Onlar zararlarından emin oldukları için dostlarını uzak tuttular. Düşmanlarınıda kazanmak için kendilerine yakın tuttular. Yakınlaştırılan düşmanları dost olmadı.Ama uzaklaştırılan dostları düşman oldu.Herkes düşman safında birleşince, yıkılmaları mukadder oldu. LaleGül dergisi sayı.64.sy.82.
Serkeş bir hayvanı açbırakarak zaptedip onu idare ettiğin gibi, nefsine de ancak onu aç bırakmakla hâkim olabilirsin. İmam-ı Gazali. Birbirine nâmahrem olan kadın ve erkeğin bir arada olması, ateş ve barut misalidir,birbirlerini yakarlar. Beni İsrail'in yıkılması kadınlar yüzünden olmuştur.Mahmud Efendi Hazretleri (k.s.) LaleGül Dergisi. Sayı. 64.sy. 82.
Orucun kabul olunup olunmadığı Bayramdan sonra belli olur. Eğer kul bayramdan sonra ibadetlere devam ederse onun orucu kabul, değilse reddolunmuştur.
Bişr-i Hafi (k.s.) Bayram süslü elbiseler giyenlere güzel yemekler yiyenlere değil, Cehennem'den kurtulanlara bayramdır. Pehlüldane.(k.s.) Lale Gül dergisi sayı.64.sy.82.
Kader ile cüz-i ihtiyârî iki mesele-i mühimmedir. Ona dâir Dört Mebhas içinde birkaç sırlarını açmaya çalışacağız. Birinci Mebhas Kader ve cüz-i ihtiyârî İslâmiyetin ve imânın nihayet hududunu gösteren, halî ve vicdânî bir imânın cüz’lerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yani, mü’min, her şeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenâb-ı Hakka vere vere, tâ nihayette teklif ve mesuliyetten kurtulmamak için, cüz-i ihtiyârî önüne çıkıyor; ona "Mesul ve mükellefsin" der. Sonra, ondan sudûr eden iyilikler ve kemâlât ile mağrur olmamak için, kader karşısına geliyor; der: "Haddini bil, yapan sen değilsin." Evet, kader, cüz-i ihtiyârî, imân ve İslâmiyetin nihayet merâtibinde; kader, nefsi gururdan; ve cüz-i ihtiyârî, adem-i mesuliyetten kurtarmak içindir ki, mesâil-i imâniyeye girmişler. Yoksa, mütemerrid nüfûs-u emmârenin işledikleri seyyiâtının mesuliyetinden kendilerini kurtarmak için kadere yapışmak ve onlara in’âm olunan mehâsinle iftihar etmek, gururlanmak, cüz-i ihtiyârîye istinat etmek, bütün bütün sırr-ı kadere ve hikmet-i cüz-i ihtiyâriyeye zıd bir harekete sebebiyet veren ilmî meseleler değildir. Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla. Hiçbir şey yoktur ki, hazîneleri Bizim yanımızda olmasın. Her şeyi Biz belirli bir miktar ile indiririz. (Hicr Sûresi: 21.) Biz her şeyi Levh-i Mahfuzda tek tek yazdık. (Yâsin Sûresi: 12.)
Evet, mânen terakkî etmeyen avâm içinde, kaderin cây-ı istimâli var; fakat, o da mâziyât ve mesâibdedir ki, yeisin ve hüznün ilâcıdır. Yoksa, maâsî ve istikbâliyâtta değildir ki, sefâhete ve atâlete sebep olsun. Demek, kader meselesi teklif ve mesûliyetten kurtarmak için değil, belki fahr ve gururdan kurtarmak içindir ki, imâna girmiş. Cüz-i ihtiyârî, seyyiâta mercî olmak içindir ki akîdeye dahil olmuş; yoksa mehâsine masdar olarak tefer’un etmek için değildir. Evet, Kur’ân’ın dediği gibi, insan, seyyiâtından tamamen mesûldür. Çünkü, seyyiâtı isteyen odur. Seyyiât, tahribât nevinden olduğu için, insan bir seyyie ile çok tahribât yapabilir. Müthiş bir cezaya kesb-i istihkak eder: bir kibrit ile bir evi yakmak gibi. Fakat, hasenâtta iftihara hakkı yoktur; onda, onun hakkı pek azdır. Çünkü, hasenâtı isteyen, iktizâ eden rahmet-i İlâhiye ve icad eden kudret-i Rabbâniyedir. Suâl ve cevap, dâî ve sebep, ikisi de Hak’tandır. İnsan, yalnız duâ ile, imân ile, şuur ile, rızâ ile, onlara sahip olur. Fakat seyyiâtı isteyen, nefs-i insaniyedir-ya istidad ile, ya ihtiyâr ile. Nasıl ki beyaz, güzel güneşin ziyâsından bâzı maddeler, siyahlık ve taaffün alır; o siyahlık onun istidadına âittir. Fakat, o seyyiâtı çok mesâlihi tazammun eden bir kanun-u İlâhî ile icad eden, yine Hak’tır. Demek, sebebiyet ve suâl, nefistendir ki, mesuliyeti o çeker. Hakka âit olan halk ve icad ise, daha başka güzel netice ve meyveleri olduğu için, güzeldir, hayırdır. İşte, şu sırdandır ki, kisb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir. Nasıl ki pek çok mesâlihi tazammun eden bir yağmurdan zarar gören tembel bir adam, diyemez "Yağmur rahmet değil." Evet, halk ve icad da bir şerr-i cüzî ile beraber hayr-ı kesir vardır. Bir şerr-i cüzî için hayr-ı kesîri terk etmek, şerr-i kesîr olur. Onun için, o şerr-i cüzî hayır hükmüne geçer. İcad-ı İlâhîde şer ve çirkinlik yoktur; belki, abdin kisbine ve istidadına âittir. Hem nasıl kader-i İlâhî netice ve meyveler itibâriyle şerden ve çirkinlikten münezzehtir; öyle de, illet ve sebep itibâriyle dahi zulümden ve kubuhtan mukaddestir. Çünkü, kader hakiki illetlere bakar, adâlet eder; insanlar, zâhirî gördükleri illetlere hükümlerini binâ eder, kaderin aynı adâletinde zulme düşerler. Meselâ, hâkim seni sirkatle mahkûm edip, hapsetti. Halbuki, sen sârık değilsin; fakat, kimse bilmez gizli bir katlin var. İşte, kader-i İlâhî dahi seni o hapisle mahkûm etmiş. Fakat, kader, o gizli katlin için mahkûm edip adâlet etmiş; hâkim ise, sen ondan mâsum olduğun sirkate binâen mahkûm ettiği için zulmetmiştir. İşte, şey-i vâhidde iki cihetle kader ve icad-ı İlâhînin adâleti ve insan kisbinin zulmü göründüğü gibi; başka şeyleri buna kıyas et. Demek, kader ve icad-ı İlâhî mebde’ ve müntehâ, asıl ve fer’, illet ve neticeler itibâriyle şerden ve kubuhtan ve zulümden münezzehtir. Eğer denilse: "Mâdem cüz-i ihtiyârînin icada kabiliyeti yok, bir emr-i itibârî hükmünde olan kisbden başka insanın elinde bir şey bulunmuyor; nasıl oluyor ki, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânda Hàlık-ı Semâvât ve Arza karşı, insana âsi ve düşman vaziyeti verilmiş, Hàlık-ı Arz ve Semâvât ondan azîm şikâyetler ediyor, o âsi insana karşı abd-i mümine yardım için Kendini ve bütün melâikesini tahşid ediyor, ona azîm bir ehemmiyet veriyor?"
Elcevap: Çünkü küfür ve isyan ve seyyie, tahriptir, ademdir. Halbuki, azîm tahribât ve hadsiz ademler, bir tek emr-i itibârîye ve ademîye terettüb edebilir. Nasıl ki, bir azîm sefinenin dümencisi vazifesinin adem-i ifâsıyla, sefine gark olup, bütün hademelerin netice-i sa’yleri iptal olur; bütün o tahribât, bir ademe terettüb ediyor. Öyle de, küfür ve mâsiyet, adem ve tahrip nevinden olduğu için, cüz-i ihtiyârî bir emr-i itibârî ile onları tahrik edip, müthiş netâice sebebiyet verebilir. Zîrâ, küfür çendan bir seyyiedir; fakat, bütün kâinatı kıymetsizlikle ve abesiyetle tahkir ve delâil-i vahdâniyeti gösteren bütün mevcudâtı tekzib ve bütün tecelliyât-ı esmâyı tezyif olduğundan, bütün kâinat ve mevcudât ve esmâ-i İlâhiye nâmına, Cenâb-ı Hak, kâfirden şedid şikâyet ve dehşetli tehdidât etmek, ayn-ı hikmettir ve ebedî azap vermek, ayn-ı adâlettir. Mâdem insan küfür ve isyanla tahribât tarafına gidiyor; az bir hizmetle pek çok işleri yapar. Onun için, ehl-i imân, onlara karşı Cenâb-ı Hakkın inâyet-i azîmine muhtaçtır. Çünkü, on kuvvetli adam bir evin muhâfazasını ve tâmirâtını deruhte etse, haylaz bir çocuğun o hâneye ateş vermeye çalışmasına karşı, o çocuğun velîsine, belki padişahına mürâcaata, yalvarmaya mecbur olması gibi; müminlerin de, böyle edepsiz ehl-i isyana karşı dayanmak için, Cenâb-ı Hakkın çok inâyâtına muhtaçtırlar. Elhâsıl: Eğer kader ve cüz-i ihtiyârîden bahseden adam ehl-i huzur ve kemâl-i imân sahibi ise, kâinatı ve nefsini Cenâb-ı Hakka verir, Onun tasarrufunda bilir. O vakit hakkı var, kaderden ve cüzî ihtiyârîden bahsetsin. Çünkü, mâdem nefsini ve her şeyi Cenâb-ı Haktan bilir. O vakit, cüz-i ihtiyârîye istinat ederek mesûliyeti deruhte eder, seyyiâta merciiyeti kabul edip Rabbini takdîs eder, daire-i ubûdiyette kalıp teklif-i İlâhiyeyi zimmetine alır. Hem, kendinden sudûr eden kemâlât ve hasenât ile gururlanmamak için kadere bakar, fahr yerine şükreder. Başına gelen musîbetlerde kaderi görür, sabreder. Eğer kader ve cüz-i ihtiyârîden bahseden adam ehl-i gaflet ise, o vakit kaderden ve cüz-i ihtiyârîden bahse hakkı yoktur. Çünkü, nefs-i emmâresi, gaflet veya dalâlet sâikasıyla kâinatı esbâba verip, Allah’ın malını onlara taksim eder; kendini de kendine temlik eder. Fiilini kendine ve esbâba verir; mesuliyeti ve kusuru kadere havale eder. O vakit, nihayette Cenâb-ı Hakka verilecek olan cüz-i ihtiyârî ve en nihayette medâr-ı nazar olacak olan kader bahsi mânâsızdır. Yalnız, bütün bütün onların hikmetine zıd ve mesuliyetten kurtulmak için bir desîse-i nefsiyedir. İkinci Mebhas Ehl-i ilme mahsus, Hâşiye ince bir tetkik-i ilmîdir. Eğer desen: "Kader ile cüz-i ihtiyârî nasıl tevfîk edilebilir?" Elcevap: Yedi vecihle.
Hâşiye Bu İkinci Mebhas, en derin ve en müşkül bir sırr-ı kader meselesidir. Bütün ulemâ-i muhakkikînce en ehemmiyetli ve münâzaralı bir mesele-i akaidi kelâmiyedir; Risâle-i Nur tam halletmiş.
• Birincisi: Elbette kâinatın intizam ve mîzan lisâniyle hikmet ve adâletine şehâdet ettiği bir âdil-i Hakîm, insan için medâr-ı sevap ve ikàb olacak, mahiyeti meçhûl bir cüz-i ihtiyârî vermiştir. O âdil-i Hakîmin pek çok hikmetini bilmediğimiz gibi, şu cüz-i ihtiyârînin kaderle nasıl tevfîk edildiğini bilmediğimiz, olmamasına delâlet etmez. • İkincisi: Bizzarûre herkes kendisinde bir ihtiyâr hisseder; o ihtiyârın vücudunu vicdânen bilir. Mevcudâtın mahiyetini bilmek ayrıdır, vücudunu bilmek ayrıdır. Çok şeyler var, vücudu bizce bedihî olduğu halde, mahiyeti bizce meçhûl. İşte şu cüz-i ihtiyârî öyleler sırasına girebilir. Her şey mâlûmâtımıza münhasır değildir. Adem-i ilmimiz, onun ademine delâlet etmez. • Üçüncüsü: Cüz-i ihtiyârî, kadere münâfi değil; belki, kader ihtiyârı teyid eder. Çünkü, kader, ilm-i İlâhînin bir nevidir. İlm-i İlâhî, ihtiyârımıza taallûk etmiş. Öyle ise, ihtiyârı teyid ediyor, iptal etmiyor. • Dördüncüsü: Kader, ilim nevindendir. İlim, mâlûma tâbidir. Yani, nasıl olacak, öyle taallûk ediyor. Yoksa, mâlûm, ilme tâbi değil. Yani, ilim desâtiri, mâlûmu, haricî vücud noktasında idare etmek için esas değil. Çünkü, mâlûmun zâtı ve vücud-u haricîsi, irâdeye bakar ve kudrete istinat eder. Hem, ezel, mâzi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki, ezel, mâzi ve hal ve istikbâli birden tutar, yüksekten bakar bir ayna-misâldir. Öyle ise, daire-i mümkinât içinde uzanıp giden zamanın mâzi tarafında bir uç tahayyül edip, ona "ezel" deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhâkeme etmek hakikat değildir. Şu sırrın keşfi için şu misâle bak: Senin elinde bir ayna bulunsa, sağ tarafındaki mesafe mâzi, sol tarafındaki mesafe müstakbel farz edilse, o ayna yalnız mukabilini tutar. Sonra, o iki tarafı bir tertib ile tutar; çoğunu tutamaz. O ayna ne kadar aşağı ise, o kadar az görür. Fakat, o ayna ile yükseğe çıktıkça, o aynanın mukabil dairesi genişlenir; git gide, bütün iki taraf mesafeyi birden, bir anda tutar. İşte şu ayna, şu vaziyette onun irtisâmında, o mesafelerde cereyan eden hâlât birbirine mukaddem muahhar, muvâfık muhâlif denilmez. İşte, kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadîsin tâbiriyle, manzâr-ı âlâdan, ezelden ebede kadar Her şey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihâta eder bir makam-ı âlâdadır. Biz ve muhâkemâtımız, onun haricinde olamaz ki, mâzi mesafesinde bir ayna tarzında olsun. • Beşincisi: Kader, sebeple müsebbebe bir taallûku var. Yani, şu müsebbeb, şu sebeple vukua gelecek. Öyle ise, denilmesin ki, "Mâdem filân adamın ölmesi, filân vakitte mukadderdir; cüz-i ihtiyârıyla tüfek atan adamın ne kabahati var? Atmasaydı, yine ölecekti?" Suâl: Niçin denilmesin? Elcevap: Çünkü, kader onun ölmesini onun tüfeğiyle tâyin etmiştir. Eğer onun tüfek atmamasını farz etsen, o vakit kaderin adem-i taallûkunu farz ediyorsun. O
vakit ölmesini ne ile hükmedeceksin? Yalnız, Cebrî gibi, sebebe ayrı, müsebbebe ayrı birer kader tasavvur etsen, veyahut Mûtezile gibi, kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sünnet ve Cemaati bırakıp fırka-i dâlleye girersin. Öyle ise, biz ehl-i hak deriz ki, "Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhûl." Cebrî der: "Atmasaydı yine ölecekti." Mûtezile der: "Atmasaydı ölmeyecekti." • Altıncısı: Hâşiye Cüz-i ihtiyârînin üssü’l-esâsı olan meyelân, Mâtüridîce bir emr-i itibârîdir, abde verilebilir. Fakat, Eş’ârî, ona mevcud nazarıyla baktığı için, abde vermemiş; fakat o meyelândaki tasarruf, Eş’âriyece bir emr-i itibârîdir. Öyle ise, o meyelân, o tasarruf bir emr-i nisbîdir; muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur. Emr-i itibârî ise, illet-i tâmme istemez ki, illet-i tâmme vücudu için lüzum ve zarûret ve vücûb ortaya girip, ihtiyârı ref’ etsin. Belki, o emr-i itibârînin illeti bir rüçhâniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibârî sübut bulabilir. Öyle ise, o anda onu terk edebilir. Kur’ân ona o anda diyebilir ki, "Şu şerdir, yapma." Evet, eğer abd, hàlık-ı ef’âli bulunsaydı ve icada iktidarı olsaydı, o vakit ihtiyârı ref’ olurdu. Çünkü ilm-i usûl ve hikmette, kaidesince mukarrerdir ki, "bir şey vâcib olmazsa, vücuda gelmez." Yani, illet-i tâmme bulunacak; sonra vücuda gelebilir. İllet-i tâmme ise, mâlûlü, bizzarûre ve bilvücûb iktizâ ediyor. O vakit ihtiyâr kalmaz. Eğer desen: Tercih bilâmüreccih muhâldir. Halbuki, o emr-i itibârî dediğimiz kisb-i insanî, bâzan yapmak ve bâzan yapmamak, eğer mûcib bir müreccih bulunmazsa, tercih bilâmüreccih lâzım gelir. Şu ise, usûl-ü kelâmiyenin en mühim bir esâsını hedm eder." Elcevap: Tereccuh bilâmüreccih muhâldir. Yani, müreccihsiz, sebepsiz rüçhâniyet muhâldir. Yoksa, tercih bilâmüreccih câizdir ve vâki’dir. İrâde bir sıfattır; onun şe’ni, böyle bir işi görmektir. Eğer desen: "Mâdem katli halk eden Hak’tır; niçin bana kàtil denilir?" Elcevap: Çünkü, ilm-i sarf kaidesince, ism-i fâil, bir emr-i nisbî olan masdardan müştaktır. Yoksa, bir emr-i sabit olan hâsıl-ı bilmasdardan inşikak etmez. Masdar kisbimizdir; kàtil ünvânını da biz alırız. Hâsıl-ı bilmasdar, Hakkın mahlûkudur. mesuliyeti işmâm eden bir şey, hâsıl-ı bilmasdardan müştak kılınmaz. • Yedincisi: İrâde-i cüz’iye-i insaniye ve cüz-i ihtiyâriyesi, çendan zayıftır, bir emr-i itibârîdir; fakat Cenâb-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zayıf, cüzî irâdeyi, irâde-i külliyesinin taallûkuna bir şart-ı âdi yapmıştır. Yani, mânen der: "Ey abdim, ihtiyârınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mesuliyet sana âittir." Teşbihte hatâ olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omzuna alsan, onu muhayyer bırakıp, "Nereyi istersen seni oraya götüreceğim" desen; o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette, "Sen istedin" diyerek itâb edip,
Hâşiye Gayet müdakkik âlimlere mahsus bir hakikattir.
üstünde bir tokat vuracaksın. İşte, Cenâb-ı Hak, Ahkemü’l-Hâkimîn, nihayet zaafta olan abdin irâdesini bir şart-ı âdi yapıp, irâde-i külliyesi ona nazar eder. Elhâsıl: Ey insan! Senin elinde gayet zayıf, fakat seyyiâtta ve tahribâtta eli gayet uzun ve hasenâtta eli gayet kısa cüz-i ihtiyârî nâmında bir irâden var. O irâdenin bir eline duâyı ver ki, silsile-i hasenâtın bir meyvesi olan Cennete eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiâttan kısalsın ve o şecere-i mel’unenin bir meyvesi olan zakkum-u Cehenneme yetişmesin. Demek, duâ ve tevekkül meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tevbe dahi meyelân-ı şerri keser, tecavüzâtını kırar. Üçüncü Mebhas Kadere imân, imânın erkânındandır. Yani, "Her şey Cenâb-ı Hakkın takdiriyledir." Kadere delâil-i katiye o kadar çoktur ki, had ve hesâba gelmez. Biz, basit ve zâhir bir tarz ile, şu rükn-ü imâniyeyi, ne derece kuvvetli ve geniş olduğunu, bir Mukaddeme ile göstereceğiz. Mukaddeme: Her şey vücudundan evvel ve vücudundan sonra yazıldığını gibi pek çok âyât-ı Kur’âniye tasrih ediyor ve şu kâinat denilen, kudretin kur’ân-ı kebîrinin âyâtı dahi şu hükm-ü Kur’ânîyi nizam ve mîzan ve intizam ve tasvir ve tezyin ve imtiyaz gibi âyât-ı tekviniyesiyle tasdik ediyor. Evet, şu kâinat kitâbının manzum mektubâtı ve mevzun âyâtı şehâdet eder ki, Her şey yazılıdır. Ammâ, vücudundan evvel Her şey mukadder ve yazılı olduğuna delil, bütün mebâdi ve çekirdekler ve mekàdîr ve sûretler birer şâhiddir. Zîrâ, her bir tohum ve çekirdekler, kâf nûn tezgâhından çıkan birer latîf sandukçadır ki, kaderle tersîm edilen bir fihristecik ona tevdî edilmiştir ki; Kudret, o kaderin hendesesine göre zerrâtı istihdam edip, o tohumcuklar üstünde koca mucizât-ı kudreti binâ ediyor. Demek, bütün ağacın başına gelecek, bütün vâkıatı ile, çekirdeğinde yazılı hükmündedir. Zîrâ tohumlar maddeten basittir, birbirinin aynıdır, maddeten bir şey yoktur. Hem her şeyin miktar-ı muntazaması, kaderi vâzıhan gösterir. Evet, hangi zîhayata bakılsa, görünüyor ki, gayet hikmetli ve sanatlı bir kalıptan çıkmış gibi bir miktar, bir şekil var ki; o miktarı, o sûreti, o şekli almak ya hârika ve nihayet derecede eğri büğrü maddî bir kalıp bulunmalı, veyahut kaderden gelen mevzun, ilmî bir kalıb-ı mânevî ile kudret-i ezeliye o sûreti, o şekli biçip giydiriyor. Meselâ, sen şu ağaca, şu hayvana dikkat ile bak ki, câmid, sağır, kör, şuursuz, birbirinin misli olan zerreler, onun neşv ü nemâsında hareket eder. Bâzı eğri büğrü hududlarda, meyve
Yaş ve kuru ne varsa apaçık bir kitapta yazılmıştır. (En’âm Sûresi: 59.)
ve faydaların yerini tanır, görür, bilir gibi durur, tevakkuf eder. Sonra, başka bir yerde, büyük bir gàyeyi tâkip eder gibi yolunu değiştirir. Demek kaderden gelen miktar-ı mânevînin ve o miktarın emr-i mânevîsiyle zerreler hareket ederler. Mâdem, maddî ve görünecek eşyada bu derece kaderin tecelliyâtı var; elbette, eşyanın mürûr-u zamanla giydikleri sûretler ve ettikleri harekât ile hâsıl olan vaziyetler dahi, bir intizam-ı kadere tâbidir. Evet, bir çekirdekte hem bedihî olarak, irâde ve evâmir-i tekviniyenin ünvânı olan Kitâb-ı Mübîn’den haber veren ve işaret eden, hem nazarî olarak emir ve ilm-i İlâhînin bir ünvânı olan İmâm-ı Mübîn’den haber veren ve remzeden iki kader tecellîsi var. Bedihî kader ise, o çekirdeğin tazammun ettiği ağacın maddî keyfiyât ve vaziyetleri ve heyetleridir ki, sonra göz ile görünecek. Nazarî ise, o çekirdekte ondan halk olunacak ağacın müddet-i hayatındaki geçireceği tavırlar, vaziyetler, şekiller, hareketler, tesbihâtlardır ki, tarihçe-i hayat nâmiyle tâbir edilen vakit bevakit değişen tavırlar, vaziyetler, şekiller, fiiller, o ağacın dalları, yaprakları gibi intizamlı birer kaderî miktarı vardır. Mâdem en âdi ve basit eşyada, böyle, kaderin tecellîsi var. Elbette, umum eşyanın vücudundan evvel yazılı olduğunu ifade eder ve az bir dikkatle anlaşılır. Şimdi, vücudundan sonra her şeyin sergüzeşt-i hayatı yazıldığına delil ise, âlemde Kitâb-ı Mübîn ve İmâm-ı Mübîn’den haber veren bütün meyveler ve Levh-i Mahfuz’dan haber veren ve işaret eden insandaki bütün kuvve-i hâfızalar birer şâhiddir, birer emâredir. Evet, her bir meyve, bütün ağacın mukadderât-ı hayatı onun kalbi hükmünde olan çekirdeğinde yazılıyor. İnsanın sergüzeşt-i hayatıyla beraber, kısmen âlemin hâdisât-ı mâziyesi, kuvve-i hâfızasında öyle bir sûrette yazılıyor ki, güyâ hardal küçüklüğünde bu kuvvecikte, dest-i kudret, kalem-i kaderiyle insanın sahife-i a’mâlinden küçük bir senet istinsâh ederek, insanın eline verip, dimâğının cebine koymuş. Tâ, muhasebe vaktinde, onunla hatırlatsın; hem, tâ mutmaîn olsun. Ki, bu fenâ ve zevâl herc ü mercinde bekà için pek çok aynalar var ki, Kadîr-i Hakîm, zâillerin hüviyetlerini onlarda tersîm edip, ibkà ediyor. Hem, bekà için pek çok levhalar var ki, Hafîz-i Alîm, fânîlerin mânâlarını onlarda yazıyor. Elhâsıl: Mâdem en basit ve en aşağı derece-i hayat olan nebâtât hayatı bu derece kaderin nizâmına tâbidir; elbette, en yüksek derece-i hayat olan hayat-ı insaniye, bütün teferruâtıyla, kaderin mikyâsıyla çizilmiştir ve kalemiyle yazılıyor. Evet, nasıl katreler buluttan haber verir, reşhalar su menbaını gösterir, senetler, cüzdanlar, bir defter-i kebîrin vücuduna işaret ederler; öyle de, şu meşhudumuz olan, zîhayatlardaki intizam-ı maddî olan bedihî kader ve intizam-ı mânevî ve hayatî olan nazarî kaderin reşhaları, katreleri, senetleri, cüzdanları hükmünde olan meyveler, nutfeler, tohumlar, çekirdekler, sûretler, şekiller, bilbedâhe Kitâb-ı Mübîn denilen irâde ve evâmir-i tekviniyenin defterini ve İmâm-ı Mübîn denilen ilm-i İlâhînin bir divânı olan Levh-i Mahfuz’u gösterir.
Netice-i meram: Mâdem bilmüşâhede görüyoruz ki, her bir zîhayatın neşv ü nemâ zamanında zerreleri eğri büğrü hududlara gider, durur; zerreler yolunu değiştirir; o hududların nihayetlerinde birer hikmet, birer fayda, birer maslahatı semere verirler. Bilbedâhe, o şeyin miktar-ı sûrîsi, bir kader kalemiyle tersîm edilmiştir. İşte, meşhud, bedihî kader, o zîhayatın mânevî hâlâtında dahi bir kader kalemiyle çizilmiş muntazam meyvedar hududları, nihayetleri var olduğunu gösterir. Kudret masdardır, kader mistardır. Kudret, o maânî kitâbını, o mistar üstünde yazar. Mâdem maddî ve mânevî kader kalemiyle tersîm edilmiş müsmir hududlar, hikmetli nihayetler olduğunu katiyen anlıyoruz; elbette, her bir zîhayatın müddet-i hayatında geçireceği ahvâl ve etvârı, o kaderin kalemiyle tersîm edilmiş. Çünkü, sergüzeşt-i hayatı, bir intizam ve mîzan ile cereyan ediyor; sûretler değiştiriyor, şekiller alıyor. Mâdem, böyle, umum zîhayatta kalem-i kader hükümrandır; elbette âlemin en mükemmel meyvesi ve arzın halîfesi ve emânet-i kübrânın hâmili olan insanın sergüzeşt-i hayatiyesi, her şeyden ziyâde, kaderin kanununa tâbidir. Eğer dese: "Kader bizi böyle bağlamış, hürriyetimizi selb etmiştir. İnbisat ve cevelâna müştak olan kalp ve ruh için, kadere imân bir ağırlık, bir sıkıntı vermiyor mu?" Elcevap: Kat’â ve aslâ! Sıkıntı vermediği gibi, nihayetsiz bir hiffet, bir rahatlık ve ruh ve reyhânı veren ve emn ü emânı temin eden bir sürur, bir nur veriyor. Çünkü, insan kadere imân etmezse, küçük bir dairede cüzî bir serbestiyet, muvakkat bir hürriyet içinde, dünya kadar ağır bir yükü, bîçare ruhun omuzunda taşımaya mecburdur. Çünkü, insan bütün kâinatla alâkadardır, nihayetsiz makàsıd ve metâlibi var; kudreti, irâdesi, hürriyeti milyondan birisine kâfi gelmediği için, çektiği mânevî sıkıntı ağırlığı, ne kadar müthiş ve muvahhiş olduğu anlaşılır. İşte kadere imân, bütün o ağırlığı kaderin sefinesine atar, kemâl-i rahat ile, ruh ve kalbin kemâl-i hürriyetiyle kemâlâtında serbest cevelânına meydan veriyor. Yalnız nefs-i emmârenin cüzî hürriyetini selb eder ve firavuniyetini ve rubûbiyetini ve keyfemâyeşâ hareketini kırar. Kadere imân o kadar lezzetli, saadetlidir ki, tarif edilmez. Yalnız, şu temsil ile o lezzete ve o saadete bir işaret edeceğiz. Şöyle ki: İki adam bir padişahın pâyitahtına giderler, o padişahın mahalli garâip olan has sarayına girerler. Biri padişahı bilmez, o yerde gàsıbâne, sârıkàne tavattun etmek ister. Fakat, o bahçe, o sarayın iktizâ ettikleri idare ve tedbîr ve vâridât ve makinelerini işlettirmek ve garip hayvanâtın erzakını vermek gibi zahmetli külfetleri görür, mütemâdiyen ızdırap çeker. O cennet gibi bahçe, başına bir cehennem gibi oluyor. Her şeye acıyor. İdare edemiyor. Teessüfle vaktini geçirir. Sonra da, o hırsız edepsiz adam, te’dib sûretiyle hapse atılır. İkinci adam padişahı tanır; padişaha kendini misafir bilir. Bütün o bahçede, o sarayda olan işler, bir nizâm-ı kanunla cereyan ettiğini, Her şey bir programla, kemâl-i suhûletle işlediğini itikat eder. Zahmet ve külfetleri, padişahın kanununa bırakıp, kemâl-i safâ ile o cennet-misâl bahçenin bütün lezzetlerinden istifade edip, padişahın merhametine ve idare kanunlarının
güzelliğine istinâden her şeyi hoş görür, kemâl-i lezzet ve saadetle hayatını geçirir. İşte sırrını anla. Dördüncü Mebhas Eğer desen: "Birinci Mebhasta ispat ettin ki, kaderin her şeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır, çirkinlik de güzeldir. Halbuki, şu dâr-ı dünyadaki musîbetler, beliyyeler, o hükmü cerh ediyor." Elcevap: Ey şiddet-i şefkatten şedid bir elemi hisseden nefsim ve arkadaşım! Vücud hayr-ı mahz, adem şerr-i mahz olduğuna, bütün mehâsin ve kemâlâtın vücuda rücûu ve bütün maâsi ve mesâib ve nekàisin esâsı adem olduğu delildir. Mâdem adem şerr-i mahzdır; ademe müncer olan veya ademi işmâm eden hâlât dahi şerri tazammun eder. Onun için, vücudun en parlak nuru olan hayat, ahvâl-i muhtelife içinde yuvarlanıp kuvvet buluyor, mütebâyin vaziyetlere girip tasaffî ediyor ve müteaddit keyfiyâtı alıp matlûb semerâtı veriyor ve müteaddit tavırlara girip Vâhib-i Hayatın nukuş-u esmâsını güzelce gösterir. İşte şu hakikattendir ki, zîhayatlara âlâm ve mesâib ve meşakkat ve beliyyât sûretinde, bâzı hâlât ârız olur ki; o hâlât ile hayatlarına envar-ı vücud teceddüd edip zulümât-ı adem tebâud ederek hayatları tasaffî ediyor. Zîrâ, tevakkuf, sükûnet, sükût, atâlet, istirahat, yeknesaklık, keyfiyâtta ve ahvâlde birer ademdir. Hattâ en büyük bir lezzet, yeknesaklık içinde hiçe iner. Elhâsıl: Mâdem hayat Esmâ-i Hüsnânın nukuşunu gösterir; hayatın başına gelen Her şey hasendir. Meselâ, gayet zengin, nihayet derecede sanatkâr ve çok sanatlarda mâhir bir zât, âsâr-ı sanatını, hem kıymettar servetini göstermek için, âdi bir miskin adamı, modellik vazifesini gördürmek için, bir ücrete mukabil, bir saatte murassâ, musannâ, yaptığı gömleği giydirir, onun üstünde işler ve vaziyetler verir, tebdil eder; hem, her nevi sanatını göstermek için keser, değiştirir, uzatır, kısaltır. Acaba şu ücretli miskin adam, o zâta dese, "Bana zahmet veriyorsun, eğilip kalkmakla vaziyet veriyorsun, beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun"demeye hak kazanabilir mi? "Merhametsizlik, insafsızlık ettin"diyebilir mi? İşte, onun gibi, Sâni-i Zülcelâl, Fâtır-ı Bîmisâl, zîhayata göz, kulak, akıl, kalp gibi havâs ve letâif ile murassâ olarak giydirdiği vücud gömleğini Esmâ-i Hüsnânın nakışlarını göstermek için çok hâlât içinde çevirir, çok vaziyetlerde değiştirir. Elemler, musîbetler nevinde olan keyfiyât, bâzı esmâsının ahkâmını göstermek için lemeât-ı hikmet içinde bâzı şuâât-ı rahmet ve o şuâât-ı rahmet içinde latîf güzellikler vardır.
Eski Said’in serkeş, müftehir, mağrur, ucblu, riyâkâr nefsini susturan, teslime mecbur eden Beş Fıkradır. Birinci Fıkra: Mâdem eşya var ve sanatlıdır; elbette bir ustaları var. Yirmi İkinci Sözde gayet katî ispat edildiği gibi, eğer Her şey birinin olmazsa, o vakit her bir şey bütün eşya kadar müşkül ve ağır olur; eğer Her şey birinin olsa, o zaman bütün eşya bir şey kadar âsân ve kolay olur. Mâdem zemin ve âsumânı birisi yapmış, yaratmış; elbette, o pek hikmetli ve çok sanatkâr Zât, zemin ve âsumânın meyveleri ve neticeleri ve gàyeleri olan zîhayatlara başkalara bırakıp işi bozmayacak, başka ellere teslim edip bütün hikmetli işlerini abes etmeyecek, hiçe indirmeyecek; şükür ve ibâdetlerini başkasına vermeyecektir. İkinci Fıkra: Sen, ey mağrur nefsim, üzüm ağacına benzersin! Fahirlenme; salkımları o ağaç kendi takmamış, başkası onları ona takmış. Üçüncü Fıkra: Sen ey riyâkâr nefsim! "Dîne hizmet ettim" diye gururlanma. sırrınca, müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o recûl-i fâcir bilmelisin. Hizmetini, ubûdiyetini, geçen nimetlerin şükrü ve vazife-i fıtrat ve farîza-i hilkat ve netice-i sanat bil, ucb ve riyâdan kurtul. Dördüncü Fıkra: Hakikat ilmini, hakiki hikmeti istersen, Cenâb-ı Hakkın mârifetini kazan. Çünkü, bütün hakàik-ı mevcudât, ism-i Hakkın şuââtı ve esmâsının tezâhürâtı ve sıfâtının tecelliyâtıdırlar. Maddî ve mânevî, cevherî, ârazî her bir şeyin, her bir insanın hakikati, birer ismin nuruna dayanır ve hakikatine istinat eder. Yoksa, hakikatsiz, ehemmiyetsiz bir sûrettir. Yirminci Sözün âhirinde, şu sırra dâir bir nebze bahsi geçmiştir. Ey nefis! Eğer şu dünya hayatına müştaksan, mevtten kaçarsan, katiyen bil ki, hayat zannettiğin hâlât, yalnız bulunduğun dakikadır. O dakikadan evvel bütün zamanın ve o zaman içindeki eşya-i dünyeviye, o dakikada meyyittir, ölmüştür. O dakikadan sonra bütün zamanın ve onun mazrufu, o dakikada ademdir, hiçtir. Demek, güvendiğin hayat-ı maddiye yalnız bir dakikadır; hattâ,bir kısım ehl-i tetkik, "Bir âşiredir, belki bir ân-ı seyyâledir" demişler. İşte şu sırdandır ki, bâzı ehl-i velâyet, dünyanın dünya cihetiyle ademine hükmetmişler. Mâdem böyledir; hayat-ı maddiye-i nefsiyeyi bırak, kalp ve ruh ve sırrın derece-i hayatlarına çık, bak: Ne kadar geniş bir daire-i hayatları var! Senin için meyyit olan mâzi, müstakbel, onlar için hayydır, hayattar ve mevcuddur. Ey nefsim! Mâdem öyledir, sen dahi kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki: "Fânîyim, fânî olanı istemem; âcizim, âciz olanı istemem. Rûhumu Rahmân’a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâkî isterim. Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudâtı birden isterim." Allah bu dini fâcir bir adamın eliyle de kuvvetlendirir. (Hadîs-i şerif: Buhârî, 8:88.)
Beşinci Fıkra: Şu fıkra, Arabî geldiği için Arabî yazıldı. Hem, şu fıkra-i Arabiye, Allahü ekber zikrinde otuz üç mertebe-i tefekkürden bir mertebeye işarettir.
Allah en büyüktür. Çünkü öyle bir Kadîr, Alîm, Hakîm, Kerîm, Rahîm, Cemîl, Nakkaş ve Ezelîdir ki, bütün, parçalar ve sayfalar olarak bu kâinatın hakikati; küllî, cüzî, varlık ve bekà itibâriyle bu varlıkların hakikatleri ancak Onun kazâ, kader, tanzim ve takdirinin ilim ve hikmetle çizilmiş çizgileri; Onun ilim, hikmet, tasvir ve tedbîrinin sanat ve îtinâ gösterilerek yapılmış nakışları; Onun Sanat, îtinâ, tezyin ve tenvîrinin mucizeli elinin lütuf ve keremle gerçekleştirdiği tezyinâtı; Onun lütuf, kerem, teveddüt ve tearrüfünün rahmet ve nimetle vücuda getirdiği ihsan çiçekleri; Onun coşkun rahmet, nimet, terahhum ve tehannününün cemâl ve kemâlle yarattığı meyveleri; cemâl ve kemâlinin parıltı ve tecellîleridir. Bu, aynaların yok olup gitmesi ve mazharların akıp kaybolmasıyla beraber, mevsimlerin asırların ve çağların geçmesiyle tecellî ve zuhuru devam eden, mahlûkat, günler ve yılların geçmesiyle inâmı sürüp giden ebedî cemâl-i mücerredin bâkî kalmasının şehâdetiyle sabittir. Evet, mükemmel eser, akıl sahipleri için mükemmel fiile, sonra mükemmel fiil, anlayış sahipleri için bilbedâhe mükemmel vasfa, sonra mükemmel vasıf bizzarûre mükemmel şene, sonra mükemmel şen bilyakîn kendisine yakışan bütün hususiyetlerle zâtın kemâline delâlet eder. Bu, gerçek ve kesindir. Evet, dâimî tecellî ve sürekli feyiz ile beraber, aynaların fânî olup kaybolması, mevcudâtın zevâle gitmesi, görünen cemâlin mazharların mülkü olmadığına en açık bir delildir. Bu, mücerred cemâlin, tazelenen ihsanın, Vâcib-i Vücudun, Bâkî-i Vedûdun en açık beyânı ve en vâzıh bürhanıdır. Allah’ım, Efendimiz Muhammed’e, onun âl ve Sahabîlerine ezelden ebede kadar Allah’ın ilmindeki nesneler sayısınca salât ve selâm eyle.
[Bu küçücük Zeylin büyük bir ehemmiyeti var; herkese menfaatlidir.] Cenâb-ı Hakka vâsıl olacak tarîkler pek çoktur. Bütün hak tarîkler Kur’ân’dan alınmıştır. Fakat tarîkatlerin bâzısı bâzısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarîkler içinde, kàsır fehmimle Kur’ân’dan istifade ettiğim acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tarîkıdır. Evet, acz dahi, aşk gibi, belki daha eslem bir tarîktir ki, ubûdiyet tarîkıyla mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi Rahmân ismine îsâl eder. Hem şefkat dahi, aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tarîktir ki, Rahîm ismine îsâl eder. Hem tefekkür dahi, aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tarîktir ki, Hakîm ismine îsâl eder. Şu tarîk, hafî tarîkler misillü, "letâif-i aşere" gibi on hatve değil; ve tarîk-ı cehriye gibi "nüfûs-u seb’a," yedi mertebeye atılan adımlar değil; belki Dört Hatveden ibârettir. Tarîkatten ziyâde hakikattir, şeriattır. Yanlış anlaşılmasın; acz ve fakr ve kusurunu Cenâb-ı Hakka karşı görmek demektir. Yoksa onları yapmak veya halka göstermek demek değildir. Şu kısa tarîkın evrâdı, ittibâ-ı sünnettir; ferâizi işlemek, kebâiri terk etmektir. Ve bilhassa, namazı tâdil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihâtı yapmaktır. Birinci hatvede -1- âyeti işaret ediyor. İkinci hatveye -2- âyeti işaret ediyor. Üçüncü hatveye -3- âyeti işaret ediyor. 1 Nefislerinizi temize çıkarmayın. (Necm Sûresi: 32.)
2 Allah’ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara kendi âkıbetlerini unutturmuştur. (Haşir Sûresi: 19.)
3 Sana her ne iyilik erişirse Allah’tandır. Sana her ne kötülük gelirse, o da kendi kusurun sebebiyledir. (Nisâ Sûresi: 79.)
Dördüncü hatveye -1- âyeti işaret ediyor. Şu Dört Hatvenin kısa bir izahı şudur ki: Birinci Hatvede, âyeti işaret ettiği gibi, tezkiye-i nefs etmemek. Zîrâ, insan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzat yalnız zâtını sever; başka her şeyi nefsine fedâ eder. Mabuda lâyık bir tarzda nefsini metheder; mabuda lâyık bir tenzih ile nefsini meâyibden tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez; nefsine perestiş eder tarzında, şiddetle müdâfaa eder. Hattâ fıtratında tevdî edilen ve Ma’bud-u Hakikinin hamd ve tesbihi için ona verilen cihazât ve istidadı kendi nefsine sarf ederek, -2- sırrına mazhar olur. Kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir. İşte şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathîri, onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir. İkinci Hatvede, dersini verdiği gibi; kendini unutmuş, kendinden haberi yok; mevti düşünse, başkasına verir; fenâ ve zevâli görse, kendine almaz. Ve külfet ve hizmet makamında nefsini unutmak, fakat ahz-ı ücret ve istifade-i huzûzât makamında nefsini düşünmek, şiddetle iltizam etmek, nefs-i emmârenin muktezâsıdır. Şu makamda tezkiyesi, tathîri, terbiyesi; şu hâletin aksidir. Yani, nisyân-ı nefs içinde nisyan etmemek. Yani, huzûzât ve ihtirasâtta unutmak ve mevtte ve hizmette düşünmek. Üçüncü Hatvede, dersini verdiği gibi; nefsin muktezâsı, dâimâ iyiliği kendinden bilip, fahr ve ucbe girer. Bu hatvede, nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı görüp, bütün mehâsin ve kemâlâtını, Fâtır-ı Zülcelâl tarafından ona ihsan edilmiş nimetler olduğunu anlayıp, fahr yerinde şükür ve temeddüh yerinde hamd etmektir. Şu mertebede tezkiyesi, -3- sırrıyla şudur ki: Kemâlini kemâlsizlikte, kudretini aczde, gınâsını fakrda bilmektir. Dördüncü Hatvede, dersini verdiği gibi; nefis, kendini serbest ve müstakil ve bizzat mevcud bilir. Ondan bir nevi rubûbiyet dâvâ
1 Her şey helâk olup gidicidir-Ona bakan yüzü müstesnâ. (Kasas Sûresi: 88.)
2 Nefsinin arzusunu kedisine ma’bud edinip onun her emrine uyan kimse. (Furkan Sûresi: 43.)
eder. Ma’buduna karşı adâvetkârâne bir isyanı taşır. İşte gelecek şu hakikati derk etmekle ondan kurtulur. Hakikat şöyledir ki: Her şey nefsinde mânâ-i ismiyle fânîdir, mefkuddur, hàdistir, mâdumdur; fakat mânâ-i harfiyle ve Sâni-i Zülcelâlin esmâsına âyinedarlık cihetiyle ve vazifedarlık itibâriyle şâhiddir, meşhuddur, vâciddir, mevcuddur. Şu makamda tezkiyesi ve tathîri şudur ki: Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır. Yani kendini bilse, vücud verse, kâinat kadar bir zulümât-ı adem içindedir. Yani, vücud-u şahsîsine güvenip, Mûcid-i Hakikiden gaflet etse, yıldız böceği gibi bir şahsî ziyâ-i vücudu nihayetsiz zulümât-ı adem ve firâklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enâniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakikinin bir âyine-i tecellîsi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudâtı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zîrâ bütün mevcudât, esmâsının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücudu bulan, her şeyi bulur.
Şu acz, fakr, şefkat, tefekkür tarîkındaki dört hatvenin izahâtı, hakikatin ilmine, şeriatın hakikatine, Kur’ân’ın hikmetine dâir olan yirmi altı adet Sözlerde geçmiştir. Yalnız, şurada bir iki noktaya kısa bir işaret edeceğiz. Şöyle ki: Evet, şu tarîk daha kısadır. Çünkü, dört hatvedir. Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâle verir. Halbuki en keskin tarîk olan aşk, nefisten elini çeker, fakat mâşuk-u mecâzîye yapışır. Onun zevâlini bulduktan sonra Mahbub-u Hakikiye gider. Hem, şu tarîk daha eslemdir. Çünkü, nefsin şatahât ve bâlâpervazâne dâvâları bulunmaz. Çünkü, acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde bulmuyor ki, haddinden fazla geçsin. Hem, bu tarîk daha umumi ve cadde-i kübrâdır. Çünkü, kâinatı, ehl-i vahdetü’l-vücud gibi, huzur-u dâimî kazanmak için idâma mahkûm zannedip, -1- hükmetmeye veyahut ehl-i vahdetü’ş-şuhud gibi, huzur-u dâimî için kâinatı nisyân-ı mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip, -2- demeye mecbur olmuyor. Belki idâmdan ve hapisten gayet zâhir olarak, Kur’ân affettiğinden, o da sarf-ı nazar edip ve mevcudâtı kendileri hesâbına hizmetten azlederek, Fâtır-ı Zülcelâl hesâbına istihdam edip, Esmâ-i Hüsnâsının mazhariyet ve âyinedarlık vazifesinde istimâl ederek, mânâ-i harfî nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzûr-u dâimîye girmektir; her şeyde Cenâb-ı Hakka bir yol bulmaktır. Elhâsıl, mevcudâtı mevcudât hesâbına hizmetten azlederek, mânâ-i ismiyle bakmamaktır. 1 Ondan başka mevcut yoktur.
Yirmi Yedinci Söz İçtihad Risâlesi Beş altı sene mukaddem, Arabî bir risâlede, içtihada dâir yazdığım bir mesele, iki kardeşimin arzularıyla, o meseleye dâir haddinden tecavüz edenin haddini bildirmek için, şu Söz, o mesele-i içtihadiyeye dâir yazıldı.
İçtihad kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye altı mâni vardır. Birincisi Nasıl ki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir; yeni kapıları açmak, hiçbir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem, nasıl ki büyük bir selin hücumunda, tâmir için duvarlarda delikler açmak gark olmaya vesîledir. Öyle de, şu münkerât zamanında ve âdât-ı ecânibin istilâsı ânında ve bid’aların kesreti vaktinde ve dalâletin tahribâtı hengâmında, içtihad nâmiyle, kasr-ı İslâmiyet’ten yeni kapılar açıp duvarlarından muharriplerin girmesine vesîle olacak delikler açmak, İslâmiyet’e cinâyettir. İkincisi Dinin zarûriyâtı ki, içtihad onlara giremez. Çünkü, katî ve muayyendirler. Hem, o zarûriyât kùt ve gıdâ hükmündedirler. Şu zamanda terke uğruyorlar Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla. Halbuki, bu haberi yayacak yerde Peygambere ve müminlerden ihtisas ve salâhiyet sahibi kimselere mürâcaat etselerdi, elbette o kimselerden hüküm çıkarmaya ehliyetli olanlar işin doğrusunu bilirlerdi. (Nisâ Sûresi: 83.)
ve tezelzüldedirler. Ve bütün himmet ve gayreti, onların ikàmesine ve ihyâsına sarf etmek lâzım gelirken, İslâmiyetin nazariyât kısmında ve selefin içtihadât-ı sâfiyâne ve hâlisânesiyle bütün zamanların hâcâtına dar gelmeyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp heveskârâne yeni içtihatlar yapmak, bid’akârâne bir hıyânettir. Üçüncüsü Nasıl ki, çarşıda mevsimlere göre birer metâ mergub oluyor, vakit bevakit birer mal revaç buluyor. Öyle de, âlem meşherinde, içtimâiyât-ı insaniye ve medeniyet-i beşeriye çarşısında her asırda, birer metâ, mergub olup revaç buluyor, sûk’unda, yani çarşısında teşhir ediliyor; rağbetler ona celp oluyor, nazarlar ona teveccüh ediyor, fikirler ona müncezib oluyor. Meselâ, şu zamanda siyâset metâı ve hayat-ı dünyeviyenin temini ve felsefenin revaçları gibi. Ve Selef-i Sâlihîn asrında ve o zaman çarşısında en mergub metâ, Hàlık-ı Semâvât ve Arzın marziyâtlarını ve bizden arzularını, kelâmından istinbât etmek ve nur-u nübüvvet ve Kur’ân ile, kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak vesâilini elde etmek idi. İşte, o zamanda zihinler, kalpler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle Yerler ve Gökler Rabbinin marziyâtını anlamaya müteveccih olduğundan, içtimâiyât-ı beşeriyenin sohbetleri, muhâvereleri, vukuâtları, ahvâlleri ona bakıyordu. Ona göre cereyan ettiğinden, her kimin güzelce bir istidadı bulunsa, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak her şeyden bir ders-i mârifet alır. O zamanda cereyan eden ahvâl ve vukuât ve muhâverâttan taallüm ediyordu. Güyâ her bir şey ona bir muallim hükmüne geçip, onun fıtrat ve istidadına, içtihada bir istidad ihzârını telkin ediyordu. Hattâ o derece şu fıtrî ders tenvir ediyordu ki, yakın idi ki, kisbsiz içtihada kabiliyeti ola; ateşsiz nurlana. İşte, şu tarzda fıtrî bir ders alan bir müstaid, içtihada çalışmaya başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen istidadı, nurun alâ nur sırrına mazhar olur; çabuk ve az zamanda müçtehid olurdu. Ammâ şu zamanda, medeniyet-i Avrupa’nın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerâit-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla, efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inâyet inkısam etmiştir; zihinler mâneviyâta karşı yabânîleşmiştir. İşte bunun içindir ki, şu zamanda birisi, dört yaşında Kur’ân’ı hıfzedip âlimlerle mübâhese eden Süfyân ibni Uyeyne olan bir müçtehidin zekâsında bulunsa, Süfyân’ın içtihadı kazandığı zamana nispeten on defa daha fazla zamana muhtaçtır. Süfyân on senede içtihadı tahsil etmiş ise, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin. Çünkü, Süfyân’ın ibtidâ-i tahsil-i fıtrîsi sinn-i temyiz zamanından başlar, yavaş yavaş istidadı müheyyâ olur, nurlanır; her şeyden ders alır, kibrit hükmüne geçer. Ammâ onun nazîri, şu zamanda-çünkü, zihni felsefede boğulmuş, aklı siyâsete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş, istidadı içtihaddan uzaklaşmış-elbette fünûn-u hâzırada tevaggulu derecesinde, istidadı içtihad-ı şer’î kabiliyetinden uzaklaşmış ve ulûm-u arzıyede tefennünü derecesinde, içtihadın kabulünden geri kalmıştır. Onun için, "Ben de onun gibi zekîyim, niçin ona yetişemiyorum?" diyemez ve demeye hakkı yoktur ve yetişemez. Dördüncüsü Nasıl ki bir cisimde, neşv ü nemâ için, tevessü’ meyli bulunur. O meyl-i tevessü’ ise-çünkü dahildendir-vücud ve cisim için bir tekemmüldür.
ve tezelzüldedirler. Ve bütün himmet ve gayreti, onların ikàmesine ve ihyâsına sarf etmek lâzım gelirken, İslâmiyetin nazariyât kısmında ve selefin içtihadât-ı sâfiyâne ve hâlisânesiyle bütün zamanların hâcâtına dar gelmeyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp heveskârâne yeni içtihatlar yapmak, bid’akârâne bir hıyânettir. Üçüncüsü Nasıl ki, çarşıda mevsimlere göre birer metâ mergub oluyor, vakit bevakit birer mal revaç buluyor. Öyle de, âlem meşherinde, içtimâiyât-ı insaniye ve medeniyet-i beşeriye çarşısında her asırda, birer metâ, mergub olup revaç buluyor, sûk’unda, yani çarşısında teşhir ediliyor; rağbetler ona celp oluyor, nazarlar ona teveccüh ediyor, fikirler ona müncezib oluyor. Meselâ, şu zamanda siyâset metâı ve hayat-ı dünyeviyenin temini ve felsefenin revaçları gibi. Ve Selef-i Sâlihîn asrında ve o zaman çarşısında en mergub metâ, Hàlık-ı Semâvât ve Arzın marziyâtlarını ve bizden arzularını, kelâmından istinbât etmek ve nur-u nübüvvet ve Kur’ân ile, kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak vesâilini elde etmek idi. İşte, o zamanda zihinler, kalpler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle Yerler ve Gökler Rabbinin marziyâtını anlamaya müteveccih olduğundan, içtimâiyât-ı beşeriyenin sohbetleri, muhâvereleri, vukuâtları, ahvâlleri ona bakıyordu. Ona göre cereyan ettiğinden, her kimin güzelce bir istidadı bulunsa, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak her şeyden bir ders-i mârifet alır. O zamanda cereyan eden ahvâl ve vukuât ve muhâverâttan taallüm ediyordu. Güyâ her bir şey ona bir muallim hükmüne geçip, onun fıtrat ve istidadına, içtihada bir istidad ihzârını telkin ediyordu. Hattâ o derece şu fıtrî ders tenvir ediyordu ki, yakın idi ki, kisbsiz içtihada kabiliyeti ola; ateşsiz nurlana. İşte, şu tarzda fıtrî bir ders alan bir müstaid, içtihada çalışmaya başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen istidadı, nurun alâ nur sırrına mazhar olur; çabuk ve az zamanda müçtehid olurdu. Ammâ şu zamanda, medeniyet-i Avrupa’nın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerâit-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla, efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inâyet inkısam etmiştir; zihinler mâneviyâta karşı yabânîleşmiştir. İşte bunun içindir ki, şu zamanda birisi, dört yaşında Kur’ân’ı hıfzedip âlimlerle mübâhese eden Süfyân ibni Uyeyne olan bir müçtehidin zekâsında bulunsa, Süfyân’ın içtihadı kazandığı zamana nispeten on defa daha fazla zamana muhtaçtır. Süfyân on senede içtihadı tahsil etmiş ise, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin. Çünkü, Süfyân’ın ibtidâ-i tahsil-i fıtrîsi sinn-i temyiz zamanından başlar, yavaş yavaş istidadı müheyyâ olur, nurlanır; her şeyden ders alır, kibrit hükmüne geçer. Ammâ onun nazîri, şu zamanda-çünkü, zihni felsefede boğulmuş, aklı siyâsete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş, istidadı içtihaddan uzaklaşmış-elbette fünûn-u hâzırada tevaggulu derecesinde, istidadı içtihad-ı şer’î kabiliyetinden uzaklaşmış ve ulûm-u arzıyede tefennünü derecesinde, içtihadın kabulünden geri kalmıştır. Onun için, "Ben de onun gibi zekîyim, niçin ona yetişemiyorum?" diyemez ve demeye hakkı yoktur ve yetişemez. Dördüncüsü Nasıl ki bir cisimde, neşv ü nemâ için, tevessü’ meyli bulunur. O meyl-i tevessü’ ise-çünkü dahildendir-vücud ve cisim için bir tekemmüldür.
Fakat, eğer hariçte tevsî için bir meyil ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrip etmektir; tevsî değildir. Öyle de, İslâmiyetin dairesine selef-i sâlihîn gibi takvâ-i kâmile kapısıyla ve zarûriyât-ı diniyenin imtisâli tarîkıyla dahil olanlarda meylü’t-tevessü’ ve irâde-i içtihad bulunsa; o kemâldir ve tekemmüldür. Yoksa, zarûriyâtı terk eden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlûde olanlardan olan o meylü’t-tevsî ve irâde-i içtihad, vücud-u İslâmiyeyi tahrip ve boynundaki şer’î zincirini çıkarmaya vesîledir. Beşincisi Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadâtını, arzıye yapar, semâvîlikten çıkarıyor. Halbuki, şeriat semâviyedir; ve içtihadât-ı şer’iye dahi onun ahkâm-ı mestûresini izhâr ettiğinden, semâviyedirler. Birincisi: Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise, tercihe sebeptir, icâba, icada medâr değildir. İllet ise, vücuduna medârdır. Meselâ, seferde namaz kasredilir, iki rekât kılınır. Şu ruhsat-ı şer’iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünkü, illet var. Fakat, sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte şu hakikatin aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikàme edip, ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihad arzıyedir, semâvî değildir. İkincisi: Şu zamanın nazarı evvelâ ve bizzat saadet-i dünyeviyeye bakıyor ve ahkâmları ona tevcih ediyor. Halbuki, şeriatın nazarı ise evvelâ ve bizzat saadet-i uhreviyeye bakar, ikinci derecede-âhirete vesîle olmak dolayısıyla-dünyanın saadetine nazar eder. Demek, şu zamanın nazarı ruh-u şeriattan yabânîdir. Öyle ise, şeriat nâmına içtihad edemez. Üçüncüsü: kaidesi, yani, "Zarûret haramı helâl derecesine getirir." İşte şu kaide ise, küllî değil. Zarûret, eğer haram yoluyla olmamış ise haramı helâl etmeye sebebiyet verir. Yoksa, sû-i ihtiyârıyla, gayr-i meşrû sebeplerle zarûret olmuş ise, haramı helâl edemez, ruhsatlı ahkâmlara medâr olamaz, özür teşkil edemez. Meselâ, bir adam sû-i ihtiyârıyla, haram bir tarzda kendini sarhoş etse, tasarrufâtı ulemâ-i şeriatça aleyhinde câridir, mâzur sayılmaz. Tatlîk etse, talâkı vâki’ olur. Bir cinâyet etse, ceza görür. Fakat, sû-i ihtiyârıyla olmazsa, talâk vâki’ olmaz, ceza da görmez. Hem meselâ, bir içki mübtelâsı, zarûret derecesinde mübtelâ olsa da diyemez ki, "Zarurettir, bana helâldir." İşte, şu zamanda zarûret derecesine geçen ve insanları mübtelâ eden bir beliyye-i âmme sûretine giren çok umûrlar vardır ki, sû-i ihtiyârdan, gayr-i meşrû meyillerden ve haram muâmelelerden tevellüd ettiklerinden, ruhsatlı ahkâmlara medâr olup, haramı helâl etmeye medâr olamazlar. Halbuki, şu zamanın ehl-i içtihadı, o zarûrâtı ahkâm-ı şer’iyeye medâr yaptıklarından, içtihadları arzıyedir, hevesîdir,
felsefîdir; semâvî olamaz, şer’î değil. Halbuki, semâvât ve arzın Hàlıkının ahkâm-ı İlâhiyesinde tasarruf ve ibâdının ibâdâtına müdâhale ve o Hàlıkın izn-i mânevîsi olmazsa, o tasarruf, o müdâhale merduddur. Meselâ, bâzı gàfiller, hutbe gibi bâzı şeâir-i İslâmiyeyi Arabîden çıkarıp her milletin lisâniyle söylemeyi iki sebep için istihsan ediyorlar. Birincisi: "Tâ siyâset-i hâzıra avâm-ı Müslimîne de o sûretle tefhim edilsin." Halbuki, siyâset-i hâzıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytânât, içine girmiş ki, vesvese-i şeyâtîn hükmüne geçmiştir. Halbuki, minber, vahy-i İlâhînin tebliğ makamı olduğundan, o vesvese-i siyâsiyenin hakkı yoktur ki o makam-ı âlîye çıkabilsin. İkinci sebep: "Hutbe, bâzı suver-i Kur’âniyenin nasihatları anlaşılmak içindir." Evet, eğer millet-i İslâm, İslâmiyetin zarûriyâtı ve müsellemâtı ve mâlûm olan ahkâmını ekseriyet itibâriyle imtisâl edip yerine getirseydi, o vakit nazariyât-ı şer’iye ve mesâil-i dakîka ve nasâyih-i hafiyeyi anlamak için, bildiği lisân ile hutbe okunması ve suver-i Kur’âniyenin-eğer mümkün olsaydı-tercümesi Hâşiye belki müstahsen olurdu. Fakat, namaz, zekât, orucun vücûbu ve katl, zinâ ve şarabın haramiyeti gibi mâlûm olan ahkâm-ı kat’iye-i İslâmiye mühmel kalıyor. Avâm-ı nâs, onların vücûbunu ve haramiyetini ders almaya muhtaç değiller. Belki teşvik ve ihtar ile o ahkâm-ı kudsiyeyi hatırlatıp, İslâmiyet damarını ve imân hissini tahrik etmekle imtisâllerine teşvik ve tezkire ve ihtara muhtaçtırlar. Halbuki, bir âmî ne kadar câhil dahi olsa, Kur’ân’dan ve hutbe-i Arabiyeden şu meâl-i icmâliyeyi anlar ki: "Herkese ve bana mâlûm olan imânın rükünlerini ve İslâmiyetin umdelerini hatip ve hâfız ihtar ediyor ve ders veriyor, okuyor" der; kalbinde onlara karşı bir iştiyak hâsıl olur. Acaba kâinatta hangi tâbirât var ki, Arş-ı âzamdan gelen Kur’ân-ı Hakîmin i’câzkârâne, müfehhimâne ihtarlarına, tezkirlerine, teşviklerine mukabil gelebilsin? Altıncısı Selef-i Sâlihînin müçtehidîn-i izâmı, asr-ı nur ve asr-ı hakikat olan asr-ı Sahabeye yakın olduklarından, sâfî bir nur alıp, hâlis bir içtihad edebilirler. Şu zamanın ehl-i içtihadı ise, o kadar perdeler arkasında ve uzak bir mesafede hakikat kitâbına bakar ki, en vâzıh bir harfini de zor ile görebilirler. Eğer desen: "Sahabeler de insandırlar; hatâdan, hilâftan hâlî olmazlar. Halbuki, içtihadâtın ve ahkâm-ı şeriatın medârı Sahabelerin adâleti ve sıdkıdır ki, hattâ ümmet, ’Sahabeler umumen âdildirler, doğru söylerler’ diye ittifak etmişler." Elcevap: Evet, Sahabeler ekseriyet-i mutlaka itibâriyle, hakka âşık, sıdka müştak, adâlete hâhişgerdirler. Çünkü yalanın ve kizbin çirkinliği, bütün çirkinliğiyle ve sıdkın ve doğruluğun güzelliği, bütün güzelliğiyle o asırda öyle bir tarzda gösterilmiş ki, ortalarındaki mesafe, Arştan Ferşe kadar açılmış, esfel-i sâfilîndeki Müseylime-i Kezzâbın derekesinden âlâ-yı illiyyînde olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın derece-i sıdkı kadar bir ayrılık görülmüştür. Evet,
Hâşiye: İ’câza dâir Yirmi Beşinci Söz, Kur’ân’ın hakiki tercümesi mümkün olmadığını göstermiştir.
