15 Eylül 2007 Cumartesi

Hadis-i Şerif

1- Beş vakit namazı camide kılan Bismillahirrahmanirrahim demiş gibidir.

2-Ümmetim yıldızlara gidesiye kadar kıyamet kopmayacaktır.

6.314 yorum:

«En Eski   ‹Eski   5001 – 5200 / 6314   Yeni›   En yeni»
yuksel dedi ki...

Virdi olmayanın varidi olmaz"atasözü, virdle meşgul olmayanın kalbine ilahi feyz gelmeyeceğini anlatır.
Tasavvuf Terimleri Deyimleri Sözlüğü
Prof.Dr.Ethem Cebecioğlu
sy.702.

yuksel dedi ki...

Müellif:
İLYAS ÇELEBİ
İslâmiyet’te Deccâl. Kur’ân-ı Kerîm’de kıyamet alâmeti olarak deccâlin zuhûr edeceğine dair açık bir ifade olmamakla birlikte bazı âlimler Kur’an’da deccâle işaret edildiğini söylemişlerdir. Nitekim Kur’an’da kıyametin muhakkak kopacağı, bunun ansızın gerçekleşeceği ve vaktini sadece Allah Teâlâ’nın bildiği haber verilmekte, onun vaktinin yaklaştığından (Tâhâ 20/15; el-Ahzâb 33/63; el-Kamer 54/1) ve bazı alâmetlerinin belirdiğinden söz edilmektedir. Örneğin En‘âm sûresinin 158. âyetinde inkârcıların kendilerine meleklerin, Allah’ın veya O’nun bazı âyet ve işaretlerinin gelmesini bekledikleri ifade edildikten sonra “Ama rabbinin âyetleri geldiği gün, daha önce iman etmemiş yahut imanında bir hayır kazanmamış kimseye, artık inanması bir fayda sağlamaz” buyurulmakta; Muhammed sûresinin 18. âyetinde ise kıyametin kendilerine ansızın gelmesini bekleyenlere “onun alâmetleri belirmiştir. Kendilerine gelip çatınca ibret almaları neye yarar?” denilmektedir. Ebû Hüreyre ve daha başka sahâbîler tarafından rivayet edilen hadislerde Kur’ân-ı Kerîm’deki “bazı âyetler” ifadesiyle “güneşin batıdan doğması, dâbbetü’l-arz ve deccâlin ortaya çıkmasının” kastedildiği belirtilmektedir (Tirmizî, “Tefsîr”, 7). Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Îsâ’nın yahudiler tarafından öldürülmediği ve göğe yükseltildiği, Ehl-i kitabın ölümünden önce ona iman edeceği (en-Nisâ 4/157-159) ve onun kıyamet alâmeti olduğu (ez-Zuhruf 43/61) bildirilerek kıyamet öncesi Îsâ’nın nüzûl edeceğine işaret edilmiştir. Hz. Îsâ deccâli öldüreceğinden onun gelişi aynı zamanda deccâlin zuhûr edeceğinin de bir ifadesi olup, onun nüzûlünün Kur’an’da bildirilmesi deccâlin açıkça zikredilmesine gerek bırakmamaktadır. Dolayısıyla Kur’an’da doğrudan olmasa da dolaylı bir şekilde deccâlin çıkışına işaret edildiği ifade edilmiştir (bk. İbn Kesîr, I, 122-123; İbn Hacer el-Askalânî, XIII, 79-80; Saîd Eyyûb, s. 15-18).

yuksel dedi ki...

İslâmî gelenekte deccâl konusuna esas itibariyle hadislerde değinilmekte bu yönüyle de konu hadislerden hareketle temellendirilen itikâdî bir mesele olmaktadır. Hz. Peygamber’in, gerçekleşmedikçe kıyametin kopmayacağı on büyük alâmeti arasında saydığı deccâl (Müslim, “Fiten”, 39; Tirmizî, “Fiten”, 21; Ebû Dâvûd, “Melâḥim”, 12; İbn Mâce, “Fiten”, 28), hadis literatüründe Nesâî’nin es-Sünen’i dışındaki kaynakların tümünde isim olarak zikredilmekte, konu hakkında aralarında Abdullah b. Amr b. Âs, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Mes‘ûd, Hz. Âişe ve Ebû Hüreyre gibi sahâbîlerin bulunduğu yirmi beş civarında râvinin rivayeti bulunmaktadır (meselâ bk. Buhârî, “Taʿbîr”, 33, “Enbiyâ”, 48, “Fiten”, 26; Müslim, “Îmân”, 273, 275, 277, “Fiten”, 100-118, 119, 121; Tirmizî, “Fiten”, 59, 66; Ebû Dâvûd, “Melâḥim”, 14, 15; Müsned, II, 22, 154; VI, 75, 412-413, 455-456). Söz konusu rivayetlerde deccâlin kıyamet alâmeti olarak zuhûr edeceği, tek veya birden fazla kişi, kimliği belli biri, örneğin İbn Sayyâd olduğu, Abdüluzzâ b. Katan’a benzediği, önce peygamberlik, sonra ilâhlık iddiasında bulunacağı haber verilmekte; fizik ve ruhî portresi tasvir edilmekte, alnında “kâfir” ( كافر ) veya “kfr” ( ك ف ر ) yazısının bulunduğu, yaptığı işlerden hoşlanmayanların veya müminlerin bu yazıyı okuyabileceği, teninin kızıl, esmer veya parlak beyaz renkte olduğu, cüsseli, heybetli veya kısa boylu bir bedeninin bulunduğu, bir gözünün kör veya patlamış üzüm tanesi gibi olduğu kaydedilmekte, beraberinde cennet ve cehenneminin olduğu fakat cennetinin cehennem, cehenneminin ise cennet olduğu; benzer şekilde beraberinde ateşten ve sudan iki nehir olduğu fakat ateş olanın gerçekte su, su olanın da ateş olduğu belirtilmekte, yapacağı kötülükler zikredilmekte ve nihayet nüzûl edecek olan Hz. Îsâ tarafından öldürüleceği bildirilmektedir.

Deccâlle ilgili rivayetlerde yer alan haberlere göre Hz. Nûh’tan itibaren bütün peygamberler ümmetlerini deccâl fitnesine karşı uyardıkları gibi Hz. Peygamber de dualarında onun şerrinden Allah’a sığınmış (Müslim, “Mesâcid”, 128-134), bu şekilde duayı ümmetine öğretmiş, bu maksatla Kehf sûresinin (yahut ilk veya son âyetlerinin) okunmasını tavsiye etmiştir (Müsned, II, 446, 449; Ebû Dâvûd, “Melâḥim”, 14). Deccâlin çıkacağı zaman ve yer hakkında da rivayetlerde farklı görüşler yer almaktadır. Onun “bir yüz senenin başında” (Süyûtî, II, 89-90), İstanbul’un fethinden sonra (Müslim, “Fiten”, 34; Tirmizî, “Fiten”, 58), insanların iman ve nifak şeklinde iki kampa ayrıldıkları bir zamanda (Ebû Dâvûd, “Fiten”, 1), Horasan’dan (Tirmizî, “Fiten”, 57; İbn Mâce, “Fiten”, 33; Müsned, I, 4, 7), İsfahan’dan (Müsned, III, 224), Şam ile Irak arası bir yerden (Müslim, “Fiten”, 110; Müsned, IV, 181-182) veya Şam’dan (Müslim, “Fiten”, 34) çıkacağı, rüzgâr gibi hızlı hareket edip yeryüzünü dolaşacağı, buna rağmen Mekke, Medine ve Kudüs’e giremeyeceği (Müsned, V, 16) bildirilmiştir. Deccâlle ilgili rivayetlerde onun yeryüzünde kırk gün kalacağı, bu günlerden birinin bir yıl, birinin bir ay, birinin bir hafta, diğerlerinin ise normal günler gibi geçeceği belirtilmektedir. Bazı rivayetlerde ise onun yeryüzünde kırk sene kalacağı (Müslim, “Fiten”, 110, 116; İbn Mâce, “Fiten”, 33; Müsned, II, 166; III, 367; V, 364, 434-435), sonra da Hz. Îsâ’nın Şam’da nüzûl ederek onu Lüd kapısında öldüreceği kaydedilmektedir (Müslim, “Fiten”, 110; Tirmizî, “Fiten”, 59, 62; İbn Mâce, “Fiten”, 33). Öte yandan hadislerin çoğunluğunda deccâlin belirli tek bir kişi olduğu bildirilmekteyse de, bazı rivayetlerde birden fazla deccâlin (ed-deccâlûn) çıkacağı belirtilmekte, “yirmi yedi”, “otuz”, “otuza yakın” gibi farklı sayılar verilmektedir (Buhârî, “Fiten”, 25; Müslim, “Fiten”, 84; Müsned, II, 349; III, 345; V, 89, 396). Bunun yanında gerek hadislerde gerekse İslâmî kaynaklarda deccâle birtakım olağanüstü eylemler atfedilmekte, çoğunluğu Hz. Îsâ’nın mûcizeleriyle benzerlik

yuksel dedi ki...

gösteren bu olağan üstü eylemler arasında rüzgâr gibi hızlı hareket edebilme, yağmur yağdırma ve kurumuş bitkileri yeşertme, bolluk ve kıtlık çıkarma, öldürüp diriltme, cüzzamlıları, felçlileri ve körleri iyileştirme, dağları yerinden oynatma, güneşi durdurma gibi beşer üstü olgular bulunmaktadır (Cook, s. 105).

Deccâl konusunda meşhur olmuş bir haber de Temîm ed-Dârî rivayetidir. Fâtıma bint Kays’ın rivayet ettiği bu habere göre Temîm ed-Dârî, beraberinde otuz kişiyle denize açıldığını, bir aylık sıkıntılı bir seyahattan sonra bir adaya sığındıklarını, orada adının “cessâse” olduğunu söyleyen, konuşabilen garip bir hayvanımsı varlıkla karşılaştıklarını, onun yönlendirmesi ile adadaki bir manastıra gittiklerini, orada kendisinin deccâl olduğunu ve zamanı gelince ortaya çıkacağını iddia eden zincire vurulmuş bir adamla karşılaştıklarını söylemektedir. Daha sonra bunları Hz. Peygamber’e anlattığında Resûl-i Ekrem bunları onaylamıştır (Müslim, “Fiten”, 119-121; İbn Mâce, “Fiten”, 33; Ebû Dâvûd, “Melâḥim”, 15). Konuyla ilgili bazı rivayetlerde ise deccâl ile Hz. Peygamber döneminde Medine’de yaşamış İbn Sayyâd arasında özdeşlik kuran haberler de bulunmaktadır. Yahudi asıllı olduğu ileri sürülen, kâhinlik yaptığı, garip hallere sahip olduğu ve nübüvvet iddiasında bulunduğu söylenen İbn Sayyâd’ın deccâlin bazı özellik ve niteliklerini taşıması sebebiyle deccâl olduğu şeklinde değerlendirmeler yapılmıştır. Nitekim Hz. Ömer, oğlu Abdullah ve Câbir b. Abdullah onun deccâl olduğuna inanmaktaydılar (Buhârî, “İʿtiṣâm”, 23; Müslim, “Fiten”, 94; Ebû Dâvûd, “Melâḥim”, 15, 16). Mamafih Temîm ed-Dârî rivayeti ve bu rivayette geçen deccâle ilişkin nitelikler ileri sürülerek, onun kıyamete yakın geleceği beklenen deccâl olamayacağı da dile getirilmiştir (İbn Hacer el-Askalânî, XIII, 275-278; ayrıca bk. İBN SAYYÂD). Hadislerde deccâl hakkında Hz. Îsâ’nın lakabı olan “mesîh” lakabının kullanılmasının sebebi hakkında literatürde farklı açıklamalar bulunmakla birlikte her biri için farklı anlamlara geldiği; Hz. Îsâ’nın mesîh oluşunun dokunuşunun bereketiyle şifa vermesini (ism-i fâil anlamında) yahut ana karnından tertemiz çıkmasını (ism-i mef‘ûl anlamında) ifade ederken, deccâl hakkında bu lakabın yeryüzünü süratle dolaşmasını (ism-i fâil anlamında) yahut iki gözünden birinin kapatılmış olmasını (ism-i mef‘ûl anlamında) ifade ettiği belirtilmiştir. Klasik dönemde Hz. Îsâ ile deccâlin arasını ayırmak için mesîh kelimesini, sîn harfini şeddeli ve sondaki hâ-i mühmele’yi (ḥ: ح ) noktalı (hâ-i mu‘ceme: ḫ: خ ) okuyanlar olmuşsa da bunun aslının olmadığı ve hadisleri tahrif anlamına geldiği söylenmiştir (İbn Hacer el-Askalânî, XIII, 82; Ali el-Kārî, IX, 371-372).

Deccâl konusu erken dönemden itibaren kelâm kaynaklarında da yer almıştır. Ehl-i sünnet’in günümüze ulaşan ilk akaid risâlelerinden olan Ebû Hanîfe’nin el-Fıḳhü’l-ekber’inde “deccâlin çıkışının hak olduğu” kaydedilmektedir (Ebû Hanîfe, s. 13). Ehl-i hadîsin öncüsü Ahmed b. Hanbel ile Tahâvî, Eş‘arî, Mâtürîdî, Bâkıllânî, Abdülkāhir el-Bağdâdî, Pezdevî gibi Ehl-i sünnet kelâmcıları da Ebû Hanîfe’nin belirlediği çerçeveyi korumuşlardır. Kıyamet alâmetleri ve âhiret ahvaliyle ilgili müstakil eserler yazan Kurtubî, Berzencî, Sıddîk Hasan Han gibi müellifler de eserlerinde deccâl konusuna geniş yer vererek onun çıkışının beklendiğini ve Ehl-i sünnet kelâmcılarının bu kanaatte olduklarını kaydetmektedirler. Modern dönem âlimlerinden Hüseyin el-Cisr ve Ömer Nasuhi Bilmen de deccâlin zuhûrunu mümkün görmektedirler (el-Ḥuṣûnü’l-Ḥamîdiyye, s. 136; Muvazzah İlm-i Kelâm, s. 250).

yuksel dedi ki...

Literatürde Mu‘tezile’nin bir kısmının deccâlin zuhûrunu reddettiği yönünde bilgiler bulunmakla birlikte Mu‘tezile’nin çoğunluğunun bunu kabul ettiği söylenebilir. Nitekim Ebû Ali el-Cübbâî’nin deccâlin göstereceği söylenen olağan üstü olayların hile ve şa‘beze kabilinden olgular olduğunu (İbn Kesîr, I, 120), Kādî Abdülcebbâr’ın bu olağan üstü olayların ancak teklifin sonlandığı kıyamet anında gerçekleşebileceğini söylemesi (el-Muġnî, XVI, 432) onların deccâlin zuhûrunu ilkesel olarak kabul ettiklerine işaret etmektedir. Kezâ ünlü Mu‘tezilî müfessir Zemahşerî tefsirinde Ehl-i sünnet’e yakın görüş serdeder (el-Keşşâf, II, 79). Hâricîler’in deccâl konusundaki tavrı belirgin olmamakla birlikte reddettikleri yönünde rivayetler bulunmaktadır (Kurtubî, III, 1282; İbn Kesîr, I, 120). Hz. Ali kanalıyla gelen rivayetleri esas alan Şiî kelâmcılar ise söz konusu haberlerde yer aldığı üzere kıyamete yakın deccâlin ortaya çıkacağını ve Hz. Îsâ tarafından öldürüleceğini benimsemektedirler (Feyz-i Kâşânî, I, 424; II, 805).

Deccâl konusunu sem‘iyyât çerçevesinde ele alan başta Sünnî âlimler olmak üzere İslâm âlimlerinin çoğunluğu, meselenin İslâmî konular içinde yer aldığını savunarak deccâlin varlığını kabul etmişler, deccâl hakkındaki rivayetler arasında zâhirde çelişkiler olsa da bunların telif edilebileceğini savunmuşlardır. Söz gelimi Temîm ed-Dârî rivayetiyle çelişen İbn Sayyâd rivayeti de bu bağlamda değerlendirilerek, İbn Sayyâd’ın kıyamet öncesi çıkacak olan deccâl değil, insanlık tarihi boyunca çeşitli dönemlerde çıkacak deccâllerden biri olduğu söylenmiştir (Ali el-Kārî, IX, 433). Kezâ deccâlin zuhûr edeceği yer hakkında hadislerde zikredilen farklı yerlerin, nihayetinde doğuya işaret ettiği ifade edilmiştir (İbn Hacer el-Askalânî, XIII, 79). Ebû Ali el-Cübbâî, Tahâvî ve İbn Hazm gibi deccâlin zuhûrunu kabul eden bazı âlimlerin konu hakkındaki itirazları daha ziyâde deccâlin göstereceği iddia edilen olağan üstü olayların mümkün olmadığı yönünde şekillenmiştir (İbn Kesîr, I, 120; İbn Hazm, II, 118).

Deccâl hakkındaki hadislerin birbiriyle çelişik bilgiler içerdiği ve bir kısmının isnad açısından zayıf olduğu iddiasıyla müteahhirîn döneminden itibaren deccâl hakkındaki haberleri te’vil eden bir yaklaşım ortaya çıkmıştır. Müteahhirîn dönemi kelâmcılarından Teftâzânî, söz konusu rivayetlerin isnadına itiraz etmemekle beraber, mânalarının te’vil edilebileceğini söyleyerek, deccâlin zuhûru ile şer ve fesadın yaygınlaşmasının kastedildiğini belirtmektedir (Şerḥu’l-Maḳāṣıd, V, 317). Böylelikle deccâli belirli bir şahısla özdeşleştirmek yerine bir sembol olarak gören te’vilci anlayış ortaya çıkmıştır. Nitekim Teftâzânî’nin yaklaşımını takdir eden Şeltût, onun bu hususta te’vil kapısını açtığını söylemektedir (el-Fetâvâ, s. 78). Bu anlayışı takip eden ve sayıları giderek artan Muhammed Abduh, Mahmûd Şeltût ve Said Nursi gibi bazı son dönem âlimleri deccâlin belli bir şahıs değil, her dönemde şerri, bozgunculuğu, küfrü ve bâtılı temsil eden bir prototip olduğunu söylemişlerdir. Hz. Nûh’tan itibaren bütün peygamberlerin ümmetlerini deccâl fitnesine karşı uyarmaları ve rivayetlerde otuz kadar deccâlin çıkacağının bildirilmesi de onların bu bakış açısını desteklemektedir. Bu gibi âlimler her devirde deccâl olarak isimlendirilen yalancı ve aldatıcıların bulunabileceğini, bu tür haberlerle onların yalan ve aldatmalarına karşı ümmetin uyanık olmasının amaçlandığını ifade etmişlerdir. Böylelikle deccâli farklı akım ve anlayışlar olarak yorumlayan pek çok görüş ortaya çıkmıştır. Söz gelimi Yahudilik’le deccâl arasında muhtemelen bağlantı kuran ilk müellif olan Ebû Bekir el-Âcurrî’ye (eş-Şerîʿa, s. 381) benzer bir tavır takınan Reşîd Rızâ deccâlin yahudilerin fitnesi olduğunu söyler (Tefsîrü’l-Menâr, IX, 498-499). Muhammed

yuksel dedi ki...

anlayışı ve temsilcilerini deccâl zihniyetinin bir mümessili kabul ederek teyakkuzda olmak bu gayenin gerçekleşmesinde daha fazla etkili olacaktır. Bu yönüyle deccâl inancı zarûrât-ı dîniyye kapsamında olmayıp, deccâlin belirli bir şahıs olduğunu kabul etmemek küfrü gerektiren bir sonuç doğurmaz. Böyle bir anlayış en fazla hata ve bid‘ate nisbet edilebilir. Çünkü Ehl-i sünnet’in genel kabulüne göre sübût ve delâleti veya bunlardan biri zannî olan bir habere dayanan inançların inkârı küfrü gerektirmez.

Kur’ân-ı Kerîm’de yer almayan deccâl meselesi, literatürde hadis kitaplarının Fiten ve Melâhim bölümleri ile kıyamet alâmetlerini konu edinen eserlerin ilgili kısımlarında yer almakta, ayrıca müstakil araştırmalara konu olmaktadır. Müstakil araştırmaya konu olanlara örnek olarak Seffârînî’nin el-Mesîḥu’d-deccâl ve esrârü’s-sâʿa’sı (Kahire, ts. [Mektebetü’t-türâsi’l-İslâmî]; Beyrut 1407/1987), İbn Kesîr’in el-Mesîḥu’d-deccâl menbaʿu’l-küfr ve’ḍ-ḍalâl ve yenbûʿu’l-fiten ve’l-evcâl’i (Kahire 1416/1996), Cemmâîlî’nin Aḫbârü’d-deccâl’i (Tanta 1413/1993), Saîd Eyyûb’un el-Mesîḥu’d-deccâl’i (Kahire 1406/1985; eser ʿAḳīdetü’l-mesîḥi’d-deccâl [Beyrut 1423/2002] başlığıyla da yayımlanmıştır), Muhammed Ali el-Bârr’ın el-Mesîḥu’l-muntaẓar ve teʿâlîmü’t-Talmûd’u (Cidde 1408/1987), Abdüllatif Âşûr’un el-Mesîḥu’d-deccâl ḥaḳīḳatün lâ ḫayâl’i (Kahire 1409/1988), Muhammed Abdurrahman Avad’ın Mesîḥu’ḍ-ḍalâle’si (Kahire 1410/1989), Ukkâşe Abdülmennân et-Tayyibî’nin Âḫirü’l-maḳāl fi’l-mesîḥi’d-deccâl’i (Kahire, ts. [Dârü’l-i‘tisâm]), Tüveycirî’nin İḳāmetü’l-burhân fi’r-red ʿalâ men enkere ḫurûce’l-mehdî ve’d-deccâl ve nüzûle’l-mesîḥ fî âḫiri’z-zamân (Riyad 1405), Nâsırüddin el-Elbânî’nin Ḳıṣṣatü’l-mesîḥi’d-deccâl’i (Ammân 1396, 1421), Asrar Âlem’in Deccâl’i (Yeni Delhi 2001), Ahsen el-Kîlânî’nin el-Fitnetü’d-deccâliyye’si (Diyûbend 1431/2010), Muhammed Halîl Herrâs’ın Faṣlü’l-maḳāl fî nüzûli ʿÎsâ ve ḳatlihi’d-deccâl’i (Kahire 1413/1993), Laban Kaptein’in Eindtjid en Antichrist (ad-Daǧǧāl) in de Islam: Eschatologie bij Aḥmed Bīcān (died ca. 1466) (Leiden 1997; eser yine müellif tarafından Apocalypse and the Antichrist Dajjal in Islam: Ahmed Bijan’s Eschatology Revisited başlığıyla İngilizce olarak da neşredilmiştir [Asch 2011]), Arif Arslan’ın Kıyametin Üç Büyük Habercisi: Deccâl, Mehdi ve Mesih’i (İstanbul 2015) gösterilebilir. Ayrıca XX. yüzyılın son on yılında Arap dünyasında deccâl hakkında neşredilen eserler üzerinde bir inceleme yapan Roberto Tottoli bu konudaki literatürün son örneklerini derlemiştir (bk. “Ḥadīṯs and Traditions...”, s. 55-75).


BİBLİYOGRAFYA
Müsned, I, 4, 7, 240, 242; II, 22, 93, 149, 154, 166, 349, 372, 446, 449; III, 224, 345, 367; IV, 6; V, 89, 213, 364, 396, 434-435; VI, 75, 181-182; 412-413, 455-456.

Ebû Hanîfe, el-Fıḳhü’l-ekber, Haydarâbâd 1342, s. 13.

Tahâvî, Metnü’l-ʿAḳīdeti’ṭ-Ṭaḥâviyye, Beyrut 1416/1995, s. 31.

Eş‘arî, el-İbâne (Fevkıyye), II, 31.

Mâtürîdî, Teʾvîlâtü’l-Ḳurʾân (nşr. Ertuğrul Boynukalın), İstanbul 2006, V, 267.

Âcurrî, eş-Şerîʿa (nşr. M. Hâmid el-Fıkī), Beyrut 1403/1983, s. 372-379, 381.

Bâkıllânî, el-Beyân (nşr. R. J. McCarthy), Beyrut 1958, s. 104-105.

Kādî Abdülcebbâr, el-Muġnî, XVI, 432.

Lâlekâî, Şerḥu uṣûli iʿtiḳādi Ehli’s-sünne ve’l-cemâʿa (nşr. Ahmed b. Sa‘d b. Hamdân el-Gāmidî), Riyad 1416/1995, I, 178.

Bağdâdî, el-Farḳ (Abdülhamîd), s. 343.

İbn Hazm, el-Faṣl (Umeyre), II, 118.

Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî, Uṣûlü’d-dîn (nşr. H. P. Linss), Kahire 1383/1963, s. 244.

Zemahşerî, el-Keşşâf (nşr. M. Abdüsselâm Şâhin), Beyrut 1415/1995, II, 79.

yuksel dedi ki...

İslâm’a Göre Îsâ. Kur’ân-ı Kerîm’e göre Hz. Îsâ, resullerin en büyükleri olan beş “ülü’l-azm” peygamberden biridir. On beş sûrede doksan üç âyette ismi veya bir sıfatı ile zikredilmekte, ağırlıklı olarak Âl-i İmrân, Mâide ve Meryem sûrelerinde doğumunun müjdelenmesi, dünyaya gelişi, tebliği, mûcizeleri, dünyevî hayatının sonu ve Allah katına yükseltilişiyle ilgili olarak bilgi verilmektedir.

Kur’an’da hem Îsâ hem İbn Meryem hem de Mesîh olarak adlandırıldığı gibi başka isimlerle de anılmakta, ayrıca kendisine çok sayıda unvan verilmekte, yirmi beş defa Îsâ, on altısı Îsâ kelimesiyle birlikte olmak üzere yirmi üç defa İbn Meryem şeklinde geçmektedir. Mesîh kelimesi ya tek başına (en-Nisâ 4/172; el-Mâide 5/72; et-Tevbe 9/30) veya Mesîh İbn Meryem (el-Mâide 5/17, 72, 75; et-Tevbe 9/31) ya da Mesîh Îsâ b. Meryem (Âl-i İmrân 3/45; en-Nisâ 4/157, 171) şeklinde on bir yerde geçmektedir. Ancak Kur’an’daki mesîh kelimesi hıristiyanların bu kelimeye yüklediği anlamda değildir. Îsâ Mesîh diğer peygamberler gibi yaratılmıştır, bir kuldur. Ona ulûhiyyet nisbet etmek, onu rab edinmek kesinlikle doğru değildir (et-Tevbe 9/30-31). Mesîh diye nitelendirilmesinin birçok izahı yapılmaktadır (bk. MESÎH). Hz. Îsâ’ya verilen diğer isim ve unvanları şu şekilde sıralamak mümkündür: Müeyyed (el-Bakara 2/87), rûhullah (en-Nisâ 4/171), kelime (Âl-i İmrân 3/39), vecîh (Âl-i İmrân 3/45), sâlih (Âl-i İmrân 3/46), resûl (Âl-i İmrân 3/49), mübeşşir (es-Saf 61/6), münebbi’ (Âl-i İmrân 3/49), musaddık (Âl-i İmrân 3/50), âyet (el-Mü’minûn 23/50; Meryem 19/21), merfû‘ (en-Nisâ 4/158), temizlenmiş (Âl-i İmrân 3/55), göz aydınlığı (Meryem 19/26), abd (Meryem 19/30), nebî (Meryem 19/30), mübârek (Meryem 19/31), ilim veya alem (ez-Zuhruf 43/61), rahmet (Meryem 19/21).

yuksel dedi ki...

Kur’ân-ı Kerîm’de âlemlere üstün kılındığı bildirilen (Âl-i İmrân 3/33) dört seçkin aileden biri de Hz. Îsâ’nın annesi Meryem’in mensubu bulunduğu İmrân ailesidir. Yine Kur’an’da Hz. Îsâ’nın annesi Meryem hakkında Îsâ’nın doğumunun müjdelenmesi münasebetiyle de bilgi bulunmaktadır. Kur’an’a göre Meryem, ailesinden ayrılarak kendisine tahsis edilen yerde yaşarken Allah’ın ruhunu (Cebrâil) tastamam bir insan şeklinde karşısında görünce korkudan Allah’a sığınarak ondan kendisine dokunmamasını ister. Melek ise ona tertemiz bir erkek çocuk bağışlamak üzere Allah tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu söyler. Meryem’in, kendisine bir erkek eli değmediği, iffetsiz olmadığı halde nasıl çocuğu olabileceğini sorması üzerine melek bunun Allah için kolay olduğunu bildirir (Meryem 19/16-21). Sonuçta Meryem kendisine hiçbir erkek eli değmemişken Îsâ’ya hamile kalır (Meryem 19/22).

Hz. Îsâ’nın müjdelenmesiyle ilgili olarak İncil’de verilen bilgilerle Kur’an’daki bilgiler arasında benzerlik ve farklılıklar vardır. Her iki anlatımda da Meryem bâkiredir, fakat İnciller’e göre Yûsuf adlı bir kişiyle nişanlıdır. Luka İncili’nde (1/26-35) Meryem’e müjde veren melek Cebrâil ile hamile kalmasına vesile olan Rûhulkudüs aynı değildir. Kur’an’da ise Allah Teâlâ Meryem’e gönderilen melekten “bizim ruhumuz” diye söz eder ve genellikle bunun Cebrâil olduğu kabul edilir (Taberî, Câmiʿu’l-beyân, XVI, 45; Fahreddin er-Râzî, XXI, 195). Melek Meryem’e müjdeyi vermiş, daha sonra Allah ruhundan üflemiş ve Meryem Îsâ’ya hamile kalmıştır (Âl-i İmrân 3/45-46; Meryem 19/17-22; el-Enbiyâ 21/91; et-Tahrîm 66/12). Müfessirlerin belirttiğine göre Meryem’e müjdeyi getiren Cebrâil onun gömleğinin yeninden üflemiş ve Meryem hamile kalmıştır (Sa‘lebî, s. 381; Fahreddin er-Râzî, XXII, 218-219). Diğer taraftan Kur’an Îsâ’nın babasız dünyaya gelmesini Âdem’in yaratılışıyla mukayese etmektedir (Âl-i İmrân 3/59).

Meryem, Îsâ’yı dünyaya getirdikten sonra kavminin yanına döner. Kavmi, bâkire Meryem’i kucağında çocukla görünce çocuğun gayri meşrû bir ilişkinin ürünü olduğunu sanarak, “Ey Meryem! Gerçekten sen iğrenç bir şey yaptın. Ey Hârûn’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir insan değildi, annen de iffetsiz değildi” derler (Meryem 19/27-28). Bunun üzerine beşikteki Îsâ şunları söyler: “Ben Allah’ın kuluyum. O bana kitabı verdi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım O beni mübarek kıldı; yaşadığım sürece bana namazı ve zekâtı emretti. Beni anneme saygılı kıldı; beni bedbaht bir zorba yapmadı. Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kabirden kaldırılacağım gün esenlik banadır” (Meryem 19/27-33; Sa‘lebî, s. 383-386). Kur’ân-ı Kerîm’de Îsâ’nın doğumundan itibaren tebliğ faaliyetine kadar geçen dönemle ilgili olarak sadece Meryem ve oğlunun iskâna elverişli, suyu bulunan bir tepeye yerleştirildikleri bildirilmektedir (el-Mü’minûn 23/50).

yuksel dedi ki...

Diğer İslâmî kaynaklarda Meryem’in yanında amcasının oğlu Yûsuf b. Ya‘kūb’dan da söz edilir. Meryem’in hamile olduğunu anlayan Yûsuf bunu iyi karşılamaz, fakat daha sonra durumu anlayınca Meryem’in işlerini de kendisi yapar. Doğum yaklaşınca Allah’ın emriyle Yûsuf, Meryem’i oradan uzaklaştırır ve bir hurma ağacının altında Îsâ dünyaya gelir. Bu esnada bütün putlar yüzüstü düşer. Durumdan endişe eden şeytanlar İblîs’e haber verirler, o da Îsâ’nın doğduğu yere gelir; fakat melekler her taraftan Îsâ’yı kuşattıkları için bir türlü ona yaklaşamaz (Taberî, Târîḫ, I, 593-595; Sa‘lebî, s. 381-384).

Kur’an’a göre Allah, Îsâ’ya kitap vermiş ve onu mübarek kılmıştır (el-Mâide 5/75; Meryem 19/30-31). O İsrâiloğulları’na gönderilen bir peygamberdir (Âl-i İmrân 3/49; en-Nisâ 4/171). Bir olan Allah’a kulluğa çağırmış (el-Mâide 5/117), Tevrat’ı tasdik etmiş, bazı hususlarda onu neshetmiş (Âl-i İmrân 3/50; el-Mâide 5/46), kavmine namazı ve zekâtı emretmiştir (Meryem 19/31).

Kur’an’da Hz. Îsâ’nın doğduğundan, öleceğinden ve tekrar hayata döneceğinden söz edilir (Meryem 19/33). Ancak genel İslâmî telakkiye göre onun bu dirilişi, Hıristiyanlık’taki gibi çarmıha gerildikten sonraki diriliş değil kıyamet sonrası diriliştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’e göre Îsâ çarmıha gerilmemiştir. Yahudiler, Îsâ’nın tebliğ ettiği mesajdan hoşlanmamışlar ve onu öldürmek için tuzak kurmuşlardır (Âl-i İmrân 3/54). “Allah elçisi Meryem oğlu Îsâ’yı öldürdük demeleri yüzünden onları lânetledik. Halbuki onu ne öldürdüler ne de astılar, fakat öldürdükleri onlara Îsâ gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilâfa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedir; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir sağlam bilgileri yoktur. Kesin olarak onu öldürmediler, bilâkis Allah onu kendi nezdine kaldırmıştır. Allah izzet ve hikmet sahibidir” (en-Nisâ 4/157-158). Böylece Hıristiyanlık’ta önemli bir dinî inanç olan, insanların günahına kefâret olmak üzere Îsâ’nın çarmıha gerilmesi hadisesinin İslâm’da kabul edilmediği görülmektedir.

Kur’an’da Hz. Îsâ’nın öldürülmediğini ve çarmıha gerilmediğini bildiren âyette yer alan “şübbihe lehüm” ifadesi çeşitli şekillerde yorumlanmıştır. Bu ifadenin şekillendirdiği İslâm geleneğine göre çarmıh ve çarmıha gerilen bir kişi vardır, fakat bu Îsâ değildir. İslâmî rivayetlere göre çarmıha gerilen kişi, Îsâ’nın yerini yahudilere ve Roma makamlarına gösteren Yahuda İskaryot’tur. Hain Yahuda tam Îsâ’yı ele vereceği sırada Îsâ’nın sûretine büründürülmüş ve Îsâ yerine çarmıha kendisi gerilmiştir. Diğer bir rivayete göre ise çarmıha gerilen kişi haçı taşıması için görevlendirilen Kirinuslu Simun’dur (Simon le Cyreneen). Bu kişinin Îsâ’nın tıpatıp benzeri olan başka bir şahıs olduğunu söyleyenler de vardır. Buna benzer bir yorum hıristiyan dünyasında da yapılmıştır. Docetler’e (Docetes = Aphtartolâtres) göre Hz. Îsâ’nın ıstırap çekmesi ve çarmıha gerilip öldürülmesi sadece görüntüdedir; aslında onun yerine bir benzeri, belki de Kirinuslu Simun çarmıha gerilmiştir. İslâmî kaynaklarda konunun ayrıntısına dair farklı rivayetler bulunmaktadır (Taberî, Târîḫ, I, 601-605; İbnü’l-Esîr, I, 226-227).

yuksel dedi ki...

Hz. Îsâ’nın yahudiler tarafından öldürülmediği ve asılmadığı Kur’an’da açıkça belirtilmekle birlikte âkıbeti, ölüp ölmediği ve semaya ref‘inin nasıl olduğu konusu hem müslümanlarla hıristiyanlar arasında hem de müslümanların kendi aralarında tartışmalıdır. Îsâ’nın dünyevî hayatının sonuyla ilgili âyetlerde yer alan iki kavram büyük önem taşımaktadır. Bunlar “teveffî” ve “ref‘” kavramlarıdır. Âl-i İmrân sûresinde (3/55) Allah, “Ey Îsâ! Seni vefat ettireceğim (müteveffîke), seni nezdime yükselteceğim (râfiuke), seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacağım” demektedir. Mâide sûresinde ise Allah Îsâ’ya, “Beni ve annemi Allah’tan başka iki tanrı bilin diye sen mi dedin?” diye sorduğunda Îsâ, “Ben onlara ancak bana emrettiğini söyledim. Benim de rabbim, sizin de rabbiniz olan Allah’a kulluk edin dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onları kontrol ediyordum. Beni vefat ettirince artık onların üzerine gözetleyici yalnız sen oldun” diye cevap vermektedir (el-Mâide 5/116-117). Bu âyetlerden, önce teveffînin ve ardından ref‘ hadisesinin olacağı anlaşılmaktadır. Nisâ sûresinde yahudilerin Îsâ’yı öldüremedikleri, asamadıkları, bilâkis Allah’ın onu kendi nezdine aldığı belirtilmektedir (4/157-158). Buradan ve nüzûl-i Îsâ ile ilgili hadislerden hareketle genelde Îsâ Mesîh’in “ruh maa’l-cesed” Allah katına ref‘ olunduğu, kıyametten önce tekrar geleceği ve o zaman ruhunun kabzedileceği kabul edilmektedir. Bu görüşü benimseyenlere göre Îsâ yahudiler tarafından öldürülmemiş, Îsâ’ya benzer bir kişi çarmıha gerilmiş veya Îsâ’nın çarmıha gerildiği zannedilmiş, Îsâ semaya ref‘ edilmiştir; kıyamette tabii olarak ölecek ve genel dirilişle o da dirilecektir. Diğer taraftan Îsâ’nın öldürülmekten ve çarmıha gerilmekten kurtulduğu, fakat, “Seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim” (Âl-i İmrân 3/55) âyeti gereği dünyevî ömrünü tamamlayıp vefat ettiği, ruhunun Allah katına yükseltildiği görüşü de ileri sürülmektedir. Ahmediyye’ye (Kādiyânîlik) göre haç üzerindeki zâhirî ölümü ve dirilişinden sonra Hz. Îsâ İncil’i tebliğ etmek üzere Keşmir’e gitmiş, orada 120 yıl yaşamıştır. Kabri Srinagar’dadır (EI2 [Fr.], IV, 88).

Nitelikleri. a) Allah’tan Bir Kelime Oluşu. Üç âyette Hz. Îsâ’nın “Allah’tan bir kelime” olduğu ifade edilmektedir (Âl-i İmrân 3/39, 45; en-Nisâ 4/171). Îsâ’nın Allah’tan bir kelime oluşu Allah’ın “ol” emrinin gerçekleşmesi ve onun peygamberliği gibi çeşitli şekillerde açıklanmaktadır (bk. KELİME). b) Allah’tan Bir Ruh Oluşu. Kur’an’da Hz. Îsâ’dan “Allah’tan bir ruh” olarak da bahsedilmekte (en-Nisâ 4/171), Meryem’e ruhtan üflendiği (el-Enbiyâ 21/91; et-Tahrîm 66/12), böylece Îsâ’nın hayat bulduğu belirtilmektedir. Buradaki ruh kelimesi “Allah’ın emri, üflemesi, rahmet ve hayat” şeklinde yorumlanmaktadır (Taberî, Câmiʿu’l-beyân, VI, 24-25). c) Peygamberliği ve Mûcizeleri. İslâm inancına göre Hz. Îsâ, ne hıristiyanların iddia ettikleri gibi bir tanrı veya Tanrı’nın oğlu ne de yahudilerin iddia ettikleri gibi sıradan bir insandır, o Allah’ın gönderdiği bir nebî (Meryem 19/30) ve resuldür (en-Nisâ 4/157, 171; el-Mâide 5/75; es-Saf 61/6), İsrâiloğulları’na gönderilmiş bir peygamberdir (Âl-i İmrân 3/49; es-Saf 61/6), kendisine İncil verilmiştir (el-Mâide 5/46). Tevrat’ı tasdik etmiş, bazı hususlarda onu neshetmiştir (Âl-i İmrân 3/50; el-Mâide 5/46). Îsâ, “Muhakkak ki Allah benim de rabbim sizin de rabbinizdir. Öyleyse O’na kulluk ediniz. İşte doğru yol budur” (Âl-i İmrân 3/51; Meryem 19/36) diyerek İsrâiloğulları’nı bir olan Allah’a kulluğa davet etmiş (el-Mâide 5/72), Allah’ın kulu olduğunu belirtmiş (en-Nisâ 4/172; Meryem 19/30), birçok mûcize göstermiştir. Mâbede adanmış, itaat ve ibadetle meşgul olmuş, Allah tarafından

yuksel dedi ki...

rızıklandırılmış, iffet sembolü olarak yetişmiş olan Meryem’den (Âl-i İmrân 3/37, 42-43) babasız dünyaya gelmiş (Âl-i İmrân 3/45-47; Meryem 19/17-22), böylece hem anne hem oğul ilâhî kudrete bir alâmet kılınmıştır (el-Mü’minûn 23/50). Hz. Îsâ’nın gösterdiği mûcizeler Kur’an’da şu şekilde belirtilmektedir: Beşikte iken ve olgun bir insan tavrıyla konuşmuştur (Meryem 19/30; el-Mâide 5/110; Âl-i İmrân 3/46). Çamurdan yaptığı kuş şekline üfleyip onu canlandırmıştır (Âl-i İmrân 3/49; el-Mâide 5/110). Anadan doğma körü ve alacalıyı iyileştirmiştir (Âl-i İmrân 3/49; el-Mâide 5/110). Ölüleri diriltmiştir (Âl-i İmrân 3/49; el-Mâide 5/110). Evlerde yenilen ve biriktirilen şeyleri haber vermiştir (Âl-i İmrân 3/49). Semadan sofra indirilmiştir (el-Mâide 5/112-115). Bazı hıristiyanlar, semadan sofra indirilmesi mûcizesinin İncil’de geçen son akşam yemeği veya Petrus’un vizyonunda belirtilen şey olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bunun, Hz. Îsâ’nın az miktardaki ekmek ve balıkla çok kişiyi doyurmasına (Matta, 14/17) işaret olduğunu söyleyenler de vardır. d) Rûhulkudüs ile Teyit Edilmesi. Hz. Îsâ, hem doğumu sırasında hem İsrâiloğulları arasında görev yaparken Rûhulkudüs ile desteklenmiştir. Rûhulkudüs ile desteklenme ifadesi Kur’an’da sadece Hz. Îsâ için kullanılmaktadır (el-Bakara 2/87, 253; el-Mâide 5/110). e) Hz. Muhammed’i Müjdelemesi. Kur’an’a göre Hz. Muhammed’in geleceği İncil’de yazılıdır (el-A‘râf 7/157). Îsâ, kendisinden sonra gelecek Ahmed adındaki peygamberi müjdelemiştir (es-Saf 61/6). Bu müjdenin bugünkü İnciller’de de bulunduğu, Yuhanna İncili’ndeki Paraklet’in (14/16; 15/26; 16/7) Ahmed anlamına geldiği müslümanlarca ileri sürülmektedir (bk. FARAKLİT).

