve bana göre beyaz hilalli kırmızı bayrakla aynı hizaya yerleştirilerek, devlet şuurunun vatan ve millet için olduğunu belirtir. Sancak ülkeler için önemli bir sembol olup dünya ülkeleri arasında kimlik niteliğine de haizdir.

Sancağın yeşil rengi İslamiyet’i üç beyaz hilal ise Osmanlı Devletinin hükümferma olduğu üç kıtaya işaret etmektedir.

yuksel dedi ki...

Sayfa Sıra Hadis-i Şerif Ravi
258 1 Ashabım için bir hatadır vaki olur. Allah (z.c.hz)'leri onların Benimle olan alakasından dolayı kendilerini mağfiret eder. Hz. Muhammed İbni Hanefiyye (r.a.)
258 2 Kıyametin önü sıra öyle günler olur ki, ilim kaldırılır. Cehil iner ve hercümerç ve ölüm çoğalır. Hz. İbni Mes'ud (r.a.)
258 3 Sizinle beni Esfer arasında sulh olur. Sonra onlar, muahedeyi bozarlar ve on iki bin kişilik, seksen fırkalık bir kuvvetle üzerinize yürürler. (Amik ovası hadisesi) Hz. Avf İbni Malik (r.a.)
258 4 Dört fitne olacak: Kan mübah kılınacak, Kan ve mal mübah olacak, Kan, mal ve ırz mübah kılınacak ve dördüncüsü ise deccal fitnesi olacaktır. Hz. İmran İbni Husayn (r.a.)
258 5 Deccalin önü sıra hud'alı seneler olur ki; yağmur çok yağar, fakat nebat az our. Sadıkler tekzib olunur, yalancılar ise tasdik olunur. Haine itimad edilir, emin ise hain addedilir. Ve "Rüveybiza" söz sahibi olur. Denildi ki: "Ya Resulallah, Rüveybiza nedir?" Buyurdu ki, Kendisine itimad olunmayan ve kıymet verilmeyen kimselerdir. Hz. Avf İbni Malik (r.a.)
258 6 İnsanlar arasında ihtilaf ve tefrika olacak. Şu ve arkadaşları Hak üzerinde olacaklar. (Hz. Aliyi kastedierek) Hz. Kaab İbni Ucre (r.a.)
258 7 Altı hal vardır ki onlar vaki olduğunda ölümü temenni edebilirsiniz: Sefihlerin beyliği, Hükmün para ile satılması, Kanın istihlaf edilmesi, Zaptiyenin çoğalması, Akrabalığın kesilmesi, Kur'an-ı Kerim'i eğlence yapanların çoğalması ve Onun musiki yerine dinlenilmesi. Öyle ki, adamı mihraba, nağme dinlemek için geçirirler. Halbuki o adamın fıkıhtan haberi bile yoktur. İşte bu durumlarda ölümü istemekte haklı olursunuz. Hz . Abis el Gıfari (r.a.)
258 8 İlimde, birbirinize nâsih olun ve birbirinizden bir şey gizlemeyin. Zira, ilimde hiyanet, malda hiyanetten eşeddir. Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
258 9 Lohusa kadın kırk gece bekler. Bundan önce temizlik görürse, temiz hükmü giyer. Kırk gün geçerse özürlü addedilir. Yıkanır ve namaza devam eder. Kan fazla gelirse, her namaza bir abdest alır. Hz. İbni Amr (r.anhüma)
258 10 Gökten yardım, zahmete göre, ve sabır da musibete göre iner. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
258 11 Kadın, şu dört şeyi için nikahlanır: Malı, Asaleti, Güzelliği ve Dini. Elin toprak olası, sen din sahibine bak. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
258 12 Olanca kuvvetinizle temizlenin. Zira Allah (z.c.hz)'leri islamiyeti nezafet üzere tesis etmiştir. Ve Cennete ancak nazif girer. Hz Ebu Hureyre (r.a.)

yuksel dedi ki...

Sayfa Sıra Hadis-i Şerif Ravi
257 1 İyiliğin tamamı, aşikarede yaptığın ameli gizlide yapmandır. Hz. Ebû Amir El Eşari (r.a.)
257 2 Ribat (gözcülük ve kalbini gözetmek) kırk gündür. Bir kimse, bir şey satmadan, satınalmadan, kötü bir şey yapmadan (dünya işlerinden zaruri olanın dışında) kırk gün gözcülük ederse, anadan doğduğu gibi günahlarından temizlenir. Hz. Ebû Ümâme (r.a.)
257 3 Tam bir selamlama, el tutup musafaha etmekle olur. (Dört elle) Hz. Ebû Ümâme (r.a.)
257 4 İslamiyetinizin tamamlanması, zekatınızı vermekle olur. Hz. Naciye İbni Hars (r.a.)
257 5 Nimetin tamamı, Cennete girmek ve Cehennemden kurtulmaktadır. Hz. Muaz (r.a.)
257 6 Kıyamet gününde Azameti Kibriyadan arz serili kalır ve bu arzda hiç kimseye ayağını bastığı yerden fazla bir yer düşmez. İlk çağrılacak Ben olurum. Ve Cebrail (a.s)'ı, Allah (z.c.hz)'lerinin sağında ayakta bulurum. Hayır Vallahi, nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki Cebrail (a.s) bu hadiseden önce Allah'ı görmedi. Ben derim ki: "Yarabbi Bu Bana geldi de senin tarafından Bana gönderildiğini söyledi." Cebrail ise o sırada sükut eder. Aziz ve Celil olan Allah buyurur ki: "Doğru söyledi. Ben onu Sana hacetin için gönderdim." Ben derim ki: "Yarabbi, Ben bir takım kullar bıraktım ki, çeşitli beldelerde Sana ibadet ettiler. Ve Seni vadilerde zikrettiler. Şimdi Senin nezdinden getireceğim cevaba intizar ediyorlar." Allah buyurur ki: "Ben onlar hususunda seni mahcub etmiyeceğim." İşte bu teminat, Allah Tealanın: "Umulur ki Rabbın Seni Makam-ı Mahmud'a eriştirir." Mealindeki kavlinde buyurduğu "Makam-ı Mahmud'un" ifadesidir. Hz Ali İbni Hüseyin (r.a.)
257 7 Allah yolunda cihaddan ve Onun sözlerini tasdikten başka hiç bir şeyin kendisini evinden çıkarmadığı ve Onun yolunda cihad eden kimse için Allah Teala şu hususu tekeffül etti; Ya o kimseyi (şehid olarak) Cennete dahil edecek, yahudda çıkmış olduğu evine ganimet ve derecelere nail ederek (gazi olarak) döndürecek. Hz .Ebu Said (r.a.)
257 8 Arkadaşın senin için güçlüğe katlandı. Yemek yaptı. Sen de "oruçluyum" diyorsun. Ye, sonra yerine bir gün tut. (Nafile oruçta) (Gönül gözetmek, müslümanlıkta, başta gelen işlerdendir.) Hz. Ebû Said (r.a.)
257 9 Kıyamet günü Ümmetler yetmişe tamamlanır. Biz, en sonuncusu ve en hayırlısı oluruz. Hz. Bekr İbni Hakim (r.a.)
257 10 Ümmetimde zelzeleler olur. Öyle ki, bu zelzelelerden onbin, yirmi bin, otuz bin kişi ölür. Allah, bu ölümü muttakilere öğüt, müminlere rahmet kafirlere ise azab kılar. Hz. Urve İbni Ruveym (r.a.).
257 11 Aranızda "Nübüvvet", Allah'ın istediği kadar sürer. Sonra onu, (Peygamberliği) kaldırmayı istediği zaman da kaldırır. Sonra, Allah'ın sürmesini murad ettiği kadar (otuz sene) "Nübüvvet yolunda halifelik" gelir. Sonra kaldırmayı istediği zaman onu kaldırır. Ve Allah'ın murad ettiği kadar devam eden "Şiddetli bir meliklik" idaresi gelir. Sonra, onu da kaldırmayı istediği zaman kaldırır. Sonra, "zorba bir idare" gelir. Sonra da "Nübüvvet yolu üzere bir hilafet" gelir. (Mehdi (a.s)ın zuhuru) Hz. Huzeyfe (r.a.)

yuksel dedi ki...

her işin başı helal paradır.
Mahmud Esad Coşan
Akra Fm.
Hadisler Deryasi

yuksel dedi ki...

Hakkı tanıyan hiç bir hatırı hakka feda etmez. (Mn.) 49
Bir Hazinenin Anahtari
Risale-i Nur Kulliyati Fihrist Ve İndeksi sy. 238.

yuksel dedi ki...

Sabır, belanın açılmasının anahtarıdır!" (Hafız Şerhi Konevi:2/294)
Ruhu'l Furkan Tefsiri.
Araf Suresi.
Cüz 9.Sure 7.
Ayet.128.
cilt. 14.sy.144.

yuksel dedi ki...

zor zamanında duanın kabul olması için rahatlık zamanında çok dua etmelisin.
Mahmud Esad Coşan
Akra Fm.
Hadisler Deryası

yuksel dedi ki...

Deyiniz ki: "Allahım: Kulun ve Resulun Muhammed (s.a.v) senden neyi istedi ise, bizde Senden onu isteriz. Kulun ve Resulun Muhammed (s.av.) Sana neden sığındı ise biz de ondan sığınıırız."
Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
Sayfa: 256 / No: 12
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

BÂTIL
الباطل
Gerçeğe uymayan inanç, hüküm ve düşünceleri ifade eden terim, hakkın karşıtı.
İlişkili Maddeler
HAK
İslâm literatüründe çeşitli anlamlarda kullanılan bir terim.
HURAFE
Mantıkî temeli olmayan telakki ve uygulamaları, din adına ileri sürülüp benimsenen bâtıl inanç ve davranışları ifade eden bir terim.

Müellif:
FAHRETTİN OLGUNER
“Boşa gitmek, temelsiz ve devamsız olmak” anlamındaki butlân kökünden türeyen bâtıl, türevleriyle birlikte Kur’ân-ı Kerîm’de otuz altı defa geçmektedir. Söz konusu yerlerde “yalan” (el-Mü’min 40/78; Fussılet 41/42), “boşa çıkan amel” (el-Bakara 2/264), “çirkin, faydasız ve gayesiz iş” (Âl-i İmrân 3/191), “Allah’ın dışında ilâh diye tapınılan put” (Lokmân 31/30), “hakkı örten perde” (Âl-i İmrân 3/71), “hakkın zıddı” (eş-Şûrâ 42/24), “gerçek bilgiye dayanmayan delil” (el-Mü’min 40/5) gibi birbirinden farklı anlamlarda kullanılmıştır. İlgili âyetlerde sellerin veya ateşte eritilen nesnelerin üzerindeki köpüğe benzetilen (er-Ra‘d 13/17) bâtılın hak karşısında varlığını sürdüremeyeceği ve kısa zamanda yok olup gideceği bildirilmiş (el-İsrâ 17/81), Ehl-i kitabın bile bile hakkı bâtıla karıştırıp gerçeği gizlediği açıklanmış ve onlar böyle davranmamaları için uyarılmışlardır (Âl-i İmrân 3/71; el-Bakara 2/42). Yine bu âyetlerde Kur’an’a bâtılın hiçbir şekilde yaklaşamayacağı, Allah’ın ona karışacak bâtılı yok edip hakkı devam ettireceği belirtilmiş (Fussılet 41/42; eş-Şûrâ 42/24), meşruiyet sınırları dışına çıkarak birbirlerine ait malları bâtıl yollarla yememeleri için insanlar uyarılmış (en-Nisâ 4/29), göklerin, yerin ve aralarındaki varlıkların bâtıl olarak (boşu boşuna) yaratılmadığına işaret edilmiştir (Sâd 38/27). İlgili âyetlerde ayrıca bâtılın (ilâh diye tapınılan varlıklar) hiçbir şeyi ilk defa yaratamayacağı gibi yok oluşundan sonra da onu tekrar diriltemeyeceğine dikkat çekilmiş (Sebe’ 34/49), kendilerine gökten ve yerden rızık veren Allah’ı bırakıp da bu nevi işlerin hiçbirine gücü yetmeyen putlara tapan bâtıl inanç sahipleri kınanmış (en-Nahl 16/72-73) ve neticede bunların hüsranda kalacakları haber verilmiştir (el-Ankebût 29/25).

Bâtıl, hadislerde de Kur’an’dakine yakın anlamlarda kullanılmıştır. İlgili hadislerde Allah’tan başka her şeyin bâtıl olduğu (Buhârî, “Riḳāḳ”, 29), Allah’ın ehl-i hakkı ehl-i bâtıla mağlûp olmaktan koruduğu (Ebû Dâvûd, “Fiten”, 1), müslümanların hakkı, gayri müslimlerin ise bâtılı temsil ettiği (Buhârî, “Şürûṭ”, 15) ve dinî konularda bilgi almak için Ehl-i kitap âlimlerine başvurulması halinde bâtıl olan bir akîdeyi tasdik etme veya bir gerçeği yalanlama ihtimali bulunduğu (Müsned, III, 338) bildirilerek bâtıla genellikle hakkın zıddı bir anlam verilmiştir. Hz. Peygamber ayrıca bazı hadislerinde şiirleri bâtıl diye nitelendirmiştir. Hadis yorumcuları bundan şiir sanatının övgü veya yergi vesilesi olamayacağı sonucunu çıkarmışlardır (İbnü’l-Esîr, “bṭl” md.).

yuksel dedi ki...

Âyet ve hadislerdeki anlamlarından hareketle İslâmî kaynaklarda bâtıl şu şekillerde tarif edilmiştir: Şeriatın yasakladığı her şey, gerçekliği bulunmayan her şey, yalan ve yanlış olmasa bile planlanan hedefe ulaştırmayan her türlü faydasız iş, söz ve davranış, genellikle kabul edilmiş inançlara uygun olmayan hükümler. Bazan da “hükmün gerçeğe, düşüncenin de kendi reel konusuna aykırı bulunması” diye tanımlanarak bâtılın sadece inanç ve hükümleri değil tasavvurları da içine alan bir terim olduğu kabul edilmiştir (Cemîl Salîbâ, I, 193). Buna göre bir hüküm veya tasavvurun gerçeğe aykırı oluşunu ifade ettiği için bâtılın kesin hiçbir delile dayanması mümkün değildir. Bununla birlikte konusunu daha çok duyu verilerinin dışında kalan inanç ve düşünce problemleri oluşturduğu veya bâtılın hak suretinde görünme, hakkın da bâtılla karıştırılma imkânı bulunduğu yahut da toplumda bâtılın lehinde, hakkın ise aleyhinde bir dayanışma içine girildiği için insanlar çok defa bâtılı hak, hakkı da bâtıl telakki edebilmişlerdir.