Müseylime’yi esfel-i sâfilîne düşüren kizb olduğu gibi, Muhammedü’l-Emîn Aleyhissalâtü Vesselâmı âlâ-yı illiyyîne çıkaran sıdktır ve doğruluktur. İşte, hissiyât-ı ulviyeyi taşıyan ve mehâsin-i ahlâkiyeye perestiş eden ve şems-i Nübüvvetin ziyâ-i sohbetiyle nurlanan Sahabeler, o derece çirkin ve sukùta sebep ve Müseylime’nin maskaraâlûd müzahrafât dükkânındaki kizbe, ihtiyârıyla ellerini uzatmamak ve küfürden çekindikleri gibi, küfrün arkadaşı olan kizbden çekinmeleri ve o derece güzel ve medâr-ı fahr ve mübâhât ve mi’rac-ı suud ve terakkî ve fahr-i risâletin, hazîne-i âliyesinden en revaçlı bulunan ve şâşaa-i cemâliyle, içtimâât-ı insaniyeyi nurlandıran sıdka ve doğruluğa ve hakka-ve bilhassa ahkâm-ı şer’iye rivâyetinde ve tebliğinde-elbette ellerinden geldiği kadar tâlip ve muvâfık ve âşık olmaları katîdir, zarûrîdir, şüphesizdir. Halbuki, şu zamanda, kizb ve sıdkın ortasındaki mesafe o kadar kısalmış ki, âdetâ omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana (geçmek) pek kolay gidiliyor. Hattâ, siyâset propagandası vâsıtasıyla, yalancılık doğruluğa tercih ediliyor. İşte, en çirkin şey, en güzel şeylerle beraber bir dükkânda, bir fiyatla satılsa, elbette pek âlî olan ve hakikat cevherine giden sıdk ve hak pırlantası, o dükkâncının mârifetine ve sözüne itimad edip, körü körüne alınmaz.
Asırlara göre şeriatlar değişir; belki, bir asırda kavimlere göre ayrı ayrı şeriatlar, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü’l-Enbiyâdan sonra, Şeriat-ı Kübrâsı her asırda, her kavme kâfi geldiğinden, muhtelif şeriatlara ihtiyaç kalmamıştır. Fakat, teferruâtta bir derece ayrı ayrı mezheblere ihtiyaç kalmıştır. Evet, nasıl ki mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir, mîzaçlara göre ilâçlar tebeddül eder; öyle de, asırlara göre şeriatlar değişir, milletlerin istidadına göre ahkâm tahavvül eder. Çünkü, ahkâm-ı şer’iyenin teferruât kısmı ahvâl-i beşeriyeye bakar, ona göre gelir, ilâç olur. Enbiyâ-i sâlife zamanında tabakàt-ı beşeriye birbirinden çok uzak ve seciyeleri hem bir derece kaba, hem şiddetli ve efkârca ibtidâî ve bedeviyete yakın olduğundan, o zamandaki şeriatlar, onların haline muvâfık bir tarzda, ayrı ayrı gelmiştir. Hattâ, bir kıtada, bir asırda ayrı ayrı peygamberler ve şeriatlar bulunurmuş. Sonra, âhirzaman Peygamberinin gelmesiyle, insanlar, güyâ iptidâî derecesinden idâdiye derecesine terakkî ettiğinden, çok inkılâbât ve ihtilâtât ile, akvâm-ı beşeriye bir tek ders alacak, bir tek muallimi dinleyecek, bir tek şeriatla amel edecek vaziyete geldiğinden, ayrı ayrı şeriata ihtiyaç kalmamıştır, ayrı ayrı muallime de lüzum görülmemiştir. Fakat, tamamen bir seviyeye gelmediğinden ve bir tarz-ı hayat-ı içtimâiyede gitmediğinden, mezhebler taaddüd etmiştir. Eğer beşerin ekseriyet-i mutlakası bir mekteb-i âlînin talebesi gibi, bir tarz-ı hayat-ı içtimâiyeyi giyse, bir seviyeye girse, o vakit mezhebler tevhid edilebilir. Fakat, bu hal-i âlem, o hale müsaade etmediği gibi, mezâhib de bir olmaz. Eğer desen: "Hak bir olur. Nasıl böyle dört ve on iki mezhebin muhtelif ahkâmları hak olabilir?" Elcevap: Bir su, beş muhtelif mîzaçlı hastalara göre nasıl beş hüküm alır, şöyle ki: Birisine, hastalığının mîzâcına göre, su, ilâçtır; tıbben vâcibdir. Diğer birisine, hastalığı için zehir gibi muzırdır; tıbben ona haramdır. Diğer birisine, az zarar verir; tıbben ona mekruhtur. Diğer birisine, zararsız menfaat verir; tıbben ona sünnettir. Diğer birisine, ne zarardır, ne menfaattir, âfiyetle içsin; tıbben ona mübahtır. İşte hak burada taaddüd etti. Beşi de haktır. Sen diyebilir misin ki, "Su yalnız ilâçtır, yalnız vâcibdir, başka hükmü yoktur"? İşte bunun gibi, ahkâm-ı İlâhiye, mezheblere, hikmet-i İlâhiyenin sevkiyle ittibâ edenlere göre değişir; hem, hak olarak değişir ve herbirisi de hak olur, maslahat olur. Meselâ, hikmet-i İlâhiyenin tensibiyle İmâm-ı Şâfiîye ittibâ eden, ekseriyet
itibâriyle Hanefîlere nispeten köylülüğe ve bedevîliğe daha yakın olup, cemaati bir tek vücud hükmüne getiren hayat-ı içtimâiye de nâkıs olduğundan, her biri bizzat dergâh-ı Kàdiü’l-Hâcâtta kendi derdini söylemek ve hususi matlûbunu istemek için, imam arkasında Fâtihayı birer birer okuyorlar. Hem, ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir. İmâm-ı âzama ittibâ edenler ekseriyet-i mutlaka itibâriyle, İslâmî hükümetlerin ekserîsi o mezhebi iltizam etmesiyle, medeniyete, şehirliliğe daha yakın ve hayat-ı içtimâiyeye müstaid olduğundan, bir cemaat bir şahıs hükmüne girip, birtek adam umum nâmına söyler; umum, kalben onu tasdik ve rabt-ı kalb edip-onun sözü umumun sözü hükmüne geçtiğinden, Hanefî mezhebine göre imam arkasında Fâtiha okunmaz. Okunmaması ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir. Hem meselâ, mâdem şeriat tabiatın tecavüzâtına sed çekmekle onu tâdil edip nefs-i emmâreyi terbiye eder; elbette, ekser etbâı köylü ve nimbedevî ve amelelikle meşgul olan Şâfiî mezhebine göre, "Kadına temas ile abdest bozulur, az bir necâset zarar verir." Ekseriyet itibâriyle hayat-ı içtimâiyeye giren, nimmedenî şeklini alan insanlar ittibâ ettikleri mezheb-i Hanefîye göre, "Mess-i nisvan abdesti bozmaz, bir dirhem kadar necâsete fetvâ var." İşte, bir amele ile bir efendiyi nazara alacağız. Amele, tarz-ı maîşet itibâriyle, ecnebî kadınlarla ihtilâta, temasa ve bir ocak yanında oturmaya ve mülevves şeylerin içine karışmaya mübtelâ olduğundan, sanat ve maîşet itibâriyle, tabiat ve nefs-i emmâresi meydanı boş bulup tecavüz edebilir. Onun için, şeriat onların hakkında, o tecavüzâta sed çekmek için, "Abdest bozulur, temas etme; namazını iptal eder, bulaşma" mânevî kulağında bir sadâ-i semâvî çınlattırır. Ammâ, o efendi, nâmuslu olmak şartıyla, âdât-ı içtimâiyesi itibâriyle, ahlâk-ı umumiye nâmına, ecnebî kadınlara temasa mübtelâ değil, mülevves şeylerle nezâfet-i medeniye nâmına kendini o kadar bulaştırmaz. Onun için, şeriat, mezheb-i Hanefî nâmiyle ona şiddet ve azîmet göstermemiş, ruhsat tarafını gösterip hafifleştirmiştir. "Elin dokunmuş ise, abdestin bozulmaz; hicab edip, kalabalık içinde su ile istincâ etmemenin zararı yoktur, bir dirhem kadar fetvâ vardır"der, onu vesveseden kurtarır. İşte, denizden iki katre, sana misâl. Onlara kıyas et. Mîzan-ı Şa’rânî mîzanıyla, şeriat mîzanlarını bu sûretle muvâzene edebilirsen, et.
Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın. (Bakara Sûresi: 32.)
Allah’ım, güzel isimlerinin tecelliyâtı için câmi’ bir ayna olmasıyla sıfat ve isimlerinin güzelliklerine olan muhabbetinin nurları kendisinde temessül eden; masnuâtının en mükemmel ve en bedîi olması, kemalât-ı sanatının enmûzeci ve mehâsin-i nukuşunun fihristesi bulunmasıyla sanatına olan muhabbetinin şuâları kendisinde temerküz eden; mehâsin-i sanatının en yüksek dellâlı, hüsn-ü nukuşunun ilânı konusunda istihsan edicilerin en yücesi, sanatının kemâlâtını tavsifte en hârika zât olmasıyla kendisinde, sanatının istihsan edilmesine olan rağbet ve muhabbetinin letâifi tezâhür eden; Senin ihsanınla bütün mehâsin-i ahlâkı ve Senin lûtfunla bilcümle latîf vasıfları câmi’ olmasıyla kendisinde mahlûkatının mehâsin-i ahlâkına ve masnuâtının latîf evsâfına olan muhabbet ve istihsanının aksâmı toplanmış bulunan; Kur’ân’ında zikrettiğin ve sevdiğin bütün ihsan sahibi, sabırlı, mü’min, müttakî, tevbekâr ve Sana yönelmiş kimselere; Kur’ân’ında sevdiğin ve Seni sevmekle şereflendirdiğin bütün nev’lere üstün bir misdak ve mikyas olan, öyle ki, Seni sevenlerin imamı, Sence mahbub olanların efendisi ve dostlarının reisi olan zâta ve onun bütün âl ve Ashâb ve ihvânına salât ve selâm eyle. âmin. Bunu rahmetinle yap, ey merhamet edenlerin en merhametlisi!
Yirmi Yedinci Sözün Zeyli Sahabeler hakkındadır Mevlâna Câmi’nin dediği gibi derim: -1- -2-
-3- ilâ âhiri’l-âyet. Suâl ediyorsunuz: "Bâzı rivâyetlerde vardır ki; ’Bid’aların revâcı hengâmında ehl-i imân ve takvâdan bir kısım sülehâ, Sahabe derecesinde veya daha ziyâde efdal olabilir’ diye rivâyetler vardır. Bu rivâyetler sahih midir? Sahih ise, hakikatleri nedir?" 1 Yâ Resûlallah! Ne olaydı, Ashâb-ı Kehf’in köpeği gibi, senin Ashâbının arasında Cennete girseydim. Onun Cennete, benim Cehenneme gitmem nasıl revâ olur? O, Ashâb-ı Kehf’in köpeği; ben ise senin Ashâbının köpeği.
2 Allah’ın adıyla. O, her türlü noksan sıfattan uzaktır. • Hiçbir Şey yoktur ki Onu övüp Onu tesbih etmesin. (İsrâ Sûresi: 44.)
3 Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla. Muhammed Allah’ın resûlüdür. Onunla beraber olanlar da kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında ise pek merhametlidirler. (Fetih Sûresi: 29.)
Elcevap: Enbiyâdan sonra, nev-i beşerin en efdali Sahabe olduğu Ehl-i Sünnet ve Cemaatin icmâı, bir hüccet-i kàtıadır ki; o rivâyetlerin sahih kısmı fazîlet-i cüz’iye hakkındadır. Çünkü, cüzî fazîlette ve hususi bir kemâlde, mercuh, râcihe tereccüh edebilir. Yoksa, Sûre-i Fethin âhirinde, sitâyişkârâne tavsifât-ı Rabbâniyeye mazhar ve Tevrat ve İncil ve Kur’ân’ın medih ve senâsına mazhar olan Sahabelere fazîlet-i külliye nokta-i nazarında yetişilemez. Şu hakikatin pek çok esbâb ve hikmetlerinden, şimdilik üç sebebi tazammun eden üç hikmeti beyân edeceğiz. Birinci Hikmet : Sohbet-i nebeviye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zât, senelerle seyr ü sülûka mukabil hakikatin envarına mazhar olur. Çünkü, sohbette insibağ ve inikâs vardır. Mâlûmdur ki, in’ikâs ve tebâiyetle, o nur-u âzam-ı nübüvvetle beraber en azîm bir mertebeye çıkabilir. Nasıl ki, bir sultanın hizmetkârı ve onun tebâiyeti ile, öyle bir mevkie çıkar ki, bir şah çıkamaz. İşte şu sırdandır ki, en büyük velîler Sahabe derecesine çıkamıyorlar. Hattâ, Celâleddin-i Süyûti gibi uyanık iken, çok defa sohbet-i nebeviyeye mazhar olan velîler, Resûl-i Ekrem (a.s.m.) ile yakazaten görüşseler ve şu âlemde sohbetine müşerref olsalar, yine Sahabeye yetişemiyorlar. Çünkü, Sahabelerin sohbeti, nübüvvet-i Ahmediye (a.s.m.) nuruyla, yani nebî olarak onunla sohbet ediyorlar. Evliyâlar ise, vefât-ı nebevîden sonra Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı görmeleri, velâyet-i Ahmediye (a.s.m.) nuruyla sohbettir. Demek, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın onların nazarlarına temessül ve tezâhür etmesi, velâyet-i Ahmediye (a.s.m.) cihetindedir, nübüvvet itibâriyle değil. Mâdem öyledir; nübüvvet derecesi velâyet derecesinden ne kadar yüksek ise, o iki sohbet de o derece tefâvüt etmek lâzım gelir. Sohbet-i Nebeviye ne derece bir iksir-i nurânî olduğu bununla anlaşılır ki: Bir bedevî adam, kızını sağ olarak defnedecek bir kasâvet-i vahşiyânede bulunduğu halde gelip, bir saat sohbet-i nebeviyeye müşerref olur; daha karıncaya ayağını basamaz derecede bir şefkat-i rahîmâneyi kesb ederdi. Hem, câhil, vahşî bir adam, bir gün sohbet-i nebeviyeye mazhar olur; sonra Çin ve Hind gibi memleketlere giderdi, mütemeddin kavimlere muallim-i hakàik ve rehber-i kemâlât olurdu. İkinci Sebep: Yirmi Yedinci Sözdeki içtihad bahsinde beyân ve ispat edildiği gibi, Sahabeler ekseriyet-i mutlaka itibâriyle kemâlât-ı insaniyenin en âlâ derecesindedirler. Çünkü, o zamanda, o inkılâb-ı azîm-i İslâmîde hayır ve hak bütün güzelliğiyle, şer ve bâtıl bütün çirkinliğiyle görülmüş ve maddeten hissedilmiş. Şer ve hayır ortasında öyle bir ayrılık ve kizb ve sıdk mâbeyninde öyle bir mesafe açılmıştı ki, küfür ve imân kadar, belki Cehennem ve Cennet kadar beynleri uzaklaştı. Kizb ve şer ve bâtılın dellâlı ve numûnesi olan Müseylime-i Kezzab ve maskaraca kelimeleri olduğundan, fıtraten hissiyât-ı ulviye sahibi ve maâlî-i ahlâka meftun ve izzet ve mübâhâta meyyal olan Sahabeler, elbette ihtiyârlarıyla kizb ve şerre ellerini uzatıp, Müseylime derekesine düşmemişler. Sıdk ve hayır ve hakkın dellâlı ve numûnesi olan Habîbullahın (a.s.m.) âlâ-yı illiyyîn-i kemâlâtındaki makamına bakarak, bütün kuvvet ve himmetleriyle, o tarafa koşmak muktezâ-i seciyeleridir.
Meselâ, nasıl ki zaman oluyor, medeniyet-i beşeriye çarşısında ve hayat-ı içtimâiye-i insaniye dükkânında, bâzı şeylerin verdiği müthiş neticeleri ve çirkin eserleri zehr-i kàtil gibi, herkes onu satın almak değil, bütün kuvvetiyle ondan nefret edip kaçar ve bâzı şeylerin ve mânevî metâların verdikleri güzel neticeler ve kıymettar eserler, bir tiryâk-ı nâfi ve bir pırlanta gibi, herkesin nazar-ı rağbetini kendine celb eder; herkes elinden geldiği kadar onları satın almaya çalışır; öyle de, Asr-ı Saadette hayat-ı içtimâiye-i insaniyenin çarşısında, kizb ve şer ve küfür gibi maddeler, şekàvet-i ebediye gibi neticeleri ve Müseylime-i Kezzab gibi süflî maskaraları tevlid ettiğinden, secâyâ-i âliye ve hubb-u maâlîye meftun olan Sahabelerin, zehr-i kàtilden kaçar gibi ondan kaçmaları ve nefret etmeleri bedihîdir. Ve saadet-i ebediye gibi netice veren ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gibi nurânî meyveler gösteren, sıdk ve hakka ve imâna en nâfi bir tiryak, en kıymettar bir elmas gibi, o fıtratları sâfiye ve seciyeleri sâmiye olan Sahabeler, bütün kuvvetleriyle ve hissiyât ve letâifleriyle, onlara müşteri ve müştak olması zarûrîdir. Halbuki, o zamandan sonra, git gide ve gele gele sıdk ve kizb ortasındaki mesafe azala azala, omuz omuza geldi; bir dükkânda ikisi beraber satılmaya başladığı gibi, ahlâk-ı içtimâiye bozuldu. Propaganda-i siyâset, yalana fazla revaç verdi. Yalanın müthiş çirkinliği gizlenip, doğruluğun parlak güzelliği görünmemeye başladığı zamanda, kimin haddi var ki, Sahabenin adâlet ve sıdk ve ulviyet ve hakkàniyet hususundaki kuvvetlerine, metânetlerine, takvâlarına yetişebilsin veya derecelerinden geçsin? Geçen meseleyi bir derece tenvir edecek, başıma gelmiş bir halimi beyân ediyorum. Şöyle ki: Bir zaman kalbime geldi, "Niçin Muhyiddin-i Arabî gibi hârika zâtlar Sahabelere yetişemiyorlar?" Sonra, namaz içinde "Sübhanerabbiyelâlâ" derken, şu kelimenin mânâsı inkişaf etti, tam mânâsıyla değil, fakat bir parça hakikati göründü. Kalben dedim: "Keşke, birtek namaza bu kelime gibi muvaffak olsaydım, bir sene ibâdetten daha iyi idi." Namazdan sonra anladım ki, o hâtıra ve o hal, Sahabelerin ibâdetteki derecelerine yetişilmediğine bir irşâddır. Evet, Kur’ân-ı Hakîmin envarıyla hâsıl olan, o inkılâb-ı azîm-i içtimâîde, ezdâd birbirinden çıkıp ayrılırken, şerler bütün tevâbiiyle, zulümâtıyla ve teferruâtıyla ve hayır ve kemâlât bütün envârıyla ve netâiciyle karşı karşıya gelip, bir vaziyette, müheyyic bir zamanda, her zikir ve tesbih, bütün mânâsının tabakàtını turfanda ve tarâvetli ve tâze ve genç bir sûrette ifade ettiği gibi; o inkılâb-ı azîmin tarrakası altında olan insanların bütün hissiyâtını, letâif-i mâneviyesini uyandırmış, hattâ vehim ve hayal ve sır gibi duygular hüşyar ve müteyakkız bir sûrette o zikir, o tesbihlerdeki müteaddit mânâları kendi zevklerine göre alır, emer. İşte, şu hikmete binâen, bütün hissiyâtları uyanık ve letâifleri hüşyar olan Sahabeler envâr-ı imâniye ve tesbihiyeyi câmi’ olan kelimât-ı mübârekeyi dedikleri vakit, kelimenin bütün
mânâsıyla söyler ve bütün letâifiyle hisse alırlardı. Halbuki, o infilak ve inkılâbdan sonra, git gide letâif uykuya ve havâs o hakàik noktasında gaflete düşüp, o kelimât-ı mübâreke, meyveler gibi, git gide ülfet perdesiyle letâfetini ve tarâvetini kaybeder. Âdetâ sathîlik havasıyla kuruyor gibi, az bir yaşlık kalıyor ki, kuvvetli, tefekkürî bir ameliyatla, ancak evvelki hali iâde edilebilir. İşte bundandır ki, kırk dakikada bir Sahabenin kazandığı fazîlete ve makama, kırk günde, hattâ kırk senede başkası ancak yetişebilir. Üçüncü Sebep: On İkinci ve Yirmi Dördüncü ve Yirmi Beşinci Sözlerde ispat edildiği gibi, nübüvvetin velâyete nisbeti, güneşin ayn-ı zâtı ile, aynalarda görülen güneşin misâli gibidir. İşte daire-i nübüvvet, daire-i velâyetten ne kadar yüksek ise, daire-i nübüvvetin hademeleri ve o güneşin yıldızları olan Sahabeler dahi daire-i velâyetteki sülehâya tefevvuku olmak lâzım geliyor. Hattâ, velâyet-i kübrâ olan verâset-i nübüvvet ve sıddîkıyet-ki, Sahabelerin velâyetidir-bir velî kazansa, yine saff-ı evvel olan Sahabelerin makamına yetişmez. Şu Üçüncü Sebebin müteaddit vücûhundan Üç Vechini beyân ederiz. • Birinci Vecih: İçtihadda, yani istinbât-ı ahkâmda, yani Cenâb-ı Hakkın marziyâtını kelâmından anlamakta Sahabelere yetişilmez. Çünkü, o zamandaki o büyük inkılâb-ı İlâhî, marziyât-ı Rabbâniyeyi ve ahkâm-ı İlâhiyeyi anlamak üzere dönerdi; bütün ezhân istinbât-ı ahkâma müteveccih idi, bütün kalbler "Rabbimizin bizden istediği nedir?" diye merak ederdi. Ahvâl-i zaman, bu hali işmâm ve ihsâs edecek bir tarzda cereyan ediyordu; muhâverât bu mânâları tazammun ederek vuku’ buluyordu. İşte, bunun için her şey ve her hal ve muhâvereler ve sohbetler ve hikâyeler, bütün o mânâları bir derece ders verecek bir tarzda cereyan ettiğinden, Sahabenin istidadını tekmil ve fikirlerini tenvir ettiğinden, içtihad ve istinbâtta istidadı kibrit derecesinde nurlanmaya hazır olduğundan, bir günde veya bir ayda kazandığı mertebe-i istinbât ve içtihadı o Sahabenin derece-i zekâvetinde ve istidadında olan bir adam, şu zamanda on senede, belki yüz senede kazanmayacaktır. Çünkü, şimdi saadet-i ebediyeye bedel, saadet-i dünyeviye medâr-ı nazardır. Beşerin nazar-ı dikkati, başka maksadlara müteveccihtir. Tevekkülsüzlük içinde derd-i maîşet, ruha sersemlik ve felsefe-i tabiiye ve maddiye akla körlük verdiğinden, beşerin muhît-i içtimâîsi o şahsın zihnine ve istidadına içtihad hususunda kuvvet vermediği gibi, teşettüt veriyor, dağıtıyor. Yirmi Yedinci Sözün içtihad bahsinde, Süfyân ibn-i Uyeyne ile onun zekâveti derecesinde birinin muvâzenesinde ispat etmişiz ki, Süfyân’ın on senede kazandığını öteki yüz senede kazanamıyor. • İkinci Vecih: Sahabelerin kurbiyet-i İlâhiye noktasındaki makamlarına velâyet ayağıyla yetişilmez. Çünkü, Cenâb-ı Hak bize akrebdir ve herşeyden daha ziyâde yakındır. Biz ise, ondan nihayetsiz uzağız. Onun kurbiyetini kazanmak iki sûretle olur: Birisi, akrebiyetin inkişafıyladır ki, nübüvvetteki kurbiyet ona bakar ve nübüvvet verâseti ve sohbeti cihetiyle Sahabeler o sırra mazhardırlar. İkinci sûret, bu’diyetimiz noktasında kat-ı merâtib edip bir derece kurbiyete müşerref olmaktır
ki; ekser seyr ü sülûk-u velâyet ona göre ve seyr-i enfüsî ve seyr-i âfâkî bu sûretle cereyan ediyor. İşte, birinci sûret sırf vehbîdir, kisbî değil; incizabdır, cezb-i Rahmânîdir ve mahbubiyettir. Yol kısadır, fakat çok metin ve çok yüksektir ve çok hâlistir ve gölgesizdir. Diğeri kisbîdir, uzundur, gölgelidir; acâib hârikaları çok ise de, kıymetçe, kurbiyetçe evvelkisine yetişemez. Meselâ, nasıl ki dünkü güne bugün yetişmek için, iki yol var: Birincisi, zamanın cereyânına tâbi olmayarak, bir kuvvet-i kudsiye ile fevka’z-zaman çıkıp, dünü bugün gibi hazır görmektir. İkincisi, bir sene kat-ı mesafe edip, dönüp dolaşıp, düne gelmektir; fakat yine dünü elde tutamıyor, onu bırakıp gidiyor. Öyle de, zâhirden hakikate geçmek, iki sûretledir. Biri, doğrudan doğruya hakikatin incizâbına kapılıp, tarîkat berzahına girmeden, hakikati ayn-ı zâhir içinde bulmaktır. İkincisi, çok merâtibden seyr ü sülûk sûretiyle geçmektir. Ehl-i velâyet, çendan fenâ-i nefse muvaffak olurlar, nefs-i emmâreyi öldürürler; yine Sahabeye yetişemiyorlar. Çünkü, Sahabelerin nefisleri tezkiye ve tathir edildiğinden, nefsin mahiyetindeki cihazât-ı kesîre ile ubûdiyetin envaına ve şükür ve hamdin aksâmına daha ziyâde mazhardırlar. Fenâ-i nefisten sonra ubûdiyet-i evliyâ besâtet peydâ eder. • Üçüncü Vecih: Fazîlet-i a’mâl ve sevâb-ı ef’âl ve fazîlet-i uhreviye cihetinde Sahabelere yetişilmez. Çünkü, nasıl bir asker bâzı şerâit dahilinde, mühim ve mahûf bir mevkîde, bir saat nöbette, bir sene ibâdet kadar bir fazîlet kazanabilir ve bir dakikada bir kurşunu yemekle, en ekall kırk günde ancak kazanılacak velâyet derecesi gibi bir makama çıkıyor; öyle de, Sahabelerin tesis-i İslâmiyette ve neşr-i ahkâm-ı Kur’âniyede hizmetleri ve İslâmiyet için bütün dünyaya ilân-ı harb etmeleri o kadar yüksektir ki, bir dakikasına başkaları bir senede yetişemez. Hattâ, denilebilir ki, bütün dakikaları, o hizmet-i kudsiyede, o şehid olan neferin dakikası gibidir, bütün saatleri müthiş bir makamda bir saat nöbet tutan fedâkâr bir neferin nöbeti gibidir ki; amel az, ücreti çok, kıymeti yüksektir. Evet, Sahabeler mâdem İslâmiyetin tesisinde ve envâr-ı Kur’âniyenin neşrinde, saff-ı evvel teşkil ediyorlar. -1- sırrınca, bütün ümmetin hasenâtından onlara hisse çıkar. Ümmetin -2- demesiyle, Sahabelerin, bütün ümmetinin hasenâtından hissedarlıklarını gösteriyor. Hem, nasıl ki bir ağacın kökündeki küçük bir meziyet, ağacın dallarında büyük bir sûret alır, büyük bir daldan daha büyüktür; hem, nasıl ki mebde’de küçük bir irtifâ, gittikçe bir yekûn teşkil eder; hem, nasıl ki nokta-i merkeziyeye yakın bir iğne ucu kadar bir ziyâdelik, daire-i muhîtada bâzan bir metre kadar ziyâdeye mukabil
1 Bir şeye sebep olan, o şeyi işleyen gibidir. ("Bir hayrın yolunu gösteren, onu işleyen gibidir" (Feyzü’l-Kadîr, c.3, s. 537, hadîs no: 4250) hadîsinden ilhamen söylenmiş bir kaide.)
2 Allah’ım, Efendimiz Muhammed’e ve âl ve Ashâbına rahmet eyle.
geliyor; aynen şu dört misâl gibi, Sahabeler, İslâmiyetin şecere-i nurâniyesinin köklerinden, esaslarından oldukları; hem, binâ-i İslâmiyetin hutût-u nurâniyesinin mebdeinde, hem cemaat-i İslâmiyenin imamlarından ve adetlerinin evvellerinde, hem şems-i nübüvvet ve sirâc-ı hakikatin merkezine yakın olduklarından, az amelleri çoktur, küçük hizmetleri büyüktür. Onlara yetişmek için, hakiki sahabe olmak lâzım geliyor. -1- -2- ``` Suâl: Deniliyor ki: "Sahabeler Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı gördüler, sonra imân ettiler. Biz ise görmeden imân ettik. Öyle ise imânımız daha kavîdir. Hem, kuvvet-i imânımıza delâlet eden rivâyet var?" Elcevap: Sahabeler, o zamanda, efkâr-ı âmme-i âlem hakàik-ı İslâmiyeye muârız ve muhâlif iken, Sahabeler yalnız sûret-i insaniyede Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı görüp, bâzan mucizesiz olarak, öyle bir imân getirmişler ki, bütün efkâr-ı âmme-i âlem onların imânlarını sarsmıyordu; şüphe değil, bâzısına vesvese de vermezdi. Sizler iseniz, kendi imânınızı Sahabelerin imânlarıyla muvâzene ediyorsunuz. Bütün efkâr-ı âmme-i İslâmiye imânınıza kuvvet ve senet olduğu halde, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın şecere-i tûbâ-i nübüvvetinin çekirdeği olan beşeriyeti ve sûret-i cismâniyesini değil, belki umum envar-ı İslâmiye ve hakàik-ı Kur’âniye ile nurânî muhteşem şahs-ı mânevîsini, bin mu’cizât ile muhât olarak akıl gözüyle gördüğünüz halde, bir Avrupa feylesofunun sözüyle vesveseye ve şüpheye düşen imânınız nerede; bütün âlem-i küfrün ve Nasarâ ve Yehûdun ve feylesofların hücumlarına karşı sarsılmayan Sahabelerin imânları nerede? Hem, Sahabelerin kuvvet-i imânlarını gösteren ve imânlarının tereşşuhâtı olan şiddet-i takvâları ve kemâl-i salâhatları nerede; ey müddei, senin şiddet-i zaafından ferâizi tamamıyla senden göstermeyen sönük imânın nerede? Ammâ, hadîste vârid olan ki, "âhirzamanda beni görmeyen ve imân getiren, daha ziyâde makbuldür" meâlindeki rivâyet,
1 Allah’ım, "Sahabîlerim yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız yolunuzu bulursunuz" (Keşfü’l-Hafâ, 1:132.) ve "Nesillerin en hayırlısı benim içinde bulunduğum nesildir" (Keşfü’l-Hafâ, 1:396.) diye buyuran Efendimiz Muhammed’e, Onun âl ve Ashâbına salât ve selâm eyle.
2 Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın. (Bakara Sûresi: 32.)
hususi fazîlete dâirdir, has bâzı eşhas hakkındadır. Bahsimiz ise, fazîlet-i külliye ve ekseriyet itibâriyledir. İkinci suâl: Diyorlar ki: "Ehl-i velâyet ve ashâb-ı kemâlât, dünyayı terk etmişler. Hattâ hadîste var ki, ’Dünya muhabbeti bütün hatâların başıdır.’ Halbuki, Sahabeler dünyaya pekçok girmişler. Terk-i dünya değil, belki bir kısım Sahabe, o zamanın ehl-i medeniyetinden daha ileri gitmişler. Nasıl oluyor ki, böyle Sahabelerin en ednâsına, en büyük bir velî kadar kıymeti var, diyorsunuz?" Elcevap: Otuz İkinci Sözün İkinci ve Üçüncü Mevkıflarında gayet katî ispat edilmiştir ki, dünyanın âhirete bakan yüzüyle, esmâ-i İlâhiyeye mukabil olan yüzünü sevmek, sebeb-i noksaniyet değil, belki medâr-ı kemâldir ve o iki yüzde, ne kadar ileri gitse, daha ziyâde ibâdet ve mârifetullâhta ileri gider. Sahabelerin dünyası ise, işte o iki yüzdedir. Dünyayı âhiret mezraası görüp, ekip biçmişler. Mevcudâtı, esmâ-i İlâhiyenin aynası görüp, müştâkàne temâşâ edip bakmışlar. Fenâ-i dünya ise, fânî yüzüdür ki, insanın hevesâtına bakar. Üçüncü suâl: "Tarîkatler, hakikatlerin yollarıdır. Tarîkatlerin içerisinde en meşhur ve en yüksek ve cadde-i kübrâ iddiâ olunan tarîk-ı Nakşibendî hakkında, o tarîkatin kahramanlarından ve imamlarından bâzıları, esâsını böyle tarif etmişler, demişler ki:
Yani, ’Tarîk-ı Nakşîde dört şeyi bırakmak lâzım: hem dünyayı, hem nefis hesâbına âhireti dahi maksud-u hakiki yapmamak, hem vücudunu unutmak, hem ucba, fahre girmemek için bu terkleri düşünmemektir.’ Demek, hakiki mârifetullâh ve kemâlât-ı insaniye terk-i mâsivâ ile olur?" Elcevap: Eğer, insan yalnız bir kalbden ibâret olsaydı, bütün mâsivâyı terk, hattâ Esmâ ve Sıfâtı dahi bırakmak, yalnız Cenâb-ı Hakkın zâtına rabt-ı kalb etmek lâzım gelirdi. Fakat, insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazifedar letâifi ve hasseleri vardır. İnsan-ı kâmil odur ki, bütün o letâifi, kendilerine mahsus ayrı ayrı tarîk-ı ubûdiyette, hakikat cânibine sevk etmek ile, Sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir sûrette; kalp, bir kumandan gibi, letâif askerleriyle kahramanâne maksada yürüsün. Yoksa kalp, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medâr-ı iftihar değil, belki netice-i ıztırârdır. Dördüncü suâl: "Sahabelere karşı iddiâ-i rüçhan nereden çıkıyor, kim çıkarıyor? Şu zamanda, bu meseleyi medâr-ı bahsetmek nedendir? Hem, müçtehidîn-i izâma karşı müsâvât dâvâ etmek neden ileri geliyor?" Elcevap: Şu meseleyi söyleyen iki kısımdır. Bir kısmı, sâfî ehl-i diyânet ve ehl-i ilimdir ki, bâzı ehâdisi görmüşler; şu zamanda ehl-i takvâ ve salâhatı teşvik ve terğib
için öyle mebhaslar açıyorlar. Bu kısma karşı sözümüz yok. Zâten onlar azdırlar, çabuk da intibâha gelirler. Diğer kısım ise, gayet müthiş mağrur insanlardır ki, mezhebsizliklerini müçtehidîn-i izâma müsâvât dâvâsı altında neşretmek istiyorlar ve dinsizliklerini Sahabeye karşı müsâvât dâvâsı altında icrâ etmek istiyorlar. Çünkü, evvelen, o ehl-i dalâlet sefâhete girmiş, sefâhette tiryaki olmuş, sefâhete mâni olan tekâlif-i şer’iyeyi yapamıyor. Kendine bir bahane bulmak için der ki: "Şu mesâil, içtihâdiyedirler. O mesâilde mezhebler birbirine muhâlif gidiyor. Hem, onlar da bizim gibi insanlardır, hatâ edebilirler. Öyle ise, biz de onlar gibi içtihad ederiz, istediğimiz gibi ibâdetimizi yaparız. Onlara tâbi olmaya ne mecburiyetimiz var?" İşte bu bedbahtlar, bu desîse-i şeytâniye ile, başlarını mezâhibin zincirinden çıkarıyorlar. Bunların şu dâvâları ne kadar çürük, ne kadar esassız olduğu Yirmi Yedinci Sözde katî bir sûrette gösterildiğinden, ona havale ederiz. Sâniyen, o kısım ehl-i dalâlet baktılar ki, müçtehidînlerde iş bitmiyor. Onların omuzlarındaki, yalnız nazariyât-ı diniyedir. Halbuki, bu kısım ehl-i dalâlet, zarûriyât-ı diniyeyi terk ve tağyir etmek istiyorlar. "Onlardan daha iyiyiz" deseler, meseleleri tamam olmuyor. Çünkü, müçtehidîn, nazariyâta ve katî olmayan teferruâta karışabilirler. Halbuki, bu mezhebsiz ehl-i dalâlet, zarûriyât-ı diniyede dahi fikirlerini karıştırmak ve kàbil-i tebdil olmayan mesâili tebdil etmek ve katî erkân-ı İslâmiyeye karşı gelmek istediklerinden, elbette zarûriyât-ı diniyenin hameleleri ve direkleri olan Sahabelere ilişecekler. Heyhât! Değil bunlar gibi insan sûretindeki hayvanlar, belki hakiki insanlar ve hakiki insanların en kâmilleri olan evliyânın büyükleri, Sahabenin küçüklerine karşı müsâvât dâvâsını kazanamadıkları, gayet katî bir sûrette Yirmi Yedinci Sözde ispat edilmiştir.
Allah’ım, "Sahabîlerime dil uzatmayınız. Biriniz Uhud Dağı kadar altını Allah yolunda harcasa, Sahabîlerimden birinin verdiği bir avuç kadar olmaz" (Allah’ın Resûlü doğru söyledi) [Müslim, Fedâil: 221; Tirmizî, Menâkıb: 58; İbn-i Mâce, Mukaddime: 11; Müsned, 3:11; Buhârî, Fedâilü Ashâbü’n-Nebî: 5.] buyuran Resûlün Muhammed’e salât ve selâm eyle.
Yirmi Sekizinci Söz Şu söz, Cennete dâirdir. Şu Sözün iki makamı var. Birinci Makam, Cennetin bâzı letâifine işaret eder. Fakat, Onuncu Sözde on iki hakikat-i kàtıa ile gayet katî bir sûrette ve bu sözün İkinci Makamında, Onuncu Sözün hulâsası ve esâsı, müteselsil gayet metîn Arabî bir bürhan-ı katî ile gayet parlak bir tarzda vücudu ispat olunan Cennetin, ispat-ı vücudundan bahis değil, belki şu makamda yalnız suâl ve cevaba ve tenkide medâr olan birkaç ahvâl-i Cennetten bahseder. Eğer tevfîk-ı İlâhî refîk olsa, sonra azîm bir söz, o muazzam hakikate dâir yazılacaktır, inşaallah.
Cennet-i bâkiyeye dâir bâzı suâllere kısa cevaplardır. Cennete dâir, Cennetten daha güzel, hûrilerinden daha latîf, selsebilinden daha tatlı olan beyânât-ı âyât-ı Kur’âniye kimseye söz bırakmamıştır ki, fazla birşey söylensin. Fakat o parlak, ezelî ve ebedî yüksek ve güzel âyetleri fehme takrîb için bâzı basamakları, hem o cennet-i Kur’âniyeden nümûne için, bâzı çiçeklerin numûnesi nevinden bâzı nükteleri söyleyeceğiz. Beş rumuzlu suâl ve cevapla işaret edeceğiz. Evet, Cennet, bütün lezâiz-i mâneviyeye medâr olduğu gibi, bütün lezâiz-i cismâniyeye de medârdır. Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla. İmân edenler ve güzel işler yapanları müjdele: Altlarından ırmaklar akan Cennetler onlarındır. O Cennetlerden rızık olarak bir meyve yediklerinde, "Bu daha önce yediğimiz rızıktandır" derler. Rızıkları dünyadakine benzer şekilde kendilerine sunulur. Orada onlar için ter temiz eşler vardır. Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır. (Bakara Sûresi: 25.)
• Suâl: Kusurlu, noksaniyetli, mütegayyir, kararsız, elemli cismâniyetin ebediyetle ve Cennetle ne alâkası var? Mâdem ruhun âlî lezâizi vardır; ona kâfidir. Lezâiz-i cismâniye için, bir haşr-i cismânî neden icâb ediyor? Elcevap: Çünkü, nasıl toprak suya, havaya, ziyâya nisbeten kesâfetli, karanlıklıdır; fakat, masnuât-ı İlâhiyenin bütün envaına menşe’ ve medâr olduğundan bütün anâsır-ı sâirenin mânen fevkıne çıktığı gibi; hem, kesâfetli olan nefs-i insaniye, sırr-ı câmiiyet itibâriyle, tezekkî etmek şartıyla bütün letâif-i insaniyenin fevkıne çıktığı gibi; öyle de, cismâniyet, en câmi’, en muhît, en zengin bir âyine-i tecelliyât-ı esmâ-i İlâhiyedir. Bütün hazâin-i rahmetin müddeharâtını tartacak ve mîzana çekecek âletler, cismâniyettedir. Meselâ, dildeki kuvve-i zâikà, rızık zevkinde enva-ı mat’umât adedince mîzanlara menşe’ olmasaydı, herbirini ayrı ayrı hissedip tanımazdı, tadıp tartamazdı. Hem, ekser esmâ-i İlâhiyenin tecelliyâtını hissedip bilmek, zevk edip tanımak cihazâtı, yine cismâniyettedir. Hem, gayet mütenevvi’ ve nihayet derecede ayrı ayrı lezzetleri hissedecek istidadlar, yine cismâniyettedir. Mâdem şu kâinatın Sânii, şu kâinatla bütün hazâin-i rahmetini tanıttırmak ve bütün tecelliyât-ı esmâsını bildirmek ve bütün enva-ı ihsanâtını tattırmak istediğini, kâinatın gidişâtından ve insanın câmiiyetinden, On Birinci Sözde ispat edildiği gibi, kat’î anlaşılıyor. Elbette, şu seyl-i kâinatın bir havz-ı ekberi ve bu kâinat tezgâhının işlediği mahsülâtın bir meşher-i âzamı ve şu mezraâ-i dünyanın bir mahzen-i ebedîsi olan dâr-ı saadet, şu kâinata bir derece benzeyecektir; hem cismânî, hem ruhânî bütün esâsâtını muhâfaza edecektir. Ve o Sâni-i Hakîm ve o âdil-i Rahîm, elbette cismânî âletlerin vezâifine ücret olarak ve hidemâtına mükâfat olarak ve ibâdât-ı mahsusalarına sevap olarak, onlara lâyık lezâizi verecektir. Yoksa, hikmet ve adâlet ve rahmetine zıd bir hâlet olur ki, hiçbir cihetle Onun cemâl-i rahmetine ve kemâl-i adâletine uygun değildir; kàbil-i tevfîk olamaz. • Suâl: Cisim, eğer hayatî olsa, eczâ-i bedenî dâim terkib ve tahlildedir, inkırâza mahkûmdur, ebediyete mazhar olamaz. Ekl ve şürb, bekà-i şahsî ve muâmele-i zevciye ise, bekà-i nev’î içindir ki, şu âlemde birer esas olmuşlar. Âlem-i ebediyette ve âlem-i uhrevîde şunlara ihtiyaç yoktur. Neden Cennetin en büyük lezâizi sırasına geçmişler? Elcevap: Evvelâ, şu âlemde cism-i zîhayatın inkırâza ve mevte mahkûmiyeti ise, vâridât ve masârifin muvâzenesizliğindendir. Çocukluktan sinn-i kemâle kadar vâridât çoktur, ondan sonra masârif ziyâdeleşir; muvâzene kaybolur, o da ölür. Âlem-i ebediyette ise zerrât-ı cisim sabit kalıp, terkib ve tahlile mâruz değil. Veyahut muvâzene sabit kalır; Hâşiye vâridât ile masârif muvâzenettedir, devr-i dâimî gibi,
Hâşiye Şu dünyada cism-i insanî ve hayvanî, zerrât için güyâ bir misafirhâne, bir kışla, bir mektep hükmündedir ki; câmid zerreler ona girerler, hayattar olan âlem-i bekàya zerrât olmak için liyâkat kesb ederler, çıkarlar. Âhirette ise [Asıl hayata mazhar olan ise âhiret yurdudur. (Ankebût Sûresi: 64.)]sırrınca, nur-u hayat, orada âmmdır. Nurlanmak için o seyr ü sefere ve o tâlimât ve tâlime lüzum yoktur. Zerreler demirbaş olarak sabit kalabilirler.
cism-i zîhayat, telezzüzât için, hayat-ı cismâniye tezgâhının işlettirilmesiyle beraber ebedîleşir. Ekl ve şürb ve muâmele-i zevciye, gerçi bu dünyada bir ihtiyaçtan gelir, bir vazifeye gider; fakat, o vazifeye bir ücret-i muâccele olarak öyle mütenevvi’ leziz lezzet içlerine bırakılmıştır ki, sâir lezâize tereccüh ediyor. Mâdem bu dâr-ı elemde bu kadar acîb ve ayrı ayrı lezzetlere medâr, ekl ve nikâhtır; elbette, dâr-ı lezzet ve saadet olan Cennette, o lezzetler, o kadar ulvî bir sûret alıp ve vazife-i dünyeviyenin uhrevî ücretini de lezzet olarak ona katarak ve dünyevî ihtiyacı dahi uhrevî bir hoş iştihâ sûretinde ilâve ederek, Cennete lâyık ve ebediyete münâsip, en câmi’ hayattar bir mâden-i lezzet olur. Evet, -1- sırrınca, şu dâr-ı dünyada, câmid ve şuursuz ve hayatsız maddeler, orada şuurlu hayattardırlar. Buradaki insanlar gibi orada da ağaçlar, buradaki hayvanlar gibi oradaki taşlar, emri anlar ve yapar. Sen bir ağaca desen, "Filân meyveyi bana getir"; getirir. Filân taşa desen, "Gel"; gelir. Mâdem taş, ağaç bu derece ulvî bir sûret alırlar; elbette, ekl ve şürb ve nikâh dahi, hakikat-ı cismâniyelerini muhafaza etmekle beraber, Cennetin dünya fevkındeki derecesi nisbetinde, dünyevî derecelerinden o derece yüksek bir sûret almaları iktizâ eder. • Suâl: -2- sırrınca, "Dost dostuyla beraber Cennette bulunacaktır." Halbuki, basit bir bedevî, bir dakikada, sohbet-i Nebeviyede, lillâh için bir muhabbet peydâ eder. O muhabbetle, Cennette Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın yanında bulunması lâzım gelir. Halbuki, gayr-i mütenâhî feyze mazhar Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın feyzi, bir basit bedevî feyziyle nasıl birleşir? Elcevap: Bir temsil ile, şu ulvî hakikate şöyle bir işaret ederiz ki: Meselâ, gayet güzel ve şâşaalı bir bağda, muhteşem bir zât, gayet büyük bir ziyâfet, gayet müzeyyen bir seyrangâh öyle bir sûrette ihzâr etmiş ki, kuvve-i zâikanın hissedecek bütün lezâiz-i mat’umâtı câmi’, kuvve-i bâsıranın hoşuna gidecek bütün mehâsini şâmil, kuvve-i hayaliyeyi keyiflendirecek bütün garâibi müştemil ,ve hâkezâ, bütün havâss-ı zâhire ve bâtınayı okşayacak ve memnun edecek herşeyi, içine koymuştur. Şimdi, iki dost var; beraber o ziyâfete giderler; bir locada, bir sofrada oturuyorlar. Fakat, birisinin kuvve-i zâikàsı pek az olduğundan, cüz’î zevk alır; gözü de az görüyor, kuvve-i şâmmesi yok, sanâyî-i garîbeden anlamaz, hârika şeyleri bilmez. O nüzhetgâhın binden ve belki milyondan birisini kabiliyeti nisbetinde ancak zevk ederek istifade eder. Diğeri ise, bütün zâhirî ve bâtınî duyguları, akıl ve kalb ve his ve latîfeleri, o derece mükemmel ve o mertebe inkişaf etmiştir ki, o seyrangâhtaki bütün incelikleri, güzellikleri ve letâifi ve garâibi ayrı ayrı hissedip zevk ederek,
1 Bu dünya hayatı bir oyun ve oyalanmadan başka birşey değildir. Asıl hayata mazhar olan ise âhiret yurdudur. (Ankebût Sûresi: 64.)
ayrı ayrı lezzet aldığı halde o dost ile omuz omuzadır. Mâdem, bu karma karışık, elemli ve daracık şu dünyada böyle oluyor; en küçük ile en büyük beraber iken, serâdan Süreyyâya kadar fark oluyor. Elbette, dâr-ı saadet ve ebediyet olan Cennette, bittarîkı’l-evlâ, dost dostu ile beraber iken, herbirisi istidadına göre sofra-i Rahmânirrahîmden, istidadları derecesinde hisselerini alırlar. Bulundukları Cennetler ayrı ayrı da olsa, beraber bulunmalarına mâni olmaz. Çünkü, Cennetin sekiz tabakası birbirinden yüksek oldukları halde, umumun damı Arş-ı âzamdır. 1 Nasıl ki mahrûtî bir dağın etrafında, birbiri içinde, birbirinden yüksek, kaidesinden zirvesine kadar surlu daireler bulunsa; o daireler birbirinin üstündedir, fakat birbirinin güneşi görmelerine mâni olmaz, birbirinden geçebilir, birbirine bakar. Öyle de, Cennetler de buna yakın bir tarz ile olduğu, ehâdisin mütenevvi’ rivâyâtı işaret ediyor. • Suâl: Ehâdiste denilmiş: "Hûriler yetmiş hulleyi giydikleri halde, bacaklarının kemiklerindeki ilikleri görünüyor." 2 Bu ne demektir? Ne mânâsı var? Nasıl güzelliktir? Elcevap: Mânâsı pek güzeldir ve güzelliği pek şirindir. Şöyle ki: Şu çirkin, ölü, câmid ve çoğu kışır olan dünyada, hüsün ve cemâl, yalnız göze güzel görünüp, ülfete mâni olmazsa, yeter. Halbuki, güzel, hayattar, revnaktar, bütün kışırsız lüb ve kabuksuz iç olan Cennette, göz gibi bütün insanın duyguları, latîfeleri, cins-i latîf olan hûrilerden ve hûriler gibi ve daha güzel, dünyadan gelme, Cennetteki nisâ-i dünyeviyeden ayrı ayrı hisse-i zevklerini, çeşit çeşit lezzetlerini almak isterler. Demek, en yukarı hullenin güzelliğinden tut, tâ kemik içindeki iliklere kadar, birer hissin birer latîfenin medâr-ı zevki olduğunu hadîs işaret ediyor. Evet, "Hûrilerin yetmiş hulleyi giymeleri ve bacaklarındaki kemiklerin ilikleri görünmesi" tâbiriyle hadîs-i şerif işaret ediyor ki, insanın,ne kadar hüsünperver ve zevkperest ve zînete meftun ve cemâle müştak duyguları ve hasseleri ve kuvâları ve latîfeleri varsa, umumunu memnun edip doyuracak ve herbirisini ayrı ayrı okşayıp mes’ud edecek maddî ve mânevî her nevi zînet ve hüsn-ü cemâle, hûriler câmi’dirler. Demek, hûriler Cennetin aksâm-ı zînetinden yetmiş tarzını, birtek cinsten olmadığından birbirini setretmeyecek sûrette giydikleri gibi; kendi vücudlarından ve nefis ve cisimlerinden, belki yetmiş mertebeden ziyâde ayrı ayrı hüsün ve cemâlin aksâmını gösteriyorlar. * işaretinin hakikatini gösteriyorlar. Hem, Cennette lüzumsuz, kışırlı ve fuzûlî maddeler olmadığından, ehl-i Cennetin ekl ve şürbünden sonra kazurâtı olmadığını 3 hadîs-i şerif beyân ediyor. Mâdem şu süflî dünyada, en âdi zîhayat olan ağaçlar, çok tegaddî ettikleri halde kazurâtsız oluyorlar; en yüksek tabaka-i hayat olan Cennet ehli neden kazurâtsız olmasın?
• Suâl: Ehâdis-i şerîfede denilmiştir ki: "Bâzı ehl-i Cennete dünya kadar bir yer veriliyor, yüz binler kasır, yüz binler hûri ihsan ediliyor." Birtek adama bu kadar şeylerin ne lüzûmu var, ne ihtiyacı var, nasıl olabilir ve ne demektir? Elcevap: Eğer insan, yalnız câmid bir vücud olsaydı, veyahut yalnız mideden ibâret nebâtî bir mahlûk olsaydı, veyahut yalnız mukayyed, ağır ve muvakkat ve basit bir zât-ı cismâniye ve bir cism-i hayvanîden ibâret olsaydı, öyle çok kasırlara, çok hûrilere lâyık ve mâlik olmazdı. Fakat, insan öyle câmi’ bir mu’cize-i kudrettir ki, hattâ şu dünya-i fânîde, şu kısa bir ömürde, şu inkişaf etmemiş bâzı letâifinin ihtiyacı cihetiyle bütün dünyanın saltanatı, serveti ve lezâizi verilse, belki hırsı tok olmayacaktır. Halbuki, ebedî bir dâr-ı saadette, nihayetsiz istidada mâlik, nihayetsiz ihtiyaçlar lisâniyle, nihayetsiz arzular eliyle nihayetsiz bir rahmetin kapısını çalan bir insan, elbette ehâdiste beyân olunan ihsanât-ı İlâhiyeye mazhariyeti mâkuldür ve haktır ve hakikattir. Ve şu hakikat-i ulviyeye bir temsil dürbünüyle rasat edeceğiz. Şöyle ki: Bu dere bahçesi gibi, Hâşiye şu Barla bağ ve bahçelerinin herbirinin ayrı ayrı mâliki bulunduğu halde, Barla’da gıdâsı itibâriyle ancak bir avuç yeme mâlik olan herbir kuş, herbir serçe, herbir arı, "Bütün Barla’nın bağ ve bostanları benim nüzhetgâhım ve seyrangâhımdır" diyebilir. Barla’yı zapt edip daire-i mülküne dahil eder. Başkalarının iştirâki onun bu hükmünü bozmaz. Hem, insan olan bir insan diyebilir ki, "Benim Hàlıkım, bu dünyayı bana hâne yapmış; güneş benim bir lâmbamdır; yıldızlar benim elektriklerimdir; yer yüzü çiçekli miçekli halılarla serilmiş benim bir beşiğimdir" der, Allah’a şükreder. Sâir mahlûkatın iştirâki, onun bu hükmünü nakz etmez. Bilakis, mahlûkat onun hânesini tezyin eder; hânenin müzeyyenâtı hükmünde kalırlar. Acaba, bu daracık dünyada, insan, insaniyet itibâriyle-hattâ bir kuş dahi-böyle bir daire-i azîmede bir nevi tasarruf dâvâ etse, cesîm bir ni’mete mazhar olsa, geniş ve ebedî bir dâr-ı saadette ona beş yüz senelik bir mesafede bir mülk ihsan etmek, nasıl istib’âd edilebilir? Hem, nasıl ki şu kesâfetli, karanlıklı, dar dünyada güneşin pekçok aynalarda bir anda aynen bulunması gibi; öyle de, nurânî bir zât, bir anda çok yerlerde aynen bulunması-On Altıncı Sözde ispat edildiği gibi-meselâ, Hazret-i Cebrâil Aleyhisselâm bin yıldızda bir anda, hem Arşta, hem huzur-u Nebevîde, hem huzur-u İlâhîde bir vakitte bulunması; hem, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın haşirde bir anda ekser etkıyâ-i ümmetiyle görüşmesi ve dünyada hadsiz makamlarda bir anda tezâhür etmesi; ve evliyânın bir nevi garibi olan abdalların bir vakitte çok yerlerde görünmesi; ve avâmın rüyâda bâzan bir dakikada bir sene kadar işler görmesi ve müşâhede etmesi; ve herkesin kalb, ruh, hayal cihetiyle bir anda pekçok yerlerle temas edip alâkadarâne bulunması mâlûm ve meşhud olduğundan, elbette nurânî kayıtsız, geniş ve ebedî olan Cennette, cisimleri ruh kuvvetinde ve hiffetinde
Hâşiye Sekiz sene kemâl-i sadâkatle bu fakire hizmet eden Süleyman’ın bahçesidir ki, bir veya iki saat zarfında şu söz orada yazıldı.
ve hayal sür’atinde olan ehl-i Cennet, bir vakitte yüz bin yerlerde bulunup, yüz bin hûrilerle sohbet ederek, yüz bin tarzda zevk almak, o ebedî Cennete, o nihayetsiz rahmete lâyıktır ve Muhbir-i Sâdıkın (a.s.m.) haber verdiği gibi hak ve hakikattir. Bununla beraber, bu küçücük aklımızın terazisiyle o muazzam hakikatler tartılmaz. İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez, Zîrâ bu terazi o kadar sıkleti çekmez. -1- -2- -3-
1 Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın. (Bakara Sûresi: 32.)
2 Ey Rabbimiz! Unutur veya hatâya düşer de bir kusur işlersek bizi onunla hesâba çekme. (Bakara Sûresi: 286.)
3 Allah’ım! Habîb oluşu ve duâsıyla Cennetin kapılarını açan ve o kapıları ona olan salâvâtlarıyla açmaları için ümmetini desteklediğin Habîbine rahmet eyle. Ona salât ve selâm olsun. Allah’ım! O seçkin Habîbinin şefaatiyle bizleri iyilerle birlikte Cennete girdir. âmin. (Duâ)
İkinci ve Sekizinci Sözlerde ispat edildiği gibi, imân mânevî bir Cennetin çekirdeğini taşıyor, küfür dahi mânevî bir Cehennemin tohumunu saklıyor. Nasıl ki küfür, Cehennemin bir çekirdeğidir; öyle de, Cehennem onun bir meyvesidir. Nasıl, küfür Cehenneme duhûlüne sebeptir; öyle de, Cehennemin vücuduna ve icadına dahi sebeptir. Zîrâ, küçük bir hâkimin küçük bir izzeti, küçük bir gayreti, küçük bir celâli bulunsa; bir edebsiz ona serkeşâne dese, "Beni te’dib etmezsin ve edemezsin"; herhalde, o yerde hapishâne yoksa da, tek o edebsiz için bir hapishâne teşkil edecek, onu içine atacaktır. Halbuki, kâfir, Cehennemi inkâr ile nihayetsiz izzet ve gayret ve celâl sahibi ve gayet büyük ve nihayetsiz kadîr bir Zâtı tekzib ve isnâd-ı acz ediyor, yalancılıkla ve acz ile ittiham ediyor, izzetine şiddetli dokunuyor, gayretine dehşetli dokunduruyor, celâline âsiyâne ilişiyor. Elbette, farz-ı muhâl olarak, Cehennemin hiçbir sebeb-i vücudu bulunmazsa da, şu derece tekzib ve isnâd-ı aczi tazammun eden küfür için bir Cehennem halk edilecek, o kâfir içine atılacaktır.
Bunları boş yere yaratmadın, ey Rabbimiz! Seni bütün noksanlardan tenzih ederiz. Sen de bizi Cehennem ateşinin azabından koru. (Âl-i İmrân Sûresi: 191.)