Kur’an’a göre Îsâ bütün üstün özelliklerine rağmen bir insan ve bir kuldur (en-Nisâ 4/172; el-Mâide 5/17, 75; Meryem 19/30; ez-Zuhruf 43/59). Hiçbir zaman kendisinin tanrı edinilmesini söylememiş ve yalnız Allah’a kulluğu öğütlemiştir (el-Mâide 5/116-117). Kur’an teslîsi açıkça reddetmekte, temel prensip olarak tevhidi ortaya koymaktadır (en-Nisâ 4/171; bk. TESLÎS).

yuksel dedi ki...

BİBLİYOGRAFYA
Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ʿays” md.

Lisânü’l-ʿArab, “ʿavs”, “ʿays” md.leri.

Mustafavî, et-Taḥḳīḳ, VIII, 272.

Buhârî, “Ṣalât”, 1, “Enbiyâʾ”, 5, 24, 43, 47, 48, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 6, “Menâḳıbü’l-enṣâr”, 7, 11, 42, 53, “Tefsîr”, 2/1, 17/5, “Tevḥîd”, 19, “Riḳāḳ”, 51, “Ḥudûd”, 31, “Taʿbîrü’r-rüʾyâ”, 32, “Fiten”, 26.

İbn Hişâm, es-Sîre, I, 657.

Taberî, Câmiʿu’l-beyân, III, 161-163; VI, 24-25; XVI, 45.

a.mlf., Târîḫ (Ebü’l-Fazl), I, 593-605.

Sa‘lebî, ʿArâʾisü’l-mecâlis, Beyrut 1985, s. 381-406.

Mevhûb b. Ahmed el-Cevâlîkī, el-Muʿarreb (nşr. F. Abdürrahîm), Dımaşk 1410/1990, s. 452.

Fahreddin er-Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, XXI,195; XXII, 218-219.

İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, I, 226-227.

Fîrûzâbâdî, Beṣâʾiru ẕevi’t-temyîz (nşr. Abdülalîm et-Tahâvî), Beyrut, ts. (el-Mektebetü’l-ilmiyye), VI, 111.

H. Lesêtre, “Millenarisme”, DB, IV/2, s. 1090-1096.

J. Horovitz, Koranische Untersuchungen, Berlin-Leipzig 1926, s. 128-130.

F. Prat, “Chronologie biblique”, DBS, I, 1280.

J. Lebreton, “Jesus Christ”, a.e., IV, 970-975.

A. Jeffery, The Foreign Vocabulary of the Qur’ān, Baroda 1938, s. 219.

Ch. Guignebert, Jesus, Paris 1947, s. 59-75, 78, 80-83.

R. Bultmann, Jesus Christ and Mythology, New York 1958.

M. Hayek, Le Christ de l’Islam, Paris 1959.

W. St. Clair-Tisdall, The Sources of Islam (trc. W. Muir), Edinburgh, ts., s. 49-67.

Abdüssamed Şerefeddin, Ḥavle “Üsṭûre tecessüdi’lilâh”, Cidde 1398.

W. F. Arndt – F. W. Gingrich, A Greek-English Lexicon of the New Testament and Other Early Christian Literature, Chicago 1979, s. 373-374.

Nouveau Testament (Traduction oecumenique de la Bible), Paris 1981, s. 47.

NDB, s. 321, 385, 389.

Muhammed Atâurrahîm, Bir İslâm Peygamberi Hz. İsa (trc. Kürşat Demirci), İstanbul 1985, s. 21-44, 183-206.

X. Jacob, Îsâ Kimdir, Ankara 1987.

M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Ankara 1990, II, 303-339.

Salih Akdemir, Hıristiyan Kaynaklara ve Kur’ân-ı Kerîm’e Göre Hz. Îsâ (doktora tezi, 1992), AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Catéchisme de l’église catholique, Paris 1992, s. 94-151.

T. Michel, Hıristiyan Tanrıbilimine Giriş, İstanbul 1992, s. 56-61, 99-102.

M. E. Boring, The New Interpreter’s Bible, Nashville 1995, VIII, 134.

G. Parrinder, Jesus in the Qur’ān, Oxford 1995.

Riyâz Ebû Vendî v.dğr., ʿÎsâ ve Meryem fi’l-Ḳurʾân ve’t-tefâsîr, Amman 1996.

H. Goddard, Muslim Perceptions of Christianity, London 1996, s. 1-3, 17-30.

Zeki Sarıtoprak, İslam İnancı Açısından Nüzûl-i Îsâ Meselesi, İzmir 1997.

Mahmûd Şeltut, “İsâ’nın Ref‘i” (trc. E. Ruhi Fığlalı), AÜİFD, XXIII (1978), s. 319-324.

Abdullah Aydemir, “Kur’an’a Göre Hz. Îsâ”, Din Öğretimi Dergisi, sy. 27, Ankara 1991, s. 16-26; sy. 28 (1991), s. 21-36.

D. B. Macdonald, “Îsâ”, İA, V/2, s. 1062-1064.

G. C. Anawati, “ʿĪsā”, EI2 (Fr.), IV, 85-90.

H. Cazelles, “Chronologie”, Catholicisme, II, 1109-1110.

Ed. Cothenet, “Jesus”, a.e., VI, 749-

yuksel dedi ki...

Hadislerde de Îsâ’dan bahsedilmektedir. Her doğana şeytanın mutlaka dokunduğu, ancak Hz. Îsâ’ya şeytanın doğrudan değil perde arkasından dokunabildiği, onun beşikte iken konuşan üç kişiden biri olduğu, Hz. Peygamber’in onunla mi‘rac gecesi ikinci kat semada karşılaştığı, kıyamette Îsâ’nın şefaat için kendisine gelenleri Hz. Muhammed’e göndereceği belirtilmektedir. Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in onun kulu ve resulü, Îsâ’nın da Allah’ın kulu ve elçisi olup Allah’ın Meryem’e ilkāh ettiği kelimesi ve Allah’tan bir ruh olduğuna inanan kimsenin cennete gireceği, Meryem oğlu Îsâ’ya en yakın kimsenin Hz. Muhammed olduğu yine hadislerde açıklanmaktadır. Ayrıca Resûl-i Ekrem, hıristiyanların Meryem oğlu Îsâ’yı methettikleri gibi kendisinin methedilmesini yasaklamıştır. Diğer taraftan Hz. Îsâ’nın şemâili de hadislerde yer almaktadır. Buna göre Îsâ kırmızı benizli, kıvırcık saçlı, geniş göğüslüdür (Buhârî, “Ṣalât”, 1, “Enbiyâʾ”, 5, 24, 43, 47, 48, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 6, “Menâḳıbü’l-enṣâr”, 7, 11, 42, 53, “Tefsîr”, 2/1, 17/5, “Tevḥîd”, 19, “Riḳāḳ”, 51, “Ḥudûd”, 31, “Taʿbîrü’r-rüʾyâ”, 32, “Fiten”, 26).

Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerde takdim edilen Îsâ, İnciller’de ve hıristiyan teolojisindekinden farklıdır. Hıristiyanlık’ta temel inanç esaslarından olan ulûhiyyetin bedenleşmesi, Îsâ’nın çarmıha gerilmesi dolayısıyla kurtuluş fidyesi oluşu Kur’an tarafından kabul edilmez. Bu farklılıklar, daha ilk dönemlerden itibaren müslümanlarla hıristiyanlar arasında tartışmaların başlamasına sebep olmuş, iki taraf da birbirini reddeden ve tenkitlere cevap veren eserler kaleme almış, böylece geniş bir reddiye literatürü oluşmuştur. Daha Asr-ı saâdet’te Necran hıristiyanları Hz. Peygamber’i ziyaret edince Hıristiyanlığın temel inançları tartışılmıştır. Âl-i İmrân sûresinin ilk seksen âyetinin Medine’de Peygamber’i ziyaret eden Necran heyetiyle yapılan görüşme ve Îsâ ile ilgili tartışma sebebiyle nâzil olduğu rivayet edilmektedir (İbn Hişâm, I, 657; Taberî, Câmiʿu’l-beyân, III, 161-163). İlk dönemlerden itibaren ortaya çıkan polemik literatürünün temel konularının başında teslîs doktrini ve Îsâ’nın tabiatı ile kefâret problemi ve çarmıh hadisesi gelmektedir. Abdullah b. İsmâil el-Hâşimî’den başlayan ve günümüze kadar devam eden reddiyelerde hıristiyanların Hz. Îsâ ile ilgili görüşleri eleştirilmekte, İslâmî görüşler savunulmaktadır (bk. HIRİSTİYANLIK). Diğer taraftan tefsir kitaplarında, tarih ve kısas-ı enbiyâ türü eserlerde ve tasavvuf literatüründe Hz. Îsâ ile ilgili çeşitli rivayetler yer alır. Bu rivayetlerin büyük bir kısmı hıristiyan kaynaklarından gelmektedir (meselâ bk. Taberî, Târîḫ, I, 593-605; Sa‘lebî, s. 381-406; Clair-Tisdall, s. 49-65).

yuksel dedi ki...

KELÂM. Hz. Îsâ’nın ölümü ve kıyametin kopmasından önce kıyametin bir alâmeti olarak tekrar dünyaya gelişi genellikle “nüzûl-i Îsâ” (nüzûl-i Mesîh) adı altında âlimler arasında tartışılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de, Îsâ’nın kıyametin kopmasından önce yeryüzüne ineceğine dair açık bir beyan yoktur. Kur’an’da Îsâ’ya inanmayanların ona tuzak kurdukları, fakat Allah’ın onların tuzaklarını boşa çıkardığı ifade edildikten sonra, “Ey Îsâ! Senin ruhunu kabzedeceğim, seni nezdime yükseltecek ve kâfirlerden çekip arındıracağım” denilmektedir (Âl-i İmrân 3/54-55). Diğer bir âyette ise yahudilerin, “Meryem oğlu Îsâ’yı öldürdük” demeleri şiddetle eleştirilmekte ve şöyle buyurulmaktadır: “Halbuki onu ne öldürdüler ne de astılar, sadece onlara öyle göründü” (en-Nisâ 4/157). Âyette geçen “teveffî” kelimesi Arapça’da “ruhu bedenden ayırmak, öldürmek” anlamına geldiği halde bazı müfessirlerce buna “yeryüzünden çekip almak, göğe yükseltmek” mânası verilir. Bazılarınca da teveffînin gerçek ölüm değil “uykuda ruhu alıkoyma” anlamına geldiği kabul edilir. Bir kısım müfessirler, teveffî kelimesi “öldürmek” mânasına geldiğinden bunun Hz. Îsâ’nın ruhunun kabzedildiğini açıkça ifade ettiği görüşündedir (Taberî, III, 290-291; Ebû Hayyân el-Endelüsî, II, 473; İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ḳurʾân, I, 366; Reşîd Rızâ, III, 316-317). Âl-i İmrân sûresindeki âyette yer alan “ref‘” kavramı ise cansız varlıklarla ilgili olarak zikredilince maddî, insanlar hakkında kullanılınca mânevî yükseltmeyi ifade eder. Kur’an’da ref‘ bazan mutlak olarak da geçer ve mertebenin veya ruhun yükseltilmesi kastedilir. Âyetlerde (Âl-i İmrân 3/55; en-Nisâ 4/158) Hz. Îsâ’nın Allah’a yükseltildiği bildirilir, fakat bunun mahiyetine ilişkin herhangi bir açıklama yapılmaz.

yuksel dedi ki...

Nüzûl-i Îsâ meselesi erken devirlerden itibaren Sünnî ve Şiî kaynaklarında kısaca yer almış, son dönemlerde ise bu konudaki tartışmalar çoğalmıştır. Hz. Îsâ’nın ölümü ve dünyaya dönüşüne ilişkin olarak İslâm dünyasında ortaya çıkan görüşleri şöylece özetlemek mümkündür: 1. Hz. Îsâ düşmanları tarafından öldürülmek istenince ruhlu-bedenli olarak ilâhî huzura yükseltilmiştir. Kıyametin vukuundan önce dünyaya inecek, son peygamberin getirdiği vahiylere tâbi olacak ve deccâli öldürüp yeryüzünde adaleti hâkim kılacaktır. Âyet ve hadisler buna inanmayı gerektirir. Zira âyetlerde Îsâ’nın düşmanlarınca öldürülmediği, ileride Allah tarafından ruhunun kabzedileceği belirtilmiştir (Âl-i İmrân 3/55; en-Nisâ 4/157). Îsâ’nın ruhunun Allah tarafından kabzedildiğini mâzi sîgasıyla bildiren âyetteki teveffî kavramı (el-Mâide 5/117), bunun kıyametin kopmasından önce gerçekleşeceği tarzında yorumlanmalıdır. Çünkü başka âyetlerde Ehl-i kitabın her birinin Hz. Îsâ’nın ölümünden önce ona iman edeceği haber verilmiş (en-Nisâ 4/159) ve Îsâ’nın bir kıyamet alâmeti olduğu açıklanmıştır (ez-Zuhruf 43/61). Ayrıca tevâtür derecesine ulaşan hadisler nüzûl-i Îsâ konusuna açıklık getirmektedir. Ehl-i sünnet kelâmcıları ile Selefiyye ve Şîa bu görüştedir. Her ne kadar İbn Haldûn, Şîa’da Îsâ’nın nüzûlü yerine Mehdî inancının geçtiğini söylemişse de Şîa kaynaklarında Mehdî’nin ortaya çıkacağı inancı yanında nüzûl-i Îsâ inancının da benimsendiğine dair bilgiler vardır (İbn Bâbeveyh, s. 69; Tabersî, II, 758-759).

2. Hz. Îsâ düşmanlarınca öldürülmek istendiği anda Allah tarafından tabii bir ölümle öldürülerek ruhen kendi katına yükseltilmiştir, Îsâ konusunda Kur’an’ın açık olan hükmü budur. Nitekim Mâide sûresindeki âyette (5/117) mâzi sîgası kullanılmıştır. Âl-i İmrân sûresindeki âyette de (3/55) Hz. Îsâ’nın ileride öldürüleceği değil onu öldürenin Allah olduğu bildirilmiştir. Ehl-i kitabın Îsâ’ya iman edeceğine dair âyet de nüzûl-i Îsâ taraftarlarınca yanlış yorumlanmıştır. Bu âyette, Ehl-i kitap’tan her birinin -buna yahudiler de dahildir- kendi ölümünden önce, yani hayatının son nefesleri sırasında gerçeği anlayacağı ve bu arada Îsâ’ya da iman edeceği anlatılmıştır. Hz. Îsâ’nın kıyamet alâmeti olacağı tarzında anlaşılan âyete de (ez-Zuhruf 43/61) yanlış anlam verilmiştir. Çünkü âyette yer alan ve ayn, lâm, mîm (علم) harflerinden oluşan kelime “alâmet” mânasındaki alem şeklinde okunduğu gibi “bilgi” mânasındaki ilm şeklinde de okunmuştur. Buna göre âyette kıyametin kopacağına dair kesin bilginin bulunduğu ve bundan şüphe edilmemesi gerektiği anlatılmaktadır. Nüzûl-i Îsâ’ya dair olmak üzere Hz. Peygamber’e atfedilen rivayetlere gelince bunlar isnad açısından mütevâtir olmayıp âhâd derecesindedir. Âhâd haberlerin âyetlerin hükmüne aykırı bilgiler ihtiva etmesi halinde hadis olma nitelikleri kuşku ile karşılanır. Kur’an’da Hz. Îsâ’nın öldürüldüğü

yuksel dedi ki...

Tedvîn döneminde hıristiyan kültürüyle karşılaşmanın bir sonucu olarak nüzûl-i Îsâ inancının İslâm akaidine girmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Zira Hz. Îsâ’nın insanların aslî günahını affettirmek için kendini feda ettiği ve Tanrı hükümranlığını kurmak üzere dünyaya yeniden döneceği inancının hıristiyanlara ait bir akîde olduğu bilinmektedir.


BİBLİYOGRAFYA
Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “vfy”, “rfʿa” md.leri.

Lisânü’l-ʿArab, “vfy” md.

Müsned, III, 367-368; IV, 104, 216-217; V, 13.

Buhârî, “Büyûʿ”, 102, “Enbiyâʾ”, 48, 49.

Müslim, “Îmân”, 242-247, “Ḥac”, 216, “Fiten”, 34, 39, 110, 116.

Ebû Dâvûd, “Melâḥim”, 12, 14.

Tirmizî, “Fiten”, 21, 54, 59, 62.

Taberî, Câmiʿu’l-beyân, Beyrut 1984, III, 273, 290-291; VI, 18.

Eş‘arî, Maḳālât (Ritter), s. 295.

İbn Bâbeveyh, Risâletü’l-i‘tikadâti’l-İmâmiyye: Şiî-İmâmiyye’nin İnanç Esasları (trc. Ethem Ruhi Fığlalı), Ankara 1978, s. 69.

Halîmî, el-Minhâc, I, 425.

Necmeddin en-Nesefî, ʿAḳāʾidü’n-Nesefî, İstanbul 1294, s. 152.

Zemahşerî, el-Keşşâf (Beyrut), I, 313; III, 424.

Tabersî, Mecmaʿu’l-beyân fî tefsîri’l-Ḳurʾân, Beyrut 1415/1995, II, 305-306, 758-759; III, 235-236.

Fahreddin er-Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, XI, 103-104.

Kurtubî, et-Teẕkire fî aḥvâli’l-mevtâ ve umûri’l-âḫire, Medine 1417/1997, II, 546-548.

a.mlf., el-Câmiʿ, IV, 90, 99; VI, 11.

Ebû Hayyân el-Endelüsî, el-Baḥrü’l-muḥîṭ, [baskı yeri yok] 1403/1983 (Dârü’l-fikr), II, 473.

İbn Kesîr, en-Nihâye (Ebû Abye), I, 183.

a.mlf., Tefsîrü’l-Ḳurʾân, Beyrut 1388/1969, I, 366.

İbn Teymiyye, Mecmûʿu fetâvâ, IV, 316, 322-323.

Teftâzânî, Şerḥu’l-Maḳāṣıd (nşr. Abdurrahman Umeyre), Beyrut 1409/1989, V, 317.

İbn Haldûn, Muḳaddime, II, 816.

Süyûtî, Nüzûlü ʿÎsâ b. Meryem (nşr. M. Abdülkādir Atâ), Beyrut 1985, s. 86.

Beyâzîzâde, el-Uṣûlü’l-münîfe li’l-İmâm Ebî Ḥanîfe (nşr. İlyas Çelebi), İstanbul 1996, s. 148.

Keşmîrî, et-Taṣrîḥ bimâ tevâtere fî nüzûli’l-mesîḥ (nşr. Abdülfettâh Ebû Gudde), Halep 1385/1965, s. 42, 158, 164, 168, 198, 203, 230, 240.

Reşîd Rızâ, Tefsîrü’l-Menâr, III, 316-317.

İbnü’s-Sıddîk el-Gumârî, İḳāmetü’l-burhân ʿalâ nüzûli ʿÎsâ fî âḫiri’z-zamân, Beyrut 1410/1990, s. 25, 68.

Said Nursî, Mektûbât, İstanbul 1991, s. 53-54, 413.

Abdülkerîm el-Hatîb, el-Mesîḥ fi’l-Ḳurʾân ve’t-Tevrât ve’l-İncîl, Kahire 1965,

yuksel dedi ki...

Fahreddin er-Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, XI, 103-104.

Kurtubî, et-Teẕkire fî aḥvâli’l-mevtâ ve umûri’l-âḫire, Medine 1417/1997, II, 546-548.

a.mlf., el-Câmiʿ, IV, 90, 99; VI, 11.

Ebû Hayyân el-Endelüsî, el-Baḥrü’l-muḥîṭ, [baskı yeri yok] 1403/1983 (Dârü’l-fikr), II, 473.

İbn Kesîr, en-Nihâye (Ebû Abye), I, 183.

a.mlf., Tefsîrü’l-Ḳurʾân, Beyrut 1388/1969, I, 366.

İbn Teymiyye, Mecmûʿu fetâvâ, IV, 316, 322-323.

Teftâzânî, Şerḥu’l-Maḳāṣıd (nşr. Abdurrahman Umeyre), Beyrut 1409/1989, V, 317.

İbn Haldûn, Muḳaddime, II, 816.

Süyûtî, Nüzûlü ʿÎsâ b. Meryem (nşr. M. Abdülkādir Atâ), Beyrut 1985, s. 86.

Beyâzîzâde, el-Uṣûlü’l-münîfe li’l-İmâm Ebî Ḥanîfe (nşr. İlyas Çelebi), İstanbul 1996, s. 148.

Keşmîrî, et-Taṣrîḥ bimâ tevâtere fî nüzûli’l-mesîḥ (nşr. Abdülfettâh Ebû Gudde), Halep 1385/1965, s. 42, 158, 164, 168, 198, 203, 230, 240.

Reşîd Rızâ, Tefsîrü’l-Menâr, III, 316-317.

İbnü’s-Sıddîk el-Gumârî, İḳāmetü’l-burhân ʿalâ nüzûli ʿÎsâ fî âḫiri’z-zamân, Beyrut 1410/1990, s. 25, 68.

Said Nursî, Mektûbât, İstanbul 1991, s. 53-54, 413.

Abdülkerîm el-Hatîb, el-Mesîḥ fi’l-Ḳurʾân ve’t-Tevrât ve’l-İncîl, Kahire 1965, s. 528, 539.

Tabâtabâî, el-Mîzân fî tefsîri’l-Ḳurʾân, Kum 1391/1972, III, 206-209.

Mevdûdî, Kadıyanilik Nedir? (trc. Ahsen Batur), İstanbul 1975, s. 145-153.

Fazlurrahman, İslâm (trc. Mehmet Dağ – Mehmet Aydın), Ankara 1981, s. 309.

Mahmûd Şeltût, el-Fetâvâ, Beyrut 1403/1983, s. 59-82.

M. İzzet Derveze, et-Tefsîrü’l-Hadîs: Nüzul Sırasına Göre Kur’an Tefsiri (trc. Ekrem Demir v.dğr.), İstanbul 1997, III, 381-382; V, 424-425; VI, 238-239.

Süleyman Ateş, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri, İstanbul 1997, II, 49-55.

yuksel dedi ki...

MEKR
المكر
Hile yapmak, aldatmak; hile yapanı cezalandırmak anlamında Kur’an terimi.

Müellif:
BEKİR TOPALOĞLU
Sözlükte “aldatmak, hile yapmak suretiyle birinin amacına ulaşmasını engellemek” anlamında masdar ve “hile, aldatma” mânasında isim olarak kullanılır. Allah’a nisbet edildiğinde “kötüleri hilelerinden dolayı cezalandırmak, tuzak ve düzenlerini etkisiz hale getirmek” mânasına gelir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “mkr” md.; Kāmus Tercümesi, II, 687). Mekr kavramı yedi âyette isim ve fiil sîgalarıyla Allah’a nisbet edilmiştir (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “mkr” md.). Bazı âyetlerde de inkârcıların peygamberlere ve inananlara karşı düzenledikleri hileler mekr kökünden türeyen fiillerle ifade edilerek bu tür hilelerin yalnız sahiplerine zarar vereceği, Allah’ın bunları tesirsiz hale getireceği ve sahiplerini cezalandıracağı bildirilmiştir (el-En‘âm 6/123-124; en-Nahl 16/26, 45; Fâtır 35/10, 42-43; el-Mü’min 40/45). Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hakk’a izâfe edilen mekr kavramı inkârcıların Allah’a ve O’nun âyetlerine, Semûd kavminin Sâlih peygambere, yahudilerin Hz. Îsâ’ya ve müşriklerin Hz. Peygamber’e karşı tertipledikleri hile ve tuzakları takip etmekte olup hiçbir âyette mekr iptidâen Allah’a nisbet edilmemiştir. Bu durum ilâhî mekrin Cenâb-ı Hak tarafından başlatılan bir eylem olmadığını, inkârcı, zalim ve münafıkların hile ve tuzaklarının onların aleyhine çevrilmesi konumunda bulunduğunu gösterir. Ebü’l-Bekā, Kur’an’da yer alan her mekrin amel ve fiil niteliği taşıdığını söylerken kötü tiplerin teşebbüslerini ve Allah’ın buna karşılık vermesini kastetmiş olmalıdır (el-Külliyyât, s. 803). Kur’an’da mânaları ve Allah’a nisbetleri açısından mekre benzeyen iki kavramdan biri keyd, diğeri hud‘adır. Keyd dört âyette doğrudan Allah’a izâfe edilmiş, bir âyette O’nun kâfirlerin hile ve tuzaklarını boşa çıkardığı belirtilmiş, bir âyette de kıyamet günü tasvir edilirken ilâhî gerçekleri yalan sayanların ellerinden gelecek bir hünerleri varsa onu Allah’a karşı kullanmaktan geri durmamaları istenmiştir (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “kyd” md.). Hud‘a da, “Münafıklar Allah’ı kandırmaya çalışıyorlar, halbuki O oyunlarını başlarına çevirmektedir” meâlindeki âyette (en-Nisâ 4/142) Cenâb-ı Hakk’a nisbet edilmiştir. Mekr kavramı bir hadiste Allah’a izâfe edilmiştir. İbn Abbas’tan gelen rivayete göre Hz. Peygamber’in dualarının birinde şu ifadeler yer almaktadır: “Rabbim, bana yardım et! Aleyhimde olan kimseye değil bana zafer ver, düşmanıma değil bana yönelebilecek hileleri dağıt, yolumun önüne tuzak kurulmasına izin verme” (Ebû Dâvûd, “Vitir”, 25; Tirmizî, “Daʿavât”, 102; İbn Mâce, “Duʿâʾ”, 2).

yuksel dedi ki...

Dil âlimleriyle müfessirler Kur’an’da Allah’ın fiilleri hakkında geçen mekr, keyd, hud‘a, ayrıca istihza ve suhriyye (alay etme; el-Bakara 2/14-15; et-Tevbe 9/79) gibi kavramların sözlük anlamlarının Cenâb-ı Hakk’a izâfe edilemeyeceğini belirtirler. Taberî Kur’an’daki bu tür kavramlara verilebilecek mânaları şöyle sıralamaktadır: a) Âhirette münafıklara uygulanacak muamelede görüldüğü üzere bazılarına kurtuluşa ermiş kimselerin işlemi uygulanmaya başlandığı bir sırada durumları değiştirilerek cehenneme sürüklenmeleri (el-Hadîd 57/13-15). b) Hile ve tuzaklarının sonuçta sahiplerinin aleyhine dönmesi. c) Hile yapanların başvurdukları hileli yol sebebiyle Allah tarafından cezalandırılması. Kur’an’da bu ceza işlenen fiille ilgili olarak mekr tabiriyle anılmış, bu suretle ifadede âhenk sağlanmıştır. “Kötülüğün cezası kötülüktür” denildiği gibi, “Hile yapana hile ile karşılık verilir” de denilir. Bu örneklerde sözü edilen mukabil davranışlar kötülük, tecavüz ve hile niteliğinde değildir. d) Münafık tipindeki münkirler dünyada mümin görünmek suretiyle inananları aldatmış ve mümin olmanın imkânlarından faydalanmış, âhirette de huzur içinde olacaklarını zannetmişlerdir. Halbuki Allah onların âhiret hayatını gerçek durumlarına göre belirlemiş ve onların ebedî olarak cehennemde kalmalarına hükmetmiştir. Taberî bunlardan sonuncu yorumu tercih etmiştir (Câmiʿu’l-beyân, I, 191-194). Ebû Mansûr el-Mâtürîdî ise bu tür kavramların “aynıyla veya benzeriyle cezalandırma” mânası taşıdığını belirtip Taberî’nin seçtiği yorumu zikretmekte, ayrıca bazı âlimlerin gerçek mânada istihzanın bile Allah’a izâfe edilebileceğini söylediğini nakletmektedir; çünkü onlara göre tekebbür gibi istihzanın da kula yakışmadığı halde Allah hakkında kullanılması mümkündür. Mâtürîdî’nin kendisi ceza yorumunu tercih etmiştir (Teʾvîlâtü’l-Ḳurʾân, vr. 4b-5a, 80a). Zemahşerî, Fahreddin er-Râzî ve diğer müfessirler de benzer yorumlar yapmışlardır. Mekr, iyi niyetli ve dürüst davranışlı olmayan bazı kimselere dünya nimetlerinin bolca verilmesi ve dolaylı bir şekilde uhrevî sorumluluklarının arttırılması anlamında da kullanılmıştır (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “mkr” md.; et-Taʿrîfât, “mkr” md.).

yuksel dedi ki...

KEYD
الكيد
İnkârcıların ilâhî daveti engellemeye yönelik planları; Allah’ın bunları hazırlayanların komplolarını aleyhlerine çevirmesi anlamlarında Kur’an terimi.

Müellif:
MUSTAFA ÇETİN
Sözlükte “tuzak ve pusu kurma, hile yapma, entrika çevirme; ceza verme, tedbir alma” anlamında masdar olan keyd “tuzak, hile, plan, komplo, ceza” gibi mânalarda isim olarak da kullanılır. Râgıb el-İsfahânî keydi “bir tür hile” şeklinde tanımladıktan sonra bunun olumlu veya olumsuz anlamda olabileceğini, ancak olumsuz anlamda kullanımının daha yaygın olduğunu belirtir (el-Müfredât, “kyd” md.).

Keyd, Kur’an’da hem şeytana ve yandaşı olan inkârcılara hem de Allah’a nisbet edilerek türevleriyle birlikte otuz iki yerde tekrarlanmıştır (meselâ bk. Âl-i İmrân 3/120; en-Nisâ 4/76; el-A‘râf 7/183, 195). Bu kullanımlarda kelime şeytana ve inkârcılara nisbet edildiğinde ilâhî daveti engellemeye, kutsal değerleri tahrip etmeye yönelik her türlü kötü, yıkıcı eylem ve faaliyetin ön hazırlığını; Allah’a nisbet edildiğinde ise ilâhî cezalandırmanın bir çeşidi olarak kötü eylem ve hazırlıkların hedef ve amacına ulaşmasını engellemeye yönelik her türlü karşı tedbirin alınmasını ve bunları hazırlayanların komplolarını aleyhlerine çevirmek suretiyle cezalandırılmasını ifade etmektedir (ayrıca bk. MEKR). Bu anlamı en iyi şekilde belirten örneklerden biri Fîl sûresinde geçmektedir. Sûrede İslâm’dan önce, Mekke’ye saldırarak bu şehrin sakinlerini öldürüp Kâbe’yi yıkma ve şehri işgal etme girişiminde bulunan düşman ordusunun planlarının nasıl bozularak kendi aleyhlerine çevrildiği ve onların ne şekilde cezalandırıldığı veciz bir üslûpla anlatılmaktadır. İki âyette geçen (el-A‘râf 7/183; el-Kalem 68/45), “Doğrusu benim keydim metindir” ifadesi, “Hile ve tuzaklara karşı benim tedbirim güçlüdür, bunlara vereceğim ceza ağırdır, kimse onu bozamaz ve kaldıramaz” anlamına gelir. Hz. Peygamber de, “Allah zalime belirli bir mühlet verir. Ancak daha sonra kendisini öyle bir yakalar ki artık bir daha kurtulmasına imkân vermez” demiş, ardından, “İşte rabbinin haksızlık eden beldelerin sakinlerini yakalayıp cezalandırması böyledir. O’nun cezası acı ve çetindir” (Hûd 11/102) âyetini okumuştur (Buhârî, “Tefsîr”, 11/5; Müslim, “Birr”, 61; İbn Mâce, “Fiten”, 22; Tirmizî, “Tefsîr”, 11/2).

yuksel dedi ki...

Kur’ân-ı Kerîm’de, keydin taşıdığı “bir tür ilâhî ceza” şeklindeki anlamı ifade etmek üzere başka kelimeler de kullanılmıştır. İnkârcıların felâkete yavaş yavaş ve tedrîcî olarak yaklaştırılmasını belirten, bu esnada onların bazı geçici başarılar elde etmesine müsaade edilip kendilerine muvakkat imkânlar verilmesini ifade eden istidrâc bunlardan biridir. “Bir kimsenin adım adım yaklaştırılmak suretiyle bizzat kurduğu tuzağa düşürülmesi” anlamına gelen bu tabir yanında bazı inançsız kimselere tanınan geçici fırsat, başarı, mühlet ve süreyi anlatmak üzere imlâ kelimesi de kullanılmıştır.

Allah Teâlâ tuzak kurup aldatmaktan münezzehtir. Bu sebeple Kur’an’da geçen keyd ve türevlerinin “Allah’ın iyiliklere ve güzelliklere, hak dine, onun peygamberine ve diğer mensuplarına karşı kötülük planlayan şeytan ve yandaşlarının kazdıkları kuyuya kendilerinin düşmesini sağlaması, böylece onları kendi planlarıyla cezalandırması” şeklinde anlaşılması gerekir.

Müşrikler ilk müslümanlara maddî ve mânevî baskılar yapmakta, onlara inanç hürriyeti ve yaşama hakkı tanımamakta, putperestliğe dönmelerini sağlamak üzere çeşitli hilelere başvurmakta ve isteklerini kabul etmeyenleri öldürmeye çalışmaktaydılar. Kur’an, bütün bu kötülüklerin şeytanın teşvikinin bir sonucu olduğunu vurgulamakta, şeytanın hile ve planının zayıf olduğunu bildirmekte ve şeytanın dostlarına karşı savaşmayı emretmektedir (en-Nisâ 4/76). Âyetteki, “Şeytanın keydi zayıftır” ifadesiyle müslümanlara ümit ve cesaret verilmektedir. Nitekim Hz. Peygamber ve ona inananlar, Kur’ân-ı Kerîm’in bu yöndeki telkin ve teşvikleriyle düşmanlarının planlarını boşa çıkarmış, müşriklere karşı kesin bir zafer elde etmişlerdir. Bedir Gazvesi’ne işaret eden bir âyette Allah’ın kâfirlerin keydini zayıflattığından söz edilirken (el-Enfâl 8/18) müslümanların Kur’an’dan aldıkları bu moral gücüne, bu sayede kazandıkları mücadele enerjisine ve sonuçta ulaştıkları zafere dikkat çekilmektedir.

Keyd aynı anlamda hadislerde de geçmektedir. Bir hadiste halkın mal ve canına saldırmak üzere plan yapanların tuzun suda eridiği gibi eriyip yok olacağı belirtilmektedir (Buhârî, “Feżâʾilü’l-Medîne”, 7). Hz. İbrâhim’in eşi Sâre’ye sarkıntılık etmek isteyen bir hükümdarın bu teşebbüsü esnasında boğulur gibi olduğunu ve amacına ulaşamadığını anlatan bir rivayette de, “Allah bu kâfirin kötü emelini kendisine yöneltti ve ona aynıyla mukabele etti” denilmektedir (Buhârî, “Enbiyâʾ”, 8).

yuksel dedi ki...

Önemli olanın çok söylemek, yüksek pèrdeden söylemek değil az ve öz söylemek,kalpten söylemek olduğunu yaşantısıyla ortaya koymuştur.
Mihraba Adanan Ömürler
Mehmed Zahid Kotku
sy..19

yuksel dedi ki...

Doğruluğun siyasi hayatta ölmesi bizi geri bıraktı. (H. S.) 27.
Bir Hazinenin Anahtari
Risale-i Nur Kulliyati Fihrist Ve İndeksi
İsmail Mutlu
sy. 592.

yuksel dedi ki...

Fitne gelir, kulları fırtına gibi savurur. Bunun içerisinden âlim, ancak ilmiyle kendini kurtarır.
Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
Sayfa: 105 / No: 7
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Fitne gelir savrulur. Heva ve sabrı da beraber getirir. Kim hevaya tabi olursa onun fitnesi siyah (kara) olur. Kim de sabra tabi olursa, onun fitnesi ak (nur) olur.
Ravi: Hz. Ebû Malik el Eş'ari (r.a.)
Sayfa: 105 / No: 9
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Birinci ve İkinci dünya savaşları düşmanlığın ne kadar fena ve tahrip edici olduğunu gosterdi. (H. S.) 57:3.kelime
Bir Hazinenin Anahtari
Risale-i Nur Kulliyati Fihrist Ve İndeksi İsmail Mutlu
sy. 584.

yuksel dedi ki...

Benim bu oğlum ki (İmam-ı Hasan) Seyyiddir. Umulur ki onun sebebiyle Allah (z.c.hz.) iki ordunun arasında sulhu sağlar.
Ravi: Hz. Ebû Bekre (r.a.)
Sayfa: 111 / No: 6
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Genel Kısaltmalar
Transkripsiyon İşaretleri
Arama Kılavuzu
Duyurular
TDV İslâm Ansiklopedisi
Hakkında
Görüntü Ayarları


TDV İslâm Ansiklopedisi'nde ara...
BEZM-i ELEST
بزم الست
Allah’la yaratılışları sırasında insanlar arasında yapıldığı kabul edilen sözleşme için kullanılan bir tabir.
Bölümler İçin Önizleme
İlişkili Maddeler
MÎSÂK
Antlaşma, sözleşme anlamında bir terim.
AHİD
Çeşitli ilimlerde farklı anlamlarda kullanılan bir terim.

1/2
Müellif:
YUSUF ŞEVKİ YAVUZ
Farsça’da “sohbet meclisi” anlamına gelen bezm kelimesiyle Arapça’da “ben değil miyim” mânasında çekimli bir fiil olan elestüden oluşan bezm-i elest terkibi, “Ben sizin rabbiniz değil miyim” hitabının yapıldığı ve ruhların da “evet” diye cevap verdikleri meclis anlamını ifade eder. Bu tabirdeki “elest” kelimesi A‘râf sûresinin 172. âyetinden alınmıştır. Bu âyette, geçmişte Allah’ın Âdem oğullarından yani onların sırtlarından (veya sulplerinden) zürriyetlerini çıkardığı, kendilerini nefislerine şahit tuttuğu ve onlara, “Ben sizin rabbiniz değil miyim” diye hitap ettiği, onların da “evet” dedikleri belirtilmiştir. Allah’la insanlar arasında vuku bulan bu sözleşmeye “mîsâk”, “kālû belâ”, “ahid”, “belâ ahdi”, “rûz-i elest”, “bezm-i ezel” ve “bezm-i elest” gibi çeşitli adlar verilmiştir. Bunlardan en çok kullanılanı, özellikle Osmanlı dinî-tasavvufî edebiyatında meşhur olanı “bezm-i elest” terkibidir. Kur’ân-ı Kerîm’in diğer bazı âyetlerinde de aynı konuya dair açık veya dolaylı ifadeler bulmak mümkündür. Rûm sûresinde yer alan bir âyette (30/30) “ed-dînü’l-kayyim” (süreklilik özelliği taşıyan dosdoğru din) tâbiriyle anılan Hak dinin Allah tarafından insan fıtratına tevdi edildiği ve onun bu temel özelliğinin değişmeyeceği ifade edilir. Peygamberler tarihinde tevhid inancının büyük savunucusu Hz. İbrâhim başta olmak üzere diğer peygamberler de tebliğ hayatlarında dîn-i kayyim denilen bu ilâhî-fıtrî inancı bir irşad aracı olarak kullanmışlardır (meselâ bk. el-En‘âm 6/161; Yûsuf 12/40). Yine Kur’ân-ı Kerîm’in muhtelif âyetlerinde Cenâb-ı Hakk’ın Hz. Âdem’den, Âdem oğullarından, çeşitli peygamberlerin ümmetlerinden Hak yoldan sapmayacakları konusunda söz aldığı ve onlarla bir nevi antlaşma akdettiği ifade edilir (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ʿahd”, “mîs̱âḳ” md.leri; ayrıca bk. MÎSÂK).

Konu ile ilgili olarak hadis diye nakledilen bazı ifadeler de mevcuttur. Bu rivayetlerde belirtildiğine göre Allah Âdem’i yaratınca kıyamete kadar gelecek olan bütün insanları onun sırtından (sağ ve sol tarafından) veya sulbünden zerreler halinde çıkarmıştır (el-Muvaṭṭaʾ, “Ḳader”, 2; Müsned, I, 272). Übey b. Kâ‘b’dan kendi görüşü olarak nakledilen bir rivayete göre Allah bu zerrelere ruh ve şekil verip onları konuşturmuş, sonra da kendilerini şahit tutarak, “Ben sizin rabbiniz değil miyim” hitabında bulunmuş, kıyamet gününde bundan habersiz olduklarını ileri sürmemeleri için bütün kâinatı ve Âdem’i şahit tutmuş ve daha başka tavsiyelerde bulunmuş, onlar da bütün bunları kabul etmişlerdir (Müsned, V, 135).

yuksel dedi ki...

Bezm-i elestte yapılan sözleşmenin zamanı, yeri ve keyfiyeti konusunda İslâm âlimleri farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunları iki grupta toplamak mümkündür.

1. Allah’ın insanlardan aldığı ahid insan türünün fiilen dünyaya gelişinden önce gerçekleşmiş, bütün insanların zürriyeti Âdem’in sırtından zerreler halinde çıkartılmış, onlara ruh ve akıl verilerek ilâhî hitapta bulunulmuş, onlar da buna sözlü olarak cevap vermişlerdir. Bu tür haberlerin mecaz ve temsil yoluyla açıklanması uygun değildir, söz konusu olayın gerçekten vuku bulduğuna inanmak gereklidir. Zira âyet ve hadislerin zâhirî mânalarını terkedip te’vil yolunu benimsemek için haklı bir gerekçe yoktur. Selefiyye, Sünnî kelâmcıların ekserisi, sûfî âlimler ve Şîa bilginlerinin çoğunluğu bu görüşü benimser. Bu âlimler sözü edilen ahdin gerçekleştiği yer konusunda kesin görüş belirtmekten çekinmişlerdir. Çünkü bazı rivayetlerde bunun Hz. Âdem’in yeryüzüne indirilmesinden önce gökte vuku bulduğu, bazılarında Mekke yakınlarındaki Na‘man’da, diğer bazı rivayetlerde ise Hindistan’ın Dehnâ adlı bir bölgesinde gerçekleştiği bildirilmektedir (İbn Ebû Âsım, I, 87, 89; Taberî, Tefsîr, XIII, 226, 242; a.mlf., Târîḫ, I, 133-136).