Bâtıl İslâmî literatürde yanlış, asılsız ve ilâhî kaynaklı olmayan din ve mezhepler için kullanıldığı gibi farklı mezhepleri benimseyen hak din mensuplarınca çeşitli grupları kötülemek maksadıyla da sık sık başvurulan bir terim olmuştur. Tasavvufta ise Allah’ın dışında kalan bütün varlıklar değişkenlik ve fânilik özellikleri taşıdıklarından bâtıl kabul edilir.

yuksel dedi ki...

Esmaül Hüsna Ne Demek ve Anlamları Nedir? Allahın 99 İsmi Türkçe Okunuşu, Zikri ve Faziletleri
Allah resulü Hz. Muhammed (s.a.v.)’in hadislerinde de belirtmiş olduğu Esma’ül Hüsna ve faziletleri, ne kadar önemli olduğu bilinmektedir. Esma’ül Hüsna Kuran’da da geçmektedir. Peki, Allah’ın en güzel isimleri olarak bilinen Esma’ül Hüsna ne demek ve anlamları nedir? Allah’ın isimleri ve anlamları nelerdir? Allahın 99 İsmi Türkçe okunuşu, zikri ve faziletleri..
Esma’ül Hüsna Allah’ın en güzel isimlerini belirtir. Allah’ın bu isimlerini bilmek, anlamlarını öğrenmek hem Allah’ı daha iyi tanımaya hem de faziletlerine nail olmayı sağlar. Allah’ın isimlerinin bilinmesinin, ezberlenmesinin ve anlamlarının bilinmesinin önemi Allah resulü Hz. Muhammed (s.a.v.)’in hadislerinde belirttiği üzere çok önemlidir. Hem sağlık açısından hem de manevi açıdan çok büyük önemi olduğu hadislerde vurgulanmıştır.

Esmaül Hüsna Allah'ın (C.C) İsimleri ve Anlamları

1- Allah(C.C.): Bütün eksikliklerden uzak, eşi benzeri bulunmayan, bütün isimleri kapsayan tek isim, tek ilah. İsimlerin sultanı.

2- Er-Rahmân: "Dünyadaki bütün yaratılmışlara merhamet eden."

3- Er-Rahîm: "Ahirette, müminlere sonsuz ihsanda, lütufta ve ikramda bulunan."

4- El-Melik: " Kainatın sahibi, mülk ve saltanatı sürekli olan."

Ön Muhasebe Nedir?
Paraşüt Ön Muhasebe
Saniyeler İçinde Faturanızı Kesin ve Müşterinize Gönderin. Ücretsiz Deneyin!
Logo İşbaşı
by Taboola
5- El-Kuddûs: "Her türlü eksiklikten uzak olan."

6- Es-Selâm: "Her tehlikeden selamete çıkaran."

7- El-Mü'min: "Güven veren, koruyan."

8- El-Müheymin: "Her şeyi gören gözeten."

9- El-Azîz: "İzzet sahibi, her şeyin galibi."

10- El-Cebbâr: "Kudret ve azamet sahibi."

11- El-Mütekebbir: "Büyüklükte eşi ve benzeri olmayan."

12- El-Hâlık: "Yaratan."

13- El-Bâri: "Her şeyi uyumlu ve kusursuz yaratan."

14- El-Musavvir: ''Varlıklara şekillerini veren."

15- El-Gaffâr: "Çok mağfiret eden."

16- El-Kahhâr: "Her şeye hakim ve galip olan."

17- El-Vehhâb: "Karşılıksız hibeler veren."

18- Er-Rezzâk: "Rızkını veren."

19- El-Fettâh: " Darlıktan kurtaran. "

20- El-Alîm: "Her şeyi en küçük detaylarını bilen."

21- El-Kâbıd: "Dilediğine darlık veren."

22- El-Bâsıt: "Dilediğine bolluk veren."

23- El-Hâfıd: "Dereceleri alçaltan"

24- Er-Râfi: "Şeref vererek yükselten."

25- El-Mu'ız: "Dilediğini aziz eden."

26- El-Müzil: "Dilediğini zillete düşüren."

27- Es-Semi: "Her şeyi işiten."

28- El-Basîr: "Her şeyi en iyi gören."

29- El-Hakem: "Mutlak hakim olan. Hikmetle hükmeden."

30- El-Adl: "Mutlak adil olan."

31- El-Latîf: " Bütün incelikleri bilen."

32- El-Habîr: "Her şeyden haberdar."

33- El-Halîm: "Cezada, acele etmeyen."

34- El-Azîm: " Pek yüce."

35- El-Gafûr: "Mağfireti bol."

36- Eş-Şekûr: "Çok sevap veren."

37- El-Aliyy: "Yüceler yücesi."

38- El-Kebîr: "Çok büyük olan."

39- El-Hafîz: "Her şeyi koruyan."

40- El-Mukît: "Her yaratılmışın rızkını veren."

41- El-Hasîb: "Kulların hesabını gören."

42- El-Celîl: "Azamet sahibi olan."

43- El-Kerîm: "Çok ikram eden."

44- Er-Rakîb: "Her an gören gözeten."

45- El-Mucîb: "Duaları kabul eden".

46- El-Vâsi: "İlmi ile her şeyi kuşatan."

47- El-Hakîm: "Her işi hikmetli."

48- El-Vedûd: "Kullarını seven, sevilmeye en layık olan."

49- El-Mecîd: " Övgüye layık bulunan."

50- El-Bâis: "Ölüleri dirilten."

yuksel dedi ki...

51- Eş-Şehîd: "Her yerde her zaman hazır olan."

52- El-Hakk: " Var olan, hakkı gösteren."

53- El-Vekîl: "Kendisine tevekkül edenlerin her işini yoluna koyan."

54- El-Kaviyy: "Kudreti en üstün."

55- El-Metîn: "Çok güçlü."

56- El-Veliyy: "İnananların dostu."

57- El-Hamîd: "Hamd ve senaya layık olan."

58- El-Muhsî: "Tüm varlıkların sayısını bilen."

59- El-Mübdi: "Örneksiz yaratan."

60- El-Muîd: “Yeniden diriten."

61- El-Muhyî: " Can veren.”

62- El-Mümît: "Ölümü yaratan."

63- El-Hayy: "Sonsuz hayat sahibi."

64- El-Kayyûm: 'Varlıkları diri tutan."

65- El-Vâcid: "İstediğini bulan."

66- El-Macîd: "Kadri ve şanı büyük."

67- El-Vâhid: "Fiillerinde, sıfatlarında ve zatında eşi benzeri olmayan."

68- Es-Samed: " Herkesin muhtaç olduğu."

69- El-Kâdir: "Dilediğini yapan."

70- El-Muktedir: "Dilediği gibi tasarruf eden."

71- El-Mukaddim: "Dilediğini yükselten."

72- El-Muahhir: "Dilediğini alçaltan."

73- El-Evvel: "Ezeli olan."

74- El-Âhir: "Ebedi olan."

75- El-Zâhir: "Varlığı açık olan. "

76- El-Bâtın: "Yüceliği gizli olan. "

77- El-Vâlî: " Kainatı idare eden."

78- El-Müteâlî: "Yüce olan."

79- El-Berr: "İyilik ve ihsanı bol."

80- Et-Tevvâb: "Günahları bağışlayan."

81- El-Müntekim: "İntikam alan."

82- El-Afüvv: "Affı çok olan."

83- Er-Raûf: "Çok merhametli."

84- Mâlik-ül Mülk: "Her varlığın sahibi."

85- Zül-Celâli vel ikrâm: "Celal, azamet sahibi."

86- El-Muksit: "Her işi birbirine denk yapan."

87- El-Câmi: "Mahşerde bir araya toplayan."

88- El-Ganiyy: " İhtiyacı olmayan."

89- El-Mugnî: "Müstağni kılan."

90- El-Mâni: "Dilemediği şeyi engelleyen."

91- Ed-Dârr: "Zarar verenleri yaratan."

92- En-Nâfi: "Fayda verenleri yaratan."

93- En-Nûr: "Alemleri nurlandıran."

94- El-Hâdî: "Hidayet veren."

95- El-Bedî: "Eşsiz yaratan."

96- El-Bâkî: Ebedi olan."

97- El-Vâris: "Her şeyin asıl sahibi olan."

98- Er-Reşîd: "Doğru yolu gösteren. "

99- Es-Sabûr: "Cezada acele etmeyen."

yuksel dedi ki...

Esmaül Hüsna ne demek?

Esma kelimesi İsim kelimesinin çoğuludur. Hüsna en güzel demektir. Böylelikle Esmaül Hüsna en güzel isimler anlamına gelir. Bu aynı zamanda Hz. Allah'ın isimlerinin hepsi için kullanılır.

Esmaül hüsna zikri nasıl çekilir?

Tesbih ile Esmaül Hüsna'dan belirli Allah'ın isimleri zikredilebileceği gibi baştan sona başlanarak da zikir çekilebilir. Esmaül Hüsna zikri için sırasıyla Allah'ın isimlerini söyleyebilirsiniz.

Esmaü'l Hüsna Allah'ın 99 İsmi Nedir ve Faziletleri nelerdir?

Arapça kökenli olan Esma’ül Hüsna anlam olarak en güzel isimler demektir. Her şeyin yaratıcısı olan Allah’ın 99 tane her biri birbirinden güzel olan ismi bulunur. Bu isimlere genel olarak Esma’ül Hüsna denilir. Her bir isimde yerin, göğün ve arasındaki her şeyin yaratıcısı olan Allah’ın özellikleri yer alır.

Her şeyin tek hakimi olan, herkesin O’ndan geldiği ve O’na dönecek olduğu Allah’ın 99 isminin, anlamlarının bilinmesinin önemi hem Kuran’ı Kerim’de hem de hadislerde belirtilmiştir. Mümin olan her kulun Allah’ın isimlerini dilinden düşürmemesi ve Allah’ı zikretmesi gerekmektedir. Esma’ül Hüsnaları okuyan, ezberleyen ve mümin kişiler ahirette cennet ile müjdelenmişlerdir. Allah Kuran’da her müminin kendisine Esma’ül Hüsnalar ile dua etmelerini bildirmiştir.

yuksel dedi ki...

Allah (c.c)'un birbirinden güzel isimlerinin bir arada bulunduğu ve sadece 99'unu kapsadığı Esmaü'l-Hüsna'nın tecelli ve sırlarını sizlere derledik. Otururken, kalkarken ya da boş vakitlerde Allah'ı anmak için çekilebilecek zikirlerden olan Esmaül Hüsnanın faziletleri neler, rahatsızlıkta hangi esma çekilmeli? Esmaül Hüsna ile nasıl dua edilir? Esmaül hüsna anlamı:

Arapça'da ''isim'' kelimesinin çoğulu olan ''Esma'', en güzel anlamına gelen ''Hüsna''nın birleşmesiyle ortaya çıktığında oluşan ''Esmaü'l- Hüsna'' tabiri, Allah (c.c)'un 99 ismini ifade etmek için kullandığımız bir kelimedir. Birbirinden güzel isimleri ile derinliğini idrak edemeyeceğimiz manaları olan Esmaü'l-Hüsna'nın maneviyatımıza tesir edecek bir çok hikmeti vardır. Sadece hadis-i şerifte geçmeyip aynı zamanda Kuran-ı Kerim'de de üzerinde durulan اَللهُ لاَۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ لَهُ اْلاَسْمَاۤءُ الْحُسْنٰى "O Allah ki, Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. En güzel isimler Onundur." (Tâhâ, 20/8) ayeti yine Allah' (c.c) un isimlerinin kıymetini bizlere göstermektedir. Zikir çekerken ve dua ederken isimlerinin anılması ile kabule vesile olunur ve o kulda saygı hissi sağlayan Esmaül Hüsna, ayrıca kalplere huzur ve sükûn verir, lütuf ve rahmet ümidi verir.

yuksel dedi ki...

- Allah (C.C.): "Eşi benzeri olmayan."
2- Er-Rahmân: "Dünyadaki herkese merhamet eden, şefkat gösteren, ihsan eden."
3- Er-Rahîm: "Ahirette, müminlere sonsuz ikram, lütuf ve ihsanda bulunan."
4- El-Melik: "Mülkün, dünyanın sahibi"
5- El-Kuddûs: "Noksanlıktan uzak."
6- Es-Selâm: "Tehlikelerden selamete çıkaran."
7- El-Mü'min: "Güven veren, koruyan."
8- El-Müheymin: "Her şeyi görüp gözeten."
9- El-Azîz: "İzzet sahibi"
10- El-Cebbâr: "Azamet ve kudret sahibi."
11- El-Mütekebbir: "Büyüklükte eşi, benzeri olmayan."
12- El-Hâlık: "Yaratan."
13- El-Bâri: "Her şeyi kusursuz ve uyumlu yaratan."
14- El-Musavvir: ''Şekil veren."
15- El-Gaffâr: "Günahları örten ve çok mağfiret eden."
16- El-Kahhâr: "Her şeye galip ve hakim olan."
17- El-Vehhâb: "Çok fazla ihsan eden."
18- Er-Rezzâk: "Bütün mahlükatın rızkını veren ve ihtiyacını karşılayan."
19- El-Fettâh: "Darlıktan kurtaran. "
20- El-Alîm: "Gizli açık, her şeyi bilen."
21- El-Kâbıd: "Dilediğine darlık veren"
22- El-Bâsıt: "Dilediğine bolluk veren"
23- El-Hâfıd: "Dereceleri alçaltan"
24- Er-Râfi: "Şeref verip yükselten."
25- El-Mu'ız: "Dilediğini aziz eden"
26- El-Müzil: "Dilediğini zillete düşüren."
27- Es-Semi: "Her şeyi en iyi işiten."
28- El-Basîr: "Her şeyi en iyi gören."
29- El-Hakem: "Mutlak hakim"
30- El-Adl: "Mutlak adil"
31- El-Latîf: "Lütuf ve ihsan sahibi olan."
32- El-Habîr: "Olmuş olacak her şeyden haberdar."
33- El-Halîm: "Acele etmeyen"
34- El-Azîm: "Pek yüce."
35- El-Gafûr: "Affı bol."
36- Eş-Şekûr: "Az amele, çok sevap veren."
37- El-Aliyy: "Yüceler yücesi"
38- El-Kebîr: "Büyüklükte benzeri yok,"
39- El-Hafîz: "Her şeyi koruyucu olan."
40- El-Mukît: "Her yaratılmışın rızkını, gıdasını veren, tayin eden."
41- El-Hasîb: "Kulların hesabını en iyi gören."
42- El-Celîl: "Celal ve azamet sahibi."
43- El-Kerîm: "Çok ikram eden."
44- Er-Rakîb: "Kontrolü altında tutan."
45- El-Mucîb: "Duaları, istekleri kabul eden"
46- El-Vâsi: "Rahmet, kudret ve ilmi ile her şeyi ihata eden'"
47- El-Hakîm: "Her işi hikmetli"
48- El-Vedûd: "Kullarını en fazla seven"
49- El-Mecîd: "Her türlü övgüye layık bulunan."
50- El-Bâis: "Ölüleri dirilten."
51- Eş-Şehîd: "Her zaman her yerde hazır."
52- El-Hakk: "Varlığı hiç değişmeden duran. Var olan, hakkı ortaya çıkaran."
53- El-Vekîl: "Kendisine tevekkül edenlerin işlerini en iyi neticeye ulaştıran."
54- El-Kaviyy: "Kudreti en üstün"
55- El-Metîn: "Kuvvet ve kudret kaynağı"
56- El-Veliyy: "İnananların dostu, onları sevip yardım eden."
57- El-Hamîd: "Her türlü hamd ve senaya layık"
58- El-Muhsî: "Yarattığı ve yaratacağı bütün varlıkların sayısını bilen."
59- El-Mübdi: "Maddesiz"
60- El-Muîd: ''Yarattıklarını yok edip, sonra tekrar diriltecek olan."
61- El-Muhyî: "İhya eden"
62- El-Mümît: "Her canlıya ölümü tattıran."
63- El-Hayy: "Ezeli ve ebedi"
64- El-Kayyûm: 'Varlıkları diri tutan"
65- El-Vâcid: "Kendisinden hiçbir şey gizli kalmayan, istediğini, istediği vakit bulan."
66- El-Macîd: "Kadri ve şanı büyük"
67- El-Vâhid: "Tek olan."
68- Es-Samed: "Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan."
69- El-Kâdir: "Dilediğini dilediği gibi yaratmaya muktedir olan."
70- El-Muktedir: "Dilediği gibi tasarruf eden"

yuksel dedi ki...