Yirmi Dokuzuncu Söz Bekà-i ruh ve melâike ve haşre Dâirdir
Şu makam, iki maksadı esas ile bir mukaddimeden ibârettir. Mukaddime Melâike ve ruhâniyâtın vücudu, insan ve hayvanların vücudu kadar katîdir denilebilir. Evet, On Beşinci Sözün Birinci Basamağında beyân edildiği gibi, hakikat katiyen iktizâ eder ve hikmet yakînen ister ki, zemin gibi, semâvâtın dahi sekeneleri bulunsun ve zîşuur sekeneleri olsun; ve o sekeneler, o semâvâta münâsip bulunsun. Şeriatın lisânında, pek çok muhtelifü’l-cins olan o sekenelere melâike ve ruhâniyât tesmiye edilir. Evet, hakikat böyle iktizâ eder. Zîrâ, şu zeminimiz, semâya nispeten küçüklüğü ve hakaretiyle beraber, zîşuur mahlûklarla doldurulması; ara sıra boşaltıp yeniden yeni zîşuurlarla şenlendirilmesi işaret eder, belki tasrih eder ki, şu muhteşem burçlar sahibi olan müzeyyen kasırlar misâli olan semâvât dahi, nur-u vücudun nuru olan zîhayat ve zîhayatın ziyâsı olan zîşuur ve zevi’l-idrâk mahlûklarla elbette doludur. O mahlûklar dahi, ins ve cin gibi, şu saray-ı âlemin seyircileri ve şu kâinat kitâbının mütâlâacıları ve şu saltanat-ı Rubûbiyetin dellâllarıdırlar. Küllî ve umumi ubûdiyetleri ile kâinatın büyük ve küllî mevcudâtın tesbihâtlarını temsil ediyorlar. Allah’ın rahmetinden kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım. Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla. Melekler ve Cebrâil o gecede Rablerinin izniyle yeryüzüne inerler. (Kadir Sûresi: 4.) De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. (İsrâ Sûresi: 85.)
Evet, şu kâinatın keyfiyâtı, onların vücutlarını gösteriyor. Çünkü kâinatı hadd ü hesâba gelmeyen dakîk sanatlı tezyinât ve o mânidar mehâsin ile ve hikmettar nukuş ile süslendirip tezyin etmesi; bilbedâhe ona göre mütefekkir istihsan edicilerin ve mütehayyir takdir edicilerin enzârını ister; vücutlarını talep eder. Evet, nasıl ki hüsün elbette bir âşık ister, taam ise aç olana verilir; öyle ise, şu nihayetsiz hüsn-ü sanat içinde gıdâ-i ervâh ve kùt-u kulûb, elbette melâike ve ruhânîlere bakar, gösterir. Mâdem bu nihayetsiz tezyinât, nihayetsiz bir vazife-i tefekkür ve ubûdiyet ister; halbuki, ins ve cin şu nihayetsiz vazifeye, şu hikmetli nezârete, şu vüsatli ubûdiyete karşı milyondan ancak birisini yapabilir; demek, bu nihayetsiz ve çok mütenevvi’ olan şu vezâif ve ibâdete, nihayetsiz melâike envaları, ruhâniyât ecnâsları lâzımdır ki, şu mescid-i kebîr-i âlemi saflarıyla doldurup şenlendirsin. Evet, şu kâinatın her bir cihetinde, her bir dairesinde, ruhâniyât ve melâikelerden birer tâife birer vazife-i ubûdiyetle muvazzaf olarak bulunurlar. Bâzı rivâyât-ı ehâdisiyenin işârâtıyla ve şu intizam-ı âlemin hikmetiyle denilebilir ki, bir kısım ecsâm-ı câmide-i seyyâre, yıldızlar seyyârâtından tut tâ yağmur katarâtına kadar, bir kısım melâikenin sefine ve merâkibidirler. O melâikeler, bu seyyârelere izn-i İlâhî ile binerler, âlem-i şehâdeti seyredip gezerler ve o merkeplerinin tesbihâtını temsil ederler. Hem denilebilir: Bir kısım hayattar ecsâm, bir hadîs-i şerifte, "Ehl-i Cennet ruhları berzah âleminde yeşil kuşların cevflerine girerler ve Cennette gezerler" diye işaret ettiği "tuyûrun hudrun" tesmiye edilen Cennet kuşlarından tut, tâ sineklere kadar bir cins, ervâhın tayyâreleridir. Onlar, bunların içine emr-i Hakla girerler; âlem-i cismâniyâtı seyredip, o hayattar cesetlerdeki göz, kulak gibi duyguları ile âlem-i cismânîdeki mucizât-ı fıtratı temâşâ ediyorlar, tesbihât-ı mahsusalarını edâ ediyorlar. İşte, nasıl hakikat böyle iktizâ ediyor; hikmet dahi aynen öyle iktizâ eyliyor. Çünkü, şu kesâfetli ve ruha münâsebeti az olan topraktan ve şu kudûretli ve nur-u hayata münâsebeti pek cüzî olan sudan mütemâdiyen hummalı bir faaliyetle letâfetli hayatı ve nurâniyetli zevi’l-idrâki halk eden Fâtır-ı Hakîm, elbette, ruha çok lâyık ve hayata çok münâsip, şu nur denizinden ve hattâ şu zulmet bahrinden, şu havadan, şu elektrik gibi sâir madde-i latîfeden bir kısım zîşuur mahlûkları vardır; hem, pek çok kesretli olarak vardır.
Birinci Maksad Melâikenin tasdiki, imânın bir rüknüdür. Şu Maksadda dört nükte-i esâsiye vardır. Birinci Esas Vücudun kemâli hayat iledir; belki, vücudun hakiki vücudu hayat iledir. Hayat, vücudun nurudur; şuur, hayatın ziyâsıdır. Hayat, her şeyin başıdır ve esâsıdır. Hayat, her şeyi her bir zîhayat olan şeye mâl eder; bir şeyi bütün eşyayâ mâlik hükmüne geçirir. Hayat ile bir şey-i zîhayat diyebilir ki, "Şu bütün eşya malımdır, dünya hânemdir, kâinat Mâlikim tarafından verilmiş bir mülkümdür." Nasıl ki ziyâ ecsâmın görülmesine sebeptir ve renklerin-bir kavle göre-sebeb-i vücududur; öyle de, hayat dahi mevcudâtın keşşâfıdır, keyfiyâtın tahakkukuna sebeptir, hem cüzî bir cüzîyi küll ve küllî hükmüne getirir ve küllî şeyleri bir cüze sığıştırmaya sebeptir ve hadsiz eşyayı iştirak ve ittihad ettirip bir vahdete medâr, bir ruha mazhar yapmak gibi, kemâlât-ı vücudun umumuna sebeptir. Hattâ, hayat, kesret tabakàtında bir çeşit tecellî-i Vahdettir ve kesrette Ehadiyetin bir aynasıdır. Bak, hayatsız bir cisim, büyük bir dağ dahi olsa, yetimdir, gariptir, yalnızdır. Münâsebeti yalnız oturduğu mekân ile ve ona karışan şeyler ile vardır; başka, kâinatta ne varsa, o dağa nispeten mâdumdur. Çünkü, ne hayatı var ki, hayat ile alâkadar olsun; ne şuuru var ki, taallûk etsin. Şimdi, bak küçücük bir cisme, meselâ balarısına. Hayat, ona girdiği anda, bütün kâinatla öyle münâsebet tesis eder ki, bütün kâinatla, hususan zeminin çiçekleriyle ve nebâtâtları ile öyle bir ticaret akd eder ki; diyebilir, "Şu arz benim bahçemdir, ticârethânemdir." İşte, zîhayattaki meşhur havâss-ı zâhire ve bâtına duygularından başka, gayr-i meş’ur sâika ve şâika hisleriyle beraber, o arı, dünyanın ekser envaıyla ihtisas ve ünsiyet ve mübâdele ve tasarrufa sahip olur. İşte, en küçük zîhayatta, hayat böyle tesirini gösterse, elbette hayat, tabaka-i insaniye olan en yüksek mertebeye çıktıkça öyle bir inbisat ve inkişaf ve tenevvür eder ki, hayatın ziyâsı olan şuur ile, akıl ile bir insan kendi hânesindeki odalarda gezdiği gibi, o zîhayat kendi aklı ile avâlim-i ulviyede ve ruhiyede ve cismâniyede gezer. Yani, o zîşuur ve zîhayat, mânen o âlemlere misafir gittiği gibi, o âlemler dahi o zîşuurun mir’at-ı ruhuna misafir olup, irtisâm ve temessül ile geliyorlar.
Hayat, Zât-ı Zülcelâlin en parlak bir bürhan-ı vahdeti ve en büyük bir mâden-i nimeti ve en latîf bir tecellî-i merhameti ve en hafî ve bilinmez bir nakş-ı nezîh-i sanatıdır. Evet, hafî ve dakîktir. Çünkü, enva-ı hayatın en ednâsı olan hayat-ı nebat ve o hayat-ı nebâtın en birinci derecesi olan çekirdekteki ukde-i hayatiyenin tenebbühü, yani uyanıp açılarak neşv ü nemâ bulması, o derece zâhir ve kesrette ve mebzûliyette, ülfet içinde, zaman-ı Âdem’den beri hikmet-i beşeriyenin nazarında gizli kalmıştır; hakikati, hakiki olarak beşerin aklı ile keşfedilmemiş. Hem hayat o kadar nezîh ve temizdir ki, iki vechi, yani mülk ve melekûtiyet vecihleri temizdir, pâktır, şeffaftır. Dest-i kudret, esbâbın perdesini vaz’ etmeyerek, doğrudan doğruya mübâşeret ediyor. Fakat, sâir şeylerdeki umûr-u hasîseye ve kudretin izzetine uygun gelmeyen nâpâk keyfiyât-ı zâhiriyeye menşe’ olmak için, esbâb-ı zâhiriyeyi perde etmiştir. Elhâsıl: Denilebilir ki, hayat olmazsa, vücud vücud değildir, ademden farkı olmaz. Hayat, ruhun ziyâsıdır; şuur, hayatın nurudur. Mâdem ki hayat ve şuur bu kadar ehemmiyetlidirler; ve mâdem şu âlemde bilmüşâhede bir intizam-ı kâmil-i ekmel vardır; ve şu kâinatta bir itkàn-ı muhkem, bir insicâm-ı ahkem görünüyor; mâdem şu bîçare perişan küremiz, sergerdan zeminimiz bu kadar hadd ü hesâba gelmez zevi’l-hayat ile zevi’l-ervâh ve zevi’l-idrâk ile dolmuştur; elbette sâdık bir hadis ile ve katî bir yakîn ile hükmolunur ki, şu kusûr-u semâviye ve şu bürûc-u sâmiyenin dahi kendilerine münâsip zîhayat, zîşuur sekeneleri vardır. Balık suda yaşadığı gibi, güneşin ateşinde dahi o nurânî sekeneler bulunur. Nâr, nuru yakmaz. Belki ateş ışığa meded verir. Mâdem kudret-i ezeliye bilmüşâhede en âdi maddelerden, en kesif unsurlardan hadsiz zîhayat ve zîrûhu halk eder ve gayet ehemmiyetle madde-i kesîfeyi hayat vâsıtasıyla madde-i latîfeye çevirir ve nur-u hayatı her şeyde kesretle serpiyor ve şuur ziyâsıyla ekser şeyleri yaldızlıyor; elbette o Kadîr-i Hakîm, bu kusursuz kudretiyle, bu noksansız hikmetiyle, nur gibi, esîr gibi ruha yakın ve münâsip olan sâir seyyâlât-ı latîfe maddeleri ihmâl edip hayatsız bırakmaz, câmid bırakmaz, şuursuz bırakmaz. Belki, madde-i nurdan, hattâ zulmetten, hattâ esîr maddesinden, hattâ mânâlardan, hattâ havadan, hattâ kelimelerden zîhayat, zîşuuru kesretle halk eder ki, hayvanâtın pek çok muhtelif ecnâsları gibi pek çok muhtelif ruhânî mahlûkları, o seyyâlât-ı latîfe maddelerinden halk eder. Onların bir kısmı melâike, bir kısmı da ruhânî ve cin ecnâslarıdır. Melâikelerin ve ruhânîlerin kesretle vücutlarını kabul etmek ne derece hakikat ve bedihî ve mâkul olduğunu; ve Kur’ân’ın beyân ettiği gibi onları kabul etmeyen, ne derece hilâf-ı hakikat ve hilâf-ı hikmet bir hurâfe, bir dalâlet, bir hezeyan, bir divânelik olduğunu şu temsile bak, gör: İki adam, biri bedevî, vahşî; biri medenî, aklı başında olarak, arkadaş olup İstanbul gibi haşmetli bir şehre gidiyorlar. O medenî, muhteşem şehrin uzak bir köşesinde pis, perişan küçük bir hâneye, bir fabrikaya rast geliyorlar. Görüyorlar ki, o hâne, amele, sefil, miskin adamlarla doludur. Acîb bir fabrika içinde çalışıyorlar. O hânenin etrafı da zîruh ve zîhayatlarla doludur. Fakat onların medâr-ı taayyüşü ve
hususi şerâit-i hayatiyeleri vardır ki, onların bir kısmı âkilü’n-nebattır, yalnız nebâtât ile yaşıyorlar. Diğer bir kısmı âkilü’s-semektir, balıktan başka bir şey yemiyorlar. O iki adam, bu hali görüyorlar. Sonra bakıyorlar ki, uzakta binler müzeyyen saraylar, âlî kasırlar görünüyor. O sarayların ortalarında geniş tezgâhlar ve vüsatli meydanlar vardır. O iki adam, uzaklık sebebiyle veyahut göz zayıflığı ile veya o sarayın sekenelerinin gizlenmesi sebebiyle; o sarayın sekeneleri, o iki adama görünmüyorlar. Hem, şu perişan hânedeki şerâit-i hayatiye, o saraylarda bulunmuyor. O vahşî, bedevî, hiç şehir görmemiş adam, bu esbâba binâen görünmediklerinden ve buradaki şerâit-i hayat orada bulunmadığından der: "O saraylar, sekenelerden hâlîdir, boştur; zîruh, içinde yoktur" der, vahşetin en ahmakça bir hezeyânını yapar. İkinci adam der ki: "Ey bedbaht, şu hakîr, küçük hâneyi görüyorsun ki, zîruh ile, amelelerle doldurulmuş; ve biri var ki, bunları her vakit tazelendiriyor, istihdam ediyor. Bak, bu hâne etrafında boş bir yer yoktur, zîhayat ve zîruh ile doldurulmuştur. Acaba hiç mümkün müdür ki, şu uzakta bize görünen şu muntazam şehrin, şu hikmetli tezyinâtın, şu sanatlı sarayların onlara münâsip âlî sekeneleri bulunmasın? Elbette, o saraylar, umumen doludur ve onlarda yaşayanlara göre başka şerâit-i hayatiyeleri var. Evet, ot yerine belki börek yerler, balık yerine baklava yiyebilirler. Uzaklık sebebiyle veyahut gözünün kabiliyetsizliği veya onların gizlenmekliği ile sana görünmemeleri, onların olmamalarına hiçbir vakit delil olamaz. Adem-i rüyet, adem-i vücuda delâlet etmez. Görünmemek, olmamaya hüccet olamaz." İşte, şu temsil gibi, ecrâm-ı ulviye ve ecsâm-ı seyyâre içinde küre-i arzın hakàret ve kesâfetiyle beraber bu kadar hadsiz zîruhların, zîşuurların vatanı olması ve en hasis ve en müteaffin cüzleri dahi, birer menba-ı hayat kesilmesi, birer mahşer-i huveynât olması, bizzarûre ve bilbedâhe ve bittarîkı’l-evlâ ve bilhadsi’s-sâdık ve bilyakîni’l-katî delâlet eder, şehâdet eyler, ilân eder ki; şu nihayetsiz fezâ-i âlem ve şu muhteşem semâvât, burçlarıyla, yıldızlarıyla, zîşuur, zîhayat, zîruhlarla doludur. Nârdan, nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, savttan, râyihadan kelimâttan, esîrden ve hattâ elektrikten ve sâir seyyâlât-ı latîfeden halk olunan o zîhayat ve o zîruhlara ve o zîşuurlara Şeriat-ı Garrâ-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân, "melâike ve cân ve ruhâniyâttır" der, tesmiye eder. Melâikenin ise, ecsâmın muhtelif cinsleri gibi, cinsleri muhteliftir. Evet, elbette bir katre yağmura müekkel olan melek, Şemse müekkel meleğin cinsinden değildir. Cin ve ruhâniyât dahi, onların da pek çok ecnâs-ı muhtelifeleri vardır. Şu Nükte-i Esâsiyenin Hâtimesi Bittecrübe, madde asıl değil ki, vücud ona musahhar kalsın ve tâbi olsun. Belki, madde, bir mânâ ile kàimdir. İşte o mânâ hayattır, ruhtur. Hem, bilmüşâhede, madde mahdum değil ki, her şey ona ircâ edilsin. Belki hâdimdir, bir hakikatin tekemmülüne hizmet eder. O hakikat hayattır. O hakikatin esâsı da ruhtur.
Bilbedâhe, madde hâkim değil ki, ona mürâcaat edilsin, kemâlât ondan istenilsin. Belki mahkûmdur; bir esâsın hükmüne bakar, onun gösterdiği yollarla hareket eder. İşte o esas hayattır, ruhtur, şuurdur. Hem, bizzarûre, madde lüb değil, esas değil, müstekar değil ki, işler ve kemâlât ona takılsın, ona binâ edilsin. Belki yarılmaya, erimeye, yırtılmaya müheyyâ bir kışırdır, bir kabuktur ve köpüktür ve bir sûrettir. Görülmüyor mu ki, gözle görülmeyen hurdebînî bir hayvanın ne kadar keskin duyguları var ki, arkadaşının sesini işitir, rızkını görür, gayet hassas ve keskin hisleri vardır. Şu hal gösteriyor ki, maddenin küçülüp inceleşmesi nispetinde âsâr-ı hayat tezâyüd ediyor, nur-u ruh teşeddüt ediyor. Güyâ madde inceleştikçe, bizim maddiyâtımızdan uzaklaştıkça, ruh âlemine, hayat âlemine, şuur âlemine yaklaşıyor gibi, hararet-i ruh, nur-u hayat daha şiddetli tecellî ediyor. İşte, hiç mümkün müdür ki, bu madde perdesinde bu kadar hayat ve şuur ve ruhun tereşşuhâtı bulunsun; o perde altında olan âlem-i bâtın, zîruh ve zîşuurlarla dolu olmasın? Hiç mümkün müdür ki, şu maddiyât ve âlem-i şehâdetteki mânânın ve ruhun ve hayatın ve hakikatin şu hadsiz tereşşuhâtı ve lemeât ve semerâtının menâbii, yalnız maddeye ve maddenin hareketine ircâ edilip izah edilsin? Hâşâ ve kat’â ve aslâ! Bu hadsiz tereşşuhât ve lemeât gösteriyor ki, şu âlem-i maddiyât ve şehâdet ise, âlem-i melekût ve ervâh üstünde serpilmiş tenteneli bir perdedir. İkinci Esas Melâikenin vücuduna ve ruhânîlerin sübutuna ve hakikatlerinin vücuduna bir icmâ-ı mânevî ile-tâbirde ihtilâflarıyla beraber-bütün ehl-i akıl ve ehl-i nakil, bilerek, bilmeyerek ittifak etmişler denilebilir. Hattâ, maddiyâtta çok ileri giden hükemâ-i İşrâkiyyunun Meşâiyyun kısmı, melâikenin mânâsını inkâr etmeyerek, "Her bir nevin bir mahiyet-i mücerrede-i ruhâniyeleri vardır" derler. Melâikeyi öyle tâbir ediyorlar. Eski hükemânın işrâkiyyun kısmı dahi melâikenin mânâsında kabule muztar kalarak, yalnız yanlış olarak "ukùl-ü aşere" ve "erbâbü’l-enva" diye isim vermişler. Bütün ehl-i edyân, "melekü’l-cibâl, melekü’l-bihar, melekü’l-emtâr" gibi, her neve göre birer melek-i müekkel, vahyin ilhamı ve irşâdıyla, bulunduğunu kabul ederek, o nâmlarla tesmiye ediyorlar. Hattâ, akılları gözlerine inmiş ve insaniyetten cemâdât derecesine mânen sukut etmiş olan maddiyyun ve tabiiyyun dahi, melâikenin mânâsını inkâr edemeyerek, Hâşiye "kuvâ-i sâriye" nâmiyle bir cihette kabule mecbur olmuşlar.
Hâşiye Melâike mânâsını ve ruhâniyâtın hakikatini inkâra mecâl bulamamışlar, belki fıtratın nâmuslarından "kuvâ-i sâriye" diye, "cereyan eden kuvvetler" nâmını vererek, yanlış bir sûrette tasvir ile bir cihetten tasdikine mecbur kalmışlar. Ey kendini akıllı zanneden!..
Ey melâike ve ruhâniyâtın kabulünde tereddüt gösteren bîçare adam! Neye istinad ediyorsun, hangi hakikate güveniyorsun ki, bütün ehl-i akıl bilerek, bilmeyerek melâikenin mânâsının sübutuna ve tahakkukuna ve ruhânîlerin tahakkukları hakkında ittifaklarına karşı geliyorsun, kabul etmiyorsun? Mâdem ki Birinci Esasta ispat edildiği gibi, hayat mevcudâtın keşşâfıdır, belki neticesidir, zübdesidir; bütün ehl-i akıl, mânâ-i melâikenin kabulünde mânen müttefiktirler; ve şu zeminimiz, bu kadar zîhayat ve zîruhlarla şenlendirilmiştir; şu halde, hiç mümkün olur mu ki, şu fezâ-i vesîa sekenelerden, şu semâvât-ı latîfe mutavattinînden hâlî kalsın? Hiç hatırına gelmesin ki, şu hilkatte câri olan nâmuslar, kanunlar, kâinatın hayattar olmasına kâfi gelir. Çünkü, o cereyan eden nâmuslar, şu hükmeden kanunlar, itibârî emirlerdir, vehmî düsturlardır; ademî sayılır. Onları temsil edecek, onları gösterecek, onların dizginlerini ellerinde tutacak melâike denilen ibâdullah olmazsa, o nâmuslara, o kanunlara bir vücud taayyün edemez, bir hüviyet teşahhus edemez, bir hakikat-i hariciye olamaz. Halbuki, "Hayat, bir hakikat-i hariciyedir; vehmî bir emir, hakikat-i hariciyeyi yüklenemez." Elhâsıl: Mâdem ehl-i hikmetle ehl-i din ve ashâb-ı akıl ve nakil mânen ittifak etmişler ki, mevcudât şu âlem-i şehâdete münhasır değildir; hem, mâdem zâhir olan âlem-i şehâdet câmid ve teşekkül-ü ervâha nâmuvâfık olduğu halde, bu kadar zîruhlarla tezyin edilmiş; elbette, vücud ona münhasır değildir. Belki, daha çok tabakàt-ı vücud vardır ki, âlem-i şehâdet onlara nispeten münakkaş bir perdedir. Hem mâdem, denizin balığa nispeti gibi, ervâha muvâfık olan âlem-i gayb ve âlem-i mânâ, ervâhlar ile dolu olmak iktizâ eder; hem, mâdem bütün emirler, mânâ-i melâikenin vücuduna şehâdet ederler; elbette, bilâşek velâ şüphe, melâike vücudlarının ve ruhânî hakikatlerinin en güzel sûreti ve ukùl-ü selîme kabul edecek ve istihsan edecek en mâkul keyfiyeti odur ki, Kur’ân şerh ve beyân etmiştir. O Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân der ki: "Melâike, ibâd-ı mükerremdir. Emre muhâlefet etmezler, ne emrolunsa onu yaparlar. Melâike, ecsâm-ı latîfe-i nurâniyedirler, muhtelif nevilere münkasımdırlar." Evet, nasıl ki beşer bir ümmettir, "Kelâm" sıfatından gelen şeriat-ı İlâhiyenin hameleleri, mümessilleri, mütemessilleridir; öyle de, melâike dahi muazzam bir ümmettir ki, onların amele kısmı "İrâde" sıfatından gelen şeriat-ı tekviniyenin hamelesi, mümessili ve mütemessilleridirler. Müessir-i hakiki olan Kudret-i Fâtıranın ve İrâde-i Ezeliyenin emirlerine tâbi bir nevi ibâdullahtırlar ki, ecrâm-ı ulviyenin her biri onların birer mescidi, birer mâbedi hükmündedirler. Üçüncü Esas Mesele-i melâike ve ruhâniyât, o mesâildendir ki, tek bir cüzün vücudu ile, bir küllün tahakkuku bilinir. Bir tek şahsın rüyeti ile umum nevin vücudu mâlûm olur. Çünkü, kim inkâr ederse, külliyen inkâr eder. Birtekini kabul eden, o nevin umumunu kabul etmeye mecburdur. Mâdem öyledir; işte bak:
Görmüyor musun ve işitmiyor musun ki, bütün ehl-i edyân, bütün asırlarda, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar melâikenin vücuduna ve ruhânîlerin tahakkukuna ittifak etmişler ve insanın tâifeleri, birbirinden bahsi ve muhâveresi ve rivâyeti gibi, melâikelerle muhâvere edilmesine ve onların müşâhedesine ve onlardan rivâyet etmesine icmâ etmişlerdir. Acaba, hiçbir ferd melâikelerden, bilbedâhe görünmezse, hem bilmüşâhede bir şahsın veya müteaddit eşhâsın vücudu katî bilinmezse, hem onların bilbedâhe, bilmüşâhede vücutları hissedilmezse, hiç mümkün müdür ki, böyle bir icmâ ve ittifak devam etsin; ve böyle müspet ve vücudî bir emirde ve şuhuda istinad eden bir halde müstemirren ve tevâtüren, o ittifak devam etsin? Hem hiç mümkün müdür ki, şu itikad-ı umuminin menşei, mebâdi-i zarûriye ve bedihî emirler olmasın? Hem hiç mümkün müdür ki, hakikatsiz bir vehim, bütün inkılâbât-ı beşeriyede bütün akàid-i insaniyede istimrâr etsin, bekà bulsun? Hem hiç mümkün müdür ki, şu ehl-i edyânın bu icmâ-ı azîmin senedi, bir hads-i katî olmasın, bir yakîn-i şuhudî olmasın? Hem hiç mümkün müdür ki, o hads-i katî, o yakîn-i şuhudî, hadsiz emârelerden ve o emâreler hadsiz müşâhedât vâkıalarından ve o müşâhedât vâkıaları şeksiz ve şüphesiz mebâdi-i zarûriyeye istinad etmesin? Öyle ise, şu ehl-i edyândaki bu itikadât-ı umumiyenin sebebi ve senedi, tevâtür-ü mânevî kuvvetini ifade eden pek çok kerrât ile melâike müşâhedelerinden ve ruhânîlerin rü’yetlerinden hâsıl olan mebâdi-i zarûriyedir, esâsât-ı katiyedir. Hem hiç mümkün müdür, hiç mâkul müdür, hiç kàbil midir ki, hayat-ı içtimâiye-i beşeriye semâsının güneşleri, yıldızları, ayları hükmünde olan enbiyâ ve evliyâ tevâtür sûretiyle ve icmâ-ı mânevî kuvveti ile ihbar ettikleri ve şehâdet ettikleri melâike ve ruhâniyâtın vücutları ve müşâhedeleri, bir şüphe kabul etsin, bir şekke medâr olsun. Bâhusus onlar, şu meselede ehl-i ihtisastırlar. Mâlûmdur ki, iki ehl-i ihtisas, binler başkasına müreccahtırlar. Hem şu meselede ehl-i ispattırlar. Mâlûmdur ki, iki ehl-i ispat, binler ehl-i nefiy ve inkâra müreccahtırlar. Ve bilhassa kâinat semâsında dâim parlayan ve hiçbir vakit gurûb etmeyen, âlem-i hakikatin şemsü’ş-şümûsu olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın ihbarâtı ve risâlet güneşi olan Zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) şehâdâtı ve müşâhedâtı, hiç kàbil midir ki, bir şüphe kabul etsin? Mâdem tek bir ruhâniyâtın vücudu, bir zamanda tahakkuk etse, şu nevin umumen tahakkukunu gösteriyor; ve mâdem şu nevin vücudu tahakkuk ediyor; elbette, onların sûret-i tahakkukunun en ahseni, en mâkulü en makbulü, Şeriatın şerh ettiği gibidir, Kur’ân’ın gösterdiği gibidir, Sahib-i Mi’racın gördüğü gibidir. Dördüncü Esas Şu kâinatın mevcudâtına nazar-ı dikkat ile bakılsa görünür ki, cüz’iyât gibi külliyâtın dahi birer şahs-ı mânevîsi vardır ki; birer vazife-i külliyesi görünüyor, onda bir hizmet-i külliye görünüyor. Meselâ, bir çiçek, kendince bir nakş-ı san’atı
gösterip, lisân-ı haliyle esmâ-i Fâtırı zikrettiği gibi; küre-i arz bahçesi dahi bir çiçek hükmündedir, gayet muntazam küllî vazife-i tesbîhiyesi vardır. Nasıl ki bir meyve, bir intizam içinde bir ilânâtı, tesbihâtı ifade ediyor; öyle de, koca bir ağacın heyet-i umumiyesiyle gayet muntazam bir vazife-i fıtriyesi ve ubûdiyeti vardır. Nasıl bir ağaç yaprak, meyve ve çiçeklerinin kelimâtı ile bir tesbihâtı var; öyle de, koca semâvât denizi dahi kelimâtı hükmünde olan güneşler, yıldızlar ve ayları ile Fâtır-ı Zülcelâline tesbihât yapar ve Sâni-i Zülcelâline hamd eder ve hâkezâ, mevcudât-ı hariciyenin her biri, sûreten câmid, şuursuz iken, gayet hayatkârâne ve şuurdarâne vazifeleri ve tesbihâtları vardır. Elbette, nasıl melâikeler bunların âlem-i melekûtta mümessilidirler, tesbihâtlarını ifade ederler; bunlar dahi âlem-i mülk ve âlem-i şehâdette o melâikelerin timsâlleri, hâneleri, mescidleri hükmündedirler. Yirmi Dördüncü Sözün Dördüncü Dalında beyân edildiği gibi, şu saray-ı âlemin Sâni-i Zülcelâli, o saray içinde istihdam ettiği dört kısım amelenin birincisi melâike ve ruhânîlerdir. Mâdem nebâtât ve cemâdât bilmeyerek ve bir bilenin emrinde gayet mühim, ücretsiz hidemâttadırlar. Ve hayvanât, bir ücret-i cüz’iye mukabilinde, bilmeyerek gayet küllî maksadlara hizmet ediyorlar. Ve insan, müeccel ve muaccel iki ücret mukabilinde o Sâni-i Zülcelâlin makàsıdını bilerek tevfîk-ı hareket etmek ve her şeyde nefislerine de bir hisse çıkarmak ve sâir hademelere nezâret etmekle istihdam edilmeleri, bilmüşâhede görünüyor. Elbette dördüncü kısım, belki en birinci kısım olan hizmetkârlar, ameleler bulunacaktır. Hem insana benzer ki, o Sâni-i Zülcelâlin makàsıd-ı külliyesini bilir bir ubûdiyetle tevfîk-ı hareket ederler. Hem insanın hilâfına olarak, hazz-ı nefisten ve cüz’î ücretlerden tecerrüd ederek yalnız Sâni-i Zülcelâlin nazarı ile, emri ile, teveccühü ile, hesâbı ile, nâmı ile ve kurbiyetiyle ihtisas ile ve intisab ile hâsıl ettikleri lezzet ve kemâl ve zevk ve saadeti kâfi görüp, hâlisen, muhlisen çalışıyorlar. Cinslerine göre kâinattaki mevcudâtın envaına göre vazife-i ibâdetleri tenevvü’ ediyor. Bir hükümetin muhtelif dairelerde, muhtelif vazifedarları gibi, saltanat-ı rubûbiyet dairelerinde vezâif-i ubûdiyeti ve tesbihâtı öyle tenevvü’ ediyor. Meselâ, Hazret-i Mikâil, yeryüzü tarlasında ekilen masnuât-ı İlâhiyeye, Cenâb-ı Hakkın havliyle, kuvvetiyle, hesâbiyle, emriyle, bir nâzır-ı umumi hükmündedir, tâbir câizse umum çiftçi-misâl melâikelerin reisidir. Hem Fâtır-ı Zülcelâlin izniyle, emriyle, kuvvetiyle, hikmetiyle, umum hayvanâtın mânevî çobanlarının reisi, büyük bir melek-i müekkeli vardır. İşte, mâdem şu mevcudât-ı hariciyenin herbirisinin üstünde birer melek-i müekkel var olmak lâzım gelir; tâ ki o cismin gösterdiği vezâif-i ubûdiyet ve hidemât-ı tesbîhiyesini âlem-i melekûtta temsil etsin, dergâh-ı Ulûhiyete bilerek takdim etsin. Elbette, Muhbir-i Sâdıkın rivâyet ettiği melâikeler hakkındaki sûretler, gayet münâsiptir ve mâkuldür. Meselâ, ferman etmiş ki, "Bâzı melâikeler bulunur, kırk başı veya kırk bin başı var. Her başta kırk bin ağzı var, herbir ağızda kırk bin dil ile kırk bin tesbihât yapar." Şu hakikat-i hadîsiyenin bir mânâsı var, bir de sûreti var. Mânâsı şudur ki:
Melâikenin ibâdâtı, hem gayet muntazamdır, mükemmeldir, hem gayet küllîdir, geniştir. Ve şu hakikatin sûreti ise şudur ki: Bâzı büyük mevcudât-ı cismâniye vardır ki, kırk bin baş, kırk bin tarz ile vezâif-i ubûdiyeti yapar. Meselâ, semâ güneşlerle, yıldızlarla tesbihât yapar. Zemin, tek bir mahlûk iken, yüz bin baş ile, her başta yüz binler ağız ile, her ağızda yüz binler lisân ile vazife-i ubûdiyeti ve tesbihât-ı Rabbâniyeyi yapıyor. İşte, küre-i arza müekkel melek dahi, âlem-i melekûtta şu mânâyı göstermek için öyle görülmek lâzımdır. Hattâ, ben mutavassıt bir bâdem ağacı gördüm ki, kırka yakın, baş hükmünde büyük dalları var. Sonra bir dalına baktım; kırka yakın, dili hükmünde küçük dalları var. Sonra, o küçük dalının bir diline baktım; kırk çiçek açmıştır. O çiçeklere nazar-ı hikmetle dikkat ettim; herbir çiçek içinde kırka yakın incecik, muntazam püskülleri renkleri ve san’atları gördüm ki, her biri Sâni-i Zülcelâlin ayrı ayrı birer cilve-i esmâsını ve birer ismini okutturuyor. İşte hiç mümkün müdür ki, şu bâdem ağacının Sâni-i Zülcelâli ve Hakîm-i Zülcemâli, bu câmid ağaca bu kadar vazifeleri yükletsin; onun mânâsını bilen, ifade eden, kâinata ilân eden, dergâh-ı İlâhiyeye takdim eden, ona münâsip ve ruhu hükmünde bir melek-i müekkeli ona bindirmesin? Ey arkadaş! Şuraya kadar beyânâtımız, kalbi kabule ihzâr etmek ve nefsi teslime mecbur etmek ve aklı izana getirmek için bir mukaddeme idi. Eğer o mukaddemeyi bir derece fehmettin ise, melâikelerle görüşmek istersen, hazır ol. Hem evhâm-ı seyyieden temizlen. İşte, Kur’ân âlemi kapıları açıktır. İşte, Kur’ân cenneti -1-’dır; gir bak. Melâikeyi o cennet-i Kur’âniye içinde güzel bir sûrette gör. Her bir âyet-i tenzîl, birer menzildir. İşte şu menzillerden bak: -2-
1 Kapıları ardına kadar açık
2 Yemin olsun peş peşe gönderilen meleklere. • Ve rüzgâr gibi esip her tarafa yayılanlara. • Ve bulutları yeryüzüne dağıtanlara. • Ve hak ile bâtılı ayıranlara. • peygamberlere vahiy getirenlere. (Mürselât Sûresi: 1-5.) Yemin olsun kâfirin ruhunu tâ derinliklerinden şiddetle söküp alanlara. • Ve müminin ruhunu kolaylıkla alanlara. • Ve suda yüzercesine gökten inenlere. • Ve Allah’ın emrini yerine getirmek için yarışanlara. • Ve emrolundukları işi tanzim ve tedbîr edenlere. (Nâziât Sûresi: 1-5.) Melekler ve Cebrâil o gece Rablerinin izniyle yeryüzüne inerler. (Kadir Sûresi: 4.) Başında ise Allah’ın emrine karşı gelmeyen ve verilen emri yerine getiren haşin ve şiddetli melekler vardır. (Tahrîm Sûresi: 6.)
Hem dinle: -1- senâlarını işit. Eğer cinnîlerle görüşmek istersen, -2- surlu sûreye gir, onları gör, dinlene diyorlar. Onlardan ibret al. Bak, diyorlar ki, -3-
1 O bundan [evlat edinmekten] münezzehtir. Hayır, onların evlat dedikleri, Allah’ın ikramda bulunduğu kullardır. • Allah emretmedikçe onlar bir söz söylemezler; ancak Onun emriyle hareket ederler. (Enbiyâ Sûresi: 26-27.)
2 De ki: Cinlerden bir topluluğun Kurân’ı dinleyerek şöyle dedikleri bana vahyolundu:. (Cin Sûresi: 1.)
3 Biz, doğru yola ileten hârikulâde bir Kur’ân dinledik ve ona imân ettik. Biz Rabbimize hiç kimseyi ortak koşmayacağız. (Cin Sûresi: 1-2.)
İkinci Maksad Kıyâmet ve mevt-i dünya ve hayat-ı âhiret hakkındadır. Şu Maksadın Dört Esâsı ve bir Mukaddime-i temsîliyesi vardır. Mukaddime Nasıl ki, bir saray veya bir şehir hakkında biri dâvâ etse, "Şu saray veya şehir, tahrip edilip yeniden muhkem bir sûrette binâ ve tâmir edilecektir"; elbette, onun dâvâsına karşı altı suâl terettüb eder. Birincisi: "Niçin tahrip edilecek? Sebep ve muktazî var mıdır?" Eğer, "Evet var" diye ispat etti, İkincisi, şöyle bir suâl gelir ki: "Bunu tahrip edip, tâmir edecek usta muktedir midir? Yapabilir mi?" Eğer, "Evet, yapabilir" diye ispat etti, Üçüncüsü, şöyle bir suâl gelir ki: "Tahribi mümkün müdür? Hem sonra, tahrip edilecek midir?" Eğer, "Evet" diye imkân-ı tahribi, hem vukuunu ispat etse, iki suâl daha ona vârid olur ki: "Acaba şu acîb saray veya şehrin yeniden tâmiri mümkün müdür? Mümkün olsa, acaba tâmir edilecek midir?" Eğer, "Evet" diye bunları da ispat etse, o vakit bu meselenin hiçbir cihette hiçbir köşesinde bir delik, bir menfez kalmaz ki, şek ve şüphe ve vesvese girebilsin. İşte şu temsil gibi, dünya sarayının, şu kâinat şehrinin tahrip ve tâmiri için muktazî var; fâil ve ustası muktedir. Tahribi mümkün ve vâki’ olacak, tâmiri mümkün ve vâki’ olacaktır. İşte şu meseleler Birinci Esastan sonra ispat edilecektir. Birinci Esas Ruh, katiyen bâkîdir. Birinci Maksaddaki melâike ve ruhânîlerin vücudlarına delâlet eden hemen bütün deliller, şu meselemiz olan bekà-i ruha dahi delildirler. Bence mesele o kadar katîdir ki, fazla beyân abes olur. Evet, şu âlem-i berzahta,
âlem-i ervâhta bulunan ve âhirete gitmek için bekleyen hadsiz ervâh-ı bâkiye kafileleri ile bizim mâbeynimizdeki mesafe o kadar ince ve kısadır ki, bürhan ile göstermeye lüzum kalmaz. Hadd ü hesâba gelmeyen ehl-i keşfin ve şuhudun onlarla temas etmeleri, hattâ ehl-i keşfe’l-kuburun onları görmeleri, hattâ bir kısım avâmın da onlarla muhâbereleri ve umumun da rüyâ-i sâdıkada onlarla münâsebet peydâ etmeleri, muzaaf tevâtürler sûretinde âdetâ beşerin ulûm-u müteârifesi hükmüne geçmiştir. Fakat şu zamanda maddiyyun fikri herkesi sersem ettiğinden, en bedihî bir şeyde zihinlere vesvese vermiş. İşte şöyle vesveseleri izâle için hads-i kalbînin ve iz’ân-ı aklînin pek çok menbalarından bir Mukaddime ile Dört Menbaına işaret edeceğiz. Mukaddime: Onuncu Sözün Dördüncü Hakikatinde ispat edildiği gibi, ebedî, sermedî, misilsiz bir cemâl, elbette âyinedar müştâkının ebediyetini ve bekàsını ister. Hem, kusursuz, ebedî bir kemâl-i san’at, mütefekkir dellâlının devamını talep eder. Hem, nihayetsiz bir rahmet ve ihsan, muhtaç müteşekkirlerinin devam-ı tenâumlarını iktizâ eder. İşte, o âyinedar müştak, o dellâl mütefekkir, o muhtaç müteşekkir, en başta ruh-u insanîdir. Öyle ise, ebedü’l-âbâd yolunda, o cemâl, o kemâl, o rahmete refâkat edecek, bâkî kalacaktır. Yine Onuncu Sözün Altıncı Hakikatinde ispat edildiği gibi, değil ruh-u beşer, hattâ en basit tabakàt-ı mevcudât dahi, fenâ için yaratılmamışlar, bir nevi bekàya mazhardırlar. Hattâ, ruhsuz ehemmiyetsiz bir çiçek dahi vücud-u zâhirîden gitse, bin vecihle bir nevi bekàya mazhardır. Çünkü, sûreti hadsiz hâfızalarda bâkî kalır, kanun-u teşekkülâtı yüzer tohumcuklarında bekà bulup devam eder. Mâdem bir parçacık ruha benzeyen o çiçeğin kanun-u teşekkülü, timsâl-i sûreti, bir Hafîz-i Hakîm tarafından ibkà ediliyor, dağdağalı inkılâblar içinde kemâl-i intizam ile zerrecikler gibi tohumlarında muhâfaza ediliyor; bâkî kalır. Elbette, gayet cemiyetli ve gayet yüksek bir mahiyete mâlik ve haricî vücud giydirilmiş ve zîşuur ve zîhayat ve nurânî kanun-u emrî olan ruh-u beşer ne derece katiyetle bekàya mazhar ve ebediyetle merbut ve sermediyetle alâkadar olduğunu anlamazsan, nasıl "Zîşuur bir insanım" diyebilirsin? Evet, koca bir ağacın bir derece ruha benzeyen programını ve kanun-u teşekkülâtını bir nokta gibi en küçük çekirdekte derc edip muhâfaza eden bir Zât-ı Hakîm-i Zülcelâl, bir Zât-ı Hafîz-i Bîzevâl hakkında, "Vefât edenlerin ruhlarını nasıl muhâfaza eder?" denilir mi? Birinci Menba: Enfüsîdir. Yani, herkes hayatına ve nefsine dikkat etse, bir ruh-u bâkîyi anlar. Evet, herbir ruh, kaç sene yaşamış ise, o kadar beden değiştirdiği halde, bilbedâhe aynen bâkî kalmıştır. Öyle ise, mâdem, cesed, gelip geçicidir; mevt ile bütün bütün çıplak olmak dahi ruhun bekàsına tesir etmez ve mahiyetini de bozmaz. Yalnız, müddet-i hayatta, tedricî cesed libasını değiştiriyor; mevtte ise
birden soyunur. Gayet katî bir hads ile belki müşâhede ile sabittir ki, cesed ruh ile kàimdir. Öyle ise, ruh onun ile kàim değildir; belki, ruh binefsihî kàim ve hâkim olduğundan, cesed istediği gibi dağılıp toplansın, ruhun istiklâliyetine halel vermez. Belki, cesed ruhun hânesi ve yuvasıdır, libası değil. Belki ruhun libası, bir derece sabit ve letâfetçe ruha münâsip bir gılâf-ı latîfi ve bir beden-i misâlîsi vardır. Öyle ise mevt hengâmında bütün bütün çıplak olmaz, yuvasından çıkar, beden-i misâlîsini giyer. İkinci Menba: Âfâkîdir. Yani, mükerrer müşâhedât ve müteaddit vâkıat ve kerrât ile münâsebâttan neş’et eden bir nevi hükm-ü tecrübîdir. Evet, tek bir ruhun ba’de’l-memât bekàsı anlaşılsa, şu ruh nevinin külliyetle bekàsını istilzam eder. Zîrâ fenn-i mantıkça katîdir ki, zâtî bir hâssa, Bir tek ferdde görünse, bütün efradda dahi o hâssanın vücuduna hükmedilir. Çünkü, zâtîdir. Zâtî olsa, her ferdde bulunur. Halbuki, değil bir ferd, belki o kadar hadsiz, o kadar hesâba, hasra gelmez müşâhedâta istinad eden âsâr ve bekà-i ervâha delâlet eden emârât o derece katîdir ki; bize, nasıl Yeni Dünya, yani Amerika var ve orada insanlar bulunur, o insanların vücudlarına hiç vehim hatıra gelmez; öyle de şüphe kabul etmez ki, şimdi âlem-i melekût ve ervâhta, ölmüş, vefât etmiş insanların ervâhı, pek çok kesretle vardır ve bizimle münâsebettardırlar. Mânevî hedâyâmız onlara gidiyor. Onların nurânî feyizleri de bizlere geliyor. Hem, hads-i katî ile vicdânen hissedilebilir ki, insan öldükten sonra esaslı bir ciheti bâkîdir. O esas ise ruhtur. Ruh ise, tahrip ve inhilâle mâruz değil. Çünkü, basîttir, vahdeti var. Tahrip ve inhilâl ve bozulmak ise, kesret ve terkib edilmiş şeylerin şe’nidir. Sâbıkan beyân ettiğimiz gibi, hayat, kesrette bir tarz-ı vahdeti temin eder, bir nevi bekàya sebebiyet verir. Demek, vahdet ve bekà, ruhta esastır ki, ondan kesrete sirâyet eder. Rûhun fenâsı, ya tahrip ve inhilâl iledir. O tahrip ve inhilâl ise, vahdet yol vermez ki girsin, besâtet bırakmaz ki bozsun. Veyahut idâm iledir. İdâm ise, Cevâd-ı Mutlakın hadsiz merhameti müsaade etmez ve nihayetsiz cûdu bırakmaz ki, verdiği ni’met-i vücudu, o ni’met-i vücuda pek müştak ve lâyık olan ruh-u insanîden geri alsın. Üçüncü Menba: Ruh; zîhayat, zîşuur, nurânî vücud-u haricî giydirilmiş, câmi’, hakikattar, külliyet kesb etmeye müstaid bir kanun-u emrîdir. Halbuki, en zayıf olan kavânîn-i emriye, sebat ve bekàya mazhardırlar. Çünkü, dikkat edilse, mâruz-u tegayyür olan bütün nevilerde birer hakikat-i sabite vardır ki, bütün tegayyürât ve inkılâbât ve etvâr-ı hayat içinde yuvarlanarak sûretler değiştirip, ölmeyerek, yaşayarak bâkî kalıyor. İşte, herbir şahs-ı insanî, mahiyetinin câmiiyetiyle ve küllî şuuruyla ve umumi tasavvurâtıyla, bir şahıs iken, bir nev’ hükmüne geçmiştir. Bir neve gelen ve câri olan kanun, o şahs-ı insanîde dahi câridir. Mâdem Fâtır-ı Zülcelâl, insanı câmi’ bir ayna ve küllî bir ubûdiyetle ve ulvî bir mahiyetle yaratmıştır; her ferddeki hakikat-i ruhiye, yüz binler sûret değiştirse, izn-i Rabbânî ile ölmeyecek, yaşayarak, geldiği gibi gidecek. Öyle ise, o şahs-ı insanînin hakikat-i zîşuuru ve unsur-u zîhayatı olan ruhu dahi, Allah’ın emriyle, izniyle ve ibkàsıyla, dâimâ bâkîdir.
Dördüncü Menba: Ruha bir derece müşâbih ve ikisi de âlem-i emrden ve irâdeden geldiklerinden, masdar itibâriyle ruha bir derece muvâfık, fakat yalnız vücud-u hissî olmayan nevilerde hükümran olan kavânîne dikkat edilse ve o nâmuslara bakılsa görünür ki, eğer o kanun-u emrî, vücud-u haricî giyse idi, o nevilerin birer ruhu olurdu. Halbuki, o kanun dâimâ bâkîdir, dâimâ müstemir, sabittir; hiçbir tegayyürât ve inkılâbât, o kanunların vahdetine tesir etmez, bozmaz. Meselâ, bir incir ağacı ölse, dağılsa, onun ruhu hükmünde olan kanun-u teşekkülâtı, zerre gibi bir çekirdeğinde ölmeyerek bâkî kalır. İşte, mâdem en âdi ve zayıf emrî kanunlar dahi böyle bekà ile, devam ile alâkadardır; elbette ruh-u insanî, değil yalnız bekà ile, belki ebedü’l-âbâd ile alâkadar olmak lâzım gelir. Çünkü, ruh dahi Kur’ân’ın nassı ile, ferman-ı celîli ile âlem-i emrden gelmiş bir kanun-u zîşuur ve bir nâmus-u zîhayattır ki, kudret-i ezeliye ona vücud-u haricî giydirmiş. Demek, nasıl ki sıfat-ı irâdeden ve âlem-i emrden gelen şuursuz kavânîn, dâimâ veya ağleben bâkî kalıyor; aynen onların bir nevi kardeşi ve onlar gibi sıfat-ı irâdenin tecellîsi ve âlem-i emrden gelen ruh, bekàya mazhar olmak daha ziyâde katîdir, lâyıktır. Çünkü, zîvücuddur, hakikat-i hariciye sahibidir. Hem, onlardan daha kavîdir, daha ulvîdir; çünkü, zîşuurdur. Hem, onlardan daha dâimîdir, daha kıymettardır; çünkü, zîhayattır. İkinci Esas Saadet-i ebediyeye muktazî vardır ve o saadeti verecek Fâil-i Zülcelâl de muktedirdir. Hem, harab-ı âlem, mevt-i dünya mümkündür; hem vâki’ olacaktır. Yeniden ihyâ-i âlem ve haşir, mümkündür; hem vâki’ olacaktır. İşte bu altı meseleyi, birer birer, aklı iknâ edecek muhtasar bir tarzda beyân edeceğiz. Zâten Onuncu Sözde kalbi, imân-ı kâmil derecesine çıkaracak derecede bürhanlar zikredilmiştir. Şurada ise, yalnız aklı iknâ edecek, susturacak, eski Said’in Nokta Risâlesi’ndeki beyânâtı tarzında bahsedeceğiz. Evet, saadet-i ebediyeye muktazî mevcuddur. O muktazînin vücuduna delâlet eden bürhan-ı katî On Menba ve Medârdan süzülen bir hadsdir. Birinci Medar: Dikkat edilse, şu kâinatın umumunda bir nizâm-ı ekmel, bir intizam-ı kasdî vardır. Her cihette reşahât-ı ihtiyâr ve lemeât-ı kasd görünür. Hattâ, her şeyde bir nur-u kasd, her şe’nde bir ziyâ-i irâde, her harekette bir lem’a-i ihtiyâr, her terkibde bir şûle-i hikmet, semerâtının şehâdetiyle nazar-ı dikkate çarpıyor. İşte, eğer saadet-i ebediye olmazsa, şu esaslı nizam, bir sûret-i zaife-i vâhiyeden ibâret kalır; yalancı, esassız bir nizam olur. Nizam ve intizamın ruhu olan mâneviyât ve revâbıt ve niseb, hebâ olup gider. Demek, nizâmı nizam eden, saadet-i ebediyedir. Öyle ise, nizâm-ı âlem, saadet-i ebediyeye işaret ediyor.
De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. (İsrâ Sûresi: 85.)
İkinci Medar: Hilkat-i kâinatta bir hikmet-i tâmme görünüyor. Evet, inâyet-i Ezeliyenin timsâli olan hikmet-i İlâhiye, kâinatın umumunda gösterdiği maslahatların riâyeti ve hikmetlerin iltizâmı lisânı ile, saadet-i ebediyeyi ilân eder. Çünkü, saadet-i ebediye olmazsa, şu kâinatta bilbedâhe sabit olan hikmetleri, faydaları, mükâbere ile inkâr etmek lâzım gelir. Onuncu Sözün Onuncu Hakikati bu hakikati güneş gibi gösterdiğinden, ona iktifâen burada ihtisar ederiz. Üçüncü Medar: Akıl ve hikmet ve istikrâ ve tecrübenin şehâdetleri ile sabit olan hilkat-i mevcudâttaki adem-i abesiyet ve adem-i israf, saadet-i ebediyeye işaret eder. Fıtratta israf ve hilkatte abesiyet olmadığına delil, Sâni-i Zülcelâlin herşeyin hilkatinde en kısa yolu ve en yakın ciheti ve en hafif sûreti ve en güzel keyfiyeti ihtiyâr ve intihab etmesidir ve bâzan bir şeyi, yüz vazife ile tavzif etmesidir ve bir ince şeye bin meyve ve gàyeleri takmasıdır. Mâdem israf yok ve abesiyet olmaz; elbette saadet-i ebediye olacaktır. Çünkü, dönmemek üzere adem, herşeyi abes eder; her şey israf olur. Umum fıtratta, ezcümle insanda, fenn-i menâfiü’l-âzâ şehâdetiyle sabit olan adem-i israf gösteriyor ki, insanda olan hadsiz istidâdât-ı mâneviye ve nihayetsiz âmâl ve efkâr ve müyûlât dahi israf edilmeyecektir. Öyle ise, insandaki o esaslı meyl-i tekemmül, bir kemâlin vücudunu gösterir ve o meyl-i saadet, saadet-i ebediyeye namzed olduğunu katî olarak ilân eder. Öyle olmazsa, insanın mahiyet-i hakikiyesini teşkil eden o esaslı mâneviyât, o ulvî âmâl, hikmetli mevcudâtın hilâfına olarak, israf ve abes olur, kurur, hebâen gider. Şu hakikat, Onuncu Sözün On Birinci Hakikatinde ispat edildiğinden kısa kesiyoruz. Dördüncü Medar: pek çok nevilerde, hattâ gece ve gündüzde, kış ve baharda ve cevv-i havada, hattâ insanın şahıslarında, müddet-i hayatında değiştirdiği bedenler ve mevte benzeyen uyku ile haşir ve neşre benzer birer nevi kıyâmet, bir kıyâmet-i kübrânın tahakkukunu ihsâs ediyor, remzen haber veriyorlar. Evet, meselâ haftalık bizim saatimizin sâniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan çarklarına benzeyen, Allah’ın, dünya denilen büyük saatindeki yevm, sene, ömr-ü beşer, deverân-ı dünya, birbirine mukaddeme olarak, birbirinden haber veriyor; döner, işlerler. Geceden sonra sabahı, kıştan sonra baharı işledikleri gibi; mevtten sonra subh-u Kıyâmet, o destgâhtan, o saat-i uzmâdan çıkacağını remzen haber veriyorlar. Bir şahsın müddet-i ömründe başına gelmiş birçok kıyâmet çeşitleri vardır. Her gece bir nevi ölmekle, her sabah bir nevi dirilmekle emârât-ı haşri gördüğü gibi, beş altı senede bilittifak bütün zerrâtını değiştirerek, hattâ bir senede iki defa tedricî bir kıyâmet ve haşir taklidini görmüş. Hem, hayvan ve nebat nevilerinde üç yüz binden ziyâde haşir ve neşir ve kıyâmet-i neviyeyi her baharda müşâhede ediyor. İşte, bu kadar emârât ve işârât-ı haşriye ve bu kadar alâmât ve rumuzât-ı neşriye, elbette kıyâmet-i kübrânın tereşşuhâtı hükmünde, o haşre işaret ediyorlar. Bir Sâni-i Hakîm tarafından nevilerde böyle kıyâmet-i neviyeyii, yani bütün nebâtât köklerini ve bir kısım hayvanları aynen baharda ihyâ etmek ve yaprakları ve çiçekleri ve meyveleri gibi sâir bir kısım şeyleri aynıyla değil, misliyle iâde ederek bir nevi haşir ve neşir
yapmak, herbir şahs-ı insanîde kıyâmet-i umumiye içinde bir kıyâmet-i şahsiyeye delil olabilir. Çünkü, insanın Bir tek şahsı, başkasının bir nevi hükmündedir. Zîrâ fikir nuru, insanın âmâline ve efkârına öyle bir genişlik vermiş ki, mâzi ve müstakbeli ihâta eder; dünyayı dahi yutsa tok olmaz. Sâir nevilerde ferçlerin mahiyeti cüz’iyedir, kıymeti şahsiyedir, nazarı mahduttur, kemâli mahsurdur, lezzeti ve elemi ânidir. Beşerin ise mahiyeti ulviyedir, kıymeti gàliyedir, nazarı amadır, kemâli hadsizdir, mânevî lezzeti ve elemi kısmen dâimîdir. Öyle ise, bilmüşâhede sâir nevilerde tekerrür eden bir çeşit kıyâmetler, haşirler, şu kıyâmet-i kübrâ-i umumiyete her şahs-ı insanî aynıyla iâde edilerek hasredilmesine reme eder, haber verir. Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatinde iki kere iki dört eder derecesinde katiyet ile ispat edildiğinden, burada ihtisar ederiz. Beşinci Medar: Beşerin cevher-i ruhunda derc edilmiş gayr-i mahdut istidâdât ve o istidâdâtta mündemiç olan gayr-i mahsur kabiliyetler ve o kabiliyetlerden neş’et eden hadsiz meyiller ve o hadsiz meyillerden hâsıl olan nihayetsiz emeller ve o nihayetsiz emellerden tevellüd eden gayr-i mütenâhî efkâr ve tasavvurât-ı insaniye, şu âlem-i şehâdetin arkasında bulunan saadet-i ebediyeye elini uzatmış, ona gözünü dikmiş, o tarafa müteveccih olmuş olduğunu ehl-i tahkik görüyor. İşte hiç yalan söylemeyen fıtrat ve fıtrattaki şu katî ve şedid ve sarsılmaz meyl-i saadet-i ebediye, saadet-i ebediyenin tahakkukuna dâir vicdâna bir hads-i katî veriyor. Onuncu Sözün On Birinci Hakikati, bu hakikati gündüz gibi gösterdiğinden kısa kesiyoruz. Altıncı Medar: Rahmân-ı Rahîm olan şu mevcudâtın Sâni-i Zülcemâlinin rahmeti, saadet-i ebediyeyi gösteriyor. Evet, ni’meti ni’met eden, ni’meti nikmetlikten halâs eden ve mevcudâtı, firâk-ı ebedîden hâsıl olan vâveylâlardan kurtaran saadet-i ebediyeyi, o rahmetin şe’nindendir ki, beşerden esirgemesin. Çünkü, bütün nimetlerin re’si, reisi, gàyesi, neticesi olan saadet-i ebediye verilmezse, dünya öldükten sonra âhiret sûretinde dirilmezse, bütün nimetler nikmetlere tahavvül ederler. O tahavvül ise, bilbedâhe ve bizzarûre ve umum kâinatın şehâdetiyle, muhakkak ve meşhud olan rahmet-i İlâhiyenin vücudunu inkâr etmek lâzım gelir. Halbuki, rahmet, güneşten daha parlak bir hakikat-i sabitedir. Bak, rahmetin cilvelerinden ve latîf âsârından olan aşk ve şefkat ve akıl nimetlerine dikkat et. Eğer firâk-ı ebedî ve hicrân-ı lâyezâlîye, hayat-ı insaniye incirâr edeceğini farz etsen, görürsün ki; o latîf muhabbet, en büyük bir musîbet olur, o leziz şefkat en büyük bir illet olur, o nurânî akıl en büyük bir belâ olur. Demek, rahmet, (çünkü rahmettir) hicrân-ı ebedîyi, muhabbet-i hakikiyeye karşı çıkaramaz. Onuncu Sözün İkinci Hakikati, bu hakikati gayet güzel bir sûrette gösterdiğinden, burada ihtisar edildi. Yedinci Medar: Şu kâinatta görünen ve bilinen bütün letâif, bütün mehâsin, bütün kemâlât, bütün incizâbât, bütün iştiyâkàt, bütün terahhumât birer mânâdır, birer mazmundur, birer kelime-i mâneviyedir ki; şu kâinatın Sâni-i Zülcelâlinin lûtuf ve merhametinin tecelliyâtını, ihsan ve kereminin cilvelerini
bizzarûre, bilbedâhe kalbe gösterir, aklın gözüne sokuyor. Mâdem şu âlemde bir hakikat vardır; bilbedâhe hakiki rahmet vardır. Mâdem hakiki rahmet vardır; saadet-i ebediye olacaktır. Onuncu Sözün Dördüncü Hakikati, İkinci Hakikati ile beraber şu hakikati gündüz gibi aydınlatmıştır. Sekizinci Medar: İnsanın fıtrat-ı zîşuuru olan vicdânı saadet-i ebediyeye bakar, gösterir. Evet, kim kendi uyanık vicdânını dinlerse, "Ebed, ebed!" sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdâna verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz. Demek, o vicdan, o ebed için mahlûktur. Demek, bu vicdânî olan incizab ve cezbe, bir gàye-i hakikiyenin ve bir hakikat-i câzibedarın yalnız cezbi ile olabilir. Onuncu Sözün On Birinci Hakikatinin hâtimesi bu hakikati göstermiştir. Dokuzuncu Medar: Sâdık, masdûk, musaddak olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın ihbârıdır. Evet, o Zâtın (a.s.m.) sözleri, saadet-i ebediyenin kapılarını açmıştır ve Onun (a.s.m.) kelâmları, saadet-i ebediyeye karşı birer penceredir. Zâten bütün enbiyânın (aleyhimüsselâm) icmâını ve bütün evliyânın tevâtürünü elinde tutmuş, bütün kuvvetiyle bütün dâvâları tevhid-i İlâhîden sonra şu haşir ve saadet noktasında temerküz ediyor. Acaba, şu kuvveti sarsacak bir şey var mıdır? Onuncu Sözün On İkinci Hakikati, şu hakikati pek zâhir bir sûrette göstermiştir. Onuncu Medar: On üç asırda yedi vecihle i’câzını muhâfaza eden ve Yirmi Beşinci Sözde ispat edildiği üzere, kırk adet enva-ı i’câzıyla mu’cize olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın ihbarât-ı katiyesidir. Evet, o Kur’ân’ın nefs-i ihbârı, haşr-i cismânînin keşşâfıdır ve şu tılsım-ı muğlâk-ı âlemin ve şu reme-i hikmet-i kâinatın miftâhıdır. Hem o Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın tazammun ettiği ve mükerreren tefekküre emredip nazara vaz’ eylediği berâhin-i akliye-i katiye, binlerdir. Ezcümle, bir kıyas-ı temsilîyi tazammun eden, -1- ve -2- ve bir delil-i adâlete işaret eden, -3- gibi pek çok âyât ile haşr-i cismânîdeki saadet-i ebediyeyi gösterecek pek çok dürbünleri, nazar-ı beşerin dikkatine vaz’ etmiştir. Kur’ân’ın sâir âyetleri ile izah ettiği şu ve ’deki kıyas-ı temsilînin hulâsasını Nokta Risâlesinde şöyle beyân etmişiz ki:
1 De ki: Onu ilk önce kim yaratmışsa, tekrar o diriltecek. (Yâsin Sûresi: 79.)
2 Halbuki, O sizi halden hale sokarak yaratmıştır. (Nuh Sûresi: 14.)
3 Rabbin ise, kullarına haksızlık edecek değildir. (Fussılet Sûresi: 64.)
Vücud-u insan, tavırdan tavıra geçtikçe acîb ve muntazam inkılâblar geçiriyor. Nutfeden alâkaya, alâkadan mudgaya, mudgadan azm ve lâhme, azm ve lâhmden halk-ı cedîde, yani insan sûretine inkılâbı gayet dakîk düsturlara tâbidir. O tavırların herbirisinin öyle kavânîn-i mahsusa ve öyle nizâmât-ı muayyene ve öyle harekât-ı muttarıdaları vardır ki, cam gibi, altında bir kasd, bir irâde, bir ihtiyâr, bir hikmetin cilvelerini gösterir. İşte, şu tarzda o vücudu yapan Sâni-i Hakîm, her sene bir libas gibi o vücudu değiştirir. O vücudun değiştirilmesi ve bekàsı için inhilâl eden eczâların yerini dolduracak, çalışacak yeni zerrelerin gelmesi için bir terkibe muhtaçtır. İşte o beden hüceyreleri, muntazam bir kanun-u İlâhî ile yıkıldığından, yine muntazam bir kanun-u Rabbânî ile tâmir etmek için rızık nâmiyle bir madde-i latîfeyi ister ki, o beden uzuvlarının ayrı ayrı hâcetleri nisbetinde, Rezzâk-ı Hakiki, bir kanun-u mahsus ile taksim ve tevzî ediyor. Şimdi, o Rezzâk-ı Hakîmin gönderdiği o madde-i latîfenin etvârına bak; göreceksin ki, o maddenin zerrâtı bir kafile gibi küre-i havada, toprakta, suda dağılmış iken, birden hareket emrini almışlar gibi bir hareket-i kasdîyi işmâm eden bir keyfiyet ile toplanıyorlar. Güyâ onlardan herbir zerre bir vazife ile, bir muayyen mekâna gitmek için memurdur gibi gayet muntazam toplanıyorlar. Hem, gidişâtından görünüyor ki, bir Fâil-i Muhtarın bir kanun-u mahsusu ile sevk edilip, cemâdât âleminde mevâlide, yani zîhayat âlemine girerler. Sonra, nizâmât-ı muayyene ve harekât-ı muttarıda ile ve desâtir-i mahsusa ile rızık olarak bir bedene girip, o beden içinde dört matbahta pişirildikten sonra ve dört inkılâbât-ı acîbeyi geçirdikten sonra ve dört süzgeçten süzüldükten sonra bedenin aktârına yayılarak, bütün muhtaç olan âzâların muhtelif ve ayrı ayrı derece-i ihtiyaçlarına göre, Rezzâk-ı Hakikikin inâyetiyle ve muntazam kanunları ile inkısam ederler. İşte o zerrâttan hangi zerreye bir nazar-ı hikmetle baksan, göreceksin ki, basîrâne, muntazamâne, semîâne, alîmâne sevk olunan o zerreye, kör ittifak, kanunsuz tesadüf, sağır tabiat, şuursuz esbâb, hiç ona karışamaz. Çünkü, herbirisi unsur-u muhîtten tut, tâ beden hüceyresine kadar hangi tavra girmiş ise, o tavrın kavânîn-i muayyenesi ile güyâ ihtiyâren amel ediyor, muntazaman giriyor. Hangi tabakaya sefer etmiş ise, öyle muntazam adım atıyor ki, bilbedâhe bir Sâik-i Hakîmin emri ile gidiyor gibi görünüyor. İşte, böyle muntazam tavırdan tavıra, tabakadan tabakaya, git gide hedef-i maksadından ayrılmayarak, tâ makam-ı lâyıkına, meselâ Tevfik’in gözbebeğine emr-i Rabbânî ile girer, oturur, çalışır. İşte bu halde, yani erzaktaki tecellî-i rubûbiyet gösteriyor ki, ibtidâ o zerreler muayyen idiler, muvazzaf idiler, o makamlar için namzed idiler. Güyâ herbirisinin alnında ve cephesinde "Filân hüceyrenin rızkı olacak" yazılı gibi bir intizamın vücudu, her adamın alnında kalem-i kader ile rızkı yazılı olduğuna ve rızkı üstünde isminin yazılı olmasına işaret eder. Acaba mümkün müdür ki, bu derece nihayetsiz bir kudret ve muhît bir hikmet ile rubûbiyet eden ve zerrâttan tâ seyyârâta kadar bütün mevcudâtı kabza-i tasarrufunda tutmuş ve intizam ve mîzan dairesinde döndüren Sâni-i Zülcelâl, neş’e-i uhrâyı yapmasın veya yapamasın? İşte, çok âyât-ı Kur’âniye, şu hikmetli neş’e-i ûlâyı nazar-ı beşere vaz’ ediyor; haşir ve kıyâmetteki neş’e-i uhrâyı ona temsil ederek, istib’âdı izâle
eder. Der: Yani, "Sizi hiçten bu derece hikmetli bir sûrette kim inşâ etmiş ise, odur ki, sizi âhirette diriltecektir." Hem der ki: * Yani, "Sizin haşirde iâdeniz, dirilmeniz, dünyadaki hilkatinizden daha kolay, daha rahattır." Nasıl ki bir taburun askerleri, istirahat için dağılsa, sonra bir boru ile çağrılsa, kolay bir sûrette tabur bayrağı altında toplanmaları, yeniden bir tabur teşkil etmekten çok kolay ve çok rahattır; öyle de, bir bedende birbiriyle imtizâc ile ünsiyet ve münâsebet peydâ eden zerrât-ı esâsiye, Hazret-i İsrâfil Aleyhisselâmın Sûr’u ile Hàlık-ı Zülcelâlin emrine "Lebbeyk" demeleri ve toplanmaları, aklen birinci icaddan daha kolay, daha mümkündür. Hem, bütün zerrelerin toplanmaları, belki lâzım değil; nüveler ve tohumlar hükmünde olan ve hadîste acbü’z-zeneb tâbir edilen eczâ-i esâsiye ve zerrât-ı asliye, ikinci neş’e için kâfi bir esastır, temeldir. Sâni-i Hakîm, beden-i insanîyi onların üstünde binâ eder. Üçüncü âyet olan gibi âyetlerin işaret ettikleri kıyas-ı adlînin hulâsası şudur ki: âlemde çok görüyoruz ki, zâlim, fâcir, gaddar insanlar gayet refah ve rahatla; ve mazlum ve mütedeyyin adamlar gayet zahmet ve zillet ile ömür geçiriyorlar. Sonra, ölüm gelir, ikisini müsâvi kılar. Eğer şu müsâvât nihayetsiz ise, bir nihayeti yoksa, zulüm görünür. Halbuki, zulümden tenezzühü, kâinatın şehâdetiyle sabit olan adâlet ve hikmet-i İlâhiye bu zulmü hiçbir cihetle kabul etmediğinden, bilbedâhe bir mecmâ-ı âheri iktizâ ederler ki; birinci, cezasını; ikinci, mükâfatını görsün. Tâ şu intizamsız, perişan beşer, istidadına münâsip tecziye ve mükâfat görüp, adâlet-i mahzâya medâr ve hikmet-i Rabbâniyeye mazhar ve hikmetli mevcudât-ı âlemin bir büyük kardeşi olabilsin. Evet, şu dâr-ı dünya, beşerin ruhunda mündemiç olan hadsiz istidadların sünbüllenmesine müsâit değildir. Demek, başka âleme gönderilecektir. Evet, insanın cevheri büyüktür; öyle ise ebede namzeddir. Mahiyeti âliyedir; öyle ise, cinâyeti dahi azîmdir. Sâir mevcudâta benzemez. İntizamı da mühimdir; intizamsız olamaz, mühmel kalamaz, abes edilmez, fenâ-i mutlak ile mahkûm olamaz, adem-i sırfa kaçamaz. Ona Cehennem ağzını açmış, bekliyor; Cennet ise âğûş-u nazdarânesini açmış, gözlüyor. Onuncu Sözün Üçüncü Hakikati bu ikinci misâlimizi gayet güzel gösterdiğinden, burada kısa kesiyoruz.
* Mahlûkatı önce yaratan, sonra tekrar diriltecek olan Odur ki, bu Ona daha kolaydır. (Rum Sûresi: 27.)
İşte, misâl için şu iki âyet-i kerîme gibi pek çok berâhin-i latîfe-i akliyeyi tazammun eden sâir âyetleri dahi kıyas eyle, tetebbu et. İşte, menâbi-i aşere ve On Medâr, bir hads-i katî, bir bürhan-ı katîyi intâc ediyorlar ve o pek esaslı hads ve o pek kuvvetli bürhan, haşir ve kıyâmete dâî ve muktazînin vücuduna katiyen delâlet ettikleri gibi, Sâni-i Zülcelâlin dahi-Onuncu Sözde katiyen ispat edildiği üzere-Hakîm, Rahîm, Hafîz, Adil gibi ekser Esmâ-i Hüsnâsı, haşir ve kıyâmetin gelmesini ve saadet-i ebediyenin vücudunu iktizâ ederler ve saadet-i ebediyenin tahakkukuna katî delâlet ederler. Demek, haşir ve kıyâmete muktazî, o derece kuvvetlidir ki, hiçbir şek ve şüpheye medâr olamaz. Üçüncü Esas Fâil, muktedirdir. Evet, nasıl haşrin muktazîsi, şüphesiz mevcuddur; haşri yapacak Zât da nihayet derecede muktedirdir. Onun kudretinde noksan yoktur. En büyük ve en küçük şeyler Ona nispeten birdirler. Bir baharı halk etmek bir çiçek kadar kolaydır. Evet, bir Kadîr ki, şu âlem, bütün güneşleri, yıldızları, avâlimi, zerrâtı, cevâhiri nihayetsiz lisânlarla Onun azametine ve kudretine şehâdet eder. Hiçbir vehim ve vesvesenin hakkı var mıdır ki, haşr-i cismânîyi o kudretten istib’âd etsin? Evet, bilmüşâhede bir Kadîr-i Zülcelâl, şu âlem içinde, her asırda birer yeni ve muntazam dünyayı halk eden, hattâ her senede birer yeni seyyar, muntazam kâinatı icad eden, hattâ her günde birer yeni muntazam âlem yapan, dâimâ şu semâvât ve arz yüzünde ve birbiri arkasında geçici dünyaları, kâinatları kemâl-i hikmet ile halk eden, değiştiren ve asırlar ve seneler, belki günler adedince muntazam âlemleri zaman ipine asan ve onunla azamet-i kudretini gösteren ve yüz bin çeşit haşrin nakışlarıyla tezyin ettiği koca bahar çiçeğini küre-i arzın başına bir tek çiçek gibi takan ve onunla kemâl-i hikmetini, cemâl-i san’atını izhâr eden bir Zât, "Nasıl Kıyâmeti getirecek, nasıl bu dünyayı âhiretle değiştirecek?" denilir mi? Şu Kadîr’in kemâl-i kudretini ve hiçbir şey Ona ağır gelmediğini ve en büyük şey, en küçük şey gibi Onun kudretine ağır gelmediğini ve hadsiz efrad, Bir tek ferd gibi o kudrete kolay geldiğini, şu âyet-i kerîme ilân ediyor: Şu âyetin hakikatini Onuncu Sözün Hâtimesinde icmâlen ve Nokta Risâlesi’nde ve Yirminci Mektubda izâhen beyân etmişiz. Şu makam münâsebetiyle üç mesele sûretinde bir parça izah ederiz. İşte, Kudret-i İlâhiye, Zâtiyedir; öyle ise, acz tahallül edemez. Hem, melekûtiyet-i eşyaya taallûk eder; öyle ise, mevâni tedâhül edemez. Hem, nisbeti, kanunîdir; öyle ise cüz, külle müsâvi gelir ve cüz’î, küllî hükmüne geçer. İşte şu üç meseleyi ispat edeceğiz.
Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir. (Lokman Sûresi: 28.)
Birinci Mesele: Kudret-i Ezeliye, Zât-ı Akdes-i İlâhiyenin lâzıme-i zarûriye-i zâtiyesidir. Yani, bizzarûre zâtın lâzımesidir; hiçbir cihet-i infikâki olamaz. Öyle ise, kudretin zıddı olan acz, o kudreti istilzam eden zâta bilbedâhe ârız olamaz; çünkü, o halde cem-i zıddeyn lâzım gelir. Mâdem acz, zâta ârız olamaz; bilbedâhe, o zâtın lâzımı olan kudrete tahallül edemez. Mâdem acz, kudretin içine giremez; bilbedâhe, o kudret-i zâtiyede merâtib olamaz. Çünkü, herşeyin vücud merâtibi, o şeyin zıdlarının tedâhülü iledir. Meselâ, hararetteki merâtib, burûdetin tahallülü iledir; hüsündeki derecât, kubhun tedâhülü iledir ve hâkezâ kıyas et. Fakat, mümkinâtta hakiki ve tabiî lüzûm-u zâtî olmadığından, mümkinâtta zıdlar birbirine girebilmiş; mertebeler tevellüd ederek, ihtilâfât ile tegayyürât-ı âlem neş’et etmiştir. Mâdem ki kudret-i ezeliyede merâtib olamaz; öyle ise, makdûrât dahi, bizzarûre kudrete nisbeti bir olur; en büyük en küçüğe müsâvi ve zerreler yıldızlara emsâl olur. Bütün haşr-i beşer Bir tek nefsin ihyâsı gibi, bir baharın icadı Bir tek çiçeğin sun’u gibi o kudrete kolay gelir. Eğer esbâba isnad edilse, o vakit Bir tek çiçek bir bahar kadar ağır olur. Şu Sözün İkinci Makamının dördüncü Allahü ekber mertebesinin âhir fıkrasının hâşiyesinde, hem Yirmi İkinci Sözde, hem Yirminci Mektupta ve Zeylinde ispat edilmiş ki, hilkat-i eşya, Vâhid-i Ehade verilse, bütün eşya bir şey gibi kolay olur. Eğer esbâba verilse, bir şey bütün eşya kadar külfetli, ağır olur. İkinci Mesele ki, kudret melekûtiyet-i eşyaya taallûk eder. Evet, kâinatın, ayna gibi, iki yüzü var: Biri mülk ciheti ki, aynanın renkli yüzüne benzer; diğeri melekûtiyet ciheti ki, aynanın parlak yüzüne benzer. Mülk ciheti ise, zıdların cevelângâhıdır; güzel, çirkin, hayır, şer, küçük, büyük, ağır, kolay gibi emirlerin mahall-i vürûdudur. İşte şunun içindir ki, Sâni-i Zülcelâl, esbâb-ı zâhirîyi, tasarrufât-ı kudretine perde etmiştir; tâ Dest-i Kudret, zâhir akla göre, hasis ve nâlâyık emirlerle bizzat mübâşereti görünmesin. Çünkü, azamet ve izzet, öyle ister. Fakat, o vesâit ve esbâba hakiki tesir vermemiştir; çünkü, Vahdet-i Ehadiyet öyle ister. Melekûtiyet ciheti ise her şeyde parlaktır, temizdir; teşahhusâtın renkleri, müzahrafâtları, ona karışmaz. O cihet, vâsıtasız kendi Hàlıkına müteveccihtir. Onda terettüb-ü esbâb, teselsül-ü ilel yoktur. Ona illiyet, mâlûliyet giremez. Eğri büğrüsü yoktur; mâniler müdâhale edemezler. Zerre, Şemse kardeş olur. Elhâsıl: O kudret hem basîttir, hem nâmütenâhîdir, hem zâtîdir. Mahall-i taallûk-u kudret ise, hem vâsıtasız, hem lekesiz, hem isyansızdır. Öyle ise, o kudretin dairesinde, büyük küçüğe karşı tekebbürü yok; cemaat ferde karşı rüçhânı olamaz; küll, cüz’e nispeten, kudrete karşı fazla nazlanamaz. Üçüncü Mesele ki, kudretin nisbeti, kanunîdir. Yani, çoğa-aza, büyüğe-küçüğe bir bakar. Şu mesele-i gàmızayı, birkaç temsil ile zihne takrîb edeceğiz. İşte, kâinatta, şeffâfiyet, mukabele, muvâzene, intizam, tecerrüd, itaat, birer emirdir ki, çoğu aza, büyüğü küçüğe müsâvi kılar. Birinci temsil: Şeffâfiyet sırrını gösterir.
Meselâ, şemsin feyz-i tecellîsi olan timsâli ve aksi, denizin yüzünde ve denizin herbir katresinde aynı hüviyeti gösterir. Eğer, küre-i arz, perdesiz güneşe karşı muhtelif cam parçalarından mürekkeb olsa, şemsin aksi herbir parçada ve bütün zemin yüzünde müzâhemetsiz, tecezzîsiz, tenâkussuz, bir olur. Eğer, farazâ şems fâil-i muhtar olsa idi ve feyz-i ziyâsını, timsâl-i aksini irâdesiyle verse idi, bütün zemin yüzüne verdiği feyzi, bir zerreye verdiği feyizden daha ağır olamazdı. İkinci temsil: Mukabele sırrıdır. Meselâ, zîhayat ferdlerden, yani insanlardan terekküb eden bir daire-i azîmenin nokta-i merkeziyesindeki ferdin elinde bir mum ve daire-i muhîtteki ferçlerin ellerinde de birer ayna farz edilse, nokta-i merkeziyenin muhît aynalarına verdiği feyiz ve cilve-i akis, müzâhemetsiz, tecezzîsiz, tenâkussuz, nisbeti birdir. Üçüncü temsil: Muvâzene sırrıdır. Meselâ, hakiki ve hassas ve çok büyük bir mîzan bulunsa, iki gözünde iki güneş veya iki yıldız veya iki dağ veya iki yumurta veya iki zerre, herhangisi bulunursa bulunsun, sarf olunacak aynı kuvvet ile o hassas azîm terazinin bir gözü göğe, biri zemine inebilir. Dördüncü temsil: İntizam sırrıdır. Meselâ, en azîm bir gemi, en küçük bir oyuncak gibi çevrilebilir. Beşinci temsil: Tecerrüd sırrıdır. Meselâ, teşahhusâttan mücerred bir mahiyet, bütün cüz’iyâtına, en küçüğünden en büyüğüne, tenâkus etmeden, tecezzî etmeden, bir bakar, girer; teşahhusât-ı zâhiriye cihetindeki hususiyetler, müdâhale edip şaşırtmaz, o mahiyet-i mücerredin nazarını tağyir etmez. Meselâ, iğne gibi bir balık, balina balığı gibi, o mahiyet-i mücerredeye mâliktir; bir mikrop, bir gergedan gibi, mahiyet-i hayvaniyeyi taşıyor. Altıncı temsil: İtaat sırrını gösterir. Meselâ, bir kumandan "Arş!" emri ile bir neferi tahrik ettiği gibi, aynı emir ile bir orduyu tahrik eder. Şu temsil-i itaat sırrının hakikati şudur ki: Kâinatta, bittecrübe, herşeyin bir nokta-i kemâli vardır. O şeyin, o noktaya bir meyli vardır. Muzaaf meyil, ihtiyaç olur; muzaaf ihtiyaç, iştiyak olur; muzaaf iştiyak, incizab olur. Ve incizab, iştiyak, ihtiyaç, meyil, Cenâb-ı Hakkın evâmir-i tekviniyesinin, mahiyet-i eşya tarafından birer habbe ve nüve-i imtisâlidirler. Mümkinât mahiyetlerinin mutlak kemâli, mutlak vücuddur; hususi kemâli, istidadlarını kuvveden fiile çıkaran ona mahsus bir vücuddur. İşte, bütün kâinatın emrine itaati, Bir tek nefer hükmünde olan bir zerrenin itaati gibidir. İrâde-i Ezeliyeden gelen kün emr-i ezelîsine mümkinâtın itaati ve imtisâlinde yine irâdenin tecellîsi
olan meyil ve ihtiyaç ve şevk ve incizab, birden, beraber mündemiçtir. Latîf su, nâzik bir meyille, incimâd emrini aldığı vakit demiri parçalaması, itaat sırrının kuvvetini gösterir. Şu altı temsil, hem nâkıs, hem mütenâhî, hem zayıf, hem tesir-i hakikisi yok olan mümkinât kuvvetinde ve fiilinde bilmüşâhede görünse, elbette hem gayr-i mütenâhî, hem ezelî, hem ebedî, hem bütün kâinatı adem-i sırftan icad eden ve bütün ukùlü hayrette bırakan, hem âsâr-ı azametiyle tecellî eden Kudret-i Ezeliyeye nispeten, şüphesiz her şey müsâvidir. Hiçbir şey Ona ağır gelmez. Gaflet olunmaya, şu altı sırrın küçük mîzanlarıyla o kudret tartılmaz ve münâsebete giremez. Yalnız fehme takrîb ve istib’âdı izâle için zikredilir. Üçüncü Esasın Netice ve Hulâsası Mâdem kudret-i ezeliye, gayr-i mütenâhîdir, hem Zât-ı Akdese lâzıme-i zarûriyedir, hem herşeyin lekesiz, perdesiz melekûtiyet ciheti Ona müteveccihtir, hem Ona mukabildir, hem tesâvi-i tarafeynden ibâret olan imkân itibâriyle muvâzenettedir, hem şeriat-ı fıtriye-i kübrâ olan nizâm-ı fıtrata ve kavânîn-i âdetullaha mutîdir, hem mânilerden ve ayrı ayrı hususiyetlerden melekûtiyet ciheti mücerred ve sâfîdir; elbette en büyük şey, en küçük şey gibi, o kudrete ziyâde nazlanmaz, mukàvemet etmez. Öyle ise, haşirde bütün zevi’l-ervâhın ihyâsı, bir sineğin baharda ihyâsından daha ziyâde kudrete ağır olmaz. Öyle ise, fermanı, mübâlâğasızdır, doğrudur, haktır. Öyle ise, müddeâmız olan, Fâil muktedirdir; o cihette hiçbir mâni yoktur, katî bir sûrette tahakkuk etti. Dördüncü Esas Nasıl, Kıyâmet ve haşre muktazî var ve haşri getirecek Fâil dahi muktedirdir; öyle de, şu dünyanın, Kıyâmet ve haşre kabiliyeti vardır. İşte, "Şu mahal kàbildir" olan müddeâmızda dört mesele vardır: Birincisi, şu âlem-i dünyanın imkân-ı mevtidir. İkincisi, o mevtin vukuudur. Üçüncüsü, o harap olmuş, ölmüş dünyanın âhiret sûretinde tâmir ve dirilmesinin imkânıdır. Dördüncüsü, o mümkün olan tâmir ve ihyânın vuku’ bulmasıdır. Birinci Mesele: Şu kâinatın mevti, mümkündür. Çünkü, bir şey kanun-u tekâmülde dahil ise, o şeyde alâküllihâl neşv ü nemâ vardır. Neşv ü nemâ ve büyümek varsa, ona alâküllihâl bir ömr-ü fıtrî vardır. Ömr-ü fıtrîsi var ise, alâküllihâl bir ecel-i fıtrîsi vardır. Gayet geniş bir istikrâ’ ve tetebbu ile sabittir ki, öyle şeyler mevtin pençesinden kendini kurtaramaz. Evet, nasıl ki insan küçük bir âlemdir, yıkılmaktan kurtulamaz; âlem dahi büyük bir insandır, o dahi ölümün pençesinden
Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir. (Lokman Sûresi: 28.)
kurtulamaz. O da ölecek, sonra dirilecek veya yatıp, sonra subh-u haşirle gözünü açacaktır. Hem, nasıl ki kâinatın bir nüsha-i musağğarası olan bir şecere-i zîhayat, tahrip ve inhilâlden başını kurtaramaz; öyle de, şecere-i hilkatten teşâub etmiş olan silsile-i kâinat tâmir ve tecdid için, tahripten, dağılmaktan kendini kurtaramaz. Eğer dünyanın ecel-i fıtrîsinden evvel, İrâde-i Ezeliyenin izniyle, haricî bir maraz veya muharrip bir hâdise başına gelmezse ve onun Sâni-i Hakîmi dahi ecel-i fıtrîden evvel onu bozmazsa, herhalde, hattâ fennî bir hesab ile, bir gün gelecek ki, -1- -2- mânâları ve sırları Kadîr-i Ezelînin izni ile tezâhür edip, o dünya olan büyük insan, sekerâta başlayıp acîb bir hırıltı ile ve müthiş bir savt ile fezâyı çınlatıp dolduracak, bağırıp ölecek, sonra emr-i İlâhî ile dirilecektir. İnce remizli bir mesele: Nasıl ki, su kendi zararına olarak incimâd eder; buz, buzun zararına temeyyü’ eder; lüb, kışrın zararına kuvvetleşir; lâfız, mânâ zararına kalınlaşır; ruh, cesed hesâbına zayıflaşır; cesed, ruh hesâbına inceleşir; öyle de, âlem-i kesif olan dünya, âlem-i latîf olan âhiret hesâbına, hayat makinesinin işlemesiyle şeffaflaşır, latîfleşir. Kudret-i Fâtıra, gayet hayret verici bir faaliyetle, kesif, câmid, sönmüş, ölmüş eczâlarda nur-u hayatı serpmesi, bir reme-i kudrettir ki, âlem-i latîf hesâbına şu âlem-i kesîfi nur-u hayat ile eritiyor, yandırıyor, ışıklandırıyor; hakikatini kuvvetleştiriyor. Evet, hakikat ne kadar zayıf ise de, ölmez, sûret gibi mahvolmaz; belki teşahhuslarda, sûretlerde, seyr ü sefer eder. Hakikat büyür, inkişaf eder, gittikçe genişlenir; kışır ve sûret ise, eskileşir, inceleşir, parçalanır, sabit ve büyümüş hakikatin kametine yakışmak için daha güzel olarak tazeleşir. Ziyâde ve noksan noktasında, hakikatle sûret, ma’kûsen mütenâsibdirler. Yani, sûret kalınlaştıkça, hakikat inceleşir; sûret inceleştikçe, hakikat o nisbette kuvvet bulur. İşte şu kanun, kanun-u tekâmüle dahil olan bütün eşyaya şâmildir. Demek, herhalde bir zaman gelecek ki, kâinat hakikat-i uzmâsının kışır ve sûreti olan âlem-i şehâdet, Fâtır-ı Zülcelâlin izniyle parçalanacak, sonra daha güzel bir sûrette tazelenecektir; -3- sırrı tahakkuk edecektir. Elhâsıl, dünyanın mevti mümkün, hem hiç şüphe getirmez ki mümkündür.
İkinci Mesele: Mevt-i dünyanın vuku’ bulmasıdır. Şu meseleye delil, bütün edyân-ı semâviyenin icmâıdır ve bütün fıtrat-ı selîmenin şehâdetidir ve şu kâinatın bütün tahavvülât ve tebeddülât ve tegayyürâtının işaretidir; hem asırlar, seneler adedince zîhayat dünyaların ve seyyar âlemlerin, şu dünya misafirhânesinde mevtleriyle, asıl dünyanın da onlar gibi ölmesine şehâdetleridir. Şu dünyanın sekerâtını, âyât-ı Kur’âniyenin işaret ettiği sûrette tahayyül etmek istersen, bak: Şu kâinatın eczâları dakîk, ulvî bir nizam ile birbirine bağlanmış; hafî, nâzik, latîf bir râbıta ile tutunmuş ve o derece bir intizam içindedir ki, eğer ecrâm-ı ulviyeden tek bir cirm, kün emrine veya "Mihverinden çık" hitâbına mazhar olunca, şu dünya sekerâta başlar. Yıldızlar çarpışacak, ecrâmlar dalgalanacak; nihayetsiz fezâ-i âlemde, milyonlar gülleleri, küreler gibi büyük topların müthiş sadâları gibi vâveylâya başlar. Birbirine çarpışarak kıvılcımlar saçarak, dağlar uçarak, denizler yanarak, yeryüzü düzlenecek. İşte, şu mevt ve sekerât ile, Kadîr-i Ezelî kâinatı çalkalar, kâinatı tasfiye edip Cehennem ve Cehennemin maddeleri bir tarafa, Cennet ve Cennetin mevadd-ı münâsibeleri başka tarafa çekilir; âlem-i âhiret tezâhür eder. Üçüncü Mesele: Ölecek âlemin dirilmesi mümkündür. Çünkü, İkinci Esasta ispat edildiği gibi, kudrette noksan yoktur, muktazî ise gayet kuvvetlidir, mesele ise mümkinâttandır. Mümkün bir meselenin gayet kuvvetli bir muktazîsi var ise, fâilin kudretinde noksaniyet yok ise, ona mümkün değil, belki vâki’ sûretiyle bakılabilir. Remizli bir nükte: Şu kâinata dikkat edilse görünüyor ki; içinde iki unsur var ki, her tarafa uzanmış, kök atmış. Hayır şer, güzel çirkin, nef’ zarar, kemâl noksan, ziyâ zulmet, hidâyet dalâlet, nur nâr, imân küfür, tâat isyan, havf muhabbet gibi âsârlarıyla, meyveleriyle, şu kâinatta, ezdâd, birbiriyle çarpışıyor, dâimâ tegayyür ve tebeddülâta mazhar oluyor, başka bir âlemin mahsulatının tezgâhı hükmünde çarkları dönüyor. Elbette, o iki unsurun birbirine zıd olan dalları ve neticeleri, ebede gidecek, temerküz edip birbirinden ayrılacak; o vakit, Cennet-Cehennem sûretinde tezâhür edecektir. Mâdem âlem-i bekà, şu âlem-i fenâdan yapılacaktır; elbette anâsır-ı esâsiyesi bekàya ve ebede gidecektir Evet, Cennet-Cehennem, şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden dalın iki meyvesidir ve şu silsile-i kâinatın iki neticesidir ve şu seyl-i şuûnâtın iki mahzenidir ve ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudâtın iki havzıdır ve lûtuf ve kahrın iki tecellîgâhıdır ki, dest-i kudret bir hareket-i şedîde ile kâinatı çalkaladığı vakit, o iki havuz münâsip maddelerle dolacaktır.
Şu remizli nüktenin sırrı şudur ki: Hakîm-i Ezelî, inâyet-i sermediye ve hikmet-i ezeliyenin iktizâsı ile, şu dünyayı, tecrübeye mahal ve imtihana meydan ve Esmâ-i Hüsnâsına ayna ve kalem-i kader ve kudretine sayfa olmak için yaratmış. Ve tecrübe ve imtihan ise neşv ü nemâya sebeptir. O neşv ü nemâ ise, istidadların inkişafına sebeptir. O inkişaf ise, kabiliyetlerin tezâhürüne sebeptir. O kabiliyetlerin tezâhürü ise hakàik-ı nisbiyenin zuhuruna sebeptir. Hakàik-ı nisbiyenin zuhuru ise Sâni-i Zülcelâlin Esmâ-i Hüsnâsının nukuş-u tecelliyâtını göstermesine ve kâinatı mektubât-ı Samedâniye sûretine çevirmesine sebeptir. İşte şu sırr-ı imtihan ve sırr-ı teklif iledir ki, ervâh-ı âliyenin elmas gibi cevherleri, ervâh-ı sâfilenin kömür gibi maddelerinden tasaffî eder, ayrılır. İşte, bu mezkûr sırlar gibi daha bilmediğimiz çok ince, âlî hikmetler için, âlemi bu sûrette irâde ettiğinden, şu âlemin tegayyür ve tahavvülünü dahi o hikmetler için irâde etti. Tahavvül ve tegayyür için zıdları birbirine hikmetle karıştırdı ve karşı karşıya getirdi. Zararları menfaatlere mezc ederek, şerleri hayırlara idhâl ederek, çirkinlikleri güzelliklerle cem’ ederek hamur gibi yoğurarak şu kâinatı tebeddül ve tegayyür kanununa ve tahavvül ve tekâmül düsturuna tâbi kıldı. Vaktâ ki, meclis-i imtihan kapandı, tecrübe vakti bitti, Esmâ-i Hüsnâ hükmünü icrâ etti, kalem-i kader mektubâtını tamamıyla yazdı, kudret nukuş-u san’atını tekmil etti, mevcudât vezâifini ifâ etti, mahlûkat hizmetlerini bitirdi, her şey mânâsını ifade etti, dünya âhiret fidanlarını yetiştirdi, zemin Sâni-i Kadîrin bütün mu’cizât-ı kudretini, umum havârik-ı san’atını teşhir edip gösterdi, şu âlem-i fenâ sermedî manzaraları teşkil eden levhaları zaman şeridine taktı, o Sâni-i Zülcelâlin hikmet-i sermediyesi ve inâyet-i ezeliyesi o imtihan neticelerini, o tecrübenin neticelerini, o Esmâ-i Hüsnânın tecellîlerinin hakikatlerini, o kalem-i kader mektubâtının hakàikını, o numûne-misâl nukuş-u san’atının asıllarını, o vezâif-i mevcudâtın faydalarını, gàyelerini, o hidemât-ı mahlûkatın ücretlerini ve o kelimât-ı kitâb-ı kâinatın ifade ettikleri mânâların hakikatlerini ve istidad çekirdeklerinin sünbüllenmesini ve bir mahkeme-i kübrâ açmasını ve dünyadan alınmış misâlî manzaraların göstermesini ve esbâb-ı zâhiriyenin perdesinin yırtmasını ve her şey doğrudan doğruya Hàlık-ı Zülcelâline teslim etmesi gibi hakikatleri iktizâ etti; ve o mezkûr hakikatleri iktizâ ettiği için kâinatı dağdağa-i tegayyür ve fenâdan, tahavvül ve zevâlden kurtarmak ve ebedîleştirmek için o zıdların tasfiyesini istedi ve tegayyürün esbâbını ve ihtilâfâtın maddelerini tefrik etmek istedi; elbette kıyâmeti koparacak ve o neticeler için tasfiye edecek. İşte şu tasfiyenin neticesinde, Cehennem, ebedî ve dehşetli bir sûret alıp, tâifeleri tehdidine mazhar olacak; Cennet ebedî, haşmetli
Bugün sizler ayrılın, ey mücrimler! (Yâsin Sûresi: 59.)
bir sûret giyerek, ehil ve ashâbı, -1- hitâbına mazhar olacak. Yirmi Sekizinci Sözün Birinci Makamının İkinci Suâlinde ispat edildiği gibi, Hakîm-i Ezelî, şu iki hânenin sekenelerine, kudret-i kâmilesiyle ebedî ve sabit bir vücud verir ki, hiç inhilâl ve tegayyüre ve ihtiyarlığa ve inkırâza mâruz kalmazlar. Çünkü, inkırâza sebebiyet veren tegayyürün esbâbı bulunmaz. Dördüncü Mesele: Şu mümkün, vâki’ olacaktır. Evet, dünya, öldükten sonra âhiret olarak diriltilecektir. Dünya harab edildikten sonra, o dünyayı yapan Zât, yine daha güzel bir sûrette onu tâmir edecek, âhiretten bir menzil yapacaktır. Şuna delil, başta Kur’ân-ı Kerîm binler berâhin-i akliyeyi tazammun eden umum âyâtıyla ve bütün kütüb-ü semâviye bunda müttefik bulunduğu gibi; Zât-ı Zülcelâlin evsâf-ı celâliyesi ve evsâf-ı cemâliyesi ve Esmâ-i Hüsnâsı, bunun vukuuna katî sûrette delâlet ederler; ve enbiyâya gönderdiği bütün semâvî fermanları ile Kıyâmeti ve haşrin icadını vaad etmiş. İşte mâdem vaad etmiş; elbette yapacaktır. Onuncu Sözün Sekizinci Hakikatine mürâcaat et. Hem, başta Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın bin mu’cizâtının kuvveti ile, bütün enbiyâ ve mürselînin ve evliyâ ve sıddîkînin vukuunda müttefik olup, haber verdikleri gibi; şu kâinat, bütün âyât-ı tekviniyesiyle vukuundan haber veriyor. Elhâsıl: Onuncu Söz bütün hakàikıyla, Yirmi Sekizinci Söz İkinci Makamında Lâsiyyemâlardaki bütün berâhiniyle, gurûb etmiş güneşin sabahleyin yeniden tulû edeceği derecesinde bir katiyetle göstermiştir ki, hayat-ı dünyeviyenin gurûbundan sonra şems-i hakikat hayat-ı uhreviye sûretinde çıkacaktır. İşte, baştan buraya kadar beyânâtımız ism-i Hakîmden istimdâd ve feyz-i Kur’ân’dan istifade sûretinde, kalbi kabule, nefsi teslime, aklı iknâa ihzâr için, Dört Esas söyledik. Fakat, biz neyiz ki, buna dâir söz söyleyeceğiz? Asıl şu dünyanın Sahibi, şu kâinatın Hàlıkı, şu mevcudâtın Mâliki ne söylüyor, onu dinlemeliyiz. Mülk sahibi söz söylerken, başkalarının ne haddi var ki, fuzûliyâne karışsın? İşte, o Sâni-i Hakîm, dünya mescidinde ve arz mektebinde, asırlar arkasında oturan tâifelerin umum saflarına hitâben îrâd ettiği hutbe-i ezeliyesinde, kâinatı zelzeleye veren, -2-
1 Size selâm olsun, buraya ter temiz geldiniz. Ebediyen kalmak üzere Cennete girin. (Zümer Sûresi: 73.)
2 Ne zaman ki yer müthiş bir sarsıntıyla sarsılır. • Ve yeryüzü bütün ağırlıklarını dışarı çıkarır. • Ve insan "Ne oluyor buna?" der. • O gün yeryüzü, üzerinde bulunan herkesin ne iş yaptığını haber verir. • Çünkü Rabbin ona konuşmasını emretmiştir. • O gün insanlar yaptıklarının karşılığını görmek için hesap yerinden bölük bölük dönerler. • Kim zerre kadar bir iyilik yaparsa, onun mükâfatını görür. • Kim zerre kadar bir kötülük yaparsa onun cezasını görür. (Zilzâl Sûresi: 1-8.)
ve bütün mahlûkatı neş’elendiren, şevke getiren, -1- gibi binler fermanları, Mâlikü’l-Mülkten, Sahib-i Dünya ve âhiretten dinlemeliyiz, "âmennâ ve saddaknâ" demeliyiz. -2- -3- -4-
1 İmân eden ve güzel işler yapanları müjdele: Altlarından ırmaklar akan Cennetler onlarındır. O Cennetlerden rızık olarak bir meyve yediklerinde, "Bu daha önce yediğimiz rızıktandır" derler. Rızıkları dünyadakine benzer şekilde kendilerine sunulur. Orada onlar için ter temiz eşler vardır. Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır. (Bakara Sûresi: 25.)
2 Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın. (Bakara Sûresi: 32.)
3 Ey Rabbimiz! Unutur veya hatâya düşer de bir kusur işlersek bizi onunla hesâba çekme. (Bakara Sûresi: 286.)
4 Allah’ım, Efendimiz İbrâhim’e rahmet ettiğin gibi, Efendimiz Muhammed’e ve Efendimiz Muhammed’in âline rahmet eyle. Şüphesiz Sen her türlü hamd ve övgüye lâyık Hamîd ve sonsuz büyüklük sahibi Mecîdsin. (Duâ)
Nitekim müfessirler: -İnnâ a'teynâkel kevser- Biz sana Kevser suyunu atâ kıldık suresini yorumlarken buna çok mâna vermişlerdir.Kimileri: -Kevserden murad evlâdı evlâdının ve zürriyetinin tâ kıyamet'e kadar çoğalacağı ve sabit kalacağıdır! dediler. Kara Davud Delail-i Hayrat Şerhi sy.474.
[Bu Hutbe-i Şâmiye eseri, Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin otuz beş yaşında iken, Şam’da, Şam ulemasının ısrarı üzerine Câmi-i Emevîde irad ettiği bir hutbedir. Çok büyük bir ehemmiyeti haiz olması hasebiyle, o zaman Şam’da bir hafta içinde iki defa tab edilmiştir. Bilâhare müellif Bediüzzaman Said Nursî tarafından tercümesi neşredilmiştir.]
Aziz, sıddık kardeşlerim, Kırk sene evvel Şam’daki Cami-i Emevîde, Şam ulemasının ısrarıyla, içinde yüz ehl-i ilim bulunan on bin adama yakın bir azîm cemaate verilen bu Arabî ders risalesindeki hakikatleri, bir hiss-i kablelvuku ile Eski Said
hissetmiş, kemâl-i katiyetle müjdeler vermiş ve pek yakın bir zamanda o hakikatler görünecek zannetmiş. Halbuki iki harb-i umumî ve yirmi beş sene bir istibdâd-ı mutlak, o hiss-i kablelvukuun kırk-elli sene tehirine sebep olmuş; ve şimdi o zamandaki verdiği haberlerin aynen tezahürleri âlem-i İslamiyet’te başlamış. Demek, bu pek ehemmiyetli ders, zamanı geçmiş eski bir hutbe değil, belki doğrudan doğruya, 1327’ye (1909) bedel 1371’de ve Cami-i Emevî yerine âlem-i İslâm camiinde, üç yüz yetmiş milyon bir cemaate hakikatli ve taze bir ders-i içtimaî ve İslâmîdir diye, tercümesini neşretmek zamanıdır tahmin ederim. Said Nursî
Gâyet mühim bir suale verilen çok ehemmiyetli bir cevâbı burada yazmaya münâsebet geldi. Çünkü, kırk sene evvel, Eski Said o dersinde bir hiss-i kablelvuku ile Risâle-i Nurun hârika derslerini ve tesirâtını görmüş gibi bahsediyor. Onun için o sual ve cevâbı yazacağız. Şöyle ki:
Çoklar tarafından hem bana, hem bâzı Nur kardeşlerime sual etmişler ve ediyorlar ki: "Neden bu kadar muânzlara karşı ve muannid feylesoflara ve ehl-i dalâlete mukabil Risâle-i Nur mağlûb olmuyor? Milyonlar kıymettar hakikî kütüb-ü îmâniye ve İslâmiyenin intişarlarına bir derece sed çektikleri halde; sefâhet ve hayât-ı dünyeviyenin lezzetleriyle çok bîçâre gençleri ve insanları hakâik-ı îmâniyeden mahrum bıraktıkları halde; en şiddetli hücum ve en gaddarâne muâmele ve en ziyâde yalanlarla ve aleyhinde yapılan propagandalarla Risâle-i Nûru kırmak, insanları ondan
ürkütmek ve vaz geçirmeye çalıştıkları halde; hiçbir eserde görülmediği bir tarzda Risâle-i Nûrun intişârı, hattâ çoğu el yazması ile altı yüz bin nüsha risalelerinden kemâl-i iştiyâk ile perde altında intişâr etmesi ve dâhil ve hâriçte kemâl-i iştiyâk ile kendini okutturması hikmeti nedir? Sebebi nedir?" diye bu meâlde çok suallere karşı "Elcevap" deriz ki: Kur’ân-ı Hakîmin sırr-ı i’câzi ile hakikî bir tefsiri olan Risâle-i Nur, bu dünyâda bir mânevî Cehennemi dalâlette gösterdiği gibi, îmânda dahi bu dünyâda mânevî bir Cennet bulunduğunu isbât ediyor. Ve günahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde mânevî elîm elemleri gösterip, hasenat ve güzel hasletlerde ve hakâik-ı Şeriatın amelinde Cennet lezâizi gibi mânevî lezzetler bulunduğunu isbat ediyor. Sefâhet ehlini ve dalâlete düşenlerini-o cihetle-aklı başında olanlarını kurtarıyor. Çünkü, bu zamanda iki dehşetli hal var: Birincisi: Âkıbeti görmeyen ve bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyât-ı insâniye akıl ve fikre galebe ettiğinden; ehl-i sefâheti sefâhetinden kurtarmanın yegâne
çâresi, aynı lezzetinde elemini gösterip hissini mağlûbetmektir. Ve âyetinin işâretiyle, bu zamanda âhiretin, elmas gibi nîmetlerini, lezzetlerini bildiği halde dünyevî kırılacak şişe parçalarını ona tercih etmek, ehl-i îman iken ehl-i dalâlete o hubb-u dünyâ ve o sır için tâbi olmak tehlikesinden kurtarmanın çâre-i yegânesi, dünyâda dahi Cehennem azâbını ve elemlerini göstermekle olur ki; Risâle-i Nur o meslekten gidiyor. Yoksa, bu zamandaki küfr-ü mutlakın ve fenden gelen dalâletin ve sefâhetten gelen tiryâkiliğin inadı karşısında, Cenâb-ı Hakkı tanıttırdıktan sonra ve Cehennemin vücudunu isbât ile ve onun azâbı ile insanları fenâlıktan, seyyiattan vaz geçirmek; ondan, belki yirmiden birisi ders alabilir. Ders aldıktan sonra da, "Cenâb-ı Hak Gafûru’r-Rahîm’dir, hem Cehennem pek uzaktır" der sefahetine devam edebilir. Kalbi, ruhu hissiyâtına mağlûb olur. İşte Risâle-i Nurdaki ekser muvâzeneler, küfür ve dalâletin dünyâdaki elîm ve ürkütücü
Onlar dünya hayatını seve seve âhirete tercih ederler. (İbrahim Sûresi, 3.)
neticelerini göstermekle, en muannid ve nefisperest insanları dahi o menhus gayr-i meşrû lezzetlerden ve sefâhetlerden bir nefret verip aklı başında olanları tevbeye sevk eder. O muvâzenelerden Altıncı, Yedinci, Sekizinci Sözlerdeki küçük muvâzeneler ve Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfındaki uzun muvâzene, en sefih ve dalâlette giden adamı da ürkütüyor, dersini kabul ettiriyor. Meselâ, Âyet-i Nur’daki seyâhat-ı hayâliye ile hakikat olarak gördüğü vaziyetleri gayet kısaca işaret edeceğiz. Tafsilãtını isteyen, "Sikke-i Gaybiye"nin âhirindeki 246’dan 248’inci sahifeye kadar baksın. Ezcümle: O seyahat-ı hayâliyede nzka muhtaç hayvanat âlemini gördüğüm vakit, maddî felsefe ile baktım; hadsiz ihtiyâcât ve şiddetli açlıklarıyla beraber zaaf ve aczleri, o zîhayat âlemini bana çok acıklı ve elîm gösterdi. Ehl-i dalâlet ve gafletin gözüyle baktığımdan feryâd eyledim. Birden, Hikmet-i Kur’aniye ve îmânın dürbünü ile gördüm; Rahmân ismi Rezzak burcunda parlak bir güneş gibi tulû etti. O aç bîçâre zîhayat âlemini rahmet ışığı ile yaldızladı.
Sonra hayvanat âlemi içinde, yavruların zaaf ve acz ve ihtiyaç içinde çırpındıkları hazîn ve elîm ve herkesi rikkat ve acımaya getirecek bir karanlık içinde diğer bir âlemi gördüm. Ehl-i dalâletin nazarıyla baktığıma "Eyvah!" dedim. Birden îmân bana bir gözlük verdi. Gördüm ki: Rahîm ismi Şefkat burcunda tulû etti. O kadar güzel ve şirin bir sûrette o acı âlemi sevinçli âleme çevirip ışıklandırdı ki; şekvâ ve acımak ve hüzünden gelen gözyaşlarımı, sevinç ve şükrün lezzetlerinden gelen damlalara çevirdi. Sonra sinema perdesi gibi insan âlemi bana göründü. Ehl-i dalâletin dörbünü ile baktım. O âlemi o kadar karanlıklı, dehşetli gördüm ki, en derin kalbimden feryâd ettim. "Eyvâh!" dedim. Çünkü, insanlarda ebede uzanıp giden arzuları, emelleri, ve kâinatı ihâta eden tasavvurat ve efkârları, ve ebedî bekâ ve Saadet-i Ebediyeyi ve Cenneti gàyet ciddî isteyen himmetleri ve fıtrî istidatları, ve fıtrî had konulmayan, serbest bırakılan kuvveleri, ve hadsiz maksatlara müteveccih ihtiyaçları ve zaaf ve aczleriyle berâber; hücumlarına mâruz kaldıkları hadsiz musîbet ve a’dâlarıyla berâber gâyet kısa bir ömür, her gün ve her saat ölüm endişesi
altında gâyet dağdağalı bir hayat yaşamak için gâyet pefışan bir maişet içinde kalbe, vicdâna en elîm ve en müdhiş hâlet olan mütemâdî zevâl ve firak belâsını çekmek içinde ehl-i gaflet için zulümat-ı ebedî kapısı sûretinde görülen kabre ve mezaristana bakıyorlar. Birer birer ve tâife tâife o zulümat kuyusuna atılıyorlar. İşte bu insan âlemini bu zulümat içinde gördüğüm anda, kalb ve ruh ve aklımla bütün letâif-i insâniyem, belki bütün zerrat-ı vücûdum feryâd ile ağlamaya hazır iken; birden Kur’ân’dan gelen nur ve kuvvet-i îmân o dalâlet gözlüğünü kırdı, kafama bir göz verdi. Gördüm ki: Cenâb-ı Hakkın Âdil ismi, Hakîm burcunda; Rahmân ismi, Kerîm burcunda; Rahîm ismi, Gafur burcunda-yâni mânâsında; Bâis ismi, Vâris burcunda; Muhyî ismi, Muhsin burcunda; Rab ismi, Mâlik burcunda birer güneş gibi tulu ettiler. O karanlıklı insan âlemi içinde çok âlemler bulunan umumunu ışıklandırdılar, şenlendirdiler Cehennemî hâletleri dağıtıp nurânî âhiret âleminden pencereler açıp o perişan insan dünyâsına nurlar serptiler. Zerrât-ı kâinat adedince "Elhamdülillâh, E’ş-şükrü Lillâh" dedim. Ve aynelyakîn
gördüm ki: "İmânda mânevî bir Cennet ve dalâlette mânevî bir Cehennem bu dünyâda da vardır" yakînen bildim. Sonra küre-i arzın âlemi göründü. O seyahat-ı hayâliyemde, dine itaat etmeyen felsefenin karanlıklı kavânin-i ilmiyeleri hayâlime dehşetli bir âlem gösterdi. Yetmiş defa top güllesinden daha sür’atli hareketiyle yirmi beş bin sene mesâfeyi bir senede gezip devreden ve her vakit dağılmaya ve parçalanmaya müstaid ve içi zelzeleli, çok ihtiyar ve çok yaşlı küre-i arz içinde ve o dehşetli gemi üstünde kâinatın hadsiz boşluğunda seyahat eden bîçâre nev’-i insan vaziyeti, bana vahşetli bir karanlık içinde göründü. Başım döndü, gözüm karardı. Felsefenin gözlüğünü yere vurdum, kırdım. Birden Hikmet-i Kur’âniye ile ışıklanmış bir göz ile baktım, gördüm ki: Hâlık-ı Arz ve semâvâtın Kadîr, Alîm, Rab, Allah ve (Rabbü’s-semâvâti Ve’l-ard) ve (Müsahhirü’ş-şemsi Ve’l-kamer) isimleri, Rahmet, Azamet, Rubûbiyet Burçlarında güneş gibi tulû ettiler. O karanlıklı, vahşetli, dehşetli âlemi öyle ışıklandırdılar ki, o hâlette benim îmânlı gözüme küre-i arz gâyet muntazam, musahhar, mükemmel, hoş, emniyetli, herkesin
erzâkı içinde bir seyahat gemisi; ve tenezzüh ve keyf ve ticâret müheyyâ edilmiş ve zîruhları güneşin etrâfında, memleket-i Rabbâniyede gezdirmek ve yaz ve bahar ve güzün mahsulâtını rızık isteyenlere getirmek için bir gemi, bir tayyare, bir şimendifer hükmünde gördüm. Küre-i anın zerrâtı adedince "Elhamdülillâhi alâ nimeti’l-îmân" dedim. İşte buna kıyâsen Risâle-i Nurda pek çok muvâzenelerle ehl-i sefâhet ve dalâlet, dünyâda dahi bir mânevî Cehennem içinde azap çektiklerini; ve ehl-i îmân ve salâhat, dünyâda dahi bir mânevî Cennet içinde İslâmiyet ve insâniyet mîdesiyle ve îmânın tecelliyâtiyle ve cilveleriyle mânevî Cennet lezzetleri tadabilirler, belki derece-i îmânlarına göre istifâde edebilirler. Fakat, bu fırtınalı zamânın, hissi iptâl eden ve beşerin nazarını afâka dağıtan ve boğan cereyanlar iptâl-i his nev’inden bir sersemlik vermiş ki, ehl-i dalâlet mânevî azâbını muvakkaten tam hissedemiyor. Ehl-i hidâyete dahi gaflet basıyor, hakikî lezzetini takdir edemiyor. Bu asırda ikinci dehşetli hâl: Eski zamanda küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalâletler ve küfr-ü inâdîden gelen temerrüd
bu zamâna nisbeten pek azdı. Onun için eski İslâm muhakkiklerinin dersleri, hüccetleri o zamanda tam kâfi olurdu. Küfr-ü meşkûkü çabuk izâle ederlerdi. Allah’a îmân umumî olduğundan, Allah’ı tanıttırmakla ve Cehennem azâbını ihtar etmekle çokları sefâhetlerden, dalâletlerden vaz geçebilirlerdi. Şimdi ise, eski zamanda bir memlekette bir kâfir-i mutlak yerine şimdi bir kasabada yüz tâne bulunabilir. Eskide fen ve ilim ile dalâlete girip inad ve temerrüd ile hakâik-ı îmâna karşı çıkana nisbeten şimdi yüz derece ziyâde olinuş. Bu mütemerrid inatçılar firavunluk derecesinde bir gurur ile ve dehşetli dalâletleriyle hakâik-ı îmâniyeye karşı muâraza ettiklerinden, elbette bunlara karşı atom bombası gibi, bu dünyâda onlann temellerini parça parça edecek bir hakikat-ı kudsiye lâzımdır ki, onların tecâvüzatını durdursun ve bir kısmını îmâna getirsin. İşte Cenâb-ı Hakka hadsiz şükürler olsun ki, bu zamânın tam yarasına bir tiryâk olarak Kur’ân-ı Mu’cizü’1-Beyânın bir mu’cize-i mâneviyesi ve lemeatı bulunan Risâle-i Nur, pekçok muvâzenelerle en dehşetli muannid mütemerridleri Kur’ân’ın elmas kılıncı ile kırıyor ve kâinat zerreleri adedince Vahdâniyet-i İlâhiyeye
ve îmânın hakikatlerine hüccetleri, delilleri gösteriyor ki, yinni beş seneden beri en şiddetli hücumlara karşı mağlûb olmayıp galebe etmiş. Evet, Risale-i Nurda îmân ve küfür muvâzeneleri ve hidâyet ve dalâlet mukàyeseleri bu mezkOr hakikati bilmüşâhede isbat ediyor. Meselâ 22. Sözün İki Makàmının bürhanları ve Iem’alarına, ve Otuz İkinci Sözün Birinci Mevkıfına ve Otuz Üçüncü Mektubun Pencerelerine ve Asâ-yı Mûsâ’nın On Bir Hüccetine sair muvâzeneler kıyas edilse ve dikkat edilse anlaşılır ki; bu zàmanda küfr-ü mutlakı ve mütemerrid dalâletin inadını kıracak, parçalayacak, Risâle-i Nur’da tecellî eden hakikat-ı Kur’âniyédir. İnşâallah, nasıl Tılsımlar Mecmuasında dinin mühim tılsımlarını ve hilkat-ı âlemin muammalarını keşfeden parçalar o mecmuada toplanmış; aynen öyle de, ehl-i dalâletin dünyâda dahi Cehennemlerini ve ehl-i hidâyetin dünyâda dahi lezâiz-i Cennetlerini gösteren, ve îmân Cennetin bir mânevî çekirdeği ve küfür ise Cehennem zakkumunun bir tohumu olduğunu gösteren Nurun o gibi parçaları kısacık bir tarzda bir mecmuacık olarak yazılacak ve inşâallah neşredilecek.