2. İnsanların bedenleriyle birlikte dünyaya gelmelerinden önce zerreler halindeki zürriyetlerinden (ruhlarından) topluca alınmış bir ahid yoktur. Naslarda sözü edilen sözleşme mecazi anlamda olup bedenlerin yaratılmasıyla gerçekleşmiştir. Bu temel görüşü benimseyenlerin bazılarına göre mîsâk zürriyetlerin baba sulbünde yaratılışı sırasında, bazılarına göre anne rahmine yerleşip organik teşekkülünü tamamlaması esnasında vuku bulmuştur (Elmalılı, III, 2328-2331). Sözleşmenin dünyadaki yaratılışla tahakkuk ettiğini kabul edenlerin çoğunluğuna göre ise bu olay her insanın baba sulbünden anne rahmine intikal etmesiyle başlar, burada oluşum devresini tamamlayıp dünyaya gelmesinden sonra bulûğ çağına girinceye kadar sürer. Çünkü insanın kendisini ve çevresini tanıması, bilgi sahibi olması bu devreye ulaşmasıyla mümkündür. Böylece âkıl-bâliğ olan her insan yaratılmış olduğunu ve yaratıcısına itaat etmesi gerektiğini hem kendisi hem de diğer nesne ve olaylar hakkında tefekkür ve muhakemelerde bulunarak kabul eder. Şüphe yok ki Allah zihnî ve kalbî fonksiyonu insanların psikolojik muhtevasına fıtrî bir özellik olarak yerleştirmiş, iç ve dış âlemde kendi varlığına ve birliğine kılavuzluk edecek birçok delil yaratmış, insanları kendi ulûhiyyetini kavramalarına yetecek ölçüde bilgi kapasitesiyle donatmış, böylelikle sanki onlara, “Ben sizin rabbiniz değil miyim” diye sormuş, onlar da “evet” diyerek bunu tasdik etmişlerdir. İşte insanın Allah’ın varlığını ve birliğini

yuksel dedi ki...

Nitekim bir hadiste, Hz. Âdem’in kendisine yapılan uyarıya rağmen ilâhî buyruğu tutmadığı gibi zürriyetinin de dünyaya gelmeden önce (hilkatin başlangıcında) yaratıcının varlığı ve birliğini ikrar ettiği halde dünyaya geldikten sonra inkâra ve şirke saptığı, bütün bunların Hz. Âdem’e ve zürriyetine yapılan ilâhî hitabın unutturulması sonucunun ortaya çıktığı belirtilmiştir (Tirmizî, “Tefsîr”, 8). Birçok insanın inkâr ve şirk yolunu tutmasına gelince, aynı problem insanlardan alınan mîsâkı mecazi anlamda kabul edip onu yaratıcının varlığını ve birliğini idrak etmeye yardımcı olacak akıl ve fıtratla açıklayan görüş sahipleri için de söz konusudur. Zira inkâr ve şirk içinde bulunanlar selim bir yaratılışa ve akıl yürütme imkânına sahip olmalarına rağmen bu sapıklığa düşebilmekte, hatta bâtıl inançları için aklî gerekçeler bile ileri sürebilmektedirler. Kur’an’da insanların “ashâbü’l-yemîn” ve “ashâbü’ş-şimâl” gruplarına ayrılması (el-Vâkıa 56/89), bedenlerin yaratılmasından önce insan zürriyetlerinin Hz. Âdem’in sırtından zerreler halinde çıkarıldığı fikrini desteklemektedir. Nitekim bazı müfessirler yaratılışın başlangıcında “ashâbü’l-yemîn”e Hz. Âdem’in sağ tarafından, “ashâbü’ş-şimâl”e de sol tarafından yaratılanlar anlamını vermişlerdir (M. Reşîd Rızâ, III, 389; Elmalılı, III, 2329).

Selefiyye’nin müteahhir dönem âlimlerince ileri sürülen görüş ise daha çok onların, ruhun bedenle birlikte yaratıldığı tarzındaki fikirleriyle irtibatlıdır (bk. İbn Kayyim, s. 252). Eğer bezm-i elestteki sözleşme birinci görüşe göre açıklanırsa ruhun önceden yaratıldığını kabul etmek icap eder ki onların kanaatine göre bu doğru değildir. Sünnî âlimlerin çoğuna göre ise ruhlar bedenlerden önce yaratılmıştır

yuksel dedi ki...

Peygamberleri ve diğer insanları Allah c. c. gibi değil Allah c. c. icin sevmeliyiz.
Yoldaki İşaretler Hz. Isa. a. s.
Dost T. V.

yuksel dedi ki...

Kader. Kemalpaşazâde, kader meselesinde en önemli faktör olarak göze çarpan zaman konusuna önem verir. Ona göre Allah’ın ezelî ilminin nesne ve olaylara nisbeti zaman dışı olup Allah her şeyi geçmiş ve gelecek söz konusu edilmeden “şimdi” olarak bilir, dolayısıyla O’nun için zaman kavramı geçerli değildir. Allah’ın zaman dışı oluşu mekân dışı oluşuna benzer, O’nun için uzak ile yakın gibi geçmiş ile gelecek de birdir. Müellif ilâhî ilmin ezelîliği ve zamanla mukayyet olmayışı üzerinde hassasiyetle durur; takdirin ilme, ilmin ise mâlûma tâbi olduğunu, dolayısıyla kaderin zorlayıcı bir yönünün bulunmadığını ve cüz’î iradeyi ortadan kaldırmadığını belirtir. Mutlak cebrin İbâhîlik ve zındıklığa, mutlak hürriyetin ise Mecûsîlik ve Senevîliğe yol açacağını söyleyen Kemalpaşazâde ikisi arasında bir yerde durur ve nasların çizdiği çerçevenin dışına çıkmamak şartıyla kader konusunda konuşmanın müstehap, hatta yetkili kişiler için vâcip olduğunu söyler. Kader çerçevesinde gayb meselesine de temas eder ve mutlak gayb olarak adlandırdığı “beş gayb”ın (Lokmân 31/34) Allah’a mahsus olduğunu, bunların dışında kalan gaybların izâfî statüsüne girdiğini kaydeder. Peygamberin gayba dair bilgisinin Allah’ın iznine tâbi olup her çeşit gaybı kapsamadığını da açıklamalarına ekler (Risâle fî istis̱nâʾi’llâhi teʿâlâ mimmen fi’s-semâvâti ve’l-arż ve taḥḳīḳih, I, 186-200). Ecel konusunda ise ecel-i kazâ ve ecel-i müsemmâ ayırımına gider, birincisinin muvakkat ve muallak, ikincisinin kesin olduğunu belirtir. Allah’ın insana süresi tayin edilmiş bir ecel tesbit ettiğini kabul eder, sadaka ve sıla-i rahim gibi amellerin ömrü uzattığına dair rivayetleri Allah’ın bilgisinde bir değişmeye meydan vermeyecek şekilde yorumlar (Risâle fi’l-cebr ve’l-ḳader, I, 158-185).

yuksel dedi ki...

Nübüvvet. Kemalpaşazâde, Hz. Îsâ’nın son peygamberden üstün olduğunu iddia eden Molla Kābız’a cevap vermek üzere tafdîl meselesini, zındıkları ve mehdîlik iddiasında bulunan sahte sûfîleri reddetmek üzere de mûcize konusunu ele alır. Tafdîl meselesinde Hz. Muhammed’in bütün peygamberlerden, onların da meleklerden üstün olduğunu söyler (Risâle fî tafżîli’l-enbiyâʾ ʿale’l-melâʾike, I, 117-124; Efḍaliyyetü Muḥammed ʿaleyhi’s-selâm ʿalâ sâʾiri’l-enbiyâʾ, vr. 36-43). Mûcizenin, nübüvveti inkâr edenleri acze düşürme ve mûcizeye konu olan şeyleri yapmaktan alıkoyma şeklinde iki rüknünün bulunduğunu belirtir. Bir kısım mûcizelerin peygamberden sâdır olduğunu, bazılarının ise onda zâhir olduğunu ve Kur’ân-ı Kerîm’in ikinci tür mûcize grubuna girdiğini kabul eder. Kur’an’ın, benzerini meydana getirmekten insan kudretinin özel olarak alıkonduğu (sarfe) türden bir mûcize teşkil ettiği görüşüne olumlu bakar (Risâle fî ḥaḳīḳati’l-muʿcize ve delâletihâ ʿalâ ṣıdḳı men iddeʿa’n-nübüvve, I, 137-148).

Âhiret. Kemalpaşazâde âhirette sadece mükellef olanların diriltileceğini söyler, aksini beyan eden âhâd haberlerin bu konuda delil olamayacağını savunur, cismanî haşrin aklen değil naklen vâcip olduğunu bildirir. Dirilişin cismanî olacağına ilişkin pek çok âyetin bulunduğunu hatırlatarak hak ehlinin cismanî haşrin vukuunda ittifak ettiğini, bunun, dağılan bedenin parçalarını bir araya getirmek suretiyle mi yoksa yeniden yaratma şeklinde mi olacağında ise ihtilâfa düştüğünü bildirir; bedenlerin aynıyla değil benzerleriyle diriltilebileceğini kabul eder (Risâle fî ḥaḳīḳati’l-meʿâd, vr. 42b-43b); ayrıca mîzanın “adalet” anlamına yorumlanamayacağını savunur (Risâle fî ḥaḳīḳati’l-mîzân, II, 381-383).

yuksel dedi ki...

Tasavvuf. Kemalpaşazâde bazı risâle ve fetvalarında raks, semâ, devran gibi tasavvufî ritüellere karşı çıkıp heterodoks sûfî grupları aleyhinde fetvalar verirken Muhyiddin İbnü’l-Arabî hakkındaki fetvası ve ruhla ilgili risâlelerinde tasavvufa olumlu bakar. Tasavvufun genel çizgileriyle İslâm’ın sınırları içinde olduğunu kaydeder ve bu yola giren kişinin meşrû olmayan işleri yapmaktan kaçınması gerektiğini belirtir. Raks, semâ, devran gibi ritüellere başvuran ve dinin haram kıldığı işleri öven sûfîlerin şiddetle cezalandırılmasını ister. Bu kişilerin imâmetinin sahih olmadığını, onlara selâm verilemeyeceğini, tecdîd-i imanda bulunmaları gerektiğini bildirir (Risâle fî fetva’r-raḳṣ, tür.yer.). Öte yandan Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye dair fetvasında ondan kâmil bir müctehid, erdemli bir mürşid ve kendisinden olağan üstü haller zuhur eden bir sûfî olarak söz eder. Ona karşı çıkanın hata etmiş, bu tutumunda ısrar edenin ise sapıtmış olacağını söyler ve yönetimin böylesini bu inancından döndürmesini ister. İbnü’l-Arabî’nin eserlerindeki ifadelerin bir kısmını herkesin, bir kısmını ise ancak keşif ehlinin anlayabileceğini, anlayamayanların susması gerektiğini ileri sürer (Fetvâ fî ḥaḳḳı İbn ʿArabî, bk. bibl.).

yuksel dedi ki...

BİBLİYOGRAFYA
Kemalpaşazâde, Risâle fî ḥaḳīḳati’l-meʿâd, Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 5340, vr. 42b-43b.

a.mlf., Risâle fî tafżîli’l-enbiyâʾ ʿale’l-melâʾike (Resâʾilü İbn Kemâl [nşr. Ahmed Cevdet] içinde), İstanbul 1316, I, 117-124.

a.mlf., Risâle fî ḳıdemi’l-Ḳurʾân (a.e. içinde), I, 131-136.

a.mlf., Risâle fî ḥaḳīḳati’l-muʿcize ve delâletihâ ʿalâ ṣıdḳı men iddeʿa’n-nübüvve (a.e. içinde), I, 137-148.

a.mlf., Risâle fi’l-cebr ve’l-ḳader (a.e. içinde), I, 158-185.

a.mlf., Risâle fî istis̱nâʾi’llâhi teʿâlâ mimmen fi’s-semâvâti ve’l-arż ve taḥḳīḳih (a.e. içinde), I, 186-200.

a.mlf., Risâletü’l-ferâʾiż (a.e. içinde), II, 272-274.

a.mlf., Risâle fî ḥaḳīḳati’l-mîzân (a.e. içinde), II, 381-383.

a.mlf., Efḍaliyyetü Muḥammed ʿaleyhi’s-selâm ʿalâ sâʾiri’l-enbiyâʾ, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 3618, vr. 36-43.

a.mlf., Risâle fî taḥḳīḳi lüzûmi’l-imkân li-mâhiyyeti’l-mümkin, İÜ Ktp., AY, nr. 1589, vr. 356a-373a.

a.mlf., Risâle fî taḥḳīḳi lafẓı Çelebî, Süleymaniye Ktp., Bağdatlı Vehbi Efendi, nr. 2041, vr. 259b.

a.mlf., Risâle fîmâ yeteʿallaḳu bi-ḫalḳi’l-Ḳurʾân, Süleymaniye Ktp., Bağdatlı Vehbi Efendi, nr. 2041, vr. 251b-252b.

a.mlf., Taʿrîfü’l-ʿaḳl, Süleymaniye Ktp., Tırnovalı, nr. 1864, vr. 99a-101b.

a.mlf., Risâle fî enne’l-ʿaḳle mâ hüve, Süleymaniye Ktp., Tırnovalı, nr. 1864, vr. 92a-98b.

yuksel dedi ki...

Edep nedir? diye sual edildiğinde :"Yemeğiniz arpa olsun, helvanız hurma olsun, katığınız tuz olsun, yağınız süt olsun, elbiseniz yün olsun, evleriniz mescidler olsun, ışığınız güneş olsun kandiliniz ay olsun lezzetiniz su olsun,
Ruhu'l Furkan Tefsiri
Hazret-i Mevlana eş şeyh Mahmud en Nakşibendi El-Muceddidi el Halidi el-Ufi
cilt 15. sy. 84.

YANITLASİL

yuksel26 Eylül 2022 04:40
güzelliğiniz temizlik olsun, ziynetiniz tedbir olsun, ameliniz rıza olsun, azığıniz takva olsun, Yemeğiniz gece olsun, uykunuz gündüz olsun, kelamınız zikir olsun suskunluğunuz ve gayeniz tefekkür olsun,bakışınız ibret olsun, sığınağıniz ve yardımcınız da Mevlaniz olsun! İşte ölünceye kadar bu hal üzere sabredin! "buyurmuştur.
Ruhu'l Furkan Tefsiri
Hazret-i Mevlana eş şeyh Mahmud en Nakşibendi El-Muceddidi el Halidi el-Ufi
cilt 15.
sy.84,85.

yuksel dedi ki...

Milletin selameti için her şey feda edilir düsturu zalimcedir.
(M.) 59:15.mektup, 3.sual.
Bir Hazinenin Anahtari
Risale-i Nur Kulliyati Fihrist Ve İndeksi
İsmail Mutlu
sy. 466.

yuksel dedi ki...

Allah c. c. a karşı sıdk içinde olana fitne zarar vermez. 14,238-39-42.
Hadis Külliyati
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi
cilt. 18.sy.71.

yuksel dedi ki...

Ali (r. a.) : "Gözler bizatihi O'nu göremez ama kalp gözleri iman hakikatı ile O'nu görür. Rabbim tektir. Ortağı ve bir ikincisi yoktur. Eşsiz dir, benzeri yoktur. Zaman ve mekandan münezzehtir. Duyu organlarıyla algilanamaz. O'nun la hiçbir şeyin mukayesesi yapilamaz."
Ruhu'l Beyan
Kur'an Meali Ve Tefsiri
cilt 20.sy.42.

yuksel dedi ki...

Kıyametin önü sıra karanlık geceler gibi fitneler vardır. O fitne devrinde adam sabah mü'min, akşam kâfir olur. Ve akşam mü'min sabah ise kâfir olur. O zaman oturan, ayakta durandan hayırlıdır. Ayakta duran yürüyenden hayırlıdır, yürüyen ise koşandan hayırlıdır. O devirde okların yayını kırın, kirişlerini koparın, kılıcınızı da taşa vurun, evinize çekilin. Birinizin evine girilse ve üzerinize varılsa o zaman Adem (a.s.)'ın iki oğlundan hayırlısı gibi olun. (Yani öldürülen gibi.)
Ravi: Hz. Ebû Mûsa (r.a.)
Sayfa: 121 / No: 5
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Kur'an okumakla Kur'an olmaz. Nakletmekle de ilim olmaz. Kur'an hidayetle, ilim de anlayışla olur.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)
Sayfa: 362 / No: 9
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Zekat, malı ebedilestirir.
Zekat, malı temizler.
Zekat, malı çoğaltır.
Zekat, kalpteki dünya sevgisine karşı bir ilaçtır.
Zekat, fakirin kıskançlık duygusunu körletir.
İslam da Zekat Muessesesi.
Yunus Vehbi Yavuz
Fihrist

yuksel dedi ki...

Zekat, halka şefkatin anahtarıdır.
İslam da Zekat Muessesi.
Yunus Vehbi Yavuz.
Fihrist

yuksel dedi ki...

Zekat, bir nevi sosyal güvenlik ve sigortadir.
Zekat, toplumda bir orta sınıfın doğmasını öngörür.
Zekat, paranın stok edilmesini önler.
Zekat sosyal dengeyi sağlar.
Zekat, yatırıma açılan bir kapıdır.
Zekat bir kalkınma hamlesidir.
Zekat, fakiri çalışmaya teşvik eder.
İslam da Zekat Muessesesi
Yunus Vehbi Yavuz
Fihrist

yuksel dedi ki...

Murtedin tecavüzatina set çekmek için topuz lazımdır.
(L.) 107:16 Lem'a 2.Sual.
Şarkı söyleyenlere Bediuzzaman ın hiddeti. (S.) 280:13.Sua.
Bir Hazinenin Anahtari
Risale-i Nur Kulliyati Fihrist Ve İndeksi
İsmail Mutlu
sy 493.

yuksel dedi ki...

Baykara'nın söylediklerinden sadece Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Atatürk'ün değil, Atatürk' ün şahsında, 20.
yüzyılınTürk devrimini yapan kadronun Sultan II. Abdülhamid döneminin doğal bir sonucu olduklarini söylemek müm-
kün görünmektedir.
1880lerden itibaren, bir Osmanlı toplumu yaratmak ideali ile her vilayette pozitif ilimleri öğreten idadi liselerinin açılması, aydın Batıcı bir kuşak yetişmesini sağladı . Atatürk nesli,
i bu temelde kurulan yeni askeri mekteplerde yetişti (Inalcık 2006: 338).
sy. 177
Türk Modernleşme ve 2.Abdulhamid'in eğitim hamlesi
Ömer Faruk Yelkenci

yuksel dedi ki...

Siz öyle bir zamanda bulunuyorsunuz ki, fukahası çok, hutebası az, istiyeni az, vereni çok, işte böyle zamanda amel ilimden hayırlıdır. Size öyle bir zaman gelecektir ki, fukahası az, hatibleri çok, istiyeni çok, vereni az. O zamanda ise ilim amelden hayırlıdır.
Ravi: Hz. Abdullah İbni Said (r.a.)
Sayfa: 135 / No: 8
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Peygamberimiz dedi ki:
Derdimiz ve davamız nedir?
Derdimiz günahlarımız,
Davamız istiğfardır.
sohbet.

yuksel dedi ki...

Âli Davud'a nazil olan hikmette ibret vardır. Akıllı olan insan şu dört vakitten başka şeyle nefsini meşgul etmemelidir: Rabbine dua (ve ibadet) edeceği vakit, Nefsini muhasebe edeceği vakit, Kendisi hakkında, kardeşlerini nasihat etmesine ve ayıblarını kendisine haber vermelerine kafi gelecek bir vakit. Kendi nefsinin helal ve temiz ihtiyaçlarına ayıracağı bir vakit. Bu vakitte diğer zamanlar içinde bir yardım vardır ve kalbin istirahatı kafi miktarda varlık iledir. Sonra da akıllı kimse için, diline sahip olması, zamanını bilmesi, işine yönelmesi ve en sağlam dostuna karşı bile ihtiyatlı olması icap eder.
Ravi: Hz. İbni Mes'ud (r.anhüma)
Sayfa: 127 / No: 5
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Genel Kısaltmalar
Transkripsiyon İşaretleri
Arama Kılavuzu
Duyurular
TDV İslâm Ansiklopedisi
Hakkında
Görüntü Ayarları


TDV İslâm Ansiklopedisi'nde ara...
HİDÂYET
الهداية
Dünya ve âhiret mutluluğunu sağlayacak yolu gösterme anlamında bir terim.
İlişkili Maddeler
KADER
Allah’ın nesneleri ve olayları özellikle sorumluluk doğuran beşerî fiilleri, ezelde planlayıp zamanı gelince yaratması anlamında terim.
FİİL
İnsanın sorumluluğu ve ilâhî sıfatlarla ilişkisi açısından kelâm tartışmalarına konu olan bir terim.

Müellif:
YUSUF ŞEVKİ YAVUZ
Hidâyet (hüdâ, hedy) “doğru yola girmek, doğru yolu göstermek” mânasında masdar, “doğru yol, kılavuzluk” anlamında isim olarak kullanılır ve “amaca ulaştıracak yolu gösterme, bu yol için kılavuzluk etme” diye de tanımlanabilir (Kāmus Tercümesi, “hdy” md.; Ebü’l-Bekā, s. 952-953).

Kur’ân-ı Kerîm’de hidâyet kelimesi yer almamakla birlikte hüdâ seksen beş yerde geçmektedir. Bu kavram Kur’an’da, çeşitli fiil sîgalarının yanı sıra hâdî, hüdâ, mühtedî isimleriyle birlikte 300’den fazla yerde tekrarlanmakta ve büyük çoğunlukla Allah’a izâfe edilmektedir. Bunun yanında mutlak mânada ilâhî vahye, başta Kur’an olmak üzere ismen semâvî kitaplara, meleklere, yine genel anlamda peygamberlere ve ismen Hz. Muhammed’den başka Hz. İbrâhim’e, Dâvûd’a, Mûsâ’ya ve peygamberlerin ümmetlerine de nisbet edilmektedir. Bazı âyetlerde herhangi bir merci gösterilmeden zikredilen hidâyetin ise Allah’a izâfe edildiği anlaşılmaktadır (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “hdy” md.). Hidâyet bir âyette Kâbe’ye nisbet edilmekte (Âl-i İmrân 3/96), bazı âyetlerde de ilâhî tâlimata uymadıkları için helâk edilmiş eski milletlerin oluşturduğu sosyolojik realiteye izâfe edilmekte ve bundan ibret alınmasının gereği vurgulanmaktadır (el-A‘râf 7/100; Tâhâ 20/128; es-Secde 32/26). “Hidâyete erme, hak ve doğru olanı benimseme” mânasına gelen ihtidâ kelimesi Kur’an’da altmış yerde geçmektedir (bk. İHTİDÂ). Bu âyetlerin muhtevasından anlaşılacağı üzere hidâyetin benimsenmesine vesile olan âmillerin başında kişinin iradesi ve kararlılığı gelmektedir. Bunlardan başka ilâhî hidâyet, vahye ve peygambere bağlılık da gerçeği görüp benimseme vesileleri arasında zikredilmiştir. Söz konusu âyetler, hidâyetin zıddı olan dalâlete düşmenin sebeplerine de işaret etmekte ve bunlar arasında ilâhî Iutuftan mahrum kalma, şahsî tutum, ataların dinine ve geleneklere körü körüne bağlılık, gaflet, nifak, şeytanın tahrikleri ve Allah’a kavuşma günü olan âhireti düşünmeme faktörlerine dikkat çekilmektedir (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “hdy” md.). Kur’ân-ı Kerîm’de hidâyet mânasında olmak üzere rüşd ve reşâd, felâh, necat, iman, sırat ve sebil kelimeleri de kullanılmaktadır (bk. a.g.e., ilgili md.ler).

yuksel dedi ki...

Kur’an lugatıyla meşgul olan âlimler, Kur’ân-ı Kerîm’de seksen beş yerde geçen hüdâ kelimesinin hangi mânalara gelebileceği üzerinde durmuşlardır. İbn Kuteybe, kelimenin temel anlamının “yol gösterme, kılavuzluk etme” olduğunu belirttikten sonra bu yol göstericiliğe (irşad) peygamberlerin davetini, Allah’ın canlılara verdiği hayatı sürdürme yeteneğini ve yine Allah’ın dilediğine lutfettiği başarıyı örnek olarak zikretmiş (Teʾvîlü müşkili’l-Ḳurʾân, s. 443-444), İbnü’l-Cevzî ise hüdânın mânalarını yirmi dörde kadar çıkarmıştır (Nüzhetü’l-aʿyün, s. 626-630). Râgıb el-İsfahânî hidâyeti “lutufla kılavuzluk etme”, yani ilk bakışta farkedilmeyen yollarla bütün yaratıklara ve özellikle ilâhî emirlere muhatap olan insana yol gösterme şeklinde tanımlamış ve Kur’an’da yer alan bütün hidâyet kavramlarını içinde bulundukları âyetlerin genel kompozisyonu çerçevesinde gruplandırmıştır. Buna göre Allah’ın insanlara olan hidâyeti dört merhaleden oluşur: 1. Her mükellefe lutfettiği akıl ve idrak yetenekleriyle hayatını sürdürmeyi sağlayan zaruri bilgiler. 2. Vahiy ve peygamberler yoluyla yaptığı davet. 3. Hidâyeti benimseyenlere lutfettiği tevfîk. 4. Hak kazananları âhirette cennetle mükâfatlandırma. Bu hidâyet türleri buradaki tertibe göre birbirine bağlı olup bir sonraki hidâyetin gerçekleşmesi için bir öncekinin meydana gelmesi şarttır. Bunun yanında, birinci merhaledeki hidâyet gerçekleştiği halde ikincisi ve ona bağlı olarak diğerleri gerçekleşmeyebilir. İnsana nisbet edilen hidâyet, sadece ikinci merhalede yer alan “çağrıda bulunmak ve tanıtmak”tan ibaret olup hiç kimsenin diğer hidâyet türlerini meydana getirmeye gücü yetmez. Bu dörtlü sistemde ikinci merhalede zikredilen hidâyeti benimsemeyen kimseye Allah’ın müteakip hidâyetleri vermediğini söyleyen İsfahânî’ye göre Kur’ân-ı Kerîm’de zâlimlerden ve kâfirlerden menedildiği belirtilen hidâyetlerden maksat tevfîk-i ilâhîden ibaret bulunan üçüncü merhaledeki hidâyettir. Yine Hz. Peygamber’den ve insanlardan nefyedilip güç yetiremeyecekleri haber verilen hidâyetler de ikinci merhalede zikredilen çağrıda bulunma ve yol gösterme dışında kalan hidâyetlerdir. İsfahânî, bu gruplandırma ve kurallaştırma işlemlerinin örneklerini Kur’an’da göstermiştir (el-Müfredât, “hdy” md.; a.mlf., Tafṣîlü’n-neşʾeteyn, s. 124). Elmalılı Muhammed Hamdi ile Muhammed Reşîd Rızâ da Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan hidâyet kavramının mânalarını benzer bir şekilde tasnife tâbi tutmuşlardır (Hak Dini, I, 120; Tefsîrü’l-Menâr, I, 62-63).

yuksel dedi ki...

Hidâyet kavramı hadislerde de fiil sîgaları, ayrıca hüdâ, hidâyet ve ihtidâ kelimeleriyle yer almakta, bu kavram Allah’tan başka Kur’an’a, Hz. Peygamber’e ve diğer insanlara da izâfe edilmektedir (bk. Wensinck, el-Muʿcem, “hdy” md.). Resûl-i Ekrem, bir kişinin hidâyete ermesine vesile olmanın büyük bir servete kavuşmaktan daha hayırlı olduğunu belirtmiştir (el-Muvaṭṭaʾ, “Ḳurʾân”, 8; Müslim, “ʿİlim”, 16; Ebû Dâvûd, “ʿİlim”, 10).

Hidâyet, kelâm ilminde erken devirlerden itibaren kulların fiilleri, dolayısıyla kader meselesine bağlı bir problem olarak tartışmaya başlanmıştır. Bütün İslâm âlimleri hidâyetin ilâhî menşeli olduğunu ilke olarak benimsemekle birlikte değişik ekollere mensup âlimler onun mahiyeti ve hidâyete erme noktasında kulların nasıl bir fonksiyona sahip olabileceği hususunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu görüşleri şöylece özetlemek mümkündür: Mu‘tezile. Hidâyeti genellikle “sonuca ulaştıracak şekilde yol gösterme” diye tanımlayan Mu‘tezile âlimlerine göre mükellefin sorumlu tutulabilmesi için onun Allah tarafından gösterilen doğru yolu kendi iradesiyle benimsemesi veya reddetmesi gerekir. Bundan dolayı kişinin hidâyete ermesi ilâhî bir müdahaleye bağlı olarak gerçekleşmez. Allah, kurtuluşa götüren yolu bütün kullarına peygamberler ve ilâhî kitaplar vasıtasıyla açıklayıp göstermiştir. Hidâyet konusu Kur’an’da daha çok bu çerçevede yer almış ve ilâhî hidâyetin bu anlamda bütün mükellefleri kapsayıcı bir mahiyet taşıdığına işaret edilmiştir. Bu umumi hidâyetin dışında Allah’ın bazı kullarına tahsis ettiği hususi bir hidâyet daha vardır ki o da gösterilen doğru yolu benimseyen müminler içindir. Allah, imanlarını kuvvetlendirmek ve İslâm’da sabit kalmalarını sağlamak üzere doğrudan veya dolaylı bir şekilde müminlerin kalplerine basîret verir, onlara havâtır yoluyla imanlarını teyit eden bilgiler öğretir. Böylece müminlere kâfir, zâlim ve fâsık kullarından farklı bir hidâyet vermiş olur. Allah’ın müminleri hidâyete erdirmesi, iman ve itaatlerine karşılık olarak onları mükâfatlandırıp cennete koyması veya müminleri “mühtedî” diye adlandırması şeklinde de te’vil edilebilir.

yuksel dedi ki...

Mâtürîdiyye. Mâtürîdî âlimleri de hidâyetin “doğru yolu gösterip açıklama ve ona ulaştırma” olmak üzere iki anlama geldiğini kabul eder ve ilkine “hidâyet-i gayr-i mûsıle”, ikincisine “hidâyet-i mûsıle” adını verirler. Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Allah’ın, hidâyeti veya dalâleti benimseyecek kullarına dair bilgisi uyarınca bir kısmını hidâyete, bir kısmını dalâlete sevketmeyi dilediğini ve herkesi buna uyum sağlayacak şekilde yarattığını söyler. Ona göre bu husus âyetlerde açıklanmıştır. Nitekim Allah’ın hidâyete erdirmeyi dilediği kimsenin kalbini İslâm’a açacağını açıklaması (el-En‘âm 6/125) bunu göstermektedir. Zira müslüman olduktan sonra kişinin kalbini İslâm’a açmanın bir faydası yoktur (Kitâbü’t-Tevḥîd, s. 287-288, 301). Ebü’l-Muîn en-Nesefî, bu konuda kullara ait bütün fiillerin Allah tarafından yaratıldığını, kulun ihtidâ fiilinin de bu kapsama dahil olduğunu belirtmekle yetinir (Tebṣıratü’l-edille, II, 720). Beyâzîzâde Ahmed Efendi ve Elmalılı Muhammed Hamdi gibi müteahhir dönem âlimleri, Allah’ın ihtidâyı yaratmak suretiyle kulu hidâyete erdirmesinin onun hidâyeti benimseme iradesi göstermesiyle irtibatlı olduğuna dikkat çekmişler ve ilâhî kitaplar aracılığıyla gerçekleşen yol göstericiliğin etkili olup ilâhî tevfîkin tahakkuk etmesi için kişinin kendi isteğiyle hidâyete yönelmesinin büyük önem taşıdığını söylemişlerdir; zira Allah hiç kimseyi zorla saptırmadığı gibi cebren de hidâyete erdirmez (İşârâtü’l-merâm, s. 225, 227; Hak Dini, I, 167-168; III, 2087). Elmalılı’ya göre her insanın hayatında hidâyeti tercih etmesini mümkün kılacak bir süre mevcuttur. Bu süre içinde hidâyeti tercih etmesi onun isteğine bağlıdır. Ancak tercihini kötü yönde kullanıp hidâyete yönelmeyenlerin ondan mahrum kalması kaçınılmaz bir durumdur (a.g.e., IV, 2982-2983).

yuksel dedi ki...

Selefiyye. Selef âlimleri, Allah’ın bütün varlıkları amaçlarına uygun olarak yaratmasını ve mevcudiyetlerini devam ettirmelerini mümkün kılacak vasıtalara kavuşturmasını, ayrıca sorumluluk yüklediği kişilere verdiği akıl yürütme gücünün yanı sıra gönderdiği peygamberler aracılığıyla doğru yolu gösterip açıklamasını genel anlamda bir hidâyet kabul etmekle birlikte asıl hidâyeti Allah’ın, kulun hidâyete ermesini sağlayan ilâhî irade, tevfîk ve ilhamı kalbinde yaratıp hayrı kolaylaştırması olarak açıklamışlardır. Onlara göre naslarda, Allah’ın dilediği takdirde bütün kullarını hidâyete erdirebileceğini, fakat bunu dilemeyip sadece müminlere hidâyet verdiğini bildirmesi bunu göstermektedir (İbn Hazm, III, 63-65; İbn Kayyim el-Cevziyye, Şifâʾü’l-ʿalîl, s. 65, 80-81; Şerḥu’l-ʿAḳīdeti’ṭ-Ṭaḥâviyye, s. 96). Hidâyet konusundaki tahlilleri dikkat çekici bir nitelik taşıyan İbn Kayyim el-Cevziyye’ye göre, akıl yürütme kabiliyetinin yanı sıra mükellef tutulan insanlara peygamberler ve ilâhî kitaplar aracılığıyla doğru yolun gösterilip açıklanması onların hidâyete ermeleri için gerekli ise de yeterli değildir. Kulun hidâyete ermesi için gösterilen yoldan gitmeyi istemesi ve ona yönelmesi şarttır. Eğer kul bu tavrı göstermezse Allah ceza olarak onu saptırır ve hidâyetten yoksun bırakır. Zira Allah’ın verdiği nimeti inkâr edenin o nimetten mahrum bırakılması ilâhî bir âdettir. Kulun daima ilâhî hidâyete ihtiyacı vardır, bundan dolayı Allah’tan hidâyet dilemesi emredilmiştir. Kul O’nun gösterdiği inanç, ibadet ve davranışlar bütününden oluşan hidâyet yoluna yönelirse bunun bir mükâfatı olarak hidâyete ermesini sağlayacak olan asıl hidâyet tecelli eder. Bu da Allah’ın, doğru yolda gitmesini gerektiren irade ve ilhamı kulun kalbinde yaratmasıdır. İbn Kayyim’e göre hidâyete ermenin gerçekleşmesi için biri Allah’a, diğeri kula ait olan iki fiil gereklidir. Kulun Allah’ın gösterdiği yola yönelmesi ikinci bir hidâyeti celbettiği gibi ilâhî emirlere uymaya devam etmesi yeni hidâyetleri celbeder ve Allah böyle kimselere her konuda çıkış yolunu gösterir. İlâhî emirlere uyan kul sonunda cennete konulmak suretiyle hidâyetin zirvesine erdirilir (Şifâʾü’l-ʿalîl, s. 79-85; a.mlf., el-Fevâʾid, s. 168-170).

yuksel dedi ki...

Muhammed Reşîd Rızâ da hidâyeti, “Allah’ın, bütün kullarına gösterip açıkladığı doğru yola girmeyi ona yönelenlere kolaylaştırıp yardımda bulunması” diye açıklar ve en büyük hidâyet kaynağı olarak Kur’an’ı kabul eder. Ona göre Allah kişinin bedenini ve ruhunu yarattığı gibi hidâyetini yaratmaz. Ancak insan Kur’an’a iman edip bağlandığı takdirde Cenâb-ı Hak ondan yardımını esirgemez ve kendisine dünya ve âhiret mutluluğunu sağlayacak yolu gösterir; onu, duyularını ve aklını kullanarak hem ilâhî kitaptaki âyetleri hem de kâinat kitabındaki delilleri anlamaya muvaffak kılar. Buna karşılık Kur’an’ı ısrarla inkâr eden kimseyi de sapıklıkta bırakır. Burada önemli ve etkili olan insanın umumi hidâyet karşısındaki tutumudur (Tefsîrü’l-Menâr, I, 64; II, 290; VI, 305-306; VII, 402-403).

Şîa. Şiî âlimleri genellikle hidâyetin tekvinî ve teşriî olmak üzere iki kısımdan oluştuğunu kabul ederler. Onlara göre tekvinî hidâyet, Allah’ın canlı ve cansız varlıklara yaratılış amaçlarına uygun özellikler vermesidir. Teşriî hidâyet ise umumi ve hususi gruplarına ayrılır. Umumi hidâyet, Allah’ın doğru yolu gösterip açıklayan ilâhî kitaplar, peygamberler ve onların vârisleri olan muslihler göndermesidir. Bu hidâyet bütün insanlar ve cinler için geçerlidir. Eğer böyle olmayıp da bazı kullara has olsaydı bu cebri gerektirirdi. Hususi hidâyet ise umumi hidâyetten faydalanmak isteyenlerin sâlih amel işlemeye muvaffak kılınmalarıdır. Naslarda Allah’ın hidâyete erdirmeyi dilediği bildirilen kimseler bunlardır, hidâyete erdirmek istemediği kimseler ise umumi hidâyetten yüz çevirenlerdir (Muhammedî er-Reyşehrî, X, 319-333; M. Mekkî el-Âmülî, I, 732-739).

yuksel dedi ki...

Hidâyet konusuna daha çok kulların fiilleri açısından bakış yapan Mu‘tezilî ve Sünnî âlimler birbirlerini eleştirmişlerdir. Mu‘tezile âlimleri, Sünnîler’in hidâyeti “iman” mânasında anlayıp Allah tarafından kulda yaratıldığını savunmalarını irade hürriyetine ve ceza-mükâfat mantığına aykırı bulmuşlar, ayrıca sözlükte hidâyetin iman anlamına gelmediğini belirtmişlerdir (Kādî Abdülcebbâr, s. 45, 87, 546-547; Teftâzânî, Şerḥu’l-Maḳāṣıd, IV, 311). Buna karşılık Sünnî âlimleri de Mu‘tezile’nin hidâyeti genellikle doğru yolu gösterip açıklama, Allah’ın kulunu hidâyete erdirmesini onu mühtedi diye adlandırması veya sevap vermesi, kâfirleri hidâyete erdirmemesini de onları sevaptan ve cennetten yoksun bırakması şeklinde te’vil etmelerini isabetsiz bulmuşlardır. Zira onlara göre dil kurallarını dikkate alarak hidâyete “sevap” anlamını vermenin veya hâdî kelimesini “mühtedi adını veren” mânasında anlamanın mümkün olmayışı, ayrıca naslarda asıl hidâyetin doğru yolu gösterip açıklamaktan farklı bir olay olduğu ısrarla belirtilerek müminlerin hidâyete erdirilmesine karşılık kâfirlerin hidâyete erdirilmediğinin ifade edilmesi, Mu‘tezile’nin hidâyet konusundaki görüşlerinde isabet bulunmadığını kanıtlar (İbn Kuteybe, s. 123-124; Eş‘arî, el-İbâne, s. 131, 147; İbn Fûrek, s. 103; Nesefî, II, 720-722).

yuksel dedi ki...

Değişik ekollere mensup kelâm âlimlerinin görüşleri dikkatle incelendiği takdirde hidâyet konusunda aralarında çok önemli ayrılıkların bulunmadığı görülür. Zira bazı anlayış farklılıklarına rağmen hemen hemen bütün âlimler hidâyetin biri umumi, diğeri hususi olmak üzere iki türü bulunduğunu kabul etmektedir. Ancak Mu‘tezile ve Şiî âlimleri, insanın kendi fiillerini hür iradesiyle yaptığını vurgulamak için daha çok umumi hidâyeti öne çıkarmış, Sünnî âlimleri ise ilâhî kudret ve iradeyi hâkim kılmaya önem verip insanın ilâhî yardıma olan ihtiyacını dikkate aldıklarından hususi hidâyeti asıl kabul etmişlerdir. Aslında Mu‘tezile âlimleri, kişinin iman etmesini sağlayacak bilgi ve delillerin havâtır yoluyla Allah tarafından yaratıldığını kabul etmek suretiyle Sünnî görüşe hayli yaklaşmış bulunmaktadır.

Fert ve cemiyet olarak insanların hem dünya hem de âhiret mutluluğunu ilgilendiren hidâyet kavramının Allah’a, mükellef olan insana veya her ikisine izâfe edilmesi hususunda âlimler arasında çıkan görüş farklılıkları onların kader anlayışıyla ilgilidir. Kader probleminin önemli meselelerinden biri Allah’ın ilim, kudret ve irade sıfatlarını sınırlandırmamaksa bir diğeri de kötü davranışlarından ötürü cezaya mâruz kalacak olan kişinin sorumluluğunu temellendirebilmek için onun irade ve davranış hürriyetine sahip bulunduğunu ispat etmektir. Bu konuda kulun sorumluluğuna önem veren Mu‘tezile ile Şîa âlimleri hidâyeti ağırlıklı olarak kula, ilâhî kudret ve iradeyi sınırlandırmaktan endişe eden Ehl-i sünnet ise Allah’a nisbet etmeyi tercih etmişlerdir.

yuksel dedi ki...

Hidâyet kavramı Kur’ân-ı Kerîm’de ekseriyetle Allah’a izâfe edilmekle birlikte ilâhî vahye, peygamberlere, meleklere, fert olarak insana ve ümmetlere de nisbet edilmektedir (yk.bk.). Ebü’l-Bekā’nın da işaret ettiği gibi (el-Külliyyât, s. 953) hidâyetin şer‘î kullanılışı daha çok Mu‘tezile’nin görüşü doğrultusundadır, ancak bunun hakiki veya mecazi mânada olduğu tartışmalıdır. Bazı âyetlerde Allah’ın bütün insanları hidâyet üzere bulundurmaya muktedir olduğu, fakat bunu dilemediği beyan edilir (el-En‘âm 6/35, 149; er-Ra‘d 13/31; en-Nahl 16/9); bu ise hidâyet meselesinde dikkat çeken noktalardan biridir. Ancak belirtilmesi gereken hususlardan biri de şudur ki kâinatın yaratılış ve yönetilişini kendi tasarrufunda bulunduran Allah’ın mutlak iradesiyle vazettiği bir esasa göre canlı veya cansız bütün varlıklar tabii olarak yaratıcılarına tesbih ve secde ederler (el-İsrâ 17/44). Şuurlu varlıklardan şeytan mutlak isyan, melekler de mutlak itaat çerçevesinde planlanmış (el-Hicr 15/30-35; et-Tahrîm 66/6), insanlar ise kendi iradelerine bağlı olarak bu ikisi arasındaki bir statüde tutulmuştur (el-Hac 22/18; et-Tegābün 64/2). Yukarıda kaydedilen âyetler grubuna giren ilâhî beyanların önemli bir kısmı Allah’ın bu genel planını ifade etmektedir. Buna bağlı olarak Cenâb-ı Hakk’ın bunca yaratık içinde bilindiği kadarıyla yalnız insan ve cin türü için tanıdığı hidâyet veya dalâleti tercih hürriyeti O’nun mutlak irade hürriyetine herhangi bir sınırlandırma getirmez.

yuksel dedi ki...