71- El-Mukaddim: "Dilediğini, öne alan, yükselten."
72- El-Muahhir: "Dilediğini sona alan"
73- El-Evvel: "Ezeli olan."
74- El-Âhir: "Ebedi olan"
75- El-Zâhir: "Varlığı açık "
76- El-Bâtın: "Akılların idrak edemeyeceği, yüceliği gizli olan. "
77- El-Vâlî: "Kainatı idare eden."
78- El-Müteâlî: "Son derece yüce olan."
79- El-Berr: "İyilik ve ihsanı bol"
80- Et-Tevvâb: "Günahları bağışlayan."
81- El-Müntekim: "Zalimlerin cezasını veren"
82- El-Afüvv: "Affı çok olan"
83- Er-Raûf: "Çok merhametli."
84- Mâlik-ül Mülk: "Mülkün, her varlığın sahibi."
85- Zül-Celâli vel ikrâm: "Celal, azamet ve pek büyük ikram sahibi."
86- El-Muksit: "Her işi birbirine uygun yapan."
87- El-Câmi: "Mahşerde bir araya toplayan."
88- El-Ganiyy: "Her türlü zenginlik sahibi"
89- El-Mugnî: "Zengin eden."
90- El-Mâni: "Engelleyen."
91- Ed-Dârr: "Elem ve zarar verici şeyleri yaratan"
92- En-Nâfi: "Fayda veren şeyleri yaratan."
93- En-Nûr: "Alemleri nurlandıran"
94- El-Hâdî: "Hidayet veren."
95- El-Bedî: "Eşi ve benzeri olmayan güzellik sahibi."
96- El-Bâkî: ''Varlığının sonu olmayan, ebedi olan."
97- El-Vâris: "Her şeyin asıl sahibi olan."
98- Er-Reşîd: "Doğru yolu gösteren. "
99- Es-Sabûr: "Ceza vermede acele etmeyen."

yuksel dedi ki...


Muhammed: Övülen, övülmeye layık olan.
BEĞENDİM
56 TEPKİ
NO
4

Ahmed: Herkesten daha çok övgüye layık olan.
BEĞENDİM
42 TEPKİ
NO
5

El Mâhî: Küfür kendisiyle mahvedilen.
BEĞENDİM
39 TEPKİ
NO
6

El Hâşir: İnsanları kıyamet günü arkasına toplayan.
BEĞENDİM
42 TEPKİ
NO
7

El Âkib: Kendisinden sonra hiçkimseye peygamberlik verilmeyen.
BEĞENDİM
32 TEPKİ
NO
8

Hâmid: Allah’a hamdi çok seven.
BEĞENDİM
32 TEPKİ
NO
9

Mahmûd: Kemalatla övülmüş.
BEĞENDİM
33 TEPKİ
NO
10

Ahyed: Ümmetinden cehennem ateşinden uzaklaştıran.
BEĞENDİM
33 TEPKİ

yuksel dedi ki...

Hz Peygamberin 104 ismi ve sıfatları
PAYLAŞ
ManşetKoronavirüsGündemDünyaSporEkonomiTeknolojiHayatSeçimYazarlarVideoFoto GaleriBilgi KartlarıİnfografikSon Dakika

Hz. Peygamberin 104 ismi ve sıfatları
HAYAT
Hz. Peygamber'in 104 ismi ve sıfatları
01 Haziran 2018
Hz. Muhammed'in (SAV), 104 ismini ve sıfatlarını içeren hat sergisi “Esmaü'n Nebi", Yıldız Holding Seminer ve Sergi Salonu'nda 21 Mayıs Pazartesi günü ziyarete açıldı.
106 FOTOĞRAF BAŞLA
NO
1

Hat sanatçısı Ferhat Kurlu, Tezhip sanatçıları Numan Aydın ve Deniz Akın tarafından geleneksel hat sanatı ile kaleme alınan sergi, Hz. Muhammed’in (SAV) isim ve sıfatlarını dijital platforma taşıyan ilk sergi olma özelliğini de taşıyor.
BEĞENDİM
27 TEPKİ
NO
2

Esmaü’n Nebi Sergisi, Yıldız Holding Seminer ve Sergi Salonunda 0216 524 25 00 numaralı telefondan randevu alınarak 3 Eylül’e kadar gezilebilecek. Sergi, www.peygamberimizinisimleri.com sitesinden de ziyaret edilebilmektedir.
BEĞENDİM
24 TEPKİ
NO
3

Muhammed: Övülen, övülmeye layık olan.
BEĞENDİM
56 TEPKİ
NO
4

Ahmed: Herkesten daha çok övgüye layık olan.
BEĞENDİM
42 TEPKİ
NO
5

El Mâhî: Küfür kendisiyle mahvedilen.
BEĞENDİM
39 TEPKİ
NO
6

El Hâşir: İnsanları kıyamet günü arkasına toplayan.
BEĞENDİM
42 TEPKİ
NO
7

El Âkib: Kendisinden sonra hiçkimseye peygamberlik verilmeyen.
BEĞENDİM
32 TEPKİ
NO
8

Hâmid: Allah’a hamdi çok seven.
BEĞENDİM
32 TEPKİ
NO
9

Mahmûd: Kemalatla övülmüş.
BEĞENDİM
33 TEPKİ
NO
10

Ahyed: Ümmetinden cehennem ateşinden uzaklaştıran.
BEĞENDİM
33 TEPKİ
NO
11

Vahîd: Mahlukatın hiçbirisi kendine eşit olmayan. Tek.
BEĞENDİM
27 TEPKİ
NO
12

Mâh: Küfrü ve şirki tamamen silen.
BEĞENDİM
27 TEPKİ
NO
13

Tâhâ: En mükemmel ferd.
BEĞENDİM
48 TEPKİ
NO
14

Yâsîn: Ey insan. İnsanların efendisi.
BEĞENDİM
26 TEPKİ
NO
15

Tâhir: Bütün ayıplardan tertemiz.
BEĞENDİM
22 TEPKİ
NO
16

Mutahber: Maddi manevi ayıplardan temizlenmiş.
BEĞENDİM
18 TEPKİ
NO
17

Tayyib: En güzel kokulu olan.
BEĞENDİM
23 TEPKİ
NO
18

Seyyid: Peygamlerin ve mü’minlerin efendisi.
BEĞENDİM
23 TEPKİ
NO
19

Rasûl: Allah tarafından gönderilen.
BEĞENDİM
22 TEPKİ
NO
20

Nebiyy: Allah’ın emir ve yasaklarını bildiren.
BEĞENDİM
24 TEPKİ
NO
21

Rasulurrahmeti: Rahmet peygamberi.
BEĞENDİM
24 TEPKİ
NO
22

Kayyim: Ümmetin işlerini elinde tutan.
BEĞENDİM
20 TEPKİ
NO
23

Cami’: Bütün fazilet ve kemalatı kendinde toplayan.
BEĞENDİM
21 TEPKİ
NO
24

yuksel dedi ki...

4 ismi ve sıfatları
PAYLAŞ
ManşetKoronavirüsGündemDünyaSporEkonomiTeknolojiHayatSeçimYazarlarVideoFoto GaleriBilgi KartlarıİnfografikSon Dakika

Hz. Peygamberin 104 ismi ve sıfatları
HAYAT
Hz. Peygamber'in 104 ismi ve sıfatları
01 Haziran 2018
Hz. Muhammed'in (SAV), 104 ismini ve sıfatlarını içeren hat sergisi “Esmaü'n Nebi", Yıldız Holding Seminer ve Sergi Salonu'nda 21 Mayıs Pazartesi günü ziyarete açıldı.
106 FOTOĞRAF BAŞLA
NO
1

Hat sanatçısı Ferhat Kurlu, Tezhip sanatçıları Numan Aydın ve Deniz Akın tarafından geleneksel hat sanatı ile kaleme alınan sergi, Hz. Muhammed’in (SAV) isim ve sıfatlarını dijital platforma taşıyan ilk sergi olma özelliğini de taşıyor.
BEĞENDİM
27 TEPKİ
NO
2

Esmaü’n Nebi Sergisi, Yıldız Holding Seminer ve Sergi Salonunda 0216 524 25 00 numaralı telefondan randevu alınarak 3 Eylül’e kadar gezilebilecek. Sergi, www.peygamberimizinisimleri.com sitesinden de ziyaret edilebilmektedir.
BEĞENDİM
24 TEPKİ
NO
3

Muhammed: Övülen, övülmeye layık olan.
BEĞENDİM
56 TEPKİ
NO
4

Ahmed: Herkesten daha çok övgüye layık olan.
BEĞENDİM
42 TEPKİ
NO
5

El Mâhî: Küfür kendisiyle mahvedilen.
BEĞENDİM
39 TEPKİ
NO
6

El Hâşir: İnsanları kıyamet günü arkasına toplayan.
BEĞENDİM
42 TEPKİ
NO
7

El Âkib: Kendisinden sonra hiçkimseye peygamberlik verilmeyen.
BEĞENDİM
32 TEPKİ
NO
8

Hâmid: Allah’a hamdi çok seven.
BEĞENDİM
32 TEPKİ
NO
9

Mahmûd: Kemalatla övülmüş.
BEĞENDİM
33 TEPKİ
NO
10

Ahyed: Ümmetinden cehennem ateşinden uzaklaştıran.
BEĞENDİM
33 TEPKİ
NO
11

Vahîd: Mahlukatın hiçbirisi kendine eşit olmayan. Tek.
BEĞENDİM
27 TEPKİ
NO
12

Mâh: Küfrü ve şirki tamamen silen.
BEĞENDİM
27 TEPKİ
NO
13

Tâhâ: En mükemmel ferd.
BEĞENDİM
48 TEPKİ
NO
14

Yâsîn: Ey insan. İnsanların efendisi.
BEĞENDİM
26 TEPKİ
NO
15

Tâhir: Bütün ayıplardan tertemiz.
BEĞENDİM
22 TEPKİ
NO
16

Mutahber: Maddi manevi ayıplardan temizlenmiş.
BEĞENDİM
18 TEPKİ
NO
17

Tayyib: En güzel kokulu olan.
BEĞENDİM
23 TEPKİ
NO
18

Seyyid: Peygamlerin ve mü’minlerin efendisi.
BEĞENDİM
23 TEPKİ
NO
19

Rasûl: Allah tarafından gönderilen.
BEĞENDİM
22 TEPKİ
NO
20

Nebiyy: Allah’ın emir ve yasaklarını bildiren.
BEĞENDİM
24 TEPKİ
NO
21

Rasulurrahmeti: Rahmet peygamberi.
BEĞENDİM
24 TEPKİ
NO
22

Kayyim: Ümmetin işlerini elinde tutan.
BEĞENDİM
20 TEPKİ
NO
23

Cami’: Bütün fazilet ve kemalatı kendinde toplayan.
BEĞENDİM
21 TEPKİ
NO
24

Muktefi: Peygamberlerin sonuncusu.
BEĞENDİM
23 TEPKİ
NO
25

Mukaffa: Mi’racda bütün peygamberlerin kendisine uyduğu.
BEĞENDİM
21 TEPKİ
NO
26

Kâmil: Mahlukatın en eksiksiz ve kusursuzu.
BEĞENDİM
25 TEPKİ
NO
27

İklîl: Padişahlık tacına sahip olan.
BEĞENDİM
24 TEPKİ
NO
28

Müdessir: İrşad sırasında ağır yüklere bürünen.
BEĞENDİM
20 TEPKİ
NO
29

Müzzemmil: Elbisesine bürünmüş halde ilahi vahiyle yüklenmiş olan.
BEĞENDİM
22 TEPKİ
NO
30

Abdullah: Allah’ın kulu.
BEĞENDİM
23 TEPKİ
NO
31

yuksel dedi ki...


Rasûl: Allah tarafından gönderilen.
BEĞENDİM
22 TEPKİ
NO
20

Nebiyy: Allah’ın emir ve yasaklarını bildiren.
BEĞENDİM
24 TEPKİ
NO
21

Rasulurrahmeti: Rahmet peygamberi.
BEĞENDİM
24 TEPKİ
NO
22

Kayyim: Ümmetin işlerini elinde tutan.
BEĞENDİM
20 TEPKİ
NO
23

Cami’: Bütün fazilet ve kemalatı kendinde toplayan.
BEĞENDİM
21 TEPKİ
NO
24

Muktefi: Peygamberlerin sonuncusu.
BEĞENDİM
23 TEPKİ
NO
25

Mukaffa: Mi’racda bütün peygamberlerin kendisine uyduğu.
BEĞENDİM
21 TEPKİ
NO
26

Kâmil: Mahlukatın en eksiksiz ve kusursuzu.
BEĞENDİM
25 TEPKİ
NO
27

İklîl: Padişahlık tacına sahip olan.
BEĞENDİM
24 TEPKİ
NO
28

Müdessir: İrşad sırasında ağır yüklere bürünen.
BEĞENDİM
20 TEPKİ
NO
29

Müzzemmil: Elbisesine bürünmüş halde ilahi vahiyle yüklenmiş olan.
BEĞENDİM
22 TEPKİ
NO
30

Abdullah: Allah’ın kulu.
BEĞENDİM
23 TEPKİ
NO
31

Habibullah: Allah tarafından sevilmiş.
BEĞENDİM
25 TEPKİ
NO
32

Safiyullah: Mahlukatın arasından seçilmiş.
BEĞENDİM
18 TEPKİ
NO
33

Neciyullah: Kendisine ilahi sırlar açılmış olan.
BEĞENDİM
19 TEPKİ
NO
34

Hâtemü'l-Enbiya: Nebilerin sonuncusu.
BEĞENDİM
20 TEPKİ
NO
35

Muhyî: Kalpleri dirilten.
BEĞENDİM
19 TEPKİ
NO
36

Müneccî: Azaptan kurtaran.
BEĞENDİM
16 TEPKİ
NO
37

Müzekkir: Faniliği bakiliği hatırlatan.
BEĞENDİM
20 TEPKİ
NO
38

Nâsır: Yardımcı. Yardım eden.
BEĞENDİM
17 TEPKİ
NO
39

Mansûr: Allah tarafından yardım görmüş.
BEĞENDİM
20 TEPKİ
NO
40

Ma'lûm: Peygamberliği ve varlığıyla rahmet olduğu bilinen.
BEĞENDİM
14 TEPKİ
NO
41

Şehîr: Meşhur olan.
BEĞENDİM
16 TEPKİ
NO
42

Şâhid: Kendisine inanan ve inanmayanlara şahitlik edecek olan.
BEĞENDİM
15 TEPKİ
NO
43

Şehîd: Kıyamet günü tam şahitlik edecek olan.
BEĞENDİM
18 TEPKİ
NO
44

Meşhûd: Peygamberliğine şahid olunmuş.
BEĞENDİM
15 TEPKİ
NO
45

Beşir: Müjdeleyen.
BEĞENDİM
18 TEPKİ
NO
46

Mübeşşir: Çok çok müjdeler veren.
BEĞENDİM
19 TEPKİ
NO
47

Nezîr: Azapla korkutan.
BEĞENDİM
16 TEPKİ
NO
48

Münzir: Kafir ve fasıkların kalplerine korku düşüren.
BEĞENDİM
19 TEPKİ
NO
49

Nûr: Bütün vücudu nur olan.
BEĞENDİM
18 TEPKİ

yuksel dedi ki...