Bütün zîhayatlar hayatlarının lisan-ı halleriyle Hâlıklarına takdim ettikleri mânevî hediyelerini ve lisan-ı halle hamd ve şükürlerini, o zât-ı Vacibü’l-Vücuda biz de takdim ediyoruz ki, demiş: -1- Yani, rahmet-i İlâhiyeden ümidinizi kesmeyiniz. Hem hadsiz salât ve selâm ol Peygamberimiz Muhammed Mustafa Aleyhissalâtü Vesselâm üzerine olsun ki, demiş: -2- Yani, "Benim insanlara Cenab-ı Hak tarafından 1 Zümer Sûresi, 39:53.
bi’setim ve gelmemim ehemmiyetli bir hikmeti, ahlâk-ı haseneyi ve güzel hasletleri tekmil etmek ve beşeri ahlâksızlıktan kurtarmaktır." Hamd ve salâttan sonra: Ey bu Cami-i Emevîde bu dersi dinleyen Arap kardeşlerim! Ben haddimin fevkinde, bu minbere ve bu makama irşadınız için çıkmadım. Çünkü size ders vermek haddimin fevkindedir. Belki içinizde yüze yakın ulema bulunan cemaate karşı benim misalim, medreseye giden bir çocuğun misalidir ki, o sabî çocuk sabahleyin medreseye gidip, okuyup, akşamda babasına gelip, okuduğu dersini babasına arz eder. Tâ doğru ders almış mı, almamış mı? Babasının irşadını veya tasvibini bekler. Evet, bizler size nispeten çocuk hükmündeyiz ve talebeleriniziz. Sizler bizim ve İslâm milletlerinin üstadlarısınız. İşte, ben de aldığım dersimin bir kısmını, sizler gibi üstadlarımıza şöyle beyan ediyorum: Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebîler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber; bizi maddî cihette kurun-u vustâda durduran ve tevkif eden, altı tane hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır:
Birincisi: Ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi. İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi. Üçüncüsü: Adâvete muhabbet. Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları bilmemek. Beşincisi: Çeşit çeşit sarî hastalıklar gibi intişar eden istibdat. Altıncısı: Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek. Bu altı dehşetli hastalığın ilâcını da, bir tıp fakültesi hükmünde, hayat-ı içtimaiyemize, eczahane-i Kur’âniye’den ders aldığım "altı kelime" ile beyan ediyorum. Mualecenin esasları, onları biliyorum. BİRİNCİ KELİME: "El-emel." Yani, rahmet-i İlâhiyeye kuvvetli ümit beslemek. Evet, ben kendi hesabıma aldığım dersime binaen, ey İslâm cemaati, müjde veriyorum ki: Şimdiki âlem-i İslâmın saadet-i dünyeviyesi, bâhusus Osmanlıların saadeti ve bilhassa İslâmın terakkisi onların intibahıyla olan Arabın saadetinin fecr-i sadıkının
emâreleri inkişafa başlıyor. Ve saadet güneşinin de çıkması yakınlaşmış. Ye’sin burnunun rağmına olarak HAŞİYE1 ben dünyaya işittirecek derecede kanaat-i kat’iyemle derim: İstikbal, yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’âniye ve imaniye olacak. Öyleyse, şimdiki kader-i İlâhî ve kısmetimize razı olmalıyız ki, bize parlak bir istikbal, ecnebîlere müşevveş bir mâzi düşmüş. Bu dâvâma çok bürhanlardan ders almışım. Şimdi o bürhanlardan mukaddematlı bir buçuk bürhanı zikredeceğim. O bürhanın mukaddematına başlıyoruz: İşte, İslâmiyetin hakaiki hem mânen, hem maddeten terakki etmeye kabil ve mükemmel bir istidadı var. Birinci cihet olan mânen terakki ise: Biliniz, hakikî vukuatı kaydeden tarih, hakikate
HAŞİYE1 Eski Said, hiss-i kablelvuku ile 1371’de, başta Arap devletleri, âlem-i İslâm’ın ecnebî esaretinden ve istibdadından kurtulup İslâmî devletler teşkil edeceklerini, kırk beş sene evvel haber vermiş. İki Harb-i Umumî ve 30-40 sene istibdad-ı mutlakı düşünmemiş. 1370’de olan vaziyeti 1327’de olacak gibi müjde vermiş, tehirinin sebebini nazara almamış.
en doğru şahittir. İşte, tarih bize gösteriyor. Hattâ, Rus’u mağlûp eden Japon Başkumandanının İslâmiyetin hakkaniyetine şehadeti de şudur ki: Hakikat-i İslâmiyetin kuvveti nispetinde, Müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslâm temeddün edip terakki ettiğini tarih gösteriyor. Ve ehl-i İslâmın hakikat-i İslâmiyede zaafiyeti derecesinde tevahhuş ettiklerini, vahşete ve tedennîye düştüklerini ve hercümerc içinde belâlara, mağlûbiyetlere düştüklerini tarih gösteriyor. Sair dinler ise bilâkistir. Yani, salâbet ve taassuplarının zaafiyeti nisbetinde temeddün ve terakki ettikleri gibi, dinlerine salâbet ve taassuplarının kuvveti derecesinde de tedennî ve ihtilâllere maruz kaldıklarını tarih gösteriyor. Şimdiye kadar zaman böyle geçmiş. Hem Asr-ı Saadetten şimdiye kadar hiçbir tarih bize göstermiyor ki, bir Müslümanın muhakeme-i akliye ile ve delil-i yakinî ile ve İslâmiyete tercih etmekle, eski ve yeni ayrı bir dine girdiğini tarih göstermiyor. Avâmın delilsiz, taklidî bir surette başka dine girmesinin bu meselede ehemmiyeti yok. Dinsiz olmak da başka meseledir. Halbuki, bütün dinlerin etbâları ise-hatta en ziyade dinine taassup gösteren
İngilizlerin ve eski Rusların-muhakeme-i akliye ile İslâmiyete dahil olduklarını ve günden güne, bazı zaman takım takım, kat’î bürhan ile İslâmiyete girdiklerini tarihler bize bildiriyorlar HAŞİYE2 Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemâlâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehâlet edecekler. Hem nev-i beşer, hususan medeniyet fenlerinin ikazatıyla uyanmış, intibaha gelmiş, insaniyetin mahiyetini anlamış. Elbette ve elbette
HAŞİYE2 İşte, bu mezkûr dâvâya bir delil şudur ki: İki dehşetli harb-i umumînin ve şiddetli bir istibdad-ı mutlakın zuhuruyla beraber, bu dâvâya kırk beş sene sonra şimalin İsveç, Norveç, Finlandiya gibi küçük devletleri Kur’ân’ı mekteplerinde ders vermek ve kabul etmek ve komünistliğe, dinsizliğe karşı set olmak için kabul etmeleri; ve İngilizin mühim hatiplerinin bir kısmı Kur’ân’ı İngilize kabul ettirmeye taraftar çıkmaları; ve küre-i arzın şimdiki en büyük devleti Amerika’nın bütün kuvvetiyle din hakikatlerine taraftar çıkması ve İslâmiyetle Asya ve Afrika’nın saadet ve sükûnet ve musalâha bulacağına karar vermesi ve yeni doğan İslâm devletlerini okşaması ve teşvik etmesi ve onlarla ittifaka çalışması, kırk beş sene evvel olan bu müddeayı ispat ediyor, kuvvetli bir şahit olur.
dinsiz, başıboş yaşamazlar. Ve olamazlar. En dinsizi de dine iltica etmeye mecburdur. Çünkü, acz-i beşerî ile beraber hadsiz musibetler ve onu inciten hâricî ve dahilî düşmanlara karşı istinat noktası; ve fakrıyla beraber hadsiz ihtiyâcâta müptelâ ve ebede kadar uzanmış arzularına medet ve yardım edecek istimdad noktası, yalnız ve yalnız Sâni-i Âlemi tanımak ve iman etmek ve âhirete inanmak ve tasdik etmekten başka, uyanmış beşerin çaresi yok... Kalbin sadefinde din-i hakkın cevheri bulunmazsa, beşerin başında maddî, mânevî kıymetler kopacak ve hayvanatın en bedbahtı, en perişanı olacak. Hâsıl-ı kelâm: Beşer bu asırda harplerin ve fenlerin ve dehşetli hadiselerin ikazatıyla uyanmış ve insaniyetin cevherini ve câmi istidadını hissetmiş. Ve insan, acip cemiyetli istidadıyla yalnız bu kısacık, dağdağalı dünya hayatı için yaratılmamış. Belki ebede meb’ustur ki, ebede uzanan arzular mahiyetinde var. Ve bu dar, fâni dünya, insanın nihayetsiz emel ve arzularına kâfi gelmediğini herkes bir derece hissetmeye başlamış. Hattâ insaniyetin bir kuvâsı ve hâdimi olan kuvve-i hayaliyeye denilse, "Sana dünya
saltanatı ile beraber bir milyon sene ömür olacak; fakat sonunda hiç dirilmeyecek bir surette bir idam senin başına gelecek." Elbette hakikî insaniyetini kaybetmeyen ve intibaha gelmiş o insanın hayali, sevinç ve beşarete bedel, derinden derine teessüf ve eyvahlarla saadet-i ebediyenin bulunmamasına ağlayacak. İşte bu nükte içindir ki, herkesin kalbinde derinden derine bir din-i hakkı aramak meyli çıkmış. Her ¸eyden evvel, ölüm idamına karşı din-i haktaki bir hakikati arıyor ki kendini kurtarsın. Şimdiki hal-i âlem bu hakikate şehadet eder. Kırk beş sene sonra, tamamıyla beşerin bu ihtiyac-ı şedîdini, dinsizliğin zuhuruyla küre-i arzın kıt’aları ve devletleri birer insan gibi hissetmeye başlamışlar. Hem âyat-ı Kur’âniye başlarında ve âhirlerinde beşeri aklına havale eder, "Aklına bak" der. "Fikrine, kalbine müracaat et, meşveret et, onunla görüş ki bu hakikati bilesin" diyor. Meselâ, bakınız, o âyetlerin başında ve âhirlerinde diyor ki: "Neden bakmıyorsunuz? İbret almıyorsunuz? Bakınız ki, hakikati bilesiniz." "Biliniz" ve "Bil" hakikatine dikkat et. "Acaba neden beşer bilemiyorlar, cehl-i mürekkebe düşüyorlar? Neden taakkul etmiyorlar,
divaneliğe düşerler? Neden bakmıyorlar, hakkı görmeye kör olmuşlar? Neden insan sergüzeşt-i hayatında, hâdisat-ı âlemden tahattur ve tefekkür etmiyor ki, istikamet yolunu bulsun? Neden tefekkür ve tedebbür ve aklen muhakeme etmiyorlar, dalâlete düşüyorlar? Ey insanlar, ibret alınız! Geçmiş kurunlardan ibret alıp gelecek mânevî belâlardan kurtulmaya çalışınız" mânâsında gelen âyetlerin bu cümlelerine kıyasen, çok âyetlerde, beşeri, aklına, fikriyle meşverete havale ediyor. Ey bu Câmi-i Emevîdeki kardeşlerim gibi âlem-i İslâmın cami-i kebirinde olan kardeşlerim! Siz de ibret alınız. Bu kırk beş senedeki bu dehşetli hadisattan ibret alınız. Tam aklınızı başınıza alınız, ey mütefekkir ve akıl sahibi ve kendini münevver telâkki edenler! Hâsıl-ı kelâm: Biz Kur’ân şakirtleri olan Müslümanlar, bürhana tâbi oluyoruz, akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi ruhbanları taklit için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinat eden ve bütün hükümlerini akla tespit ettiren Kur’ân hükmedecek.
Hem de İslâmiyet güneşinin tutulmasına, inkişafına ve beşeri tenvir etmesine mümanaat eden perdeler açılmaya başlamışlar. O mümanaat edenler çekilmeye başlıyorlar. Kırk beş sene evvel o fecrin emâreleri göründü. Yetmiş birde fecr-i sâdıkı başladı veya başlayacak. Eğer bu fecr-i kâzip de olsa, otuz-kırk sene sonra fecr-i sâdık çıkacak. Evet, hakaik-i İslâmiyetin mazi kıtas¨n¨ tamamen istilâsına sekiz dehşetli mânialar mümanaat ettiler. Birinci, ikinci, üçüncü mâniler: Ecnebîlerin cehli ve o zamanda vahşetleri ve dinlerine taassuplarıdır. Bu üç mâni, mârifet ve medeniyetin mehasini ile kırıldı, dağılmaya başlıyor. Dördüncü ve beşinci mâniler: Papazların ve ruhanî reislerin riyasetleri ve tahakkümleri ve ecnebîlerin körü körüne onları taklit etmeleridir. Bu iki mâni dahi fikr-i hürriyet ve meyl-i taharrî-i hakikat nev-i beşerde başlamasıyla, zeval bulmaya başlıyor. Altıncı, yedinci mâniler: Bizdeki istibdat ve şeriatın muhalefetinden gelen sû-i ahlâkımız mümanaat ediyordular. Bir şahıstaki münferid istibdat kuvveti şimdi zeval bulması,
cemaat ve komitenin dehşetli istibdatlarının otuz-kırk sene sonra zeval bulmasına işaret etmekle ve hamiyet-i İslâmiyenin şiddetli feveranı ile sû-i ahlâkın çirkin neticeleri görülmesiyle bu iki mâni de zeval buluyor ve bulmaya başlamış. İnşaallah tam zeval bulacak. Sekizinci mâni: Fünun-u cedidenin bazı müspet mesâili, hakaik-i İslâmiyenin zahirî mânâlarına muhalif ve muarız tevehhüm edilmesiyle, zaman-ı mazideki istilâsına bir derece set çekmiş. Meselâ, küre-i arza emr-i İlâhî ile nezarete memur "Sevr" ve "Hût" namlarında iki ruhanî melâikeyi dehşetli cismânî bir öküz, bir balık tevehhüm edip, ehl-i fen ve felsefe hakikati bilmediklerinden, İslâmiyete muarız çıkmışlar. Bu misal gibi yüz misal var ki, hakikati bilindikten sonra, en muannit filozof da teslim olmaya mecbur oluyor. Hattâ Risale-i Nur, Mucizat-ı Kur’âniye risalesinde, fennin iliştiği bütün âyetlerin her birisinin altında Kur’ân’ın bir lem’a-i i’câzını gösterip, ehl-i fennin medar-ı tenkit zannettikleri Kur’ân-ı Kerîmin cümle ve kelimelerinde fennin eli yetişmediği yüksek hakikatleri izhar edip en muannit filozofu da teslime mecbur ediyor.
Meydandadır, isteyen bakabilir. Ve baksın, bu mâni, kırk beş sene evvel söylenen o sözden sonra nasıl kırıldığını görsün. Evet, bazı muhakkikin-i İslâmiyenin bu yolda telifatları var. Bu sekizinci dehşetli mânianın zîr ü zeber olacağına emareler görünüyor. Evet, şimdi olmasa da, otuz-kırk sene sonra fen ve hakiki mârifet ve medeniyetin mehasini, bu üç kuvveti tam teçhiz edip, cihazatını verip, o sekiz mânileri mağlûp edip dağıtmak için taharrî-i hakikat meyelânını ve insafı ve muhabbet-i insaniyeti, o sekiz düşman taifesinin sekiz cephesine göndermiş. Şimdi onları kaçırmaya başlamış. İnşaallah, yarım asır sonra onları darma dağın edecek. Evet, meşhurdur ki: "En kat’î fazilet odur ki, düşmanları dahi o faziletin tasdikine şehadet etsin." İşte yüzer misallerinden iki misal: Birincisi: On dokuzuncu asrın ve Amerika kıt’asının en meşhur filozofu Mister Carlyle, en yüksek sadasıyla, çekinmeyerek, filozoflara ve Hıristiyan âlimlerine neşriyatıyla bağırarak böyle diyor, eserlerinde şöyle yazmış: "İslâmiyet gayet parlak bir ateş gibi doğdu. Sair dinleri kuru ağacın dalları gibi yuttu.
Hem bu yutmak İslâmiyetin hakkı imiş. Çünkü sair dinler-fakat Kur’ân’ın tasdikine mazhar olmayan kısmı-hiç hükmündedir." Hem Mister Carlyle yine diyor: "En evvel kulak verilecek sözlerin en lâyıkı Muhammed’in (aleyhissalâtü vesselâm) sözüdür. Çünkü, hakikî söz, onun sözleridir." Hem yine diyor ki: "Eğer hakikat-i İslâmiyette şüphe etsen, bedihiyat ve zaruriyat-ı kat’iyede iştibah edersin. Çünkü, en bedihî ve zarurî bir hakikat ise İslâmiyettir." İşte bu meşhur filozof, İslâmiyet hakkında bu şehadetini, eserinde müteferrik yerde yazmış. İkinci misal: Avrupa’nın asr-ı âhirde en meşhur bir filozofu Prens Bismark diyor ki: "Ben bütün kütüb-ü semaviyeyi tetkik ettim. Tahrif olmalarına binaen, beşerin saadeti için aradığım hakikî hikmeti bulamadım. Fakat Muhammed’in (aleyhissalâtü vesselâm) Kur’ân’ını umum kütüplerin fevkinde gördüm. Her kelimesinde bir hikmet buldum. Bunun gibi beşerin saadetine hizmet edecek bir eser yoktur. Böyle bir eser, beşerin sözü olamaz.
Bunu Muhammed’in (aleyhissalâtü vesselâm) sözüdür diyenler, ilmin zaruriyatını inkâr etmiş olurlar. Yani, Kur’ân Allah kelâmı olduğu bedihidir." İşte Amerika ve Avrupa’nın zekâ tarlaları Mister Carlyle ve Bismarck gibi böyle dâhi muhakkikleri mahsulât vermesine istinaden, ben de bütün kanaatimle derim ki: Avrupa ve Amerika İslâmiyetle hamiledir; günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak. Nasıl ki Osmanlılar Avrupa ile hamile olup bir Avrupa devleti doğurdu. Ey Cami-i Emevîdeki kardeşlerim ve yarım asır sonraki âlem-i İslâm camiindeki ihvanlarım! Acaba baştan buraya kadar olan mukaddemeler netice vermiyor mu ki, istikbalin kıt’alarında hakikî ve mânevî hâkim olacak ve beşeri dünyevî ve uhrevî saadete sevk edecek yalnız İslâmiyettir ve İslâmiyete inkılâp etmiş ve hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak İsevîlerin hakikî dinidir ki Kur’ân’a tâbi olur, ittifak eder. İkinci cihet: Yani, maddeten İslâmiyetin terakkisinin kuvvetli sebepleri gösteriyor ki, maddeten dahi İslâmiyet istikbale hükmedecek.
Birinci cihet, mâneviyat cihetinde terakkiyatı ispat ettiği gibi; bu ikinci cihet dahi maddî terakkiyatını ve istikbaldeki hâkimiyetini kuvvetli gösteriyor. Çünkü âlem-i İslâmın şahs-ı mânevîsinin kalbinde, gayet kuvvetli ve kırılmaz "beş kuvvet" içtima ve imtizaç edip yerleşmiş. HAŞİYE3
HAŞİYE3 Evet, Kur’ân’ın üstadiyetinden ve dersinin işârâtından fehmediyoruz ki: Kur’ân, mu’cizat-ı enbiyayı zikretmesiyle, beşer, istikbalde terakki edeceğini, o mucizatın nazireleri istikbalde terakki ile vücuda geleceğini beşere ders verip teşvik ediyor: "Haydi, çalış, bu mucizatın nümunelerini göster. Süleyman Aleyhisselâm gibi iki aylık yolu bir günde git. İsâ Aleyhisselâm gibi en dehşetli hastalığın tedavisine çalış. Hazret-i Mûsâ’nın asâsı gibi taştan ab-ı hayatı çıkar, beşeri susuzluktan kurtar. İbrahim Aleyhisselâm gibi ateş seni yakmayacak maddeleri bul, giy. Bazı enbiyalar gibi şark ve garpta en uzak sesleri işit, suretleri gör. Dâvud Aleyhisselâm gibi demiri hamur gibi yumuşat, beşerin bütün san’atına medâr olmak için demiri balmumu gibi yap. Yusuf Aleyhisselâm ve Nuh Aleyhisselâmın birer mucizesi olan saat ve gemiden nasıl çok istifade ediyorsunuz. Öyle de, sair enbiyanın size ders verdiği mucizelerden dahi o saat ve sefine gibi istifade ediniz, taklitlerini yapınız." İşte, buna kıyasen, Kur’ân her cihetle beşeri, maddî, mânevî terakkiyata sevk etmek için ders veriyor, üstad-ı küll olduğunu ispat ediyor.
Birincisi: Bütün kemâlâtın üstadı ve üç yüz yetmiş milyon nefisleri bir tek nefis hükmüne getirebilen ve hakikî bir medeniyetle ve müsbet ve doğru fenlerle teçhiz edilmiş olan ve hiçbir kuvvet onu kıramayacak bir mahiyette bulunan hakikat-i İslâmiyettir. İkinci kuvvet: Medeniyet ve san’atın hakikî üstadı ve vesilelerin ve mebâdilerin tekemmülüyle cihazlanmış olan şedid bir ihtiyaç ve belimizi kıran tam bir fakr, öyle bir kuvvettir ki, susmaz ve kırılmaz. Üçüncü kuvvet: Yüksek şeylere müsabaka suretinde beşere yüksek maksatları ders veren ve o yolda çalıştıran ve istibdâdâtı parça parça eden ve ulvî hisleri heyecana getiren ve gıpta ve hased ve kıskançlık ve rekabetle ve tam uyanmakla ve müsabaka şevkiyle ve teceddüd meyliyle ve temeddün meyelânıyla teçhiz edilen üçüncü kuvvet, yalnız hürriyet-i şer’iyedir. Yani, insaniyete lâyık en yüksek kemalâta olan meyil ve arzu ile cihazlanmış olmak. Dördüncü kuvvet: Şefkatle cihazlanmış şehamet-i imaniyedir. Yani tezellül etmemek, haksızlara, zâlimlere zillet göstermemek,
Birincisi: Bütün kemâlâtın üstadı ve üç yüz yetmiş milyon nefisleri bir tek nefis hükmüne getirebilen ve hakikî bir medeniyetle ve müsbet ve doğru fenlerle teçhiz edilmiş olan ve hiçbir kuvvet onu kıramayacak bir mahiyette bulunan hakikat-i İslâmiyettir. İkinci kuvvet: Medeniyet ve san’atın hakikî üstadı ve vesilelerin ve mebâdilerin tekemmülüyle cihazlanmış olan şedid bir ihtiyaç ve belimizi kıran tam bir fakr, öyle bir kuvvettir ki, susmaz ve kırılmaz. Üçüncü kuvvet: Yüksek şeylere müsabaka suretinde beşere yüksek maksatları ders veren ve o yolda çalıştıran ve istibdâdâtı parça parça eden ve ulvî hisleri heyecana getiren ve gıpta ve hased ve kıskançlık ve rekabetle ve tam uyanmakla ve müsabaka şevkiyle ve teceddüd meyliyle ve temeddün meyelânıyla teçhiz edilen üçüncü kuvvet, yalnız hürriyet-i şer’iyedir. Yani, insaniyete lâyık en yüksek kemalâta olan meyil ve arzu ile cihazlanmış olmak. Dördüncü kuvvet: Şefkatle cihazlanmış şehamet-i imaniyedir. Yani tezellül etmemek, haksızlara, zâlimlere zillet göstermemek,
mazlumları da zelil etmemek. Yani, hürriyet-i şer’iyenin esasları olan müstebitlere dalkavukluk etmemek ve biçarelere tahakküm ve tekebbür etmemektir. Beşinci kuvvet: İzzet-i İslâmiyedir ki, i’lâ-yı kelimetullahı ilân ediyor. Ve bu zamanda i’lâ-yı kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkıf; medeniyet-i hakikiyeye girmekle i’lâ-yı kelimetullah edilebilir. İzzet-i İslâmiyenin iman ile kat’î verdiği emri, elbette âlem-i İslâmın şahs-ı mânevîsi, o kat’î emri istikbalde tam yerine getireceğine şüphe edilmez. Evet, nasıl ki eski zamanda İslâmiyetin terakkisi, düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzatını def etmek, silâhla, kılıçla olmuş. İstikbalde silâh, kılıç yerine hakikî medeniyet ve maddî terakki ve hak ve hakkaniyetin mânevî kılıçları düşmanları mağlûp edip dağıtacak. Biliniz ki: Bizim muradımız, medeniyetin mehasini ve beşere menfaati bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki, ahmaklar o seyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip, taklit edip malımızı harap ettiler.
Ve dini rüşvet verip dünyayı da kazanamadılar. Medeniyetin günahları iyiliklerine galebe edip seyyiatı hasenatına racih gelmekle, beşer iki harb-i umumî ile iki dehşetli tokat yiyip o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşaallah, istikbaldeki İslâmiyetin kuvvetiyle medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek. Evet, Avrupa’nın medeniyeti fazilet ve hüda üstüne tesis edilmediğinden, belki heves ve hevâ, rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden, şimdiye kadar medeniyetin seyyiatı hasenatına galebe edip ihtilâlci komitelerle kurtlaşmış bir ağaç hükmüne girdiği cihetle, Asya medeniyetinin galebesine kuvvetli bir medar, bir delil hükmündedir. Ve az vakitte galebe edecektir. Acaba istikbale karşı ehl-i iman ve İslâm için böyle maddî ve mânevî terakkiyata vesile ve kuvvetli, sarsılmaz esbab varken ve demiryolu gibi istikbal saadetine yol açıldığı halde, nasıl meyus olup ye’se düşüyorsunuz ve âlem-i İslâmın kuvve-i mâneviyesini de kırıyorsunuz? Ve yeis ve ümitsizlikle
zannediyorsunuz ki, "Dünya herkese ve ecnebilere terakki dünyasıdır. Fakat, yalnız biçare ehl-i İslâm için tedennî dünyası oldu" diye pek yanlış bir hatâya düşüyorsunuz. Mâdem meylülistikmal (tekâmül meyli) kâinatta fıtrat-ı beşeriyede fıtraten derc edilmiş. Elbette, beşerin zulüm ve hatasıyla başına çabuk bir kıyamet kopmazsa, istikbalde hak ve hakikat, âlem-i İslâmda nev-i beşerin eski hatîatına kefaret olacak bir saadet-i dünyeviyeyi de gösterecek inşaallah. Evet, bakınız, zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde ve müntehâsı birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazan terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazan tedennî içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşaallah. Hakikat-i İslâmiyenin güneşiyle, sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi rahmet-i İlâhiyeden bekleyebilirsiniz. Dersin başında, bir buçuk bürhanı dâvâmıza şahit göstereceğiz demiştik. Şimdi bir
bürhan mücmelen bitti. O dâvânın yarı bürhanı da şudur ki: Fenlerin casus gibi tetkikatıyla ve hadsiz tecrübelerle sabit olmuş ki, kâinatın nizamında galib-i mutlak ve maksud-u bizzat ve Sâni-i Zülcelâlin hakikî maksatları, hayır ve hüsün ve güzellik ve mükemmeliyettir. Çünkü kâinata ait fenlerden her bir fen, küllî kaideleriyle bahsettiği nev ve taifede öyle bir intizam ve mükemmeliyet gösteriyor ki, ondan daha mükemmel, akıl bulamıyor. Meselâ, tıbba ait teşrih-i beden-i insanî fenni ve kozmoğrafyaya tabi manzume-i şemsiye fenni, nebatât ve hayvanâta ait fenler gibi bütün fenlerin her birisi, küllî kaideleriyle o bahsettiği kısımda Sâni-i Zülcelâlin o nevideki nizamında mu’cizât-ı kudretini ve hikmetini ve hakikatini gösteriyor. Hem istikra-i tâmme ve tecrübe-i umumî gösteriyor, netice veriyor ki: Şer, kubh, çirkinlik, bâtıl, fenalık, hilkat-i kâinatta cüz’îdir. Maksut değil, tebeîdir ve
"O herşeyi en güzel şekilde yarattı." Secde Sûresi, 32:7.
dolayısıyladır. Yani, meselâ çirkinlik, çirkinlik için kâinata girmemiş; belki güzelliğin bir hakikati çok hakikatlere inkılâp etmek için, çirkinlik bir vâhid-i kıyasî olarak hilkate girmiş. Şer, hattâ şeytan dahi, beşerin hadsiz terakkiyatına müsabaka ile vesile olmak için beşere musallat edilmiş. Bunlar gibi, cüz’î şerler, çirkinlikler, küllî güzelliklere, hayırlara vesile olmak için kâinatta halk edilmiş. İşte, kâinatta hakikî maksat ve netice-i hilkat, istikra-i tâmme ile ispat ediyor ki, hayır ve hüsün ve tekemmül esastır ve hakikî maksut onlardır. Elbette beşer, bu kadar zulmî küfriyatlarıyla zemin yüzünü mülevves ve perişan ettikleri halde, cezasını görmeden ve kâinattaki maksud-u hakikîye mazhar olmadan dünyayı bırakıp ademe kaçamayacak, belki Cehennem hapsine girecek. Hem istikrâ-i tâmme ile ve fenlerin tahkikatıyla sabit olmuş ki, mahlûkat içinde en mükerrem, en ehemmiyetli beşerdir. Çünkü beşer, hilkat-i kâinattaki zahirî esbab ve neticelerinin mabeynindeki basamakları ve teselsül eden illetlerin ve sebeplerin münasebetlerini aklıyla keşfedip san’at-ı İlâhiyeyi ve muntazam hikmeti icadat-ı Rabbaniyenin taklidini
sanatçığıyla yapmak ve ef’âl-i İlâhiyeyi anlamak için ve san’at-ı İlâhiyeyi bilmek ve cüz’î ilmiyle ve sanatlar¨yla anlamak için bir mizan, bir mikyas kendi cüz’î ihtiyarıyla işlediği maddelerle, Halık-ı Zülcelâlin küllî, muhît ef’âl ve sıfatlarını bilerek kâinatın en eşref, en ekrem mahlûku beşer olduğunu ispat ediyor. Hem İslâmiyetin kâinata ve beşere ait hakikatlerinin şehadetiyle mükerrem beşer içinde en eşref ve en âlâsı, ehl-i hak ve hakikat olan ehl-i İslâmiyet, hem istikrâ-i tâmme ile, tarihlerin şehadetiyle, en mükerrem beşer içindeki en müşerref olan ehl-i hakkın içinde dahi bin mu’cizâtı ve çok yüksek ahlâkının ve İslâmiyet ve Kur’ân hakikatlerinin şehadetiyle en efdal, en yüksek olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Madem bu yarı bürhanın üç hakikati böyle haber veriyor. Acaba hiç mümkün müdür ki, nev-i beşer, şekavetiyle bu kadar fenlerin şehadetini cerh edip, bu istikrâ-i tâmmeyi kırıp, meşiet-i İlâhiyeye ve kâinatı içine alan hikmet-i ezeliyeye karşı temerrüd edip, şimdiye kadar ekseriyetle yaptığı gibi, o zâlimane vahşetinde ve mütemerridâne küfründe ve
dehşetli tahribatında devam edebilsin? Ve İslâmiyet aleyhinde bu halin devam etmesi hiç mümkün müdür? Ben bütün kuvvetimle, hadsiz lisanım olsa, o hadsiz lisanlarla kasem ederim ki, âlemi bu nizam-ı ekmel ile, bu kâinatı zerreden seyyarata kadar, sinek kanadından semavat kandillerine kadar nihayet bir hikmet-i intizam ile halkeden Hakîm-i Zülcelâle ve Sâni-i Zülcemâle o hadsiz lisanlarla kasem ediyoruz ki, beşer hiçbir cihetle bütün enva-i kâinata muhalif olarak ve küçük kardeşleri olan sair tâifelere zıt olarak kâinattaki nizama, küllî şerleriyle muhalefet edip nev-i beşerde şerrin hayra galebesine binler senede sebep olan o zakkumları yiyip hazmetmesi mümkün değil. Bunun imkânı ancak ve ancak bu farz-ı muhal ile olabilir ki, beşer bu âleme emanet-i kübrâ mertebesinde ve halife-i rû-yi zemin makamında sair envâ-ı kâinata büyük ve mükerrem bir kardeş olduğu halde en edna, en berbat, en perişan, en muzır ve ehemmiyetsiz, hırsızcasına ve dolayısıyla bu kâinat içine girmiş, karıştırmış. Bu farz-ı muhal, hiçbir cihetle kabul olunamaz.
Bu hakikat için, elbette bu yarım bürhanımız netice veriyor ki, âhirette cennet ve cehennemin zarurî vücutları gibi hayır ve hak din istikbalde mutlak galebe edecektir. Tâ ki, nev-i beşerde dahi sair neviler gibi hayır ve fazilet galib-i mutlak olacak. Tâ beşer de sair kâinattaki kardeşlerine müsâvi olabilsin ve sırr-ı hikmet-i ezeliye nev-i beşerde dahi "takarrur etti" denilebilsin. Elhasıl: Madem mezkûr kat’i hakikatlarla bu kâinatta en müntehap netice ve Halıkın nazarında en ehemmiyetli mahlûk beşerdir. Elbette ve elbette ve hayat-ı bakiyede cennet ve cehennemi, bilbedahe, beşerdeki şimdiye kadar zâlimane vaziyetler cehennemin vücudunu; ve fıtratındaki küllî istidâdat-ı kemaliyesi ve kâinatı alâkadar eden hakaik-i imaniyesi, cenneti bedahetle istilzam ettiği gibi, her halde iki harb-i umumî ile ettiği ve kâinatı ağlattıran cinayetleri ve yuttuğu zakkum şerleri hazmetmediği için kustuğu ve zeminin bütün yüzünü pislendirdiği vaziyetiyle, beşeriyeti en berbat bir dereceye düşürüp bin senelik terakkiyatını zir ü zeber etmek cinayetini beşer hazmetmeyecek. Her halde çabuk başında bir kıyamet kopmazsa, hakaik-i İslâmiye beşeri
esfel-i safilîn derece-i sukutundan kurtarmaya ve rû-yi zemini temizlemeye ve sulh-u umumiyi temin etmeye vesile olmasını Rahman-ı Rahîm’in rahmetinden niyaz ediyoruz ve ümit ediyoruz ve bekliyoruz. İKİNCİ KELİME: Ki, müddet-i hayatımda tecrübelerimle fikrimde tevellüd eden şudur: Yeis en dehşetli bir hastalıktır ki, âlem-i İslâmın kalbine girmiş. İşte o yeistir ki bizi öldürmüş gibi, garpta bir-iki milyonluk küçük bir devlet, şarkta yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke hükmüne getirmiş. Hem o yeistir ki, yüksek ahlâkımızı öldürmüş, menfaat-i umumiyeyi bırakıp menfaat-ı şahsiyeye nazarımızı hasrettirmiş. Hem o yeistir ki, kuvve-i mâneviyemizi kırmış. Az bir kuvvetle, imandan gelen kuvve-i mâneviye ile şarktan garba kadar istilâ ettiği halde, o kuvve-i mâneviye-i harika meyusiyetle kırıldığı için, zâlim ecnebîler dört yüz seneden beri üç yüz milyon Müslümanı kendilerine esir etmiş. Hattâ bu yeisle, başkasının lâkaytlığını ve füturunu kendi tembelliğine özür zannedip neme lâzım der, "Herkes benim gibi berbattır" diye şehamet-i
imaniyeyi terk edip hizmet-i İslâmiyeyi yapmıyor. Madem bu derece bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi öldürüyor. Biz de o kàtilimizden kısasımızı alıp öldüreceğiz. -1- kılıcıyla o yeisin başını parçalayacağız. -2- hadisinin hakikatiyle belini kıracağız inşaallah Yeis, ümmetlerin, milletlerin "seretan" denilen en dehşetli bir hastalığıdır. Ve kemalâta mâni ve -3- hakikatine muhaliftir; korkak, aşağı ve âcizlerin şe’nidir, bahaneleridir. Şehamet-i İslâmiyenin şe’ni değildir. Hususan Arap gibi nev-i beşerde medar-ı iftihar yüksek seciyelerle mümtâz bir kavmin şe’ni olamaz. Âlem-i İslâm milletleri Arabın metanetinden ders almışlar.
İnşaallah, yine Araplar ye’si bırakıp, İslâmiyetin kahraman ordusu olan Türklerle hakikî bir tesânüd ve ittifak ile el ele verip Kur’ân’ın bayrağını dünyanın her tarafında ilân edeceklerdir. ÜÇÜNCÜ KELİME : Ki, bütün hayatımdaki tahkikatımla ve hayat-ı içtimaiyenin çalkamasıyla, hülâsa ve zübdesi bana kat’î bildirmiş ki: Sıdk, İslâmiyet’in üssü’l-esasıdır ve ulvî seciyelerinin rabıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır. Öyleyse, hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip onunla mânevî hastalıklarımızı tedâvi etmeliyiz. Evet sıdk ve doğruluk İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu, alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık, muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise, Sâni-i Zülcelâlin kudretine iftira etmektir. Küfür, bütün envâıyla kizbdir, yalancılıktır. İman sıdktır, doğruluktur. Bu sırra binaen, kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var; Şark ve Garp kadar birbirinden uzak olmak lâzım geliyor. Nar ve nur gibi birbirine girmemek lâzım. Halbuki, gaddar siyaset ve zâlim
propaganda birbirine karıştırmış, beşerin kemâlâtını da karıştırmış. HAŞİYE4
HAŞİYE4 Ey kardeşlerim! Kırk beş sene evvel Eski Said’in bu dersinden anlaşılıyor ki, o Said siyasetle, içtimaiyat-ı İslâmiye ile ziyade alâkadardır. Fakat sakın zannetmeyiniz ki, o, dini siyasete âlet veya vesile yapmak mesleğinde gitmiş. Hâşâ, belki o bütün kuvvetiyle siyaseti dine âlet ediyormuş. Ve derdi ki: "Dinin bir hakikatini bin siyasete tercih ederim." Evet, o zamanda kırk-elli sene evvel hissetmiş ki, bazı münafık zındıkların siyaseti dinsizliğe âlet etmeye teşebbüs niyetlerine ve fikirlerine mukabil, o da bütün kuvvetiyle siyaseti İslâmiyetin hakaikine bir hizmetkâr, bir âlet yapmaya çalışmış. Fakat o zamandan yirmi sene sonra gördü ki: O gizli münafık zındıkların garplılaşmak bahanesiyle siyaseti dinsizliğe âlet yapmalarına mukabil, bir kısım dindar ehl-i siyaset, dini siyaset-i İslâmiyeye âlet etmeye çalışmışlardı. İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tabi olamaz. Ve âlet yapmak, İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir. Hattâ, Eski Said o çeşit siyaset tarafgirliğinden gördü ki: Bir sâlih âlim, kendi fikr-i siyasisine muvafık bir münâfıkı hararetle senâ etti ve siyasetine muhalif bir salih hocayı tenkit ve tefsik etti. Eski Said ona dedi: "Bir şeytan senin fikrine yardım etse rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa lânet edeceksin." Bunun için, Eski Said dedi. Ve otuz beş seneden beri siyaseti terk etti.* Said Nursî *Siyaseti Yeni Said bütün bütün terk ettiği için bakmadığından, Esk Said’in siyasete temas eden Hutbe-i Şamiye dersinin (onun yerine) tercümesi yazıldı. HAŞİYENİN HAŞİYESİ Hem Üstadımızın yirmi yedi senelik hayatı ve yüz otuz parça kitabı ve mektupları, üç mahkeme (** Şimdi yüz mahkeme.) ve hükûmet memurları tarafından tam tetkik edildiği ve aleyhinde çalışan zâlim mürted ve münafıklara karşı mecbur da olduğu halde, hattâ idamı için gizli emir verildiği halde, dini siyasete âlet ettiğine dair en ufak bir emâre bulamamaları, dini siyasete âlet etmediğini kat’î ispat ediyor. Ve hayatını yakından tanıyan biz Nur şakirtleri ise, bu fevkalâde hale karşı hayranlık duymakta ve Risale-i Nur dairesindeki hakikî ihlâsa bir delil saymaktayız. Nur şakirtleri
Bu sıdk ve kizb, küfür ve iman kadar birbirinden uzak. Asr-ı Saadette sıdk vasıtasıyla Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın âlâ-yı illiyyîne çıkması ve o sıdk anahtarıyla hakaik-i imaniye ve hakaik-i kâinat hazinesi açılması sırrıyla, içtimaiyat-ı beşeriye çarşısında sıdk en revaçlı bir mal ve satın alınacak en kıymetli bir metâ hükmüne geçmiş. Ve kizb vasıtasıyla Müseylime-i Kezzabın emsâli, esfel-i sâfiline sukut etmiş. Ve kizb o
zamanda küfriyat ve hurafatın anahtarı olduğunu o inkılâb-ı azîm gösterdiğinden, kâinat çarşısında en fena, en pis bir mal olup, o malı satın almak değil, herkes nefret etmesi hükmüne geçen kizb ve yalana, elbette o inkılâb-ı azîmin saff-ı evveli olan ve fıtratlarında en revaçlı ve medâr-ı iftihar şeyleri almak ve en kıymetli ve revaçlı mallara müşteri olmak fıtratında bulunan Sahabeler, elbette, şüphesiz bilerek ellerini yalana uzatmazlar. Kizb ile kendilerini mülevves etmezler. Müseylime-i Kezzaba kendilerini benzetemezler. Belki, bütün kuvvetleriyle ve meyl-i fıtrîleriyle en revaçlı mal ve en kıymettar metâ ve hakikatlerin anahtarı, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın âlâ-yı illiyyîne çıkmasının basamağı olan sıdk ve doğruluğa müşteri olup, mümkün olduğu kadar sıdktan ayrılmamaya çalıştıklarından, ilm-i hadisçe ve ulema-i şeriat içinde bir kaide-i mukarrere olan, "Sahabeler daima doğru söylerler. Onlardaki rivayet, tezkiyeye muhtaç değil. Peygamberden (aleyhissalâtü vesselâm) rivayet ettikleri hadisler, bütün sahihtir" diye, ehl-i şeriat ve ehl-i hadisin ittifakına kat’î hüccet, bu mezkûr hakikattir.
İşte, Asr-ı Saadetteki inkılâb-ı azîm, sıdk ile kizb, iman ile küfür kadar birbirinden uzak iken, zaman geçtikçe, gele gele birbirine yakınlaştı. Ve siyaset propagandası bazan yalana ziyade revaç verdi. Fenalık ve yalancılık bir derece meydan aldı. İşte bu hakikat içindir ki, Sahabelere kimse yetişemez. Yirmi Yedinci Sözün Zeyli olan Sahabeler hakkındaki risaleye havale edip kısa kesiyoruz. Ey bu Cami-i Emevideki kardeşlerim! Ve kırk-elli sene sonra âlem-i İslâm mescid-i kebirindeki dört yüz milyon ehl-i iman olan ihvanımız! Necat yalnız sıdkla, doğrulukla olur. Urvetü’l-vuska sıdktır. Yani, en muhkem ve onunla bağlanacak zincir, doğruluktur. Amma maslahat için kizb ise, zaman onu neshetmiş. Maslahat ve zaruret için bazı âlim "muvakkat" fetvâsı vermişler. Bu zamanda o fetvâ verilmez. Çünkü, o kadar su-i istimal edilmiş ki, yüz zararı içinde bir menfaati olabilir. Onun için hüküm maslahata bina edilmez. Meselâ seferde namazı kasretmenin sebebi, meşakkattir. Fakat illet olamaz. Çünkü muayyen bir haddi yok; su-i istimale düşebilir. Belki illet, yalnız sefer olabilir. Aynen öyle de, maslahat dahi yalan söylemeye illet olamaz.
Çünkü muayyen bir haddi yok; su-i istimale müsait bir bataklıktır. Hükm-ü fetvâ ona bina edilmez. Öyleyse, 1 Yani, yol ikidir, üç değildir. Ya doğru, ya yalan, ya sükût değildir. İşte şimdi beşerin ortadaki dehşetli yalancılığıyla ve tezviratlarıyla emniyet-i umumiyenin ve rû-yi zemin âsâyişlerinin zîr ü zeber olması, kizble ve maslahatın su-i istimâliyle olmasından, elbette o üçüncü yolu kapatmaya beşer mecbur ediyor ve kat’î emir veriyor. Yoksa, bu yarım asırda gördükleri umumî harpler ve dehşetli inkılâplar ve sukutlar ve tahribatlar, başlarına bir kıyameti koparacak. Evet, her söylediğin doğru olmalı; fakat her doğruyu söylemek doğru değil. Bazan zarar verse sükût etmek... Yoksa yalana hiç fetva yok. Her söylediğin hak olmalı; fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yok. Çünkü hâlis olmazsa su-i tesir eder, hak, haksızlıkta sarf olur. DÖRDÜNCÜ KELİME: Bütün hayatımda, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeden kat’î bildiğim ve tahkikatların bana
verdiği netice şudur ki: Muhabbete en lâyık şey muhabbettir; ve husumete en lâyık sıfat husumettir. Yani, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyade sevilmeye ve muhabbete lâyıktır. Ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi zîr ü zeber eden düşmanlık ve adâvet, her ¸eyden ziyade nefrete ve adâvete ve ondan çekilmeye müstahak ve çirkin ve muzır bir sıfattır. Bu hakikat Risale-i Nur’un Yirmi İkinci Mektubunda izahıyla beyan edildiğinden burada kısa bir işaret ediyoruz. Şöyle ki: Husumet ve adâvetin vakti bitti. İki harb-i umumî adâvetin ne kadar fena ve tahrip edici ve dehşetli zulüm olduğunu gösterdi. İçinde hiçbir fayda olmadığı tezahür etti. Öyleyse, düşmanlarımızın seyyiatı-tecavüz olmamak şartıyla-adâvetinizi celb etmesin. Cehennem ve azab-ı İlâhî kâfidir onlara... Bazan insanın gururu ve nefisperestliği, şuursuz olarak, ehl-i imana karşı haksız olarak adâvet eder; kendini haklı zanneder. Halbuki, bu husumet ve adâvetle, ehl-i imâna karşı muhabbete vesile olan iman, İslâmiyet ve cinsiyet gibi kuvvetli esbabı istihfaf etmektir, kıymetlerini tenzil etmektir.
Adâvetin ehemmiyetsiz esbablarını, muhabbetin dağ gibi sebeplerine tercih etmek gibi bir divâneliktir. Madem muhabbet adâvete zıttır; ziya ve zulmet gibi hakikî içtima edemezler. Hangisinin esbabı galip ise, o hakikatiyle kalbde bulunacak; onun zıddı hakikatıyla olmayacak. Meselâ, muhabbet hakikatiyle bulunsa, o vakit adâvet şefkate, acımaya inkılâp eder. Ehl-i imana karşı vaziyet budur. Yahut adâvet hakikatiyle kalbde bulunsa, o vakit muhabbet, mümaşat ve karışmamak, zahiren dost olmak suretine döner. Bu ise tecavüz etmeyen ehl-i dalâlete karşı olabilir. Evet, muhabbetin sebepleri, iman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve mânevî kalelerdir. Adâvetin sebepleri, ehl-i imana karşı küçük taşlar gibi bir kısım hususî sebeplerdir. Öyleyse, bir Müslümana hakikî adâvet eden, o dağ gibi muhabbet esbablarını istihfaf etmek hükmünde büyük bir hatâdır. Elhasıl: Muhabbet, uhuvvet, sevmek, İslâmiyetin mizacıdır, rabıtasıdır. Ehl-i adâvet, mizacı bozulmuş bir çocuğa benziyor ki, ağlamak ister; bir şey arıyor ki onunla ağlasın.
Sinek kanadı kadar ehemmiyetsiz bir şey ağlamasına bahane olur. Hem insafsız, bedbîn bir adama benzer ki, su-i zan mümkün oldukça hüsn-ü zan etmez. Bir seyyie ile on haseneyi örter. Bu ise, seciye-i İslâmiye olan insaf ve hüsn-ü zan bunu reddeder. BEŞİNCİ KELİME : Meşveret-i şer’iyeden aldığım ders budur: Şu zamanda bir adamın bir günahı, bir kalmıyor. Bazan büyür, sirayet eder, yüz olur. Bir tek hasene bazan bir kalmıyor. Belki bazan binler dereceye terakki ediyor. Bunun sırr-ı hikmeti şudur: Hürriyet-i şer’iye ile meşveret-i meşrua, hakikî milliyetimizin hâkimiyetini gösterdi. Hakikî milliyetimizin esası, ruhu ise İslâmiyettir. Ve Hilâfet-i Osmaniye ve Türk Ordusunun o milliyete bayraktarlığı itibarıyla, o İslâmiyet milliyetinin sadefi ve kalesi hükmünde Arap ve Türk hakikî iki kardeş, o kale-i kudsiyenin nöbettarlarıdırlar. İşte, bu kudsî milliyetin rabıtasıyla, umum ehl-i İslâm bir tek aşiret hükmüne geçiyor. Aşiretin efradı gibi, İslâm taifeleri de birbirine uhuvvet-i İslâmiye ile mürtebit ve alâkadar
olur. Birbirine mânen-lüzum olsa maddeten-yardım eder. Güya bütün İslâm taifeleri bir silsile-i nuraniye ile birbirine bağlıdır. Nasıl ki bir aşiretin bir ferdi bir cinayet işlese, o aşiretin bütün efradı, o aşiretin düşmanı olan başka aşiretin nazarında müttehem olur. Güya her bir fert o cinayeti işlemiş gibi, o düşman aşiret onlara düşman olur. O tek cinayet, binler cinayet hükmüne geçer. Eğer o aşiretin bir ferdi, o aşiretin mahiyetine temas eden medar-ı iftihar bir iyilik yapsa, o aşiretin bütün efradı onunla iftihar eder. Güya her bir adam, aşirette o iyiliği yapmış gibi iftihar eder. İşte bu mezkûr hakikat içindir ki, bu zamanda, hususan kırk-elli sene sonra, seyyie, fenalık işleyenin üstünde kalmaz. Belki milyonlar nüfus-u İslâmiyenin hukuklarına tecavüz olur. Kırk-elli sene sonra çok misalleri görülecek. Ey bu sözlerimi dinleyen bu Cami-i Emevîdeki kardeşler ve kırk-elli sene sonra âlem-i İslâm camiindeki ihvân-ı Müslimîn! "Biz zarar vermiyoruz, fakat menfaat vermeye iktidarımız yok. Onun için mazuruz" diye böyle özür beyan etmeyiniz. Bu özrünüz kabul değil.
Tembelliğiniz ve neme lâzım deyip çalışmamanız ve ittihad-ı İslâm ile, milliyet-i hakikiye-i İslâmiye ile gayrete gelmediğiniz, sizler için gayet büyük bir zarar ve bir haksızlıktır. İşte, seyyie böyle binlere çıktığı gibi, bu zamanda hasene-yani İslâmiyetin kudsiyetine temas eden iyilik-yalnız işleyene münhasır kalmaz. Belki o hasene, milyonlar ehl-i imana mânen fayda verebilir. Hayat-ı mâneviye ve maddîyesinin rabıtasına kuvvet verebilir. Onun için, neme lâzım deyip kendini tembellik döşeğine atmak zamanı değil! Ey bu camideki kardeşlerim ve kırk-elli sene sonraki âlem-i İslâm mescid-i kebirindeki ihvanlarım! Zannetmeyiniz ki, ben bu ders makamına size nasihat etmek için çıktım. Belki buraya çıktım, sizden olan hakkımızı dâvâ ediyoruz. Yani, küçük taifelerin menfaati ve saadet-i dünyeviyeleri ve uhreviyeleri, sizin gibi büyük ve muazzam taife olan Arap ve Türk gibi hâkim üstadlarla bağlıdır. Sizin tembelliğiniz ve füturunuzla, biz biçare küçük kardeşleriniz olan İslâm taifeleri zarar görüyoruz. Hususan, ey muazzam ve büyük ve tam intibaha gelmiş veya gelecek olan Araplar, en evvel bu sözlerle sizinle konuşuyorum. Çünkü,
bizim ve bütün İslâm taifelerinin üstadlarımız ve imamlarımız ve İslâmiyetin mücahitleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk milleti o kudsî vazifenize tam yardım ettiler. Onun için tembellikle günahınız büyüktür. Ve iyiliğiniz ve haseneniz de gayet büyük ve ulvîdir. Hususan kırk-elli sene sonra, Arap taifeleri, Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vaziyete girmeye, esarette kalan hâkimiyet-i İslâmiyeyi eski zaman gibi küre-i arzın nısfında, belki ekserisinde tesisine muvaffak olmanızı rahmet-i İlâhiyeden kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa, inşaallah nesl-i âti görecek. Sakın kardeşlerim, tevehhüm, tahayyül etmeyiniz ki, ben şu sözlerimle siyasetle iştigal için himmetinizi tahrik ediyorum. Hâşâ! Hakikat-i İslâmiye bütün siyâsâtın fevkindedir. Bütün siyasetler ona hizmetkâr olabilir. Hiçbir siyasetin haddi değil ki, İslâmiyeti kendine âlet etsin. Ben kusurlu fehmimle şu zamanda, heyet-i içtimaiye-i İslâmiyeyi, çok çark ve dolapları bulunan bir fabrika suretinde tasavvur ediyorum. O fabrikanın bir çarkı geri kalsa, yahut
bir arkadaşı olan başka bir çarka tecavüz etse, makinenin mihanikiyeti bozulur. Onun için, ittihad-ı İslâmın tam zamanı gelmeye başlıyor. Birbirinizin şahsî kusurlarına bakmamak gerektir. Bunu da teessüf ve teellümle size beyan ediyorum ki: Ecnebîlerin bir kısmı, nasıl kıymettar malımızı ve vatanlarımızı bizden aldılar, onun bedeline çürük bir fiyat verdiler. Aynen öyle de, yüksek ahlâkımızı ve yüksek ahlâkımızdan çıkan ve hayat-ı içtimaiyeye temas eden seciyelerimizin bir kısmını da bizden aldılar, terakkilerine medar ettiler. Ve onun fiyatı olarak bize verdikleri, sefihane ahlâk-ı seyyieleridir, sefihane seciyeleridir. Meselâ, bizden aldıkları seciye-i milliye ile, bir adam onlarda der: "Eğer ben ölsem milletim sağ olsun. Çünkü milletimin içinde bir hayat-ı bakiyem var." İşte, bu kelimeyi bizden almışlar ve terakkiyatlarında en metin esas da budur. Bizden hırsızlamışlar. Bu kelime ise, din-i haktan ve iman hakikatlerinden çıkar. O bizim, ehl-i imanın malıdır. Halbuki, ecnebîlerden içimize giren pis ve fena seciye itibarıyla bir hodgâm adam bizde diyor: "Ben susuzluktan ölsem, yağmur hiçbir daha dünyaya
gelmesin. Eğer ben görmezsem bir saadeti, dünya istediği gibi bozulsun." İşte bu ahmakane kelime dinsizlikten çıkıyor, âhireti bilmemekten geliyor. Hariçten içimize girmiş, zehirliyor. Hem o ecnebîlerin bizden aldıkları fikr-i milliyetle, bir ferdi, bir millet gibi kıymet alıyor. Çünkü, bir adamın kıymeti himmeti nispetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir. Bazılarımızdaki dikkatsizlikten ve ecnebîlerin zararlı seciyelerini almamızdan, kuvvetli ve kudsî İslâmî milliyetimizle beraber, herkes "Nefsî, nefsî" demekle ve milletin menfaatini düşünmemekle, menfaat-i şahsiyesini düşünmekle, bin adam, bir adam hükmüne sukut eder. Yani, kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan değil. Çünkü, insanın fıtratı medenîdir. Ebnâ-yı cinsini mülâhazaya mecburdur. Hayat-ı içtimaiye ile hayat-ı şahsiyesi devam edebilir.
Meselâ, bir ekmeği yese, kaç ellere muhtaç ve ona mukabil o elleri mânen öptüğünü ve giydiği libasla kaç fabrikayla alâkadar olduğunu kıyas ediniz. Hayvan gibi bir postla yaşayamadığından, ebnâ-yı cinsiyle fıtraten alâkadar olduğundan ve onlara mânevî bir fiyat vermeye mecbur bulunduğundan, fıtratıyla medeniyetperverdir. Menfaat-i şahsiyesine hasr-ı nazar eden, insanlıktan çıkar, mâsum olmayan câni bir hayvan olur. Bir ¸ey elinden gelmese, hakikî özrü olsa, o müstesna... ALTINCI KELİME: Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şer’iyedir. âyet-i kerimesi, şûrâyı esas olarak emrediyor. Evet, nasıl ki, nev-i beşerdeki telâhuk-u efkâr ünvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyatı ve fünunun esası olduğu gibi, en büyük kıt’a olan Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûrâ-yı hakikiyeyi yapmamasıdır.
Asya kıt’asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı şûrâdır. Yani, nasıl fertler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt’alar dahi o şûrâyı yapmaları lâzımdır ki, üç yüz, belki dört yüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların kayıtlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer’iye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer’iyedir ki, o hürriyet-i şer’iye, âdâb-ı şer’iye ile süslenip garp medeniyet-i sefihanesindeki seyyiatı atmaktır. İmandan gelen hürriyet-i şer’iye iki esası emreder:
Yani, İman bunu iktiza ediyor ki, tahakküm ve istibdat ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek, ve zâlimlere tezellül etmemek... Allah’a hakikî abd olan, başkalara abd olamaz. Birbirinizi, Allah’tan başka kendinize Rab yapmayınız. Yani, Allah’ı tanımayan
herşeye, herkese nispetine göre bir rububiyet tevehhüm eder, başına musallat eder. Evet, hürriyet-i şer’iye Cenab-ı Hakkın Rahman, Rahîm tecellîsiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hassasıdır.
Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin! ?ûrâ kuvvet bulsun! Bütün levm ve itâb ve nefret, hevâ hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve selâmet, hüdâya tâbi olanlar üstüne olsun. Âmin. Eğer denilse: Neden şûrâya bu kadar ehemmiyet veriyorsun? Ve beşerin, hususan Asya’nın, hususan İslâmiyetin hayatı ve terakkisi nasıl o şûrâ ile olabilir? Elcevap: Nurun Yirmi Birinci Lem’a-i İhlâsında izah edildiği gibi, haklı şûrâ ihlâs ve tesanüdü netice verdiğinden, üç elif, yüz on bir olduğu gibi, ihlâs ve tesanüd-ü hakiki ile, üç adam, yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın hakikî ihlâs ve tesanüd ve
meşveretin sırrıyla, bin adam kadar iş gördüklerini, çok vukuat-ı tarihiye bize haber veriyor. Madem beşerin ihtiyacatı hadsiz ve düşmanları nihayetsiz, ve kuvveti ve sermayesi pek cüz’î; hususan dinsizlikle canavarlaşmış, tahribatçı, muzır insanların çoğalmasıyla, elbette ve elbette, o hadsiz düşmanlara ve o nihayetsiz hâcetlere karşı, imandan gelen nokta-i istinad ve o nokta-i istimdad ile beraber hayat-ı şahsiye-i insaniyesi dayandığı gibi, hayat-ı içtimaiyesi de yine imanın hakaikinden gelen şûrâ-yı şer’î ile yaşayabilir, o düşmanları durdurur, o hâcetlerin teminine yol açar. • • •
Arabî Hutbe-i Şâmiye’nin zeylinin kısa bir tercümesi Hutbe-i ?âmiye’nin Arabî zeylinde, gayet lâtif bir temsille imandan gelen mânevî ve kırılmaz bir kahramanlık gösteriyor. Bu meselemiz münasebetiyle bir hülâsasını beyan ediyoruz: Hürriyetin başında Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahati münasebetiyle, vilâyat-ı şarkiye namına ben de refakat ettim. Şimendiferimizde iki mektepli mütefennin arkadaşla bir mübahase oldu. Benden sual ettiler ki: "Hamiyet-i diniye mi, yoksa hamiyet-i milliye mi daha kuvvetli, daha lâzım?" O zaman dedim: Biz Müslümanlar, indimizde ve yanımızda din ve milliyet bizzat müttehiddir. İtibarî, zahirî, ârızî bir ayrılık var. Belki din, milliyetin hayatı ve ruhudur. İkisine birbirinden ayrı ve farklı bakıldığı zaman, hamiyet-i diniye avâm ve havassa şâmil oluyor. Hamiyet-i milliye,
yüzden birisine (yani, menâfi-i şahsiyesini millete feda edene) has kalır. Öyleyse, hukuk-u umumiye içinde hamiyet-i diniye esas olmalı. Hamiyet-i milliye, ona hâdim ve kuvvet ve kalesi olmalı. Hususan, biz şarklılar, garplılar gibi değiliz. İçimizde kalplere hâkim hiss-i dinîdir. Kader-i ezelî ekser enbiyayı şarkta göndermesi işaret ediyor ki, yalnız hiss-i dinî şarkı uyandırır, terakkiye sevk eder. Asr-ı Saadet ve Tâbiîn bunun bir bürhan-ı kat’îsidir. Ey bu hamiyet-i diniye ve milliyeden hangisine daha ziyade ehemmiyet vermek lâzım geldiğini soran bu şimendifer denilen medrese-i seyyarede ders arkadaşlarım! Ve şimdi, zamanın şimendiferinde istikbal tarafına bizimle beraber giden bütün mektepliler! Size de derim ki: "Hamiyet-i diniye ve İslâmiyet milliyeti, Türk ve Arap içinde tamamıyla mezc olmuş ve kabil-i tefrik olamaz bir hale gelmiş. Hamiyet-i İslâmiye, en kuvvetli ve metin ve arştan gelmiş bir zincir-i nuranîdir. Kırılmaz ve kopmaz bir urvetü’l-vüskadır. Tahrip edilmez, mağlûp olmaz bir kudsî kaledir" dediğim vakit, o iki münevver mektep muallimleri bana dediler:
Delilin nedir? Bu büyük dâvâya büyük bir hüccet ve gayet kuvvetli bir delil lâzım. Delil nedir?" Birden, şimendiferimiz tünelden çıktı. Biz de başımızı çıkardık, pencereden baktık. Altı yaşına girmemiş bir çocuğu şimendiferin tam geçeceği yolun yanında durmuş gördük. O iki muallim arkadaşlarıma dedim: İşte bu çocuk, lisan-ı haliyle sualimize tam cevap veriyor. Benim bedelime o mâsum çocuk bu seyyar medresemizde üstadımız olsun. İşte, lisan-ı hâli bu gelecek hakikati der: Bakınız, bu dabbetü’l-arz, dehşetli hücum ve gürültüsü ve bağırmasıyla ve tünel deliğinden çıkıp hücum ettiği dakikada, geçeceği yolda bir metre yakınlıkta o çocuk duruyor. O dabbetü’l-arz tehdidiyle ve hücumunun tahakkümüyle bağırarak tehdit ediyor. "Bana rast gelenlerin vay haline!" dediği halde, o mâsum, yolunda duruyor. Mükemmel bir hürriyet ve harika bir cesaret ve kahramanlıkla, beş para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor. Bu dabbetü’l-arzın hücumunu istihfaf ediyor ve kahramancıklığıyla diyor: "Ey şimendifer! Sen ra’d ve gök gürültüsü gibi bağırmanla beni korkutamazsın.