Kur’an’da yer alan hidâyet kavramının işlenişinde dikkat çeken hususlardan biri de bütünüyle hidâyetin ilâhî kaynaklı olduğunun, putların ve seküler çözümlerin dünya ve âhiret mutluluğunu sağlayamayacağının ısrarla vurgulanmasıdır. Bu sebeple de mutlak mânada hidâyet sık sık Allah’a izâfe edilmekte ve birçok âyette fertten değil topluluktan (kavim), cemi zamiriyle gönderme yapılan gruplar ve tiplerden nefyedilmektedir (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “hdy” md.). Çeşitli âyetlerde Tevrat ve İncil’in hidâyet ve nur kaynağı olduğu ifade edilmesine rağmen (bk. a.g.e., “Tevrât”, “İncîl” md.leri) Ehl-i kitabın Hz. Muhammed’in getirdiği hidâyeti bile bile reddetmesine mukabil Kur’ân-ı Kerîm hidâyeti onlardan nefyetmekte ve artık asıl hidâyetin Allah’ın gönderdiği son hidâyeti olduğunu belirtmektedir (el-Bakara 2/120; Âl-i İmrân 3/70-73). Allah’ın birliğini ve Hz. Muhammed’in nübüvvetini kanıtlamaya ağırlık veren Yûnus sûresinde, putların ve seküler çözümlerin özellikle âhiret mutluluğu açısından hiçbir yarar sağlamadığı ifade edildikten sonra (10/26-33) putların, evrenin oluşumunu sağlayan yaratma eylemini iptidaen ve tekrarlamak suretiyle üstlenip üstlenemeyeceği sorulmakta, ardından da onları hakka iletip iletemeyeceği hususu gündeme getirilmekte ve şöyle denilmektedir: “De ki, hakka sadece Allah iletir. Öyleyse hakka ileten mi uyulmaya daha lâyıktır, yoksa hidâyet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı?” (10/34-35). Beş defa hidâyet, dört defa da hak kavramının tekrarlandığı bu son âyet, hidâyetin seküler değil ilâhî menşeli oluşuna Kur’an’da ne derece önem verildiğini göstermektedir.

yuksel dedi ki...

Bazı âyetlerde fertlerden söz edilerek Allah’ın dilediğini hidâyete erdirdiği, dilediğini de dalâlete düşürdüğü anlatılır (meselâ bk. er-Ra‘d 13/27; İbrâhîm 14/4; en-Nahl 16/37; Fâtır 35/8) ve O’nun bu iradesine kimsenin karşı gelemeyeceği ifade edilir (ez-Zümer 39/36). Râgıb el-İsfahânî’nin de belirttiği gibi (el-Müfredât, “hdy” md.) Allah’ın bu tiplerden nefyettiği hidâyet, kendi iradeleriyle onu benimsemeyen kişilerden menettiği tevfîk ve uhrevî mükâfat mânasına gelir. Bu durumda da Allah’ın mükellefe verdiği akıl ve sezgi (fıtratullah), gönderdiği vahiy ve peygamberler aracılığıyla hidâyeti benimseme eylemi, en azından buna samimi olarak yönelme hareketi yine kula ait olacaktır. İsfahânî meselenin bu noktasına şöyle bir yorum daha getirmektedir: Hidâyeti de dalâleti de benimseyebilecek bir yaratılışa sahip kılınan insan, meselâ hidâyeti tercih ettiği takdirde o yönde bir alışkanlık kazanır ve bu durum kendisinde zamanla bir tabiat haline gelir, öyle ki bundan ayrılmak istese artık gücü yetmez. Buna karşılık dalâleti tercih eden de aynı konumdadır. Allah, hidâyete eren kullarını dalâlete düşmekten koruyacak vasıtalar yarattığı gibi dalâlete düşenlerin hidâyete ermesini önleyecek engeller de yaratır (Tafṣîlü’n-neşʾeteyn, s. 175-176, 186-189).

Gerek Kur’an’da gerekse hadis metinlerinde Allah’ı niteleyen isim ve sıfatlar büyük bir çoğunlukla O’nun rahmet yönünü vurgulamaktadır. Doksan dokuz esmâ-i hüsnâ içinde gazaba delâlet eden isimler ikiyi üçü geçmez. İslâm’ın sunduğu bu ulûhiyyet anlayışı ile hidâyet-dalâlet ve bunların sonucu olan cennet-cehennem telakkisi arasında uygunluğun sağlanması gerekir. Nasların tamamının birbirleriyle olan ilgileri, nüzûl sebepleri ve âyetlerin önceki ve sonraki âyet gruplarıyla münasebeti incelendiği takdirde Allah’ın bir mükellefi sebepsiz yere dalâlete düşürüp cehenneme sevketmesini ileri sürmenin mümkün olmadığı görülür. Cehennemin insanlarla ve cinlerle doldurulacağını beyan eden âyetleri de (el-A‘râf 7/18; Hûd 11/119; es-Secde 32/13)

yuksel dedi ki...

bu çerçevede anlamak gerekir. Bu tür beyanlar vukuundan önce verilmiş kararlar olmayıp ilm-i ilâhîde mevcut olan bir realitenin haber verilişi niteliğindedir; ayrıca bu üslûp bir uyarma ve korkutma yöntemini andırmaktadır. Nitekim bazı âyetlerde küfrü ve nifakı benimseyenlerin (en-Nisâ 4/140), şeytana uyanların (Meryem 19/68; Sâd 38/85) cehenneme konulacağı ifade edilirken Kehf sûresinde (18/106) oraya girmenin sebepleri gerçekleri inkâr, Allah’ın âyetleri ve peygamberleriyle alay etme olarak belirlenmiştir.

Sonuç olarak Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan hidâyet kavramının örgüsü, fert ve cemiyet olarak insanların dünya ve âhiret mutluluğunu, ayrıca toplumların genel anlamda huzur ve selâmetini sağlaması açısından hidâyetin Allah’a ait olduğunu, seküler çözümlerin yaygın, sürekli ve kapsamlı bir hidâyet rotası çizemeyeceğini göstermektedir. Bunun yanında fertlerin kendi irade ve tercihleriyle hidâyet veya dalâlet yoluna yönelebilecekleri, yönelişlerine uygun olarak ilâhî tevfîk veya hızlâna konu teşkil edecekleri de anlaşılmaktadır. İlk asırlarda Sünnî âlimlerin ilâhî iradeye ağırlık veren tutumlarının sonraları kulun sorumluluğunu temellendirecek şekilde esneklik kazandığı da literatürden tesbit edilen hususlardandır.

yuksel dedi ki...

Şairlerin inşad ettiği :
"Saltanat süren o melikler neredeler?
Neticede ecel şerbetini sunan, ölüm kasesini onlara da içirdi.
Mallarımızı miras sahipleri için toplamaktayiz,
Evlerimizide zaman yıksın diye bina etmekteyiz.".
Ruhu'l Furkan Tefsiri
Hazret-i Mevlana eş şeyh Mahmud en Nakşibendi El-Muceddidi el Halidi el-Ufi
(Kuddisu Sirruhu)
cilt. 15.
sy.133.

yuksel dedi ki...

Bunun uzerine Hz. Hasan Efendimiz çok mutehassis olmuş ve şöyle dua etmiştir (Turklere):
"Allah c. c. size ve kavminize İslam a hizmet etmeyi nasip etsin." Hz. Hasan efendimizin bu duası mustecab olmuştur..
KALB-i Selim
Aşk Akıl Vahiy
Ömer Tuğrul İnançer
sy. 113.

yuksel dedi ki...

LEVH-i MAHFÛZ
اللوح المحفوظ
Bütün nesne ve olaylara ilişkin ilâhî ilim ve takdirin kayıtlı bulunduğu kitap.
İlişkili Maddeler
KADER
Allah’ın nesneleri ve olayları özellikle sorumluluk doğuran beşerî fiilleri, ezelde planlayıp zamanı gelince yaratması anlamında terim.
KALEM
Ulûhiyyet âleminde bütün nesne ve olayların kaydedilmesini sağlayan araç.

Müellif:
YUSUF ŞEVKİ YAVUZ
Sözlükte “yazı yazmaya uygun yassı ve düzgün yüzey” anlamındaki levh ile “korunmuş” mânasındaki mahfûz kelimelerinden oluşan levh-i mahfûz “üzerine yazı yazılan, silinmekten ve değişikliğe uğramaktan korunmuş düzgün satıh” demektir.

Levh-i mahfûz terkibi, Kur’an’ın çok şerefli ve değerli olduğu ve levh-i mahfûzda bulunduğu ifade edilen bir sûrede geçer (el-Burûc 85/21-22). Kur’ân-ı Kerîm’de levh-i mahfûz yerine “kitâb” (el-En‘âm 6/38; Kāf 50/4), “kitâb mübîn” (Yûnus 10/61; Sebe’ 34/3), “kitâb meknûn” (el-Vâkıa 56/78), “kitâb mestûr” (el-İsrâ 17/58; el-Ahzâb 33/6), “ümmü’l-kitâb” (er-Ra‘d 13/39; ez-Zuhruf 43/4) terkipleri de kullanılır. Zira müfessirlere göre Kur’an’da bunlarla kastedilen şey levh-i mahfûzdur (İbnü’l-Cevzî, V, 450; VI, 189, 481; Fahreddin er-Râzî, XXIX, 237). Bu tür âyetlerin genel muhtevasından anlaşıldığı üzere kâinatta meydana gelecek bütün varlık ve olaylar bu kitapta yazılmıştır. Gökte ve yerde küçük büyük ne varsa, insanların ecelleri, fertlerin ve milletlerin başına gelecek musibetlerin tamamı Allah’ın ilminde yer almış ve levh-i mahfûz denilen bir kütüğe kaydedilmiştir.

Hadis literatüründe levh-i mahfûz terkibine rastlanmamışsa da levh kelimesinin geçtiği hadisten başka (Müsned, IV, 430-431) daha çok kader konusuyla bağlantılı olarak “kitâb” kavramının bu mânada kullanıldığı görülmektedir (Wensinck, el-Muʿcem, “ktb” md.). Bu tür hadis rivayetlerinde âlem henüz yaratılmadan tabiatla, ayrıca şuurlu şuursuz canlılarla ilgili her şeyin takdir edilip planlandığı ve bir kitapta kaydedildiği ifade edilmektedir.

yuksel dedi ki...

İslâm âlimleri levh-i mahfûzun keyfiyeti hakkında farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. 1. Levh-i mahfûz gayb âlemine ait bir husus olup mahiyeti bilinmemektedir. Tasvirine ilişkin rivayetler asılsız ve felsefî teorilere bağlı yorumlar anlamsızdır. Sadece onun bütün nesne ve olayların ilâhî kalemle yazıldığına, Allah’ın tabii ve içtimaî kanunlarını ihtiva eden bir kitap olduğuna inanmak gerekir. Râgıb el-İsfahânî ile Selefiyye âlimleri bu görüştedir (İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 39-41; Şerḥu’l-ʿAḳīdeti’ṭ-Ṭaḥâviyye, s. 159; Reşîd Rızâ, VII, 394-395, 471-472). 2. Levh-i mahfûz Allah ile melekleri arasında bir vasıtadır. Yedinci kat göğün üstünde olup arşta ve İsrâfil’in gözleri önünde bulunur. İçinde bütün nesne ve olayların bilgisi ayrıntılı olarak yazılmıştır. Allah bir şeyi yaratmayı dilediği zaman bu, levh-i mahfûz aracılığıyla İsrâfil’e intikal eder ve gerçekleşmesi için Cibrîl’e emir verilir. İbn Abbas’a atfedilen rivayetlere dayanan bu görüş Ehl-i sünnet çoğunluğuna aittir (Makdisî, I, 161-164; Gazzâlî, s. 212; Kurtubî, XIX, 198; İbn Kesîr, I, 14). 3. Levh-i mahfûz en büyük feleğe ait küllî nefistir. Bilginin âlimin zihninde ortaya çıkışı gibi varlık ve olaylar da levh-i mahfûzda zuhur eder. İbn Sînâ gibi bazı İslâm filozofları bu görüşü benimser (Gazzâlî, s. 212; İbn Teymiyye, IV, 255). Sünnî kelâmcılar, kıyametin kopması için İsrâfil’in sûra ilk defa üflemesinin ardından helâk olmayacak nesneler arasında levh-i mahfûzun da bulunduğunu kabul eder (Ebû Azbe, s. 24).

Gayb âlemine ilişkin bir konu olması dolayısıyla levh-i mahfûz hakkında benimsenecek görüş âyetlere ve sahih hadislere dayanmalıdır. Bu sebeple levh-i mahfûzun, Selefiyye âlimlerinin belirttiği gibi mahiyeti bilinmeyen ve ilâhî ilmi ihtiva eden bir kitap olduğu şeklindeki görüşün kabul edilmesi isabetli görünmektedir (ayrıca bk. KADER).

yuksel dedi ki...

KADER
القدر
Allah’ın nesneleri ve olayları özellikle sorumluluk doğuran beşerî fiilleri, ezelde planlayıp zamanı gelince yaratması anlamında terim.

yuksel dedi ki...

Bu zaman da enaniyet çok ileri gitmiş.(K. L.) 144:(S.T.) 157: (M.) (M.) 355:28.Mektup 6.Mesele 4.nukte.
Bir Hazinenin Anahtari
Risale-i Nur Kulliyati Fihrist Ve İndeksi İsmail Mutlu
sy 190.

yuksel dedi ki...

Kalbin sesiyle, nefsin sesinden geleni nasıl ayırt edeceğiz?
Allah c.c. yap dediği şeyleri emrettiği ses kalbten, Allah c.c. yasakladığı şeyleri emrettiği ses nefsten gelmektedir.
Dost T. V.

yuksel dedi ki...

HIZLÂN
الخذلان
Allah’ın, buyruklarına boyun eğmeyen insanlardan yardımını kesmesi anlamında bir terim.
İlişkili Maddeler
DALÂLET
Haktan yüz çevirip bâtıla yönelme, ilâhî buyruklara aykırı davranma anlamına gelen bir terim.
İĞVÂ
Şaşırtıp doğru yoldan çıkarmak anlamında bir Kur’an terimi.

Müellif:
İLYAS ÇELEBİ
Sözlükte “yardımını kesmek, kendi haline bırakmak” anlamında masdar olan hızlân genellikle nusret, tevfîk ve lutuf kelimelerinin karşıtı olarak “Cenâb-ı Hakk’ın itaatsiz kullarını kendi haline terketmesi” şeklinde tarif edilir. Hızlân kavramı Kur’an’da üç âyette yer almaktadır. Uhud Gazvesi’nde müslümanların yenilgisinden söz eden âyetlerde, zafer ve başarı için her türlü tedbirin alınmasından sonra Allah’a tevekkül edilmesinin gerektiği vurgulanmakta (Âl-i İmrân 3/156-159), O’nun yardım ettiği toplulukları kimsenin yenilgiye uğratamayacağı, kendi hallerine terkettiği (hızlân) grupları da kimsenin zafere ulaştıramayacağı belirtilmekte, başarı için kararlılık ve tevekkülle çalışmanın lüzumuna işaret edilmektedir (Âl-i İmrân 3/160). Hızlân kavramı bir âyette mübalağa sîgasıyla şeytana nisbet edilerek şeytanın dostluğuna asla güvenilmeyen (hazûl) gizli bir düşman olduğu bildirilmektedir (el-Furkān 25/29). Diğer bir âyette ise insan onuruna yakışmayan ve onu kula kul olma seviyesine düşüren şirkten söz edilirken Allah’tan başkasına tapınan kimsenin kınanmış ve kendi başına terkedilmiş (mahzûl) olacağı belirtilerek hızlân kavramı hem Allah’a hem de şahsiyetli insanlara (müminlere) izâfe edilmektedir (el-İsrâ 17/22).

yuksel dedi ki...

Hızlânın ifade ettiği mâna Kur’ân-ı Kerîm’de nisyan (unutmak) kavramıyla da işlenmiştir. Birçok âyette, insanın kendisini dünya ve âhiret mutluluğuna götüren yoldan sapmasının sebebi unutkanlık olarak gösterilmiştir (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “nsy” md.). Râgıb el-İsfahânî’nin “zihnî ve irâdî zaaf, gaflet veya kasıt sebebiyle kişinin kendisine tevdi edilen şeyi muhafaza etmemesi” şeklinde tarif ettiği nisyan (el-Müfredât, “nsy” md.) alışkanlık haline getirilmiş bir ilgisizlik ve umursamazlık halidir. Kur’an’da, bu davranış içinde bulunan kimselerin Allah’ı ve âhiret gününü unuttukları için Allah tarafından da unutulacakları haber verilmektedir (el-A‘râf 7/51; et-Tevbe 9/67; es-Secde 32/14; el-Câsiye 45/34). Bütün kâinata yönelik tasarruf, lutuf ve ihsanı aralıksız devam eden, ilmi her şeyi kuşatan, asla yanılıp unutmayan (Meryem 19/64; Tâhâ 20/52) Cenâb-ı Hakk’a bu âyetlerde nisbet edilen unutma mecazi anlamda olup kulun sürekli umursamazlığına bir karşılık niteliği taşır ve hızlân kavramının mânasını pekiştirir.

Çeşitli hadis rivayetlerinde hızlân kavramı sözlük anlamıyla yer almakta (bk. Wensinck, el-Muʿcem, “ḫẕl” md.), Hz. Ali’den rivayet edilen ve kendisini konu alan bir hadiste bu kavram Allah’a nisbet edilmektedir (Müsned, I, 118, 119). Hadislerde, kulun kendi haline terkedilmesi vekl kökünden türeyen fiillerle de anlatılmış ve kişinin Allah’tan, kendini kendi haline terketmemesini niyaz etmesi tavsiye edilmiştir (a.e., I, 412; V, 191; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 35).

yuksel dedi ki...

Kulların fiilleri ve Allah-insan ilişkisi meselelerinde hızlân, değişik kelâm ekollerine mensup âlimlerce erken dönemlerden itibaren az çok farklı şekillerde açıklanmıştır. Bu açıklamaları şöylece özetlemek mümkündür: 1. Hızlân, Allah’ın müminlere fazladan ihsan ettiği lutufları kâfirler için dünyada bir ceza olarak terketmesi veya onları kendi başlarına bırakacağına hükmedip “mahzûlûn” diye adlandırmasıdır. Hızlân, Allah’ın kâfirleri hak yoldan uzaklaştırması (idlâl-iğvâ) veya gerçeği anlamalarına mâni olmak için zihnî engeller yaratması şeklinde açıklanamaz. Zira bu, kişinin dinen yükümlü tutulması hususu ile bağdaşmaz. Dolayısıyla hızlân, iman etmek istemeyen insanların ilâhî yardım ve lutuftan mahrum bırakılması tarzında anlaşılmalıdır. Çünkü kulun kendi başına terkedilmesi bir tür cezadır. Hızlân aynı zamanda, müminlerle mücadele eden kâfirlerin kalbine korku salınması şeklinde olabileceği gibi bunların fikrî açıdan güçsüz bırakılması veya eleştirilip kötülenmesi tarzında da gerçekleşebilir. Mu‘tezile âlimleri bu görüştedir (Eş‘arî, s. 264-265; Kādî Abdülcebbâr, Müteşâbihü’l-Ḳurʾân, s. 164, 726-727; İbn Metteveyh, el-Mecmûʿ, II, 397-398; Şehristânî, s. 411). 2. Ebû Hanîfe’ye ve onun fikirlerini benimseyenlere göre hızlân, kişinin Allah rızâsına uygun düşen fiilleri yapmaya muvaffak kılınmamasıdır. Aslında Allah kullarını iman ve inkârdan soyutlanmış olarak yaratmış, daha sonra onlara emirler göndermiş, inkâr yolunu tutanlar buna kendi fiilleriyle yönelmiş, ancak bu yöneliş, kulun inkâr etmeyi istemesi sonucu Allah’ın hızlânıyla gerçekleşmiştir. İman eden de kendi fiiliyle iman etmekle birlikte bu fiil onun imanı istemesine bağlı olarak Allah’ın yardımıyla (tevfîk) vücuda gelmiştir (Beyâzîzâde, s. 57-58). 3. Hızlân, Allah’ın kâfirlerde inkâr etme gücü yaratıp onları kâfir olmaya muktedir kılmasıdır. İnkâr etme gücünün aşağısında kalan itaatsizlik ve isyan etme gücüne ise hırmân denir. Bundan dolayı Allah’ın hızlânı sadece kâfirlere mahsustur. Müminleri yardımsız bırakıp onlara kötülük işleme gücü vermesi hırmân olarak kabul edilmelidir. Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî ile ona tâbi olanlar bu görüştedir (İbn Fûrek, s. 36, 109, 123; Şehristânî, s. 412). Eş‘arî’ye göre hızlânın kâfirleri helâk edip cezalandırmakla bir ilgisi yoktur. 4. Hızlân Allah’ın kâfirlerin küfrünü yaratmasıdır. Eş‘arî’nin ehl-i isbâtın bir kısmına nisbet ettiği bu görüş Cebriyye’ye ait olmalıdır (Maḳālât, s. 265). 5. İbn Hazm’a göre hızlân, Allah’ın, kötülük yapmaları için yarattığı fâsıklara bunu kolaylaştırmasıdır. Zira Hz. Peygamber, herkese üzerinde yaratıldığı işin kolaylaştırıldığını haber vermiştir (el-Faṣl, III, 50).

yuksel dedi ki...

Hızlâna, dolayısıyla kulların fiilleri meselesine bu şekilde yaklaşılması Kur’an’a, dil kurallarına, aklın temel ilkelerine ve müctehit âlimlerin görüşlerine uygundur. 6. Hızlân Allah’ın, bütün işlerinde kullarına yardımını kesip onları kendi başlarına terketmesidir. Kullar, ilâhî tevfîk ile hızlân arasında dolaşıp farklı tecellilerle karşılaşırlar. İman ve itaat eden bunu ilâhî tevfîk sayesinde yapar, inkâra ve isyana sapan ise ilâhî hızlân sebebiyle bu duruma düşer. Bu da ilâhî adaletin gereği olur. Zira Allah kula ait hiçbir şeyi onun elinden almaz. İbn Kayyim el-Cevziyye sûfî temayüllerinin galip geldiği eserlerinde bu görüşü savunmuştur (Medâricü’s-sâlikîn, I, 445-446).

Râgıb el-İsfahânî, hızlânın iradeli ve iradesiz olmak üzere iki şekilde vuku bulabileceğini söyler. İradî hızlân kişinin kendi isteğiyle kötülük yapması, gayr-i irâdî hızlân ise engellerle karşılaşması sebebiyle yapmak istediği bir hayrı gerçekleştirememesidir (el-İʿtiḳādât, s. 288). “Nasipsizlik” şeklinde nitelendirilebilen hızlânın bu ikinci türünde karşılaşılan engelin ciddi olması halinde bunda kulun sorumluluğu olmamalıdır.

Kaynaklarda yer alan bilgilerden anlaşıldığına göre, hızlânın “ilâhî yardımın kesilmesi ve kulun kendi başına terkedilmesi” anlamına geldiği âlimler arasında genellikle kabul edilen bir husustur. Bu konudaki görüş ayrılığı daha çok hızlânın bütün beşerî fiilleri kapsayıp kapsamadığı noktasında toplanmaktadır. Kelâm literatürü açısından bakıldığında meselenin odak noktasını ilâhî buyruklara boyun eğme hususu oluşturur. Bu çerçevede ileri sürülen görüşler içinde, hızlânın sadece ilâhî emirleri kabul edip itaat etmek istemeyen kâfirler için geçerli olduğunu savunan görüş isabetli görünmektedir. İman ve itaat, inkâr ve isyan gibi dinî konularla ilgili olmayan hususların ise hızlâna konu teşkil etmediğini, bu alanda sünnetullahın geçerli olduğunu söylemek mümkündür.

yuksel dedi ki...

Bütün tabiatın Allah’ın tasarruf ve idaresi altında bulunduğu şüphesizdir. İslâm dininde en önemli varlık telakki edilen insan, gerek dünyevî gerekse uhrevî hayatı ilgilendiren faaliyetlerinde başarılı olabilmesi için Allah’ın lutfuna muhtaçtır. Bu açıdan bakıldığında kişinin mâruz kaldığı musibet ve âfetlerin de uyarıcı vazifesi gördüğü ve hızlânın değil ilâhî nusretin eseri olduğu söylenebilir. Kul için en kötü şey Allah’ın lutfundan mahrum bırakılması ve azgın dalgalar ortasında kaptansız bir tekne gibi kendi haline terkedilmesidir. Bu kötü sonuç, doğrudan Allah’ın yaratmasıyla değil kulun sürekli iradî faaliyetleri ve genel tutumunun bir eseri olarak meydana gelir. Kur’ân-ı Kerîm’de, Allah ile ilişkisini kesen insanın dünyada mutlu bir hayat yaşayamayacağı gibi âhirette de kör ve ilâhî lutuflardan mahrum olarak haşredileceği haber verilmekte, bunun sebebi ise şöyle açıklanmaktadır: “Sana âyetlerimiz geldiği halde onları umursamadın. İşte bugün de sen aynı şekilde umursanmayacaksın” (Tâhâ 20/124-126). Diğer bir âyette yer alan ifadeler de hızlân konusuna ışık tutar niteliktedir: “Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkmışlardır” (el-Haşr 59/19). Allah’ı unutan kendini unutmuş ve Allah’ın yardımının dışına çıkarmış olur. Asıl hızlân da budur.

yuksel dedi ki...

42. Hakkı (gerçeği) batıl ile bulayıp/örtüp de bile bile hakkı gizlemeyin (hakkın üstüne örttüğünüz batılı hak diye göstermeyin).[20]

yuksel dedi ki...

[20] İslâm’a uygun olmayan söz ve hareketler batıldır. Eğer hak olan batıla bulanır, ona karıştırılırsa, hak anlaşılmaz, batılın içinde özelliğini kaybeder ve insanlar da haktan saptırılmış olur. Diğer taraftan bu, “batılı da hakla süslemeyin, altında hak var diye batılı cazip göstermeyin” demektir (İbni Teymiyye, s. 52; Elmalılı, I, 285). Yahudiler, Tevrat’taki bazı hükümleri değiştiriyorlar ve kendi uydurdukları batıllara “hak (doğru) bu” diyorlardı.

yuksel dedi ki...

Zorluklar, mânileri ortadan kaldırır.
Kara Davud
Delail i Hayrat Şerhi
M. Bin Süleyman Cezuli
sy. 401.

yuksel dedi ki...

VESÂYET AYRIK OTU GİBİDİR
Doç. Dr. Can CEYLAN 16 Eki 2022
Saksıda çiçek yetiştirenler bile çok iyi bilir ki, ekilen bitki ne olursa olsun, yanında yöresinde, dallarında altında hatta tam gövdesinin dibinde ayrık otu biter.
Şunu bilmek için öyle dönüm dönüm, hektar hektar toprak sâhibi olup tarımla uğraşıyor olmaya gerek yoktur. Saksıda çiçek yetiştirenler bile çok iyi bilir ki, ekilen bitki ne olursa olsun, yanında yöresinde, dallarında altında hatta tam gövdesinin dibinde ayrık otu biter.

O bitkiyle ilgilenen kişi biraz ihmâl gösterirse ekilmiş tohumda ya da fideden daha hızlı şekilde o ayrık otları büyür. Çiçek için koyulan gübreyi ve suyu sömürür. Kolay ve hızlı yayılan yalan gibi, ayrık otunun kökleri hemen dibe iner ve bitkinin köklerine musallat olur. Gübre ve su o ayrık otu için değildir ama ayrık otu ister saksıda olsun ister bahçede isterse tarlada olsun kendine verilmiş gibi, hatta o saksı, o bahçe, o tarla kendisininmiş ve onun hizmetine verilmiş gibi davranır. Avrupalı sömürgen ülkeler İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda, İtalya’nın sömürgelerinden aldıkları gibi, topraktan âdeta zorla haraç alır.

Bu ayrık otları çimlenip toprağın üstünde baş gösterir göstermez sökülüp atılmazsa bitkiyi zayıflatır ama ne öldürür ne de oldurur. Öldürse gübreden ve sudan kendi de mahrum kalacaktır.

yuksel dedi ki...

Ülkemizdeki ayrık otları

Elbette konumuz bağ bahçe, çiçek böcek değil. Yukarıdaki analojiyi ülkemizdeki sosyopolitik yapıya uygularsak görüyoruz ki, maalesef ayrık otları hiç de az değildir. Ayrıca bu ayrık otlarının çoğu da dikenli ve hatta zehirli. Temizlemek için dokunanın ya canını acıtıyor ya da zehirliyor.

İlk örnek olarak Adnan Menderes’in düzmece bir mahkemenin aldığı idam karârıyla asılmasıyla başlayabiliriz. O güne kadar, bu ülkenin toprağındaki kendisinden başka unsurları yok sayıp ya da hizmetçi zannedip, ülkeyi kendisine tahsis edilmiş, bütün imkânları emrine ve keyfine verilmiş zannedenler kurdukları çok katmanlı vesâyet sistemini devam ettirmek için dönemin iktidar partisi kadrolarını demokrasiyi hiçe sayarak indirmiştir. Daha sonra sözüm ona yargılamış ve bir başbakan ve iki bakanı “ibret-i âlem olsun” diye, “bize dokunan, bizim düzenimizi değiştirmeye çalışan, ayrık otları olsak da bizi topraktan sökmeye çalışanların âkibeti bu olur” dercesine ipe göndermiştir. Başka cins ayrık otları da çıkardıkları gazete ve dergilerin kapaklarında daha mahkeme sonuçlanmadan idam ipini koyarak vesâyet vazifelerini yerine getirmişlerdir.

Daha sonra “şapkasını alıp giden” politikacıların “idâresine” verilen ülkemizde, ayrık otlarına dokunmayan o idârecilere rağmen 1971 ve 1980 darbeleri yapılmıştır. Toplum üzerinden âdeta dozerle geçildiği bu darbeler, şartları olgunlaştıran “anarşi” mâzereti ile vâseyetin üzerini örtmüştür.

28 Şubat ve e-muhtıraya kadar sâdece askerî güç üzerinden kurulduğu zannedilen vesâyet sistemindeki ayrık otların tek tür olduğu zannediliyordu. Hâkimiyetin kayıtsız şartsız millete âit olmasına rağmen, “demokrasiye balans ayarı” yapanların vesâyetin tek yüzü olduğuna inanılıyordu. Askerî vesâyetin kaldırılmasıyla demokrasi önünde engel kalmayacağı düşünülüyordu. Çünkü on yıllık aralarla yapılan askerî darbeler yüzünden çok katmanlı olan vesâyetin daha altlardaki katmanlarının ortaya çıkmasına gerek kalmıyor. Oysa daha sonraki çıkışlar ayrık otlarının birçok türü olduğunu anlamamızı sağladı.

yuksel dedi ki...

Bir tarafta 2007 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde “ordu göreve” pankartı açan akademik kadrolar, rektör cübbesiyle muhalefet partilerinin grup toplantılarında kürsüye çıkma cüretini gösterenler vâsiyetin başka bir katmanının olduğunu gösterirken, diğer tarafta “ifâde özgürlüğü”nü dillerinden düşürmeyen “sanatçılar”, halkın demokratik oylarıyla seçilmiş siyâsetçilere hakaret edip parmak sallayarak başka bir katmanın varlığını ispatlıyordu.

Medyasından iş dünyâsına, spor çevrelerinden sinema-televizyon sektöründe rol kesenlere kadar birçok isim, asıl rollerini vesâyet sisteminde oynadıklarını gösterdiler. Ağzına gelen her şeyi söyleyip tepki alınca “ben sâdece düşüncelerimi ifâde ettim; düşünce ve ifâde özgürlüğümü kullandım” diyerek minik kedi tavırları takınırken, ayrık otlarının en küçük bir ihmâlde ortaya çıkacağını gösterdiler. Kendileri hakkında hiçbir hakaret içermemesine rağmen hiçbir olumsuz eleştiriyi kabul etmeyen bu kesim mensupları, zararlı bir bitkinin saksıyı veya bahçeyi kendisinin zannetmesi gibi bir düşünce yapısına sâhiptirler.

Her ağacın kurdu kendisindendir, sözü gibi bizim toplumumuz da vâsiyet katmanları oluşmasına uygun bir yapıya sâhiptir ve bu doğaldır. Devlet adamlığını sâdece kurdela kesmek, resepsiyon düzenlemek, protokol kurallarını uygulamak zannedip, vesâyet odaklarını besleyen merkezlerde hazırlanıp önlerine konulanları okuyup konuşanların ihmâl ettiği devlet toprağında ayrık otlarının önüne geçmek ve vesâyet yapılarından kurtulmak mümkün olmamıştır.

Bu vesâyetçiler yerde yemek yemekle bilim yapmanın bağlantılı olduğunu zannederler. Bu vesâyetçiler kendileriyle aynı partiye oy vermeyen ülke halkını (onların tâbiriyle “karşı taraftakiler”) câhillikle itham ederler. Bu vesâyetçiler demokrasi ve çağdaşlık laflarını ağızlarından düşürmezler ama aslında demokratik seçimlerde sandıktan çıkanın değil, onların ne istediğinin geçerli olduğuna inanırlar. Bu vesâyetçiler yüze güler ama arkadan vururlar; cesâretleri yoktur. Yapmaya cesâret edecekleri en açık saldırı, kadınların başörtüsünedir. O kadınları yerlerde süründürmekten, ağızlarını kapatıp sahneden indirmekten çekinmezler. Ama “İstanbul Sözleşmesi”nin bayrak taşıyanı da onlardır. En belirgin vesâyetin simgesi olan postal yalamaktan, militarizme methiye düzmekten, kalemlerini satmaktan, devleti Amerika’ya ve Avrupa’ya şikâyet etmekten zevk alırlar, yeter ki vesâyet devam etsin ve ayrık otları hiç bitmesin. 2022 Türkiyesi’nde bile kendilerince “yoklama” çekmek için giydiği üniformadaki albay rütbesine bakmadan kendi emri altındaki askerî mahallerde başörtüsünü yasaklayan talimat yayınlamaktan geri durmazlar.

yuksel dedi ki...

Bugün gelinen noktada ülkemizde çok katmanlı vesâyet yapısının birçok katmanına ulaşılıp etkisizleştirilmiş olmasına rağmen, bu yapının başka bir katmandaki köklerinden yine faal olmayacağının garantisi yoktur. Böyle bir şey beklemek de saflık ve ahmaklık olur. Ne kadar ıslah edilirse edilsin bir toprak parçasının bakımı ihmâl edilirse ayrık otları hemen çıkacak ve o toprağa yapılan masraf ve verilen emek boşa gidecektir. Asalak bir sülük gibi yapıştığı bünyenin kanını emen bu vesâyet yapısının, verilen emeklerine kıymet verip yapacağından geri kalacağı da düşünülemez.

Enerjisini kaybeden toprak gibi, bol çeşitli vesâyet yapısına sâhip ülkemizin tamâmen olmasa da etkisi azaltılan vesâyet sisteminden geri kazanılan güç ile neler yapılabileceğini son yıllarda dost düşman herkes görmektedir. Acaba vesâyet sisteminden tamâmen kurtulduğumuzda neler yapabileceğimiz bizim hayâlimiz, düşmanlarımızın ve vesâyet odaklarının kâbusudur.

yuksel dedi ki...

Kurtuluş yalnız sıktadir. (H. S.) 55:3.kelime.
Yol ikidir :Ya doğru söylemek, ya susmak.(H. S.) 56:3.kelime.
Bir Hazinenin Anahtarı
Risale-i Nur Kulliyati Fihrist Ve İndeksi İsmail Mutlu
sy. 170.

YANITLASİL

yuksel17 Ekim 2022 23:46
imanı olmayan insan sirke sineği gibidir, kısa bir, süre sonra hepsi ölür yani değersizdir.
Akra Fm
Günün sohbeti
Mahmud Es'ad Coşan

YANITLASİL

yuksel17 Ekim 2022 23:50
Hayat musibetlerle tasaffi (temizlenmek) eder. (L.) 16:2.Lem'a 2.Nukte.
Bir Hazinenin Anahtarı
Risale-i Nur Kulliyati Fihrist Ve İndeksi
İsmail Mutlu
sy. 481.

yuksel dedi ki...

Ancak hayattaki şeyhler, terbiye için daha çok tavsiye edilir :"Diri tilki, ölü arslandan yeğdir.!"
Üveys yerinden turdi
Arsda na'lin dondurdi.
Muhammed (s. a. v.) anı gordi
Visale dondi firak
Yunus Emre
Tasavvuf Terimleri Deyimleri Sözlüğü
Prof. Dr. Ethem Cebecioglu
sy. 678.

yuksel dedi ki...

Dünya'nin birkaç günlük refahı hiç kimseyi aldatmamalidir. Zaman her şeyi eskitip tuketmekte, ilâhî plan şaşmadan amacına yönelik uygulanmaktadır.
Tefsirli Kur'ân-ı Kerîm Meali
Celal Yıldırım
Anadolu Yayınları
Cilt 2.sy.549.

YANITLASİL

yuksel19 Ekim 2022 00:08
Dünya'ya gelişin asıl maksat ve gayesini düşünmeyenlerin çok aldandiklari, öldükleri zaman daha iyi anlayacaklari, hele kıyamet günü bütün açıklığıyla ortaya çıkacağı kesindir. Ölmeden önce uyanıp gerçekleri anlamak, büyük bir bahtiyarliktir.
Tefsirli Kur'ân-ı Kerîm Meali
Celal Yıldırım
Anadolu Yayınları
Cilt 2.sy.549.

YANITLASİL

yuksel19 Ekim 2022 00:12
Ahir zamanda ümmetim üzerine şiddetli bir bela zuhur eder. Bundan ancak iki sınıf kurulur: Biri Allah'ın dinini tanır ve onun için lisan ve kalbi ile mücadele eder. İkinci ise dinini anlamış, dinlemiş ve tasdik etmiştir. (Yani cahil kalanlar bu belada tehlikededir)
Ravi: Hz. Ömer (r.a.)
Sayfa: 141 / No: 1
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Dünya'nin birkaç günlük refahı hiç kimseyi aldatmamalidir. Zaman her şeyi eskitip tuketmekte, ilâhî plan şaşmadan amacına yönelik uygulanmaktadır.
Tefsirli Kur'ân-ı Kerîm Meali
Celal Yıldırım
Anadolu Yayınları
Cilt 2.sy.549.

YANITLASİL

yuksel19 Ekim 2022 00:08
Dünya'ya gelişin asıl maksat ve gayesini düşünmeyenlerin çok aldandiklari, öldükleri zaman daha iyi anlayacaklari, hele kıyamet günü bütün açıklığıyla ortaya çıkacağı kesindir. Ölmeden önce uyanıp gerçekleri anlamak, büyük bir bahtiyarliktir.
Tefsirli Kur'ân-ı Kerîm Meali
Celal Yıldırım
Anadolu Yayınları
Cilt 2.sy.549.

YANITLASİL

yuksel19 Ekim 2022 00:12
Ahir zamanda ümmetim üzerine şiddetli bir bela zuhur eder. Bundan ancak iki sınıf kurtulur: Biri Allah'ın dinini tanır ve onun için lisan ve kalbi ile mücadele eder. İkinci ise dinini anlamış, dinlemiş ve tasdik etmiştir. (Yani cahil kalanlar bu belada tehlikededir)
Ravi: Hz. Ömer (r.a.)
Sayfa: 141 / No: 1
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Bir kelimeyi hiç aklınızdan çıkarmayın. Devlet.
Devletin ne kadar önemli olduğunu hepimiz idrak etmeliyiz. Devletsiz bir millet boşluğa düşer, rüzgarda savrulup gider.
Bilge Kral
Aliya İzzetbegovic

YANITLASİL

yuksel20 Ekim 2022 00:38
"İnsanlar et gibi, Ulema tuz gibidir. Tuzsuz et koktuğu gibi Ulema ve sohbetinden mahrum kalanda çürür ve kokar.
Mahmud Efendi Hazretleri

yuksel dedi ki...

Benden evvelki Peygamberlerden hiç bir Peygamber yoktur ki, arkasına yedi kişi verilmiş olmasın. Bunlar necib ve yardımcı kimselerdir. Bana ise on dört kişi verildi. Bunlar Hz. Hamza, Cafer, Ali, Hasan, Hüseyin, Ebu Bekir, Ömer, İbni Mes'ud, Ebu Zer, Mikdat, Huzeyfe, Ammar, Bilal ve Suheyb (r.anhüm)dür.
Ravi: Hz. Ali (r.a.)
Sayfa: 142 / No: 6
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Milletlerin istidatlarina göre ahkam değişir.(S.) 447:27. Söz :hat.
Bir Hazinenin Anahtari
Risale-i Nur Kulliyati Fihrist Ve İndeksi
İsmail Mutlu
sy. 462.

yuksel dedi ki...

Böylece inkarın cehaletten ve duygusal davranmaktan kaynaklandığına, iman ve irfanın sağlam bilgiden ve akıldan kaynaklanıp gerçekleştiğine işaret ediliyor.
Nahl Suresi
Tefsirli Kur'ân-ı Kerîm Meali
Celal Yıldırım
Anadolu Yayınları
Cilt 1.sy.543.

yuksel dedi ki...

Ancak Ebu Davud (Rahimehullah) ın, "el-Merasil" isimli eserinde Mukatil İbni Hayyân (Rahimehullah) dan naklettigine göre :o dönem Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) bayram namazlarında olduğu gibi, Cuma namazını hutbeden önce kildiriyordu, dolayısıyla sahabe - i Kiram namazı terk etmiş olmadı, ancak hutbe dinlemenin namaz gibi zorunlu olduğunu bilmediklerinden onu terk ettiler. (Ibni Kesîr)
Kur'an -i Mecid
ve Tefsîr li Meali Alisi
(Eş şeyh Mahmud en Nakşibendi El-Muceddidi el Halidi el-Ufi)
(Kuddisu Sirruhu) sy. 553.

yuksel dedi ki...