20 TEPKİ
NO
38

Nâsır: Yardımcı. Yardım eden.
BEĞENDİM
17 TEPKİ
NO
39

Mansûr: Allah tarafından yardım görmüş.
BEĞENDİM
20 TEPKİ
NO
40

Ma'lûm: Peygamberliği ve varlığıyla rahmet olduğu bilinen.
BEĞENDİM
14 TEPKİ
NO
41

Şehîr: Meşhur olan.
BEĞENDİM
16 TEPKİ
NO
42

Şâhid: Kendisine inanan ve inanmayanlara şahitlik edecek olan.
BEĞENDİM
15 TEPKİ
NO
43

Şehîd: Kıyamet günü tam şahitlik edecek olan.
BEĞENDİM
18 TEPKİ
NO
44

Meşhûd: Peygamberliğine şahid olunmuş.
BEĞENDİM
15 TEPKİ
NO
45

Beşir: Müjdeleyen.
BEĞENDİM
18 TEPKİ
NO
46

Mübeşşir: Çok çok müjdeler veren.
BEĞENDİM
19 TEPKİ
NO
47

Nezîr: Azapla korkutan.
BEĞENDİM
16 TEPKİ
NO
48

Münzir: Kafir ve fasıkların kalplerine korku düşüren.
BEĞENDİM
19 TEPKİ
NO
49

Nûr: Bütün vücudu nur olan.
BEĞENDİM
18 TEPKİ
NO
50

Sirâc: Nur saçan.
BEĞENDİM
48 TEPKİ
NO
51

Misbâh: Ayın güneşten aldığı ışık gibi Allah’ın nuruyla aydınlatan.
BEĞENDİM
26 TEPKİ
NO
52

Hüdâ: Hidayete sevkeden.
BEĞENDİM
21 TEPKİ
NO
53

Mehdî: İrşad eden.
BEĞENDİM
23 TEPKİ
NO
54

Münîr: Nurlandıran. Nur veren.
BEĞENDİM
21 TEPKİ
NO
55

Dâi': Allah’a davet eden.
BEĞENDİM
17 TEPKİ
NO
56

Med'uv: Allah’ın davetine uymuş olan.
BEĞENDİM
16 TEPKİ
NO
57

Mucîb: Davete icabet eden.
BEĞENDİM
15 TEPKİ
NO
58

Mücâb: Duaları kabul edilen.
BEĞENDİM
17 TEPKİ
NO
59

Hafiy: Ümmeti için Allah’a dua ve niyazda bulunan.
BEĞENDİM
17 TEPKİ
NO
60

Afüv: Suçları çok affeden.
BEĞENDİM
19 TEPKİ
NO
61

Velî: Yakın dost.
BEĞENDİM
17 TEPKİ
NO
62

Hak: Davetinde batıl olmayan.
BEĞENDİM
22 TEPKİ
NO
63

Kavîy: Allah’ın emrini yerine getirmekte güçlü.
BEĞENDİM
14 TEPKİ
NO
64

Emîn: Emniyet veren. Güvenilen.
BEĞENDİM
19 TEPKİ
NO
65

Me'mun: İtimad edilen.
BEĞENDİM
16 TEPKİ
NO
66

Kerîm: Cömert olan.
BEĞENDİM
26 TEPKİ
NO
67

Mükerrem: Övülen sıfatları olan.
BEĞENDİM
16 TEPKİ
NO
68

Mekîn: Allah katında yüce mertebelere erişmiş.
BEĞENDİM
16 TEPKİ
NO
69

Metîn: Allah’ın emrini sağlam yapan.
BEĞENDİM
14 TEPKİ
NO
70

yuksel dedi ki...


Hak: Davetinde batıl olmayan.
BEĞENDİM
22 TEPKİ
NO
63

Kavîy: Allah’ın emrini yerine getirmekte güçlü.
BEĞENDİM
14 TEPKİ
NO
64

Emîn: Emniyet veren. Güvenilen.
BEĞENDİM
19 TEPKİ
NO
65

Me'mun: İtimad edilen.
BEĞENDİM
16 TEPKİ
NO
66

Kerîm: Cömert olan.
BEĞENDİM
26 TEPKİ
NO
67

Mükerrem: Övülen sıfatları olan.
BEĞENDİM
16 TEPKİ
NO
68

Mekîn: Allah katında yüce mertebelere erişmiş.
BEĞENDİM
16 TEPKİ
NO
69

Metîn: Allah’ın emrini sağlam yapan.
BEĞENDİM
14 TEPKİ
NO
70

Mübîn: Peygamberliği sağlam olup dini açıklayan.
BEĞENDİM
14 TEPKİ
NO
71

Müemmil: Bütün hayırları Allah’dan ümid eden.
BEĞENDİM
15 TEPKİ
NO
72

Vesûl: Sıla-i rahimde bulunan akrabayı gözeten.
BEĞENDİM
14 TEPKİ
NO
73

Zû Kuvvet: Kuvvet sahibi olan.
BEĞENDİM
18 TEPKİ
NO
74

Zû Hurmet: Hürmet ve üstün makam sahibi.
BEĞENDİM
14 TEPKİ
NO
75

Zû İzz: Üstünlük ve izzet sahibi.
BEĞENDİM
13 TEPKİ
NO
76

Zû Fadl: Fazilet sahibi
BEĞENDİM
16 TEPKİ
NO
77

Mutâ' : Kendisine itaat olunan.
BEĞENDİM
13 TEPKİ
NO
78

Mutî': Allah’ın emir ve yasaklarına itaat eden.
BEĞENDİM
14 TEPKİ
NO
79

Kademu Sıdk: Üstün makam sahibi olan.
BEĞENDİM
14 TEPKİ
NO
80

Rahmet: Şefkat peygamberi.
BEĞENDİM
17 TEPKİ
NO
81

Büşrâ: Geleceği müjdeleyen.
BEĞENDİM
24 TEPKİ
NO
82

Ğavs: İnsanları imana çağırıp kurtaran.
BEĞENDİM
18 TEPKİ
NO
83

Gıyâs: Dünya ve ahiret işleri için kendisinden yardım istenen.
BEĞENDİM
14 TEPKİ
NO
84

Ni'metullah: Allah’ın nibeti.
BEĞENDİM
13 TEPKİ
NO
85

Urvetün Vuskâ: Maddi manevi murada ermek için vesile olan.
BEĞENDİM
16 TEPKİ
NO
86

Seyfullah: Allah’ın kılıcı.
BEĞENDİM
18 TEPKİ
NO
87

Mustafa: Saf temiz seçilmiş.
BEĞENDİM
19 TEPKİ
NO
88

Müctebâ: Malukat arasında seçilmiş olan.
BEĞENDİM
14 TEPKİ
NO
89

Muntakâ: Her türlü davranışında tertemiz, güzide olan.
BEĞENDİM
12 TEPKİ
NO
90

Ümmî: Okuma yazma bilmeyen, Allah tarafından gönderilen.

yuksel dedi ki...

13 TEPKİ
NO
85

Urvetün Vuskâ: Maddi manevi murada ermek için vesile olan.
BEĞENDİM
16 TEPKİ
NO
86

Seyfullah: Allah’ın kılıcı.
BEĞENDİM
18 TEPKİ
NO
87

Mustafa: Saf temiz seçilmiş.
BEĞENDİM
19 TEPKİ
NO
88

Müctebâ: Malukat arasında seçilmiş olan.
BEĞENDİM
14 TEPKİ
NO
89

Muntakâ: Her türlü davranışında tertemiz, güzide olan.
BEĞENDİM
12 TEPKİ
NO
90

Ümmî: Okuma yazma bilmeyen, Allah tarafından gönderilen.
BEĞENDİM
15 TEPKİ
NO
91

Muhtâr: İlahi tecelliler için seçilmiş olan.
BEĞENDİM
15 TEPKİ
NO
92

Ecîr: Azaptan koruyan, kurtaran.
BEĞENDİM
14 TEPKİ
NO
93

Ebu-l Kâsım: Kasım’ın babası.
BEĞENDİM
14 TEPKİ
NO
94

Şefî': Şefaat edecek olan.
BEĞENDİM
18 TEPKİ
NO
95

Sâlih: Vazifelerin en güzelini yapan.
BEĞENDİM
18 TEPKİ
NO
96

Sâdık: Sözleri halleri dosdoğru olan.
BEĞENDİM
19 TEPKİ
NO
97

Musaddık: Doğrulayan tasdik eden.
BEĞENDİM
16 TEPKİ
NO
98

Sıdk: Bizzat kendisi dosdoğru olan.
BEĞENDİM
17 TEPKİ
NO
99

Berr: Hayırlı amellerin her çeşidini işleyen.
BEĞENDİM
19 TEPKİ
NO
100

Meberr: Hayırlı amelleri yapmak kendi alışkanlığı olan.
BEĞENDİM
16 TEPKİ
NO
101

Vecîh: Bütüm mahlukatın kendisine yöneldiği yüce insan.
BEĞENDİM
16 TEPKİ
NO
102

Nasîh: Nasihat eden. Samimiyet gösteren.
BEĞENDİM
18 TEPKİ
NO
103

Nasih:Her zaman insanlara nasihat edip samimiyet gösteren
BEĞENDİM
19 TEPKİ
NO
104

Vekîl: Allah’ın emirlerini noksansız tebliğ ederek insanlara yönlendiren.
BEĞENDİM
20 TEPKİ
NO
105

Mütevekkil: Allah’a tevekkül eden.
BEĞENDİM
18 TEPKİ
NO
106

Kefil: Kendisine inananlara kefil olan.
BEĞENDİM
25 TEPKİ
Abone Ol Google News
MEMNUN

yuksel dedi ki...

ALLAH
الله
Kâinatı yaratan ve idare eden en yüce varlık.
Bölümler İçin ÖnizlemeMadde Planı

1/4
Müellif:
BEKİR TOPALOĞLU
I. GİRİŞ
A) Etimoloji. Allah kelimesinin etimolojisi üzerinde İslâm bilginleri, Arap dili uzmanları ve müsteşrikler tarafından farklı görüşler ileri sürülmüştür. Kelimenin herhangi bir kökten türemiş olmayıp sözlük mânası taşımadığı ve gerçek mâbudun özel adını teşkil ettiği, yahut sözlükte bir anlamı olsa bile gerçek mâbuda ad olunca bu anlamı kaybettiği genellikle benimsenmektedir. Bununla birlikte onun çeşitli köklerden türemiş olabileceğini söyleyenler de vardır. Bu ikinci grubun görüşleri şöyle özetlenebilir: a) İlâh kelimesinden türemiş olup başına harf-i ta‘rif getirilmiş, bir taraftan el-ilâh şeklinde dildeki yerini almışken diğer taraftan kullanım sırasında dile kolaylık sağlamak maksadıyla asıl kelimenin hemzesi kaldırılmış, lâmlar birleştirilmiş (idgam) ve azamet ifade eden kalın bir ses verilerek Allah tarzında okunmuştur. İlâh kelimesi ise “kulluk etmek” mânasındaki elehe-ye’lehu veya “hayret ve şaşkınlık içinde kalmak, gönülden bağlanıp sığınmak” anlamındaki elihe-ye’lehu ve velihe-yevlehu kökünden ism-i mef‘ûl mânasında bir masdar olup “tapınılan, yüceliğinin karşısında hayrete düşülen, gönülden bağlanılıp sığınılan” mânalarını ifade eder. Ancak ilâh, hak mâbud için olduğu gibi bâtıl tanrılar için de kullanılmıştır (bk. İLÂH). b) “Gizlenmek, duyu idrakinin fevkinde olmak” anlamındaki lâhe-yelîhu kökünden leyh ⟶ lâh kelimesinden türemiş olup “duyu idrakinin ötesinde bulunan” demektir. Lâh kelimesinin başına harf-i ta‘rif getirilerek lâmlar birleştirilmiş ve Allah kelimesi elde edilmiştir. c) Daha çok yabancı yazarların gösterdiği bir temayüle göre Allah lafzı, Câhiliye Arapları’nın putlarından olan el-Lât (اللات) veya Ârâmîce elâhâ (الاها) kelimelerinden alınmıştır.