"Sebat ve metanetinin lisan-ı haliyle güya der: "Ey şimendifer, sen bir nizamın esirisin. Senin gemin, senin dizginin, seni gezdirenin elindedir. Senin bana tecavüz etmen haddin değil. Beni istibdadın altına alamazsın. Haydi yolunda git, kumandanının izniyle yolundan geç." İşte ey bu şimendiferdeki arkadaşlarım ve elli sene sonra fenlere çalışan kardeşlerim! Bu mâsum çocuğun yerinde Rüstem-i İrânî ve Herkül-ü Yunanî, o acip kahramanlıklarıyla beraber, tayy-ı zaman ederek o çocuk yerinde burada bulunduklarını farz ediniz. Onların zamanında şimendifer olmadığı için, elbette şimendiferin bir intizamla hareket ettiğine bir itikadları olmayacak. Birden bu tünel deliğinden, başında ateş, nefesi gök gürültüsü gibi, gözlerinde elektrik berkleri olduğu halde, birden çıkan şimendiferin dehşetli tehdit hücumuyla Rüstem ve Herkül tarafına koşmasına karşı, o iki kahraman ne kadar korkacaklar, ne kadar kaçacaklar! O harika cesaretleriyle bin metreden fazla kaçacaklar. Bakınız, nasıl bu dabbetü’l-arzın tehdidine karşı hürriyetleri, cesaretleri mahvolur. Kaçmaktan başka çare bulamıyorlar. Çünkü onlar, onun kumandanına
ve intizamına itikad etmedikleri için, mutî bir merkep zannetmiyorlar. Belki gayet müthiş, parçalayıcı vagon cesametinde yirmi arslanı arkasına takmış bir nevi arslan tevehhüm ederler. Ey kardeşlerim ve ey elli sene sonra bu sözleri işiten arkadaşlarım! İşte, altı yaşına girmeyen bu çocuğa o iki kahramandan ziyade cesaret ve hürriyet veren ve çok mertebe onların fevkinde bir emniyet ve korkmamak hâletini veren, o mâsumun kalbinde hakikatin bir çekirdeği olan şimendiferin intizamına ve dizgini bir kumandanın elinde bulunduğuna ve cereyanı bir intizam altında ve birisi onu kendi hesabıyla gezdirmesine olan itikadı ve itminanı ve imanıdır. Ve o iki kahramanı gayet korkutan ve vicdanlarını vehme esir eden, onların, onun kumandanını bilmemek ve intizamına inanmamak olan câhilâne itikatsızlıklarıdır. Bu temsilde, o mâsum çocuğun imanından gelen kahramanlık gibi, bin senede İslâm taifelerinin birkaç aşiretinin (Türk ve Türkleşmiş milletin) kalbinde yerleşen iman ve itikad cihetiyle, rû-yi zeminde yüz mislinden ziyade devletlere, milletlere karşı imanından gelen
bir kahramanlıkla, İslâmiyet ve kemalât-ı mâneviyenin bayrağını Asya ve Afrika’da ve yarı Avrupa’da gezdiren ve "Ölsem şehidim, öldürsem gaziyim" deyip ölümü gülerek karşılamakla beraber, dünyadaki müteselsil düşman hadisatlara kadar beşerin küllî istidadına karşı düşmanlık vaziyetini alan o dehşetli şimendiferlerin tehditlerine karşı imanın kahramanlığıyla mukabele edip korkmayan; kaza ve kader-i İlâhiyeye karşı imanın teslimiyetiyle korkmak, dehşet almak yerinde, hikmet ve ibret ve bir nevi saadet-i dünyeviyeyi kazanan, başta Türk ve Arap taifeleri ve bütün Müslüman kabileleri, o mâsum çocuk gibi fevkalâde bir mânevî kahramanlık gösterdikleri gösteriyor ki, istikbalin hâkim-i mutlakı, âhirette olduğu gibi, dünyada da İslâmiyet milliyetidir. O iki temsilde, o iki acip kahramanın pek acip korku ve telâşlarına ve elemlerine sebep, onların adem-i itikadları ve cehaletleri ve dalâletleri olduğu gibi; Risale-i Nur’un yüzer hüccetlerle ispat ettiği bir hakikati ki, bu risalenin mukaddemesinde bir iki misali söylenmiş, mesele şudur ki:
Küfür ve dalâlet, bütün kâinatı ehl-i dalâlete binler müthiş düşmanlar taifeleri ve silsileleri gösteriyor. Kör kuvvet, serseri tesadüf, sağır tabiat elleriyle, manzume-i şemsiyeden tut, ta kalbdeki verem mikroplarına kadar binler taife düşmanlar biçare beşere hücum ettiklerini ve insanın câmi mahiyeti ve küllî istidadatı ve hadsiz ihtiyacatı ve nihayetsiz arzularına karşı mütemadiyen korku, elem, dehşet ve telâş vermesiyle, küfür ve dalâlet bir cehennem zakkumu olduğunu ve bu dünyada da sahibini bir cehennem içine koyduğunu; din ve imandan hariç binler fen ve terakkiyat-ı beşeriye o Rüstem ve Herkül’ün kahramanlıkları gibi beş para fayda vermediğini, yalnız iptal-i his nevinden muvakkaten o elîm korkuları hissetmemek için sefahet ve sarhoşlukla şırınga ediyor. İşte, iman ve küfrün muvazenesi ahirette Cennet ve Cehennem gibi meyveleri ve neticeleri verdiği gibi, dünyada da imân bir mânevî cenneti temin ve ölümü bir terhis tezkeresine çevirmesini, ve küfür dünyada dahi bir mânevî cehennem ve hakikî saadet-i beşeriyeyi mahvetmesi ve ölümü bir idam-ı ebedî mahiyetine getirmesini kat’î bir his ve şuhuda istinad eden
Risale-i Nur’un yüzer hüccetlerine havale edip kısa kesiyoruz. Bu temsilin hakikatini görmek isterseniz, başınızı kaldırınız, bu kâinata bakınız. Ne kadar şimendifer misilli balon, otomobil, tayyare, berriye ve bahriye gemiler, karada, denizde havada kudret-i Ezeliyenin nizam ve hikmetle halk ettiği yıldızların kürelerine ve kâinat ecramına ve hâdisatın silsilelerine ve müteselsil vakıatlarına bakınız. Hem âlem-i şehadette ve cismanî kâinatta bunların vücudu gibi, âlem-i ruhanî ve mâneviyatta kudret-i ezeliyenin daha acip müteselsil nazîreleri var olduğunu, aklı bulunan tasdik eder, gözü bulunan çoğunu görebilir. İşte, kâinat içinde maddî ve mânevî bütün bu silsileler, imânsız ehl-i dalâlete hücum ediyor, tehdit ediyor, korku veriyor, kuvve-i mâneviyesini zîr ü zeber ediyor. Ehl-i imana değil tehdit ve korkutmak, belki sevinç ve saadet, ünsiyet ve ümit ve kuvvet veriyor. Çünkü ehl-i iman, iman ile görüyor ki, o hadsiz silsileleri, maddî ve mânevî şimendiferleri, seyyar kâinatları mükemmel intizam ve hikmet dairesinde birer vazifeye sevk eden bir Sâni-i Hakîm onları çalıştırıyor. Zerre miktar vazifelerinde
şaşırmıyorlar, birbirine tecavüz edemiyorlar. Ve kâinattaki kemâlât-ı san’ata ve tecelliyat-ı cemâliyeye mazhar olduklarını görüp kuvve-i mâneviyeyi tamamıyla eline verip, saadet-i ebediyenin bir nümunesini iman gösteriyor. İşte, ehl-i dalâletin imansızlıktan gelen dehşetli elemlerine ve korkularına karşı hiçbir şey, hiçbir fen, hiçbir terakkiyat-ı beşeriye buna karşı bir tesellî veremez, kuvve-i mâneviyeyi temin edemez. Cesareti zîr ü zeber olur. Fakat muvakkat gaflet perde çeker, aldatır. Ehl-i iman, iman cihetiyle değil korkmak ve kuvve-i mâneviyesi kırılmak, belki o temsildeki mâsum çocuk gibi, fevkalâde bir kuvvet-i mâneviye ve bir metanetle ve imandaki hakikatle onlara bakıyor. Bir Sâni-i Hakîmin hikmet dairesinde tedbir ve iradesini müşahede eder, evham ve korkulardan kurtulur. "Sâni-i Hakîmin emri ve izni olmadan bu seyyar kâinatlar hareket edemezler, ilişemezler" deyip anlar. Kemal-i emniyetle, hayat-ı dünyeviyesinde de derecesine göre saadete mazhar olur. Kimin kalbinde imandan ve din-i haktan gelen bu hakikat çekirdeği vicdanında bulunmazsa ve nokta-i istinadı olmazsa, bilbedahe, temsildeki Rüstem ve Herkül’ün cesaretleri ve
kahramanlıkları kırıldığı gibi, onun cesareti ve kuvve-i mâneviyesi muzmahil olur ve vicdanı tefessüh eder. Ve kâinatın hadisatına esir olur. Her ¸eye karşı korkak bir dilenci hükmüne düşer. İmanın bu sırr-ı hakikatini ve dalâletin de bu dehşetli şekavet-i dünyeviyesini Risale-i Nur yüzer kat’î hüccetlerle ispat ettiğine binaen, bu pek uzun hakikati kısa kesiyoruz. Acaba en ziyade kuvve-i mâneviyeye ve teselliye ve metanete ihtiyacını hissetmiş bu asırdaki beşer, bu zamanda o kuvve-i mâneviyeyi ve tesellîyi ve saadeti temin eden ve İslâmiyet ve imandaki nokta-i istinad olan hakaik-i imaniyeyi bırakıp, garplılaşmak ünvanıyla, İslâmiyet milliyetinden istifade yerine, bütün bütün kuvve-i mâneviyeyi kırıp ve teselliyi mahveden ve metanetini kıran dalâlet ve sefahete ve yalancı politika ve siyasete dayanmak, ne kadar maslahat-ı beşeriyeden ve menfaat-i insaniyeden uzak bir hareket olduğunu, pek yakın bir zamanda intibaha gelmiş, başta İslâm olarak, beşer hissedecek. Dünyanın ömrü kalmışsa Kur’ân’ın hakaikine yapışacak. • • • İşte, sabık temsil gibi, eski zamanda, Hürriyetin başında bazı dindar mebuslar, Eski
Said’e dediler: "Sen her cihette siyaseti, dine, şeriata âlet ediyorsun ve dine hizmetkâr yapıyorsun ve yalnız şeriat hesabına hürriyeti kabul ediyorsun. Ve meşrutiyeti de meşruiyet suretinde beğeniyorsun. Demek, hürriyet ve meşrutiyet şeriatsız olamaz. Bunun için seni de ’?eriat isteriz’ diyenlerin içine Otuz Bir Mart’ta dahil ettiler." Eski Said onlara demiş ki: Evet, millet-i İslâmiyenin sebeb-i saadeti yalnız ve yalnız hakaik-i İslâmiye ile olabilir. Ve hayat-ı içtimaiyesi ve saadet-i dünyeviyesi şeriat-ı İslâmiye ile olabilir. Yoksa adalet mahvolur. Emniyet zîr-ü zeber olur. Ahlâksızlık, pis hasletler galebe eder. İş yalancıların, dalkavukların elinde kalır. Size bu hakikati ispat edecek binler hüccetten bir küçük nümune olarak, bu hikâyeyi nazar-ı dikkatinize gösteriyorum: Bir zaman bir adam, bir sahrâda, bedevîler içinde ehl-i hakikat bir zatın evine misafir olur. Bakıyor ki, onlar mallarının muhafazasına ehemmiyet vermiyorlar. Hattâ ev sahibi, evinin köşesinde paraları oralarda açıkta bırakmış. Misafirhane sahibine dedi:
"Hırsızlıktan korkmuyor musunuz, böyle malınızı köşeye atmışsınız?" Hane sahibi dedi: "Bizde hırsızlık olmaz." Misafir dedi: "Biz paralarımızı kasalarımıza koyduğumuz ve kilitlediğimiz halde çok defalar hırsızlık oluyor." Hane sahibi demiş: "Biz emr-i İlâhî namına ve adâlet-i şer’iye hesabına hırsızın elini kesiyoruz." Misafir dedi: "Öyleyse çoğunuzun bir eli olmamak lâzım gelir." Hane sahibi dedi: "Ben elli yaşına girdim, bütün ömrümde bir tek el kesildiğini gördüm." Misafir taaccüp etti, dedi ki: "Memleketimizde her g¸n elli adamı hırsızlık ettikleri için hapse sokuyoruz. Sizin buradaki adaletinizin yüzde biri kadar tesiri olmuyor." Hane sahibi dedi:
"Siz büyük bir hakikatten ve acip ve kuvvetli bir sırdan gaflet etmişsiniz, terk etmişsiniz. Onun için adaletin hakikatini kaybediyorsunuz. Maslahat-ı beşeriye yerine adalet perdesi altında garazlar, zâlimâne ve tarafgirâne cereyanlar müdahale eder, hükümlerin tesirini kırar. O hakkatin sırrı budur: "Bizde bir hırsız elini başkasının malına uzattığı dakikada hadd-i şer’înin icrasını tahattur eder. Arş-ı İlâhîden nâzil olan emir hatırına gelir. İmânın hassasıyla, kalbin kulağıyla, kelâm-ı ezelîden gelen ve hırsız elinin idamına hükmeden âyetini hissedip işitir gibi iman ve itikadı heyecana ve hissiyat-ı ulviyesi harekete gelir. Ruhun etrafından, vicdanın derin yerlerinden, o sirkat meyelânına hücum gibi bir hâlet-i ruhiye hâsıl olur. Nefis ve hevesten gelen meyelân parçalanır, çekilir. Git gide, o meyelân bütün bütün kesilir. Çünkü, yalnız vehim ve fikir değil, belki mânevî kuvveleri (akıl, kalb ve vicdan) birden o hisse, o hevese, hücum eder.
"Hırsız erkeğin ve hırsız kadının da elini kesin." Mâide Sûresi, 5:38.
Hadd-i şer’îyi tahattur ile ulvî zecr ve vicdanî bir yasakçı o hissin karşısına çıkar, susturur. "Evet, iman, kalbde, kafada daimî bir mânevî yasakçı bıraktığından, fena meyelânlar histen, nefisten çıktıkça ’yasaktır’ der, tard eder, kaçırır. "Evet, insanın fiilleri kalbin, hissin temayülâtından çıkar. O temayülât, ruhun ihtisasatından ve ihtiyacatından gelir. Ruh ise, iman nuru ile harekete gelir. Hayır ise yapar, şer ise kendini çekmeye çalışır. Daha kör hisler onu yanlış yola sevk edip mağlûp etmez. "Elhasıl: Had ve ceza, emr-i İlâhî ve adalet-i Rabbaniye namına icra edildiği vakit, hem ruh, hem akıl, hem vicdan, hem insaniyetin mahiyetindeki lâtifeleri müteessir ve alâkadar olurlar. İşte bu mânâ içindir ki, elli senede bir ceza, sizin her gün müteaddit hapsinizden ziyade bize fayda veriyor. Sizin adalet namı altındaki cezalarınız, yalnız vehminizi müteessir eder. Çünkü biriniz hırsızlığa niyet ettiği vakit, millet, vatan maslahatı ve menfaati hesabına cezaya çarpılmak vehmi gelir. Yahut insanlar eğer bilseler ona fena nazarla bakarlar. Eğer aleyhinde tebeyyün etse, hükûmet de
onu hapsetmek ihtimali hatırına geliyor. O vakit yalnız kuvve-i vâhimesi cüz’î bir teessür hisseder. Halbuki nefis ve hissinden çıkan-hususan ihtiyacı da varsa-kuvvetli bir meyelân galebe eder. Daha o fenalıktan vazgeçmek için o cezanız fayda vermiyor. Hem de emr-i İlâhî ile olmadığından, o cezalar da adalet değil. Abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi battal olur, bozulur. Demek, hakikî adalet ve tesirli ceza odur ki, Allah’ın emri namıyla olsun. Yoksa tesiri yüzden bire iner. "İşte bu cüz’î sirkat meselesine sair küllî ve şümullü ahkâm-ı İlâhiye kıyas edilsin. Tâ anlaşılsın ki, saadet-i beşeriye dünyada adaletle olabilir. Adalet ise, doğrudan doğruya Kur’ân’ın gösterdiği yol ile olabilir." Hikâyenin hülâsası bitti. Eğer beşer çabuk aklını başına alıp adalet-i İlâhiye namına ve hakaik-i İslâmiye dairesinde mahkemeler açmazsa, maddî ve mânevî kıyametler başlarına kopacak, anarşilere, Ye’cüc ve Me’cüclere teslim-i silâh edecekler diye kalbe ihtar edildi. İşte bu hikâyeyi o zamandaki bazı dindar meb’uslara Eski Said söylemiş. Ve iki defa
tab edilen Arabî Hutbe-i Şamiye’nin zeylinde kırk beş sene evvel yazılmış. HAŞİYE5 Şimdi bu hikâye ile evvelki temsil, o zamandan ziyade tam bu zamanın dersi olmasından, berâ-yı malûmat hakikî dindar meb’usların nazarına medar-ı ibret için gösteriyoruz. Said Nursî
HAŞİYE5 Hutbe-i Şâmiye namında matbu Arabî risaleyi, Arabî bilmediğimiz için Üstadımızdan rica ettik ki, bize bir-iki gün ders ver. Birkaç gün zarfında söylediği dersin takririni kaleme aldık. Üstadımız dersi verdiği vakit, bazı cümlelerini zihnimizde tam yerleştirmek için tekrar ederdi. Âhirdeki temsil ve hikâyeyi izahlı bulduğumuzdan, en evvel onları üniversitelilerin ve dindar meb’usların nazarlarına göstermemizin sebebi: Üstadımız derse başladığı vakit "Eski zamanda şimendiferde mektepli o iki muallim yerine sizleri; ve bana şeriatın hakkındaki sual soran kırk beş sene evvelki meb’uslar yerine, şimdiki hakikî dindar meb’usları kabul ve tasavvur edip öylece konuşuyorum" dediği için, biz de ehl-i maarif ve dindar mebuslara, berâ-yı mâlûmat bu dersimizi gösteriyoruz. Sonra isterlerse Hutbe-i ?âmiye’den bütün dersimizi göstereceğiz. Münasip görülse neşir de edeceğiz. Âlem-i İslâmdaki siyaset-i İslâmiyeye dair Üstadımızdan bir ders almak isterdik. Halbuki otuz beş seneden beri siyaseti terk ettiğinden Eski Said’in siyaset-i İslâmiyeye temas eden bu Hutbe-i Şâmiye tercümesi Eski Said hesabına bir derstir. Tahirî, Zübeyir, Bayram, Ceylân,Sungur, Abdullah, Ziya, Sadık,Salih, Hüsnü, Hamza
(Kırk iki sene evvel dini certdeler de neşredilen Said’in makàlesidir.)
Yaşasın Şeriat-ı Garrâ!..
26 Şubat 324 Dinî Ceride, 73. Mart 1909
Ey meb’usân! Uzunluğu ile berâber gàyet mûciz bir tek cümle söyleyeceğim. Dikkat ediniz, zîrâ itnâbında îcaz var. Şöyle ki: Meşrûtiyet ve kànun-u esâsî denilen adâlet ve meşveret ve kànunda cem’-i kuvvet, bu ünvan ile berâber, asıl Mâlik-i Hakikî ve sâhib-i Bu târih 1951 senesine âittir
ünvân-ı muhteşem (1) ve müessir ve adâlet-i mahzâyı mutazammın (2) ve nokta-i istinâdımızı temin eden (3) ve meşrûtiyeti bir esâs-ı metîne istinâd ettiren (4) ve ehvam ve şükûk sâhibini varta-i hayretten kurtaran (5) ve istikbal ve âhiretimizi tekeffül eden (6) ve menâfi-i umûmiye olan hukûkullâhı izinsiz tasamıftan sizi tahlis eden (7) ve hayât-ı milliyemizi muhafaza eden (8) ve umum ezhânı manyetizmalandıran (9) ve ecânibe karşı metânetimizi vé kemâlimizi ve mevcûdiyetimizi gösteren (10) ve sizi muâheze-i dünyeviye ve uhreviyeden kurtaran (11) ve maksat ve neticede ittihad-ı umûmiyeyi tesis eden ( 12) ve o ittihadın rûhu olan efkâr-ı âmmeyi tevlid eden (13) ve çürük mesâvi-i medeniyeti hudûd-u hürriyet ve medeniyetimize girmekten yasak eden (1·4) ve bizi Avrupa dilenciliğinden kurtaran ( 15) ve geri kaldığımız uzun mesâfe-i terakkîde-sırr-ı i’câza binâen-bir zamân-ı kâsirede tayyettiren (16) ve Arap ve Turan ve İran ve Sâmileri tevhid ederek az zamanla bize bir büyük kıymet veren (17) ve şahs-ı mânevî-i hükûmeti Müslüman gösteren (18) ve Kànun-u Esâsînin ruhunu ve On Birinci Maddeyi muhafaza ile sizi hıns-ı yeminden kurtaran (19) ve Avrupa’nın
eski zann-ı fasidlerini tekzib eden (20) Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm hâtem-i enbiyâ ve Şeriatın ebedî olduğunu tasdik ettiren (21) ve muharrib-i medeniyet olan dinsizliğe karşı sed çeken (22) ve zulmet-i tebâyün-ü efkâr ve teşettüt-ü ârâyı safha-i nûrânîsi ile ortadan kaldıran (23) ve umum ulemâ ve vâizleri ittihad ve saadet-i millete ve icraat-ı hükûmeti meşrûta-i meşruaya hâdim eden (24) ve adâlet-i mahzâsı merhametli olduğundan anâsır-ı gayr-ı müslimeyi daha ziyâde te’lif ve rapteden (25) ve en cebîn ve âmi adamı en cesur ve en has adam gibi hiss-i hakikî-i terakkî ve fedakârlık ve hubb-u vatanla mütehassis eden (26) ve hadim-i medeniyet olan sefâhet ve isrâfat ve havâyic-i gayr-i zarûriyeden bizi halâs eden (27) ve muhafaza-i âhiretle berâber imârı dünyâ etmekle sa’ye neşat veren (28) ve hayaât-ı medeniyet olan ahlâk-ı hasene ve hissiyât-ı ulviyenin düsturlarını öğreten (29) ve herbirinizi, ey meb’uslar elli bin kişinin takazasını, yâni haklarını sizden dâvâ etmelerini hakkınızda tebrie eden (30) ve sizi icmâ-i ümmete küçük bir misâl-i meşrû gösteren (31) ve hüsn-ü niyete binâen a’mâlinizi ibâdet gibi ettiren
(32) ve üç yüz milyon Müsl.ümanın hayât-ı mâneviyesine sû-i kasd ve cinâyetten sizi tahlis eden (33) ol "Şeriat-ı Garra" ünvâniyle gösterseniz ve hükümlerinize me’haz edinseniz ve düsturlarını tatbik etseniz; acabâ bu kadar fevâidi ile berâber ne gibi şey kaybedeceksiniz? Vesselâm. Yaşasın Şeriat-ı Garra! Said Nursi
umum enbiyanın memâlik-i İslâmiye ve Osmaniyeden zuhuru kader-i İlâhiyenin bir işaret ve remzidir ki, bu memleket insanlarının makina-i tekemmülâtının buharı diyanettir. Ve bu Asya ve Afrika tarlasının ve Rumeli bostanının çiçekleri, ziyâ-yı İslâmiyet ile neşv ü nema bulacaktır. Dünya için din feda olunmaz. Gebermiş istibdadı muhafaza için vaktiyle mesâil-i Şeriat rüşvet verilirdi. Dinin mes’eleleri terk ve feda edilmesinden, zarardan başka ne faydası görüldü? Milletin kalb hastalığı, zåf-ı diyàtnettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir. Bizim cemaatimizin meşrebi, muhabbete muhabbet ve husûmete husûmettir. Yâni, beyne’I-İslâm muhabbete imdat ve husumet askerini bozmaktır. Mesleğimiz ise ahlâk-ı Ahmediye (a.s.m.) ile tahallük ve Sünnet-i Peygamberîyi ihya etmektir. Ve rehberimiz, Şeriat-ı Garra ve kılıncımız da, berâhin-i kàtıa ve maksadımız Îlâ-yı, Kelimetullahtır. Cemaatimize herbir mü’min mânen müntesibdir. Sûreten intisab ise, Sünnet-i Nebebiyeyi kendi âleminde ihyaya azm-i kat’î iledir. En evvel mürşid-i umumî olan ulema ve meşâyih ve talebeyi, Şeriat nâmına ittihada dâvet ederiz. Said Nursî
Gazeteci denilen huteba-i umumî iki kıyas-ı fâsidle milleti bataklığa düşürtmüştür. Birincisi: Vilâyatı, İstanbul’a kıyas ederek... Halbuki elifbayı okumayan çocuklara felsefe dersi verilse sathî olur. İkincisi: İstanbul’u Avrupa’ya kıyas etmişler. Halbuki, bir erkek, kadının kametinden istihsan ettiği libası giyinse maskara ve rezil olur. Said Nursî
Biz "KaIu Belâ"dan Cemiyet-i Muhammedîde (a.s.m.) dâhiliz. Cihetü’l-vahdet-i ittihadımız, Tevhiddir. Peyman ve yeminimiz, îmandır. Mâdem ki muvahhidiz, müttehidiz. Her bir mü’min, İlâ-yı Kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakkî etmektir. Zira, ecnebiler, fünun ve sanayi silâhiyle bizi istibdad-ı mânevîleri altında eziyorlar. Biz de fen ve sanat silâhiyle, Îlâ-yı Kelimetullahın en müthiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilâf-ı efkâra cihad edeceğiz. Ama, cihad-ı hâricîyi, Şeriat-ı Garranın berâhin-i katıasının elmas kılınçlarına havâle edeceğiz. Zîra, medenîlere galebe çalmak iknâ iledir. Söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedâileriyiz. Husumete vaktimiz
yoktur. Cumhuriyet ki, HAŞİYE adâlet ve meşveret ve kànunda inhisâr-ı kuvvetten ibârettir. On üç asır evvel Şeriat-ı Garra teessüs ettiğinden, ahkâmda Avrupa’ya dilencilik etmek, dini İslâma büyük bir cinâyettir. Ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir. Kuvvet kànunda olmalı. Yoksa istibdat tevzî olunmuş olur. hâkim ve âmir-i vicdanî olmalı. O da; mârifet-i tam ve medeniyet-i âmm veyâhut din-i İslâm namıyla olmalı. Yoksa istibdat daima hükümfermâ olacaktır. İttifak hüdâdadır, hevâda ve heveste değil. İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar. Her şey hür oldu. Şeriat da hürdür, meşrutiyet de. Mesâil-i Şeriátı rüşvet verméyeceğiz. Başkasının kusuru, insanın kusuruna senet ve özür olamaz. Yeis mâni-i her kemâldir. "Neme lâzım, başkası düşünsün" istibdadın yadigârıdır. Bu cümlelerin mâbeynini rabtedecek olan mukaddematı, Türkçe bilmediğim için mütâliînin fikirlerine havale ediyorum, Said Nursi
Arapça ibâre: Şüphesiz ki, Allah kuvvetli ve metânet sâhibidir.
HAŞİYE: O zaman meşrutiyet, şimdi o kelime yerine Cumhuriyet konuimuş.
Tarîk-ı Muhammedî (a.s.m), şüphe ve hil münezzeh olduğundan, şüphe ve hileyi ima eden gizlemekten de müstağnîdir. Hem de o derece azîm ve geniş ve muhit bir hakikat, bahusus bu zaman ehline karşı hiçbir cihetle saklanmaz. Bahr-ı umman nasıl bir destide saklanacak! Tekraren söylüyorum ki, ittihad-ı İslâm hakikatında olan ittihad-ı Muhammedînin (a.s.m.) cihetü’l-vahdeti Tevhid-i İlâhîdir. Peyman ve yemini de îmandır. Müntesibîni, umum mü’minlerdir. Nizamnâmesi, sünen-i Ahmediyedir (a.s.m.). Kànunu, evâmir ve nevâhi-i şer’iyedir. Bu ittihat; âdetten değil, ibâdettir. İhfa, havf; riyâdandır. Farzda riyâ yoktur. Bu zamanın en büyük farz vazîfesi, ittihad-ı İslâmdır. Ittihadın hedef ve maksadı; o kadar uzun, münşaib, muhit, merâkiz ve maâbid-i İslâmiyeyi birbirine rabtettiren bir silsile-i nuraniyi
ihtizaza getirmekle onunla merbut olanları ikaz ve tarîk-ı terakkiye bir hâhiş ve emr-i vicdanî ile sevk etmektir. Bu ittihadın meşrebi mabbettir. Husumet ise, cehalet ve zaruret nifakadır. Gayr-i müslimler emin olsunlar ki bu ittihadımız bu üç sıfata hücumdur. Gayr-i müslime karşı harekecimiz iknadır. Zira, onları medenî biliriz. Ve İslâmiyeti mahbub ve ulvî göstèrmektir. Zira, onlan munsıf zannediyoruz. Lâübaliler iyi bilsinler ki, dinsizlikle kendilerini hiçbir ecnebiye sevdiremezler. Zîra, mesleksizliklerini göstermiş olurlar. Mesleksizlik, anarşilik sevilmez. Ve bu ittihada tahkik ile dahil olanlar, onları taklit edip çıkmazlar. İttihad-ı Muhammedî (a.s.m.) olan ittihad-ı İslâm’ın efkâr ve meslek ve hakikatını, etkâr-ı umumiyeye arz ederiz. Kimin bir itirazı varsa etsin; cevaba hazırız.
Farsça ibâre: Cihânın bütün arslanlarının bağlandığı bu zinciri hilekâr bir tilkinin koparmasına imkân var mıdır?
Neşrettiğim fihriste-i makasıddan terk ettiğim bir fıkradır. Şöyle ki: Zahiren hariçten cereyan eden maarif-i cedidenin bir mecrâsı da bir kısım ehl-i medrese olmalı. Tâ gıll ü gıştan tasaffi etsin. Zira, bulanıklığıyla başka mecrâdan taaffün ile gelmiş. Ve atâlet bataklığından neş’et ve istibdat sümumu ile teneffüs eden ve zulüm tazyikiyle ezilen efkâra bu müteaffin su, bazı aksülâmel yaptığından, misfat-ı şeriat ile süzdürmek zarurîdir. Bu da ehl-i medresenin dûş-u himmetine muhavveldir.
İttihad-ı Muhammedî (aleyhissalâtü vesselâm) cemaatine isnad ettikleri dokuz evham-ı fâsideyi reddedeceğim. Birinci vehim: Böyle nazik bir zamanda din meselesini ortaya atmak münasip görülmüyor. Elcevap: Biz dini severiz. Dünyayı da yine din için severiz. Saniyen: Madem ki Meşrutiyette hakimiyet millettedir. Mevcudiyet-i milleti göstermek lâzımdır. Milletimiz de yalnız İslâmiyettir. Zira Arap, Türk, Kürt, Arnavut, Çerkez ve Lâzların Dinsiz dünyada hayır yoktur.
en kuvvetli ve hakikatli revâbıt ve milliyetleri İslâmiyetten başka bir şey değildir. Nasıl ki az ihmal ile tevâif-i mülûk temelleri atılmakta ve on üç asır evvel ölmüş olan asabiyet-i cahiliyeyi ihyâ ile fitne ikaz olunmaktadır. Ve oldu gördük... İkinci vehim: Bu ünvan, tahsisiyle, müntesip olmayanları vehim ve telâşa düşürüyor. Elcevap: Evvel de söylemiştim. Ya mütalâa olunmamış veya su-i tefehhüme uğramış olduğundan, tekrarına mecbur oldum. Şöyle ki: İttihad-ı İslâm olan İttihad-ı Muhammedî (aleyhissalâtü vesselâm) dediğimiz vakit, umum mü’minlerin mabeyninde bilkuvve veya bilfiil sabit olan ittihad murattır. Yoksa, İstanbul ve Anadolu’daki cemaat murad değildir. Amma bir katre su da, sudur. Bu ünvandan tahsis çıkmaz. Tarif-i hakikîsi şöyledir: Esas temeli, şarktan garba, cenuptan şimale mümted ve merkezi Haremeyn-i Şerifeyn ve cihet-i vahdeti tevhid-i İlâhî; peyman ve yemini imân; nizamnamesi, sünnet-i Ahmediye (aleyhissalâtü vesselâm); kanunnamesi, evâmir ve nevâhî-i şer’iye; kulüp ve encümenleri,
umum medâris, mesâcid ve zevâyâ; o cemiyetin ilelebed ve muhalled naşir-i efkârı, umum kütüb-ü İslâmiye ve her vakit nâşir-i efkârı başta Kur’ân ve tefsirleri (ve bu zamanda bir tefsiri, Risale-i Nur) ve i’lâ-yı kelimetullahı hedef ve maksat eden umum dinî ve müstakim ceraiddir. Müntesibîni, umum mü’minlerdir. Reisi de Fahr-i Âlemdir (aleyhissalâtü vesselâm). Şimdi istediğimiz nokta, mü’minlerin teveccühleri ve teyakkuzlarıdır. Teveccüh-ü umumînin tesiri inkâr edilmez. İttihadın hedefi ve maksadı i’lâ-yı kelimetullah ve mesleği de kendi nefsiyle cihâd-ı ekber ve başkalarını da irşaddır. Bu mübarek heyetin yüzde doksan dokuz himmeti siyaset değildir. Siyasetin gayrı olan hüsn-ü ahlâk ve istikamet ve saire gibi makasıd-ı meşruaya masruftur. Zira bu vazifeye müteveccih olan cemiyetler pek az, kıymet ve ehemmiyeti ise pek çoktur. Ancak yüzde biri, siyasiyunu irşad tarikiyle siyasete taallûk edecektir. Kılıçları, berâhin-i kat’iyedir. Meşrepleri de muhabbet olduğu gibi beyne’l-mü’minîn uhuvvet çekirdeğinde mündemiç olan muhabbete şecere-i tûba gibi neşvünema vermektir.
Üçüncü vehim: Bu cemiyetin, tefrikadan ve başkalarına tevlid-i ye’sden başka ne faydası var? Elcevap: Bu, tefrik değil, tevhiddir. Ye’s değil, ümit verir. O hakikat-ı uzmâ ki, nısf-ı küre-i arzda meknuz-u uruk-u zeheb gibi bir köşesini keşif ile tecellî etmiş yeni bir şu’ledir. Bahr-i Umman bir testide sığışmadığı gibi, İttihad-ı Muhammedî de Volkan idarehanesinde veya İstanbul’da sıkışıp kalmayacaktır. Belki şimdiki kuvveden fiile çıkmış bir parça İttihad-ı Muhammedî, karu’l-âsâ gibi ikazdan ibarettir. Hem de o derece uzun ve müteselsil ve merâkiz-i İslâmiyeyi birbirine rabteden silsile-i nuraniyi ihtizaza getirmekle, onunla merbut umum mü’minleri, İ’lâ-yı Kelimetullahın bu zamanda en büyük vasıtası olan maddeten ve mânen terakkiyata bir şevk ve âmir-i vicdânî ile sevk etmektir. Zira istibdat ve tahakkümden tahallus, hâhiş ve şevk-i vicdanî ile sevk olur. Halbuki binde bir tane münevverü’l-fikirdir; vicdanen mütehassis oluyor.
Hiss-i dîn ile olsa, ehass-ı havâs ve en âmi, hiss-i din ile mütesâviyen tarik-i terakkîde münevverü’l-fikir gibidirler. Hem de tenvir-i fikre sebep olan mârifet-i âmm veya medeniyet-i tâm bizde olmadığı için, nûru’n-nur olan dîn-i İslâmı menar etmeliyiz. Tâ âheng-i terakkî muhtell olmasın. Dördüncü vehim: İçimizdeki gayr-i müslimler ürkecekler veya bahane tutacaklar. Elcevap: Bahane tutmak çocukluktur ve hâinliktir. Ürkmek ise cehalet veya tecâhüldür. Zira gayr-i müslimler kurûn-u vustâda ve vahşi oldukları zamanlarda ferman-ı ile bu kadar edyan ve akvâm-ı muhtelife medeniyet-i İslâmiyede masum kaldıklarından, İslâmiyetin ulüvv-ü cenabı ve gayr-i müslim tevehhüm ettikleri mahzurun ademi, güneş gibi tezahür ediyor. Hem de gayr-i müslimlerin selâmeti vatanın saâdeti iledir. Ve meşrutiyetin devamı, ruhu, nokta-i istinadı ve mürşidi, şeriat ve milliyetimiz olan İslâmiyet olduğundan gayr-i müslimler bu ittihaddan ürkmek değil, takdis ve ünsiyet etmek lâzımdır.
Beşinci vehim: Ecnebîlerin bundan tevahhuş etmek ihtimali var. Elcevap: Bu ihtimale ihtimal verenler mütevahhiştir. Zira merkez-i taassuplarında İslâmiyetin ulviyetine dair konferanslarla HAŞİYE6 takdis etmeleri bu ihtimali reddeder. Hem de düşmanlarımız onlar değil; asıl bizi bu kadar düşürüp i’lâ-yı kelimetullaha mâni olan ve cehalet neticesi olan muhalefet-i şeriattır. Ve zaruret ve onun semeresi olan su-i ahlâk ve harekettir ve ihtilâf ve onun mahsulü olan ağraz ve nifaktır ki, ittihadımız bu üç insafsız düşmana hücumdur. Amma ecnebîlerin vahşî oldukları kurun-u vustada, İslâmiyet vahşete karşı husumet ve taassuba mecbur olduğu halde adalet ve itidalini muhafaza etmiş. Hiçbir vakit engizisyon gibi etmemiş. Ve zaman-ı medeniyette ecnebîler medenî ve kuvvetli olduklarından, zararlı olan husumet ve taassup zâil olmuştur. Zira din nokta-i nazarından medenîlere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değildir. Ve İslâmiyeti, mahbup ve ulvî olduğunu, evâmirine imtisalen
HAŞİYE6 Bismarck ve Mister Carlyle gibilerin malûm beyanatlarına işaret eder.
ef’al ve ahlâk ile göstermekledir. İcbar ve husumet, vahşîlerin vahşetine karşıdır. Altıncı vehim: Bazıları, "Sünnet-i Nebeviyeyi hedef-i maksat eden ittihad-ı İslâm, Hürriyeti tehdit eder ve levâzım-ı medeniyeye münâfidir" diyorlar. Elcevap: Asıl mü’min hakkıyla hürdür. Sâni-i Âleme abd ve hizmetkâr olan, halka tezellüle tenezzül etmemek gerektir. Demek, ne kadar imana kuvvet verilse, hürriyet de o kadar kuvvet bulur. Amma hürriyet-i mutlak ise, vahşet-i mutlakadır, belki hayvanlıktır. Tahdid-i hürriyet dahi insaniyet nokta-i nazarından zarurîdir. Saniyen: Çocukluk tabiatı ile, hevâ ve heves ile aldatıcı zünub ve mesâvi-i medeniyet mehasin zannolunuyor. Halbuki medeniyetin hiçbir hakikatlı mehasini yoktur ki İslâmiyette sarahaten veya zımnen veya iznen o veya daha ahseni bulunmasın! Salisen: Bazı sefih ve lâübaliler hür yaşamak istemediklerinden, nefs-i emmarenin esaret-i rezilesi altına girmek istiyorlar. Elhasıl: Şeriat dairesinden hariç olan hürriyet, ya istibdat veya esaret-i nefis veya canavarcasına hayvanlık veya vahşettir. Böyle lâübaliler ve zındıklar iyi bilsinler ki, dinsizlikle ve sefahetle sahib-i vicdan hiçbir ecnebîye kendilerini sevdiremezler ve benzetemezler. Zira mesleksiz ve sefih sevilmez. Ve bir
kadına yakışır, istihsan ettiği libası, erkek giyse maskara olur. Yedinci vehim: İttihad-ı İslâm cemaati, sair cemiyet-i diniye ile şakku’l-âsâdır. Rekabet ve münaferatı intaç eder. Elcevap: Evvelâ umur-u uhreviyede haset ve müzahemet ve münakaşa olmadığından, bu cemiyetlerden hangisi münakaşaya, rekabete kalkışsa, ibadette riya ve nifak etmiş gibidir. Saniyen: Muhabbet-i din saikasıyla teşekkül eden cemaatlerin iki şartla umumunu tebrik ve onlarla ittihad ederiz. Birinci şart: Hürriyet-i şer’iyeyi ve âsâyişi muhafaza etmektir. İkinci şart: Muhabbet üzerinde hareket etmek, başka cemiyete leke sürmekle kendisine kıymet vermeye çalışmamak; birinde hatâ bulunsa, müfti-i ümmet olan cemiyet-i ulemâya havale etmektir. Salisen: İ’lâ-yı kelimetullahı hedef-i maksat eden cemaat, hiçbir garaza vasıta olamaz. İsterse de muvaffak olamaz. Zira nifaktır. Hakkın hatırı âlidir, hiçbir şeye feda olunmaz. Nasıl Süreyya yıldızları süpürge olur veya
üzüm salkımı gibi yenilir? Şems-i hakikate "püf, üf" eden, divaneliğini ilân eder. Ey dinî cemiyetler! Maksadımız, dinî cemaatlar maksatta ittihad etmelidirler. Mesalikte ve meşreplerde ittihad mümkün olmadığı gibi, caiz de değildir. Zira taklit yolunu açar ve "Neme lâzım, başkası düşünsün" sözünü de söylettirir. Sekizinci vehim : Ehl-i İttihad-ı İslâm olan buradaki cemiyete, mânen gibi sureten de intisap edenlerin ekserisi avâm, bir kısmı da meçhulü’l-hal olduğundan, fitne ve ihtilâfı imâ ediyor. Elcevap: Belki, ağraza adem-i müsaadesine binaendir. Hem de, madem maksadı ittihad ve ilâ-yı kelimetullahtır; teşebbüsat ve harekâtı da ibadettir. İbadet camiinde şah ve gedâ birdir. Müsavat hakikî düsturdur. İmtiyaz yoktur. Zira en ekrem, en müttakîdir. Ve en müttakî, en mütevâzidir. Binaenaleyh, mânen asıl hakikat, ittihada intisap ile beraber sureten onun nümunesi olan bu uhrevî ve sırf dinî cemaate intisap ile teşerrüf edecek. Yoksa şeref vermeyecektir. Bir katre, bahr-ı ummanı tezyid edemez. Hem de, bir günah-ı kebire ile
imandan çıkmadığı gibi; şems garptan tulû etmediğinden, tevbenin kapısı da açıktır. Bir desti müteneccis su, bir denizi tencis etmediği gibi, kendi de temizlendiğinden, şimdi bu nümune-i ittihada intisap eden adama şartımız olan sünnet-i Nebeviyeyi (aleyhissalâtü vesselâm) ihyâ ve evâmirine imtisal ve nevâhîden içtinap ve asâyişe ilişmemek, elinden gelse azm-i kat’î ile dahil olan bazı meçhulü’l-hal olanlar, bu hakikat-i âliyeyi lekedar etmez. Zira kendi lekedar olsa da, imanı mukaddestir. Rabıta da imandır. Bu ünvan-ı mukaddese böyle bahaneyle leke sürmek İslâmiyetin kıymet ve ulviyetini bilmemekle beraber, kendini ahmaku’n-nas ilân etmektir. Nümune-i ittihad olan cemaatimize-sair cem’iyât-ı dünyeviyeye kıyasen-leke sürmeyi, târiz etmeyi cemî kuvvetimizle reddederiz. İstifsar tarikiyle bir itirazları olursa, cevaba hazırız. İşte meydan! Benim dahil olduğum cemaat, burada tafsil ettiğim İttihad-ı İslâmdır. Yoksa muterizlerin bâtıl tevehhüm ettikleri cemiyet-i mütehayyile değildir. Bu dinî heyet efradı, şarkta olsa, garpta olsa, cenupta olsa, şimalde olsa beraberiz.
Dokuzuncu vehim: Cemiyetlerde teşebbüsât-ı hafiyye olduğu halde, İttihad-ı Muhammedînin izhâr-ı serâiri neden lüzum görülmüş? Elcevap: İslâmiyet âşikâredir. Hem de kuvve-i ittisâiyesi tazyik olunsa âleme zelzele verecek. Hem de ihfâ, hîle ve şüpheyi dâvet ettiğinden, hile ve şüpheden münezzeh olan hakikat, hafâdan da müstağnidir. Hem de hile, terk-i hile ve doğruluktur. Hem de başka cemiyete kıyas olunmaz. Zira onlar teessüse başlıyorlar, bu ise müesses iken bazı köşelerden tecellî ediyor. Hem de bidayet-i İslâmda kırk oldu, saklanmadı; nasıl üç yüz milyondan sonra gizlenecek? Hem de bir şeyi akıl görür, kabul eder. Fikir uğraşır, teslim eder. Bir hakikat hafâ perdesini kabul etmez. Yüz bin defa cemî mü’minlerin lisanıyla deriz: Yaşasın Şeriat-ı Garrâ! İttihad-ı Muhammedî’nin en küçük efradından Bediüzzaman Said-i Nursî • • • Sual: Sen imzanı bazen "Bediüzzaman" yazıyorsun. Lâkap medhi imâ eder.
Cevap: Medih için değildir. Kusurlarımı, sened-i özrümü, mazeretimi bu ünvan ile ibraz ediyorum. Zira bedi, garip demektir. Benim ahlâkım, suretim gibi ve üslûb-u beyanım, elbisem gibi gariptir, muhaliftir. Görenekle revaçta olan muhakemat ve esalibi, benim üslûp ve muhakematımla mikyas ve mihenk itibar yapmamayı bu ünvanın lisan-ı haliyle rica ediyorum. Hem de muradım, "bedî," acip demektir. -1- masadak oldum. Bir misali budur: Bir senedir İstanbul’a geldim, yüz senenin inkılâbatını gördüm. -2- Cemî mü’minlerin lisanıyla insanların adedi kadar deriz: Yaşasın Şeriat-ı Ahmedî! (aleyhissalâtü vesselâm). Bediüzzaman Said Nursî • • •
1 Ömrüm hakkı için, nedense bütün acaiplikler beni buluyor. Sanki acaibin gözünde dahi ben bir acîbeyim!
Biraderim Başmuharrir Beye, Edipler edepli olmalıdırlar. Hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddip olmalıdırlar. Matbuat nizamnamesini vicdanlarındaki hiss-i diyanet tanzim etsin. Zira bu inkılâb-ı şer’iye gösterdi ki, vicdanlarda hükümferma, nuru’n-nur olan hamiyet-i İslâmiyedir. Hem de anlaşıldı ki, ittihad-ı İslâm umum askere ve umum ehl-i imana şâmildir. Hariç kimse yoktur. Said Nursî • • •
Hutbe-i Şâmiye’nin birinci zeylinin zeylinden son parçadır (31 Mart hâdisesinde isyan eden sekiz taburu itaate getiren ve musibeti yüzden bire indiren iki derstir ki dinî ceridelerde 1325’de neşredilmiştir.-Milâdî 1909) Kahraman askerlerimize Ey şanlı asâkir-i muvahhidîn! Ve ey bu millet-i mazlumeyi ve mukaddes İslâmiyeti iki defa büyük vartadan tahlis eden muhteşem kahramanlar! Cemal ve kemaliniz, intizam ve inzibattır. Bunu da hakkıyla en müşevveş bir zamanda gösterdiniz. Ve hayatınız ve kuvvetiniz itaattir. Bu meziyet-i mukaddeseyi en ufak âmirinize karşı bile irae ediniz. Otuz milyon Osmanlı
ve üç yüz milyon İslâmın nâmusu artık sizin itaatinize bağlıdır. Sancak ve tevhid-i İlâhî sizin yed-i şecaatinizdedir. Sizin o mübarek elinizin kuvveti de itaattir. Sizin zabitleriniz, müşfik pederlerinizdir. Kur’ân ve hadis ve hikmet ve tecrübe ile sabittir ki, haklı âmire itaat farzdır. Malûmunuzdur ki, otuz üç milyon nüfus, yüz sene zarfında böyle iki inkılâbı yapamadı. Sizin o itaatten neşet eden hakikî kuvvetiniz, umum millet-i İslâmiyeyi medyun-u şükran etti. Bu şerefi hakkıyla teyid etmek, zabitlerinize itaatledir. İslâmiyetin namusu da o itaattedir. Biliyorum ki, müşfik pederleriniz olan zabitlerinizi mes’ul etmemek için işe karıştırmadınız. Şimdi ise iş bitti. Zâbitlerinizin âğuş-u şefkatlerine atılınız. Şeriat-ı garrâ böyle emrediyor. Zira zabitler ûlülemirdirler. Vatan ve millet menfaatinde, hususan nizam-ı askerîde ûlülemre itaat farzdır. Şeriat-ı Muhammedînin (aleyhissalâtü vesselâm) muhafazası da itaat iledir. Said Nursî • • •
(Dinî Ceride, numara 110, 30 Nisan 1909) Ey asâkir-i muvahhidîn! Fahr-i Âlemin (aleyhissalâtü vesselâm) fermanını size tebliğ ediyorum ki, şeriat dairesinde ûlülemre itaat farzdır. Ûlülemriniz ve üstadlarınız, zabitlerinizdir. Askerlik ocağı cesîm ve muntazam bir fabrikaya benzer. Çarkların biri intizam ve itaatte serkeşlik etmekle, bütün fabrika hercümerc olur. Sizin o muntazam ve kuvvetli fabrika-i askeriyeniz, otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon nüfus-u İslâmiyenin nokta-i istinadı ve mâden-i istimdadıdır. Sizin iki müthiş istibdadı kansız ve def’aten öldürmeniz harikulâde olduğundan ve şeriat-ı garrânın iki mucize-i garrâsını izhar ettiğinizden,
zaifü’l-akide olanlara hamiyet-i İslâmiyenin kuvvetini ve şeriatın kudsiyetini iki bürhan ile izhar eylediniz. Bu iki inkılâbın pahasına binler şehit verseydik, ucuz sayacaktık. Lâkin itaatinizden binde bir cüz’ü feda olunsa, bize pek çok pahalı düşer. Zira itaatinizin tenakusu, ukde-i hayatiye veya hararet-i gariziyenin tenakusu gibi, mevti intaç eder. Tarih-i âlem serâpâ şehadet ediyor ki, asker neferatının siyasete müdahaleleri devletçe ve milletçe müthiş zararları intaç etmiştir. Elbette hamiyet-i İslâmiyeniz böyle sizi uhdenizde olan hayat-ı İslâmiyeye zarar verecek noktalardan men edecektir. Siyaset düşünenler, sizin kuvve-i müfekkireniz hükmünde olan zabitleriniz ve ûlülemirlerinizdir. Bazen zarar zannettiğiniz şey, siyaseten büyük zararı def ettiği için ayn-ı maslahat olduğundan, zabitleriniz tecrübeleri hasebiyle görüyor ve size emir veriyor. Sizde de tereddüt câiz değildir. Ef’âl-i hususiye-i nâmeşrua, san’attaki meharet ve hazakate münafi değildir ve san’atı menfur etmez. Nasıl ki bir tabib-i hâzık ve bir mühendis-i mâhirin nâmeşrû harekâtı için, onların tıp ve hendeselerinden mani-i istifade olamaz. Kezalik, fenn-i harpte tecrübeli
ve o san’atta mahir ve hamiyet-i İslâmiye ile münevverü’l-fikir zabitlerinizin bazılarının cüz’î nâmeşrû harekâtı için itaatinize halel vermeyiniz. Zira fenn-i harp mühim bir san’attır. Hem de sizin kıyamınız, şeriat-ı garrâ, yed-i beyzâ-i Mûsâ gibi, sair sebeb-i tefrika ve teşettüt-ü efkâr olan cemiyetleri bel’ etti. Sahirleri de secdeye mecbur eyledi. Harekâtınız bu inkılâpta ilâç gibiydi ki, fazla olsa zehre münkalip olur. Ve hayat-ı İslâmiyeyi fena bir hastalığa hedef eder. Hem de himmetinizle bizdeki istibdat şimdilik mahvoldu. Lâkin, terakkiler için Avrupa’nın istibdâd-ı mânevisi altındayız. Nihayet derecede ihtiyat ve itidal lâzımdır. Yaşasın şeriat-ı garrâ! Yaşasın askerler! Said Nursî • • •
Şimdi cemiyetimiz bir hükûmet-i meşruta-i meşruadır. Hükûmet içinde hükûmetin zararı görüldü. Seviye-i irfan bir olmadığından, fırkalarda husumet, taassup ve taraftarlık intaç eder. Tabiî o kuvveti istimal ile siyasete karışacak ve umumî idarede herkesçe lezzetli olan tahakkümatı yapacak sahib-i ağraza müsait bir zemin olur. Binaenaleyh, bizdeki fırkaların şimdiki hal ile devamı gayet muzırdır. Lâkin bir şirkette veya münevverü’l-fikir ve bîtaraf mabeyninde tenkidat-ı siyasetten veya ehl-i ilim mabeyninde nasihat ve irşaddan menfaat olabilir. Şimdi hükûmet-i meşruamız asıl büyük cemiyettir. Bediüzzaman Said Nursî • • •
-1- tevhid-i rububiyete remizdir. -2- Ve tevhid-i ceberuta telvihtir. -3- Tevhid-i celâle telmihtir. Şirkin envaını reddeder. Yani tegayyür veya tecezzî veya tenasül eden, ilâh olamaz. Ukûl-ü aşere veya melâike veya İsâ veya Üzeyr’in velediyetini dâvâ eden şirkleri reddeder. ispat-ı ezeliyet ile tevhiddir. Esbabperest, nücumperest, sanemperest, tabiatperestin şirkini reddeder. Yani hâdis veya bir asıldan
1 Yâni: Aslâ Ondan başka mâbud yoktur.
2 Yâni: Aslâ Ondan başka Hâlık ve Rab yoktur.
3 Yâni: Aslâ Ondan başka Kayyûm ve Ganiy-yi Mutlak yoktur.
münfasıl veya bir maddeden mütevellid olan ilâh olamaz. câmi bir tevhiddir. Yani, zâtında, sıfatında, ef’âlinde naziri, şeriki, şebihi yoktur. * Şu sûre, bütün envâ-ı şirki reddeder. Ve yedi meratib-i tevhidi tazammun eden altı cümlesi mütenaticedir. Her biri ötekinin hem neticesi, hem bürhanıdır. Muvahhid-i ekber ve tevhidin bürhan-ı muazzamı olan kâinat, değil yalnız erkân ve âzâsı, belki bütün hüceyratı, belki bütün zerratı birer lisan-ı zâkir-i tevhid olarak bu büyük bürhanın sadâ-yı bülendine iştirak ederek, hep birden diye mevlevî-vari zikrediyorlar.
* "Onun hiçbir benzeri yoktur. O herşeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla görendir." Şûrâ Sûresi, 42:11.
Tevhidin bürhan-ı nâtıkı olan Kur’ân’ın sinesine kulağını yapıştırırsan işiteceksin ki, kalbinde derinden derine, gayet ulvî, nihayet derecede ciddî, gayet samimî, nihayet derecede mûnis ve muknî ve bürhan ile mücehhez bir sadâ-yı semavî işiteceksin ki, zikrini tekrar ediyor. Evet, şu bürhan-ı münevverin altı ciheti de şeffaftır. Üstünde sikke-i i’câz, içinde nur-u hidayet, altında mantık ve delil, sağında aklı istintak, solunda vicdanı istişhad, önünde hayır, hedefinde saadet-i dareyn, nokta-i istinadı vahy-i mahzdır. Vehmin ne haddi var, girebilsin? • • • Vicdanın anâsır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan "irade, zihin, his, lâtife-i Rabbaniye" her birinin bir gayetü’l-gàyâtı var: İradenin ibadetullahtır. Zihnin, mârifetullahtır. Hissin, muhabbetullahtır. Lâtifenin, müşahedetullahtır. Takvâ denilen ibadet-i kâmile, dördünü tazammun eder. Şeriat, şunları hem tenmiye, hem tehzip, hem bu gayetü’l-gàyâta sevk eder. • • •
Eğer icaddaki vasıta hakikî olsaydı ve hakikî tesir verilseydi, hem bir şuur-u küllî verilmek lâzımdı; hem de bizzarure eserde itkan-ı kemal-i san’at muhtelif olacaktı. Halbuki, en âdiden en âliye, en küçükten en büyüğe itkan; derece-i kemalde, mahiyetin kameti nispetindedir. Demek Müessir-i Hakikîden bazı karîb, bazı baîd, kısmen vasıtasız, kısmen vasıta ile, kısmen vesait ile değildir. İnsanın ihtiyarî eserindeki adem-i kemâl, cebr-i nefy, ihtiyarı ispat eder. Câ-yı dikkattir ki: Cüz’î bir ihtiyarın tavassutu ile eser-i akıl bir insan şehri, intizamca semere-i vahiy bir arı kovanındaki cemaate yetişmez. Ve arıların meşher-i san’atı bir petek hüceyrat şehri, bir nar ve gülnardan intizamca geridir. Demek kâinattaki câzibe-i umumiye hangi kalemden akmışsa, cüz-ü lâyetecezzâdaki küçücük cazibeler o kalemin noktalarıdır. İslâmiyet der: hem vesait ve esbabı, müessir-i hakikî olarak kabul etmez. Vasıtaya mânâ-yı harfi nazarıyla bakar. Akide-i tevhid ve vazife-i teslim ve tefviz öyle
ister. Tahrif sebebiyle şimdiki Hıristiyanlık esbab ve vesaiti müessir bilir, mânâ-yı ismî nazarıyla bakar. Akide-i velediyet ve fikr-i ruhbaniyet öyle ister, öyle sevk eder. Onlar azizlerine mânâ-yı ismiyle birer menba-ı feyiz ve güneşin ziyasından bir fikre göre istihale etmiş lâmbanın nuru gibi birer mâden-i nur nazarıyla bakıyorlar. Biz ise evliyaya mânâ-yı harfiyle, yani ayna güneşin ziyasını neşrettiği gibi birer mâkes-i tecellî nazarıyla bakıyoruz. HAŞİYE6 Bu sırdandır ki bizde sülûk tevazudan başlar, mahviyetten geçer, fenâ fillâh makamını görür, gayr-ı mütenahi makamatta sülûke başlar. Ene ve nefs-i emmare kibriyle, gururuyla söner. Hakikî Hıristiyanlık değil, belki tahrif ve felsefe ile sarsılmış Hıristiyanda "ene" levazımatıyla kuvvetleşir. Enesi kuvvetli, müteşahhıs, rütbeli makam sahibi bir adam Hıristiyan olsa mütesallib olur. Fakat Müslüman olsa lâkayt olur. • • • Kuvveden fiile geçmek olan faaliyetteki şedit ve mütenevvi lezzet, tegayyür-ü âlemin
HAŞİYE6 Nakşibendi rabıtası bu sırra bina edilmiştir.
mayası ve kanun-u tekâmülün nüvesidir. Zindandan bostana çıkmak, daneden sümbüle geçmek, aynı lezzettir. Faaliyet istihaleyi tazammun etse, lezzet tezayüd ederek taşar. Vazifedeki külfeti taşıttıran o taddır. Zîşuura nispeten gayetteki kemal ne kadar câzibedarsa, "lâ müdrike"ye nispeten nefs-i faaliyet öyle de cazibedardır, sa’ye sevk eder. Bu sırdandır ki, rahat zahmettir, zahmet rahattır. Hırs ile aculiyet, sebeb-i haybettir. Zira mürettep basamaklar gibi fıtrattaki tertibe, teselsüle tatbik-i hareket etmediğinden, harîs muvaffak olamaz. Olsa da, tertib-i câlisi bir basamak kadar seyr-i fıtrîden kısa olduğundan, ye’se düşüp gaflet bastıktan sonra kapı açılır. Allah kalbin bâtınını iman ve mârifet ve muhabbeti için yaratmıştır. Kalbin zahirini sair şeylere müheyya etmiştir. Cinayetkâr hırs kalbi deler, sanemleri içine idhal eder. Allah darılır, maksudunun aksiyle mücazat eder. • • • Hırs cihetiyle, siyaset efkârını İslâmiyet akaidinin yerlerine kadar isal eden herifler, şan ve şeref değil, belki şeyn ve şenaate mazhar oldular. Nefsânî aşklardaki felâketler,
haybetler bu sırdandır. O çeşit âşıkların bütün divanları birer feryad-ı matemdir. Gece kalben nevmi merak edersin, bakiyesini de kaçırıp uyanık kalırsın. İki dilenci: biri musırr-ı muhteris, biri müstağnî-i muhteriz. İkincisine vermeyi daha ziyade arzu etmekliğin, şu geniş kanunun bir nümunesidir. • • • En müthiş maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura istinad eden tenkittir. Tenkidi eğer insaf işletirse, hakikati rendeçler. Eğer gurur istihdam etse, tahrip eder, parçalar. O müthişin en müthişidir ki, akaid-i imaniyeye ve mesail-i diniyeye girse! Zira iman hem tasdik, hem iz’an, hem iltizam, hem teslim, hem mânevî timsaldir. Şu tenkit, imtisali, iltizamı, iz’anı kırar. Tasdikte de bitaraf kalır. Şu zaman-ı tereddüt ve evhamda iz’an ve iltizamı tenmiye ve takviye eden nuranî sıcak kalblerden çıkan müspet efkârı ve müşevvik beyanatı hüsn-ü zan ile temaşa etmek gerektir. "Bîtarafane muhakeme" dedikleri şey, muvakkat bir dinsizliktir. Yeniden mühtedî ve müşteri olan yapar.
-1- Zira hakikatbin göz aldanmaz; hakperest kalb aldatmaz. • • • Gıybetin derece-i şenaati, Kur’ân der: -2- Altı kelime ile, altı derece şiddetle gıybeti takbih ediyor. Yani, hemze ile der:
1 Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânı öğretene and olsun ki, beşîr ve nezîr olan zâtın nazarı ve herşeyi inceden inceye tetkik eden basireti, hakikati hayale karıştırmak veya benzetmekten yüce, dakik ve parlak; hak olan mesleği ise, insanları aldatmak veya yanıltmaktan müstağni, münezzeh ve yücedir.
2 "Sizden biri, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?" Hucurât Sûresi, 49:12.
Aklına bak, böyle şeye cevaz verir mi? Müstakim aklın yoksa kalbine bak, böyle şeye muhabbet eder mi? Selim kalbin yoksa vicdanına bak, böyle dişinle kendi etini parçalamak gibi hayat-ı içtimaiyeyi bozmaya rıza gösterir mi? Vicdan-ı içtimaiyen olmazsa insaniyetine bak, böyle canavarvarî iftirasa iştah gösterir mi? Mânen insaniyetin olmazsa, rikkat-i cinsiye ve karabet-i rahmiyene bak, böyle kendi belini kıracak harekete meyleder mi? Rikkat-i cinsiyen olmazsa hiç sağlam tabiatın yok mu ki, ölüyü dişlerinle parçalıyorsun? Demek akıl, kalb, vicdan, insaniyet, rikkat-i cinsiye, tabiat, şeriat nazarında gıybet merduttur, matruddur. • • •
Bir taş, taşlığıyla beraber, kubbeli binalarda ustanın elinden çıkar çıkmaz başını eğer, arkadaşıyla birleşmeye meyleder ki, sukut tehlikesinden kurtulsunlar. Maalesef, insanlar teavün sırrını idrak edememişler. Hiç olmazsa taşlar arasındaki yardım vaziyetinden ders alsınlar!
Yani, kubbelerde taşlar başbaşa vururlar, tâ düşmesinler. Cüz-ü lâyetecezza zerresinden insana, insandan şems-i şumusa müteselsil mahrutî silsilenin vasatındaki cevher-i feridi, insan-ı mükerremdir. • • • İnsanın meşhur havassından başka havassı vardır. Zaika gibi bir hiss-i saika, hem bir hiss-i şaika vardır. Hem insanda gayr-ı meş’ur hisler çoktur. • • • Bazan arzu fikir suretini giyer. Şahs-ı muhteris, arzu-yu nefsaniyesini fikir zanneder. • • • Gariptir ki, bazı adam pis bir çamura düşer, kendini aldatmak için misk ü anber diye yüzüne gözüne bulaştırır. • • •
Şehid velidir. Cihad farz-ı kifaye iken farz-ı ayn olmuştur. Belki muzaaf bir farz-ı ayn hükmüne geçmiştir. Hac ve zekât gibi, cihadda da niyetin tasarrufu azdır. Hattâ adem-i niyet dahi asıl nokta-i nazarından niyet hükmündedir. Demek zıdd-ı niyet yakînen tebeyyün etmezse, cihad şahadet-i hakikiyeyi intaç eder. Zira vücub tezâuf etse taayyün eder. İhtiyarı tazammun eden niyetin tesiri azalır. Şu günahkâr millete, birden bire on binler evliya inkişaf ve tezahür etse, az bir mükâfat değildir. • • • Bizde biri fasık olsa, galiben ahlâksız ve vicdansız olur. Zira arzu-yu mâsiyet, vicdandaki imânın sadasını susturmakla inkişaf edebilir. Demek vicdanını ve mâneviyatını sarsmadan, istihfaf etmeden tam ihtiyar ile şerri işlemez. Onun için, İslâmiyet, fâsıkı hain bilir, şehadetini reddeder. Mürtedi zehir bilir, idam eder. Hıristiyan bir zimmîyi ve kâfir muahidi ibka eder. Hanefî mezhebi zimmînin şehadetini kabul eder. İcrâ-yı adalet, din namına olmalı, tâ akıl ve kalb ve ruh müteessir olsunlar, imtisal etsinler. Yoksa yalnız vehim müteessir olur. Yalnız
hükûmetin cezasından korkar-eğer tahakkuk etse. Nâsın itabından çekinir-eğer tebeyyün etse. • • • Bir câni yüzünden çok mâsumları ihtiva eden bir gemi batırılmaz. Bir câni sıfat yüzünden, çok evsaf-ı mâsumeyi muhtevî bir mü’mine adavet edilmez. Lâsiyyema, sebeb-i muhabbet olan imân ve tevhid, Cebel-i Uhud gibidir. Sebeb-i adâvet olan şeyler çakıl taşları gibidir. Çakıl taşlarını Cebel-i Uhud’dan daha ağır telâkki etmek ne kadar akılsızlıksa, mü’minin mü’mine adâveti, o kadar kalbsizliktir. Mü’minlerde adâvet, yalnız acımak mânâsında olabilir. Elhasıl : İman muhabbeti, İslâmiyet uhuvveti istilzam eder.