Bir kavim içinde bir alim yetişmesi kadar şeytanın belini kıran şey yoktur.
Ravi: Hz. Vasile (r.a.)
Sayfa: 383 / No: 10
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

İyi hükümdarlar bilgilerle, kötü bilginler de hükümdarlar la düşüp kalkar. Nizamulmulk
Büyüklerin Sözleri
Sözlerin Büyükleri
İsmail Özcan
sy. 23.

yuksel dedi ki...

Dün gece rüyamda acaib şeyler gördüm. Ümmetimden bir kimse gördüm ki, azab melekleri onu kuşatmışlardı da abdesti gelib, onu içinde bulunduğu bu istenmiyen halden kurtardı. Gene bir kimse gördüm ki kabir onu sıkıyordu. Namazı ona geldi ve onu kabir azabından kurtardı. Gene bir kimseye şeytanların musallat olduğunu gördüm. Zikrullahı ona geldi ve şeytanın tasallutundan onu kurtardı. (Şeytanın tasallutu yürek sıkıntısından anlaşılır) Gene ümmetimden bir kimse gördüm ki susuzluktan dili çıkmıştı. Ramazan orucu geldi onu suvardı. Yine bir recul gördüm, kendisini zulmet sarmıştı. Haccı ve umresi geldi ve onu o karanlıklardan çıkardı. Birini de gördüm. Melekül Mevt ruhunu kabz etmek için ona gelmişti. Anasına, babasına yaptığı iyilikler gelip o meleğe karşı çıktı ve geri çevirdi. Bir recul de görüm. "müslamanlarla konuşayım" diyor amma konuşturmuyorlardı. Buna da sılai rahmi gelip "Bu adam akrabasına giderdi" diyerek şefaat etti. Onlarla konuştu ve beraber oldu. Birini de gördüm, Peygamberlerin yanına gitmek istiyor, halka halka kovuyorlar onu. Onu da cünüplükten korkar olması (gusül abdesti) geldi de aldı, onu da yanıma oruttu. Bir recul de gördüm, ateşin şiddetinden eliyle korunmak istiyordu. Sadakası geldi de başı üzerinde gölge yaptı ve yüzüne perde oldu. Birini de gördüm, zebaniler kendisini almaya gelmişti. Yaptığı emri bil maruf, nehyi anil münkeri geldi de kendisini kurtardı. Bir recul de gördüm, ateşe atılmış (Allah korkusundan döktüğü) göz yaşları geldi de onu Cehennemden kurtardı. Birini de gördüm, defterini solundan veriliyor. Allah korkusu geldi, onu kurtardı ve defterini sağa aldı. Terazisi hafif gelen bir kimse gördüm. Kendinden evvel ölen çocukları gelip mizanını ağırlaştırdı. Cehennemin kenarında bir adam gördüm, onu da oradan Allah korkusu kurtardı. Birini de gördüm, hurma sazı gibi titriyordu. Allah'a hüsnü zannı geldi ve titremesi durdu. Sırat köprüsünde düşe kalka giden birini gördüm. Onu da selatı selamı gelip kurtardı ve sıratı geçene kadar doğrulttu. Biriside Cennetin kapısına kadar geldi fakat kapılar kapanıyordu. Onu da Kelimei Şehadeti gelip Cennete koydu.
Ravi: Hz. Abdurrahman (r.a.)
Sayfa: 147 / No: 8
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Hz. Ömer (r. a.) recm cezasını, deccali, havzi, kabir azabını ve müminlerin cezalarını çektikten sonra cehennemden çıkacaklarını inkar edecek, bunların olmadığını ve olmayacağını ileri sürecek birtakım insanların tureyecegini söyleyerek ta o günden müslümanları uyarmıştır.
Riyazu's Salihin Tercümesi ve Şerhi
cilt. 4.sy.528.

yuksel dedi ki...

Kıyametin yaklaşmasındandır minberlerin, hatiplerin çoğalması, ulemanın süslere meyledip haramı helal, helali haram etmeleri ve insanların istediği gibi fetva vermeleri, altın ve gümüşlerinizi helal saymayı öğütlemeleri ve Kur'an'ı ticaret metaı edinmeleri.
Ravi: Hz. Ali (r.a.)
Sayfa: 448 / No: 10
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Eylem pĺaninin ilk iki maddesi kamuoyuna yonelik faaliyetleri kapsarken, üçüncü maddesi ise
"sır" olarak muhafaza edilir.
28 Şubat
Demokrasi Ters Şeritte
Ezgi Gürses
sy.66.

yuksel dedi ki...

Bir kavim ahdi bozarsa aralarında katl zuhur eder. Bir kavimde fuhuş zahir olursa onlara ölüm musallat kılınır. Bir kavim de zekatını vermezse Allah onlardan yağmuru tutar (Bereket kalmaz).
Ravi: Hz. Abdullah İbni Büreyde (r.a.)
Sayfa: 389 / No: 4
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Bir adam, yetmiş şeytandan kurtarmadıkça, sadakadan elinden bir şey çıkaramaz.
Ravi: Hz. Büreyde (r.a.)
Sayfa: 389 / No: 5
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Bir de Ümmi "Her şeyin aslı" demektir. Ana evladın nasıl aslı ise Hak Teâlâ bütün yaratıklardan önce Nur - i Muhammedi'yi yarattı.
Kara Davud
Delail i Hayrat Şerhi
sy 435.

YANITLASİL

yuksel1 Kasım 2022 19:29
Bütün mahluklarida o nurdan yarattığından dolayı o nur bütün yaratılanların aslı, anası gibidir.
Kara Davud
Delail i Hayrat Şerhi
sy 435.
Dördüncü salavat - i şerife.

yuksel dedi ki...

Müfessirler, ümmî kelimesini Kur’an’da geçtiği yerlerin çoğunda sözlük anlamına uygun biçimde tefsir etmişlerdir. Nitekim Taberî, İbn Abbas’tan gelen ve Bakara sûresinin 78. âyetindeki ümmiyyûnu “Allah’ın gönderdiği elçiyi ve kitabı tasdik etmeyip kendi elleriyle kitap yazan, sonra da bunun Allah’tan geldiğini iddia eden kimseler” şeklinde açıklayan rivayeti kelimenin Arapça’daki kullanımına aykırı olduğu gerekçesiyle tenkit eder (Câmiʿu’l-beyân, I, 528). Ancak kelimenin çoğul şekliyle kullanıldığı âyetlerde lugat mânasıyla irtibatlı daha özel anlamlarda tefsir edildiği de görülmektedir. Meselâ Bakara sûresindeki ümmiyyûn (2/78) “yahudiler içinde okuyup yazması yetersiz, Tevrat’ı okuyup anlayacak kadar bilgisi bulunmayanlar” (Zemahşerî, I, 158), Âl-i İmrân sûresinde ise “Ehl-i kitabın mukabili olarak ilâhî bir kitabı bulunmayan müşrik Araplar” diye yorumlanmıştır (a.g.e., I, 341, 367).

Hz. Peygamber’in ümmîliğinin kelimenin “okuma yazma bilmeme, eğitim almamış olma” biçimindeki anlamına uygunluğu konusunda müfessirler arasında görüş ayrılığı yoktur. Tahsil görmemiş bir ümmî iken Kur’an gibi bir kitap getirmiş olması onun bir mûcizesi kabul edilir (Fahreddin er-Râzî, XV, 20; Bursevî, III, 251). Bu sebeple başkaları için bir eksiklik sayılan ümmîliğin Resûl-i Ekrem için bir meziyet kabul edildiği vurgulanır. Mutasavvıflar içinde Resûlullah’ın ümmîliğine farklı anlam yükleyenler vardır. Meselâ İsmâil Hakkı Bursevî, A‘râf sûresinin 157. âyeti çerçevesinde kelimenin sözlük anlamını zikrettikten sonra mutasavvıfların itibar ettiği bazı rivayetlere dayanarak Hz. Peygamber’in ümmî oluşuna “mevcûdatın aslı” (ümmü’l-mevcûdât) şeklinde işârî bir mâna da vermektedir (Rûḥu’l-beyân, III, 255). Öte yandan Resûl-i Ekrem’in nübüvvetten önce ya da sonra okuma yazma bilip bilmediği hususu tartışılmıştır. İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu, onun nübüvvetten önce bir kitaptan okumadığı gibi yazmadığını da ifade eden âyetten hareketle (el-Ankebût 29/48) Resûlullah’ın hayatı boyunca okuyup yazmadığını söylemektedir. Buna karşılık nübüvvetten sonra onun bir miktar okuduğu ve yazdığı şeklinde görüşler de vardır. Ebü’l-Velîd el-Bâcî, Hudeybiye Antlaşması’yla ilgili rivayetlerde (Buhârî, “Ṣulḥ”, 6; “Meġāzî”, 43) Hz. Peygamber’in bu antlaşmada yer alan bir ifadeyi bizzat yazarak düzelttiği yolundaki ifadeye dayanıp onun yazabildiğini belirtmektedir. Ancak bu yazma öğrenime bağlı değildir ve onun nübüvvetini gösteren mûcizelerden biridir, ayrıca ümmîlik vasfını da ortadan kaldırmaz (Taḥḳīḳu’l-meẕheb, s. 218-221; ayrıca bk. Kettânî, I, 249-253).

yuksel dedi ki...

Batılı araştırmacılar, ümmînin okuma yazma bilmeyen kimseyi ifade etmediği hususunda genelde görüş birliği içindedir. Onlar, ilk defa Medine döneminde ortaya çıktığını söyledikleri ümmî kelimesine ümmetin İbrânîce’deki kullanımından hareketle “putperest, kutsal bir kitabı olmayan kimse” gibi anlamlar yüklemiştir. Horovitz, Hz. Muhammed ve kavmi hakkında Cum‘a sûresinde zikredilen “ümmiyyîn” kelimesini “putperestler arasından ve putperestler için bir peygamber” diye yorumlamış, bu bağlamda İbrânîce’de yahudi olmayanları ifade etmek üzere kullanılan “dünya milletleri” (ummōt hā-‘olām) terkibine dikkat çekerek Hz. Muhammed’in kendisini yahudilere “yahudi olmayanlara gönderilmiş peygamber” (nebı’e ummōt hā-‘olām) şeklinde takdim ettiğini ileri sürmüştür (Koranische Untersuchungen, s. 52). Onun bu anlayışını benimseyen Paret ise Hz. Muhammed’in kendisinin putperest ve putperestlere gönderilmiş peygamber olmasını bir saygısızlık diye görmediğini belirtmiş, bu kelimenin İbrânîce’deki sınırlarını tam bilmediği için kendini böyle nitelemiş olabileceğini söylemiştir. Ayrıca A‘râf sûresinin 156. âyeti, Muhammed ümmetinden övgüyle söz eden Âl-i İmrân sûresinin 104 ve 110. âyetleriyle mukayese edildiğinde ümmî (ümmet) kelimesinin bir anlam değişikliği kazanabileceğini iddia ederek tamamen spekülasyona dayalı fikirler ortaya koymuş (Enzyklopaedie des Islam, IV, 1101), ümmîyi Kur’an’da geçtiği bütün yerlerde putperest (heiden) kelimesiyle karşılamıştır (Der Koran, s. 19, 44, 49, 121, 394). Paret’in bu yaklaşımı, Arapça inen Kur’an’ı bu dildeki kullanımları dikkate almadan yahudi terimleriyle açıklamış olması bakımından eleştirilmiştir (DMİ, II, 645-648; Bâcî, neşredenin girişi, s. 37-41). Netice itibariyle şarkiyatçıların, ümmîye “okur yazar olmayan” mânasının -Kur’an’ın Hz. Peygamber’in sözü değil Allah kelâmı oluşunu temellendirmek amacıyla- müslüman âlimler tarafından sonraki dönemlerde yüklendiği görüşünü benimsediği anlaşılmaktadır.

yuksel dedi ki...

Siz bu gün Rabbınızdan gelen açık beyyine (delil) üzerindesiniz. Marufu emir ve Münkerden nehy ve Allah yolunda cihad ediyorsunuz. Sonraları sizin aranızda iki sarhoşluk zuhru edecek. Cehalet sarhoşluğu ve yaşama sevgisi. Bu sebeble haliniz değişecek ve marufu emretmiyecek ve münkerden nehyetmiyecek ve Allah yolunda cihadda bulunmıyacaksınız. İşte o günde Kitap ve Sünnete tutunanlar için elli sıddık ecri vardır. Dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü! Bizden mi yoksa onlardan mı?" Buyurdu ki, hayır, bilakis sizden.
Ravi: Hz. Muaz ve Enes (r.a.)
Sayfa: 153 / No: 6
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Şeyh sa'di şöyle demiştir :
Yarın ahirette büyük olmak istiyorsan,
Bugün küçükleri kendine düşman etme.
Çünkü bu saltanat elinden gidince
O dilenci dediğin kimse kahır ile eteğine yapışır.
Ruhu'l Beyan Kur'an Meali Ve Tefsiri
Ismail Hakkı Bursevi
cilt. 19. sy. 587.

yuksel dedi ki...

Harf Devrimi hakkında kim ne dedi
Yunus Emre Altuntaş
Yunus Emre Altuntaş
Makaleyi Dinle
Mesaj Gönder
"Türkler harf inkılâbıyla kendi yazılı kaynaklarını anlama hususunda yabancılardan farksız oldular. Bundan sonra Türk kütüphanelerini yakmaya lüzum kalmamıştır. Çünkü harf inkılâbıyla bu hazineler örümceklerin yuva yaptığı raflarda kapanıp kalmaktan başka bir şeye yaramayacaktır. Ancak çok yaşlı hocalar ve ihtiyarlar, onları okumak lüzumunu hissedecektir." İngiliz Tarihçi Arnold J. Toynbee

“Sadece onu, harfi (letter) düşünüyorum. Bu durumda, Türklerin yeni harflerini, Türk tarihini derinden etkileyen harf devrimini (transliteration), kaybolmuş harflerini, şiddetle değiştirmeye zorlandıkları o alfabelerini düşünüyorum. Bizde(Fransa’da) böyle bir şey olduğunu düşünün: Cumhurbaşkanı yarından itibaren yeni bir yazı sistemi kullanmamız gerektiğine karar versin. Üstelik dil değiştirmeksizin! Ve dünün harflerine dönüş kesinlikle yasaklanacak! Bu ‘coup de la lettre’ (harf darbesi), bu şans veya bu darbe belki de her olayda bize vuruyor: Kişinin sadece soyunması değil, gitmesi, çıplak halde tekrar yola koyulması, beden değiştirmesi; işaretlerin, her tezahürün vücudunu değiştirmesi gerekir ve bunu yaparken aynı kalmış gibi, yani kendi dilinin hâlâ efendisiymiş gibi davranmak zorundadır.” Fransız Filozof Jacques Derrida

yuksel dedi ki...

Türk ve Japon reformcuların felsefelerindeki farklılık belki başka hiçbir hususta olmadığı kadar bariz ve karakteristik olarak alfabe meselesinde ortaya çıkar. Basitliği ile öne çıkan ve sadece 28 harfin olduğu Arap alfabesi dünyanın en kusursuz ve en yaygın alfabelerinden biriyken Türkiye bu alfabeyi kaldırmış, Japonya ise kendi içindeki batı taraftarlarının Latin alfabesinin kabulü cihetindeki taleplerini reddetmiştir. Japonya, reformlardan sonra dahi 46 işaret ve 880 ideogramı barındıran girift yazısını muhafaza etmeyi tercih etmiştir. Bugün Japonya'da okuryazar olmayan yoktur. Diğer taraftan Türkiye’de, Latin alfabesinin kabulünden 40 yıl sonra bile nüfusun yarıdan fazlasının okuryazarlığı yoktur. Bu netice, körlerin dahi görebileceği cinstendir.” Aliya İzzetbegoviç

"Yeni Türk yazısı, belki de dünyada tek geçmişsiz ve tarihsiz yazıdır." Sezai Karakoç

“Bizzat Latin harfleri dünyasına mensup bir ilim ve fikir adamının dünyada en mütekâmil ve ince harfler olarak Arap harflerini gösterdiğini ve kendi milleti için, kültür kökünü değiştirmek muhali olmasa, bu harfleri tavsiye edeceğini bilen var mıdır? Harf inkılâbı sırasında Amerikalı bir terbiye mütehassısının ‘Türklerin eski harflerini kaldırıp atması, kendi hesaplarına, Amerika'nın, bütün madenlerinden mahrum olmasından daha ağır bir kayıptır!’ sözü gerçekten vâki midir? Amerikalı profesör, şüphesiz ki, kendi misyoner ve politikacılarının iştirak etmeyeceği bu sözüyle ne demek istemiştir?” Necip Fazıl Kısakürek

yuksel dedi ki...

Kamus, bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır. Her mukaddesi yıkan Fransız İhtilali, tek mukaddese saygı göstermiş: Kamusa.” Cemil Meriç

“Ünlü İngiliz başvekili Gladstone ne dedi: ‘Bunların elinden Kuran’ı almadıkça bunları mağlup edemeyiz.’ Bu 19. yüzyılda olan bir şey ve bunu başardılar. Nasıl başardılar? Bunu yazımızı elimizden alarak başardılar. Kadınlarımızın örtüsüne husumet duyanlarla Türk yazısına Arap harfleri lâkabı yakıştıranlar aynı kimselerdi.” İsmet Özel

“Güzel dilimizi vaktiyle Divan edebiyatının nesircileri kurutuyordu; şimdi onu Dil Kurumu boğazlamaktadır. Nitekim ‘Osmanlıca’ diye asırlar içerisinde gelişen Türk dili hançerlendikten sonra batılı kelimeler dilimize kolayca akın etmeye başladı. Gün geçtikçe ifademizin güzellikleri ortadan kalkmaktadır. Dinde ve dilde, sanatta ve devlette büyük millet varlığımızın sönük bir hayal haline gelerek bize veda ettiği bir devrin yetimleriyiz. Onu yok olmaktan kurtaracak olan yine millet maarifidir.” Nurettin Topçu

"1930'lu yılların başında Dil Devrimi diye yapılanlar yapılmasaydı Türkçe, şimdi dünyanın ifade kudreti bakımından önde gelen birkaç dilinden biri olacaktı. Harf devrimi demek, yeni nesillerin 1928 öncesiyle irtibatının kesilmesi, gemilerin yakılması demektir. Bunu muhalifi de, muvafığı da söylüyor. Dolayısıyla bu kültüre, bu hassasiyete karşı olmaları da son derece normaldir. Aslında yapılan bir kültür devrimi, bu devrimin en önemli ayaklarından biri de harf devrimiydi. O harflerle üretilmiş koskoca bir kütüphanenin yolu kapatıldı. Arkasından yapılan dil devrimi de bu sürecin devamıydı. O harfleri öğrenseniz bile, artık o kültüre uzman olmadığınız takdirde ulaşamayacaktınız. Hakikaten, bir zamanlar günlük hayatın parçası olan, herkesin bildiği şeyleri bile bugün anlamak için uzman olmak lazım. Zaten dil devrimi böyle bir amaçla yapıldı.” Beşir Ayvazoğlu

yuksel dedi ki...

Son günlerde yine birileri ağızlarına sakız ettiler Osmanlı’da okuma yazma oranı çok düşükmüş. Osmanlının kendi silah sanayi yokmuş. Osmanlı yönetimi altındaki halklara zulmedilmiş. Hepsi de yalandır iftiradır. Harf Devrimi’yle adeta her şeyin sıfırlandığını eklediğimizde elbette ülkemiz okuma-yazma oranının çok düşük olduğu bir dönem yaşadı ama bunun suçunu Osmanlı’ya yüklemek bir bühtandır.” Recep Tayyip Erdoğan

yuksel dedi ki...

4341-Her şeyin özü vardır. İmanın özü namazdır. Namazında özü iftitah tekbiridir.
Ramuz ül Ehadis
Hadis Ansiklopedisi
Ahmed Ziyâüddin Gümüşhanevi
cilt. 2. sy. 1015.

yuksel dedi ki...

3 ŞEY SABIR KUVVETİNİ DAĞITIR
1-Evham, 2-Gaflet, 3-Fani hayatı baki zannetmek.
NUR'DAN MADDELER
MUSTAFA TOPOZ
SUEDA
sy.. 9.

yuksel dedi ki...

İhtiyar Akrabaya bakmanın 3 faydası
1-Rızıkta bereket.
2-Rahmete mazhar olmak.
3-Bela ve musibetlerden kurtulmak.
NUR'DAN MADDELER
MUSTAFA TOPOZ
SUEDA
sy. 55.

yuksel dedi ki...

Hayat, inanan ve Salih ameller işleyenler dışında hiç kimsenin kazanamadığı bir oyundur.
Bilgi ve iman anlayışı
Aliya İzzetbegovic
Özgür ve Bilge Lider
Dr. Halit Çil
sy. 17.

yuksel dedi ki...

... "modern ateistler" de, bizim ateistler (Atatürkçüler) de"çağdaş laikler "de, aynı şekilde putperesttirler.
Aydınlanma üzerine bir derkenar
Fehmi Baykan
sy.. 278.

yuksel dedi ki...

Takvadan daha üstün bir azık, susmaktan daha güzel bir erdem, cehaletten daha zararlı bir düşman, yalandan daha büyük bir hastalık yoktur.
Cafer-i Sadık (rahmetullahi aleyh)
Lale gül Dergisi
sayı 116 Ekim 2022
sy. 54.

yuksel dedi ki...

İLLET
العلّة
Hükmün amacını genellikle gerçekleştirdiği kabul edilen açık ve istikrarlı vasıf anlamında fıkıh usulü terimi.
İlişkili Maddeler
KIYAS
Bilinenden hareketle bilinmeyene ulaşmayı ifade eden mantık, fıkıh ve dil bilimi terimi.
MENÂT
Hükmün kendisine bağlandığı vasıf, illet anlamında usûl-i fıkıh terimi.

yuksel dedi ki...

Müellif:
İBRAHİM KÂFİ DÖNMEZ
Sözlükte illet “hastalık, kişiyi ihtiyacını görmekten alıkoyan durum, zafiyet, sebep ve gerekçe” gibi anlamlara gelir. Sonuncu mâna kelimenin terim anlamına daha yakındır. Fıkıh usulü eserlerinde illet kavramı daha çok “bulunduğu yerde değişiklik yapan durum” olarak açıklanır ve hastalığın da kişinin vücudunda meydana getirdiği değişiklik sebebiyle bu adı aldığına işaret edilir (Cessâs, IV, 9; Serahsî, II, 301; Şevkânî, s. 206). İlletin terim anlamı için birçok tarif yapılmış olup bunları, “hükmü gösteren veya gerekli kılan yahut hükmün kendisine bağlandığı durum, vasıf, mâna, gerekçe” şeklinde özetlemek mümkündür. Bu tanımlara değişik mülâhazalarla bazı kayıtlar eklenmiştir (Cessâs, IV, 9; Şevkânî, s. 207).

Kur’an’da illet kelimesi ve türevleri geçmez. Hadislerde bu kelimenin “hastalık, sebep ve gerekçe” anlamlarında kullanıldığı görülür (bk. Wensinck, el-Muʿcem, “ʿille” md.). Amr b. Ubeyd’in (ö. 144/761) illet kelimesini fıkıh usulündeki teknik anlamıyla kullanmış olduğuna dair rivayetin sahih olup olmadığı bir yana müslüman âlimlerce II. (VIII.) yüzyılda kaleme alınmış lugat, hadis ve fürû-i fıkıh eserlerinde bu kelimenin daha çok sözlük anlamlarında kullanıldığı ve özellikle Şâfiî’den itibaren fıkıh usulündeki terim anlamına yakın biçimde kullanılmaya başlandığı görülür. Şâfiî’nin hükmün gerekçesini belirtmek için esas aldığı kelime ise “ma‘nâ”dır. Fıkhî hükümlere ilişkin illetin teorisinin III. (IX.) yüzyılın sonlarında oluşturulmaya başlandığını ve bu kelimenin terim anlamındaki kullanımlarının bu yüzyılda belirgin hale geldiğini gösteren deliller bulunmakla beraber o dönemin usul eserleri günümüze ulaşmadığından illet teorisiyle ilgili açıklamalar için IV. (X.) yüzyıl ve sonrasına ait eserlere başvurmak gerekmektedir (illetle ilgili belli başlı meseleler etrafında oluşan terminolojinin gelişim sürecini göstermeyi amaçlayan ve Şâfiî öncesi, Şâfiî, Fârâbî, Ebü’l-Hüseyin el-Basrî, Gazzâlî dönemlerini esas alan örnek bir tablo ile birlikte bk. Wael B. Hallaq, LXIV/1 [1987], s. 42-67; Şâfiî’nin eserlerindeki kullanımlar için bk. Özen, s. 419-422). İlk dönem İslâm âlimlerinin illet anlayışı hükmün amacı, gerçekleştirmek veya korumak istediği menfaat veya hükümle hükmün kendisine bağlandığı vasıf arasındaki uygunluk bağını da kapsar nitelikte olduğu halde zamanla bu anlamlar gāî illet veya hikmet kavramıyla ifade edilir olmuş ve gerek mezhep çözümlerinin savunulup korunmaya çalışılması gerekse hukuk emniyeti, nizam ve istikrar fikrine ağırlık verilmesi sebebiyle illetin açık, objektif, keyfîliğe kapı aralamayacak bir vasıf olması gereği üzerinde durulmuştur.

yuksel dedi ki...

Şâtıbî illeti “emirlerin ve mubahların ilişkili olduğu hikmet ve yararlar, yasakların ilişkili olduğu kötülükler” şeklinde tanımladıktan sonra, “Kısacası illet açık olsun olmasın, istikrarlı olsun olmasın yarar ve zararın kendisidir; genellikle bunları içerdiği kabul edilen durumlar değildir” demek suretiyle ilk dönem anlayışına daha yakın durmakla beraber ardından sebep ve illet kavramları arasındaki bağa ve bunların birbiri yerine kullanılabildiğine dikkat çekerek terimlerde çekişmenin bir yararı olmadığını ifade eder (el-Muvâfaḳāt, I, 265).

İslâm âlimleri, dinî bildirime konu olan hükümlerin iyi ve kötü (hüsün-kubuh) kavramları açısından değerlendirilmesi, bir başka anlatımla bunların gayelerinin akılla kavranıp kavranamayacağı hususunda değişik görüşler ortaya koymuş olmakla beraber -aklın rolünü en üst düzeyde tutma eğilimini temsil eden Mu‘tezile bilginleri de dahil olmak üzere- “ferdin Allah’a karşı kulluk vecîbelerini belirli biçimlere bağlayan hükümler” anlamına gelen “taabbüdiyyât” alanında aklın böyle bir değerlendirmeye yetkili olmadığını kabul ederler. Bu alanın dışında kalan dinî-hukukî hükümlerin amaçlarının ise akılla kavranabileceğinin kabulü fıkhî faaliyetin vazgeçilmez bir ilkesi olarak karşımıza çıkar. Bu amaçların belirlenmesi için yapılan işlem “ta‘lîl” adıyla anılır. Fakat kelâm ilminin bakışıyla ele alındığında hükümlerin ta‘lîli meselesine Allah’ın fiillerinin ta‘lîli açısından yaklaşılır ve böylece iki uç fikrin çatıştığı görülür. Bunlardan biri Allah’ın fiillerinin ta‘lîl edilemeyeceğini savunan Eş‘ariyye’nin, diğeri bu ta‘lîlin gerekli olduğunu savunan Mu‘tezile’nin yaklaşımıdır. Başka birçok gerekçeyle desteklenmiş olmakla birlikte Eş‘arî yaklaşımının temel gerekçesi böyle bir ta‘lîlin Allah’ın kemal sıfatına noksanlık getireceği, çünkü O’nun fiillerinin hâricî bir unsurla ikmal edilmeye çalışılmış, dolayısıyla başka bir otoriteye boyun eğdiğinin kabul edilmiş olacağı düşüncesi, Mu‘tezilî yaklaşımın ana delili de ta‘lîl yapılmamasının O’nun abesle iştigal ettiğinin, yani amaçsızlıkla nitelenebileceğinin kabulü anlamına geleceği tezidir. Dikkatle incelendiğinde her iki yaklaşımın Allah’ı tenzih endişesinde kesiştiği görülür. Bu iki yaklaşımın ortasında yer alan Mâtürîdîler’e göre insan aklıyla kavranması açısından bir kısmı açık, bir kısmı kapalı olmakla birlikte Allah’ın bütün fiilleri yarar (mesâlih) gerekçesine bağlıdır; fakat bunu Mu‘tezile’nin dediği gibi bir zorunluluk (vücûb) olarak ifade etmek isabetli olmaz (Abdülazîz el-Buhârî, IV, 229-233; Mustafa Şelebî, Taʿlîlü’l-aḥkâm, s. 94-128).

yuksel dedi ki...

Kelâm alanındaki bu hassasiyet, müslüman âlimlerin Batı dünyasıyla temasının ardından ilâhiyyât konularında özellikle hıristiyan muhitinin içine düştüğü fikir kargaşasını dikkate alarak tevhid inancını zedeleyebilecek fikrî saldırılara karşı hazırlıklı olma gereğini hissedip Allah’ın varlığını ve birliğini açıklarken O’nun her türlü noksanlıktan münezzeh olduğunu vurgulama çabası içine girmiş olmalarıyla yakından ilgili görünmektedir. Pratik hayatla iç içe olan fıkhî faaliyetin hükümlerin amaçlarından bağımsız biçimde yürütülmesindeki zorluk karşısında hemen bütün İslâm âlimleri ta‘lîl işlemine sıcak bakmışlarsa da konuyu bu faaliyetin teorik izahlarını üstlenen fıkıh usulü ilmi çerçevesinde ele alırken kelâm alanındaki yaklaşımlarının etkisinden tamamıyla uzak kalamamışlardır. Bu sebeple bilhassa Eş‘arî âlimlerinin fıkıh alanındaki tutumlarıyla fıkıh usulü eserlerindeki ifadelerinin yer yer uyumsuzluklar taşıdığı, yine ta‘lîl işlemi sonunda ulaşılan sonucun illet kavramıyla veya başka bir kavramla ifade edilmesinde kelâmî mülâhazaların baskın olduğu görülür (bk. TA‘LÎL). Öte yandan İslâm âlimleri arasında, önde gelen temsilcisi İbn Hazm olan ve ta‘lîl fikrine bütünüyle karşı çıkan bir eğilim de bulunmaktadır.

İllet kavramı etrafında geliştirilen ve karmaşık bir görünüm arzeden terminoloji dikkatle incelendiğinde bu terimlerin hangi fikrî temellere dayandığını ortaya koyma açısından şöyle bir tasnife tâbi tutulması uygun olur: 1. Sebep. Hükümle onun bağlandığı vasıf arasındaki uygunluğu akılla izahın mümkün olup olmadığı durumları ayırt etme ihtiyacı illet-sebep mukayesesini ortaya çıkarmış, bir grup usulcü tarafından aklın bu bağı idrak edemediği durumlarda hükmün varlık ve yokluk alâmeti sebep, aklın idrak edebildiği durumlarda ise bu alâmet illet olarak nitelenmiştir; ancak diğer bir grup, illeti belirtilen anlamla sınırlandırırken sebep kavramını her iki durumu kapsayan bir içerikte kullanmıştır. Birinci grup usulcülere göre meselâ farz olan orucun niçin muharrem ayının değil de ramazan ayının başlamasına bağlandığını akılla idrak etmek mümkün olmadığı için ramazan hilâlinin görülmesi ancak sebep olarak nitelenebilir, illet olarak nitelenemez; şüf‘a hakkının müşterek mâlik olma vasfına bağlanmasını akılla izah mümkün olduğundan buna illet denir, sebep denmez. Diğer gruba göre ise her illet aynı zamanda sebep olarak anılabileceğinden gerek ramazan ayının başlaması gerekse müşterek mâlik olma vasfı için sebep terimi kullanılabilir. Öte yandan sebep kelimesinin illet ve hikmet bahislerinin genel bir kavramı olarak kullanıldığı veya yanına bazı sıfatlar konmak suretiyle bu alana ait kavramların inceltilmesinde kendisinden yararlanıldığı da görülür (bk. SEBEP).

yuksel dedi ki...

. 2. Hikmet. Hükmün amacı, yani gerçekleştirmek yahut korumak istediği menfaat veya hükümle onun bağlandığı vasıf arasındaki uygunluk bağı belirli bir dönemden sonra hikmet olarak adlandırılmaya başlanmış ve illet kavramı bu özellikleri genellikle bünyesinde barındıran, fakat objektif olarak tesbit edilebilen ve kişiden kişiye, durumdan duruma değişkenlik göstermeyen vasfa inhisar ettirilir olmuştur. Meselâ yolcunun farz namazları kısaltması ve ramazan orucunu erteleyebilmesi hükmünün amacı ve gerçekleştirmek istediği yarar, bu durumdaki mükellefin sıkıntısını hafifletmek ve kolaylık sağlamaktır. Aklî ve dinî ilkelere göre yapılacak bir değerlendirme bu hükümle hükmün kendisine bağlandığı vasıf olan sefer hali arasında bir uygunluğun bulunduğu açıkça görülür; çünkü yolculuk meşakkat içeren bir durumdur. Fakat bu iki anlam yukarıda belirtilen gerekçelerle usul âlimleri tarafından daha çok hikmet olarak, bu anlamları genellikle içermesinin yanı sıra açık ve istikrarlı bir vasıf olan sefer hali ise illet olarak nitelenmiş, böylece dinî ölçülere göre seferî sayılan kişinin hükmün amacına ilişkin bir incelemeye gerek olmaksızın anılan hükmün kapsamında sayılacağı, fakat doğrudan hükmün amacı ve uygunluk bağına dayanılarak hüküm verilemeyeceği savunulmuştur. Yine şüf‘a hakkının tanınmasındaki amaç ve sağlanmak istenen yarar, yeni mâlikten gelebilecek zararın ve müşterek mülkiyet ilişkisine halel gelmesinin önlenmesi olmakla beraber, bu konuda belirtilen amaca göre bir değerlendirme yapılmaksızın müşterek mâlik veya bazı fakihlere göre bitişik komşu olma özelliğine göre hüküm verileceği ifade edilmiştir (bk. HİKMET). 3. Diğer Terimler. İllet tanımında kullanılan sebep ve hikmet dışındaki müessir, mûcip, bâis, dâî, müsted‘î, hâmil, menât, delîl, câlib, alâmet, muarrif, emâre vb. terimler ise -bunların diğer amaçlarla kullanımı bir yana- iki temel eğilim içinde birleştirilerek tasnif edilebilir. Fiillerin özünde iyilik ve kötülüğün varlığını (zâtî hüsün ve kubhu) kabul eden eğilim için mihver terim “müessir”, bunu kabul etmeyen eğilim için ise mihver terim “muarrif”tir. Gazzâlî ve onun gibi düşünen bazı usulcüler, Eş‘arî çizgisinde bir yaklaşımın gereği zâtî hüsün ve kubhu reddeden, fakat illetin hükümdeki etkisini daha güçlü kılan telifçi bir yol tutmuş ve illeti “bizâtihi değil şâriin öyle kılmış olması dolayısıyla hükme müessir olan veya hükmü gerekli kılan vasıf” şeklinde tanımlamışlardır (Şifâʾü’l-ġalîl, s. 21, 144-145, 515-518, 569).

yuksel dedi ki...

Hükümlerin amaçlarına nüfuz etmeyi hedefleyen ta‘lîl işlemi ve bunun sonucunda belirlenen gerekçe (fıkıh metodolojisinde ön plana çıkan adıyla “illet”), gerek nasların yorumunda gerekse yorum sınırını aşan ictihad türlerinde büyük önemi haiz olmakla beraber illetle ilgili incelemeler daha çok kıyas delili üzerinden yürütülmüştür. Fıkıh usulü eserlerinde, Hanefî usulcülerince kıyas işleminin tek rüknü, mütekellim usulcülerce kıyasın dört rüknünden en önemlisi sayılan illetin kısımları, şartları, illeti belirleme yolları ve illete yapılan itirazlar konusunda çok geniş ve ayrıntılı incelemeler yer alır.

Usul eserlerinde illetler değişik açılardan ayırımlara tâbi tutulmuş olmakla beraber bu konuda yerleşik veya genel kabul gören bir tasnif oluşmuş değildir. Şâfiî usul çevresinde geliştirilen ayırımların daha çok illetin hükmün bağlandığı olayın bizâtihi kendisi, onun mahiyetinden bir parça veya mahiyeti dışında aklî, şer‘î, örfî yahut lugavî bir durum olma ihtimallerine göre yapıldığı, Hanefî usulcülerince yapılan ayırımların ise isim, hüküm ve amaç unsurlarından hareketle bunların her üçü, sadece ikisi veya biri bakımından illet olarak nitelenebilecek durumları belirttiği görülür. Fakat bu çerçevede yapılan açıklamalar, verilen örnekler, bir taraftan bunların birçoğunun fıkıh usulündeki illet incelemeleriyle değil, fürû-i fıkıh teorilerine dayanak teşkil edecek maddî vâkıa tahlilleriyle ilgili olduğunu, diğer taraftan da her ayırımın belirli bir terminoloji oluşturmadığını göstermektedir. İlletin kısımları veya illet çeşitleri konusunda dikkat çeken belli başlı ayırımlar şunlardır: İlgili olduğu alan bakımından “aklî illet - şer‘î illet”, geçerliliği bakımından “sahih illet - fâsid illet”, belirleme metodu bakımından “mansûs (nas tarafından belirlenmiş) illet - müstenbat (ictihad yoluyla belirlenmiş) illet”, geçişliliği bakımından “müteaddî (geçişli) illet - kāsır (geçişsiz) illet”, sonucu bakımından “müsbit (hükmü gösteren) illet - nâfî (hükmü nefyeden) illet”, açıklık bakımından “celî (açık) illet - hafî (kapalı) illet”, bir veya daha fazla vasıftan oluşması bakımından “müfred illet - mürekkeb illet” (Abdülazîz el-Buhârî, IV, 187-202; Serahsî, II, 312-320; Fahreddin er-Râzî, II/2, s. 381-446; İsnevî, IV, 241-303; Abdülhakîm Abdurrahman Es‘ad es-Sa‘dî, s. 169-194). Kısaca “illet bulunduğu halde bir engel sebebiyle hükmün bulunmaması” anlamına gelen illetin tahsisi meselesi illet çeşitleri arasında “âm illet - tahsise uğramış illet” ayırımını da ortaya çıkarmış olmaktadır ki bu, özellikle Hanefî usulcüleri çokça meşgul etmiş bir konudur. Irak ekolüne mensup usulcüler ve Debûsî tarafından müstenbat illetin tahsis edilebileceği kabul edilirken Debûsî dışındaki Mâverâünnehir

yuksel dedi ki...

ekolüne mensup usulcülerce buna karşı çıkılmıştır. Mansûs illetin tahsisi ise genellikle kabul edilmektedir. Bu konuda usul eserlerinde Ebû Hanîfe ve Şâfiî gibi mezhep imamlarına da bazı görüşler nisbet edilmekle beraber onların ifadelerinden veya ulaştıkları hükümlerden bu sonuçların çıkarılıp çıkarılamayacağı tartışılmıştır (Abdülazîz el-Buhârî, IV, 32-33; Gazzâlî, Şifâʾü’l-ġalîl, s. 458 vd.).

İlletin hükmü (işlevi), Hanefî usulcülerince “nassın hükmünün hakkında nas bulunmayan fer‘a geçirilmesi” olarak açıklanır. Şâfiî usulcülerine göre ise illetin hükmü, nassın hükmünün nassın düzenlediği olaya bağlanmasından ibaret olup bunun başka olaylara geçişli olması gerekli değildir. Bu konudaki tartışmaların daha çok -kāsır illet kavramıyla izah edilen- iki mezhep arasında ihtilâflı bazı fürû-i fıkıh meselelerine dayandığı görülmektedir (Ebü’l-Hüseyin el-Basrî, II, 801-805; Cessâs, IV, 138-139; Serahsî, II, 192-193; Gazzâlî, el-Müstaṣfâ, II, 345-347).

Fıkıh usulünde illetin müessir sayılıp sayılamayacağı, yani illetle hüküm arasında sebep-sonuç ilişkisi bulunup bulunmadığı tartışmalarına yön veren temel düşünce hüsün ve kubuh konusundaki telakkilerdir ve usul âlimleri bu problemi felsefî anlamıyla “illiyet” kavramı çerçevesinde ele almazlar. Gazzâlî öncesi usulî mantık mirasını İslâm düşüncesi ve medeniyetinin en yüce numunesi olarak gören ve bu örnek düşünme tarzının diğer alanlardaki bilim çevrelerine intikal edip uygulanmasıyla İslâm biliminin zirveye ulaştığını ve İslâm medeniyetini kurduğunu ifade eden Ali Sâmî en-Neşşâr (Menâhicü’l-baḥs̱, s. 78), başlangıçtan Gazzâlî’ye kadarki dönem İslâm âlimlerinin usulî kıyası John Stuart Mill’in illî-ilmî istikrâını temellendirdiği iki düşünce, yani illiyyet ve ıttırad kanunları üzerine bina ettiklerini (a.g.e., s. 12-113), ayrıca illetin müessir olarak nitelenmesi hususunda Mill’den uzaklaşıp Bacon’a yaklaştıklarını (a.g.e., s. 116-117) ileri sürer. Fakat bu görüşün daha çok İslâm’ın ilk dört asrında bilimler alanında görülen yükselişin ve ortaya konan göz kamaştırıcı medeniyetin ardından gelen düşüşün sebepleri üzerinde dururken Batı’da parlayan bilim ve felsefenin temellerini müslümanların fikir ürünleri arasında araştırma sâikiyle irtibatlı olduğu görülmektedir. Yazarın iki muhit arasındaki fikrî etkileşimlere dikkatle eğilme önerisi önemli olmakla birlikte bu konuda ileri sürdüğü tezin yeterli bir araştırmaya dayalı olduğunu söylemek mümkün görünmemektedir. Zira Neşşâr, usulcülerin ortaya koyduğu bu özel metodu (tecrübî-istikrâî metot), İslâm ilimlerinin Aristo mantığıyla mezcedilmesi çağrısında bulunarak ve onu ilmî araştırmanın biricik metodu kabul ederek hayatının yegâne sürçmesini yapan Gazzâlî’nin bu yöndeki çağrısına kadar kullanmaya devam ettiklerini iddia etmek suretiyle (a.g.e., s. 78, 91),

yuksel dedi ki...