Allah kelimesinin etimolojisi hakkında ileri sürülen ve sayısı otuza yaklaştığı kaydedilen (bk. Lisânü’l-ʿArab ve Tâcü’l-ʿarûs, “elh” md.leri; Râzî, I, 121-127) eski farklı görüşler ve bunlara ilâve olarak öne sürülen yeni iddialar (bk. Cevâd Ali, VI, 23-24, 116-118), başta Kur’ân-ı Kerîm olmak üzere İslâm literatürünün sunduğu Allah anlayışı karşısında fazla bir önem taşımaz. Bununla birlikte ortaya konan bütün görüş ve iddialar bir arada değerlendirildiği takdirde kelimenin zengin mânalı ve Arapça asıllı ilâh lafzından türemiş olduğu kanaati ağır basacaktır. Allah kelimesi İslâm öncesi Arap dili ve edebiyatında “ilâh, tanrı” anlamında kullanılmış ise de (aş.bk.) bu kullanımın konu ile ilgili İslâmî nasların semantik örgüsünden anlaşılan Allah kavramıyla münasebeti yok denecek kadar azdır. İslâm bilginleri bu kelimenin tarifini, aynı anlama gelen bazı kelime farklılıklarıyla şu şekilde yapmışlardır: “Allah, varlığı zorunlu olan ve bütün övgülere lâyık bulunan zâtın adıdır” (الله اسم للذات الواجب الوجود والمستحق لجميع المحامد) (Tehânevî, “el-ulûhiyye” md.). Tarifteki “varlığı zorunlu olan” kaydı, Allah’ın yokluğunun düşünülemeyeceğini, var olmak için başka bir varlığın desteğine muhtaç olmadığını ve dolaylı olarak O’nun kâinatın yaratıcısı ve yöneticisi olduğunu; “bütün övgülere lâyık bulunan” kaydı ise yetkinlik ve aşkınlık ifade eden isim ve sıfatlarla nitelendiğini anlatmaktadır. Allah kelimesi İslâmî naslarda bu tarifin özetlediği bir kavram haline gelmiş, gerçek mâbudun ve tek yaratıcının özel ismi olmuştur. Bu sebeple O’ndan başka herhangi bir varlığa ad olarak verilmemiş (bk. Meryem 19/65), gerek Arap dilinde gerekse bu lafzı kullanan diğer müslüman milletlerin dillerinde herhangi bir çoğul şekli de oluşmamıştır.

yuksel dedi ki...

II. ALLAH’IN VARLIĞI
Allah’ın varlığı ve birliği konularında Kur’ân-ı Kerîm’in taşıdığı üslûp ve kullandığı deliller, bu hususların, selîm yaratılışı bozulmamış insanlar tarafından tabii olarak bilinip benimseneceği esasına dayanır. Bundan dolayı olmalı ki konuyla ilgili âyetler genellikle soru şeklinde, yahut hayret bildiren uyarı ve kınama niteliğinde ifadeler taşır (meselâ bk. el-Mü’minûn 23/84-89; en-Neml 27/59-64; el-Ankebût 29/61, 63; ez-Zümer 39/6).

Allah’ın varlığı ile ilgilenen ilâhiyatçı ve düşünürler genellikle konunun özelliği üzerinde durarak O’nun varlığını ispat etmenin (isbât-ı vâcib) mümkün olup olmadığını tartışmışlardır. Kur’ân-ı Kerîm O’nun âlemin yaratıcısı ve devam ettiricisi olduğunu ifade ederken (evvel ve âhir) bir bakıma apaçık bir bakıma gizli (zâhir ve bâtın) olduğunu da söylemiştir (el-Hadîd 57/3). O, varlığını, birliğini, olgun niteliklere sahip bulunduğunu tabiatın birçok nesne ve olayının göstermesi bakımından apaçık, fakat zâtının duyu organlarımızla idrak edilememesi bakımından gizlidir. Zât-ı ilâhiyyenin dünya hayatı şartları içinde insan tarafından duyularla idrak edilemeyeceği, âhirette ise bu idrakin gerçekleşeceği konusunda İslâm bilginleri -bazı görüş ayrılıkları bir yana- fikir birliği içindedirler. İbn Melkâ’nın da belirttiği gibi (bk. el-Muʿteber, III, 137) yüksek derecede bir var oluş gözün idrakine engel teşkil eder; göz önce zayıf ışıkları, alıştıkça daha kuvvetlisini görebilir. Bunun gibi dünya hayatında yüce yaratıcının varlığını gösteren işaret taşlarını görebilen gözler, âhirette O’nu doğrudan idrak edebilecektir.

Allah Teâlâ’nın zâtı duyularla idrak edilemediğine göre O’nun varlığını herkesin kabul etmeye mecbur kalacağı tarzda ispatlamanın mümkün olmadığını söyleyebiliriz. Aslında beş duyunun sağladığı bilgiler dışında bir bilgi ve gerçeklik alanının bulunmadığını ileri süren pozitivistler de dahil olmak üzere bütün insanlar, şahsî tecrübelerinin ve duyularının dışında kalan birçok hususu ön yargılarla, yani onların gerçekliğine inanarak hayatlarını sürdürürler. Ne var ki yüce bir tanrının mevcudiyetinin kabul edilişi, yakın ve uzak vadeli hayatımızda büyük etkiler meydana getireceği için zayıf iradeli kişileri bir anlamda rahatsız eder. Bu açıdan bakıldığında “inanmak”, akıldan çok iradenin fonksiyonu olarak gözükür. Kur’ân-ı Kerîm’de inkâr yoluna sapan tiplerin, “öz varlıkları kabullendiği halde zulüm ve kibir yüzünden” inkâr yolunu seçtikleri ifade edilir (en-Neml 27/14). Şu halde Allah’ın varlığına inanılması, dolayısıyla iman ve din hayatının başlaması zihnî faaliyetin yanında gönlün de harekete geçmesi ve iradenin eğitilmesiyle mümkün olmaktadır. Şunu da belirtmek gerekir ki iman ve onun temelini oluşturan Allah’ın varlığı konusu, “iki kere iki dört eder” ölçüsünde kaçınılmaz bir sonuç olsaydı tercihe dayalı bir değer taşımaz, ceza veya mükâfatı gerektirmezdi. Ayrıca semavî dinlerin büyük bir değer verdiği insanın ve onu diğer canlılardan ayıran seçme hürriyetinin üstünlüğü de kalmazdı.

Kâinatı yaratan ve idare eden yüce bir tanrının varlığını ispat etmenin güçlüğü yanında onu yok saymanın da güçlükleri yok mudur? Büyük bir değere sahip bulunan insanın bu durumda hissettiği yalnızlığın doğuracağı bunalım bir yana, bu ikinci alternatif varlık ve oluş problemine bir açıklık getiremeyecektir. Uçsuz bucaksız kâinatın yegâne şuurlu varlığı olarak gözlenen insanın, bir parçasını oluşturduğu bu kâinatın “nasıl yaratılıp idare edildiği” sorusuna, ya “bu konuyu hiç düşünmeyin” tarzında karşılık verilecek veya materyalist bazı açıklamalar yapmak mecburiyetinde kalınacaktır. İnsan için düşünmemek, kişiliğinden ve hürriyetinden yoksun kalmak demektir. Yaratılışın tesadüf, evrim ve benzeri materyalist teorilerle açıklanması denemeleri ise daima akıl ve vicdanı tatmin etmekten uzak kalmış, ilerleyen pozitif ilimlerden de destek görmemiştir.

yuksel dedi ki...

Allah’ın varlığı konusunda Kur’ân-ı Kerîm’in benimsediği metot, öyle görünüyor ki “insana saygı” şeklinde ifade edilebilecek olan Kur’an felsefesinden kaynaklanmıştır. O, evrenin merkez varlığı kabul ettiği insanın gerek ferdî yücelişinin gerekse hemcinsleriyle olan münasebetlerinin insanî değerlere uygun bir şekilde gelişmesinin ancak Allah’a bağlılıkla mümkün olabileceğini ve bu bağlılık duygusunun onun yaratılışında mevcut olduğunu kabul etmiştir. İnsanın -ve cinlerin- yaratılış hikmetini ifade eden âyette (ez-Zâriyât 51/56) yer alan kulluk mefhumu (li ya‘budûn) nasıl yorumlanırsa yorumlansın, Allah’a bağlanmak kavramı daima vazgeçilmez bir unsur olarak kendini hissettirmektedir (âyetin tefsiri için bk. Şevkânî, Fetḥu’l-ḳadîr, V, 89). “Fıtrat delili” diye adlandırılan ve Kur’ân-ı Kerîm’de edebî bir teşbih ile tasvir edilen (bk. el-A‘râf 7/172; Elmalılı, III, 2323-2335) inanma yeteneği tabii olarak her insanda vardır. Ancak insanî güç ve değerlerden habersiz olma (gaflet), gerçeğe karşı direnme (gurur ve kibir) gibi dengesizlikler, inanma duygusunu köreltip mânevî değerleri örtebilir. Zaten “iman”ın zıddı olan “küfr”ün asıl anlamı da örtmekten ibarettir. Nitekim gaflet ve zaaf göstermenin mümkün olmadığı hayatın fevkalâde nazik, ciddi ve tehlikeli anlarında hemen herkes yaratılışının gereği olarak Allah’a sığınır, ondan yardım diler (bk. el-En‘âm 6/63-64; en-Neml 27/62). İnsanın yaratılışında zaten mevcut bulunan bu temel özellik karşısında Kur’an’a düşen, kişiyi uyarmak, hatırlatıcı ve yol gösterici bir rol oynamaktır.

Kur’an’da Allah’ın varlığıyla ilgili olarak kabul edilebilecek bir âyette (Fussılet 41/53) O’nun hak olduğunu ispat eden belgelerin hem dış dünyada hem de insanın kendi içinde bulunduğu ifade edilir. Bu âyetin ışığı altında ikiye ayırabileceğimiz ispat âyetlerinin ilk grubuna girenler insanın fizyolojik ve özellikle psikolojik yapısını konu edinir. İkinci gruba girenler de mükemmel bir düzen içinde yer alan dünyanın hayat taşıması ve insanın barınması için elverişli olması, canlılar için çok önemli olan su ve ateş gibi unsurları bulundurması, bitkileri ve hayvanlarıyla insanı beslemesi, dünyanın etrafını saran atmosfer, diğer gezegenlerin sahip olduğu fevkalâde düzen ve âhenk gibi konuları işleyerek bütün bunların gören göz, düşünen akıl ve ibret alan gönüller için Allah’ın varlığı ve birliğinin belgeleri olduğunu ifade eder (söz konusu âyetlerin listesi için bk. Topaloğlu, Allah’ın Varlığı, s. 23-24).

yuksel dedi ki...

Hz. Peygamber’in ilk muhatapları yüce bir tanrının varlığını kabul ediyordu. Bu sebeple Asr-ı saâdet’te ve onu takip eden ashap döneminde Allah’ın varlığı, birliği, insan ve kâinatla münasebeti gibi konuları müessir ve birleştirici üslûbuyla dile getiren Kur’an beyanlarının dışında müstakil bir ispat çalışmasına ihtiyaç duyulmamıştır. Fetihlerin genişlemesiyle İslâm dünyasının sınırları içine giren çeşitli fikir akımları Allah’ın varlığı konusunu da tartışma gündemine getirmiş olmalıdır ki hicrî II. (VIII.) yüzyılın başlarından itibaren bilginler meseleye önem vermeye başlamışlardır. Bilinen ilk çalışmalar, yüzyılın hemen başlarında Mu‘tezile bilginlerinden Ca‘d b. Dirhem ve Cehm b. Safvân’a, daha sonra da Ebû Hanîfe’ye aittir (bk. Topaloğlu, Allah’ın Varlığı, s. 69-70, 75-77). Ca‘d ve Cehm’den günümüze kadar gelen eser bulunmamaktadır. Ebû Hanîfe’ye gelince, onun risâlelerinde konu ile ilgili olarak yer alan görüşlerini Beyâzîzâde Ahmed Efendi’nin eserinde toplu halde görmek mümkündür. Ebû Hanîfe’ye göre peygamberlerin irşadı ulaşmasa bile insan aklını kullanarak kendisinin ve tabiatın bir yaratıcısı olduğunu bulmalıdır. O, engin denizin ortasında azgın dalgaların ve sert rüzgârların çevrelediği bir geminin kaptansız yolunu bulamayacağı örneğini, canlıların üreme şeklini, tabiatta gözlenen değişerek yenilenme olayını ispatlayıcı deliller olarak sayar (bk. Beyâzîzâde, s. 75, 82, 85, 91-94) ve böylece naklî metottan aklî metoda geçişin ilk örneklerini vermiş olur. Eş‘arî de Ebû Hanîfe gibi daha çok Kur’an’dan malzeme alarak bir yönüyle hudûs, bir yönüyle de nizam deliline benzeyen ispatlar yapar (el-Lümaʿ, s. 6-7). Kitâbü’t-Tevḥîd adlı eseri ve hatta Teʾvîlâtü’l-Ḳurʾân’ı ile Sünnî kelâmın en erken ve en güzel örneklerini veren Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Allah’ın varlığını nesnelerin yaratılmışlığı (hadesü’l-a‘yân) ile ispat eder. Evreni oluşturan nesnelerin ve onların taşıdığı özelliklerin -ki ona göre bunlara araz yerine sıfat demek daha isabetli olur (bk. Kitâbü’t-Tevḥîd, s. 16-17)- yaratılmışlığı ise bilgi vasıtalarımızın her üçü ile de (haber, duyu ve akıl) sabittir. Mâtürîdî muhtelif âyetlere işaret ederek naklin, evrenin yaratılmış olduğunu bize haber verdiğini ifade ettikten sonra duyular yoluyla elde edilen delillere geçer. Ona göre duyu organlarımızla algıladığımız cisimlerin ihtiyaç içinde bulunduğunu ve devamlı değişikliğe mâruz kaldığını gözlemekteyiz. Başkasına muhtaç olan ve değişen her şey kadîm olmayıp yaratılmıştır. Aklımız da söz konusu özellikleri taşıyan, hareket ve sükûndan uzak kalamayan kâinattaki nesnelerin yaratılmış olduğunu, her yaratılmışın da bir yaratıcısının bulunduğunu kabul eder (a.g.e., s. 11-19).

yuksel dedi ki...

Gerek kelâm gerekse felsefe cephesiyle İslâm düşüncesinde şöhret bulan hudûs, imkân ve nizam delillerini ele almadan önce Kindî ve Fârâbî’de görülen -imkân ve nizam delilleri dışında- bazı ispat şekillerine kısaca temas etmek gerekir. İslâm düşünce tarihinde Mu‘tezile kelâmından felsefeye geçiş döneminin temsilcisi olan Kindî, felsefî risâlelerinde Allah’ın varlığını ispat eden çeşitli deliller kullanmıştır. Bunlardan biri, evrenin yaratılmış olması esasına dayanan hudûs delilidir, ancak bu delil kelâmcılarınkinden farklı bir şekilde işlenerek sunulmuştur. Filozof, muhtemelen kendisinden tercümeler yaptığı matematikçi Öklid’den de faydalanarak (bk. Topaloğlu, Allah’ın Varlığı, s. 51), fiilen var olan ve evreni oluşturan cisimlerin, dolayısıyla evrenin sonsuz olamayacağını, sonsuz olmayan bir şey için de yaratılmamışlığın söz konusu edilemeyeceğini ispatlamaya çalışır (bk. Resâʾil, s. 97-162, 186-207). Kindî, başka bir ispat denemesinde önce nesnelerde hem birlik hem de çokluğun bulunduğunu, ihtimalleri bertaraf eden bir düşünce sistemiyle ortaya koyduktan sonra birlik ve çokluk karakterleri arasında bir uyumun (müşâreket) mevcut olduğunu, bunun da ancak bir dış müessirle gerçekleşebileceğini ifade eder (a.g.e., s. 132-143).