Aziz Sıddık Kardeşlerim, Evvelâ: Hem geçmiş, hem gelecek, hem maddî, hem mânevî bayramlarınızı ve mübârek gecelerinizi bütün rûh u canımla tebrik; ve ettiğiniz ibâdet ve duâların makbûliyetine Rãhmet-i İlâhiyeden bütün rûh u canımızla niyâz edip isteyip, o mübârek duâlara âmin deriz. Sâniyen: Hem çok defa mânevî, hem çok cihetlerden ehemmiyetli iki suallerine mahremce cevap vermeye mecbur oldum. Birinci Sualleri: Ne için eskide hürriyetin başında siyâsetle hararetli meşgûl oluyordun? Bu kırk seneye yakındır ki bütün bütün terk ettin? Elcevap: Siyâset-i beşeriyenin en esaslı bir kànun-u esâsîsi olan "Selâmet-i millet için fertler fedâ edilir. Cemaatin selâmeti için eşhas kurban edilir. Vatan için herşey fedâ edilir."
Onun ismiyle Onu tenzih ederek. Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi ebedî olarak üzerinize olsun.
diye, bütün nev’-i beşerdeki şimdiye kadar dehşetli cinâyetler bu kànunun sû-i istimalinden neş’et ettiğini kat’iyen bildim. Bu kànun-u esâsî-i beşeriye, bir hadd-i muayyenesi olmadığı için, çok sû-i istimâle yol açılmış. İki harb-i umumî, bu gaddar kànun-u esâsî, bin sene beşerin terakkiyâtını zîr ü zeber ettiği gibi, on câni yüzünden doksan mâsumun mahvına fetvâ verdi. Bir menfaat-ı umû-mî perdesi altında şahsî garazlar bir câni yüzünden bir kasabayı harap etti. Risâle-i Nur bu hakikatâ bâzı mecmua ve müdâfaatında isbât ettiği için onlara havâle ediyorum. İşte, beşeriyet siyâsetlerinin bu gaddar kànun-u esâsîsine karşı, Arş-ı Azamdan gelen Kur’ân-ı Mu’cizül-Beyândaki bu gelen kànun-u esâsîyi buldum. O kànunu da şu âyet ifâde ediyor:
Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez, (En’âm Sûresi,164.) Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesad çıkarmamış birini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir. (Mâide Sûresi, 32.)
Yâni, bu iki âyet bu esâsı ders veriyor ki: "Bir adamın cinâyetiyle başkaları mes’ul olmaz. Hem bir mâsum, rızâsı olmadan, bütün insana da fedâ edilmez. Kendi ihtiyâriyle, kendi rızâsıyla kendini fedâ etse o fedakârlık bir şehâdettir ki, o başka meseledir" diye hakikî adâlet-i beşer’iyeyi tesis ediyor. Bunun tafsilâtını da Risâle-i Nura havâle ediyorum. İkinci Sual: Sen eskide şarktaki bedevî aşâirde seyahat ettiğin vakit onları medeniyet ve terakkiyâta çok teşvik ediyordun. Neden kırk seneye yakındır medeniyet-i hâzıradan "mimsiz" diyerek hayât-ı içtimâiyeden çekildin, inzivâya sokuldun? Elcevap: Medeniyet-i hâzıra-i Garbiye, semâvî kànun-u esâsîlere muhâlif olarak hareket ettiği için séyyiâtı hasenâtına; hatâları, zararlari fâidelerine râcih geldi. Medeniyetteki maksud-u hakikî olan istirahat-i umumiye ve saadet-i hayât-ı dünyevîye bozuldu. İktisat, kanaat yerine, israf ve sefâhet; ve sa’y ve hizmet yerine, tembellik ve istirahat meyli galebe çaldığından bîçâre beşeri hem gàyet fakir, hem gàyet tembel eyledi. Semâvî Kur’ân’ın kànun-u esâsîsi;
6.314 yorum:
«En Eski ‹Eski 1201 – 1400 / 6314 Yeni› En yeni»Onlar zararlarından emin oldukları için dostlarını uzak tuttular.
Düşmanlarınıda kazanmak için kendilerine yakın tuttular. Yakınlaştırılan düşmanları dost olmadı.Ama uzaklaştırılan dostları düşman oldu.Herkes düşman safında birleşince, yıkılmaları mukadder oldu.
LaleGül dergisi sayı.64.sy.82.
Serkeş bir hayvanı açbırakarak zaptedip onu idare ettiğin gibi, nefsine de ancak onu aç bırakmakla hâkim olabilirsin.
İmam-ı Gazali.
Birbirine nâmahrem olan kadın ve erkeğin bir arada olması, ateş ve barut misalidir,birbirlerini yakarlar.
Beni İsrail'in yıkılması kadınlar yüzünden olmuştur.Mahmud Efendi Hazretleri (k.s.)
LaleGül Dergisi. Sayı. 64.sy. 82.
Orucun kabul olunup olunmadığı Bayramdan sonra belli olur.
Eğer kul bayramdan sonra ibadetlere devam ederse onun orucu kabul, değilse reddolunmuştur.
Bişr-i Hafi (k.s.)
Bayram süslü elbiseler giyenlere güzel yemekler yiyenlere değil, Cehennem'den kurtulanlara bayramdır.
Pehlüldane.(k.s.)
Lale Gül dergisi sayı.64.sy.82.
BİSMİLLÂHİRRAHMANİRRAHİM
ELHAMDÜLİLLAH
ESTAĞFİRULLAH
ALLAHÜMME SALLİ ALA SEYYİDİNA MUHAMMED s.a.v.
Niyeti olmayanın ameli yoktur,
İhlası olmayanın ecri sevabı yoktur.
Lale Gül tv.
Niyetin mahalli kalbtir.
LaleGül tv.
Yirmi Altıncı Söz
Kader Risâlesi
Kader ile cüz-i ihtiyârî iki mesele-i mühimmedir. Ona dâir Dört Mebhas içinde birkaç sırlarını açmaya çalışacağız.
Birinci Mebhas
Kader ve cüz-i ihtiyârî İslâmiyetin ve imânın nihayet hududunu gösteren, halî ve vicdânî bir imânın cüz’lerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yani, mü’min, her şeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenâb-ı Hakka vere vere, tâ nihayette teklif ve mesuliyetten kurtulmamak için, cüz-i ihtiyârî önüne çıkıyor; ona "Mesul ve mükellefsin" der. Sonra, ondan sudûr eden iyilikler ve kemâlât ile mağrur olmamak için, kader karşısına geliyor; der: "Haddini bil, yapan sen değilsin."
Evet, kader, cüz-i ihtiyârî, imân ve İslâmiyetin nihayet merâtibinde; kader, nefsi gururdan; ve cüz-i ihtiyârî, adem-i mesuliyetten kurtarmak içindir ki, mesâil-i imâniyeye girmişler. Yoksa, mütemerrid nüfûs-u emmârenin işledikleri seyyiâtının mesuliyetinden kendilerini kurtarmak için kadere yapışmak ve onlara in’âm olunan mehâsinle iftihar etmek, gururlanmak, cüz-i ihtiyârîye istinat etmek, bütün bütün sırr-ı kadere ve hikmet-i cüz-i ihtiyâriyeye zıd bir harekete sebebiyet veren ilmî meseleler değildir.
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
Hiçbir şey yoktur ki, hazîneleri Bizim yanımızda olmasın. Her şeyi Biz belirli bir miktar ile indiririz. (Hicr Sûresi: 21.)
Biz her şeyi Levh-i Mahfuzda tek tek yazdık. (Yâsin Sûresi: 12.)
Evet, mânen terakkî etmeyen avâm içinde, kaderin cây-ı istimâli var; fakat, o da mâziyât ve mesâibdedir ki, yeisin ve hüznün ilâcıdır. Yoksa, maâsî ve istikbâliyâtta değildir ki, sefâhete ve atâlete sebep olsun. Demek, kader meselesi teklif ve mesûliyetten kurtarmak için değil, belki fahr ve gururdan kurtarmak içindir ki, imâna girmiş. Cüz-i ihtiyârî, seyyiâta mercî olmak içindir ki akîdeye dahil olmuş; yoksa mehâsine masdar olarak tefer’un etmek için değildir.
Evet, Kur’ân’ın dediği gibi, insan, seyyiâtından tamamen mesûldür. Çünkü, seyyiâtı isteyen odur. Seyyiât, tahribât nevinden olduğu için, insan bir seyyie ile çok tahribât yapabilir. Müthiş bir cezaya kesb-i istihkak eder: bir kibrit ile bir evi yakmak gibi. Fakat, hasenâtta iftihara hakkı yoktur; onda, onun hakkı pek azdır. Çünkü, hasenâtı isteyen, iktizâ eden rahmet-i İlâhiye ve icad eden kudret-i Rabbâniyedir. Suâl ve cevap, dâî ve sebep, ikisi de Hak’tandır. İnsan, yalnız duâ ile, imân ile, şuur ile, rızâ ile, onlara sahip olur.
Fakat seyyiâtı isteyen, nefs-i insaniyedir-ya istidad ile, ya ihtiyâr ile. Nasıl ki beyaz, güzel güneşin ziyâsından bâzı maddeler, siyahlık ve taaffün alır; o siyahlık onun istidadına âittir. Fakat, o seyyiâtı çok mesâlihi tazammun eden bir kanun-u İlâhî ile icad eden, yine Hak’tır. Demek, sebebiyet ve suâl, nefistendir ki, mesuliyeti o çeker. Hakka âit olan halk ve icad ise, daha başka güzel netice ve meyveleri olduğu için, güzeldir, hayırdır.
İşte, şu sırdandır ki, kisb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir. Nasıl ki pek çok mesâlihi tazammun eden bir yağmurdan zarar gören tembel bir adam, diyemez "Yağmur rahmet değil." Evet, halk ve icad da bir şerr-i cüzî ile beraber hayr-ı kesir vardır. Bir şerr-i cüzî için hayr-ı kesîri terk etmek, şerr-i kesîr olur. Onun için, o şerr-i cüzî hayır hükmüne geçer. İcad-ı İlâhîde şer ve çirkinlik yoktur; belki, abdin kisbine ve istidadına âittir.
Hem nasıl kader-i İlâhî netice ve meyveler itibâriyle şerden ve çirkinlikten münezzehtir; öyle de, illet ve sebep itibâriyle dahi zulümden ve kubuhtan mukaddestir. Çünkü, kader hakiki illetlere bakar, adâlet eder; insanlar, zâhirî gördükleri illetlere hükümlerini binâ eder, kaderin aynı adâletinde zulme düşerler. Meselâ, hâkim seni sirkatle mahkûm edip, hapsetti. Halbuki, sen sârık değilsin; fakat, kimse bilmez gizli bir katlin var. İşte, kader-i İlâhî dahi seni o hapisle mahkûm etmiş. Fakat, kader, o gizli katlin için mahkûm edip adâlet etmiş; hâkim ise, sen ondan mâsum olduğun sirkate binâen mahkûm ettiği için zulmetmiştir. İşte, şey-i vâhidde iki cihetle kader ve icad-ı İlâhînin adâleti ve insan kisbinin zulmü göründüğü gibi; başka şeyleri buna kıyas et. Demek, kader ve icad-ı İlâhî mebde’ ve müntehâ, asıl ve fer’, illet ve neticeler itibâriyle şerden ve kubuhtan ve zulümden münezzehtir.
Eğer denilse: "Mâdem cüz-i ihtiyârînin icada kabiliyeti yok, bir emr-i itibârî hükmünde olan kisbden başka insanın elinde bir şey bulunmuyor; nasıl oluyor ki, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânda Hàlık-ı Semâvât ve Arza karşı, insana âsi ve düşman vaziyeti verilmiş, Hàlık-ı Arz ve Semâvât ondan azîm şikâyetler ediyor, o âsi insana karşı abd-i mümine yardım için Kendini ve bütün melâikesini tahşid ediyor, ona azîm bir ehemmiyet veriyor?"
Elcevap: Çünkü küfür ve isyan ve seyyie, tahriptir, ademdir. Halbuki, azîm tahribât ve hadsiz ademler, bir tek emr-i itibârîye ve ademîye terettüb edebilir. Nasıl ki, bir azîm sefinenin dümencisi vazifesinin adem-i ifâsıyla, sefine gark olup, bütün hademelerin netice-i sa’yleri iptal olur; bütün o tahribât, bir ademe terettüb ediyor. Öyle de, küfür ve mâsiyet, adem ve tahrip nevinden olduğu için, cüz-i ihtiyârî bir emr-i itibârî ile onları tahrik edip, müthiş netâice sebebiyet verebilir. Zîrâ, küfür çendan bir seyyiedir; fakat, bütün kâinatı kıymetsizlikle ve abesiyetle tahkir ve delâil-i vahdâniyeti gösteren bütün mevcudâtı tekzib ve bütün tecelliyât-ı esmâyı tezyif olduğundan, bütün kâinat ve mevcudât ve esmâ-i İlâhiye nâmına, Cenâb-ı Hak, kâfirden şedid şikâyet ve dehşetli tehdidât etmek, ayn-ı hikmettir ve ebedî azap vermek, ayn-ı adâlettir.
Mâdem insan küfür ve isyanla tahribât tarafına gidiyor; az bir hizmetle pek çok işleri yapar. Onun için, ehl-i imân, onlara karşı Cenâb-ı Hakkın inâyet-i azîmine muhtaçtır. Çünkü, on kuvvetli adam bir evin muhâfazasını ve tâmirâtını deruhte etse, haylaz bir çocuğun o hâneye ateş vermeye çalışmasına karşı, o çocuğun velîsine, belki padişahına mürâcaata, yalvarmaya mecbur olması gibi; müminlerin de, böyle edepsiz ehl-i isyana karşı dayanmak için, Cenâb-ı Hakkın çok inâyâtına muhtaçtırlar.
Elhâsıl: Eğer kader ve cüz-i ihtiyârîden bahseden adam ehl-i huzur ve kemâl-i imân sahibi ise, kâinatı ve nefsini Cenâb-ı Hakka verir, Onun tasarrufunda bilir. O vakit hakkı var, kaderden ve cüzî ihtiyârîden bahsetsin. Çünkü, mâdem nefsini ve her şeyi Cenâb-ı Haktan bilir. O vakit, cüz-i ihtiyârîye istinat ederek mesûliyeti deruhte eder, seyyiâta merciiyeti kabul edip Rabbini takdîs eder, daire-i ubûdiyette kalıp teklif-i İlâhiyeyi zimmetine alır. Hem, kendinden sudûr eden kemâlât ve hasenât ile gururlanmamak için kadere bakar, fahr yerine şükreder. Başına gelen musîbetlerde kaderi görür, sabreder.
Eğer kader ve cüz-i ihtiyârîden bahseden adam ehl-i gaflet ise, o vakit kaderden ve cüz-i ihtiyârîden bahse hakkı yoktur. Çünkü, nefs-i emmâresi, gaflet veya dalâlet sâikasıyla kâinatı esbâba verip, Allah’ın malını onlara taksim eder; kendini de kendine temlik eder. Fiilini kendine ve esbâba verir; mesuliyeti ve kusuru kadere havale eder. O vakit, nihayette Cenâb-ı Hakka verilecek olan cüz-i ihtiyârî ve en nihayette medâr-ı nazar olacak olan kader bahsi mânâsızdır. Yalnız, bütün bütün onların hikmetine zıd ve mesuliyetten kurtulmak için bir desîse-i nefsiyedir.
İkinci Mebhas
Ehl-i ilme mahsus, Hâşiye ince bir tetkik-i ilmîdir.
Eğer desen: "Kader ile cüz-i ihtiyârî nasıl tevfîk edilebilir?"
Elcevap: Yedi vecihle.
Hâşiye
Bu İkinci Mebhas, en derin ve en müşkül bir sırr-ı kader meselesidir. Bütün ulemâ-i muhakkikînce en ehemmiyetli ve münâzaralı bir mesele-i akaidi kelâmiyedir; Risâle-i Nur tam halletmiş.
• Birincisi: Elbette kâinatın intizam ve mîzan lisâniyle hikmet ve adâletine şehâdet ettiği bir âdil-i Hakîm, insan için medâr-ı sevap ve ikàb olacak, mahiyeti meçhûl bir cüz-i ihtiyârî vermiştir. O âdil-i Hakîmin pek çok hikmetini bilmediğimiz gibi, şu cüz-i ihtiyârînin kaderle nasıl tevfîk edildiğini bilmediğimiz, olmamasına delâlet etmez.
• İkincisi: Bizzarûre herkes kendisinde bir ihtiyâr hisseder; o ihtiyârın vücudunu vicdânen bilir. Mevcudâtın mahiyetini bilmek ayrıdır, vücudunu bilmek ayrıdır. Çok şeyler var, vücudu bizce bedihî olduğu halde, mahiyeti bizce meçhûl. İşte şu cüz-i ihtiyârî öyleler sırasına girebilir. Her şey mâlûmâtımıza münhasır değildir. Adem-i ilmimiz, onun ademine delâlet etmez.
• Üçüncüsü: Cüz-i ihtiyârî, kadere münâfi değil; belki, kader ihtiyârı teyid eder. Çünkü, kader, ilm-i İlâhînin bir nevidir. İlm-i İlâhî, ihtiyârımıza taallûk etmiş. Öyle ise, ihtiyârı teyid ediyor, iptal etmiyor.
• Dördüncüsü: Kader, ilim nevindendir. İlim, mâlûma tâbidir. Yani, nasıl olacak, öyle taallûk ediyor. Yoksa, mâlûm, ilme tâbi değil. Yani, ilim desâtiri, mâlûmu, haricî vücud noktasında idare etmek için esas değil. Çünkü, mâlûmun zâtı ve vücud-u haricîsi, irâdeye bakar ve kudrete istinat eder.
Hem, ezel, mâzi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki, ezel, mâzi ve hal ve istikbâli birden tutar, yüksekten bakar bir ayna-misâldir. Öyle ise, daire-i mümkinât içinde uzanıp giden zamanın mâzi tarafında bir uç tahayyül edip, ona "ezel" deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhâkeme etmek hakikat değildir.
Şu sırrın keşfi için şu misâle bak: Senin elinde bir ayna bulunsa, sağ tarafındaki mesafe mâzi, sol tarafındaki mesafe müstakbel farz edilse, o ayna yalnız mukabilini tutar. Sonra, o iki tarafı bir tertib ile tutar; çoğunu tutamaz. O ayna ne kadar aşağı ise, o kadar az görür. Fakat, o ayna ile yükseğe çıktıkça, o aynanın mukabil dairesi genişlenir; git gide, bütün iki taraf mesafeyi birden, bir anda tutar. İşte şu ayna, şu vaziyette onun irtisâmında, o mesafelerde cereyan eden hâlât birbirine mukaddem muahhar, muvâfık muhâlif denilmez.
İşte, kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadîsin tâbiriyle, manzâr-ı âlâdan, ezelden ebede kadar Her şey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihâta eder bir makam-ı âlâdadır. Biz ve muhâkemâtımız, onun haricinde olamaz ki, mâzi mesafesinde bir ayna tarzında olsun.
• Beşincisi: Kader, sebeple müsebbebe bir taallûku var. Yani, şu müsebbeb, şu sebeple vukua gelecek. Öyle ise, denilmesin ki, "Mâdem filân adamın ölmesi, filân vakitte mukadderdir; cüz-i ihtiyârıyla tüfek atan adamın ne kabahati var? Atmasaydı, yine ölecekti?"
Suâl: Niçin denilmesin?
Elcevap: Çünkü, kader onun ölmesini onun tüfeğiyle tâyin etmiştir. Eğer onun tüfek atmamasını farz etsen, o vakit kaderin adem-i taallûkunu farz ediyorsun. O
vakit ölmesini ne ile hükmedeceksin? Yalnız, Cebrî gibi, sebebe ayrı, müsebbebe ayrı birer kader tasavvur etsen, veyahut Mûtezile gibi, kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sünnet ve Cemaati bırakıp fırka-i dâlleye girersin. Öyle ise, biz ehl-i hak deriz ki, "Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhûl." Cebrî der: "Atmasaydı yine ölecekti." Mûtezile der: "Atmasaydı ölmeyecekti."
• Altıncısı: Hâşiye Cüz-i ihtiyârînin üssü’l-esâsı olan meyelân, Mâtüridîce bir emr-i itibârîdir, abde verilebilir. Fakat, Eş’ârî, ona mevcud nazarıyla baktığı için, abde vermemiş; fakat o meyelândaki tasarruf, Eş’âriyece bir emr-i itibârîdir. Öyle ise, o meyelân, o tasarruf bir emr-i nisbîdir; muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur. Emr-i itibârî ise, illet-i tâmme istemez ki, illet-i tâmme vücudu için lüzum ve zarûret ve vücûb ortaya girip, ihtiyârı ref’ etsin. Belki, o emr-i itibârînin illeti bir rüçhâniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibârî sübut bulabilir. Öyle ise, o anda onu terk edebilir. Kur’ân ona o anda diyebilir ki, "Şu şerdir, yapma."
Evet, eğer abd, hàlık-ı ef’âli bulunsaydı ve icada iktidarı olsaydı, o vakit ihtiyârı ref’ olurdu. Çünkü ilm-i usûl ve hikmette, kaidesince mukarrerdir ki, "bir şey vâcib olmazsa, vücuda gelmez." Yani, illet-i tâmme bulunacak; sonra vücuda gelebilir. İllet-i tâmme ise, mâlûlü, bizzarûre ve bilvücûb iktizâ ediyor. O vakit ihtiyâr kalmaz.
Eğer desen: Tercih bilâmüreccih muhâldir. Halbuki, o emr-i itibârî dediğimiz kisb-i insanî, bâzan yapmak ve bâzan yapmamak, eğer mûcib bir müreccih bulunmazsa, tercih bilâmüreccih lâzım gelir. Şu ise, usûl-ü kelâmiyenin en mühim bir esâsını hedm eder."
Elcevap: Tereccuh bilâmüreccih muhâldir. Yani, müreccihsiz, sebepsiz rüçhâniyet muhâldir. Yoksa, tercih bilâmüreccih câizdir ve vâki’dir. İrâde bir sıfattır; onun şe’ni, böyle bir işi görmektir.
Eğer desen: "Mâdem katli halk eden Hak’tır; niçin bana kàtil denilir?"
Elcevap: Çünkü, ilm-i sarf kaidesince, ism-i fâil, bir emr-i nisbî olan masdardan müştaktır. Yoksa, bir emr-i sabit olan hâsıl-ı bilmasdardan inşikak etmez. Masdar kisbimizdir; kàtil ünvânını da biz alırız. Hâsıl-ı bilmasdar, Hakkın mahlûkudur. mesuliyeti işmâm eden bir şey, hâsıl-ı bilmasdardan müştak kılınmaz.
• Yedincisi: İrâde-i cüz’iye-i insaniye ve cüz-i ihtiyâriyesi, çendan zayıftır, bir emr-i itibârîdir; fakat Cenâb-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zayıf, cüzî irâdeyi, irâde-i külliyesinin taallûkuna bir şart-ı âdi yapmıştır. Yani, mânen der: "Ey abdim, ihtiyârınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mesuliyet sana âittir."
Teşbihte hatâ olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omzuna alsan, onu muhayyer bırakıp, "Nereyi istersen seni oraya götüreceğim" desen; o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette, "Sen istedin" diyerek itâb edip,
Hâşiye
Gayet müdakkik âlimlere mahsus bir hakikattir.
üstünde bir tokat vuracaksın. İşte, Cenâb-ı Hak, Ahkemü’l-Hâkimîn, nihayet zaafta olan abdin irâdesini bir şart-ı âdi yapıp, irâde-i külliyesi ona nazar eder.
Elhâsıl: Ey insan! Senin elinde gayet zayıf, fakat seyyiâtta ve tahribâtta eli gayet uzun ve hasenâtta eli gayet kısa cüz-i ihtiyârî nâmında bir irâden var. O irâdenin bir eline duâyı ver ki, silsile-i hasenâtın bir meyvesi olan Cennete eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiâttan kısalsın ve o şecere-i mel’unenin bir meyvesi olan zakkum-u Cehenneme yetişmesin.
Demek, duâ ve tevekkül meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tevbe dahi meyelân-ı şerri keser, tecavüzâtını kırar.
Üçüncü Mebhas
Kadere imân, imânın erkânındandır. Yani, "Her şey Cenâb-ı Hakkın takdiriyledir." Kadere delâil-i katiye o kadar çoktur ki, had ve hesâba gelmez. Biz, basit ve zâhir bir tarz ile, şu rükn-ü imâniyeyi, ne derece kuvvetli ve geniş olduğunu, bir Mukaddeme ile göstereceğiz.
Mukaddeme: Her şey vücudundan evvel ve vücudundan sonra yazıldığını gibi pek çok âyât-ı Kur’âniye tasrih ediyor ve şu kâinat denilen, kudretin kur’ân-ı kebîrinin âyâtı dahi şu hükm-ü Kur’ânîyi nizam ve mîzan ve intizam ve tasvir ve tezyin ve imtiyaz gibi âyât-ı tekviniyesiyle tasdik ediyor.
Evet, şu kâinat kitâbının manzum mektubâtı ve mevzun âyâtı şehâdet eder ki, Her şey yazılıdır. Ammâ, vücudundan evvel Her şey mukadder ve yazılı olduğuna delil, bütün mebâdi ve çekirdekler ve mekàdîr ve sûretler birer şâhiddir. Zîrâ, her bir tohum ve çekirdekler, kâf nûn tezgâhından çıkan birer latîf sandukçadır ki, kaderle tersîm edilen bir fihristecik ona tevdî edilmiştir ki; Kudret, o kaderin hendesesine göre zerrâtı istihdam edip, o tohumcuklar üstünde koca mucizât-ı kudreti binâ ediyor. Demek, bütün ağacın başına gelecek, bütün vâkıatı ile, çekirdeğinde yazılı hükmündedir. Zîrâ tohumlar maddeten basittir, birbirinin aynıdır, maddeten bir şey yoktur.
Hem her şeyin miktar-ı muntazaması, kaderi vâzıhan gösterir. Evet, hangi zîhayata bakılsa, görünüyor ki, gayet hikmetli ve sanatlı bir kalıptan çıkmış gibi bir miktar, bir şekil var ki; o miktarı, o sûreti, o şekli almak ya hârika ve nihayet derecede eğri büğrü maddî bir kalıp bulunmalı, veyahut kaderden gelen mevzun, ilmî bir kalıb-ı mânevî ile kudret-i ezeliye o sûreti, o şekli biçip giydiriyor. Meselâ, sen şu ağaca, şu hayvana dikkat ile bak ki, câmid, sağır, kör, şuursuz, birbirinin misli olan zerreler, onun neşv ü nemâsında hareket eder. Bâzı eğri büğrü hududlarda, meyve
Yaş ve kuru ne varsa apaçık bir kitapta yazılmıştır. (En’âm Sûresi: 59.)
ve faydaların yerini tanır, görür, bilir gibi durur, tevakkuf eder. Sonra, başka bir yerde, büyük bir gàyeyi tâkip eder gibi yolunu değiştirir. Demek kaderden gelen miktar-ı mânevînin ve o miktarın emr-i mânevîsiyle zerreler hareket ederler.
Mâdem, maddî ve görünecek eşyada bu derece kaderin tecelliyâtı var; elbette, eşyanın mürûr-u zamanla giydikleri sûretler ve ettikleri harekât ile hâsıl olan vaziyetler dahi, bir intizam-ı kadere tâbidir. Evet, bir çekirdekte hem bedihî olarak, irâde ve evâmir-i tekviniyenin ünvânı olan Kitâb-ı Mübîn’den haber veren ve işaret eden, hem nazarî olarak emir ve ilm-i İlâhînin bir ünvânı olan İmâm-ı Mübîn’den haber veren ve remzeden iki kader tecellîsi var.
Bedihî kader ise, o çekirdeğin tazammun ettiği ağacın maddî keyfiyât ve vaziyetleri ve heyetleridir ki, sonra göz ile görünecek.
Nazarî ise, o çekirdekte ondan halk olunacak ağacın müddet-i hayatındaki geçireceği tavırlar, vaziyetler, şekiller, hareketler, tesbihâtlardır ki, tarihçe-i hayat nâmiyle tâbir edilen vakit bevakit değişen tavırlar, vaziyetler, şekiller, fiiller, o ağacın dalları, yaprakları gibi intizamlı birer kaderî miktarı vardır.
Mâdem en âdi ve basit eşyada, böyle, kaderin tecellîsi var. Elbette, umum eşyanın vücudundan evvel yazılı olduğunu ifade eder ve az bir dikkatle anlaşılır.
Şimdi, vücudundan sonra her şeyin sergüzeşt-i hayatı yazıldığına delil ise, âlemde Kitâb-ı Mübîn ve İmâm-ı Mübîn’den haber veren bütün meyveler ve Levh-i Mahfuz’dan haber veren ve işaret eden insandaki bütün kuvve-i hâfızalar birer şâhiddir, birer emâredir.
Evet, her bir meyve, bütün ağacın mukadderât-ı hayatı onun kalbi hükmünde olan çekirdeğinde yazılıyor. İnsanın sergüzeşt-i hayatıyla beraber, kısmen âlemin hâdisât-ı mâziyesi, kuvve-i hâfızasında öyle bir sûrette yazılıyor ki, güyâ hardal küçüklüğünde bu kuvvecikte, dest-i kudret, kalem-i kaderiyle insanın sahife-i a’mâlinden küçük bir senet istinsâh ederek, insanın eline verip, dimâğının cebine koymuş. Tâ, muhasebe vaktinde, onunla hatırlatsın; hem, tâ mutmaîn olsun. Ki, bu fenâ ve zevâl herc ü mercinde bekà için pek çok aynalar var ki, Kadîr-i Hakîm, zâillerin hüviyetlerini onlarda tersîm edip, ibkà ediyor. Hem, bekà için pek çok levhalar var ki, Hafîz-i Alîm, fânîlerin mânâlarını onlarda yazıyor.
Elhâsıl: Mâdem en basit ve en aşağı derece-i hayat olan nebâtât hayatı bu derece kaderin nizâmına tâbidir; elbette, en yüksek derece-i hayat olan hayat-ı insaniye, bütün teferruâtıyla, kaderin mikyâsıyla çizilmiştir ve kalemiyle yazılıyor. Evet, nasıl katreler buluttan haber verir, reşhalar su menbaını gösterir, senetler, cüzdanlar, bir defter-i kebîrin vücuduna işaret ederler; öyle de, şu meşhudumuz olan, zîhayatlardaki intizam-ı maddî olan bedihî kader ve intizam-ı mânevî ve hayatî olan nazarî kaderin reşhaları, katreleri, senetleri, cüzdanları hükmünde olan meyveler, nutfeler, tohumlar, çekirdekler, sûretler, şekiller, bilbedâhe Kitâb-ı Mübîn denilen irâde ve evâmir-i tekviniyenin defterini ve İmâm-ı Mübîn denilen ilm-i İlâhînin bir divânı olan Levh-i Mahfuz’u gösterir.
Netice-i meram: Mâdem bilmüşâhede görüyoruz ki, her bir zîhayatın neşv ü nemâ zamanında zerreleri eğri büğrü hududlara gider, durur; zerreler yolunu değiştirir; o hududların nihayetlerinde birer hikmet, birer fayda, birer maslahatı semere verirler. Bilbedâhe, o şeyin miktar-ı sûrîsi, bir kader kalemiyle tersîm edilmiştir. İşte, meşhud, bedihî kader, o zîhayatın mânevî hâlâtında dahi bir kader kalemiyle çizilmiş muntazam meyvedar hududları, nihayetleri var olduğunu gösterir. Kudret masdardır, kader mistardır. Kudret, o maânî kitâbını, o mistar üstünde yazar. Mâdem maddî ve mânevî kader kalemiyle tersîm edilmiş müsmir hududlar, hikmetli nihayetler olduğunu katiyen anlıyoruz; elbette, her bir zîhayatın müddet-i hayatında geçireceği ahvâl ve etvârı, o kaderin kalemiyle tersîm edilmiş. Çünkü, sergüzeşt-i hayatı, bir intizam ve mîzan ile cereyan ediyor; sûretler değiştiriyor, şekiller alıyor.
Mâdem, böyle, umum zîhayatta kalem-i kader hükümrandır; elbette âlemin en mükemmel meyvesi ve arzın halîfesi ve emânet-i kübrânın hâmili olan insanın sergüzeşt-i hayatiyesi, her şeyden ziyâde, kaderin kanununa tâbidir.
Eğer dese: "Kader bizi böyle bağlamış, hürriyetimizi selb etmiştir. İnbisat ve cevelâna müştak olan kalp ve ruh için, kadere imân bir ağırlık, bir sıkıntı vermiyor mu?"
Elcevap: Kat’â ve aslâ! Sıkıntı vermediği gibi, nihayetsiz bir hiffet, bir rahatlık ve ruh ve reyhânı veren ve emn ü emânı temin eden bir sürur, bir nur veriyor. Çünkü, insan kadere imân etmezse, küçük bir dairede cüzî bir serbestiyet, muvakkat bir hürriyet içinde, dünya kadar ağır bir yükü, bîçare ruhun omuzunda taşımaya mecburdur. Çünkü, insan bütün kâinatla alâkadardır, nihayetsiz makàsıd ve metâlibi var; kudreti, irâdesi, hürriyeti milyondan birisine kâfi gelmediği için, çektiği mânevî sıkıntı ağırlığı, ne kadar müthiş ve muvahhiş olduğu anlaşılır. İşte kadere imân, bütün o ağırlığı kaderin sefinesine atar, kemâl-i rahat ile, ruh ve kalbin kemâl-i hürriyetiyle kemâlâtında serbest cevelânına meydan veriyor. Yalnız nefs-i emmârenin cüzî hürriyetini selb eder ve firavuniyetini ve rubûbiyetini ve keyfemâyeşâ hareketini kırar.
Kadere imân o kadar lezzetli, saadetlidir ki, tarif edilmez. Yalnız, şu temsil ile o lezzete ve o saadete bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:
İki adam bir padişahın pâyitahtına giderler, o padişahın mahalli garâip olan has sarayına girerler. Biri padişahı bilmez, o yerde gàsıbâne, sârıkàne tavattun etmek ister. Fakat, o bahçe, o sarayın iktizâ ettikleri idare ve tedbîr ve vâridât ve makinelerini işlettirmek ve garip hayvanâtın erzakını vermek gibi zahmetli külfetleri görür, mütemâdiyen ızdırap çeker. O cennet gibi bahçe, başına bir cehennem gibi oluyor. Her şeye acıyor. İdare edemiyor. Teessüfle vaktini geçirir. Sonra da, o hırsız edepsiz adam, te’dib sûretiyle hapse atılır.
İkinci adam padişahı tanır; padişaha kendini misafir bilir. Bütün o bahçede, o sarayda olan işler, bir nizâm-ı kanunla cereyan ettiğini, Her şey bir programla, kemâl-i suhûletle işlediğini itikat eder. Zahmet ve külfetleri, padişahın kanununa bırakıp, kemâl-i safâ ile o cennet-misâl bahçenin bütün lezzetlerinden istifade edip, padişahın merhametine ve idare kanunlarının
güzelliğine istinâden her şeyi hoş görür, kemâl-i lezzet ve saadetle hayatını geçirir. İşte sırrını anla.
Dördüncü Mebhas
Eğer desen: "Birinci Mebhasta ispat ettin ki, kaderin her şeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır, çirkinlik de güzeldir. Halbuki, şu dâr-ı dünyadaki musîbetler, beliyyeler, o hükmü cerh ediyor."
Elcevap: Ey şiddet-i şefkatten şedid bir elemi hisseden nefsim ve arkadaşım! Vücud hayr-ı mahz, adem şerr-i mahz olduğuna, bütün mehâsin ve kemâlâtın vücuda rücûu ve bütün maâsi ve mesâib ve nekàisin esâsı adem olduğu delildir.
Mâdem adem şerr-i mahzdır; ademe müncer olan veya ademi işmâm eden hâlât dahi şerri tazammun eder. Onun için, vücudun en parlak nuru olan hayat, ahvâl-i muhtelife içinde yuvarlanıp kuvvet buluyor, mütebâyin vaziyetlere girip tasaffî ediyor ve müteaddit keyfiyâtı alıp matlûb semerâtı veriyor ve müteaddit tavırlara girip Vâhib-i Hayatın nukuş-u esmâsını güzelce gösterir. İşte şu hakikattendir ki, zîhayatlara âlâm ve mesâib ve meşakkat ve beliyyât sûretinde, bâzı hâlât ârız olur ki; o hâlât ile hayatlarına envar-ı vücud teceddüd edip zulümât-ı adem tebâud ederek hayatları tasaffî ediyor. Zîrâ, tevakkuf, sükûnet, sükût, atâlet, istirahat, yeknesaklık, keyfiyâtta ve ahvâlde birer ademdir. Hattâ en büyük bir lezzet, yeknesaklık içinde hiçe iner.
Elhâsıl: Mâdem hayat Esmâ-i Hüsnânın nukuşunu gösterir; hayatın başına gelen Her şey hasendir. Meselâ, gayet zengin, nihayet derecede sanatkâr ve çok sanatlarda mâhir bir zât, âsâr-ı sanatını, hem kıymettar servetini göstermek için, âdi bir miskin adamı, modellik vazifesini gördürmek için, bir ücrete mukabil, bir saatte murassâ, musannâ, yaptığı gömleği giydirir, onun üstünde işler ve vaziyetler verir, tebdil eder; hem, her nevi sanatını göstermek için keser, değiştirir, uzatır, kısaltır. Acaba şu ücretli miskin adam, o zâta dese, "Bana zahmet veriyorsun, eğilip kalkmakla vaziyet veriyorsun, beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun"demeye hak kazanabilir mi? "Merhametsizlik, insafsızlık ettin"diyebilir mi?
İşte, onun gibi, Sâni-i Zülcelâl, Fâtır-ı Bîmisâl, zîhayata göz, kulak, akıl, kalp gibi havâs ve letâif ile murassâ olarak giydirdiği vücud gömleğini Esmâ-i Hüsnânın nakışlarını göstermek için çok hâlât içinde çevirir, çok vaziyetlerde değiştirir. Elemler, musîbetler nevinde olan keyfiyât, bâzı esmâsının ahkâmını göstermek için lemeât-ı hikmet içinde bâzı şuâât-ı rahmet ve o şuâât-ı rahmet içinde latîf güzellikler vardır.
Kim kadere imân ederse kederden emîn olur.
Hâtime
Eski Said’in serkeş, müftehir, mağrur, ucblu, riyâkâr nefsini susturan, teslime mecbur eden Beş Fıkradır.
Birinci Fıkra: Mâdem eşya var ve sanatlıdır; elbette bir ustaları var. Yirmi İkinci Sözde gayet katî ispat edildiği gibi, eğer Her şey birinin olmazsa, o vakit her bir şey bütün eşya kadar müşkül ve ağır olur; eğer Her şey birinin olsa, o zaman bütün eşya bir şey kadar âsân ve kolay olur. Mâdem zemin ve âsumânı birisi yapmış, yaratmış; elbette, o pek hikmetli ve çok sanatkâr Zât, zemin ve âsumânın meyveleri ve neticeleri ve gàyeleri olan zîhayatlara başkalara bırakıp işi bozmayacak, başka ellere teslim edip bütün hikmetli işlerini abes etmeyecek, hiçe indirmeyecek; şükür ve ibâdetlerini başkasına vermeyecektir.
İkinci Fıkra: Sen, ey mağrur nefsim, üzüm ağacına benzersin! Fahirlenme; salkımları o ağaç kendi takmamış, başkası onları ona takmış.
Üçüncü Fıkra: Sen ey riyâkâr nefsim! "Dîne hizmet ettim" diye gururlanma. sırrınca, müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o recûl-i fâcir bilmelisin. Hizmetini, ubûdiyetini, geçen nimetlerin şükrü ve vazife-i fıtrat ve farîza-i hilkat ve netice-i sanat bil, ucb ve riyâdan kurtul.
Dördüncü Fıkra: Hakikat ilmini, hakiki hikmeti istersen, Cenâb-ı Hakkın mârifetini kazan. Çünkü, bütün hakàik-ı mevcudât, ism-i Hakkın şuââtı ve esmâsının tezâhürâtı ve sıfâtının tecelliyâtıdırlar. Maddî ve mânevî, cevherî, ârazî her bir şeyin, her bir insanın hakikati, birer ismin nuruna dayanır ve hakikatine istinat eder. Yoksa, hakikatsiz, ehemmiyetsiz bir sûrettir. Yirminci Sözün âhirinde, şu sırra dâir bir nebze bahsi geçmiştir.
Ey nefis! Eğer şu dünya hayatına müştaksan, mevtten kaçarsan, katiyen bil ki, hayat zannettiğin hâlât, yalnız bulunduğun dakikadır. O dakikadan evvel bütün zamanın ve o zaman içindeki eşya-i dünyeviye, o dakikada meyyittir, ölmüştür. O dakikadan sonra bütün zamanın ve onun mazrufu, o dakikada ademdir, hiçtir. Demek, güvendiğin hayat-ı maddiye yalnız bir dakikadır; hattâ,bir kısım ehl-i tetkik, "Bir âşiredir, belki bir ân-ı seyyâledir" demişler. İşte şu sırdandır ki, bâzı ehl-i velâyet, dünyanın dünya cihetiyle ademine hükmetmişler.
Mâdem böyledir; hayat-ı maddiye-i nefsiyeyi bırak, kalp ve ruh ve sırrın derece-i hayatlarına çık, bak: Ne kadar geniş bir daire-i hayatları var! Senin için meyyit olan mâzi, müstakbel, onlar için hayydır, hayattar ve mevcuddur.
Ey nefsim! Mâdem öyledir, sen dahi kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki:
"Fânîyim, fânî olanı istemem; âcizim, âciz olanı istemem.
Rûhumu Rahmân’a teslim eyledim, gayr istemem.
İsterim, fakat bir yâr-ı bâkî isterim.
Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed isterim.
Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudâtı birden isterim."
Allah bu dini fâcir bir adamın eliyle de kuvvetlendirir. (Hadîs-i şerif: Buhârî, 8:88.)
Beşinci Fıkra: Şu fıkra, Arabî geldiği için Arabî yazıldı. Hem, şu fıkra-i Arabiye, Allahü ekber zikrinde otuz üç mertebe-i tefekkürden bir mertebeye işarettir.
Allah en büyüktür. Çünkü öyle bir Kadîr, Alîm, Hakîm, Kerîm, Rahîm, Cemîl, Nakkaş ve Ezelîdir ki, bütün, parçalar ve sayfalar olarak bu kâinatın hakikati; küllî, cüzî, varlık ve bekà itibâriyle bu varlıkların hakikatleri ancak Onun kazâ, kader, tanzim ve takdirinin ilim ve hikmetle çizilmiş çizgileri; Onun ilim, hikmet, tasvir ve tedbîrinin sanat ve îtinâ gösterilerek yapılmış nakışları; Onun Sanat, îtinâ, tezyin ve tenvîrinin mucizeli elinin lütuf ve keremle gerçekleştirdiği tezyinâtı; Onun lütuf, kerem, teveddüt ve tearrüfünün rahmet ve nimetle vücuda getirdiği ihsan çiçekleri; Onun coşkun rahmet, nimet, terahhum ve tehannününün cemâl ve kemâlle yarattığı meyveleri; cemâl ve kemâlinin parıltı ve tecellîleridir. Bu, aynaların yok olup gitmesi ve mazharların akıp kaybolmasıyla beraber, mevsimlerin asırların ve çağların geçmesiyle tecellî ve zuhuru devam eden, mahlûkat, günler ve yılların geçmesiyle inâmı sürüp giden ebedî cemâl-i mücerredin bâkî kalmasının şehâdetiyle sabittir. Evet, mükemmel eser, akıl sahipleri için mükemmel fiile, sonra mükemmel fiil, anlayış sahipleri için bilbedâhe mükemmel vasfa, sonra mükemmel vasıf bizzarûre mükemmel şene, sonra mükemmel şen bilyakîn kendisine yakışan bütün hususiyetlerle zâtın kemâline delâlet eder. Bu, gerçek ve kesindir. Evet, dâimî tecellî ve sürekli feyiz ile beraber, aynaların fânî olup kaybolması, mevcudâtın zevâle gitmesi, görünen cemâlin mazharların mülkü olmadığına en açık bir delildir. Bu, mücerred cemâlin, tazelenen ihsanın, Vâcib-i Vücudun, Bâkî-i Vedûdun en açık beyânı ve en vâzıh bürhanıdır. Allah’ım, Efendimiz Muhammed’e, onun âl ve Sahabîlerine ezelden ebede kadar Allah’ın ilmindeki nesneler sayısınca salât ve selâm eyle.
Zeyl
[Bu küçücük Zeylin büyük bir ehemmiyeti var; herkese menfaatlidir.]
Cenâb-ı Hakka vâsıl olacak tarîkler pek çoktur. Bütün hak tarîkler Kur’ân’dan alınmıştır. Fakat tarîkatlerin bâzısı bâzısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarîkler içinde, kàsır fehmimle Kur’ân’dan istifade ettiğim acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tarîkıdır.
Evet, acz dahi, aşk gibi, belki daha eslem bir tarîktir ki, ubûdiyet tarîkıyla mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi Rahmân ismine îsâl eder. Hem şefkat dahi, aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tarîktir ki, Rahîm ismine îsâl eder. Hem tefekkür dahi, aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tarîktir ki, Hakîm ismine îsâl eder. Şu tarîk, hafî tarîkler misillü, "letâif-i aşere" gibi on hatve değil; ve tarîk-ı cehriye gibi "nüfûs-u seb’a," yedi mertebeye atılan adımlar değil; belki Dört Hatveden ibârettir. Tarîkatten ziyâde hakikattir, şeriattır. Yanlış anlaşılmasın; acz ve fakr ve kusurunu Cenâb-ı Hakka karşı görmek demektir. Yoksa onları yapmak veya halka göstermek demek değildir.
Şu kısa tarîkın evrâdı, ittibâ-ı sünnettir; ferâizi işlemek, kebâiri terk etmektir. Ve bilhassa, namazı tâdil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihâtı yapmaktır.
Birinci hatvede -1- âyeti işaret ediyor.
İkinci hatveye -2- âyeti işaret ediyor.
Üçüncü hatveye -3- âyeti işaret ediyor.
1 Nefislerinizi temize çıkarmayın. (Necm Sûresi: 32.)
2 Allah’ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara kendi âkıbetlerini unutturmuştur. (Haşir Sûresi: 19.)
3 Sana her ne iyilik erişirse Allah’tandır. Sana her ne kötülük gelirse, o da kendi kusurun sebebiyledir. (Nisâ Sûresi: 79.)
Dördüncü hatveye -1- âyeti işaret ediyor.
Şu Dört Hatvenin kısa bir izahı şudur ki:
Birinci Hatvede, âyeti işaret ettiği gibi, tezkiye-i nefs etmemek. Zîrâ, insan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzat yalnız zâtını sever; başka her şeyi nefsine fedâ eder. Mabuda lâyık bir tarzda nefsini metheder; mabuda lâyık bir tenzih ile nefsini meâyibden tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez; nefsine perestiş eder tarzında, şiddetle müdâfaa eder. Hattâ fıtratında tevdî edilen ve Ma’bud-u Hakikinin hamd ve tesbihi için ona verilen cihazât ve istidadı kendi nefsine sarf ederek, -2- sırrına mazhar olur. Kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir.
İşte şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathîri, onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir.
İkinci Hatvede, dersini verdiği gibi; kendini unutmuş, kendinden haberi yok; mevti düşünse, başkasına verir; fenâ ve zevâli görse, kendine almaz. Ve külfet ve hizmet makamında nefsini unutmak, fakat ahz-ı ücret ve istifade-i huzûzât makamında nefsini düşünmek, şiddetle iltizam etmek, nefs-i emmârenin muktezâsıdır. Şu makamda tezkiyesi, tathîri, terbiyesi; şu hâletin aksidir. Yani, nisyân-ı nefs içinde nisyan etmemek. Yani, huzûzât ve ihtirasâtta unutmak ve mevtte ve hizmette düşünmek.
Üçüncü Hatvede, dersini verdiği gibi; nefsin muktezâsı, dâimâ iyiliği kendinden bilip, fahr ve ucbe girer. Bu hatvede, nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı görüp, bütün mehâsin ve kemâlâtını, Fâtır-ı Zülcelâl tarafından ona ihsan edilmiş nimetler olduğunu anlayıp, fahr yerinde şükür ve temeddüh yerinde hamd etmektir. Şu mertebede tezkiyesi, -3- sırrıyla şudur ki: Kemâlini kemâlsizlikte, kudretini aczde, gınâsını fakrda bilmektir.
Dördüncü Hatvede, dersini verdiği gibi; nefis, kendini serbest ve müstakil ve bizzat mevcud bilir. Ondan bir nevi rubûbiyet dâvâ
1 Her şey helâk olup gidicidir-Ona bakan yüzü müstesnâ. (Kasas Sûresi: 88.)
2 Nefsinin arzusunu kedisine ma’bud edinip onun her emrine uyan kimse. (Furkan Sûresi: 43.)
3 Nefsini günahlardan arındıran kurtuluşa ermiştir. (Şems Sûresi: 9.)
eder. Ma’buduna karşı adâvetkârâne bir isyanı taşır. İşte gelecek şu hakikati derk etmekle ondan kurtulur. Hakikat şöyledir ki:
Her şey nefsinde mânâ-i ismiyle fânîdir, mefkuddur, hàdistir, mâdumdur; fakat mânâ-i harfiyle ve Sâni-i Zülcelâlin esmâsına âyinedarlık cihetiyle ve vazifedarlık itibâriyle şâhiddir, meşhuddur, vâciddir, mevcuddur.
Şu makamda tezkiyesi ve tathîri şudur ki: Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır. Yani kendini bilse, vücud verse, kâinat kadar bir zulümât-ı adem içindedir. Yani, vücud-u şahsîsine güvenip, Mûcid-i Hakikiden gaflet etse, yıldız böceği gibi bir şahsî ziyâ-i vücudu nihayetsiz zulümât-ı adem ve firâklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enâniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakikinin bir âyine-i tecellîsi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudâtı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zîrâ bütün mevcudât, esmâsının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücudu bulan, her şeyi bulur.
Hâtime
Şu acz, fakr, şefkat, tefekkür tarîkındaki dört hatvenin izahâtı, hakikatin ilmine, şeriatın hakikatine, Kur’ân’ın hikmetine dâir olan yirmi altı adet Sözlerde geçmiştir. Yalnız, şurada bir iki noktaya kısa bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:
Evet, şu tarîk daha kısadır. Çünkü, dört hatvedir. Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâle verir. Halbuki en keskin tarîk olan aşk, nefisten elini çeker, fakat mâşuk-u mecâzîye yapışır. Onun zevâlini bulduktan sonra Mahbub-u Hakikiye gider.
Hem, şu tarîk daha eslemdir. Çünkü, nefsin şatahât ve bâlâpervazâne dâvâları bulunmaz. Çünkü, acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde bulmuyor ki, haddinden fazla geçsin. Hem, bu tarîk daha umumi ve cadde-i kübrâdır. Çünkü, kâinatı, ehl-i vahdetü’l-vücud gibi, huzur-u dâimî kazanmak için idâma mahkûm zannedip, -1- hükmetmeye veyahut ehl-i vahdetü’ş-şuhud gibi, huzur-u dâimî için kâinatı nisyân-ı mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip, -2- demeye mecbur olmuyor. Belki idâmdan ve hapisten gayet zâhir olarak, Kur’ân affettiğinden, o da sarf-ı nazar edip ve mevcudâtı kendileri hesâbına hizmetten azlederek, Fâtır-ı Zülcelâl hesâbına istihdam edip, Esmâ-i Hüsnâsının mazhariyet ve âyinedarlık vazifesinde istimâl ederek, mânâ-i harfî nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzûr-u dâimîye girmektir; her şeyde Cenâb-ı Hakka bir yol bulmaktır. Elhâsıl, mevcudâtı mevcudât hesâbına hizmetten azlederek, mânâ-i ismiyle bakmamaktır.
1 Ondan başka mevcut yoktur.
2 Ondan başka şahit olunan yoktur.
Yirmi Yedinci Söz
İçtihad Risâlesi
Beş altı sene mukaddem, Arabî bir risâlede, içtihada dâir yazdığım bir mesele, iki kardeşimin arzularıyla, o meseleye dâir haddinden tecavüz edenin haddini bildirmek için, şu Söz, o mesele-i içtihadiyeye dâir yazıldı.
İçtihad kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye altı mâni vardır.
Birincisi
Nasıl ki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir; yeni kapıları açmak, hiçbir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem, nasıl ki büyük bir selin hücumunda, tâmir için duvarlarda delikler açmak gark olmaya vesîledir. Öyle de, şu münkerât zamanında ve âdât-ı ecânibin istilâsı ânında ve bid’aların kesreti vaktinde ve dalâletin tahribâtı hengâmında, içtihad nâmiyle, kasr-ı İslâmiyet’ten yeni kapılar açıp duvarlarından muharriplerin girmesine vesîle olacak delikler açmak, İslâmiyet’e cinâyettir.
İkincisi
Dinin zarûriyâtı ki, içtihad onlara giremez. Çünkü, katî ve muayyendirler. Hem, o zarûriyât kùt ve gıdâ hükmündedirler. Şu zamanda terke uğruyorlar
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
Halbuki, bu haberi yayacak yerde Peygambere ve müminlerden ihtisas ve salâhiyet sahibi kimselere mürâcaat etselerdi, elbette o kimselerden hüküm çıkarmaya ehliyetli olanlar işin doğrusunu bilirlerdi. (Nisâ Sûresi: 83.)
ve tezelzüldedirler. Ve bütün himmet ve gayreti, onların ikàmesine ve ihyâsına sarf etmek lâzım gelirken, İslâmiyetin nazariyât kısmında ve selefin içtihadât-ı sâfiyâne ve hâlisânesiyle bütün zamanların hâcâtına dar gelmeyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp heveskârâne yeni içtihatlar yapmak, bid’akârâne bir hıyânettir.
Üçüncüsü
Nasıl ki, çarşıda mevsimlere göre birer metâ mergub oluyor, vakit bevakit birer mal revaç buluyor. Öyle de, âlem meşherinde, içtimâiyât-ı insaniye ve medeniyet-i beşeriye çarşısında her asırda, birer metâ, mergub olup revaç buluyor, sûk’unda, yani çarşısında teşhir ediliyor; rağbetler ona celp oluyor, nazarlar ona teveccüh ediyor, fikirler ona müncezib oluyor. Meselâ, şu zamanda siyâset metâı ve hayat-ı dünyeviyenin temini ve felsefenin revaçları gibi.
Ve Selef-i Sâlihîn asrında ve o zaman çarşısında en mergub metâ, Hàlık-ı Semâvât ve Arzın marziyâtlarını ve bizden arzularını, kelâmından istinbât etmek ve nur-u nübüvvet ve Kur’ân ile, kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak vesâilini elde etmek idi.
İşte, o zamanda zihinler, kalpler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle Yerler ve Gökler Rabbinin marziyâtını anlamaya müteveccih olduğundan, içtimâiyât-ı beşeriyenin sohbetleri, muhâvereleri, vukuâtları, ahvâlleri ona bakıyordu. Ona göre cereyan ettiğinden, her kimin güzelce bir istidadı bulunsa, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak her şeyden bir ders-i mârifet alır. O zamanda cereyan eden ahvâl ve vukuât ve muhâverâttan taallüm ediyordu. Güyâ her bir şey ona bir muallim hükmüne geçip, onun fıtrat ve istidadına, içtihada bir istidad ihzârını telkin ediyordu. Hattâ o derece şu fıtrî ders tenvir ediyordu ki, yakın idi ki, kisbsiz içtihada kabiliyeti ola; ateşsiz nurlana. İşte, şu tarzda fıtrî bir ders alan bir müstaid, içtihada çalışmaya başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen istidadı, nurun alâ nur sırrına mazhar olur; çabuk ve az zamanda müçtehid olurdu.
Ammâ şu zamanda, medeniyet-i Avrupa’nın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerâit-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla, efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inâyet inkısam etmiştir; zihinler mâneviyâta karşı yabânîleşmiştir. İşte bunun içindir ki, şu zamanda birisi, dört yaşında Kur’ân’ı hıfzedip âlimlerle mübâhese eden Süfyân ibni Uyeyne olan bir müçtehidin zekâsında bulunsa, Süfyân’ın içtihadı kazandığı zamana nispeten on defa daha fazla zamana muhtaçtır. Süfyân on senede içtihadı tahsil etmiş ise, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin. Çünkü, Süfyân’ın ibtidâ-i tahsil-i fıtrîsi sinn-i temyiz zamanından başlar, yavaş yavaş istidadı müheyyâ olur, nurlanır; her şeyden ders alır, kibrit hükmüne geçer. Ammâ onun nazîri, şu zamanda-çünkü, zihni felsefede boğulmuş, aklı siyâsete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş, istidadı içtihaddan uzaklaşmış-elbette fünûn-u hâzırada tevaggulu derecesinde, istidadı içtihad-ı şer’î kabiliyetinden uzaklaşmış ve ulûm-u arzıyede tefennünü derecesinde, içtihadın kabulünden geri kalmıştır. Onun için, "Ben de onun gibi zekîyim, niçin ona yetişemiyorum?" diyemez ve demeye hakkı yoktur ve yetişemez.
Dördüncüsü
Nasıl ki bir cisimde, neşv ü nemâ için, tevessü’ meyli bulunur. O meyl-i tevessü’ ise-çünkü dahildendir-vücud ve cisim için bir tekemmüldür.
ve tezelzüldedirler. Ve bütün himmet ve gayreti, onların ikàmesine ve ihyâsına sarf etmek lâzım gelirken, İslâmiyetin nazariyât kısmında ve selefin içtihadât-ı sâfiyâne ve hâlisânesiyle bütün zamanların hâcâtına dar gelmeyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp heveskârâne yeni içtihatlar yapmak, bid’akârâne bir hıyânettir.
Üçüncüsü
Nasıl ki, çarşıda mevsimlere göre birer metâ mergub oluyor, vakit bevakit birer mal revaç buluyor. Öyle de, âlem meşherinde, içtimâiyât-ı insaniye ve medeniyet-i beşeriye çarşısında her asırda, birer metâ, mergub olup revaç buluyor, sûk’unda, yani çarşısında teşhir ediliyor; rağbetler ona celp oluyor, nazarlar ona teveccüh ediyor, fikirler ona müncezib oluyor. Meselâ, şu zamanda siyâset metâı ve hayat-ı dünyeviyenin temini ve felsefenin revaçları gibi.
Ve Selef-i Sâlihîn asrında ve o zaman çarşısında en mergub metâ, Hàlık-ı Semâvât ve Arzın marziyâtlarını ve bizden arzularını, kelâmından istinbât etmek ve nur-u nübüvvet ve Kur’ân ile, kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak vesâilini elde etmek idi.
İşte, o zamanda zihinler, kalpler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle Yerler ve Gökler Rabbinin marziyâtını anlamaya müteveccih olduğundan, içtimâiyât-ı beşeriyenin sohbetleri, muhâvereleri, vukuâtları, ahvâlleri ona bakıyordu. Ona göre cereyan ettiğinden, her kimin güzelce bir istidadı bulunsa, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak her şeyden bir ders-i mârifet alır. O zamanda cereyan eden ahvâl ve vukuât ve muhâverâttan taallüm ediyordu. Güyâ her bir şey ona bir muallim hükmüne geçip, onun fıtrat ve istidadına, içtihada bir istidad ihzârını telkin ediyordu. Hattâ o derece şu fıtrî ders tenvir ediyordu ki, yakın idi ki, kisbsiz içtihada kabiliyeti ola; ateşsiz nurlana. İşte, şu tarzda fıtrî bir ders alan bir müstaid, içtihada çalışmaya başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen istidadı, nurun alâ nur sırrına mazhar olur; çabuk ve az zamanda müçtehid olurdu.