Gazzâlî öncesi ve sonrası usul âlimlerinin kıyas ve illet bahislerindeki telakkilerinde köklü bir değişiklik bulunduğu tezini ileri sürmüş olmaktadır. Halbuki bu teze yer verdiği kitabında Gazzâlî öncesi usul eserlerinden sadece Cüveynî’nin el-Burhân’ından sınırlı olarak yararlandığı, fukaha metoduna göre yazılmış usul eserlerine ise hiç müracaat etmediği görülmektedir. Daha önemlisi, yazar bu konularda ilk el kaynaklara dayanmadığı için o dönem usulcülerin eserleri hakkında yanlış bilgiler vermektedir (a.g.e., s. 88’de İbn Haldûn’dan naklen Debûsî’nin kıyas hakkında öncekilere nisbetle daha geniş telif yaptığı ve fıkhî metodun gelişmesinde en büyük role sahip olduğunu belirttikten sonra kendisi bu eserin adını Teʾsîsü’n-naẓar olarak vermekte, Keşfü’l-esrâr isimli usul eserini iki defa Pezdevî’ye nisbet etmekte, s. 89’da Ebü’l-Hüseyin el-Basrî’nin el-Muʿtemed’inin günümüze ulaşmadığını ifade etmektedir; yazarın 1965 tarihli ikinci baskıya yazdığı önsözde, bu baskıda birçok ilâve yaptığını belirttiği halde bu hususları gözden geçirmediği anlaşılmaktadır). Bazı erken dönem tarih ve genel kültür eserlerinde aklî illetle şer‘î illet ayırımı yapıldıktan sonra her iki türde aranan şartların birbirine yakın tarzda ele alınması ve yukarıda işaret edilen illetin hükmü problemiyle ilgili tartışmalarda geçen ifadeler yazarı anılan iddiaya yönelten âmillerden biri olabilir. Neşşâr’ın sözü edilen tezinden ve fıkıh usulündeki illet tartışmalarından yola çıkan Muhammed Süleyman Dâvûd’un, modern bilimin bakışıyla uyuşan mütekâmil tecrübî metodu ilk bulanların ve Aristo mantığını ilk yıkanların müslüman fakih ve kelâmcılar olduğunu, çağdaş Avrupa filozoflarının gerek modern tecrübî metodun keşfine gerekse Aristo kıyasının yıkılmasına yeni bir şey katmadıklarını ileri sürmesi ise (Naẓariyyetü’l-ḳıyâsi’l-uṣûlî, s. 9) abartılı bir yaklaşım olarak görünmektedir.

yuksel dedi ki...

SEBEP
السبب
Varlığı ve yokluğu şer‘î hükmün varlığına ve yokluğuna alâmet kılınan durum, nitelik anlamında fıkıh usulü terimi.
İlişkili Maddeler
USÛL-i FIKIH
Fıkhın kaynaklarını ve bunlardan hüküm çıkarma yöntemlerini inceleyen bilim dalı.
HÜSÜN ve KUBUH
İyilikle kötülüğün mahiyetine ve ölçüsüne ilişkin tartışmalara konu olan kelâm, ahlâk ve fıkıh usulü terimi.

yuksel dedi ki...

Fıkıh usulünde vaz‘î hükmün kısımları arasında incelenen sebep için değişik tanımlar yapılmıştır. Yaygın biçimde zikredilen tanımlardan biri de şudur: “Şâriin hükme emâre kıldığı zâhir ve munzabıt mâna/vasıf.” Zâhir ile objektif, munzabıt ile olaydan olaya, kişiden kişiye değişmeyen bir vasıf olması kastedilir. Usul âlimlerinin sebebi illetle ilişkisine göre tanımlarken iki yöntem izledikleri görülür. Bunlardan birincisine göre, hükümle hükmün kendisine bağlandığı vasıf arasında aklen bir uygunluk bağının (münâsebe) kurulup kurulamaması ölçü alınmaksızın hükmün varlığına ve yokluğuna alâmet kılınan durum/vasıf sebep adını alır ve illeti de kapsar. Diğer anlayışa göre, sebepte hükümle onun kendisine bağlandığı vasıf arasında aklın kavrayabileceği bir uygunluk bağı yoktur ve illeti kapsamaz. Birinci yaklaşıma göre her illet sebeptir, fakat her sebep illet değildir. Meselâ yolculuk hali (sefer), ramazanda oruçla yükümlü kişinin orucunu erteleyebilmesi hükmünün kendisine bağlandığı bir sebep olup bununla hüküm arasında aklın kavrayabileceği bir uygunluk bağı vardır; zira yolculuk durumunda genellikle meşakkat bulunur ve buna böyle bir kolaylık hükmü bağlanmasının uygun olduğu akılla kavranabilir. Şu halde buna hem sebep hem de illet denebilir. Aynı şekilde şarabın haram kılınmasının sebebi onun sarhoş edicilik özelliğine sahip olmasıdır; bu özelliğin kişinin zihin sağlığını olumsuz etkilediği ve birçok kötülüğe yol açtığı bilindiğinden bu vasıfla yasaklık hükmü arasında uygunluk bağı bulunduğu açıktır. Dolayısıyla buna sebep denebileceği gibi illet de denebilir. Halbuki orucun farz olmasına alâmet kılınan ramazan hilâlinin görülmesi sadece sebep olarak adlandırılabilir, buna illet denemez; zira akıl bu farîzanın niçin bu ayın görülmesine bağlandığını kavrayamaz. İkinci yaklaşıma göre sebep ve illet farklı içeriğe sahip kavramlar olup birbirinin yerine kullanılamaz. Buna göre yolculuk hali ve sarhoş etme özelliği yalnız illet, ramazan hilâlinin görülmesi yalnız sebep olarak adlandırılabilir.

yuksel dedi ki...

Hükümlerin sebeplere nisbeti çerçevesinde ele alınan konulardan biri de hükümlerde sebeplerin şeklinin mi (sûret) yoksa özünün mü (mâna) dikkate alınacağı meselesi olup Zencânî, Hanefîler’in birinci, İmam Şâfiî’nin ikinci bakış açısını esas aldığını ve bu husustaki anlayış farklılığının özellikle bu iki çevre arasındaki birçok fürû-i fıkıh ihtilâfının usulî temelini oluşturduğunu söyler (örnekler için bk. Taḫrîcü’l-fürûʿ, s. 299-302).

Yakın/İlgili Kavramlarla Karşılaştırma. Usul âlimleri sebep konusunu ele alırken öncelikle fıkıh usulünde sebep kavramı ile şer‘î sebebin kastedildiğine, aklen sonucundan ayrı düşünülemeyen ve varlığı sonucunu gerekli kılan aklî sebeple tabiat kanunları gereği tekerrür ettikçe sonucu da tekerrür eden tabii sebepten farklı olduğuna dikkat çekerler. Sebeple bazı yakın kavramlar arasında yapılan mukayeseler şöylece özetlenebilir: Hikmet. Bu konudaki mukayeseyi hikmetin iki farklı mânasına göre yapmak uygun olur. 1. “Hükmün konulma gerekçesi veya bununla amaçlanan gaye” anlamı esas alınırsa hikmet şu noktalarda sebepten farklılık gösterir: a) Sebebin hükmün konmasına etkisi olmadığı gibi korunmak istenen menfaat anlamı da yoktur. Bu farkı belirtmek üzere Molla Fenârî sebebi “es-sebebü’l-fâilî”, hikmeti “es-sebebü’l-gāî” şeklinde isimlendirir. Meselâ adam öldürme fiilinin cezalandırılması hükmünün sebebi kasten öldürme, hikmeti ise bununla elde edilecek yarar yani canın korunmasıdır. b) Hüküm sebepten sonradır, ona bağlanır; hikmet ise hükümden sonradır ve ona bağlanır, yani dolaylı biçimde hikmet sebebe bağlıdır. 2. Hükmün konmasına uygun düşen vasıf mânasıyla hikmet şu noktalarda sebepten farklılık gösterir: a) Sebebin objektif (zâhir) ve istikrarlı (munzabıt) bir vasıf olması gerekir; hikmet ise -bazı durumlarda bu özelliklerde olduğunu söyleyen görüş bir yana- böyle değildir; b) Hüküm varlık ve yokluk bakımından sebebe bağlıdır, oysa hikmet böyle değildir; bazan hikmet olmadığı halde hüküm vardır, bazan hikmet bulunduğu halde hüküm yoktur. c)

yuksel dedi ki...

Sebeple ona bağlanan hüküm arasında açık bir uygunluk bağı bulunabileceği gibi bazan bulunmayabilir. Fakat hikmetle hüküm arasında açık bir uygunluk bağının bulunması şarttır, zira bu mânadan/gayeden dolayı hüküm teşrî‘ kılınmıştır (Abdülazîz b. Abdurrahman er-Rebîa, II, 7-24). Rükün. “Bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olan unsuru/unsurları” şeklinde tanımlanan rükünle fıkıh usulünde bir ibadet, hukukî fiil veya işlemin unsuru veya unsurlarının kastedildiği dikkate alındığında sebeple rükün arasında varlık ve yokluğu etkileme açısından benzerlik bulunduğu söylenebilirse de gerçekte birincisinde hükme konu fiilin kendisine bağlandığı durum/vasıf söz konusu iken ikincisinde bizâtihi o fiilin mahiyetinin teşekkülünden söz edilmektedir. Şart. “Bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olmakla birlikte onun yapısından bir parça teşkil etmeyen iş veya vasıf” anlamına gelen şart fıkıh usulünde bir ibadet, hukukî fiil veya işlemin gereklerini belirtme noktasında rükünle birleşirken hükme konu fiilin mahiyetinden bir parça teşkil etmeme yönüyle ondan ayrılır. Usul eserlerinde şart ile sebep arasında varlık ve yokluğu etkileme bakımından benzerlik bulunduğu düşünülebileceğinden hareketle bunların birçok noktada birbirinden ayrıldığına dair açıklamalar yapılır (Abdülazîz el-Buhârî, IV, 337-372); ancak -rükün-sebep mukayesesinde belirtildiği gibi- şartta da hükme konu olan fiilin şer‘an aranan gereklerinin söz konusu olduğu dikkate alınırsa “hükmün kendisine bağlandığı durum/vasıf” anlamındaki sebeple aralarında zaten temel bir fark olduğu açıktır. Mâni‘. “Varlığı sebebin gerçekleşmemesini veya sebebe hüküm bağlanmamasını gerektiren durum” anlamına geldiği göz önüne alınırsa mâni‘ ile sebep arasında yakın bir ilişkinin bulunduğu görülür. Şöyle ki, mâniin birinci türü bizâtihi sebebin varlığını olumsuz biçimde etkilemektedir. Meselâ kişinin nisab miktarı malı bulunsa da bunu nisabın altına düşürecek kadar borcunun olması zekâtın vücûb sebebi olan nisabı engellemektedir. İkinci türü ise sebep bulunsa bile ilgili olay bakımından müsebbebini (hüküm) engellemektedir. Meselâ belirli düzeyde kan hısımlığı miras hükmünün sebebidir; ancak bu sebep ve miras için gereken şartlar bulunsa da eğer vâris mûrisini öldürmüşse mirasçı olamaz. Alâmet. “

yuksel dedi ki...

Sebep-Müsebbeb İlişkisi. Sebep meydana geldiğinde şer‘an buna bağlanan sonuç da (müsebbeb) kendiliğinden doğar. Bunda sebebin mükellefin gücü dahilinde olan, olmayan veya müsebbebi vaz‘î yahut teklifî hüküm olan ayırımı söz konusu değildir. Meselâ nisab miktarına mâlik olmak zekâtın vücûbu; ramazan ayının girmesi orucun vücûbu; nikâh akdi karı-koca hayatı yaşamanın helâl olması, taraflar arasında miras vb. hükümlerinin cereyan etmesi; müşterek mülkiyete konu gayri menkulde paydaş olma şüf‘a hakkına sahip olmak için birer sebep olup bunların varlığı belirtilen sonuçları doğurur. Aranan rükün ve şartlar varsa bunların yerine gelmiş olması ve mâniin de bulunmaması bu önermenin tabii bir gereğidir. Buna göre mükellef gücü dahilinde olan sebebi -rükünlerini ve şartlarını içerir biçimde yerine getirirse ve mâni de bulunmuyorsa- sonucunu kastetmese, hatta sonucun doğmamasını kastetse bile müsebbeb ona bağlanır. Meselâ karı-koca, aralarında mirasçılık cereyan etmeyeceği hususunda anlaşarak nikâh akdi yapmış olsalar bile birbirlerine mirasçı olur. Bazı usul, furûk ve kavâid eserlerinde sebep-müsebbeb irtibatı bağlamında başka birçok mesele ele alınır; ancak bunların bir kısmının lafzî bakıştan veya başka mesele ve kavramlarla tedahülden kaynaklandığı görülmektedir (Abdülazîz b. Abdurrahman er-Rebîa, II, 173-392). Yine bazı usul, furûk ve kavâid eserlerinde -sebebin şüphe durumlarındaki etkisi, vaktin sebep olarak belirlenmesinin sonuçları, âm lafız-hususi sebep ilişkisi gibi- aralarında sebep kavramıyla dolaylı bağların kurulabileceği çok sayıda mesele yer almaktadır (a.g.e., III, 7-252).

yuksel dedi ki...

Bir kazandırıcı işlem yapılırken işlemi yapan tarafın gözettiği hukuk bakımından önemli amaç ve menfaat, diğer bir ifadeyle başkası lehine yapılan kazandırmanın nedeni sebep olarak anılır. Borçlanma işlemlerinde eğer iki tarafın borç altına girdiği bir işlem söz konusu ise her birinin diğerinden karşılık elde etme amacı diğeri lehine yaptığı kazandırıcı işlemin sebebini oluşturur. Eğer sadece bir taraf borç altına giriyorsa diğer tarafa yapılan kazandırmanın sebebi ona karşılıksız bir menfaat sağlama amacıdır. Borçlanmaya ilişkin işlemde sebep gösterilmişse buna sebebe bağlı işlem, sebep gösterilmemişse soyut işlem denir; ancak soyut işlemle kastedilen, işlemin sebepsiz olması değil sebep gösterilmemiş olmasıdır. Öte yandan tasarruf işlemleri yoluyla yapılan kazandırmalarda kazandırma sebebi ve sebebe bağlılık kavramları hukukçuları çokça meşgul etmiş ve geniş tartışmalara yol açmıştır. Çağdaş İslâm hukuku araştırmalarında, klasik fıkıh ve usul kitaplarında bu eserlerin kendine özgü yöntem ve üslûbu içinde borçlandırıcı işlemlerde sebebin varlığı, geçerliliği ve hukuka uygunluğu konularının ele alındığına dikkat çekilerek bu hususlarda değişik fıkıh mezheplerine ait temel eğilimlerle ilgili tesbitlere Batı hukukundaki gelişmelerle karşılaştırmalı olarak yer verilir (geniş bilgi için bk. Subhî Mahmesânî, II, 83-99; Senhûrî, IV, 5-80; fakihlerin hukukî muamelelerde iç veya dış iradenin esas alınmasıyla ilgili yaklaşımları için bk. AMEL; İRADE; İRADE BEYANI; konunun kişiyi hukukî işlem veya eyleme yönelten sâikle ilişkisi hakkında Batı hukukuyla mukayeseli bir çalışma için bk. Hammûdî, tür.yer.; ayrıca bk. NİYET).

yuksel dedi ki...

BİBLİYOGRAFYA
Tehânevî, Keşşâf, I, 626-629.

Debûsî, Taḳvîmü’l-edille fî uṣûli’l-fıḳh (nşr. Halîl Muhyiddin el-Meys), Beyrut 1421/2001, s. 371-387.

Ebü’l-Hüseyin el-Basrî, el-Muʿtemed (nşr. Muhammed Hamîdullah), Dımaşk 1384-85/1964-65, I, 150-156, 302-306; II, 821-834, 1003.

İbn Hazm, el-İḥkâm, Kahire, ts. (Matbaatü’l-âsıme), II, 1110-1155.

Pezdevî, Kenzü’l-vüṣûl (Abdülazîz el-Buhârî, Keşfü’l-esrâr içinde), IV, 283-379.

Şemsüleimme es-Serahsî, el-Uṣûl (nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgānî), Beyrut 1393/1973, I, 100-110; II, 289-332.

Gazzâlî, el-Müstaṣfâ, I, 93-94.

a.mlf., Şifâʾü’l-ġalîl, Beyrut 1420/1999, s. 276-280.

Seyfeddin el-Âmidî, el-İḥkâm fî uṣûli’l-aḥkâm, Kahire 1387/1968, I, 118-121.

Şehâbeddin ez-Zencânî, Taḫrîcü’l-fürûʿ ʿale’l-uṣûl (nşr. M. Edîb Sâlih), Beyrut 1404/1984, s. 148-151, 299-302, 309-312, 351-355.

İzzeddin İbn Abdüsselâm, Ḳavâʿidü’l-aḥkâm, Beyrut 1410/1990, II, 257-265, 267-270.

Şehâbeddin el-Karâfî, el-Furûḳ, Beyrut, ts. (Dârü’l-ma‘rife), I, 61-79, 109-113, 196-200, 203-205, 209, 220-222, 225; II, 29-32, 137-139, 142-144; III, 94-97, 172-173, 218-225; IV, 37-38.

a.mlf., Şerḥu Tenḳīḥi’l-fuṣûl, Kahire 1306, s. 37-40.

Tûfî, Şerḥu Muḫtaṣari’r-Ravża (nşr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî), Beyrut 1407/1987, I, 411-440.

İbnü’ş-Şât, İdrârü’ş-şürûḳ ʿalâ envâʾi’l-furûḳ (Karâfî, el-Furûḳ içinde), III, 218-221.

Abdülazîz el-Buhârî, Keşfü’l-esrâr (nşr. Muhammed el-Mu‘tasım-Billâh el-Bağdâdî), Beyrut 1417/1997, IV, 283-379.

İbn Kayyim el-Cevziyye, İʿlâmü’l-muvaḳḳıʿîn (nşr. Tâhâ Abdürraûf Sa‘d), Beyrut 1973, III, 128-134.

İsnevî, Nihâyetü’s-sûl, Beyrut 1403/1983, I, 40-42.

Şâtıbî, el-Muvâfaḳāt, I, 188-290.

Teftâzânî, et-Telvîḥ (nşr. M. Adnân Dervîş), Beyrut 1419/1998, II, 286-325.

yuksel dedi ki...

yuksel dedi ki...
BATI MEDENİYETİNİN 5 BOZUK ESASI

1 Dayanak noktası olarak kuvveti' kabul eder. Kuvvetin özelliği ise, tecavüzdür.

2 Hedef ve maksadı, 'menfaat' olarak gösterir. Menfaatin özelli- ği ise, birbirine zahmet ve eziyet vermektir.

3 Hayat düsturu olarak mücadeleyi' gösterir. Mücadelenin özelliği ise çekişmek ve kavga etmektir.

4 Kitleler ve cemaatler arasındaki rabıtayı, ırkçılık olarak kabul

eder. Irkçılık ise, başka ırkları yutmakla beslenir.

5 Semere olarak, heva ve hevesleri kışkırtarak arzularını tatmin-

dir. O heva ise, insanın manevî olarak tahribine sebeptir.
Nurdan Maddeler 43.syf

17 Kasım 2022 23:55

yuksel dedi ki...

İHLASIN SIRRI
1 En mühim bir esastır.
2 En büyük bir kuvvettir.
3 En makbul bir şefaatçıdır.
4 En sağlam bir dayanak noktasıdır.
5 Hakikate ulaştıracak en kısa bir yoldur.
6 En makbul bir manevi duadır.
7 Maksatlara ulaştıran en kerametli bir vesiledir.
8 Hasletlerin en yükseğidir.
9 En safi bir kulluktur.
MADDETEN GERİ KALMAMIZA SEBEP OLAN 3 SINIF İNSAN
1 Bazı kötü idareciler ve reisler.
2 Vatanın ve milletin yüksek menfaatlerini savunma ve fedakar- lık iddiasında bulunan sahte vatanseverler.
3 Velilik dava eden ehliyetsiz ve sahte şeyhlerle sahte hocalar.
75.syf, 24.syf

YANITLASİL

yuksel19 Kasım 2022 02:53
MÜSLÜMANLARIN

FAKİRLEŞMELERİNİN 2 SEBEBİ

1 "İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır" ayet-i kerimesi ile işaret edilen 'çalışma meylinin' ve "Çalışıp kazananı Allah sever" hadis-i şerifi ile işaret edilen 'kazanma şevkinin' bazı hocaların olumsuz telkinleri ile kırılması.

2 Müslümanların, idarecilik ve memuriyeti en önemli bir geçim kaynağı olarak görmeleri.
74.syf
Nurdan Maddeler

yuksel dedi ki...

TAHKİKİ İMANA ULAŞMANIN 2 YOLU¹¹2

112

Tahkiki iman: Delile, ispata ve araştırmaya dayanan şüphesiz ve kuvvetli iman.

1 Velayet mertebesine çıkıp, manevi âlemleri kalp gözüyle göre- rek iman hakikatlerine yetişmektir.

2 Kalp gözü ile değil akıl gözüyle, çok kuvvetli delillere daya-

narak, Kur'anî bir tarzda, iman hakikatlerinin hakkaniyetini

zıtlarına ihtimal vermeyecek derecede güneş gibi izah ederek

iman hakikatlerini tasdik etmektir.

YANITLASİL

yuksel19 Kasım 2022 03:17
1) Betul, 2) Zehra, 3) Tâhire, 4) Mutahhare idi.

Hazret-i Fâtıma (R. anhâ) nın böyle çeşitli şekilde adlandırıl masının sebebi şudur: Kendisi aybaşı kanından ve doğurduğu zaman lohusalık kanından tertemizdi. Hiç bir zaman kan görmez ve hiç bi vakitte namazını, niyazını bırakmazdı. Namazı ve ibadeti bütün öm- rü boyunca devam etmiş olduğu için kendisi bu isimleri almıştı.

yuksel dedi ki...

ALTINOLUK SOHBETLERI-2

Cebrail aleyhisselâm cevaben:

- Onlara Allah dostlarının isimlerini yazdım. - Acaba benim ismim de yazılı mı?

- Hayır senin ismin yazılı değil.

İbrahim Ethem hazretleri üzüldü, hüzünlendi, kırık bir kalple tekrar dedi ki:

- Fakat onları seviyorum.

Cebrail aleyhisselâm bir müddet gåip olduktan sonra tekrar göründü ve dedi ki:

Rabbimden şimdi emir aldım. Senin ismini en başa yazdım.

Yunus Emre hazretleri buyurur:

Ben gelmedim dâuâ için, Benim işim sevi için, Dostun evi gönüllerdir, Gönüller yapmaya geldim.

Yine buyurur:

Yaratılmışı severiz, Yaratandan ötürü.

Bir da şöyle der:

Hakk'ı gerçek sevenlere, Cümle âlem kardeş gelir.

Yunus Emre, bir çok şiirlerinde Rasûl-i Ekrem sallalla hu aleyhi ve sellem Efendimizi, medh ü sena etmiştir. Bu onu ifade eder ki, onun görüşleri şeriata uygun olmalıdır

YANITLASİL

yuksel21 Kasım 2022 01:12
ALTINOLUK SOHBETLERI-2

Cebrail aleyhisselâm cevaben:

- Onlara Allah dostlarının isimlerini yazdım. - Acaba benim ismim de yazılı mı?

- Hayır senin ismin yazılı değil.

İbrahim Ethem hazretleri üzüldü, hüzünlendi, kırık bir kalple tekrar dedi ki:

- Fakat onları seviyorum.

Cebrail aleyhisselâm bir müddet gåip olduktan sonra tekrar göründü ve dedi ki:

Rabbimden şimdi emir aldım. Senin ismini en başa yazdım.

Yunus Emre hazretleri buyurur:

Ben gelmedim dâuâ için, Benim işim sevi için, Dostun evi gönüllerdir, Gönüller yapmaya geldim.

Yine buyurur:

Yaratılmışı severiz, Yaratandan ötürü.

Bir da şöyle der:

Hakk'ı gerçek sevenlere, Cümle âlem kardeş gelir.

Yunus Emre, bir çok şiirlerinde Rasûl-i Ekrem sallalla hu aleyhi ve sellem Efendimizi, medh ü sena etmiştir. Bu onu ifade eder ki, onun görüşleri şeriata uygun olmalıdır

yuksel dedi ki...

AŞK VE ALLAH İÇİN SEVMEK

2. Amellerini sırf Allah için yapmayı sevdiğini söyler, fa- kat insanların da kendisine tâzim etmesinden hoşlanır ise.

3. Allah Teâlâ'yı sevdiğini söyler, fakat nefsini terbiye etmez ise o kimse aldanmıştır.

Bir kâmil demiştir ki:

Arif olan mesrûr olur, Mesrûr olan âşık olur, Âşık olan mukarreb olur, Mukarreb olan vâsıl olur, Her murâdı hâsıl olur.

Bir kimseyi görmüşler ki, bin kamçı darp olundukta ne söyledi ne de âh eyledi. Bâdehu hapis olunduğunda ona de- mişler ki:

- Niçin darp olundun?

Cevâben demiş ki:

- Âşıkım, onun için darp olundum.

Demişler ki:

-Niçün sâkit oldun?

Cevâben demiş ki:

- Maşukum hazır olduğu için sükût ettim.

Demişler ki:

- Kadîm olan mâşuka ârif misin?

Hemen feryap, edip cansız düşmüştür. Aşıkın kolu kanadı aşktır. Mebdei, matlabı ve meâdı aş- ktır. Aşıkın nur-i dîdesi aşktır. Anın sürûru sînesi aşktır. Aşı-

yuksel dedi ki...

İnsanlığa Ölüm
Küresel çeteler, uzun zamandır insan nesliyle savaş halindedirler. Sanki kainatın sahibi onlar ve mahlukatın rızkını onlar veriyormuş gibi, insanların beslenmesini kendilerine görev addediyorlar. Diyorlar ki: “Bu yaşlı dünya sekiz milyar insanı besleyemez, insan nüfusunu beş yüz milyona düşürmeliyiz. Bu kararı aldıkları zamandan beri, insanları yok etmek için plan üstüne plan yapıyorlar. Bunun için devletleri, yasaları, ekonomiyi, tüm medya platformlarını ve hatta orduları dahi seferber etmiş durumdadırlar. Tüm bu planları da “insanlığı koruma” ambalajına sararak yutturuyorlar.


İnsan kıyımı için uygulanan ve dışarıya sızan ve bilinen yöntemlerin bir kısmı şimdilik şöyle sıralanabilir:

· Nüfus veya aile planlaması adı altında geliştirilen; hamileliği önleyici yöntemler.

· Kadın veya erkeği ameliyatlarla kısırlaştırma. Bu ameliyatları en lüks hastanelerde tüm masrafların batılı fondaş ülkeler ve şirketler tarafından sağlanması.

· Geçici veya kalıcı kısırlaştırma ilaçları. Bu ilaçların aile ve çocuk merkezleri vb. birçok yerlerde ücretsiz olarak dağıtılması. Hatta mahalle ve köylerde alımlı bayanlar tarafından kapı kapı dolaşarak ücretsiz dağıtılması.

· Sezeryanla doğum yapmayı özendirerek, doğumları sınırlandırma.

· Doğum sonrası annenin bünye zayıflığı veya herhangi bir hastalığını bahane ederek, aileyi kordon bağlamaya ikna etmeye çalışmalar.

· Kadınların evden dışarıya çıkarılması ve çalışmaya ikna edilmesi için planlar yapılması. Çünkü çalışan kadın çocuk yapamaz, yapsa da çocuğa bakamayacağı için sadece annelik duygusunu bastırmak için bir veya iki çocuk düşünebilir. Tabi eğer annelik duygusu kalmışsa…

yuksel dedi ki...

Tüm bunların uygulanması için; batılı ülkeler veya şirketlerden doktorlara gizli açık büyük fonlar aktarılması. İnsaflı olan doktorların dahi uygulanan mobbing ve baskılarla buna mecbur edilmesi.

· Sürgit devam eden savaşların da bir hedefi insan kıyımı yapmak suretiyle nüfusu azaltmaktır.

· Medeni beraberlik vb. isimler altında nikahsız beraberlikleri özendirmek ve bunu da özgürlük ve çağdaşlık olarak lanse etmek. Meşru evlilik ve aile olmayı ortadan kaldırmak için planlar yaparak çocuk yapmaları engellemek. Çünkü aile olmayınca çocuk, taraflara yük olacaktır.

· “İbahiye” yani sınırsız beraberlik olan LGBTİQ+ uygulamalarını dayatarak, iffeti, hayayı, ahlakı ve insanlığı yok etmeye çalışmak. Devletlerin siyasi, sosyal, hukuki, ekonomik ve hatta askeri güçlerini bu planın uygulanması için seferber etmek. Bunu kabul etmeyen ülkelere açık veya gizli ambargolar uygulamak ve her yöntemle savaş ilan etmek.

· Son derece geliştirilmiş laboratuvarlara; çeşitli virüsler ve hastalıkların üretilip yayılmasını organize ederek ölümleri çoğaltmak. Özellikle batıda %35’leri aşmış olan 65 yaş üstü yaşlıların budanması çok yönlü bir aciliyet arz ediyor. Yıllarca emeklilik maaşı alıp öylece devletlerin sırtında kambur olmaktadırlar. Tabi bu dediğimiz batı kültürüne göredir. İslam medeniyetinde piri fani yaşlılar ve masum çocuklar; rahmet ve merhamet vesilesidir.

· Medyanın tüm depertmanlarıyla bu için seferber edilmesi. Filmler, dizi filmler ve hatta 3-5 yaşındaki çocukların seyrettikleri çizgi filmlerde dahi başta LGBT olmak üzere nüfusu yok edecek konu ve yöntemlerin işlenmesi.

· Yıllardır pompalanan; “şu kadar yıl sonra su bitecek, petrol bitecek, gıda bitecek ve insanlar açlıktan ölecek” şeklinde servis edilen haber, makale, kitap, belgesel vb. tüm çalışmalar da hep buna matuf planlanan tuzaklardır. Küresel ısınma etrafında kopartılan abartılı fırtınalar da buna yöneliktir.

yuksel dedi ki...

DSÖ yani Dünya Sağlık Örgütü’nün bu vb. çalışmalar için tüm taşra ve merkezi kurumlarıyla bu işin hizmetine verilmesi. Bunun için bizim bilemeyeceğimiz kadar çok sayıda üniversiteler, ilaç şirketleri, hastaneler ve tıp merkezleri küresel çeteler tarafından ele geçirilmiş ve gece gündüz planlar kurmakta ve çalışmalar yapmaktadırlar.

· Buna bir de köpek seviciliğini ekleyelim. Dünyanın dört bir yanında savaşlar çıkararak, virüsler yayıp hastalık üreterek insan kıyımı yapanlar, “hayvan dostu” kesiliyorlar. Eğer bunlar canları gerçekten sevip koruyorlarsa, insanlarınki de can değil mi? Bir asırdır, biz kendimizi bileli, batılıların savaş ve katliamları devam ediyor. Ama bu çevreler tüm cepheleriyle “ÇOCUK YAPMA KÖPEK AL” reklamları yapıyorlar. Öyle ki, gecekondu kadınları ve çocukları bile, asgari ücretle çalışan ve evinin zorla geçindiren babalarını ve kocalarını köpek almaya zorlamaktadırlar. Artık gariban mahallelerde bile evlerin balkonlarından veya pencerelerinden köpek havlamaları yayılıyor. Böylece insandaki çocuk sevme duygusunun köpek seviciliğe tebdile edilmesi. Tabi bu da gizli bir nüfus azaltma planıdır. İşte kuduz tehlikesi ve her yıl köpek cinayetlerine kurban giden yüzlerce insana rağmen köpek besleme reklamları devam etmektedir. Subheneke... Bihamdike... Esteğfiruke... Muhammed Özkılınç

yuksel dedi ki...

579 milyon kişinin ölümü yeterince anlaşılamayabilir. Ama bu araştırmada ele alınan savaşların cereyan ettiği 0-1950 arasındaki dünya nüfusuyla, söz konusu ölü sayıları kıyaslanırsa ölümlerin sayı ve oran olarak ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılacaktır.

Sonuç olarak küresel propaganda gücünün ve yöntemlerinin insanları aldatma, gerçekleri çarpıtma, masumları cani, canileri ise masum gibi gösterme konusunda nasıl etkili olduğu bütün çıplaklığı ile ortada...

yuksel dedi ki...

Allah (z.c.hz.) fahişi de (haddini bilmiyen erkek) mutefahhişi de (haddini bilmeyen kadını) sevmez. Fuhuş ve tefahuş açık olmadan, komşular fenalaşmadan, hainler emin, eminler hain sayılmadan, akrabalık arasında soğukluk olmadan, kıyamet kopmaz.
Ravi: Hz. Ömer (r.a.)
Sayfa: 91 / No: 7
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

İyi insanı seccadelerden değil, doğru sözünden ve emanete ihanet etmemesinden tanırım.
H. Ali r. a.
Yeni Asya 2023
Takvimi
10 Şubat.
Cuma

yuksel dedi ki...

Türk milleti Kur'ân kuvvetiyle kominizme karşı durabilir.

Türk milleti uyanmalıdır. (T.H.) 141:Barla hayatı

Türk milliyeti İslâmiyetle mezcolmuş. (E.L.) 2:194.

(E.L.) 1:214.

Türk unsurunda kabil-i iltiyam olmayacak bir inşikak çıkacak. (M.) 425:29. Mektup, 7. kısım, 4. işâret

yuksel dedi ki...

KULLUK/Ibadetler

Kimin niyeti ahiret ise Allah onun işlerini derleyip toplar, yardımcısı olur. Ona gönül zenginliği ihsan eder. Dünyayı iste- mese de dünya ona gelir.

Kimin niyeti de dünya ise Allah onun işlerini darmadağın eder. Onun fakirliğini iki gözü arasına koyar. Dünyadan da onun için yazılandan başkası ona gelmez."

Bize orta namaz hakkında sordu. Orta namaz, öğle na- mazıdır.(2

59

Ameller Niyetlere Göredir

• Alkame b. Vakkâs'tan (ra) rivayetle:

[Alkame] Ömer b. el-Hattab'ın (ra) insanlara hutbe îrad ederken şöyle dediğini duymuştu: [Ömer dedi ki]: "Resûlul- lah'ın (sas) ise:

'Ameller niyetlere göredir. Kişiye ancak niyetinin karşılığı vardır. Kimin hicreti Allah'a ve Resûlü'ne ise onun hicreti Allah'a ve Resûlü'nedir. Kimin hicreti de dünyadan bir nasip almaya ya da bir kadın ile evlenmeye ise onun hicreti de bunlaradır.3 diye buyurduğunu duydum."

yuksel dedi ki...

Rakamlar çok fena! ABD çöküşe doğru gidiyor
Stratejik Düşünce Enstitüsü(SDE) Başkan Yardımcısı Alper Tan kaleme aldığı yazısında ABD'nin geldiği çöküş eşiğini, tecavüz vakalarını, dini olguların terk edilmeye başlanmasını, siyahilere uygulanan zulmü çok boyutlu değerlendirerek; "Halkı bu kadar bozulmuş ve yozlaşmış bir devletin bırakınız “en güçlü” olmayı “devlet” olarak varlığını sürdürebilmesi mümkün değildir" ifadelerini kullandı.

yuksel dedi ki...

CIHAD / Mücadele Ahlakı

Şüphe yok ki Allah (cc) tüm eksikliklerden münezzehtir

Hamd yalnızca O'nadır. O'ndan gaynı ilah yoktur. Allah en bü

yük, en yücedir. Tüm bu tesbihler salih ameldir. "1551

344

Yönetici Ayrılsa Dahi Sizler Kur'ân'dan Ayrılmayın

• Mu'âz b. Cebel'den (ra) rivayetle:

Resûlullah'ı (sas) şöyle buyururken işittim:

"Size verilen hediyeleri, hediye olarak kaldıkça alın. An- cak dinde rüşvete dönüştüğünde almayın sonra onu bırakamaz- sınız. Almamanız fakirliği ve muhtaçlığı size engeller.

Dikkat edin! Muhakkak ki İslâm değirmeni Siz de Kur'ân'ın döndüğü yerden dönün (ona göre hareket edin). Biliniz ki Kur'ân ve sultanlık birbirinden aynlacaktır. Ancak siz Kur'ân'dan ayrılmayın. Dikkat edin! Muhakkak ki başınız- da, lehinize hüküm vermeyip kendi lehlerine hüküm veren yö- neticiler olacak. Şayet onlara karşı çıkarsanız sizi öldürürler, itaat ederseniz sizi saptırırlar."

Bunun üzerine ashâb: "Ey Allah'ın Resûlü! O zaman gel- diğinde bizler ne yapalım?" dediler.

Resûlullah (sas) da:

"Meryem oğlu İsa'nın ashâbının yaptığı gibi yapın. Onlar ki testereyle biçildiler, çarmıha gerildiler. Allah'a (cc) itaat üzere ölmek, Allah'a (cc) isyan üzere yaşa-

maktan daha hayırlıdır" buyurdu. [56]
Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) in Hutbeleri
Cilt. 2.sy.110.

yuksel dedi ki...

Kur'an-ı Kerim'in İlâhî hakikatleri, beşeri, ebedi saadete, h sevkeden emir ve nehiyleri, her düşünen ferd ve cemiyeti te'air altina yordu. Itikadın ve ma'şerî vicdanın sevgi ve kabulü ile benimsenen d tâbirler, öz dilleri haline geliyordu. Birbirlerine evvelce yabancı ve man iken, İslâmiyetin verdiği nur ve şu'ûr ile yekevücud olan milyonlara insan, kolayca anlaşabiliyordu. Çünkü mukaddes kitabları bir, yazan bir, ibâdet dilleri bir, gayeleri birdi; kalbleri aynı heyecan ve hislerle pıyordu. Kur'ân-ı Kerîm'den ilhâm alınarak yazılan eserler, kitab ve tablar her kavim ve kabilece seviliyor, anlaşılıyordu. Bütün dini bir anlamasalar dahi, ma'nevî feyzi onlara huzur veriyordu. Allah rizza yol na öğrenmeği ibâdet bildiklerinden Kur'ân ve îman hakikatlerini ta en sevdikleri bir iş ve herkesin en mühim vazifesi idi; bu en büyük bir mas hariyyetti.. İslâmiyet milliyeti onları bir vücûd haline getirdiği gibi, d manları karşısında dâimâ uyanık bulunduruyordu. Yabancı fikirlerin t siri altında kalmadan, Cenab-ı Hakk'ın Kelâmını O'nun ebedi saadet ve adâlet müjdesini bütün cihana duyurmayı en şerefli bir vazife biliyor- lardı...
Osmanlıca Türkçe
Yeni Lügat
İslami ilmi Edebi Felsefi
Abdullah Yeğin
1978

yuksel dedi ki...

Sayfa Sıra Hadis-i Şerif Ravi
85 1 Çoğu sekir veren şeyin azından da nehyediyorum. Hz. Amr ibni Sa'd (r.a.)
85 2 Allah (z.c.hz.) bir şeyi bir kula takdir ettiğinde, onu çevirecek hiçbir şey yoktur. Hz. Muhallet ibni Ukbe (r.a.)
85 3 Allah (z.c.hz.) kullara nikmet (musibet) murad ettiğinde, çocuklar ölür, kadınlar doğurmaz ve içlerinde rahmete şayan bir kimse yoksa başlarına belâ gelir. Hz. Huzeyfe ibni Yemani (r.a.)
85 4 Allah (z.c.hz.) bir kulu helâk etmek murad ettiğinde, önce ondan "haya" alınır. O zaman o kimse buğza lâyık olarak Allah'ın huzuruna mülâki olduğunda kendisinden "emanet" alınır. Ve hain tanınır. Böyle olunca "Rahmetten tard" olunur. O zaman lânete lâyık hale gelmiş olur. Ve o zamanda "İslâm hırkası" üzerinden alınır. Hz. İbni Ömer (r.anhüma)
85 5 Allah (z.c.hz.) bir ev halkını sevdiğinde, aralarında mülâyemet kaim olur. Hz Cabir (r.a.)
85 6 Allah (z.c.hz.) bir kavmi sevdiğinde, onlara belâ musallat eder. Sabreden mükâfata nail olur, sızlanan da cezaya. Hz. Muhammed bin Lebid (r.a.)
85 7 Allah kulunu sevdiğinde, rızkını yetecek kadar verir. Hz. Ali (r.a.)
85 8 Allah bir kulu sevdiğinde, mescide kayyum eder. Sevmezse hamama hizmetçi eder. Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
85 9 Allah, bir kula hayır murad ettiğinde, onu müptelâ eder. Ve ona meşgul olacak mal ve evlâd bırakmaz. (Kendisi ile meşgul eder.) Hz. Utbe (r.a.)
85 10 Allah (z.c.hz.) bir Peygambere bir geçimlik verdiğinde ve onu da ahirete aldığında, bu geçimlik, onun yerine geçenindir

yuksel dedi ki...

halifenin). Hz. Ebû Bekir (r.a.)
85 11 Allah (z.c.hz.) kuluna bir nimet verdiğinde, o nimetin eserinin o kul üzerinde zahir olmasını sever. Hz. İmran ibni Hasin (r.a.)
85 12 Allah (z.c.hz.) hilâfet için kul yarattığında alnını mesh eder. Hz. Enes (r.a.)
85 13 Allah (z.c.hz.) bir ümmete gadab edip azab vermemiş ise, zahireleri pahalanır, ömürleri kısalır, tüccarları ticaret edemez, yağmurları azalır ve başlarına da şerirleri musallat olur. Hz. Ali (r.a.)
85 14 Allah (z.c.hz.) hilâfet için kul yarattığında nasiyesini (alnını) mesh eder ve onu sevmiyen göz olmaz. Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
85 15 Allah (z.c.hz.) ehli arza belâ verdiğinde, camileri ibadetle şenlendirenlere bunu uğratmaz. Hz. Enes (r.a.)
85 16 Allah (z.c.hz.) Bana bir horozdan bahsetmeme izin verdi. Ayakları arza batmış, boynu Arşı Alânın altında bükülmüş, O horoz diyor ki: "Seni tesbih ederim. Şanın ne büyüktür." Buna cevap verildi ki: "Allah'a yalan yere yemin edenler O'nun azametini bilemez." Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)

yuksel dedi ki...

Bir hadiste şöyle buyrulur: "Rabbim" miraç gecesi "bana sordu, fakat O'na cevap veremedim. Bunun üzerine keyfiyetsiz bir şekilde elini" yâni kudret elini, çünkü Allah uzvu olmaktan münez zehtir. “iki omuzumun arasına koydu. Elinin soğukluğunu hissettim. Bu esnâda beni öncekilerin ve sonrakilerin ilmine vâris kıldı. Bana türlü ilimler öğretti. Bunlardan bazılarını gizli tutmak konusunda benden söz aldı. Çünkü böyle bilgileri benden başkasının taşıyama- yacağını biliyordu. Bir ilim de öğretti ki başkalarına öğretip öğret memem konusunda beni muhayyer bıraktı. Bir ilim de öğretti ki onu da ümmetimin avâmına ve havâssına tebliğ etmemi emir buyurdu. O'nun ümmeti ise insanlar, cinlerdir. Nitekim İnsânü'l-uyûn'da böyle geçmektedir.
Ruhu'l Beyan
Kur'an Meali Ve Tefsiri
cilt. 9.
sy.10.

yuksel dedi ki...