Fârâbî’ye gelince o, Aristo’ya ait olduğu bilinen hareket delilinden başka nizam delili içinde düşünülebilecek olan inâyet delilini, ayrıca kendisinden bir buçuk asır sonra yaşayan meşhur hıristiyan ilâhiyatçısı Saint Anselme’in kullanacağı “ekmel varlık” delilini kullanmıştır (Topaloğlu, Allah’ın Varlığı, s. 59-61).

Genel olarak İslâm dünyasında başvurulan isbât-ı vâcib delillerini şu şekilde sıralayabiliriz:

a) Hudûs Delili. Evrenin yaratılmışlığı ve her yaratılmışın bir yaratıcısının olacağı esasına dayanan hudûs delili, Kur’an’ın ilk inen âyetinden (el-Alak 96/1) itibaren birçok yerinde “hudûs” kelimesi kullanılmadan da olsa tekrar edilmiştir. İbn Rüşd’ün ihtirâ‘ diye adlandırdığı bu delil, gözle görülen ve ayrıca varlığı kabul edilen canlı cansız bütün kâinatın -Kur’an’da genellikle “semâvât, arz ve ikisinin arasındaki şeyler” olarak zikredilir- kendi kendine var olamayacağı ve mevcudiyetini sürdüremeyeceği konusunu bol örneklerle işler (bk. İbn Rüşd, s. 66-69). Ancak kelâmcılar arasında yaygın olan, cevher ve araz esasına dayalı hudûs delili bundan farklıdır. İlk defa Mu‘tezile bilginleri tarafından kullanılmaya başlandığı bilinen hudûs Bâkıllânî’nin eserlerinde ayrıntılarıyla yer almış, ondan sonra gelen Sünnî ve Mu‘tezilî kelâmcılar farklı kompozisyonlarla da olsa aynı delili tekrar etmişlerdir.

Cevher ve araz esasına dayalı hudûs delilinde, kâinatı oluşturan bütün cisimlerin bir öz (cevher) ile bu özün taşıdığı vasıflardan (arazlar) meydana geldiği kabul edilir. Arazlar ancak cevhere bağlı olarak varlığını hissettiren renk, hareket gibi vasıflardan ibaret olup zamanın her iki yönü açısından da süreksizdir. Cevherler hiçbir zaman fiilen arazlardan ayrı olamayacağından arazlar gibi onlar da süreksizdir. O halde cevher ve arazlardan oluşan cisimler, dolayısıyla cisimlerden oluşan evren hem geçmiş hem de gelecek açısından süreksizdir, yani yaratılmış ve fânidir. Her yaratılmışın, yaratılmış özelliği taşımayan bir yaratıcıya muhtaç bulunması ise aklın kaçınılmaz bir şekilde benimseyeceği bir husustur (kaynaklar ve ayrıntılı bilgi için bk. Topaloğlu, Allah’ın Varlığı, s. 81-95).

yuksel dedi ki...

Klasik kelâm kitaplarında asırlar boyunca yer alan hudûs deliline İbn Rüşd’den itibaren bazı tenkitler yöneltilmiştir. Gerçi ondan önce İbn Sînâ hudûsu zayıf bir delil olarak nitelendirmiştir. Fakat İbn Sînâ’nın tenkidi delilin kuruluşundan çok ispat metoduna yöneliktir. Ona göre seçkin insanlar rableri için başka şeyleri (cisimlerin yaratılmışlığını) şahit getirmezler, bilâkis gerçeklerin ispatı için bizzat rablerini şahit tutarlar. İbn Sînâ Allah’ın varlığını ispat etmek için imkân delilinin kullanılmasını teklif eder (bk. el-İşârât, III, 54-55). İbn Rüşd ve İbn Teymiyye’nin cevher ve araz esasına dayanan hudûs deliline yönelttikleri tenkitler, bu delilin Kur’an metoduna uymayışı, kullanışlı olmayışı, kesinlik arzetmeyen önermelerden meydana gelişi noktalarında yoğunlaşır. Aslında kelâmcılar ispat konusunda Kur’an’ın kullandığı hudûs delilini göz ardı etmemiş, sadece değişik bir metotla aynı sonuca ulaşmanın denemesini yapmak istemişlerdir. Ancak bunun güç anlaşılan dolambaçlı bir istidlâl tarzı olduğu da kabul edilmelidir. Wensinck gibi bazı Batılı yazarlar tarafından ileri sürülen ve hudûs delilinin Aristocu-Thomasçı delile benzerliğini dile getiren görüş, Mâcid Fahrî’nin de belirttiği gibi isabetli değildir. Çünkü Aristocu-Thomasçı delil evrenin ezeliyetine dayandığı halde kelâmcıların delili tamamen buna ters düşen bir bakış açısına sahiptir (bk. Mâcid Fahrî, s. 156-157). Özellikle pozitif bilimlerin verilerinden faydalanılarak düzenlenen yeni ispat delilleri, felsefî karakter taşıyan hudûs anlayışına değil Kur’an metoduna yaklaşmaktadır. Bu tür deliller tabiatı oluşturan maddelerin başlangıç döneminden çok sona erişi (fâni oluşu) üzerinde durmakta, bazı maddelerin yavaş veya hızlı bir şekilde yok olmaya yüz tutmasına bakarak gelecek açısından sonlu olan maddenin başlangıç açısından da sonlu olmasının ve madde özelliği taşımayan yüce bir varlık tarafından yaratılmış bulunmasının gereğini ortaya koymaya çalışmaktadırlar (bk. Monsma, s. 13 vd., 38-40, 80-87, 115-128).

b) İmkân Delili. “Mevcûd”u, varlığı kendinden (vâcip) veya başkasından (mümkin) olmak üzere iki kategoride düşünen ve evrenin “mümkin” özelliği taşıdığını benimseyen imkân delilinin bazı ip uçlarını, hicrî III. (IX.) yüzyılın ilk yarısında yaşayan Kindî’nin teolojisinde bulmak mümkündür. Fakat bu delil tam olarak önce Fârâbî, daha sonra da İbn Sînâ tarafından ortaya konulmuş ve İslâm literatürüne mal edilmiştir. Kelâm bilginleri felsefe ile ilgilendikten sonra imkân delilini de kullanmaya başlamışlardır. Aslında hudûs ve imkân delilleri kuruluşları ve sonuçları itibariyle birbirine benzemektedir. Bu sebeple bazı araştırmacılar imkânı hudûsun bir başka şekli olarak kabul etmekte ve imkânın da erken dönemlerden itibaren kelâmcılar tarafından kullanıldığını söylemektedir (Mâcid Fahrî, s. 139). Tesbit edilebildiği kadarıyla imkân deliline eserlerinde ilk defa yer veren kelâmcı Şehristânî’dir (Nihâyetü’l-iḳdâm, s. 13). Fahreddin er-Râzî ve daha sonraki kelâmcılar bu delilin çeşitli varyantları üzerinde durmuşlardır.

yuksel dedi ki...

İmkân delilinin hedefi bir vâcibin mevcudiyetini ispat etmektir. Vâcip, “varlığı kendinden olup başkasına muhtaç bulunmayan” demektir. Bunun karşıtı mümkindir ki “var olmak için başkasına muhtaç bulunan” anlamına gelir. Evren, bir kısmını duyularımızla idrak ettiğimiz, bir kısmını da başka yollarla bildiğimiz nesnelerden oluşur. Bu nesneler ya vâcip veya mümkindir. Gözlediğimiz bütün nesneler imkân (başkasına muhtaç olma) özelliği taşıdığına göre tabiatı oluşturan diğer parçalar da aynı nitelikte olmalıdır. O halde tabiat mümkindir, ona varlık veren ve fakat mümkin özelliği taşımayan bir sebep bulunmalıdır; o da varlığı zorunlu olan Allah’tır.

Hudûs ve imkân delillerinde kâinatın yaratılmış (hâdis) veya var olmak için başkasına muhtaç (mümkin) olduğu ispat edildikten sonra, bunun mantıkî bir sonucu olarak her hâdisin bir muhdisi (yaratıcı) veya her mümkinin bir sebebi (illet, vâcip) bulunduğunu kabul etmek gerekir. Her iki delilin aynı mahiyette olan bu ikinci şıkkının insan aklınca zaruri olarak benimsenecek bir gerçek olduğu söylenmekle birlikte yine de ileri sürülecek bazı itirazlar söz konusudur. Bu tür itirazlar devir ve teselsülün iptaliyle cevaplandırılmaktadır (bk. DEVİR; TESELSÜL).

c) Nizam Delili. Tabiatta fevkalâde hassas ve ince bir nizamın hâkim olduğu, bunun kendiliğinden veya şuursuz maddenin icadıyla meydana gelmeyip yüce vasıflara sahip tabiat üstü bir varlığın yaratması ve devam ettirmesiyle mümkün olabileceği esasına dayanan nizam delili, eski çağlardan itibaren günümüze kadar düşünürlerin dikkatini çekmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de çokça kullanılan, filozof İbn Rüşd tarafından hikmet ve inâyet diye adlandırılan delil, Kur’ânî bir delil olarak erken dönemlerden başlamak üzere İslâm bilginlerinin ilgisini çekmiş, IV. (X.) yüzyıl bilgilerinden Mutahhar b. Tâhir el-Makdisî’den itibaren de kelâmî bir delil niteliğinde ele alınarak geliştirilmiş, hakkında müstakil eserler kaleme alınmıştır (bk. Topaloğlu, Allah’ın Varlığı, s. 108-109). Temelde tabiatın gözlenmesine ve dolayısıyla deneye dayanan nizam deliline hıristiyan skolastiklerin pek az ilgi göstermesine rağmen (bk. P. Janet – G. Séailles, s. 231) çağımız Batılı teolog ve araştırmacıları son derece önem vermektedirler.

yuksel dedi ki...

yüksel dedi ki...
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır parlayacak!
O benimdir, o benim milletimindir ancak!

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül... ne bu şiddet, bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal.
Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklal.

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım;
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar.
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imânı boğar,
'Medeniyyet!' dediğin tek dişi kalmış canavar?

Arkadaş, yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın,
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

Bastığın yerleri 'toprak' diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı.
Verme, dünyâları alsan da bu cennet vatanı.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.

Rûhumun senden İlahî, şudur ancak emeli:
Değmesin ma' bedimin göğsüne nâ-mahrem eli!
Bu ezanlar-ki şehâdetleri dinin temeli-
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.

O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım.
Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım;
Fışkırır rûh-ı mücerred gibi yerden na'şım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım!

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl;
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet,
Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklâl!

4 Aralık 2010 06:20

yuksel dedi ki...

ksel dedi ki...
Ümmetin beklediği, âhirzamanda gelecek zâtın üç vazifesinden en mühimi ve en büyüğü ve en kıymettarı olan iman-ı tahkikîyi neşir ve ehl-i imanı dalâletten kurtarmak cihetiyle, o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemâmihâ Risale-i Nur’da görmüşler. İmam-ı Ali ve Gavs-ı âzam ve Osman-ı Hâlidî gibi zatlar, bu nokta içindir ki, o gelecek zatın makamını Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsinde keşfen görmüşler gibi işaret etmişler. Bazan da o şahs-ı mânevîyi bir hâdimine vermişler, o hâdime mültefitane bakmışlar. Bu hakikatten anlaşılıyor ki, sonra gelecek o mübarek zat, Risale-i Nur’u bir programı olarak neşir ve tatbik edecek.
O zatın ikinci vazifesi, şeriatı icra ve tatbik etmektedir. Birinci vazife, maddî kuvvetle değil, belki kuvvetli itikad ve ihlâs ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife gayet büyük maddî bir kuvvet ve hakimiyet lâzım ki, o ikinci vazife tatbik edilebilsin.
O zatın üçüncü vazifesi, hilâfet-i İslâmiyeyi ittihad-ı İslâma bina ederek, İsevî ruhanîleriyle ittifak edip din-i İslâma hizmet etmektir. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakârlarla tatbik edilebilir. Birinci vazife, o iki vazifeden üç-dört derece daha ziyade kıymettardır. Fakat o ikinci, üçüncü vazifeler pek parlak ve çok geniş bir dairede ve şaşaalı bir tarzda olduğundan, umumun ve avâmın nazarında daha ehemmiyetli görünüyorlar. İşte o has Nurcular ve bir kısmı evliya olan o kardeşlerimizin tâbire ve tevile muhtaç fikirlerini ortaya atmak, ehl-i dünyayı ve ehl-i siyaseti telâşe verir ve vermiş; hücumlarına vesile olur. Çünkü, birinci vazifenin hakikatini ve kıymetini göremiyorlar; öteki cihetlere hamlederler.
Kardeşlerimin ikinci iltibası: Fâni ve çürütülebilir bir şahsiyeti, bazı cihetlerle birinci vazifede pişdarlık eden Nur şakirtlerinin şahs-ı mânevîsini temsil eden o âciz kardeşine veriyorlar. Halbuki bu iki iltibas da Risale-i Nur’un hakikî ihlâsına ve hiçbir şeye, hattâ mânevî ve uhrevî makamata dahi âlet olmamasına bir cihette zarar verdiği gibi, ehl-i siyaseti de evhama düşürüp Risale-i Nur’un neşrine zarar gelir. Bu zaman, şahs-ı mânevî zamanı olduğu için, böyle büyük ve bâkî hakikatler, fâni ve âciz ve sukut edebilir şahsiyetlere bina edilmez.
Elhasıl: O gelecek zatın ismini vermek, üç vazifesi birden hatıra geliyor; yanlış olur. Hem hiçbir şeye âlet olmayan nurdaki ihlâs zedelenir, avâm-ı mü’minîn nazarında hakikatlerin kuvveti bir derece noksanlaşır. Yakîniyet-i bürhaniye dahi, kazâyâ-yı makbûledeki zann-ı galibe inkılâp eder; daha muannid dalâlete ve mütemerrid zındıkaya tam galebesi, mütehayyir ehl-i imanda görünmemeye başlar. Ehl-i siyaset evhama ve bir kısım hocalar itiraza başlar. Onun için, Nurlara

yuksel dedi ki...

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK ÜN VASİYETİ AÇIKLAMA VAKTİ GEMİŞTİR.

yuksel dedi ki...

Hafız şöyle demiştir.
BİR PADİŞAHIN ADALETLE HÜKMETTİĞİ BİR SAATLİK ÖMÜR,
YÜZYILLIK İBADET VE ZÜHDLE GEÇEN HAYATINDAN DAHA KIYMETLİDİR.
RUHU L BEYAN
KUR AN MEALİ VE TEFSİRİ
CİLT. 21. SY. 256.

yuksel dedi ki...

....
EY KULLARIM
SİZİN YAPTIKLARINIZ AMELLERİNİZİ BEN KAYDEDİP SAKLIYORUM. ONLARIN KARŞILIĞINI SİZE VERECEĞİM.KİM İYİLİK BULURSA, HAYIRLA KARŞILAŞIRSA ALLAH C.C. A HAMDETSİN, BUNDAN BAŞKA BİR ŞEY BULURSA KENDİNDEN BAŞKASINI AYIPLAMASIN.
RUHU L BEYAN
KUR AN MEALİ VE TEFSİRİ
CİLT.21. SY. 251.
MÜSLİM , BİRR 2577.

yuksel dedi ki...