TASAVVUF. İslâm’ın ilk dönemlerinde tasavvuf terimi bulunmamakla birlikte bizzat Hz. Peygamber ölçülü bir zühd hayatı yaşamış, çevresindekileri de bu hayata özendirmiştir. Ebû Hüreyre Hz. Peygamber’in arpa ekmeğiyle karnını doyurmadan bu dünyadan göçtüğünü söyler (Buhârî, “Eṭʿime”, 23; Müslim, “Zühd”, 22; Müsned, V, 253, 260, 267). Esasen dünyanın geçiciliği, asıl ve ebedî hayatın ölüm sonrasında başlayacağı şeklindeki İslâmî inancın mantıkî sonucu olarak bu hayatın fâni hazlarının ihtiyaçtan fazlasına önem vermek anlamsızdı. Kur’ân-ı Kerîm İslâm mücahidlerine fetihler sayesinde pek çok ganimet elde edeceklerini bildirmekteyse de (el-Feth 48/19-20), Allah nezdinde (âhirette) daha çok ganimet bulunduğunu hatırlatmaktadır (en-Nisâ 4/94). Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in, inanan ve hayırlı işler (a‘mâl-i sâliha) yapanların âhirette nâil olacakları mutluluk, kötülük işleyenlerin uğrayacakları bedbahtlık hakkındaki açıklamaları, müslümanlarda duyarlı bir dinî ve ahlâkî şuurun gelişmesine yol açtı. Bununla birlikte Resûlullah’ın irtihalinden sonra sahâbe ve Emevîler dönemlerinde baş gösteren iç savaşlar, siyasî gruplar arasındaki çekişmeler, bazı yöneticilerin haksız tasarrufları, Asr-ı saâdet’teki takvâ, zühd, tevekkül, kanaatkârlık, fedakârlık gibi ahlâkî erdemlere dayalı hayat anlayışının yerini servet, debdebe ve gösteriş tutkularının alması gibi olumsuz gelişmeler, başta Ebû Zer el-Gıfârî, Ebû Mûsâ el-Eş‘arî, Abdullah b. Mes‘ûd, Selmân-ı Fârisî, Huzeyfe b. Yemân ve Ebü’d-Derdâ gibi sahâbîler olmak üzere, zâhidâne bir ahlâka eğilimli olanlar arasında ciddi hoşnutsuzluklara yol açtı. İbn Haldûn zühde yönelmek, halktan uzak durmak ve ibadete ağırlık vermekle tanınan bu insanların II. yüzyıldan itibaren sûfiyye ve mutasavvıfe diye anılmaya başladığını söylüyorsa da (Muḳaddime, III, 1097-1098), II. yüzyıl sonlarından önce bu tabirlerin henüz kullanılmadığı bilinmektedir. Zühd kelimesi ise “dünyadan yüz çevirme” anlamında ve belli bir kesimin hayat üslûbunu ifade etmek üzere ilk defa Hasan-ı Basrî tarafından kullanıldı (Ali Sâmî en-Neşşâr, III, 62). Bu sebeple genellikle Hasan-ı Basrî tasavvufun kurucusu sayılır. Nitekim mevcut yönetimden, ahlâkî ve içtimaî durumdan memnun olmayan bu zâhidler onun çevresinde toplanmışlar; bunlara “zühd ve takvâlarından dolayı halktan ayrılanlar, makam ve servet gibi dünyevî ikballer karşısında zühdü seçenler” anlamında mu‘tezile denilmiştir (Kelâmî mezhep olarak ortaya çıkan Mu‘tezile ile karıştırılmamalıdır). Bunlar zühhâd, ubbâd, bekkâîn gibi değişik zümreler oluşturdular. Tasavvuf terimiyse muhtemelen II. yüzyıl sonlarında veya III. yüzyıl başında ortaya çıktı (Ali Sâmî en-Neşşâr, III, 30).

yuksel dedi ki...

Bundan sonraki gelişmeler genellikle iki koldan olmuştur. Bir kol dinî ve ahlâkî hükümleri tam bir bağlılıkla benimserken başka bir kol, bütün ahlâk kurallarını aşmadıkça, başka bir deyişle iyi ve kötü ikiliğini ortadan kaldırmadıkça tam tevhide ulaşılamayacağını ve gerçek sûfî olunamayacağını ileri sürmüştür. Genellikle “Sünnî tasavvuf” diye adlandırılan ilk anlayışta olanlar Hz. Peygamber’i en yüksek ahlâk örneği sayar ve onun ahlâkını en titiz bir şekilde uygulayanların sûfîler olduğunu belirtirler (Sühreverdî, s. 130, 149, 151). Ayrıca Sünnî tasavvuf kaynaklarında, başta Hulefâ-yi Râşidîn olmak üzere, çoğu ehl-i Suffe’den olan birçok sahâbî zühd ve tasavvuf yolunun öncüleri olarak gösterilir. Abdullah b. Mübârek’in Kitâbü’z-Zühd’ü, Muhâsibî’nin er-Riʿâye li-ḥuḳūḳıllâh’ı, Kelâbâzî’nin et-Taʿarruf li-meẕhebi ehli’t-taṣavvuf’u, Ebû Tâlib el-Mekkî’nin Ḳūtü’l-ḳulûb’u, Serrâc’ın el-Lümaʿı, Kuşeyrî’nin er-Risâle’si, Hücvîrî’nin Keşfü’l-maḥcûb’u, Gazzâlî’nin İḥyâʾı, Sühreverdî’nin ʿAvârifü’l-maʿârif’i gibi büyük ölçüde Ehl-i sünnet çizgisini takip eden eserlerde bir yandan “kalbin amelleri” (a‘mâlü’l-kalb) denilen takvâ, vera‘, niyet, ihlâs gibi dinî ahlâkî erdemlerin önemi üzerinde ısrarla durulmuş, bu erdemleri ihmal ettikleri gerekçesiyle fukaha ve kelâmcılar gibi “zâhir âlimleri” şiddetle eleştirilmiş, diğer yandan tasavvuf, dervişlik, melâmet gibi kisveler altında din ve ahlâk kanunlarıyla bunların uygulamalarını (a‘mâl-i cevârih) hafife alan sözde sûfîlere de (müstasvife) ağır tenkitler yöneltilmiştir.

yuksel dedi ki...

Hemen bütün Sünnî mutasavvıflar, tasavvufî hayatta ibadet ve zikir gibi taabbüdî faaliyetler kadar ahlâkî faaliyet ve faziletlerin de önemli olduğunu belirtmişlerdir. Birçok mutasavvıf, daha tasavvuf teriminin tarifinde onun ahlâkla ilişkisini göstermişlerdir. Nitekim Ebü’l-Hasan en-Nûrî’ye göre, “tasavvuf ne birtakım merasimler ne de bir bilgi yığınıdır; aksine tasavvuf yalnızca ahlâktır.” Aynı sûfî tasavvufun hürriyet, fütüvvet, dünya gailelerinden sıyrılmak ve cömertlik erdemlerinden ibaret olduğunu belirtmiştir. Tasavvufu kısaca “hüsnü’l-hulk” veya “el-ahlâku’r-radıyye” şeklinde tarif edenler de olmuştur (Hücvîrî, I, 237-239; Herevî, s. 23). Hasan-ı Basrî, takvâ ehlinin doğru sözlülük, ahde bağlılık, sıla-i rahim, yoksullara merhamet, gurur ve kibirden arınmışlık, insanlarla iyi geçinme, güzel huy gibi ahlâkî faziletlerle tanınabileceğini belirtmiştir (Ebû Nuaym, II, 143). Sünnî tasavvuf literatürünün en gelişmiş örneklerinden olan Sühreverdî’nin ʿAvârifü’l-maʿârif’inde de (s. 151) sûfîlerin başlıca ahlâkî erdemleri tamamen geleneksel İslâm ahlâkı ölçüleri içinde sıralanmıştır.

Bütün büyük sûfîler tasavvufun bir hal ve bir yaşama tarzı olduğunu belirtirler. Buna göre tasavvuf büyük ölçüde sûfînin mistik tecrübelerinden ibarettir; dolayısıyla hem düşünce hem de davranış olarak sübjektif bir alandır. Bu durumun ahlâk bakımından önemi, böyle bir alanda mutlak ve genel geçerliliği olan bir ahlâk ilmi kurmanın güçlüğüdür. Bu güçlüğün bir sonucu olarak, Sünnî ilkelere son derece bağlı ilk dönem zühd ahlâkından başlamak üzere, bütünüyle ahlâkın inkârına ve yaygın ahlâk kurallarıyla alay etmeye kadar varan değişik tasavvufî akımlar doğmuştur. Hatta mutedil bir mutasavvıfın ahlâk anlayışında bile bazı tutarsızlıklar görülür. Bu durum, tasavvuf ahlâkıyla ilgili başlıca kavramların izahından da kolaylıkla anlaşılabilir. Şöyle ki, bütün mutasavvıflar başlangıçta Kur’an ve Sünnet’ten kaynaklanan bir yaklaşımla zühd, takvâ, fakr, tevekkül, rızâ gibi ilkeleri (makamlar) benimseyerek dünyevî nimet ve imkânlar karşısında ihtiyatlı bir tavır takınmışlardır. Ancak Kur’an ve Sünnet, dünyevî imkânlara esir olmak yerine bunları belirlenmiş prensipler çerçevesinde Allah rızâsı ve insanların mutluluğu için kullanmayı öngörürken, bu müsbet yaklaşım tasavvuf ahlâkında giderek, dünyaya bağlılığın ruhun alçalmasına yol açtığı, şu halde ebedî kurtuluş için bu bağları koparmak, kısaca “ölmeden önce ölmek” gerektiği şeklinde olumsuz bir anlayışa dönüştürüldü. Hz. Peygamber’in konuyla ilgili açık tavrına ve uyarılarına rağmen (Buhârî, “Zekât”, 30, “Ṣavm”, 54, 55, “Edeb”, 33; Müslim, “Zekât”, 54, “Ṣıyâm”, 182, 192; Tirmizî, “Ḳıyâmet”, 60), tevekküldeki “tevessül” ve “tesebbüb” unsurları kaldırılarak tevekkül “terk”ten ibaret sayıldı. Bu anlayışa göre sûfî “ânı değerlendiren (ibnülvakt) kişidir; yarın kaygısı taşıyanın kalbinde hikmet bulunmaz” (Muhibbî, III, 148). Hücvîrî dünya külfetlerine katlanmayı (tekellüf) ve sebeplere başvurmayı ahlâka aykırı görür (Keşfü’l-maḥcûb, I, 237).

yuksel dedi ki...

Bütün tasavvufî eğilimler, bu hayatın dışında gördükleri müslümanları zâhir ehli, rüsûm ehli veya avam saymışlar, farklı ölçülerde de olsa, kendilerine (havas) yabancı ve kötülük çevresi kabul ettikleri kitlelerden ya tamamen veya belli bir süre, ya da hiç olmazsa kalben uzak kalmayı (uzlet, inzivâ) tercih etmişlerdir. Nitekim Serrâc, nefislerini terbiye etmek ve yüksek mertebeler kazanmak gayesiyle dağlara, mağaralara, kırlara veya çöllere çekilenler olduğunu kaydetmiş ve bunları eleştirmiştir (el-Lümaʿ, s. 527-529). Birçok tasavvufî kaynakta, “Kişi köpeklerin inlerinde yaşamadıkça sıddîklar mertebesine ulaşamaz” dediği rivayet edilen (Ebû Nuaym, II, 359) Mâlik b. Dinâr’ın toplumdan uzaklaşarak köpeklerle haşır neşir olmasından hayranlıkla söz edilir. Hücvîrî bile, “Tasavvuf halktan uzak olmaktır” der (Keşfü’l-maḥcûb, I, 233). Özellikle servet ve mevki sahiplerinden uzak durmak, tasavvuf ahlâkının başta gelen kurallarındandır. Fudayl b. İyâz, devlet adamlarıyla yakınlık kurmaktan kaçınan kişinin gecesini namazla, gündüzünü oruçla geçiren, hac ve umre yapan, Allah yolunda savaşan, bunun yanında devlet ricâliyle de konuşan kişiden daha erdemli olduğunu söylemiştir (Ebû Nuaym, VIII, 98). Şakīk-ı Belhî ise zenginden bir şeyler beklemeyi “Allah’tan başka tanrılar edinmek”ten farksız görmüştür (Sülemî, s. 65). Aynı şekilde, evlenme konusunda da tasavvufî anlayışlar, değişik ölçülerde de olsa, Peygamber’in sünnetinden farklılıklar göstermektedir. Hz. Peygamber ilke olarak ruhbanlık hayatını reddettiği (Dârimî, “Nikâḥ”, 3; Müsned, VI, 226), evlenmenin önemini açıkladığı ve teşvik ettiği halde (Buhârî, “Nikâḥ”, 1; Tirmizî, “Nikâḥ”, 1; İbn Mâce, “Nikâḥ”, 1; Müsned, V, 163, 421), Ebû Süleyman ed-Dârânî, Bişr el-Hâfî, Mâlik b. Dinâr gibi bazı sûfîler zühd hayatı, ahlâk ve dinin selâmeti için bekâr yaşamayı gerekli görmüşlerdir. Bunlardan sonuncusu kendisine, “Evlenmeyecek misin?” diye soranlara, “Elimden gelse nefsimi de boşayacağım” cevabını vermiştir (Ebû Nuaym, II, 365). Hücvîrî gibi mutedil bir mutasavvıf bile tasavvuf yolunun esasının bekâr yaşamak olduğunu söyler (Keşfü’l-maḥcûb, II, 611). Bununla birlikte gerek bu müellif gerekse başka birçok Sünnî mutasavvıf, evlenmenin Peygamber tavsiyesi olduğunu göz önüne alarak insanın kendi dinî ve ahlâkî hayatı açısından evliliğin muhtemel fayda ve zararlarına göre karar vermesinin uygun olacağını belirtmişlerdir. Ayrıca tasavvufun tamamen inzivâ hayatı olduğunu düşünmek yanlış olur. Nitekim birçok tasavvufî kaynakta toplum içinde yaşayarak insanların ıslahı için çaba göstermenin önemi üzerinde durulmuş, “âdâbü’s-suhbe”, “âdâbü’l-uhuvve” gibi başlıklar altında sosyal hayatın gerektirdiği ahlâk ve muaşeret kuralları, haklar ve sorumluluklar işlenmiştir.

yuksel dedi ki...

Hücvîrî’nin de kaydettiği gibi (Keşfü’l-maḥcûb, II, 427), tasavvufun ileri gelenlerine göre hem dinin hem de aklın reddettiği bütün kötü huyların ve çirkin davranışların kaynağı nefistir. Tasavvuf ahlâkında çoğunlukla insanın mânevî benliğinin yüksek tarafını temsil eden ruh meleğe, nefis ise şeytana benzetilir. Bu yüzden ahlâkî fenalıklar ancak riyâzet ve mücâhedeye koyularak nefsin kötü eğilimlerini kırmak ve onu kötü huylardan arındırmak suretiyle önlenebilir. Gazzâlî, “İnsan ihtiraslarıyla savaşır, nefsini bunların baskısından korur ve bu suretle meleklerin ahlâkına benzer huylar kazanırsa kalbi meleklerin evi haline gelir” demektedir (İḥyâʾ, III, 27). Hücvîrî de nefsin isteklerine karşı koymayı bütün ibadetlerin başı ve ahlâkî çabaların en değerlisi saymıştır (Keşfü’l-maḥcûb, II, 427).

Tasavvuf ahlâkında nefse karşı verilmesi öngörülen bu savaş, bir nevi iradeyi hür kılma, insanın ahlâkî mükemmelliğe ulaşmasını ve Allah’a yakınlaşmasını önleyen bedenî ve dünyevî tutkuların bağımlılığından kurtulma mücadelesidir. Bu açıdan tasavvuf ahlâkında hürriyetin büyük bir değeri vardır. Mutasavvıflar, insanın şuurunu meşgul eden Allah’tan başka her şeyin hürriyeti kısıtladığı ilkesinden hareketle cennet nimetlerini arzulamayı bile gerçek hürriyete aykırı görmüşlerdir (Kuşeyrî, s. 365). Kuşeyrî’ye göre hürriyet, kulun üzerinde Allah’tan başka hiçbir şeyin etkili olmamasıdır. Gerçek hürriyet tam kulluktadır (a.g.e., s. 364-365). İbrâhim b. Edhem ise hürriyeti, ölmeden önce dünyadan çıkmak şeklinde açıklamıştır (a.g.e., s. 366). Tasavvufî kaynaklar, büyük sûfîlerin böyle bir hürriyete kavuşmak için verdikleri mücadeleleri anlatan hâtıra ve menkıbelerle doludur. Esasen tasavvuftaki “fakr makamı” hürriyeti de kapsar. Çünkü fakr, insanın hiçbir şeye sahip olmamasından öte, hiçbir şeyin insana sahip olamaması demektir (Sülemî, s. 215). Buna göre hürriyet, felsefe ve kelâmda ele alındığı şekliyle ahlâkın hareket noktası değil gayesidir. Bu sebeple hürriyet ulaşılması zor bir makamdır. Tasavvufî sülûkün başlangıcında irade varsa da hürriyet yoktur. Mürid, mürşidin delâletiyle seyrüsülûk sırasında verdiği şiddetli bir mücadele sayesinde dünya ve nefis bağlarından kurtularak hürriyetini kazanır. Felsefe teorik, tasavvuf pratiktir; bu yüzden filozof akıl ile, sûfî irade ile yol alır ve sonunda hem mârifete hem de hürriyete ulaşır. Şu var ki, tasavvufî anlayışa göre insanın iradesi daima Allah’ın iradesine bağımlıdır. Hatta bu açıdan sûfînin kendi iradesinden söz etmesi bile tasavvufî edeple bağdaşmaz. Hücvîrî, “Tevhid ehli sözüyle cebrî, ameliyle kaderî (hürriyetçi) olandır” derken bu ikilemi anlatmak istemiştir (Keşfü’l-maḥcûb, I, 211).

yuksel dedi ki...

Gerek tasavvufta hâkim olan cebir anlayışı, gerekse şeriat ve zâhirin yanında varlığı benimsenen hakikat ve bâtın anlayışı, hiçbir zaman gerçek sûfîleri ahlâkî ve dinî gevşekliğe sürüklememiş, aksine bunlar dinin farz kıldıkları yanında gönüllü ibadet ve iyilik yapmaya da büyük önem vermişlerdir. Hücvîrî’nin de belirttiği gibi, bu zümreye göre bir kimsenin malını sayıp dökerek 200 dirheme 5 dirhem hesabıyla zekât vermesi cömertlik değildir; asıl cömert, elinde ne varsa Allah yolunda harcadığı için zekât vermesine gerek kalmayan sûfîdir (Keşfü’l-maḥcûb, II, 537). Hakikat ve bâtın, gerçek sûfî için ibadet ve başka iyiliklerde gözetilmesi gereken ahlâkî özdür. Bu sebeple başlıca tasavvufî kaynaklarda ibadetlerin zâhirî veya fıkhî şart ve rükünleri yanında niyet, ihlâs, huşû, takvâ gibi “a‘mâlü’l-kalb”e ve ibadetlerin ahlâk üzerinde göstermesi beklenen müsbet tesirlere de geniş yer verilmiştir.

Bununla birlikte Hallâc’ın vahdet-i vücûdu, Bâyezîd-i Bistâmî’nin sekri, Ebû Saîd el-Harrâz’ın fenâsı, Hamdûn el-Kassâr’ın melâmeti, İbn Hafîf’in gaybeti gibi zamanla tasavvuf felsefesinde büyük ilgi gören kavramlar, bilhassa İbnü’l-Arabî’nin geliştirdiği, Sadreddin Konevî, Celâleddîn-i Rûmî gibi vahdet-i vücûdcu sûfîlerin devam ettirdiği felsefeleşmiş tasavvuf üzerinde yapılan yorumlar ve uygulamalar içinde şeriat ve ahlâk ilkeleriyle bağdaştırılması imkânsız ve bir ahlâk anarşisine götürebilecek taşkınlıkların bulunduğu da bir gerçektir. İbn Teymiyye, İbnü’l-Cevzî gibi selefîlerin şiddetli tenkitlerine rağmen, eski Türk ve İran inanç ve gelenekleri, ayrıca gulât-ı Şîa’nın da etkisiyle tasavvuf adına yapılan taşkınlıklar ve ahlâkî kayıtsızlıklar, İbnü’l-Arabî’den beri varlığını hissettiren, Fazlullah el-Hurûfî el-Esterâbâdî ile yeni bir tasavvufî akım halini alan Hurûfîlik ve bu akımın tesiriyle Râfizî-Bâtınî bir mahiyet kazanan Bektaşîlik başta olmak üzere Babaîlik, Kalenderîlik, Haydarîlik, Abdallık gibi cereyanlar hem edebî alanda hem de pratik hayatta itikad bakımından hulûl ve ittihadı, ahlâk bakımından da sözde melâmet ve İbâhîliği yaşattılar. Ancak bunlardan yalnızca Bektaşîlik geniş ölçüde ve uzun süre etkili olmuş, diğerleri ise hiçbir zaman Sünnî ilkelere bağlı tarikatların sahip olduğu seviyede güç ve tesire ulaşamamışlardır (ayrıca bk. TARİKAT; TASAVVUF).

yuksel dedi ki...

Ebû Nuaym, Ḥilye, II, 143, 359, 365; VIII, 98.

Kuşeyrî, Risâle (Uludağ), s. 102, 121, 180, 234-243, 252-257, 279-283, 364-365, 366, 404-411, 475.

Hücvîrî, Keşfü’l-maḥcûb (trc. İs‘âd Abdülhâdî Kındîl), Beyrut 1980, I, 211, 212, 233, 237-239, 253, 275-290, 317, 334, 363, 365; II, 427, 537, 557, 661.

Cüveynî, el-İrşâd (Temîm), s. 203-205.

a.mlf., el-ʿAḳīdetü’n-Niẓâmiyye (nşr. Ahmed Hicâzî es-Sekkā), Kahire 1398/1978, s. 26-27, 43-46, 49-50.

Herevî, Menâzil, s. 23, 51.

Zevzenî, Şerḥu’l-Muʿallaḳāt, Beyrut, ts. (Mektebetü dâri’l-beyân), s. 82, 115, 178.

Gazzâlî, İḥyâʾ, III, 27, 55, 75, 135-152; IV, 5-7, 190, 206, 247-248, 254-259, 264, 286-287.

a.mlf., el-Müstaṣfâ, I, 48-50.

Şehristânî, el-Milel (Kîlânî), I, 98-99.

a.mlf., Nihâyetü’l-iḳdâm, s. 397-398.

Abdülkādir-i Geylânî, el-Fetḥu’r-rabbânî, Beyrut 1983, s. 193.

İbnü’l-Cevzî, Telbîsü İblîs, s. 151, 175, 206, 278-281, 287-288, 363-369.

a.mlf., Ṣıfatü’ṣ-ṣafve, IV, 109, 113, 159.

Fahreddin er-Râzî, Şerḥu esmâʾillâhi’l-ḥüsnâ, Beyrut 1404/1984, s. 250.

Âmidî, Ġāyetü’l-merâm, s. 206-207.

Sühreverdî, ʿAvârifü’l-maʿârif, Beyrut, ts. (Dârü’l-ma‘rife), s. 130, 149, 151.

İbnü’l-Arabî, el-Fütûḥât, III, 88-89, 93-96; IV, 58-62, 293, 296-297, 301-308; V, 449-452; VI, 262-264; VIII, 318-319.

İbn Teymiyye, Minhâcü’s-sünne, Kahire 1321, III, 23-25.

a.mlf., Mecmûʿatü’r-resâʾil, I, 83-85, 92-97.

İbn Haldûn, Muḳaddime, III, 1097-1098.

Muhibbî, Ḫulâṣatü’l-es̱er, III, 148.

Harîrîzâde, Tibyân, I, vr. 129a-b.

I. Goldziher, Le dogme et la loi de l’Islam (trc. Félix Arin), Paris 1920, s. 4, 11, 125-126, 138-139, 144.

R. A. Nicholson, Fi’t-Taṣavvufi’l-İslâmî ve târîḫih (trc. Ebü’l-Alâ Afîfî), İskenderiye 1946, s. 21-26, 31, 35, 77-79, 100-101, 156.

G.-H. Bousquet, La Morale de l’Islam, Paris 1953, s. 11, 13, 15, 24-25.

D. M. Donaldson, Studies in Muslim Ethics, London 1953, s. 14-21, 79, 83, 198-212.

G. F. Hourani, Islamic Rationalism: The Ethics of ʿAbd al-Jabbār, London 1971, s. 8-14.

Ali Sâmî en-Neşşâr, Neşʾetü’l-fikri’l-felsefî fi’l-İslâm, Kahire 1977-78, I, 317-327, 343-344, 432-436; III, 30, 62, 141, 167-168, 286-288, 310, 326, 342.

Abdurrahman Bedevî, Târîḫu’t-taṣavvufi’l-İslâmî, Küveyt 1978, s. 198, 272.

a.mlf., Meẕâhibü’l-İslâmiyyîn, Beyrut 1983, I, 139-140, 169, 370-371, 456-472, 555-564, 614-620, 339-774.

M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar (haz. Orhan F. Köprülü), Ankara 1981, s. 207, 210-213, 337.

W. Montgomery Watt, İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri (trc. E. Ruhi Fığlalı), Ankara 1981, s. 169-171, 295-304, 392-393.

Kâmil Mustafa eş-Şeybî, eṣ-Ṣıla beyne’t-taṣavvuf ve’t-teşeyyuʿ, Beyrut 1982, II, 155-156, 158-160, 206, 231, 239, 334.

Ahmed Mahmûd Subhî, el-Felsefetü’l-aḫlâḳıyye fi’l-fikri’l-İslâmî, Kahire 1983, s. 54-55, 90-93, 128 vd., 162-178, 200-204, 209, 214, 232-241.

yuksel dedi ki...

Rabbim bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için cesaret,
değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek için sabır, ikisi arasındaki farkı bilmem için akıl ver.

yuksel dedi ki...



Muhakkak ki Allah (herhangi bir y seye vermiş olduğu) sözü bozmaz Shirl) buyurmaktadır.

18) Bu ism-i şerif surf kemali isimlerdend her kim bunu zikretmeyi kendine yad edimus Allah-u Teâlâ onun zâburini ve bât ve içini) güzelleştirir, onu bol mikla rukia nir ve düşmanlarını ondan defeder

BUISM-1 SE

19) Bu ism-i şerife "Bütün isimlerin manas ni toplayan isim" denir. Bu ism-i şerîfizikretmek ve faydalarını müşâhede etmek ismi Abdulah

olanlara çok uygun olur.

20) Arkadaşından beklentisi olan kişinin is misk ve safran

yuksel dedi ki...

Muhakkak ki Allah (herhangi bir kimseye vermiş olduğu) sözü bozmaz buyurmaktadır.

yuksel dedi ki...

Peygamberlik derecesine en yakın olan ehli Cihad ile ehli ilimdir. Zira cihad ehli ve ehli ilim Peygamberlerin getirdiği esas üzerine cihad eder ve insanlara yol gösterirler.
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
Sayfa: 79 / No: 5
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Rumlara ait Konstantiniyye (Roma) tesbihle ve tekbirle müslümanlarca feth edilmedikçe kıyamet kopmaz (Yetmiş bin Şamlı bunu yapacak)
Ravi: . Hz Abr İbni Avf r.a
Sayfa: 478 / No: 5
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Çok kaygı çekme, mukadder olan olur ve takdir olunan rızkın da sana gelir.
Ravi: Hz. İbni Mes'ud (r.anhüma)
Sayfa: 478 / No: 13
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Hangi altın ve gümüş ki, çıkınlanıp saklandı ise, bu Allah yolunda harcanıncaya kadar, sahibi için ateştir.
Ravi: Hz. Ebû Zerr (r.a.)
Sayfa: 179 / No: 6
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

SERH-1 DELAILUL HAYRAT VE SEVARIKIL-ENVAR Benim slalerle görüşüp konuştuğum için o bizimle görüşmez

O mutlaka bulunmalıdır! diye israr edince Şeyhül Islam: Padigahim, dedi. Mühlet ver, halktan ayrılarak Zühdü Tak vidmar geçiren alimler, fasiller, olgun kimseler, şeyhler ve mu hakkikin ile bu işin içyürünü araştırayım! Onu bulurlarsa onlar bu

Halife bu isteği kabul edip, ona istediği izni verdi. Şeyhül Islam

da araştırmasına, soruşturmasına başladı. Dini amellerle vaktini ge pem Alimlerden birisi bu işi işitti. Kendisi çok fakirdi. Hatta kimi günler aç kalırdı. Çaresizlik içinde olduğundan Şeyhül Islam'ın ya a gold -Hadir (Har) Aleyhisselâmı aramışsınız, dedi. Şeyhül lalam

Evet! dedi.

O halde bent padişaha götürün, Hızır'ı ben bulurum. Şeyhül Islam da bu fakir bilgini yanına aldı. Halifeye götürdü: Efendimiz, bu bilginimiz Hızır (A.S.) 1 bulacaktır! dedi.

Padişah sordu:

By efendi, Hinr (A.S.) ne zaman bana getireceksin?

Thtiyar adam:

Padişahım, bu iş için mühlte vermeniz gerektir! Bana kırk gün mühlet veriniz. Yiyeceklerimi emredin. Öyle ki hiçbir şeye muh- taç olmayayım. Her şeyden el çekeyim, tam bir yürek bağlılığı ile badet edeyim. Ümid edilir ki onu size getirebilirim! dedi.

Halife, kendi yediği en güzel yemeklerden, o fakir bilgine ver- dirdi, in'am ve ihsanlarda bulundu. Kirk gün de mühlet verdi. İhti- yar Alim de evine geldi. Az sonra yiyecekleri de evine gönderildi. Ka-

- Bunlar nedir? diye sordu.

htiyar adam, olanı biteni kendisine anlattı. Karısı: Ya sen Hızır (A.S.) tanır mısın? diye sordu.

-Onu ömrümde görmedim diye cevap verdi. Karısı: -Ya kark gün sonra Padişaha kimi götüreceksin? diye sordu.

O da:

-Sıkıntı ve çaresizlik içindeydim. Bir suçtur işledim, şimdi piş- man oldum ama, ne fayda bunun ilacı yok karıcığım, dedi. Kirk gün tamamlanınca Padişahın adamları geldi:

yuksel dedi ki...

KARA DAVUD EFENDI SERBI

Çocuk bunları söyler söylemez gözden kayboldu. Padigah gu çocuğu bulun dediyse de aradilar, bulamalar Vine ih tiyara çocuğu sordular. O da

Evvelce hiç gördüğüm yoktu. Burada gördüm diye cevap ver d. Padişah onun geçim nafakasını kesmedi. Büreats verilmesini ems retti.

Hizir (A.8.) in diriliğinin sebebi hakkında şöyle denilir Hızır (A.B.), Iskender-1 Zülkarneyn dki boynustu İskender) lle karanlıklar ülkesine Hayat Buyu'nu bulmak için gittikleri zaman Iskender ona ileri gitmeyi emretti. Hizir (A.B.) ileri gitti. Hayat Bu vunu buldu. Boy abdesti aldı, yıkandı. O sudan lett. Ve Hak Teala' ya şükretti. Namaz kıldı, hamdü senada bulundu. O sudan tetigin den ötürü hayatı Kiyamet'e kadar uzatıldı. Boy abdesti aldigi lein de vücudu devamlı olarak sağlık ve Afiyette kaldı. Iskender de on dan sonra Hayat suyunda yıkanmak istedi ise de yolu bulamadı. Bu- yu bulamadı. Geri döndü.

Fakat birçok din bilginleri onun yaşadığma Laanmışlardır. Ki-

mileri:

وَمَا جَعَلْنَا لِبَشَرِ مِنْ قَبْلِكَ الْخُلد

Vemâ cealná libeşerin min kablikel hulde. (Enbiya süresi, âyet: 34)

(Biz senden önce de hiçbir insana ebedi, daimi bir hayat verme dik.)

âyet-i kerimesinin delâletiyle:

Öldü! demişlerdir. Fakat müfessirler (kl Allah cümlesine rah

met ihsan eylesin) böyle diyenlere şöyle cevap vermişlerdir: Enbiya-yı Zişan (A.S.) dan dört peygamber diridir. İkisi gök- lerdedir ki birisi İDRİS (A.S.), birisi de ISA (A.S.) dir. İkisi de yer- dedir ki biri İlyas (A.S.) ile ötekisi Hızır (A.S.) dır. İşte bu dördü yaşamaktadır! dediler.

Birçok Muhakkıkin uleması Hazret-i Hızır'ın diriliğine inanmış- lardır. Hatta İmam-ı Şafii (Allah rahmet eylesin) Um adındaki ki- tabında şöyle der:

-Hazret-i Resûl-i Ekrem ve Nebi-yi Mufahhan (S.A.V.) in Ehl-i

Beyti'ne şu sözlerle başsağlığı dilemişti:

yuksel dedi ki...

iyi kimisi de kötü bu tipler kim olduklarından daha zi- yade iddiaları ve duruşları ile nazara verilir. Ya iyiliğin ya da kötülüğün mihveri bu tipler insanlığın önüne kıyamete kadar konulmuş örneklerdir. İnsanlık nasıl olunması ya da olunmaması gerektiğini onlara baka- rak anlayacaktır.

Müfsid kötü örneklerden bir tanesidir. Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak için çalışan bu tipin belli baş- lı üç özelliği vardır: Güzel konuşur, hitabet ve mantığıyla kendisine hay-

ran bırakır.

Ekini helâk eder. Nesli helâk eder.

Günümüzde ifsad şebekesi olarak çalışanların da birinci özelliği propaganda yolu ile kitleleri ikna kabi- liyetidir. Böylece insanları istedikleri yöne sevk eder ve bozgun üzerine kurulu düzenlerini devam ettirir- ler. İletişim araçları ellerindedir. Zalimi mazlum, maz- lumu zalim göstermekte üzerlerine yoktur. Kötü ola- nı baş tacı yapmak, iyi olanı itibarsızlaştırmak en iyi bildikleri iştir.

Müfsidlerin ikinci özelliği ekini helâk etmeleri, ya- ni ekonomiyi bir sömürü düzenine çevirmeleridir. Faiz temelli bir sistem ile paradan para kazanır, gelir dağı- limını bozar, zengin ile fakirin arasını açarlar. Ölçüsüz tüketimi teşvik eder, Allah'ın yasak ettiği her türden ticareti meşrulaştırır ve en kötüsü insanı ve ilişkileri metalaştırarak her şeyin maddi olana irca edildiği ma- teryalist bir hayat tarzını hâkim kılarlar.

Müfsidler nesli de helâk ederler. Mukaddesi olma- yan, Allahsız bir eğitimden başkasına geçit vermez, ta-iyi kimisi de kötü bu tipler kim olduklarından daha zi- yade iddiaları ve duruşları ile nazara verilir. Ya iyiliğin ya da kötülüğün mihveri bu tipler insanlığın önüne kıyamete kadar konulmuş örneklerdir. İnsanlık nasıl olunması ya da olunmaması gerektiğini onlara baka- rak anlayacaktır.

Müfsid kötü örneklerden bir tanesidir. Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak için çalışan bu tipin belli baş- lı üç özelliği vardır: Güzel konuşur, hitabet ve mantığıyla kendisine hay-

ran bırakır.

Ekini helâk eder. Nesli helâk eder.

Günümüzde ifsad şebekesi olarak çalışanların da birinci özelliği propaganda yolu ile kitleleri ikna kabi- liyetidir. Böylece insanları istedikleri yöne sevk eder ve bozgun üzerine kurulu düzenlerini devam ettirir- ler. İletişim araçları ellerindedir. Zalimi mazlum, maz- lumu zalim göstermekte üzerlerine yoktur. Kötü ola- nı baş tacı yapmak, iyi olanı itibarsızlaştırmak en iyi bildikleri iştir.

Müfsidlerin ikinci özelliği ekini helâk etmeleri, ya- ni ekonomiyi bir sömürü düzenine çevirmeleridir. Faiz temelli bir sistem ile paradan para kazanır, gelir dağı- limını bozar, zengin ile fakirin arasını açarlar. Ölçüsüz tüketimi teşvik eder, Allah'ın yasak ettiği her türden ticareti meşrulaştırır ve en kötüsü insanı ve ilişkileri metalaştırarak her şeyin maddi olana irca edildiği ma- teryalist bir hayat tarzını hâkim kılarlar.

Müfsidler nesli de helâk ederler. Mukaddesi olma- yan, Allahsız bir eğitimden başkasına geçit vermez, ta-

yuksel dedi ki...

vak dar görüşlü bazı kimseler tek bu hususu quan evanne oralara veriyorlar. Boyle yeligan geogen sand imtiyaz bir zümreden olduidan, kanaaline sahib olan dükleri zaman baik seviyesine inip onlara dites ecemwana nagamıyorlar sexemiyorlar ve sevilemiyasian Hail man Gazali hazrelien bu görüşün tersine olarak gun all a başlayınca ilk sözü Allah olmalidin Bunu gocuga sus si melidir. Çocuğu süsiü elbiseler giymeye, a year algum malidir. Sonra bunlardan, aynimas Omrinu, boyaca quim sarfeder Çok yemeyi de gözünde ayib göstermet hul an sirf ekmek yedirmeli. Haltà opian terbiye bakumungan 120 guns lere alışan çocuklarla görüştürmemelidir, bayragas Prol. Dr. Ayhan Songar Beyelerdi diyor k

Imam-Halib çıkışlı kaç tane hekimin intisas, apgaisme mini yaptım ve profesorick Prilerinde bulundu Burge bir geçence buigugu bir cerani melela alm pinda haklı bir şöhrete kavuşdu.

Bugün hayatını yeniden yaşasa idim, ise tahsilli Imanes tip okulunda yapar, çocuğumu şerefie, iniharia a okula gönder dim.

Bu okullar çocuklarımıza din ağıllı genel sa tahsil vermek dedirler. Ve geçdiğimiz yıllar göstermiştir ki ondan sonra mes seçimlerinde Imam-Hatip mezunlar daima en bagan kis muşlardır. Meslek olarak imam-Hatiblik başka, boyle bir okul mek ve sonra istediği mesleğin tahsiline devam etmek başka be bir vatandaş olarak bir takım duygularımı dile getirmek ve ok cularimin bazı tereddütlerine tercüman olmak istedin. Bura lah'ın emirlerini öğrenip hayatın ona göre tanam eden korkmayı hayat felsefesi haline getiren bu insanlardan ancak talde gelir. Siz bakmayın kapanlan yaygaralara So

104

yuksel dedi ki...

unutmayın ki bu dinin sahibi bizzat Allah'dır. Ve onun hükmüne karşı gelmeye kimsenin gücü yetmez. "La galibe illallah... Al- adan başka galib yoktur

Resûlü Ekrem ve Çocuklar

Resûlü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem çocukları çok severdi.

Enes b. Malik radiyallanu anh buyurur:

-Rasulullah, çocuklara karşı insanların en şefkatlisi idi. Ab- quilah bin Ömer radiyallahu anh, Resûlü ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin torunlan Hasan ve Hüseyin için:

-Dünyadaki iki reyhanım benim, buyurduğunu bildirir.

Enes bin Malik radiyallahu anh da: Onları koklayıp bağrına bastığını ve onlara dua ettiğini bildirir.

Usame b. Zeyd radiyallahu anh ise:

Resulullah beni bir dizine, Hasan b. Ali'yi de öteki dizine otur un sonra ikimizi birden bağrına basar ve:

-Ey Rabbim, bunlara rahmet et, ben bunlara karşı çok merha- met duyuyorum, buyururdu. Şüphesiz ki Resûlullah efendimizin sevgi ve şefkati yalnız kendi torunlarına karşı değildi. Şöyle buyu-

Küçüklerine şefkat göstermeyen bizden değildir."

(Ebi Dilvid, Edeb 68)

Peygamberimiz sallallahu aleyhi sellem, kız-erkek ayırmaksı zin çocuklara karşı olan sevgi ve şefkatini çok çeşitli şekillerde ve her firsatta en

yuksel dedi ki...

614] "Tasarruf, az malı çoğaltır; israf, çok malı azaltır."

Hz. Ali (ra)

615]

"Tutumlu olan, yoksulluğa düşmez."

Hz. Ali (ra)

İSTİŞARE (DANIŞMA) ÜZERİNE

616]

"Aklın varsa bir başka akılla dost ol da işlerini danışarak yap."

Mevlana

6171

"Bir iş için seninle meşveret edene (danışana) doğruyu söyle." Imam Azam Ebu Hanife

618] "Dünyaya dalmış, ahireti unutmuş zenginlerle istişare et-

meyiniz. Zira dünyaya olan hırslarından gönülleri karar

dığı için hayır ve şerri seçemezler."

Imam Şafil

619]

620]

"İstişare eden, hakikate ulaşmaktan mahrum olmaz."

Imam Gazall

"İşinizi Allah'tan korkanlarla istişare ediniz." Hz. Ömer (ra)

621)

"Sana birisi güvenip de seninle istişare ederse sakın ona karşı hıyanette buluma, doğrusu ne ise onu tavsiye et." Muhyiddin Arabi

İşİ ZAMANINDA YAPMAK ÜZERİNE:

6221 "Hayırlı bir iş yapmak istiyorsan bugünün işini yarına br rakma, çünkü yarına kadar ne olacağı belli değildir." Hz. Ali (ra)

284/Camle Kapsından Kalbe Girmek / Olçüler ve Hikmetler

yuksel dedi ki...

agak memleketlerden bir şehre yağdığını görse o şehir halkı için, urushga delalet eder. Çamur ve bataklık gibi şeyleri görmek an halkı için mala, başka memleket halkı için mihnet ve bela- delet eder. Nitekim yellenmek (gas çıkarmak) Hind halkı için jde ve arvince, diğerleri için de çirkin söz işitmeye delâlet eder. Rü- ya balik görmek bam şehirde işkence ve cefaya, ban şehirde de bir- dede kadar evlenmeye ve Yahudiler hakkında ise musibete dela- t eder.