CENNETİN ANAHTARI HİDAYET ÜZERE OLMAKTIR.
MAHMUD ESAD COŞAN
GÜNÜN SOHBETİ
AKRA FM.

yuksel dedi ki...

TEFEKKÜR İMANIN ANAHTARIDIR.
ERKAM RADYO
OSMAN NURİ TOPBAŞ

yuksel dedi ki...

DECCAL (Bak:Süfyan)

Bediüzzaman Mustafa Kemal'e Deccal demekle suçlandı. (E.L.)

2:42, 53.

Bediüzzaman Rusya'yı büyük Deccal olarak görüyor. (Ş.) 494:

5. Şua 14. mesele; (S.) 310:24. Söz 3. dal, 8. asıl Bediüzzaman Deccalın vasıflarının âlem-i İslâmda çıktığını gör

dü. (T.H.) 131.

Deccala Kur'ân nurlarıyla karşı konulabilir. (T.H.) 131. Deccala siyâset vasıtasıyla galip gelinmez. (T.H.) 131. Deccalı (Büyük deccalı) İsâ (a.s.) öldürecek. (Ş.) 493:5. Şua;

(M.) 426:29. Mektup 7. kısım, 6. işâret

Deccal (İslâm Deccalı) Horasan tarafından çıkacak. (§.) 500:5. Şua Deccal aldatmakla iş görür. (Ş.) 492:5. Şua

Deccalin alnında "hâzâ kâfirun" yazar. ($.) 490:5. Şua (Tils.) 191. Deccalın bir gözü kördür. (Ş.) 599:5. Şua Deccalı bütün dünyanın işitmesi. (Ş.) 494:5. Şua; (S.) 310:24.

Söz 3. dal, 8. asıl

Deccalın bütün dünyayı dolaşması. (S.) 310:24. Söz 3. dal 8. asıl

FIHRIST/155

yuksel dedi ki...

Deccal dünyayı zapteder rivâyetinin mânâsı. (K.L.) 50. Deccali haber veren hadis. (Tils.) 177; (Ş.) 427:14. Şua Deccal ikidir. (Ş.) 492:5. Şua

Deccalın icraatları. (Ş.) 498, 499:5. Şua

Deccal ilahlık davâsında bulunacak. (Ş.) 491:5. Şua; (M.) 60: 15. Mektup, 4. suâl Deccal istidrac hârikalanıyla kendini muhafaza edecek. (Ş.) 493:

5. Şua 13. mes.; (Ş.) 498:5. Şua tet. 2. mes.

Deccal kuvvetlidir. (Ş.) 489, 492, 498:5. Şua

Deccal Mekke ve Medine'ye giremeyecek. (K.L.) 16.

Deccalın minâreden büyük olması. (Ş.) 494:5. Şua; (K.L.) 49. Deccal misâl dehây-1 a'ver. (S.) 655:Lemaat Deccalın muhasarası Mehdinin üzerinden kalkmamıştır. (Tils.) 213. Deccal mü'minlerin ayrılıklarından istifade edecek. (M.) 260:22.

Mektup, 5. vecih

Deccalın mühim bir kuvveti Yahudiler olacak. (Ş.) 494:5. Şua Deccal öldüğünde şeytan vefatını haber verecek. (Ş.) 489:5. Şua Deccalin vasıfları. (Ş.) 300:14. Şua

Deccalın üç devresi var. (Ş.) 493:5. Şua

Deccal ve Süfyan ünvanları yabancılara karşı lüzumsuz müna

kaşa edilmemeli. (K.L.) 188. Deccalın yalancı cennet ve cehennemi vardır. ($.) 490, 494:5.

Şua; (M.) 61:15. Mektup, 4. suâl

Herkes deccalı tanımayacak. (S.) 310:24. Söz 3. dal, 8. asıl Hıristiyanlık İslâmiyetle mezcolarak Deccalı dağıtacak. (Ş.) 493:5. Şua Hz. İsa'nın Deccalle mücadelesi. (K.L.) 49.

120:17. Lem'a 5. nota

İsevî dininden uzaklaşan Avrupa, deccal gibi tek gözlüdür. (L.) FIHRIST/156

yuksel dedi ki...

İslâm Deccalı Süfyan. (Ş.) 498:5. Şua Mesih Deccal. (Ş.) 498:5. Şua
Risale-i Nur Kulliyati Fihrist Ve İndeksi 155 156 syf

yuksel dedi ki...

Mustafa Kemal in Bediuzzaman a tarziye verdi.(E.L.)2:31.
Bir Hazinenin Anahtari
Risale-i Nur Kulliyati Fihrist Ve İndeksi İsmail Mutlu
sy 484.

yuksel dedi ki...

Mustafa Kemal
'SABETAY SEVİ'nin soyudan geliyorum kendisine hayranım.
Keşke bu dünyadaki bütün Yahudiler onun mesihligi altında birleşse..'
Sırr-ı inna A'tayna
Rumuzat-i Semaniye
Mâidet-ül-Kur'an sy 83

yuksel dedi ki...

Mustafa Kemal Atatürk ün vasiyetnamesinin açıklanmasıyla açığa çıkmasını umuyorum ki
Mustafa Kemal ile Muhammed Said Nursi.arasındaki sırrın Mustafa Kemal Atatürk ün vasiyetnamesinin açıklanmasıyla açığa çıkmasını umuyorum ki
Osmanlı Devleti
Aliyy'ül geri dönün.

yuksel dedi ki...

unutulmasın ki, yokuşlar meşakkatsiz çıkılmaz. çilesiz insaan olgunlaşamaz dert, insanı hamken pişirir. demir kızgın ateşte yumuşatılıp dövüldükçe kuvvet kazanır. kader ve kaza dahilinde bela ve musibetlere uğrayanlar, sabır ve rîza gösterdikleri taktirde, bu çilelerle yoğrularak salih ve kamil halr gelirler..
Altınoluk dergi ağustos 2022

yuksel dedi ki...

İSTİDRÂC
الاستدراج
İkna sanatı.

Müellif:
İSMAİL DURMUŞ
Sözlükte “merdiven, yol” anlamındaki derec ve “merdiven basamağı” demek olan derece ile aralarında etimolojik ilgi bulunan derc (dürûc/derecân) kelimesi “merdiven basamaklarını çıkar gibi yavaş yavaş yürümek, merdiven çıkmak” gibi mânalara gelir. Bu kökten türeyen istidrâc ise “bir kimseyi bir şeye adım adım, derece derece yaklaştırmak, onu kurduğu tuzağa yaklaştırıp düşürmek, aldatmak” anlamındadır. A‘râf sûresinde geçen kelime (7/182) “Allah’ın, âyetlerini yalanlayanları derece derece, sezdirmeden azaba doğru çekmesi, her yeni hata ve günahta yeni nimet ve imkânlar vererek azdırması, yavaş yavaş helâke götürmesi” gibi mânaları ifade eder. Bunun ardından gelen imlâ’ (mühlet ve fırsat verme) ve keyd (tuzak, tuzak kurma) kelimeleri de istidrâcın tefsiri mahiyetindedir. Belâgat ilminde muhatabı incitmeden, reddedilmez mantık dokusu içerisinde aklını çelerek bir fikri kabul etmesini sağlayan söze ve bu üslûba istidrâc denir.

Ziyâeddin İbnü’l-Esîr (ö. 637/1239), bu edebî sanatı ilk defa kendisinin Allah’ın kitabından bulup ortaya çıkardığını söyler. Ona göre bu tür sözden amaç, ince nükteler ve söz ustalıkları ile muhatabı bir şeyi kabule zorlamaktır. Dolayısıyla belli bir amaca hizmet etmeyen parlak sözlerin bir yararı yoktur. Bu tür üslûpta kıyas ve mantık oyunları kadar gönül çelen hitap şekillerinin de büyük önemi vardır (el-Mes̱elü’s-sâʾir, II, 68). İbnü’l-Esîr istidrâcı “söz sahibinin ince, yumuşak ve gönül alıcı ifadelerle muhatabına görüşünü kabul ettirmesi” şeklinde tanımlar ve kompozisyon sanatının esasının da buna dayandığını belirtir (el-Câmiʿu’l-kebîr, s. 235).

yuksel dedi ki...

İstidrâc, Ebû Ya‘kūb es-Sekkâkî (ö. 626/1229) ve onun ekolüne mensup belâgat âlimlerinin “kelâm / hitap munsıf” adını verdikleri üslûba yakındır. Sekkâkî bu konuya ta‘rizin anlamını açıklarken temas etmiştir. Ona göre, “Ben, beni yaratana niçin ibadet etmeyeyim?” (Yâsîn 36/22) ifadesi ta‘riz üslûbuyla, “Siz, sizi yaratana niçin ibadet etmiyorsunuz?” demektir. Âyetin devamındaki, “Üstelik dönüşünüz de yalnız O’nadır” ifadesi de buna delâlet etmektedir. Eğer âyet ta‘riz belirtmeseydi öncesine uygun olarak, “Üstelik dönüşüm de yalnız O’nadır” ifadesiyle sona ererdi. Buradaki ta‘riz üslûbunun güzelliği, söz sahibinin inkârcı muhataplarının öfkesini üzerine çekmeden gerçeği kabul etmelerine yardımcı olacak şekilde onlara bunu duyurmayı sağlamış olmasındadır. Zira inkârcılara açık bir dille bâtıl yolunda olduklarını söyleseydi öfkelerini üzerine çekmiş, tebliğ davasını baştan kaybetmiş olurdu. Ayrıca bu üslûpta söz sahibi insaf ölçüleri içinde hareket ederek muhatapları için istediğini kendisi için de istemiş ve nasihatindeki samimiyeti ortaya koymuştur. Bu sebeple bu tür üslûba “kelâm munsıf” denilir.

Sekkâkî ekolüne mensup olan Teftâzânî ta‘riz esasına dayanan türe istidrâc adı da verilebileceğini, çünkü bu tür sözün muhatabı tedrîcî bir surette kabul ve teslime yaklaştırdığını, bu üslûbun Kur’an’da, şiir ve muhâverelerde çok geçtiğini söyler. Tehânevî, İbnü’l-Esîr anlayışının bir yorumu olarak istidrâcı “ta‘riz içersin veya içermesin, muhatabı incitip öfkelendirmeden hakkı ve hakikati ona duyurma imkânı veren söz” olarak tanımlar.

yuksel dedi ki...

Aşağıdaki âyet de sıcak yaklaşım, yüksek edep, kendini muhatabının yerine koyma ve tam insaf, aklî delil, mantıkî hüccet içermesi yönleriyle istidrâc sanatının en güzel örnekleri arasında yer alır: “Firavun ailesinden olup imanını gizleyen mümin bir kişi şöyle dedi: Siz bir adamı rabbim Allah’tır dediği için öldürecek misiniz? Halbuki o size rabbinizden apaçık mûcizeler de getirmiştir. Eğer o yalancı ise yalanı kendisinedir; eğer doğru söylüyorsa sizi tehdit ettiği azabın bir kısmı olsun gelip size çatar. Şüphesiz Allah haddi aşan, yalancı kimseyi doğru yola eriştirmez” (Gāfir 40/28). Bu âyette, getirdiği açık mûcizelerle onların hayrına çalışan bir kimsenin (Hz. Mûsâ) sırf farklı inanç ve kanaatte olduğu için öldürülmesinin akla aykırılığı ve çirkinliği inkâr sorusuyla sorgulanıp ortaya konduktan sonra akıl ve mantık yoluyla yarar ve zarar açısından Hz. Mûsâ’nın muhtemel iki durumu (doğru söylemesi veya yalancı olması) irdelenmektedir. Anlatımda nezaket, edep, sübjektiflik ve duygusallıktan uzaklık, tam bir insaf ve tarafsızlık, kendini muhatabının yerine koyma özellikleriyle istidrâc sanatının mükemmel bir uygulaması görülmektedir. Âyette konuşan mümin kişi, Hz. Mûsâ’nın doğru söylediğine kesin olarak inandığı halde sırf muhataplarının kanaatine saygı için muhtemel yalancılığını önce zikretmiş, doğruluğunu farz ve takdir üslûbuyla anlatmış, inanmadıkları takdirde Hz. Mûsâ tarafından tehdit edildikleri şeylerin hepsinin başlarına geleceğine kesin biçimde inanmakla birlikte bu husus “bunların bir kısmına çarpılmakla” ifade etmiştir.

yuksel dedi ki...

Elini ağrıyan yerine koy. Üç defa şunu söyle geçer: "Bismillah Allahümme ezhib annî şerre mâ ecidü bi da'veti nebiyyikettayyibil mübârekil mekîni indeke bismillah."
Ravi: Hz. Esma binti Ebubekir (r.anha)
Sayfa: 311 / No: 7
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Şu anda kıtal geldi. Ümmetimden Hak üzerine çarpışan ve kafirler üzerine galib gelen bir kavim hiç bir zaman eksik olmaz. Allah, onlar için diğer kavimlerin kalblerini kaydırır ve daraltır. Kafirlerle savaşırlar. Allah onları rızıklandırır. Allah'ın emri gelene (onların ömürleri son buluncaya) kadar bu böyle devam eder. O günde mü'minlerin evlerinin yeri Yam'dır. Hayr, kıyamete kadar, atların nasiyesine bağlıdır. Bana vahyolunduğuna göre, Ben (dünyada) çok kalıcı değilim. Yakında gidiciyim. Siz de Beni yaşlanarak takip edeceksiniz. Ve bazınız, bazınızın boynunu vuracaktır. Kıyametten önce iki büyük hadise vardır. Şiddetli Veba ve sonra da zelzeleli yıllar vardır.
Ravi: Hz. Seleme (r.a.)
Sayfa: 187 / No: 2
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

yuksel dedi ki...
Fitne zamanında irtidat artar.13, 459-60.
Fitne zamanında silah edinmemek.13,392-93.
Fitne zamanında yalan artar. 13,452.
Hadis Külliyati
Kutub-i Sitte.
Tercüme ve Şerhi
cilt. 18.sy.71.

17 Ağustos 2022 07:32

yuksel dedi ki...

Fatih Sultan Mehmed Istanbul fethedilmeden önce esnafın hilesiz ve güzel ahlaklı olduğunu görünce bu güzel ahlaklı halkla İstanbul değil dünyayı feth ederim demiştir.
İstanbul rum halkı burada kardinal külahı görmektense müslüman sarığı görmeği yeğleriz demişlerdir.
Akra fm.
günün sohbeti
Mahmud Esad Coşan

yuksel dedi ki...

Bundar Şirazi - Kuddisu Sirruh-
Tasavvuf ahde vefadir buyurmuşdur.
Tasavvuf ve Marifetullah
Musa Topbaş

YANITLASİL

yuksel19 Ağustos 2022 10:59
Ebu Said Arabi - Kuddisu Sirruh-
Tasavvuf ahde vefa etmektir.
Yani ahde vefa, Allah için işlemek üzere gönlümüzden her geçeni yapmaktır.
Tasavvufun yekunu luzumsuzu terketmekdir, marifetin yekunuda bilgisizligini anlamak.
Tasavvuf ve Marifetullah
Musa Topbaş
sy. 18.

yuksel dedi ki...

Tan
Stratejik Düşünce Enstitüsü
QOSHE'nin özellik ve deneyimlerinden faydalanabilmeniz için çerez kullanıyoruz.

Daha fazla bilgi . Kapat
Yunanistan, ABD ve Avrupa'nın Tuzağına Düşerse
ABD ve Avrupa'nın önde gelen devletleri sözde ortak ve müttefik olarak gösterdikleri fakat esasta hasım olarak gördükleri Türkiye'yi,...

Stratejik Düşünce Enstitüsü
40
12.06.2022
Korku, Öfke ve Yozlaşma Sarmalında Avrupa
Rönesans, Reform, Coğrafi Keşifler ve nihayetinde Sanayi Devrimi ile birlikte kendi kalkınmasını mazlum milletler üzerinden sağlayan Avrupa;...

yuksel dedi ki...

Yalan küfrün esası, nifakın alameti, Allah c.c.a bir iftiradır.
(İ.İ.) 93.
Bir Hazinenin Anahtarı
Risale-i Nur Külliyatı Fihrist Ve İndeksi.
İsmail Mutlu.
sy.678.

yuksel dedi ki...

Cahilin sohbeti can incitir, Alimin sohbeti inci mercan gibi incidir.
Akra fm.
Hadisler Deryası
Mahmud Es'ad Coşan

yuksel dedi ki...

"Tamamı elde edilmeyen şeyin tamamı terk edilmez" hadisi yeisin belini kırar. (H. S.) 50:2.kelime.
Bir Hazinenin Anahtari
Risale-i Nur Kulliyati Fihrist Ve İndeksi
İsmail Mutlu
sy 680.

YANITLASİL

yuksel25 Ağustos 2022 06:13
Kâinat esir maddesinden yaratılmıştır.(İ.i.) 238.
Bir Hazinenin Anahtari
Risale-i Nur Kulliyati Fihrist Ve İndeksi
İsmail Mutlu
sy 371.

yuksel dedi ki...

19. Allah, gizlediğiniz şeyleri de açıkladığınız şeyleri de bilir.
Nahl Suresi ayet. 19.

yuksel dedi ki...

Allah (z.c.hz.) Adem'in Hamurunu kırk gün, kırk gece yoğurdu. Aldı, ikiye kesti. Sağ tarafa iyiler, sol tarafa habisler ayrıldı. Sonra tekrar yoğurdu. Onun içindir ki iyilerden kötü, kötülerden iyiler çıkabilir.
Ravi: Hz. İbni Me'sud (r.a.)
Sayfa: 88 / No: 7
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

1222-..."Mümin den kafir" İbrahim (a. s.) 'in Azer' den ve Ken'an'in Nuh (a. s.) dan çıkması gibi.
Ramuz ül Ehadis Şerhi.
Levamiul ukul
Zeka Parıltıları
Hadis-i Şerif ler ve açıklamaları
cilt. 3.sy.193.

yuksel dedi ki...

Sayfa Sıra Hadis-i Şerif Ravi
173 1 Bakmaktan, sonra tekrar bakmaktan sakın. Zira birincisi senin için ihtiyarının dışında olmuştur. İkincisi aleyhinedir.(Yabancı bir kadına bakmak meselesi) Hz. Büreyde (r.a.)
173 2 Tövbeyi ihmal etmekten sakın. Bir de Allah'ın sana karşı hilmine aldanmaktan sakın. Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
173 3 Kötü arkadaştan sakın. Zira o, ateşten bir parçadır ki, ne onun sevgisi sana fayda verir ve ne de sana olan ahdini yerine getirir. Hz. Enes (r.a.)
173 4 Hiyanetten sakınınız. Zira o, çok kötü bir haslettir. Zulümden de sakınınız. Zira o, kıyamet gününde zulümattır (karanlıklardır) Cimrilikten de sakınınız. Zira, sizden evvelkileri helak eden ancak cimrilik olmuştur. Bu sebeble onlar kanlarını döktüler ve akrabalık bağlarını kestiler. Hz. Hirmas İbni Ziyad (r.a.)
173 5 Kibirden sakınınız. Hiç şüphe yok ki kibir, şeytanı Adem (a.s)'a secde etmemeye sevketmiştir. Hırstan da sakınınız. Zira hırs, Adem (a.s)'ı malum ağaçtan yemeğe sevketmiştir. Hasedden de sakınınız. Zira Adem (a.s)'ın iki oğlundan biri, kardeşini ancak hased sebebiyle öldürmüştür. İşte bunlar, her hatanın aslıdır. Hz. İbni Mes'ud (r.anhüma)
173 6 İnsanları acizlik içinde bırakmaktan sakının, Sizden birisi Emir veya Amil olur da kendisine dul kadın, yetim veya fakir bir kimse işi için gelir. Ona "Sen otur, işine bakılacaktır" denir. Böylece onlar acizlik içinde terkedilirler. İhtiyaçları görülmez ve onlar için bir emir de verilmez. Onlar da dağılıp giderler. Halbuki, zengin eşraftan biri gelince, Emir onu yanına oturtur. Sonra da "İşiniz nedir" der. Adam da "İşim şöyle şöyledir" der. Bunun üzerine Emir "Bunun ihtiyacını yerine getirin ve acelede edin" der. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)

yuksel dedi ki...

173 7 Benden, çok hadis nakletmekten sakının, Hek kim benden bir şey naklederse, hak veya doğru söylesin. Kim, Benim söylemediğim şeyi, Bana söyledi diye isnad ederse, ateşten oturacağı yeri hazırlasın. Hz. Ebû Katade (r.a.)
173 8 Kafir dahi olsa, mazlumun duasından sakınınız. Zira mazlumun duası ile Aziz ve Celil olan Allah arasında perde yoktur. Hz. Enes (r.a.)
173 9 Günahların küçük görünenlerinden sakınınız. Zira küçük görünen günahların misali, bir vadiye inen kavmin şu işi gibidir; Onlardan biri bir odun getirdi. Öbürü bir odun getirdi. Derken, kendi ekmeklerini pişirecek şeyi taşımış oldular. Şüphe yoktur ki, küçük görünen günahlar sebebile sahibi muahaze edildiği zaman bunlar onu helak ederler. Hz. Sehl İbni Saad (r.a.)

yuksel dedi ki...

Allah (z.c.hz.) buyuruyor: "Benim mahlukum gibi birşey yapmaya kalkandan daha zalim kim vardır? Yaratsınlar bir tane, Yaratsınlar bir zerre veya yaratsınlar bir arpa."
Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
Sayfa: 327 / No: 12
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Zikrin insanın varoluşa katilmasindaki incelik kısaca şu şekilde gerçekleşir : Kişi çok zikrettigini sever, sevdiğini tanır, tanıdığına teslim olur, teslim olduguna da dost olur, kul olur.
Tasavvuf Terimleri Deyimleri Sözlüğü. Prof. Dr. Ethem Cebecioglu. sy.729.

yuksel dedi ki...

Evet, nefsim Yed-i kudretinde Olana yemin ederim ki, şüphesiz Allah Teala Cennette bir ağaca şöyle buyurur: "Dünyada Bana ibadetle ve benim zikrimle meşgul olup da kendilerini eğlencelerden ve çalgılardan uzak tutan kullarıma sesini duyur." Bunun üzerine Rabbı Tesbih ve Takdis eden öyle bir ses yükselir ki, mahlukatı onun benzerini o ana kadar duymamıştır.
Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
Sayfa: 171 / No: 5
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Bilindiği gibi Hz. Peygamber, Şüphesiz ki Allah her yüzyılın başında kendi dinini tecdid edecek birisini gönderir"buyurmaktadir. İslam alimleri, İslama hizmet edecek olan bu muceddidlerin manaviyat alanında ve ilim sahasında olduğu kadar, siyaset alaninda da olabileceğini ifade etmektedirler.
Örnek Yavuz Sultan Selim Han
Bilinmeyen Osmanlı
Prof. Dr. Ahmed Akgunduz.
Doçent. Dr. Said Ozturk.
sy. 137.

yuksel dedi ki...

Kâfirlerin medeniyetiyle mü’minlerin medeniyeti arasındaki fark:
Birincisi, medeniyet libasını giymiş korkunç bir vahşettir. Zahiri parlıyor, bâtını
da yakıyor. Dışı süs, içi pis; sureti me’nus, sîreti mâkûs bir şeytandır. İkincisi,
bâtını nur, zahiri rahmet; içi muhabbet, dışı uhuvvet; sureti muâvenet, sîreti şefkat,
câzibedar bir melektir.”[1]

yuksel dedi ki...

Aziz ve Celil olan Allah buyurur: " Kulumun Benim üzerimde ahdi vardır; namazlarını vaktinde dosdoğru eda ederse, ona azab etmiyeceğim ve onu Cennete hesapsız sokacağım."
Ravi: Hz. Âişe (r.anha)
Sayfa: 329 / No: 12
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Dosdoğru olmak
Islamiyet'in en mühim ahlaki temellerinden birisi, belki de birincisi "sıdk" yani doğruluktur.
Bediuzzaman Said Nursi ve Hayru'l Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak
ilk defa yayınlanan Orijinal Mektuplar Işığında
cilt. 3.sy.1239.

yuksel dedi ki...

İhtilaller zulmü artırır.
Emirdağ L.-1 sh. 40 son prg. v. d.
Risale-i Nur Kulliyati
Fihristi
sy. 45.

yuksel dedi ki...

Dinde olanı yok, olmayanı var gösterme hatası.
Muhakemat. sh. 42'de Hatime
Risale-i Nur Kulliyati Fihristi
r n k. sy. 120.

yuksel dedi ki...

Lisan-i hal ile verilen ders, lisan-i kalden daha kuvvetlidir.
13.Sua.sh.310 alttaki mektup.
Risale-i Nur Kulliyati Fihristi
r n k. sy. 166.

yuksel dedi ki...

"Erbakan hocamızın hükumetini devirmek için bir askeri darbe düşünülüyor, bu gerçekleştiğinde bütün İslami cemaatlerin ileri gelenlerinden yediser kişi toplanarak Gölcük 'e götürülecek ve infaz edilecek.
Emraz-i Sâriye
Bulaşıcı hastalıklar ve Korunma yolları
cilt. 2.sy.78.

yuksel dedi ki...

Yalanı söküp atmadan hakikatı, doğruyu dikmeye çalışma tutmaz.

YANITLASİL

yuksel4 Eylül 2022 04:29
Karanlık aydınlıktan, yalan doğrudan kaçar. Güneş yalnız da olsa etrafına ışık saçar.Üzülme doğruların kaderidir yalnızlık .Kargalar sürü ile kartallar yalnız uçar.
(Ömer Hayyam)

YANITLASİL

yuksel4 Eylül 2022 04:34
Kurtuluş ilim iledir, fakat insanların bundan haberi yoktur.Can boğaza geldiği zaman , ilim sebebiyle, azaptan kurtuluş ümit edilir ( Zernuci)

YANITLASİL

yuksel4 Eylül 2022 04:44
Hakkın hatırı Alidir(Yücedir) hiçbir hatıra feda edilmez, kimin hatırı kırılırsa kırılsın yalnız hak sağ olsun.( Divanı Harbi Örfi)
Kur'an-ı Kerim Muhtasar Meali sy.99.

yuksel dedi ki...

Şahsi menfaat girmeyen iş kıyamete kadar sürer.
Ömer Tuğrul İnançer

yuksel dedi ki...

Benim, ashabımın ve Benden önceki Peygamberlerin haleflerini size bildireyim mi? onlar, Benden ve ashabımdan, Allah yolunda ve Allah için, Kur'anı ve Hadisleri hıfzedenlerdir.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)
Sayfa: 166 / No: 8
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Kur'an-ı Kerim'de yedi rakamı , yirmi yerde yirmi dört defa geçmektedir.
Tasavvuf Terimleri Deyimleri Sözlüğü
Prof.Dr.Ethem Cebecioğlu.
sy.711.

yuksel dedi ki...

YEDİ: Yedi rakamına ait geliştirilmiş bir inanç vardır ki, muhtemelen bunun köke ni, Kur'ân-ı Kerîm'de "Yedi semâ" (Bakara/29), "Yedi deniz" (Lokman/27), "Yedi başak" (Bakara/261, Yusuf/46), "Yedi çift" (Hicr/87), "Yedi kapı" (Hicr/44), "Yedi gün" (Bakara/196), "Yedi gece" (Hakka/7), "Yedi yol” (Mü'mi nin/17), "Yedi kıtlık yılı" (Yûsuf/43), "Yedi sene" (Yûsuf/47), "Yedi zayıf inek, yedi şişman inek" (Yûsuf/46) âyetlerine dayanmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm'de yedi rakamı, yirmi yerde yirmi dört defa geçmektedir. Bir haftanın yedi gün oluşu Allah'a en yakın olma anı olan secdenin yedi uzuv üzere yapılışı gibi tevafuklar
da ilgi çekicidir. Ancak, varlığın bütün sırrını, espirisini yediye bağlamanın doğru ol madığını da vurgulamak gerek. Yediler denilen rical-i gayb grubunun manevi alanda, kendine göre manevî bir fonksiyon icra ettiği hususu, tasavvufi literatürde önemli bir yer işgal eder. Konuyla ilgili bir atasözü: Yedi kat binadan düş, ev
liyanın gözünden düşme: Bu, Allah'ın veli kullarını sevmenin önemini vurgulayan bir atasözüdür. Bir veliyi, a) Allah'ı seviyor diye severiz b) Allah rızası için severiz.

Eğer kul olasın sermâye yiter Zihi rif'at yidi kat gökten üter
Yunus Emre
Tasavvuf Terimleri Deyimleri Sözlüğü
711/722syf
Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu

yuksel dedi ki...

Yalanla iman Bir arada olmaz : Bu atasözü bir hadise istinad eder. Bkz.
Kunuzu'l-Hakayik,c.2.s.133.
Yalanın imana aykırılığı, bu sözle açık seçik vurgulanir. Tasavvuf ta sıdk önemlidir. Yalana mübtela olan salik, manen yol alamaz.
Sakın ha yanılıp yalan söyleme
açlıktan ölsen de haram yeme
Zeynel Baba
Tasavvuf Terimleri Deyimleri Sözlüğü
Prof. Dr. Ethem Cebecioglu
sy. 708,709.

yuksel dedi ki...

zi'b-i mutegannim:1.ganimet peşine düşen kurt, (mec) her fırsatta kendi çıkarını gözetleyen kurnaz kimse 2..(mec.) koyun postuna bürünmüş kurt.
Tabiratli, Terkibli, Ansiklopedik
Risale-i Nur'un Büyük Lügati
sy. 1411.

«En Eski ‹Eski   4801 – 5000 / 6314   Yeni› En yeni»