Bilmelidir ki, insanın gördüğü rüya sadece kendisi hakkında kayip; onun çoluk-çocuğu, akrabaları veya kardeşi, babası, adaşı, maldage ya da hemşehrileri, hanımı ve kölesi gibi başkaları Için de Nitekim bu Cehil b. Hişam rüyasında Islâm Dinine girip Re- ah (S.A.V.)'s blat ettiğini gördü. Bu rüya Ebu Cehl'in oğlu hak- çıktı. Yine Ümmü'l-Fazl Resûlüllah'ın huzuruna gelip:

Ya Resûlullah! Korkunç bir rüya gördüm; deyince, Resûlullah,

Gördüğün hayırdır, buyurdular.

Ya Resûlallah, mübarek vücudunuzdan bir parça kesilip be- aim kucağıma birakılmış, şeklinde rüyasını tamamen anlattı. Peygam- ber Efendimiz tebessüm ederek,

By Ummü'l-Fazl yakında Hz. Fatıma bir çocuk doğurur da sen

amu kucağına alırsın, buyurdu. Gerçekten Hz. Fatıma (R.A.) Hz. Ha-

an (R.A.) dünyaya getirdi ve Ümmü'l-Fazl Hz. Hasan (R.A.)'ı kuca-

fina aldı. Rüyasının doğruluğunu arzu eden kimse doğru söylesin. Yalan, gybet ve koğuculuktan kaçınsın. Eğer rüyayı gören yalancı olmaz, başkasının yalan söylemesini çirkin görürse rüyası doğru çıkar. Fakat rüyayı yalancı olan kimse görür, başkalarının yalanını da çirkin gör- messe rüyası doğru çıkmaz. Rüyasının salih olmasını isteyen kimsenin abdestli olarak uyuması müstehabdır.

Iffetli olmayan kimse de rüya görür. Ancak, niyeti zayıf, günah se masiyeti çok, yalancı ve koğucu olduğundan gördüğü rüyayı tama miyle hatırlayamaz.

Rüya tabircisi için lâzım olan şeyler:

Kendisine bir rüya anlatıldığı zaman, rüyayı görene:

Gördüğün hayırdır. Hayra erişmeyi, şerden kaçınmayı arzu ederiz. bizim, şer de içindir. Hamd âlemlerin Mabbuna mahsustur.» dedikten sonra rüyanı anlata der.

yuksel dedi ki...

XVI

IBN KESIR

Müteahhiron denilen ve hadis ilminin artık kemal derecesini bu duğu dönemde eser vermiş olan müelliftere göre, hadis ile sünnet late birbirinin aynıdır. Ve her iki sözle; Rasulullah (sa) dan sudir etmiş olan sos, fill, lakrir veya sifat kandolunmuştur. Hadis kelimesi, arap çada haber vermek anlamına gelen (1) kelimesinden türen miştir. Banlar ise bu kelimenin eskinin ziddi olan yenilik manasina geldiğini belirterek Allah kelamı için Kadim, peygamber kelam letn hadis lafanın kullanıldığını belirtmişlerdir. Bu kelime Kur'an Ke rim'de (Tür 34; Zümer, 23) Ayetlerinde söz anlamına kullanılmakta dır Sünnet kelimesi ise lugatta; yol, davranış ve adet anlaminadu Binkenaleyh sünnet-i seniyye denirken; Rasulullah (sa.) in ta'kib et tiği dini yol ve tutum kastedilmiştir. Netice olarak He. Peygamberin sözleriyle işleri ve tuttuğu yol, kıymet ölçüsü, sebep ve gaye bakımla rından aynı ve birbirine uygun olduğundan hadis ve sünnet bilginle rinin çoğu tarafından eş anlamlı olarak kabul edilmiş ve kullanılm

tır.» () Hz. Peygamber'den sudûr eden sözlere sözlü sünnet anlamına «kavli sünnet» adı verilir. Onun yaptığı iş ve hareketlere ise «fiili sün net» denir. Buna mukâbil başkasından nakledildiği veya kendisi gör düğü halde tasvib etmiş olduğu fiillere de «takriri sünnet» adı verilir. İslâm literatüründe bu üç çeşit sünnetden, söz ve yazı halinde nakledi lene hadis ismi verilmiştir. Hadis kelimesiyle yakın anlamlı olarak ay rica haber kelimesi de kullanılır. İslam kaynaklarında Hz. Peygambe re, onun ashâbına veya tabiinden birine dayanan söze haber ad ve rilir. Bazen de Hz. Peygamberden nakledilen sözlere hadis, diğerlerin den nakledilene de haber denilir. Bu konuda kullanılan bir diğer et anlamlı kelime de eser'dir. Bu da haber verme ve söz iletme anlamla rına gelir. Hadis ve haberle eş anlamlı olarak kullanılan bu kelime ban bilginlerce sahåbeden gelen sözler için kullanılır. Hz. Peygamber den nakledilenlere ise özellikle haber kelimesi kullanılır.

Hadisler metin ve sened kısımlarından meydana gelir. Sözlükte sert ve yüksek toprak parçası veya hedefe varmak için yürümek gi anlamlara gelen metin kelimesi, hadis istilahında hadisin mâna ifade eden bölümü demektir. Sened ise sözlükte; dağ yamacı ve insanın da yanağı anlamlarına gelir. Hadis istilahlarında sened; metnin gells you lunu haber vermek veya haber verenlerdir. Bu arada aynı kökten gelen isnåd kelimesi ise, sözü söyleyene iletmek ve nisbet etmektir. Bir de aynı konuda rivayet terimi kullanılır ki bu kelimenin anlamı yüklen mek ve taşımaktır. Su taşıyan tuluma ve su taşıyan deveye de bu ta'bir kullanılır. Terim olarak rivayet kelimesi, genellikle bir şeyi haber ver

(1) H Karaman, Hadis Usata. 4

yuksel dedi ki...

Sayfa Sıra Hadis-i Şerif Ravi
458 1 Nefsim yed-i kudretinde Olana kasem ederim ki, ehli Cennetten bir adamın bir sabahta, yüz bakire kıza yaklaşmakta aczi olmayacaktır. Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
458 2 Muhammad (s.a.v) nefsi kudret elinde Olana yemin ederim ki, bir adam gizlide bir amel yapmaz ki Allah (z.c.hz.) ona aşikare bir elbise giydirmesin. Eğer hayırlı ise hayır şerli ise şer. Hz. Osman (r.a.)
458 3 Nefsim yed-i kudretinde Olana kasem ederim ki, bir kulun kalbi selimi olmadıkça müslüman kalamaz, ve komşusu "baikasından" emin olmıyan adam layıkile müslüman olamaz. Denildi ki "baikası nedir?" Buyurdu ki, şerri ve zulmüdür. Hz. İbni Mes'ud (r.anhüma)
458 4 Muhammed (s.a.v)in nefsi yed-i kudretinde Olana kasem ederim ki, kıyamet gününde bir kul gelir dağlar gibi sevabları olur ve zanneder ki bunlar sebebile Cennete gidecek. Fakat zulme uğrattığı kimselerin meydana çıkması o derece devam eder ki, bunlar erir ve hiç hasenesi kalmaz ve hatta kendisine dağlar gibi günah yüklenir de bu sebeble Cehenneme sevki emrolunur. (Meğer tevbe, meğer iltica) Hz. Câbir (r.a.)
458 5 Nefsim yed-i kudretinde Olana kasem ederim ki, bu iş (müslümanlık) başladığı gibi avdet eder ve her iman Medineye toplanır. Hatte bütün iman Medine de oluncaya kadar. Hz. Câbir (r.a.)
458 6 Nefsim yed-i kudretinde Olana kasem ederim ki, Cennete

yuksel dedi ki...

485 10 Bir adam Medine'den yüz çevirerek çıkarsa, Allah (z.c.hz.) Medine için ondan hayırlısını nasip eder. Halbuki bilselerdi Medine onlar için daha hayırlıydı. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)

yuksel dedi ki...

42 Hakkı batilla karstinp onu bile bile gizlerne yin.

erir. 42 Hakkın batilla karıştırılması, gerçeğin tah- manaya so- -de- rif edilerek anlaşılmaz bir hale getirilmesi veya kla- on- anlaşılır olsa bile, gerçekten uzak bir özü kulmasından ibarettir. Daha açık bir ifadeyle, de- bu lil üzerinde sahtekârlık yaparak yanlış hüküm çı- Stir karılmasını sağlamaktır. İşte Yahudi din adamla- nu kat rının, İslam peygamberinin geleceğini haber ve- ren Tevrat sözleri üzerindeki tahrifleri böyledir. Kitaplarında, ortaya çıkacağı haber verilen yalan- ci peygamberlerden söz edilerek bunların sıfatla- nı açıklanmış ve bu gibilerden sakınılması emre- edi dilmiştir. Ayrıca, İsmail (as.) soyundan bir pey- gamberin geleceği kendi kitaplarında haber ve- ut rilmiştir. Bu peygamberin hak peygamber olacağı ve konusunda Yahudileri şüpheye düşürecek hiçbir husus bulunmamasına ve İsmail (as.) soyundan Hazreti Peygamber'in gönderileceği hakkında ve- rilen haber gerçekleşmiş olmasına rağmen Yahu- r.di hahamlar, hak ile batılı birbirine karıştırmış- lar ve Hazreti Peygamber'in, kitaplarında orta- ya çıkacağı bildirilen ve sıfatları açıklanan yalan- cı peygamberlerden olduğunu iddia etmişler, Ya- nhudileri de kandırmışlardır. Halbuki kitapların- da açıklanan yalancı peygamberlerin sıfatlary- la Hazreti Peygamber'in sıfatları arasında uzak- tan yakından hiçbir benzerlik yoktu. Böyle

yuksel dedi ki...

Ne mutlu o kimseye ki, islamiyete erişti, rızkı da kafi miktarda oldu ve buna da kanaat etti.
Ravi: Hz. Fudale İbni Ubeyd (r.a.)
Sayfa: 313 / No: 5
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Hakh para ihlas ve tesnuda netice verin (15) 67. Herşeyden önce bize lazım olan ihláser (MB.) 104. Hirs ihlası kırar. (L.) 150:19. Lem'a 7. nokte, 3. netice Ihlas baul yolda da olsa netice verir. (L.) 154, 159.20. Loma 2

6. sebep

Ihlas enaniyeti yok etmeyi gerektirir. (K.L.) 102. Ihlas ibadetin ruhudur. (1.1.) 142; K.L) 74.

Ihlası kazandıran bir sebep: Rabita-i mevt. (L.) 167:21, Loma 4. düstur

İhlası kazandıran dokuz emir. (L.) 154.20. Lem'a 2. sebep İhlası kazanmak çok mühimdir. (L.) 134:17. Lem'a 13. nota:

(M.N.) 144:Zühre 13. nota

Ihlasın da kerâmeti vardır. (B.L.) 142, 186. Ihlası kıran sebepler. (L.) 154:20. Lem'a 1. nokta, 2. sebep; (L.)

168:21. Lem'a 4. düstur İhlasın lüzumu. (L.) 163, 164:21. Lem'a Ihlas Risâlesi. (L.) 163:21. Lem'a

Ihlas, zerreyi yıldız yapar. (L.) 159:20. Lem'a, 1. nokta, 6. sebep Ihlası olmayan iman imandan sayılmaz. (1.1) 99. İhlasın târifi. (I.I.) 142. Ihlas ve tesânut hakikati ile üç adam yüz adam kadar millete

fayda verebilir. (H.Ş.) 67. İhlas külli ubudiyete sahip olmanın bir şartıdır. (S.T.) 134. fsar hasleti. (L.) 154:20. Lem'a 1. nokta, 2. si, haşiye; (L.) 166:

21. Lem'a 3. düstur

"Niçin ben yapmadım?" düşüncesi ihlası zedeler. (K.L.) 176. Nur talebelerinin ihlast. (K.L.) 190, 198.

Nur talebelerinin mesleği ihlas sırrına dayanır. (K.L.) 186; (EL) 2:57. Risale-i Nur mesleğinde ihlás tam muhafaza edildiğinden her kes içine giriyor. (E.L.) 1:207. Şefkattaki fedakarlık hakiki bir ihlastan kaynaklanır. (L.) 201

24. Lem'a, bir muhâvere, 1. nükte.

FIHRIST/290

yuksel dedi ki...

Uluslararası ilişkiler, TV'de ya da diğer medyada resimlerini gördüğünüz gü- lümseyen lider yüzlerinin el sıkışması ile değil, geri planda devam eden istihba- rat savaşları ile şekillenmektedir. Ülkeler arasında uzun bir süredir devam edegelen örtülü operasyonlar, propaganda ve psikolojik savaş yöntemlerinin vardıkları safha, bu liderlerin yaptıkları pazarlıklar, zorlayıcı ve gizli diplomasi tekniklerine temel teşkil eder. Örneğin siz bu satırları okurken,

• Irak'ın kuzeyinde uzun süredir Barzani ve YPG/PKK'nın CIA, DGSE, MI6 ve BND tarafından silahlandırılması,

İngiliz istihbaratı ile ters düşen Talabani'nin kuvvetlerinin Barzani ile çatışmaya başlaması,

ABD'nin Suriye'nin kuzeyinde YPG/PKK ile sürdürdüğü proje,

yuksel dedi ki...

Berine Bedeman, berkaç mak ce a verdikten sonra, şiddetle ve hiddetle iki par det uatarak, "Pasa, Paya! Islamiyette, mandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz en haindir, hainin hökmü merduttur der Fo Papa tarziye verir, işemez.

Tarihçe Hayat 226)

*Namazın ehemmiyeti tarikat evradından üstündür.

Bu kelaki tecaviz, çendan zahiren küçük imiş ve küçültmek isteniliyor, fakat vicdansız bir muallimin sevi ve iştirakiyle o memurun verdiği emir, co mi için namazan tesbihatinda ikan, "O misafirien

sendan

men

tulan yu

tarziye tara tarketten doby afim teme txir fille

tecavite satim

tesvit eklendime, eve

yuksel dedi ki...

The six hundred years long sovereignity of the Ottoman Em- pire, which was one of the representatives of world empire ideal, was, of course the result of certain essential institutions. Therefore researches in the Ottoman institutions will be very usefull for mo- dern world. It is very clear that if Turkey wants to be developed and strong in future, it will learn a lot from deep researches made in the Ottoman institutions. Anyhow, it would be easier more advantageous to build institutions of today on the old institutions, which had been erected on strong foundations in the past, than to construct everything anew.

The Majalla Ahkam Adliyys, which is the subject of this research, is a product of the same idea. The struggle between those who wanted to adopt the French Civil Code and those who sugges ted codifying an enterity new national Civil Code based on Sharis (high) had been won by Ahmed Jasdat Pasha, a defender of the des of lifying national civil code, and as a result The Majalla www produced.

yuksel dedi ki...

was produced The codification of The Majalla insured on the one hand the predominance of Islamic Law in Turkey, Egypt, Syria, Iraq, Lebe and even in ferail for more than half a century, on the other had it proved that the Islamic Law had the ability to satisfy the de of modern times. Therefore it had an important significance.

By codifying The Majalle The Ottoman Empire established the domination of a national law, derived from Islamic sources which had been developed step by step in a period extending over ted centuries, in a very wide area whereas the idea of a natio- l low had been lost in favour of European laws during the years that followed the Tansimat, by the Trade Law of 1850, The Impe- rial Pend Law of 1852, The Law of Procedures of Trade Casc dated 1601, The Sea Trade Law of 1862, The Law of Criminal Pro- and dated 1879 and the Law of Civil Procedure dated 1880.

One may we that the source of Ottoman Law is mainly Sharia Fight. The Mojalic relies on Sharia Law and it was applied in a wide ares as the law of procedures of civil cases, law of immobiles and law of stiligations and property

yuksel dedi ki...

ove Some articles of the Majalla, of which the source is entirely Islamic Law, have the same contents as Kanunnamas, others are different because of the rules they contain. The institutions of the future may come into existence by treating the materials of the present day's essential element; in the same way as the present institutions depend on the materials of the past.

Therefore, I am of the opinion that the future researches in the Majalla, considered as a national codification suitable to our national structure, would fill some of the judicial lacunas of the present laws.

yuksel dedi ki...

21

Merhamet etmeyene merhamet edilmez!

DIYANET TA

(Buhârî, Edeb, 18)

1 Zilkade 1444

Rûmî: 8 Mayıs 1439⚫ Hızır: 16

Ay Doğuş: 06.31 Ay Batış: 22.24 Gün/Kalan Gün: 141/2

03.52 05

03.52 05

Aslanapa

Altıntaş

¡MSAK GÜNEŞ ÖĞLE İKİNDİ AKŞAM YATS! KIBLE

03 44 05.30 12.58 16.52 20.16 21.53 12.15

52 12 15

IMSAK GU

MAYIS PAZAR

yuksel dedi ki...

MAYIS May

21

Bayar 19501

Ve her sey bittiğinde, hatırlayacagimiz yey. düşmanlarımızın sözleri değil, dostlarimizin sessizlig

olacaktır. Aliya Izzetbegovic

VAKITLER

ISTANBUL

ANKARA

TANSON

IMSAK

03.45

03.36

04.07

03.14

GUNES

05.35

05.22

05.49

05.04

OGLE

13.06

12.50

13.13

12.36

İKİNDİ

17.02

16.45

17.05

16.33

AKSAM

20.27

20.08

20.27

19.58

YATSI

22.08

21.47

22.02

21.41

85

PAZAR SUNDAY

ADE 1444-RUM & MANS 1439

HIDR: 16-GÜN: 141 KALAN: 224-GÜNÜN ZAMASI: 2 DK

OGE WIND SKSAN-YATSI

INSAR GUNES OGLE WIND

12.45 16.37 20.00 21.34 12.38 16.34

Kinkkale

03.34 05.20 12.48 16.42 106 21.44

19.58

21.39

Kaşehir

03.35

05.19 12.45 16.38 20.01-21:37:

2.14 16.11 19.36

21.18

Konya

03.49 05.29 12.52 16.43 20.04 21.38

2.47 16:43 20:07

21.47

Nevşehir 00:36 05.18 12.43 16.35 19.57 21.32

2.42 16.38 20 02 21 42

Nigde

03.39 05.20 12.43 16:34 19:56 21.29

2.24 16.18 18:41

21.19

Ordu

yuksel dedi ki...

Kıyametin önü sıra karanlık geceler gibi fitneler vardır. O fitne devrinde adam sabah mü'min, akşam kâfir olur. Ve akşam mü'min sabah ise kâfir olur. O zaman oturan, ayakta durandan hayırlıdır. Ayakta duran yürüyenden hayırlıdır, yürüyen ise koşandan hayırlıdır. O devirde okların yayını kırın, kirişlerini koparın, kılıcınızı da taşa vurun, evinize çekilin. Birinizin evine girilse ve üzerinize varılsa o zaman Adem (a.s.)'ın iki oğlundan hayırlısı gibi olun. (Yani öldürülen gibi.)
Ravi: Hz. Ebû Mûsa (r.a.)
Sayfa: 121 / No: 5
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Cennet ehli Cennete Cehennem ehli de ateşe girdiklerinde, ölüm (bir koç şeklinde) Cennetle Cehennem arasında bir yere getirilir ve kesilir. Sonra bir münadi şöyle nida eder: "Ey ehli Cennet, ebedilik var ölüm yok. Ey ehli nar, ebedilik. Ölüm yok." Bunun üzerine Cennet ehlinin sevinç üzerine sevinçleri artar. Cehennem ehlinin ise hüzünleri üzerine hüzünleri artar.
Ravi: Hz. İbni Ömer (r.anhüma)
Sayfa: 51 / No: 9
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Kıyamet gününde, Adem evladından bir takım kavimler getirilir ki, yanlarında dağlar gibi hasenat vardır. Bunlar Cenneti görecek gibi yaklaştığında: "Sizin orada nasibiniz yok" denilir. (İtikadları dürüst ve niyetleri halis olmadıkları için)
Ravi: Hz. Salim (r.a.)
Sayfa: 505 / No: 4
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

yuksel dedi ki...
Rivayete göre; Meryem Vâlide (Aleyhesselam) İsa (Aleyhisselam) ı gençliğinde değişik işlerde çalıştırmış, sonunda da çamaşırcılık yapan ve daha sonra kendisinin havarileri olacak kişilerin yanına vermiş. Îsâ (Aleyhisselam) onlarla beraber ça- maşırcılık yaparken onlar müşterilerin isteğine göre elbiseleri değişik renklere boyarlarmış.
Bir gün çamaşırların çoğaldığı bir anda ha- varilerden birinin yolculuğa çıkması gerekince İsâ (Aleyhisselâm)a: "Sen artık bu mesleği öğren- din, benim de yola çıkmam icabetti, on güne kadar dönemem. Bu elbiseler farklı farklı renklere boyanacak. Hangi elbise ne renge boyanacaksa üzerine o renk ip dikerek belli ettim, ona göre bo- yarsın, ben dönünceye kadar bu işi bitir" demiş.Bunun üzerine Îsa (Alevhisselam) aynı renkte bir kazan boya kaynatıp bütün elbiseleri ona dol- durmuş, Allâh-u Teâlâ 'nm izniyle her elbise is- şekilde farklı renklere boyanmış.
Havârîlerden biri gelip ayrı ayrı renklere bo- yanması gereken bütün elbiselerin aynı kapta ol- duğunu görünce: "Ne yaptın sen?!" demiş.
Isâ (Aleyhisselam): "Boyama işini bitirdim" diye karşılık vermiş. O: "Hani nerede?!" de- yince, Îsâ (Aleyhisselam): "İşte kazanda" demiş. o: "Eyvah mahvettin elbiseleri" deyince Îsa (Aleyhisselam): "Kalk bak" demiş.
O havârî bir elbise çıkardığında onun kırmı- zıya boyanmış, başka birinin yeşile, bir diğeri- nin ise sarıya boyanmış olduğunu görmüş.
Bu duruma çok şaşıran o havârî bunun Al- lâh-u Teâlâ'dan gelen bir mucize olduğunu an- layıp diğer insanlara: "Gelin bakın da Allâh-u Teâlâ'nın kudretini görün" demiş.
İşte o ve arkadaşları bu mucize üzerine iman ederek Îsâ (Aleyhisselam) in havârileri olmuşlar. Sayılarının on iki olduğu rivayet edilmiştir.İşte Îsâ (Aleyhisselâm) in o zaman gösterdiği bu mûcize bu ism-i şerîfin bereketiyle olmuştur.

Dolayısıyla meslek sahipleri bu ism-i şerîfi kendilerine vird edinirlerse Allâh-u Te'âlâ'nın izniyle mesleklerinde birçok hârikulâdeliklere ve başarılara imza atarlar.
Erbai'in-i İdrisiyye Cübbeli Ahmet Hoca 174 175 176.sayfalar

22 Ocak 2023 21:15
yuksel dedi ki...
Kıyamet alametidir, komşuluğun kötüleşmesi, akrabanın yoklanmaması, cihadın kalkması, dünyanın dini ihlal etmesi.
Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
Sayfa: 448 / No: 7
Ramuz El-Ehadis

22 Ocak 2023 22:50
yuksel dedi ki...
Kıyamet alametlerindendir; çocuğun öfkeli, yağmurun hararetli olması, şerlerin taşması, yalancının tasdiki, doğrunun yalanlanması, haine güvenilmesi, emine ihanet edilmesi, münafıkların kabileye efendi olması, çarşıya münafıkların hakim oluşu, mihrapların süslenmesi, kalblerin harap edilmesi, erkeğin erkeklerle, kadınların kadınlarla yetinmesi, dünyanın mamur kısmının harab, harap kısmının mamur olması, şüphenin ve faizin aşikar olması, çalgının ve eğlence aletlerinin alenileşmesi, içkinin içilmesi, zaptiyenin, gammazların ve gıybetçilerin çoğalması.
Ravi: Hz. İbni Mes'ud (r.anhüma)
Sayfa: 448 / No: 8
Ramuz El-Ehadis

22 Ocak 2023 22:52
yuksel dedi ki...
Kıyamet alametlerindendir; çocuğun öfkeli, yağmurun hararetli olması, şerlerin taşması, yalancının tasdiki, doğrunun yalanlanması, haine güvenilmesi, emine ihanet edilmesi, münafıkların kabileye efendi olması, çarşıya münafıkların hakim oluşu, mihrapların süslenmesi, kalblerin harap edilmesi, erkeğin erkeklerle, kadınların kadınlarla yetinmesi, dünyanın mamur kısmının harab, harap kısmının mamur olması, şüphenin ve faizin aşikar olması, çalgının ve eğlence aletlerinin alenileşmesi, içkinin içilmesi, zaptiyenin, gammazların ve gıybetçilerin çoğalması.
Ravi: Hz. İbni Mes'ud (r.anhüma)
Sayfa: 448 / No: 8
Ramuz El-Ehadis

22 Ocak 2023 22:53
yuksel dedi ki...
Kıyametin yaklaşmasındandır minberlerin, hatiplerin çoğalması, ulemanın süslere meyledip haramı helal, helali haram etmeleri ve insanların istediği gibi fetva vermeleri, altın ve gümüşlerinizi helal saymayı öğütlemeleri ve Kur'an'ı ticaret metaı edinmeleri.
Ravi: Hz. Ali (r.a.)
Sayfa: 448 / No: 10
Ramuz El-Ehadis

22 Ocak 2023 22:54

yuksel dedi ki...

3) "Evet görüyoruz ki, ale'l-ekser (0)

dar, fâcir (günahkâr) zâlimler, lezzetler, ni'metler içinde

pek rahat yaşıyorlar. Yine görüyoruz ki, ma'sum, müte- deyyin (dindar), fakir mazlûmlar, zahmetler, zilletler, tah-

YANITLASİL

yuksel24 Ocak 2023 03:39
kirler, tahakkümler (baskılar) altında cah veryal.nld bir şifredir. ölüm gelir, ikisini de götürür. Bu vaziyetten bir zulüm ko- yhissalatu kusu gelir. Halbuki kâinâtın şehâdetiyle, adâlet ve hikmet-i işâretler) İlâhiye zulümden pâk ve münezzehtirler (temizdirler). Öyle has'dadır ise, adâlet-i İlâhiyenin tam ma'nâsıyla tecellî etmesi (gö- imlerde- rünmesi) için, haşre (yeniden diriltilmeye) ve mahkeme-i tâifeye kübrâya (âhiretteki büyük mahkemeye) lüzum vardır ki; hisse- biri cezâsını, diğeri mükâfâtını görsün!" (İşârâtü'l-İ'câz, 53) (çeşitli Ahiret'in kat'î olarak isbâtı için bakınız; (Zülfikar, 10.

yuksel dedi ki...

Benim bu zamanımda, Zühd, altın ve gümüşten kaçmaktır. Fakat insanlar üzerine öyle bir zaman gelir ki, altın ve gümüşü terketmekteki zühdden, insanlardan kaçmak zühdü, kendileri için daha hayırlı olur.
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
Sayfa: 212 / No: 2
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Peygamberliğin her asırda veraset noktasında naibleri vardır.(S. T.) 90.
naib:Vekil.
Bir Hazinenin Anahtarı
Risale-i Nur Kulliyati Fihrist Ve İndeksi
İsmail Mutlu
sy. 540.

yuksel dedi ki...

DÜŞMAN (Bak:adâvet)

Dahili düşmanın zararı daha tehlikelidir. (1.1.) 83 Düşman meçhul olduğunda daha tehlikelidir. (1.1.) 83.

Haricî ve büyük bir düşmanın hücumu zamanında dâhilî küçük düşmanları bırakmak elzemdir. (E.L.) 1:208; (M.) 260 Mektup, 5. vecih

Sahrâ, düşmanlar arasında bir fincan, iğne deliği dostlarla ber bir meydandır. (L.) 23:3. Lem'a 3. nükte

yuksel dedi ki...

Keza müfessirler, İmam Şafi'i'den onun şöy- ki'den le dediğini nakletmişlerdir: "Eğer Kur'an-ı Ke- e Ebû rim'den Asr suresinden başka bir şey nazil olma- s.)'in saydı, yine de Asr suresi insanlara yeterdi. Zira i di- bu sure, Kur'an ilimlerinin tamamını öz olarak

se-

ihtiva etmektedir."

YANITLASİL

yuksel31 Ocak 2023 01:51
tahammül göstermesidir. Bu da iki şekilde ger- : "Si- çekleşir: Birincisi, yapılacak işin güçlüklerine ve an ve vereceği sıkıntıya sabretmek, ikincisi ise, o işi ya- (bu- parken, haramdan kurtulmak için sebep olacağı ayet lezzet ve şehvetlerden sakınmak ve bunlara karşı nın sabretmektir. Bu ayetle Asr suresi sona ermiştir. abi- Salat ve selam, Hazreti Muhammed (sas.)e, onun iya al ve ashabına olsun.

yuksel dedi ki...

asr suresi.
1.Asra yemin olsun ki.
sırlara yemin olsun ki.
Allah c.c. sadece kendisinin bildiği sırlar.
Allah.c.c. ile peygamber arasındaki sırlar.
devlet sırları.

yuksel dedi ki...

Her gün bela der ki: "Nereye gideyim?" Allah (z.c.hz.) buyurur: "Dost ve ehli taatıma git. Seninle iyilerini imtihan ederim, sabırlarını sınar, günahlarını siler ve derecelerini yükseltirim." Bolluk da her gün: " Nereye gideyim?" der. Allah (z.c.hz.) de şöyle buyurur: "Ehli masiyete git. Bununla tuğyanlarını murad ederim. Günahlarını katlarım. Seninle acele ederim, nimeti dünyada veririm ve onların gafletini artırırım.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)
Sayfa: 517 / No: 5
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

"Tesvif" (Yapacağı şeyi geriye atmak) şeytanın şuaıdır. Ve onu mü'minlerin kalblerine bırakır. (Bu da mü'mini oyalar.)
Ravi: Hz. Abdurrahman İbni Avf (r.a.)
Sayfa: 198 / No: 4
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

Fitne gelir savrulur. Heva ve sabrı da beraber getirir. Kim hevaya tabi olursa onun fitnesi siyah (kara) olur. Kim de sabra tabi olursa, onun fitnesi ak (nur) olur.
Ravi: Hz. Ebû Malik el Eş'ari (r.a.)
Sayfa: 105 / No: 9
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...

olan sıfatların üçüncüsü, birbirlerine hakkı ve- akat ya yalnız doğruyu ve gerçeği tavsiye etmeleridir. ayla Hakkın tavsiyesi söz konusu olduğunda, şunu rine hiçbir zaman unutmamak gerekir ki insan nef- si, çok defa dünyevi arzuların esiri olmuş ve bu re- da onu hak olan yoldan uzaklaştırmıştır. Bu se- ok bepledir ki ona hakkı veya doğruyu hatırlatacak ol- ve onu hak olan yola yöneltecek ve ziyana uğra- an maktan veya hüsrana düşmekten koruyacak bir re yakınının bulunmasında elbette çok büyük fay- 1-dalar vardır.

yuksel dedi ki...

Kıyamet yaklaştığında; taylasan giyilmesi çoğalır, ticaret artar, mal çoğalır, mal sahibine malı için tazim edilir, fuhuş yayılır, çocuklar amir durumuna gelir, kadınların sayısı artar, Sultan zulüm eder, eksik ölçü ve tartı yapılır, bir adamın köpek yavrusunu yetiştirmesi, kendi çocuğunu yetiştirmekten kendisine daha cazip gelir, büyüğe hürmet, küçüğe de merhamet edilmez ve gayri meşru çocuklar çoğalır, hatta yol ortasında adam kadınla yakınlaşır. İnsanlar, kalbleri kurt olduğu halde koyun postuna bürünürler, o zaman da insanların en iyi görüneni "müdahim" (kötülükleri gördüğü halde karışmayıp, kendi işine bakan) olanıdır.
Ravi: Hz. Ebû Zerr (r.a.)
Sayfa: 33 / No: 7
Ramuz El-Ehadis

yuksel dedi ki...


Sayfa Sıra Hadis-i Şerif Ravi
223 1 İlim, müminin kaybettiği bir şeydir. Nerede bulursa alır. Hz. Enes (r.a.)
223 2 İlim ikidir: kalbde sabit olan ilmi ki nâfi olan da budur. Ilim dilde olursa, bu, kıyamette Allah'ın, kulu aleyhine bir hücceti olur. Hz. Enes (r.a.)
223 3 İlim hazinedir, anahtarı da sualdir. İlmi sualle eşin ki, Allah size merhamet etsin. Böylece dört sınıf me'cur olur: Soran, öğreten, dinliyen ve bunlara karşı muhabbet taşıyan. Hz. Ali (r.a.)
223 4 İlim üçtür. Bundan fazlası fazilettir: Ayeti muhkeme, Sünneti kâime, (amel edilen sünnet), ve farizatün âdile. (Bunlardan çıkarılan ahkam) Hz. İbni Amr (r.anhüma)
223 5 İlim yapmak, amelden hayırlıdır. Dinin kıvamı da verağdadır. Alim, ilmi az da olsa, ilmi ile amel edendir. Hz Ubâde (r.a.)
223 6 İlim, ibadetten efdaldir. Ve dinin kıvamını temin eden şey de verağdır. (Verağ, şüpheli şeylerden kaçmak) Hz. Abbas (r.a.)
223 7 İlim amelden efdaldir. Amelin efdali de ortacasıdır. Allahu Tealanın dini "Kâsî" (ifrat) ile "ğâlî" (tefrit) arasındadır. (İkisi ortası sıratı müstakimdir. Onu bulmak Allahın tevfiki ile olur.) Hasene de iki seyyie arasıdır. (Amelde aşırı gitmek seyyiedir. Çok aşağıda kalmakta seyyiedir) O haseneye ancak Allah'ın tevfiki ile ulaşır. Adamın kendi kafasına göre gidişi ise şerli gidiş olur. Bazı ashabdan
223 8 İlim dindir. Namaz da dindir. Bakınız, ilmi kimden alıyorsunuz ve namazı nasıl kılıyorsunuz? Şu namaz var ya, siz kıyamet gününde bundan sual olunacaksınız. Hz. İbni Ömer (r.anhüma)
223 9 İlim, müminin dostudur. Akıl delili, amel kayyımı (bekçisi), hilm veziri, sabır ser'askeri, rıfk babası, yumuşaklık ta kardeşidir. Hz. Enes (r.a.)
223 10 İlim, islamın hayatı, imanın da direğidir. Bir kimse bir şey öğretse, sevabı kıyamete kadar büyür. Bir adam bir şey öğrenir de onunla amel ederse, bilmediklerini ona öğretmeyi Allah deruhte eder. Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
223 11 İlim, Benim ve Benden evvelki Peygamberlerin mirasıdır. Kim ki Bana varis olursa, Cennette Benimle beraberdir. Hz. Ümmü Hani (r.a.)
223 12 İlmin men'i helal olmaz. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
223 13 Sarıklar Arabların tacıdır. "İhtiba" (dizini dikerek oturma) onun duvarıdır. Mü'minin mescidde oturması rıbattır (Cephede nöbet beklemek) Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
223 14 Sarıklar Arabın tacıdır. Onlar sarığı terkedince Allah da izzetlerini alır. Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
223 15 Takke üzerine sarık sarmak, müşriklerle aramızdaki farktır. Onu saran kimseye, her dolaması için, bir nur ihsan olur. Hz Rükane (r.a.)
223 16 Umre, diğer umreye kadar, ikisi arası için kefarettir. Haccı mebrurun da Cennetten başka mükafatı yoktur. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
223 17 "Umrâ" kaydı hayat şartı ile verilen şey, (ihsan) caizedir.

yuksel dedi ki...

talk) tabakasma ve segril 2 jer je dizel bir hitabı hedef alması dolaymylea lile karıştarap aldatmayan, doğruyu yalania, yanitatis bulay 5, bile bile hakkı gizlemeyiniz. Bu ayein animo lime ve amele dair hususları kapsar. Bilgiçin yad na ve bozgunculuklarına, hatta ticaret ehlinin karışık işlerinden ve hakm lein haksız hükümlerine vanıncaya kadar hepsine şümülü vardi "insanian mayınız, sahtekarlık yapmayınız." mealinde bir genellemeyi ifade eder. Bununla beraber (kelamin) sevki bilhassa ilmi değeri hedef alıyor. Nice kimse- ler vardır ki, ilmi gerçekleri bozarlar, kötüye kullanırlar, onları kendi ginlerine göre evirerek çevirerek aslından çıkarırlar, bakırı yaldızlarlar. alm diye satarlar. Bu durum İsrailoğulları haberlerinde çok vardı. Bunlar, kendi yazdıkları fikirleri, te'villeri, tercemeleri, Tevrat'ın aslı ile karıştırıyorlar. eçilmez bir hale getiriyorlar ve bazan da Muhammed (s.a.v.)'e ait vasıflar hakkında yaptıkları gibi geçmiş kitaplardaki ayetleri saklıyorlardı ki, bu konuda -Yazıklar olsun o kimselere ki, kit" فويل للذين يكتبون الكتابَ بِايْدِيهِمْ ثُمَّ يَقُولُونَ هذا من عند الله elleriyle yazıp, sonra Bu Allah katındandır.' derler." (Bakara, 2/79), * "Kelimeleri verlerinden değiştiriyorlar." (Nisa, 4/4h, Maide, 5/13) Tevrat'ın aslını korumuyorlar,
Hak Dini Kur'an Dili
Bakara Suresi 42.ayet.

yuksel dedi ki...

Bediuzzaman, bazı avâmın hatırı için hakkın hatırını kırmayacağını söylüyor. (Mn.) 96.
Bir Hazinenin Anahtarı
Risale-i Nur Kulliyati Fihrist Ve İndeksi
İsmail Mutlu
sy. 236.

yuksel dedi ki...

Yaklaşık iki haftadır Amerikan kamuoyu ülkenin hava sahasında gözetlenen Çin’in ‘casus’ balonuyla meşgul hale geldi. Halkın balonu çıplak gözle gözlemlemesiyle gündemin ilk sırasına oturan balonun Amerikan hava sahasında seyretmesi ABD’yle Çin arasında yeni bir diplomatik kriz alanı haline geldi. Dışişleri Bakanı Antony Blinken Çin’e planladığı geziyi iptal ederek tepki gösterdi. Kamuoyunda balonun neden bir an önce düşürülmediği şeklinde oluşan baskılar karşısında Beyaz Saray balonun vurulmasının sivil halka zarar vermesini istemediklerini söyledi. Balonun ülkeyi baştan başa geçtikten sonra Atlantik Okyanusu üzerinde vurularak parçalarının toplanması sonrasında bu hafta sonu 3 farklı objenin benzer biçimde savaş uçaklarıyla vurulması casus balon krizinin büyüdüğünü gösterdi. ABD’yle Çin arasındaki istihbarat savaşlarının bu şekilde yeni bir boyut kazanması iki ülke arasındaki güç mücadelesinin konvansiyonel alanlar dışında siber, uzay ve Arktik gibi ileri teknoloji gerektiren alanlara da sıçradığına işaret ediyor.

Çin bu balonun kendisine ait olduğunu kabul ederken aracın hava koşullarını takip etmek için kullanıldığını ve rotasından çıkarak Kuzey Amerika’ya yöneldiğini savunuyor. Kuzey Amerika Hava Savunma Komutanlığı Kanada ile iş birliği yaparak düşürdüğü balonun üst düzey sensörler ve antenlerle birlikte güneş enerjisi kullanan panellere sahip olmasının istihbarat donanımını ispatladığını söyledi. Amerika’nın bu olayın istisnai bir durum olmadığını ve Çin’in dünyanın farklı kıtalarında 40 civarında farklı ülkeden istihbarat toplamak için balon yöntemini kullandığını da açıkladı. Çin’in balonlarının uçakların üzerindeki irtifalarda uçabilmesi radara yakalanmalarını engelliyor ve çok düşük maliyetli araçlar olduğu için tercih edildiği belirtiliyor. Çin ABD’nin askeri operasyonla balonları düşürmesinin aşırı tepki olduğunu savunurken Başkan Biden ve Kanada Başbakanı Trudeau, Kuzey Amerika semalarını korumaya kararlı olduklarını söylediler. Kuzey Amerika’da ilk kez hava araçlarının bu şekilde vurulması da muhtemel krizlerin yeni çatışma alanları yaratacağına işaret ediyor.

Düşürülen ilk balonla ilgili Çin’in casus balonu olduğu konusunda kesin konuşan ABD’li ve Kanadalı yetkililer hafta sonu Alaska, Kanada ve Michigan eyaleti üzerinde vurulan cisimlerle ilgili net açıklama yapmadı. Daha önce ABD’nin askeri tesislerinin üzerinde gözlemlenen ve ‘açıklanamayan hava olgusu’ şeklinde isimlendirilen cisimlerle ilgili Amerikan Hava Kuvvetleri Kongre’ye bilgi vermişti. Halk arasında UFO olarak adlandırılan bu cisimlerin kaynağı konusunda birçok spekülasyon yapılırken Pentagon kesin kaynağını tespit edemediklerini açıklamıştı. Bu cisimlerin son günlerde bu şekilde vurulması Kuzey Amerika Hava Savunma Komutanlığı’nın radarlarının hassasiyetini artırdığı için daha fazla cisim tespit etmesiyle açıklanıyor. Bu cisimlerin dünya dışından olmadığını kesinlikle söyleyebilir misiniz sorusuna Hava Kuvvetleri’nin verdiği cevap ilginç: ‘şu aşamada hiçbir şeyin kesin reddetmiyoruz.’

Bu cisimlerin Çin’in casus balonu gibi istihbarat toplamak için kullandığı araçlar olduğunu kabullenmek Biden yönetimi üzerinde buna misliyle cevap verme yönünde bir baskı oluşturacaktır. Bu yüzden Amerikan ordusunun şimdilik temkinli olduğunu söylemek mümkün ancak Çin’in gerek siber gerek uzay kapasitelerini geliştirdiği ve Arktik bölgesinde hakimiyet için hem ABD hem de Rusya’yla yarıştığı biliniyor. Buna karşın ABD’nin Ukrayna savaşı üzerinden Çin’e Tayvan konusunda gözdağı verdiği biliniyor. Muhtemel bir ilhak girişiminde Çin’in ordusu ve donanması itibariyle avantajlı olduğu bir gerçek ancak ABD’nin Çin’e ağır bir bedel ödetmek isteyeceği de açık. Biden yönetiminin Japonya, Güney Kore, Filipinler ve Hindistan’la ilişkilerini derinleştirerek Çin’in bölgesindeki etkisini dengelemeye ve nihai olarak kırmaya

yuksel dedi ki...

Allah Teala bir kula hayır murad ettiğinde, onun günahının cezasını dünyada acele verir. Allah bir kula da şer murad ederse, günahının cezasını kıyamette verinceye kadar geciktirir. Bu yüzden o kimse de kendi reyini beğenmiş biri (veya yaban eşekleri gibi) olur.
Ravi: Hz. Ammar (r.a.)
Sayfa: 26 / No: 12
Ramuz El-Ehadis

«En Eski ‹Eski   5001 – 5200 / 6314   Yeni› En yeni»