Ammâ şu zamanda, medeniyet-i Avrupa’nın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerâit-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla, efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inâyet inkısam etmiştir; zihinler mâneviyâta karşı yabânîleşmiştir. İşte bunun içindir ki, şu zamanda birisi, dört yaşında Kur’ân’ı hıfzedip âlimlerle mübâhese eden Süfyân ibni Uyeyne olan bir müçtehidin zekâsında bulunsa, Süfyân’ın içtihadı kazandığı zamana nispeten on defa daha fazla zamana muhtaçtır. Süfyân on senede içtihadı tahsil etmiş ise, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin. Çünkü, Süfyân’ın ibtidâ-i tahsil-i fıtrîsi sinn-i temyiz zamanından başlar, yavaş yavaş istidadı müheyyâ olur, nurlanır; her şeyden ders alır, kibrit hükmüne geçer. Ammâ onun nazîri, şu zamanda-çünkü, zihni felsefede boğulmuş, aklı siyâsete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş, istidadı içtihaddan uzaklaşmış-elbette fünûn-u hâzırada tevaggulu derecesinde, istidadı içtihad-ı şer’î kabiliyetinden uzaklaşmış ve ulûm-u arzıyede tefennünü derecesinde, içtihadın kabulünden geri kalmıştır. Onun için, "Ben de onun gibi zekîyim, niçin ona yetişemiyorum?" diyemez ve demeye hakkı yoktur ve yetişemez.
Dördüncüsü
Nasıl ki bir cisimde, neşv ü nemâ için, tevessü’ meyli bulunur. O meyl-i tevessü’ ise-çünkü dahildendir-vücud ve cisim için bir tekemmüldür.
Fakat, eğer hariçte tevsî için bir meyil ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrip etmektir; tevsî değildir. Öyle de, İslâmiyetin dairesine selef-i sâlihîn gibi takvâ-i kâmile kapısıyla ve zarûriyât-ı diniyenin imtisâli tarîkıyla dahil olanlarda meylü’t-tevessü’ ve irâde-i içtihad bulunsa; o kemâldir ve tekemmüldür. Yoksa, zarûriyâtı terk eden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlûde olanlardan olan o meylü’t-tevsî ve irâde-i içtihad, vücud-u İslâmiyeyi tahrip ve boynundaki şer’î zincirini çıkarmaya vesîledir.
Beşincisi
Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadâtını, arzıye yapar, semâvîlikten çıkarıyor. Halbuki, şeriat semâviyedir; ve içtihadât-ı şer’iye dahi onun ahkâm-ı mestûresini izhâr ettiğinden, semâviyedirler.
Birincisi: Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise, tercihe sebeptir, icâba, icada medâr değildir. İllet ise, vücuduna medârdır. Meselâ, seferde namaz kasredilir, iki rekât kılınır. Şu ruhsat-ı şer’iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünkü, illet var. Fakat, sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte şu hakikatin aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikàme edip, ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihad arzıyedir, semâvî değildir.
İkincisi: Şu zamanın nazarı evvelâ ve bizzat saadet-i dünyeviyeye bakıyor ve ahkâmları ona tevcih ediyor. Halbuki, şeriatın nazarı ise evvelâ ve bizzat saadet-i uhreviyeye bakar, ikinci derecede-âhirete vesîle olmak dolayısıyla-dünyanın saadetine nazar eder. Demek, şu zamanın nazarı ruh-u şeriattan yabânîdir. Öyle ise, şeriat nâmına içtihad edemez.
Üçüncüsü: kaidesi, yani, "Zarûret haramı helâl derecesine getirir." İşte şu kaide ise, küllî değil. Zarûret, eğer haram yoluyla olmamış ise haramı helâl etmeye sebebiyet verir. Yoksa, sû-i ihtiyârıyla, gayr-i meşrû sebeplerle zarûret olmuş ise, haramı helâl edemez, ruhsatlı ahkâmlara medâr olamaz, özür teşkil edemez. Meselâ, bir adam sû-i ihtiyârıyla, haram bir tarzda kendini sarhoş etse, tasarrufâtı ulemâ-i şeriatça aleyhinde câridir, mâzur sayılmaz. Tatlîk etse, talâkı vâki’ olur. Bir cinâyet etse, ceza görür. Fakat, sû-i ihtiyârıyla olmazsa, talâk vâki’ olmaz, ceza da görmez. Hem meselâ, bir içki mübtelâsı, zarûret derecesinde mübtelâ olsa da diyemez ki, "Zarurettir, bana helâldir."
İşte, şu zamanda zarûret derecesine geçen ve insanları mübtelâ eden bir beliyye-i âmme sûretine giren çok umûrlar vardır ki, sû-i ihtiyârdan, gayr-i meşrû meyillerden ve haram muâmelelerden tevellüd ettiklerinden, ruhsatlı ahkâmlara medâr olup, haramı helâl etmeye medâr olamazlar. Halbuki, şu zamanın ehl-i içtihadı, o zarûrâtı ahkâm-ı şer’iyeye medâr yaptıklarından, içtihadları arzıyedir, hevesîdir,
felsefîdir; semâvî olamaz, şer’î değil. Halbuki, semâvât ve arzın Hàlıkının ahkâm-ı İlâhiyesinde tasarruf ve ibâdının ibâdâtına müdâhale ve o Hàlıkın izn-i mânevîsi olmazsa, o tasarruf, o müdâhale merduddur.
Meselâ, bâzı gàfiller, hutbe gibi bâzı şeâir-i İslâmiyeyi Arabîden çıkarıp her milletin lisâniyle söylemeyi iki sebep için istihsan ediyorlar.
Birincisi: "Tâ siyâset-i hâzıra avâm-ı Müslimîne de o sûretle tefhim edilsin." Halbuki, siyâset-i hâzıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytânât, içine girmiş ki, vesvese-i şeyâtîn hükmüne geçmiştir. Halbuki, minber, vahy-i İlâhînin tebliğ makamı olduğundan, o vesvese-i siyâsiyenin hakkı yoktur ki o makam-ı âlîye çıkabilsin.
İkinci sebep: "Hutbe, bâzı suver-i Kur’âniyenin nasihatları anlaşılmak içindir." Evet, eğer millet-i İslâm, İslâmiyetin zarûriyâtı ve müsellemâtı ve mâlûm olan ahkâmını ekseriyet itibâriyle imtisâl edip yerine getirseydi, o vakit nazariyât-ı şer’iye ve mesâil-i dakîka ve nasâyih-i hafiyeyi anlamak için, bildiği lisân ile hutbe okunması ve suver-i Kur’âniyenin-eğer mümkün olsaydı-tercümesi Hâşiye belki müstahsen olurdu. Fakat, namaz, zekât, orucun vücûbu ve katl, zinâ ve şarabın haramiyeti gibi mâlûm olan ahkâm-ı kat’iye-i İslâmiye mühmel kalıyor. Avâm-ı nâs, onların vücûbunu ve haramiyetini ders almaya muhtaç değiller. Belki teşvik ve ihtar ile o ahkâm-ı kudsiyeyi hatırlatıp, İslâmiyet damarını ve imân hissini tahrik etmekle imtisâllerine teşvik ve tezkire ve ihtara muhtaçtırlar. Halbuki, bir âmî ne kadar câhil dahi olsa, Kur’ân’dan ve hutbe-i Arabiyeden şu meâl-i icmâliyeyi anlar ki: "Herkese ve bana mâlûm olan imânın rükünlerini ve İslâmiyetin umdelerini hatip ve hâfız ihtar ediyor ve ders veriyor, okuyor" der; kalbinde onlara karşı bir iştiyak hâsıl olur. Acaba kâinatta hangi tâbirât var ki, Arş-ı âzamdan gelen Kur’ân-ı Hakîmin i’câzkârâne, müfehhimâne ihtarlarına, tezkirlerine, teşviklerine mukabil gelebilsin?
Altıncısı
Selef-i Sâlihînin müçtehidîn-i izâmı, asr-ı nur ve asr-ı hakikat olan asr-ı Sahabeye yakın olduklarından, sâfî bir nur alıp, hâlis bir içtihad edebilirler. Şu zamanın ehl-i içtihadı ise, o kadar perdeler arkasında ve uzak bir mesafede hakikat kitâbına bakar ki, en vâzıh bir harfini de zor ile görebilirler.
Eğer desen: "Sahabeler de insandırlar; hatâdan, hilâftan hâlî olmazlar. Halbuki, içtihadâtın ve ahkâm-ı şeriatın medârı Sahabelerin adâleti ve sıdkıdır ki, hattâ ümmet, ’Sahabeler umumen âdildirler, doğru söylerler’ diye ittifak etmişler."
Elcevap: Evet, Sahabeler ekseriyet-i mutlaka itibâriyle, hakka âşık, sıdka müştak, adâlete hâhişgerdirler. Çünkü yalanın ve kizbin çirkinliği, bütün çirkinliğiyle ve sıdkın ve doğruluğun güzelliği, bütün güzelliğiyle o asırda öyle bir tarzda gösterilmiş ki, ortalarındaki mesafe, Arştan Ferşe kadar açılmış, esfel-i sâfilîndeki Müseylime-i Kezzâbın derekesinden âlâ-yı illiyyînde olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın derece-i sıdkı kadar bir ayrılık görülmüştür.
Evet,
Hâşiye:
İ’câza dâir Yirmi Beşinci Söz, Kur’ân’ın hakiki tercümesi mümkün olmadığını göstermiştir.
Müseylime’yi esfel-i sâfilîne düşüren kizb olduğu gibi, Muhammedü’l-Emîn Aleyhissalâtü Vesselâmı âlâ-yı illiyyîne çıkaran sıdktır ve doğruluktur.
İşte, hissiyât-ı ulviyeyi taşıyan ve mehâsin-i ahlâkiyeye perestiş eden ve şems-i Nübüvvetin ziyâ-i sohbetiyle nurlanan Sahabeler, o derece çirkin ve sukùta sebep ve Müseylime’nin maskaraâlûd müzahrafât dükkânındaki kizbe, ihtiyârıyla ellerini uzatmamak ve küfürden çekindikleri gibi, küfrün arkadaşı olan kizbden çekinmeleri ve o derece güzel ve medâr-ı fahr ve mübâhât ve mi’rac-ı suud ve terakkî ve fahr-i risâletin, hazîne-i âliyesinden en revaçlı bulunan ve şâşaa-i cemâliyle, içtimâât-ı insaniyeyi nurlandıran sıdka ve doğruluğa ve hakka-ve bilhassa ahkâm-ı şer’iye rivâyetinde ve tebliğinde-elbette ellerinden geldiği kadar tâlip ve muvâfık ve âşık olmaları katîdir, zarûrîdir, şüphesizdir.
Halbuki, şu zamanda, kizb ve sıdkın ortasındaki mesafe o kadar kısalmış ki, âdetâ omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana (geçmek) pek kolay gidiliyor. Hattâ, siyâset propagandası vâsıtasıyla, yalancılık doğruluğa tercih ediliyor. İşte, en çirkin şey, en güzel şeylerle beraber bir dükkânda, bir fiyatla satılsa, elbette pek âlî olan ve hakikat cevherine giden sıdk ve hak pırlantası, o dükkâncının mârifetine ve sözüne itimad edip, körü körüne alınmaz.
Hâtime
Asırlara göre şeriatlar değişir; belki, bir asırda kavimlere göre ayrı ayrı şeriatlar, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü’l-Enbiyâdan sonra, Şeriat-ı Kübrâsı her asırda, her kavme kâfi geldiğinden, muhtelif şeriatlara ihtiyaç kalmamıştır. Fakat, teferruâtta bir derece ayrı ayrı mezheblere ihtiyaç kalmıştır.
Evet, nasıl ki mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir, mîzaçlara göre ilâçlar tebeddül eder; öyle de, asırlara göre şeriatlar değişir, milletlerin istidadına göre ahkâm tahavvül eder. Çünkü, ahkâm-ı şer’iyenin teferruât kısmı ahvâl-i beşeriyeye bakar, ona göre gelir, ilâç olur.
Enbiyâ-i sâlife zamanında tabakàt-ı beşeriye birbirinden çok uzak ve seciyeleri hem bir derece kaba, hem şiddetli ve efkârca ibtidâî ve bedeviyete yakın olduğundan, o zamandaki şeriatlar, onların haline muvâfık bir tarzda, ayrı ayrı gelmiştir. Hattâ, bir kıtada, bir asırda ayrı ayrı peygamberler ve şeriatlar bulunurmuş. Sonra, âhirzaman Peygamberinin gelmesiyle, insanlar, güyâ iptidâî derecesinden idâdiye derecesine terakkî ettiğinden, çok inkılâbât ve ihtilâtât ile, akvâm-ı beşeriye bir tek ders alacak, bir tek muallimi dinleyecek, bir tek şeriatla amel edecek vaziyete geldiğinden, ayrı ayrı şeriata ihtiyaç kalmamıştır, ayrı ayrı muallime de lüzum görülmemiştir. Fakat, tamamen bir seviyeye gelmediğinden ve bir tarz-ı hayat-ı içtimâiyede gitmediğinden, mezhebler taaddüd etmiştir. Eğer beşerin ekseriyet-i mutlakası bir mekteb-i âlînin talebesi gibi, bir tarz-ı hayat-ı içtimâiyeyi giyse, bir seviyeye girse, o vakit mezhebler tevhid edilebilir. Fakat, bu hal-i âlem, o hale müsaade etmediği gibi, mezâhib de bir olmaz.
Eğer desen: "Hak bir olur. Nasıl böyle dört ve on iki mezhebin muhtelif ahkâmları hak olabilir?"
Elcevap: Bir su, beş muhtelif mîzaçlı hastalara göre nasıl beş hüküm alır, şöyle ki: Birisine, hastalığının mîzâcına göre, su, ilâçtır; tıbben vâcibdir. Diğer birisine, hastalığı için zehir gibi muzırdır; tıbben ona haramdır. Diğer birisine, az zarar verir; tıbben ona mekruhtur. Diğer birisine, zararsız menfaat verir; tıbben ona sünnettir. Diğer birisine, ne zarardır, ne menfaattir, âfiyetle içsin; tıbben ona mübahtır. İşte hak burada taaddüd etti. Beşi de haktır. Sen diyebilir misin ki, "Su yalnız ilâçtır, yalnız vâcibdir, başka hükmü yoktur"?
İşte bunun gibi, ahkâm-ı İlâhiye, mezheblere, hikmet-i İlâhiyenin sevkiyle ittibâ edenlere göre değişir; hem, hak olarak değişir ve herbirisi de hak olur, maslahat olur. Meselâ, hikmet-i İlâhiyenin tensibiyle İmâm-ı Şâfiîye ittibâ eden, ekseriyet
itibâriyle Hanefîlere nispeten köylülüğe ve bedevîliğe daha yakın olup, cemaati bir tek vücud hükmüne getiren hayat-ı içtimâiye de nâkıs olduğundan, her biri bizzat dergâh-ı Kàdiü’l-Hâcâtta kendi derdini söylemek ve hususi matlûbunu istemek için, imam arkasında Fâtihayı birer birer okuyorlar. Hem, ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir. İmâm-ı âzama ittibâ edenler ekseriyet-i mutlaka itibâriyle, İslâmî hükümetlerin ekserîsi o mezhebi iltizam etmesiyle, medeniyete, şehirliliğe daha yakın ve hayat-ı içtimâiyeye müstaid olduğundan, bir cemaat bir şahıs hükmüne girip, birtek adam umum nâmına söyler; umum, kalben onu tasdik ve rabt-ı kalb edip-onun sözü umumun sözü hükmüne geçtiğinden, Hanefî mezhebine göre imam arkasında Fâtiha okunmaz. Okunmaması ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir.
Hem meselâ, mâdem şeriat tabiatın tecavüzâtına sed çekmekle onu tâdil edip nefs-i emmâreyi terbiye eder; elbette, ekser etbâı köylü ve nimbedevî ve amelelikle meşgul olan Şâfiî mezhebine göre, "Kadına temas ile abdest bozulur, az bir necâset zarar verir." Ekseriyet itibâriyle hayat-ı içtimâiyeye giren, nimmedenî şeklini alan insanlar ittibâ ettikleri mezheb-i Hanefîye göre, "Mess-i nisvan abdesti bozmaz, bir dirhem kadar necâsete fetvâ var."
İşte, bir amele ile bir efendiyi nazara alacağız. Amele, tarz-ı maîşet itibâriyle, ecnebî kadınlarla ihtilâta, temasa ve bir ocak yanında oturmaya ve mülevves şeylerin içine karışmaya mübtelâ olduğundan, sanat ve maîşet itibâriyle, tabiat ve nefs-i emmâresi meydanı boş bulup tecavüz edebilir. Onun için, şeriat onların hakkında, o tecavüzâta sed çekmek için, "Abdest bozulur, temas etme; namazını iptal eder, bulaşma" mânevî kulağında bir sadâ-i semâvî çınlattırır. Ammâ, o efendi, nâmuslu olmak şartıyla, âdât-ı içtimâiyesi itibâriyle, ahlâk-ı umumiye nâmına, ecnebî kadınlara temasa mübtelâ değil, mülevves şeylerle nezâfet-i medeniye nâmına kendini o kadar bulaştırmaz. Onun için, şeriat, mezheb-i Hanefî nâmiyle ona şiddet ve azîmet göstermemiş, ruhsat tarafını gösterip hafifleştirmiştir. "Elin dokunmuş ise, abdestin bozulmaz; hicab edip, kalabalık içinde su ile istincâ etmemenin zararı yoktur, bir dirhem kadar fetvâ vardır"der, onu vesveseden kurtarır.
İşte, denizden iki katre, sana misâl. Onlara kıyas et. Mîzan-ı Şa’rânî mîzanıyla, şeriat mîzanlarını bu sûretle muvâzene edebilirsen, et.
Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın. (Bakara Sûresi: 32.)
Allah’ım, güzel isimlerinin tecelliyâtı için câmi’ bir ayna olmasıyla sıfat ve isimlerinin güzelliklerine olan muhabbetinin nurları kendisinde temessül eden; masnuâtının en mükemmel ve en bedîi olması, kemalât-ı sanatının enmûzeci ve mehâsin-i nukuşunun fihristesi bulunmasıyla sanatına olan muhabbetinin şuâları kendisinde temerküz eden; mehâsin-i sanatının en yüksek dellâlı, hüsn-ü nukuşunun ilânı konusunda istihsan edicilerin en yücesi, sanatının kemâlâtını tavsifte en hârika zât olmasıyla kendisinde, sanatının istihsan edilmesine olan rağbet ve muhabbetinin letâifi tezâhür eden; Senin ihsanınla bütün mehâsin-i ahlâkı ve Senin lûtfunla bilcümle latîf vasıfları câmi’ olmasıyla kendisinde mahlûkatının mehâsin-i ahlâkına ve masnuâtının latîf evsâfına olan muhabbet ve istihsanının aksâmı toplanmış bulunan; Kur’ân’ında zikrettiğin ve sevdiğin bütün ihsan sahibi, sabırlı, mü’min, müttakî, tevbekâr ve Sana yönelmiş kimselere; Kur’ân’ında sevdiğin ve Seni sevmekle şereflendirdiğin bütün nev’lere üstün bir misdak ve mikyas olan, öyle ki, Seni sevenlerin imamı, Sence mahbub olanların efendisi ve dostlarının reisi olan zâta ve onun bütün âl ve Ashâb ve ihvânına salât ve selâm eyle. âmin. Bunu rahmetinle yap, ey merhamet edenlerin en merhametlisi!
Yirmi Yedinci Sözün Zeyli
Sahabeler hakkındadır
Mevlâna Câmi’nin dediği gibi derim:
-1-
-2-
-3- ilâ âhiri’l-âyet.
Suâl ediyorsunuz: "Bâzı rivâyetlerde vardır ki; ’Bid’aların revâcı hengâmında ehl-i imân ve takvâdan bir kısım sülehâ, Sahabe derecesinde veya daha ziyâde efdal olabilir’ diye rivâyetler vardır. Bu rivâyetler sahih midir? Sahih ise, hakikatleri nedir?"
1 Yâ Resûlallah! Ne olaydı, Ashâb-ı Kehf’in köpeği gibi, senin Ashâbının arasında Cennete girseydim. Onun Cennete, benim Cehenneme gitmem nasıl revâ olur? O, Ashâb-ı Kehf’in köpeği; ben ise senin Ashâbının köpeği.
2 Allah’ın adıyla. O, her türlü noksan sıfattan uzaktır. • Hiçbir Şey yoktur ki Onu övüp Onu tesbih etmesin. (İsrâ Sûresi: 44.)
3 Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
Muhammed Allah’ın resûlüdür. Onunla beraber olanlar da kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında ise pek merhametlidirler. (Fetih Sûresi: 29.)
Elcevap: Enbiyâdan sonra, nev-i beşerin en efdali Sahabe olduğu Ehl-i Sünnet ve Cemaatin icmâı, bir hüccet-i kàtıadır ki; o rivâyetlerin sahih kısmı fazîlet-i cüz’iye hakkındadır. Çünkü, cüzî fazîlette ve hususi bir kemâlde, mercuh, râcihe tereccüh edebilir. Yoksa, Sûre-i Fethin âhirinde, sitâyişkârâne tavsifât-ı Rabbâniyeye mazhar ve Tevrat ve İncil ve Kur’ân’ın medih ve senâsına mazhar olan Sahabelere fazîlet-i külliye nokta-i nazarında yetişilemez. Şu hakikatin pek çok esbâb ve hikmetlerinden, şimdilik üç sebebi tazammun eden üç hikmeti beyân edeceğiz.
Birinci Hikmet : Sohbet-i nebeviye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zât, senelerle seyr ü sülûka mukabil hakikatin envarına mazhar olur. Çünkü, sohbette insibağ ve inikâs vardır. Mâlûmdur ki, in’ikâs ve tebâiyetle, o nur-u âzam-ı nübüvvetle beraber en azîm bir mertebeye çıkabilir. Nasıl ki, bir sultanın hizmetkârı ve onun tebâiyeti ile, öyle bir mevkie çıkar ki, bir şah çıkamaz.
İşte şu sırdandır ki, en büyük velîler Sahabe derecesine çıkamıyorlar. Hattâ, Celâleddin-i Süyûti gibi uyanık iken, çok defa sohbet-i nebeviyeye mazhar olan velîler, Resûl-i Ekrem (a.s.m.) ile yakazaten görüşseler ve şu âlemde sohbetine müşerref olsalar, yine Sahabeye yetişemiyorlar. Çünkü, Sahabelerin sohbeti, nübüvvet-i Ahmediye (a.s.m.) nuruyla, yani nebî olarak onunla sohbet ediyorlar. Evliyâlar ise, vefât-ı nebevîden sonra Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı görmeleri, velâyet-i Ahmediye (a.s.m.) nuruyla sohbettir. Demek, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın onların nazarlarına temessül ve tezâhür etmesi, velâyet-i Ahmediye (a.s.m.) cihetindedir, nübüvvet itibâriyle değil. Mâdem öyledir; nübüvvet derecesi velâyet derecesinden ne kadar yüksek ise, o iki sohbet de o derece tefâvüt etmek lâzım gelir.
Sohbet-i Nebeviye ne derece bir iksir-i nurânî olduğu bununla anlaşılır ki: Bir bedevî adam, kızını sağ olarak defnedecek bir kasâvet-i vahşiyânede bulunduğu halde gelip, bir saat sohbet-i nebeviyeye müşerref olur; daha karıncaya ayağını basamaz derecede bir şefkat-i rahîmâneyi kesb ederdi. Hem, câhil, vahşî bir adam, bir gün sohbet-i nebeviyeye mazhar olur; sonra Çin ve Hind gibi memleketlere giderdi, mütemeddin kavimlere muallim-i hakàik ve rehber-i kemâlât olurdu.
İkinci Sebep: Yirmi Yedinci Sözdeki içtihad bahsinde beyân ve ispat edildiği gibi, Sahabeler ekseriyet-i mutlaka itibâriyle kemâlât-ı insaniyenin en âlâ derecesindedirler. Çünkü, o zamanda, o inkılâb-ı azîm-i İslâmîde hayır ve hak bütün güzelliğiyle, şer ve bâtıl bütün çirkinliğiyle görülmüş ve maddeten hissedilmiş. Şer ve hayır ortasında öyle bir ayrılık ve kizb ve sıdk mâbeyninde öyle bir mesafe açılmıştı ki, küfür ve imân kadar, belki Cehennem ve Cennet kadar beynleri uzaklaştı. Kizb ve şer ve bâtılın dellâlı ve numûnesi olan Müseylime-i Kezzab ve maskaraca kelimeleri olduğundan, fıtraten hissiyât-ı ulviye sahibi ve maâlî-i ahlâka meftun ve izzet ve mübâhâta meyyal olan Sahabeler, elbette ihtiyârlarıyla kizb ve şerre ellerini uzatıp, Müseylime derekesine düşmemişler. Sıdk ve hayır ve hakkın dellâlı ve numûnesi olan Habîbullahın (a.s.m.) âlâ-yı illiyyîn-i kemâlâtındaki makamına bakarak, bütün kuvvet ve himmetleriyle, o tarafa koşmak muktezâ-i seciyeleridir.
Meselâ, nasıl ki zaman oluyor, medeniyet-i beşeriye çarşısında ve hayat-ı içtimâiye-i insaniye dükkânında, bâzı şeylerin verdiği müthiş neticeleri ve çirkin eserleri zehr-i kàtil gibi, herkes onu satın almak değil, bütün kuvvetiyle ondan nefret edip kaçar ve bâzı şeylerin ve mânevî metâların verdikleri güzel neticeler ve kıymettar eserler, bir tiryâk-ı nâfi ve bir pırlanta gibi, herkesin nazar-ı rağbetini kendine celb eder; herkes elinden geldiği kadar onları satın almaya çalışır; öyle de, Asr-ı Saadette hayat-ı içtimâiye-i insaniyenin çarşısında, kizb ve şer ve küfür gibi maddeler, şekàvet-i ebediye gibi neticeleri ve Müseylime-i Kezzab gibi süflî maskaraları tevlid ettiğinden, secâyâ-i âliye ve hubb-u maâlîye meftun olan Sahabelerin, zehr-i kàtilden kaçar gibi ondan kaçmaları ve nefret etmeleri bedihîdir. Ve saadet-i ebediye gibi netice veren ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gibi nurânî meyveler gösteren, sıdk ve hakka ve imâna en nâfi bir tiryak, en kıymettar bir elmas gibi, o fıtratları sâfiye ve seciyeleri sâmiye olan Sahabeler, bütün kuvvetleriyle ve hissiyât ve letâifleriyle, onlara müşteri ve müştak olması zarûrîdir.
Halbuki, o zamandan sonra, git gide ve gele gele sıdk ve kizb ortasındaki mesafe azala azala, omuz omuza geldi; bir dükkânda ikisi beraber satılmaya başladığı gibi, ahlâk-ı içtimâiye bozuldu. Propaganda-i siyâset, yalana fazla revaç verdi. Yalanın müthiş çirkinliği gizlenip, doğruluğun parlak güzelliği görünmemeye başladığı zamanda, kimin haddi var ki, Sahabenin adâlet ve sıdk ve ulviyet ve hakkàniyet hususundaki kuvvetlerine, metânetlerine, takvâlarına yetişebilsin veya derecelerinden geçsin?
Geçen meseleyi bir derece tenvir edecek, başıma gelmiş bir halimi beyân ediyorum. Şöyle ki:
Bir zaman kalbime geldi, "Niçin Muhyiddin-i Arabî gibi hârika zâtlar Sahabelere yetişemiyorlar?" Sonra, namaz içinde "Sübhanerabbiyelâlâ" derken, şu kelimenin mânâsı inkişaf etti, tam mânâsıyla değil, fakat bir parça hakikati göründü. Kalben dedim: "Keşke, birtek namaza bu kelime gibi muvaffak olsaydım, bir sene ibâdetten daha iyi idi." Namazdan sonra anladım ki, o hâtıra ve o hal, Sahabelerin ibâdetteki derecelerine yetişilmediğine bir irşâddır.
Evet, Kur’ân-ı Hakîmin envarıyla hâsıl olan, o inkılâb-ı azîm-i içtimâîde, ezdâd birbirinden çıkıp ayrılırken, şerler bütün tevâbiiyle, zulümâtıyla ve teferruâtıyla ve hayır ve kemâlât bütün envârıyla ve netâiciyle karşı karşıya gelip, bir vaziyette, müheyyic bir zamanda, her zikir ve tesbih, bütün mânâsının tabakàtını turfanda ve tarâvetli ve tâze ve genç bir sûrette ifade ettiği gibi; o inkılâb-ı azîmin tarrakası altında olan insanların bütün hissiyâtını, letâif-i mâneviyesini uyandırmış, hattâ vehim ve hayal ve sır gibi duygular hüşyar ve müteyakkız bir sûrette o zikir, o tesbihlerdeki müteaddit mânâları kendi zevklerine göre alır, emer. İşte, şu hikmete binâen, bütün hissiyâtları uyanık ve letâifleri hüşyar olan Sahabeler envâr-ı imâniye ve tesbihiyeyi câmi’ olan kelimât-ı mübârekeyi dedikleri vakit, kelimenin bütün
mânâsıyla söyler ve bütün letâifiyle hisse alırlardı.
Halbuki, o infilak ve inkılâbdan sonra, git gide letâif uykuya ve havâs o hakàik noktasında gaflete düşüp, o kelimât-ı mübâreke, meyveler gibi, git gide ülfet perdesiyle letâfetini ve tarâvetini kaybeder. Âdetâ sathîlik havasıyla kuruyor gibi, az bir yaşlık kalıyor ki, kuvvetli, tefekkürî bir ameliyatla, ancak evvelki hali iâde edilebilir. İşte bundandır ki, kırk dakikada bir Sahabenin kazandığı fazîlete ve makama, kırk günde, hattâ kırk senede başkası ancak yetişebilir.
Üçüncü Sebep: On İkinci ve Yirmi Dördüncü ve Yirmi Beşinci Sözlerde ispat edildiği gibi, nübüvvetin velâyete nisbeti, güneşin ayn-ı zâtı ile, aynalarda görülen güneşin misâli gibidir. İşte daire-i nübüvvet, daire-i velâyetten ne kadar yüksek ise, daire-i nübüvvetin hademeleri ve o güneşin yıldızları olan Sahabeler dahi daire-i velâyetteki sülehâya tefevvuku olmak lâzım geliyor. Hattâ, velâyet-i kübrâ olan verâset-i nübüvvet ve sıddîkıyet-ki, Sahabelerin velâyetidir-bir velî kazansa, yine saff-ı evvel olan Sahabelerin makamına yetişmez. Şu Üçüncü Sebebin müteaddit vücûhundan Üç Vechini beyân ederiz.
• Birinci Vecih: İçtihadda, yani istinbât-ı ahkâmda, yani Cenâb-ı Hakkın marziyâtını kelâmından anlamakta Sahabelere yetişilmez. Çünkü, o zamandaki o büyük inkılâb-ı İlâhî, marziyât-ı Rabbâniyeyi ve ahkâm-ı İlâhiyeyi anlamak üzere dönerdi; bütün ezhân istinbât-ı ahkâma müteveccih idi, bütün kalbler "Rabbimizin bizden istediği nedir?" diye merak ederdi. Ahvâl-i zaman, bu hali işmâm ve ihsâs edecek bir tarzda cereyan ediyordu; muhâverât bu mânâları tazammun ederek vuku’ buluyordu.
İşte, bunun için her şey ve her hal ve muhâvereler ve sohbetler ve hikâyeler, bütün o mânâları bir derece ders verecek bir tarzda cereyan ettiğinden, Sahabenin istidadını tekmil ve fikirlerini tenvir ettiğinden, içtihad ve istinbâtta istidadı kibrit derecesinde nurlanmaya hazır olduğundan, bir günde veya bir ayda kazandığı mertebe-i istinbât ve içtihadı o Sahabenin derece-i zekâvetinde ve istidadında olan bir adam, şu zamanda on senede, belki yüz senede kazanmayacaktır. Çünkü, şimdi saadet-i ebediyeye bedel, saadet-i dünyeviye medâr-ı nazardır. Beşerin nazar-ı dikkati, başka maksadlara müteveccihtir. Tevekkülsüzlük içinde derd-i maîşet, ruha sersemlik ve felsefe-i tabiiye ve maddiye akla körlük verdiğinden, beşerin muhît-i içtimâîsi o şahsın zihnine ve istidadına içtihad hususunda kuvvet vermediği gibi, teşettüt veriyor, dağıtıyor. Yirmi Yedinci Sözün içtihad bahsinde, Süfyân ibn-i Uyeyne ile onun zekâveti derecesinde birinin muvâzenesinde ispat etmişiz ki, Süfyân’ın on senede kazandığını öteki yüz senede kazanamıyor.
• İkinci Vecih: Sahabelerin kurbiyet-i İlâhiye noktasındaki makamlarına velâyet ayağıyla yetişilmez. Çünkü, Cenâb-ı Hak bize akrebdir ve herşeyden daha ziyâde yakındır. Biz ise, ondan nihayetsiz uzağız. Onun kurbiyetini kazanmak iki sûretle olur:
Birisi, akrebiyetin inkişafıyladır ki, nübüvvetteki kurbiyet ona bakar ve nübüvvet verâseti ve sohbeti cihetiyle Sahabeler o sırra mazhardırlar.
İkinci sûret, bu’diyetimiz noktasında kat-ı merâtib edip bir derece kurbiyete müşerref olmaktır
ki; ekser seyr ü sülûk-u velâyet ona göre ve seyr-i enfüsî ve seyr-i âfâkî bu sûretle cereyan ediyor.
İşte, birinci sûret sırf vehbîdir, kisbî değil; incizabdır, cezb-i Rahmânîdir ve mahbubiyettir. Yol kısadır, fakat çok metin ve çok yüksektir ve çok hâlistir ve gölgesizdir. Diğeri kisbîdir, uzundur, gölgelidir; acâib hârikaları çok ise de, kıymetçe, kurbiyetçe evvelkisine yetişemez. Meselâ, nasıl ki dünkü güne bugün yetişmek için, iki yol var: Birincisi, zamanın cereyânına tâbi olmayarak, bir kuvvet-i kudsiye ile fevka’z-zaman çıkıp, dünü bugün gibi hazır görmektir. İkincisi, bir sene kat-ı mesafe edip, dönüp dolaşıp, düne gelmektir; fakat yine dünü elde tutamıyor, onu bırakıp gidiyor. Öyle de, zâhirden hakikate geçmek, iki sûretledir. Biri, doğrudan doğruya hakikatin incizâbına kapılıp, tarîkat berzahına girmeden, hakikati ayn-ı zâhir içinde bulmaktır. İkincisi, çok merâtibden seyr ü sülûk sûretiyle geçmektir. Ehl-i velâyet, çendan fenâ-i nefse muvaffak olurlar, nefs-i emmâreyi öldürürler; yine Sahabeye yetişemiyorlar. Çünkü, Sahabelerin nefisleri tezkiye ve tathir edildiğinden, nefsin mahiyetindeki cihazât-ı kesîre ile ubûdiyetin envaına ve şükür ve hamdin aksâmına daha ziyâde mazhardırlar. Fenâ-i nefisten sonra ubûdiyet-i evliyâ besâtet peydâ eder.
• Üçüncü Vecih: Fazîlet-i a’mâl ve sevâb-ı ef’âl ve fazîlet-i uhreviye cihetinde Sahabelere yetişilmez. Çünkü, nasıl bir asker bâzı şerâit dahilinde, mühim ve mahûf bir mevkîde, bir saat nöbette, bir sene ibâdet kadar bir fazîlet kazanabilir ve bir dakikada bir kurşunu yemekle, en ekall kırk günde ancak kazanılacak velâyet derecesi gibi bir makama çıkıyor; öyle de, Sahabelerin tesis-i İslâmiyette ve neşr-i ahkâm-ı Kur’âniyede hizmetleri ve İslâmiyet için bütün dünyaya ilân-ı harb etmeleri o kadar yüksektir ki, bir dakikasına başkaları bir senede yetişemez. Hattâ, denilebilir ki, bütün dakikaları, o hizmet-i kudsiyede, o şehid olan neferin dakikası gibidir, bütün saatleri müthiş bir makamda bir saat nöbet tutan fedâkâr bir neferin nöbeti gibidir ki; amel az, ücreti çok, kıymeti yüksektir.
Evet, Sahabeler mâdem İslâmiyetin tesisinde ve envâr-ı Kur’âniyenin neşrinde, saff-ı evvel teşkil ediyorlar. -1- sırrınca, bütün ümmetin hasenâtından onlara hisse çıkar. Ümmetin -2- demesiyle, Sahabelerin, bütün ümmetinin hasenâtından hissedarlıklarını gösteriyor.
Hem, nasıl ki bir ağacın kökündeki küçük bir meziyet, ağacın dallarında büyük bir sûret alır, büyük bir daldan daha büyüktür; hem, nasıl ki mebde’de küçük bir irtifâ, gittikçe bir yekûn teşkil eder; hem, nasıl ki nokta-i merkeziyeye yakın bir iğne ucu kadar bir ziyâdelik, daire-i muhîtada bâzan bir metre kadar ziyâdeye mukabil
1 Bir şeye sebep olan, o şeyi işleyen gibidir. ("Bir hayrın yolunu gösteren, onu işleyen gibidir" (Feyzü’l-Kadîr, c.3, s. 537, hadîs no: 4250) hadîsinden ilhamen söylenmiş bir kaide.)
2 Allah’ım, Efendimiz Muhammed’e ve âl ve Ashâbına rahmet eyle.
geliyor; aynen şu dört misâl gibi, Sahabeler, İslâmiyetin şecere-i nurâniyesinin köklerinden, esaslarından oldukları; hem, binâ-i İslâmiyetin hutût-u nurâniyesinin mebdeinde, hem cemaat-i İslâmiyenin imamlarından ve adetlerinin evvellerinde, hem şems-i nübüvvet ve sirâc-ı hakikatin merkezine yakın olduklarından, az amelleri çoktur, küçük hizmetleri büyüktür. Onlara yetişmek için, hakiki sahabe olmak lâzım geliyor.
-1-
-2-
```
Suâl: Deniliyor ki: "Sahabeler Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı gördüler, sonra imân ettiler. Biz ise görmeden imân ettik. Öyle ise imânımız daha kavîdir. Hem, kuvvet-i imânımıza delâlet eden rivâyet var?"
Elcevap: Sahabeler, o zamanda, efkâr-ı âmme-i âlem hakàik-ı İslâmiyeye muârız ve muhâlif iken, Sahabeler yalnız sûret-i insaniyede Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı görüp, bâzan mucizesiz olarak, öyle bir imân getirmişler ki, bütün efkâr-ı âmme-i âlem onların imânlarını sarsmıyordu; şüphe değil, bâzısına vesvese de vermezdi.
Sizler iseniz, kendi imânınızı Sahabelerin imânlarıyla muvâzene ediyorsunuz. Bütün efkâr-ı âmme-i İslâmiye imânınıza kuvvet ve senet olduğu halde, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın şecere-i tûbâ-i nübüvvetinin çekirdeği olan beşeriyeti ve sûret-i cismâniyesini değil, belki umum envar-ı İslâmiye ve hakàik-ı Kur’âniye ile nurânî muhteşem şahs-ı mânevîsini, bin mu’cizât ile muhât olarak akıl gözüyle gördüğünüz halde, bir Avrupa feylesofunun sözüyle vesveseye ve şüpheye düşen imânınız nerede; bütün âlem-i küfrün ve Nasarâ ve Yehûdun ve feylesofların hücumlarına karşı sarsılmayan Sahabelerin imânları nerede? Hem, Sahabelerin kuvvet-i imânlarını gösteren ve imânlarının tereşşuhâtı olan şiddet-i takvâları ve kemâl-i salâhatları nerede; ey müddei, senin şiddet-i zaafından ferâizi tamamıyla senden göstermeyen sönük imânın nerede?
Ammâ, hadîste vârid olan ki, "âhirzamanda beni görmeyen ve imân getiren, daha ziyâde makbuldür" meâlindeki rivâyet,
1 Allah’ım, "Sahabîlerim yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız yolunuzu bulursunuz" (Keşfü’l-Hafâ, 1:132.) ve "Nesillerin en hayırlısı benim içinde bulunduğum nesildir" (Keşfü’l-Hafâ, 1:396.) diye buyuran Efendimiz Muhammed’e, Onun âl ve Ashâbına salât ve selâm eyle.
2 Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın. (Bakara Sûresi: 32.)
Müsned, 5:248, 257, 264; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:41, 4:89.
hususi fazîlete dâirdir, has bâzı eşhas hakkındadır. Bahsimiz ise, fazîlet-i külliye ve ekseriyet itibâriyledir.
İkinci suâl: Diyorlar ki: "Ehl-i velâyet ve ashâb-ı kemâlât, dünyayı terk etmişler. Hattâ hadîste var ki, ’Dünya muhabbeti bütün hatâların başıdır.’ Halbuki, Sahabeler dünyaya pekçok girmişler. Terk-i dünya değil, belki bir kısım Sahabe, o zamanın ehl-i medeniyetinden daha ileri gitmişler. Nasıl oluyor ki, böyle Sahabelerin en ednâsına, en büyük bir velî kadar kıymeti var, diyorsunuz?"
Elcevap: Otuz İkinci Sözün İkinci ve Üçüncü Mevkıflarında gayet katî ispat edilmiştir ki, dünyanın âhirete bakan yüzüyle, esmâ-i İlâhiyeye mukabil olan yüzünü sevmek, sebeb-i noksaniyet değil, belki medâr-ı kemâldir ve o iki yüzde, ne kadar ileri gitse, daha ziyâde ibâdet ve mârifetullâhta ileri gider. Sahabelerin dünyası ise, işte o iki yüzdedir. Dünyayı âhiret mezraası görüp, ekip biçmişler. Mevcudâtı, esmâ-i İlâhiyenin aynası görüp, müştâkàne temâşâ edip bakmışlar. Fenâ-i dünya ise, fânî yüzüdür ki, insanın hevesâtına bakar.
Üçüncü suâl: "Tarîkatler, hakikatlerin yollarıdır. Tarîkatlerin içerisinde en meşhur ve en yüksek ve cadde-i kübrâ iddiâ olunan tarîk-ı Nakşibendî hakkında, o tarîkatin kahramanlarından ve imamlarından bâzıları, esâsını böyle tarif etmişler, demişler ki:
Yani, ’Tarîk-ı Nakşîde dört şeyi bırakmak lâzım: hem dünyayı, hem nefis hesâbına âhireti dahi maksud-u hakiki yapmamak, hem vücudunu unutmak, hem ucba, fahre girmemek için bu terkleri düşünmemektir.’ Demek, hakiki mârifetullâh ve kemâlât-ı insaniye terk-i mâsivâ ile olur?"
Elcevap: Eğer, insan yalnız bir kalbden ibâret olsaydı, bütün mâsivâyı terk, hattâ Esmâ ve Sıfâtı dahi bırakmak, yalnız Cenâb-ı Hakkın zâtına rabt-ı kalb etmek lâzım gelirdi. Fakat, insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazifedar letâifi ve hasseleri vardır. İnsan-ı kâmil odur ki, bütün o letâifi, kendilerine mahsus ayrı ayrı tarîk-ı ubûdiyette, hakikat cânibine sevk etmek ile, Sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir sûrette; kalp, bir kumandan gibi, letâif askerleriyle kahramanâne maksada yürüsün. Yoksa kalp, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medâr-ı iftihar değil, belki netice-i ıztırârdır.
Dördüncü suâl: "Sahabelere karşı iddiâ-i rüçhan nereden çıkıyor, kim çıkarıyor? Şu zamanda, bu meseleyi medâr-ı bahsetmek nedendir? Hem, müçtehidîn-i izâma karşı müsâvât dâvâ etmek neden ileri geliyor?"
Elcevap: Şu meseleyi söyleyen iki kısımdır.
Bir kısmı, sâfî ehl-i diyânet ve ehl-i ilimdir ki, bâzı ehâdisi görmüşler; şu zamanda ehl-i takvâ ve salâhatı teşvik ve terğib
Feyzü’l-Kadîr, 3:368, hadîs no: 3662.
için öyle mebhaslar açıyorlar. Bu kısma karşı sözümüz yok. Zâten onlar azdırlar, çabuk da intibâha gelirler.
Diğer kısım ise, gayet müthiş mağrur insanlardır ki, mezhebsizliklerini müçtehidîn-i izâma müsâvât dâvâsı altında neşretmek istiyorlar ve dinsizliklerini Sahabeye karşı müsâvât dâvâsı altında icrâ etmek istiyorlar.
Çünkü, evvelen, o ehl-i dalâlet sefâhete girmiş, sefâhette tiryaki olmuş, sefâhete mâni olan tekâlif-i şer’iyeyi yapamıyor. Kendine bir bahane bulmak için der ki:
"Şu mesâil, içtihâdiyedirler. O mesâilde mezhebler birbirine muhâlif gidiyor. Hem, onlar da bizim gibi insanlardır, hatâ edebilirler. Öyle ise, biz de onlar gibi içtihad ederiz, istediğimiz gibi ibâdetimizi yaparız. Onlara tâbi olmaya ne mecburiyetimiz var?"
İşte bu bedbahtlar, bu desîse-i şeytâniye ile, başlarını mezâhibin zincirinden çıkarıyorlar. Bunların şu dâvâları ne kadar çürük, ne kadar esassız olduğu Yirmi Yedinci Sözde katî bir sûrette gösterildiğinden, ona havale ederiz.
Sâniyen, o kısım ehl-i dalâlet baktılar ki, müçtehidînlerde iş bitmiyor. Onların omuzlarındaki, yalnız nazariyât-ı diniyedir. Halbuki, bu kısım ehl-i dalâlet, zarûriyât-ı diniyeyi terk ve tağyir etmek istiyorlar. "Onlardan daha iyiyiz" deseler, meseleleri tamam olmuyor. Çünkü, müçtehidîn, nazariyâta ve katî olmayan teferruâta karışabilirler. Halbuki, bu mezhebsiz ehl-i dalâlet, zarûriyât-ı diniyede dahi fikirlerini karıştırmak ve kàbil-i tebdil olmayan mesâili tebdil etmek ve katî erkân-ı İslâmiyeye karşı gelmek istediklerinden, elbette zarûriyât-ı diniyenin hameleleri ve direkleri olan Sahabelere ilişecekler.
Heyhât! Değil bunlar gibi insan sûretindeki hayvanlar, belki hakiki insanlar ve hakiki insanların en kâmilleri olan evliyânın büyükleri, Sahabenin küçüklerine karşı müsâvât dâvâsını kazanamadıkları, gayet katî bir sûrette Yirmi Yedinci Sözde ispat edilmiştir.
Allah’ım, "Sahabîlerime dil uzatmayınız. Biriniz Uhud Dağı kadar altını Allah yolunda harcasa, Sahabîlerimden birinin verdiği bir avuç kadar olmaz" (Allah’ın Resûlü doğru söyledi) [Müslim, Fedâil: 221; Tirmizî, Menâkıb: 58; İbn-i Mâce, Mukaddime: 11; Müsned, 3:11; Buhârî, Fedâilü Ashâbü’n-Nebî: 5.] buyuran Resûlün Muhammed’e salât ve selâm eyle.
Yirmi Sekizinci Söz
Şu söz, Cennete dâirdir. Şu Sözün iki makamı var. Birinci Makam, Cennetin bâzı letâifine işaret eder. Fakat, Onuncu Sözde on iki hakikat-i kàtıa ile gayet katî bir sûrette ve bu sözün İkinci Makamında, Onuncu Sözün hulâsası ve esâsı, müteselsil gayet metîn Arabî bir bürhan-ı katî ile gayet parlak bir tarzda vücudu ispat olunan Cennetin, ispat-ı vücudundan bahis değil, belki şu makamda yalnız suâl ve cevaba ve tenkide medâr olan birkaç ahvâl-i Cennetten bahseder. Eğer tevfîk-ı İlâhî refîk olsa, sonra azîm bir söz, o muazzam hakikate dâir yazılacaktır, inşaallah.
Cennet-i bâkiyeye dâir bâzı suâllere kısa cevaplardır.
Cennete dâir, Cennetten daha güzel, hûrilerinden daha latîf, selsebilinden daha tatlı olan beyânât-ı âyât-ı Kur’âniye kimseye söz bırakmamıştır ki, fazla birşey söylensin. Fakat o parlak, ezelî ve ebedî yüksek ve güzel âyetleri fehme takrîb için bâzı basamakları, hem o cennet-i Kur’âniyeden nümûne için, bâzı çiçeklerin numûnesi nevinden bâzı nükteleri söyleyeceğiz. Beş rumuzlu suâl ve cevapla işaret edeceğiz.
Evet, Cennet, bütün lezâiz-i mâneviyeye medâr olduğu gibi, bütün lezâiz-i cismâniyeye de medârdır.
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
İmân edenler ve güzel işler yapanları müjdele: Altlarından ırmaklar akan Cennetler onlarındır. O Cennetlerden rızık olarak bir meyve yediklerinde, "Bu daha önce yediğimiz rızıktandır" derler. Rızıkları dünyadakine benzer şekilde kendilerine sunulur. Orada onlar için ter temiz eşler vardır. Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır. (Bakara Sûresi: 25.)
• Suâl: Kusurlu, noksaniyetli, mütegayyir, kararsız, elemli cismâniyetin ebediyetle ve Cennetle ne alâkası var? Mâdem ruhun âlî lezâizi vardır; ona kâfidir. Lezâiz-i cismâniye için, bir haşr-i cismânî neden icâb ediyor?
Elcevap: Çünkü, nasıl toprak suya, havaya, ziyâya nisbeten kesâfetli, karanlıklıdır; fakat, masnuât-ı İlâhiyenin bütün envaına menşe’ ve medâr olduğundan bütün anâsır-ı sâirenin mânen fevkıne çıktığı gibi; hem, kesâfetli olan nefs-i insaniye, sırr-ı câmiiyet itibâriyle, tezekkî etmek şartıyla bütün letâif-i insaniyenin fevkıne çıktığı gibi; öyle de, cismâniyet, en câmi’, en muhît, en zengin bir âyine-i tecelliyât-ı esmâ-i İlâhiyedir. Bütün hazâin-i rahmetin müddeharâtını tartacak ve mîzana çekecek âletler, cismâniyettedir. Meselâ, dildeki kuvve-i zâikà, rızık zevkinde enva-ı mat’umât adedince mîzanlara menşe’ olmasaydı, herbirini ayrı ayrı hissedip tanımazdı, tadıp tartamazdı.
Hem, ekser esmâ-i İlâhiyenin tecelliyâtını hissedip bilmek, zevk edip tanımak cihazâtı, yine cismâniyettedir. Hem, gayet mütenevvi’ ve nihayet derecede ayrı ayrı lezzetleri hissedecek istidadlar, yine cismâniyettedir.
Mâdem şu kâinatın Sânii, şu kâinatla bütün hazâin-i rahmetini tanıttırmak ve bütün tecelliyât-ı esmâsını bildirmek ve bütün enva-ı ihsanâtını tattırmak istediğini, kâinatın gidişâtından ve insanın câmiiyetinden, On Birinci Sözde ispat edildiği gibi, kat’î anlaşılıyor. Elbette, şu seyl-i kâinatın bir havz-ı ekberi ve bu kâinat tezgâhının işlediği mahsülâtın bir meşher-i âzamı ve şu mezraâ-i dünyanın bir mahzen-i ebedîsi olan dâr-ı saadet, şu kâinata bir derece benzeyecektir; hem cismânî, hem ruhânî bütün esâsâtını muhâfaza edecektir. Ve o Sâni-i Hakîm ve o âdil-i Rahîm, elbette cismânî âletlerin vezâifine ücret olarak ve hidemâtına mükâfat olarak ve ibâdât-ı mahsusalarına sevap olarak, onlara lâyık lezâizi verecektir. Yoksa, hikmet ve adâlet ve rahmetine zıd bir hâlet olur ki, hiçbir cihetle Onun cemâl-i rahmetine ve kemâl-i adâletine uygun değildir; kàbil-i tevfîk olamaz.
• Suâl: Cisim, eğer hayatî olsa, eczâ-i bedenî dâim terkib ve tahlildedir, inkırâza mahkûmdur, ebediyete mazhar olamaz. Ekl ve şürb, bekà-i şahsî ve muâmele-i zevciye ise, bekà-i nev’î içindir ki, şu âlemde birer esas olmuşlar. Âlem-i ebediyette ve âlem-i uhrevîde şunlara ihtiyaç yoktur. Neden Cennetin en büyük lezâizi sırasına geçmişler?
Elcevap: Evvelâ, şu âlemde cism-i zîhayatın inkırâza ve mevte mahkûmiyeti ise, vâridât ve masârifin muvâzenesizliğindendir. Çocukluktan sinn-i kemâle kadar vâridât çoktur, ondan sonra masârif ziyâdeleşir; muvâzene kaybolur, o da ölür.
Âlem-i ebediyette ise zerrât-ı cisim sabit kalıp, terkib ve tahlile mâruz değil. Veyahut muvâzene sabit kalır; Hâşiye vâridât ile masârif muvâzenettedir, devr-i dâimî gibi,
Hâşiye
Şu dünyada cism-i insanî ve hayvanî, zerrât için güyâ bir misafirhâne, bir kışla, bir mektep hükmündedir ki; câmid zerreler ona girerler, hayattar olan âlem-i bekàya zerrât olmak için liyâkat kesb ederler, çıkarlar. Âhirette ise [Asıl hayata mazhar olan ise âhiret yurdudur. (Ankebût Sûresi: 64.)]sırrınca, nur-u hayat, orada âmmdır. Nurlanmak için o seyr ü sefere ve o tâlimât ve tâlime lüzum yoktur. Zerreler demirbaş olarak sabit kalabilirler.
cism-i zîhayat, telezzüzât için, hayat-ı cismâniye tezgâhının işlettirilmesiyle beraber ebedîleşir.
Ekl ve şürb ve muâmele-i zevciye, gerçi bu dünyada bir ihtiyaçtan gelir, bir vazifeye gider; fakat, o vazifeye bir ücret-i muâccele olarak öyle mütenevvi’ leziz lezzet içlerine bırakılmıştır ki, sâir lezâize tereccüh ediyor. Mâdem bu dâr-ı elemde bu kadar acîb ve ayrı ayrı lezzetlere medâr, ekl ve nikâhtır; elbette, dâr-ı lezzet ve saadet olan Cennette, o lezzetler, o kadar ulvî bir sûret alıp ve vazife-i dünyeviyenin uhrevî ücretini de lezzet olarak ona katarak ve dünyevî ihtiyacı dahi uhrevî bir hoş iştihâ sûretinde ilâve ederek, Cennete lâyık ve ebediyete münâsip, en câmi’ hayattar bir mâden-i lezzet olur.
Evet, -1- sırrınca, şu dâr-ı dünyada, câmid ve şuursuz ve hayatsız maddeler, orada şuurlu hayattardırlar. Buradaki insanlar gibi orada da ağaçlar, buradaki hayvanlar gibi oradaki taşlar, emri anlar ve yapar. Sen bir ağaca desen, "Filân meyveyi bana getir"; getirir. Filân taşa desen, "Gel"; gelir. Mâdem taş, ağaç bu derece ulvî bir sûret alırlar; elbette, ekl ve şürb ve nikâh dahi, hakikat-ı cismâniyelerini muhafaza etmekle beraber, Cennetin dünya fevkındeki derecesi nisbetinde, dünyevî derecelerinden o derece yüksek bir sûret almaları iktizâ eder.
• Suâl: -2- sırrınca, "Dost dostuyla beraber Cennette bulunacaktır." Halbuki, basit bir bedevî, bir dakikada, sohbet-i Nebeviyede, lillâh için bir muhabbet peydâ eder. O muhabbetle, Cennette Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın yanında bulunması lâzım gelir. Halbuki, gayr-i mütenâhî feyze mazhar Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın feyzi, bir basit bedevî feyziyle nasıl birleşir?
Elcevap: Bir temsil ile, şu ulvî hakikate şöyle bir işaret ederiz ki:
Meselâ, gayet güzel ve şâşaalı bir bağda, muhteşem bir zât, gayet büyük bir ziyâfet, gayet müzeyyen bir seyrangâh öyle bir sûrette ihzâr etmiş ki, kuvve-i zâikanın hissedecek bütün lezâiz-i mat’umâtı câmi’, kuvve-i bâsıranın hoşuna gidecek bütün mehâsini şâmil, kuvve-i hayaliyeyi keyiflendirecek bütün garâibi müştemil ,ve hâkezâ, bütün havâss-ı zâhire ve bâtınayı okşayacak ve memnun edecek herşeyi, içine koymuştur. Şimdi, iki dost var; beraber o ziyâfete giderler; bir locada, bir sofrada oturuyorlar. Fakat, birisinin kuvve-i zâikàsı pek az olduğundan, cüz’î zevk alır; gözü de az görüyor, kuvve-i şâmmesi yok, sanâyî-i garîbeden anlamaz, hârika şeyleri bilmez. O nüzhetgâhın binden ve belki milyondan birisini kabiliyeti nisbetinde ancak zevk ederek istifade eder. Diğeri ise, bütün zâhirî ve bâtınî duyguları, akıl ve kalb ve his ve latîfeleri, o derece mükemmel ve o mertebe inkişaf etmiştir ki, o seyrangâhtaki bütün incelikleri, güzellikleri ve letâifi ve garâibi ayrı ayrı hissedip zevk ederek,
1 Bu dünya hayatı bir oyun ve oyalanmadan başka birşey değildir. Asıl hayata mazhar olan ise âhiret yurdudur. (Ankebût Sûresi: 64.)
2 Hadîs-i şerif: Buhârî, Edeb: 96; Müslim, Birr: 165; Tirmizî, Zühd: 50; Dârimî, Rikak: 71.
ayrı ayrı lezzet aldığı halde o dost ile omuz omuzadır. Mâdem, bu karma karışık, elemli ve daracık şu dünyada böyle oluyor; en küçük ile en büyük beraber iken, serâdan Süreyyâya kadar fark oluyor. Elbette, dâr-ı saadet ve ebediyet olan Cennette, bittarîkı’l-evlâ, dost dostu ile beraber iken, herbirisi istidadına göre sofra-i Rahmânirrahîmden, istidadları derecesinde hisselerini alırlar. Bulundukları Cennetler ayrı ayrı da olsa, beraber bulunmalarına mâni olmaz. Çünkü, Cennetin sekiz tabakası birbirinden yüksek oldukları halde, umumun damı Arş-ı âzamdır. 1 Nasıl ki mahrûtî bir dağın etrafında, birbiri içinde, birbirinden yüksek, kaidesinden zirvesine kadar surlu daireler bulunsa; o daireler birbirinin üstündedir, fakat birbirinin güneşi görmelerine mâni olmaz, birbirinden geçebilir, birbirine bakar. Öyle de, Cennetler de buna yakın bir tarz ile olduğu, ehâdisin mütenevvi’ rivâyâtı işaret ediyor.
• Suâl: Ehâdiste denilmiş: "Hûriler yetmiş hulleyi giydikleri halde, bacaklarının kemiklerindeki ilikleri görünüyor." 2 Bu ne demektir? Ne mânâsı var? Nasıl güzelliktir?
Elcevap: Mânâsı pek güzeldir ve güzelliği pek şirindir. Şöyle ki:
Şu çirkin, ölü, câmid ve çoğu kışır olan dünyada, hüsün ve cemâl, yalnız göze güzel görünüp, ülfete mâni olmazsa, yeter. Halbuki, güzel, hayattar, revnaktar, bütün kışırsız lüb ve kabuksuz iç olan Cennette, göz gibi bütün insanın duyguları, latîfeleri, cins-i latîf olan hûrilerden ve hûriler gibi ve daha güzel, dünyadan gelme, Cennetteki nisâ-i dünyeviyeden ayrı ayrı hisse-i zevklerini, çeşit çeşit lezzetlerini almak isterler. Demek, en yukarı hullenin güzelliğinden tut, tâ kemik içindeki iliklere kadar, birer hissin birer latîfenin medâr-ı zevki olduğunu hadîs işaret ediyor.
Evet, "Hûrilerin yetmiş hulleyi giymeleri ve bacaklarındaki kemiklerin ilikleri görünmesi" tâbiriyle hadîs-i şerif işaret ediyor ki, insanın,ne kadar hüsünperver ve zevkperest ve zînete meftun ve cemâle müştak duyguları ve hasseleri ve kuvâları ve latîfeleri varsa, umumunu memnun edip doyuracak ve herbirisini ayrı ayrı okşayıp mes’ud edecek maddî ve mânevî her nevi zînet ve hüsn-ü cemâle, hûriler câmi’dirler. Demek, hûriler Cennetin aksâm-ı zînetinden yetmiş tarzını, birtek cinsten olmadığından birbirini setretmeyecek sûrette giydikleri gibi; kendi vücudlarından ve nefis ve cisimlerinden, belki yetmiş mertebeden ziyâde ayrı ayrı hüsün ve cemâlin aksâmını gösteriyorlar. * işaretinin hakikatini gösteriyorlar.
Hem, Cennette lüzumsuz, kışırlı ve fuzûlî maddeler olmadığından, ehl-i Cennetin ekl ve şürbünden sonra kazurâtı olmadığını 3 hadîs-i şerif beyân ediyor. Mâdem şu süflî dünyada, en âdi zîhayat olan ağaçlar, çok tegaddî ettikleri halde kazurâtsız oluyorlar; en yüksek tabaka-i hayat olan Cennet ehli neden kazurâtsız olmasın?
1 Buhârî, Tevhid: 22, Cihad: 4; Tirmizî, Cennet: 4; Müsned, 1:207, 2:197, 335, 370, 5:316, 321.
2 Tirmizî, Cennet: 5, 7, Kıyame: 60; Müstedrekü’l-Hâkim, 5:218; Müslim, Cennet: 14, 17.
3 Buhârî, Bedü’l-Hulk: 8; Müslim, Cennet: 17-19; Tirmizî, Cennet: 7; Dârimî, Rikak: 104.
* Orada canların çekeceği, gözlerin zevk alacağı herşey vardır. (Zuhruf Sûresi: 71.)
• Suâl: Ehâdis-i şerîfede denilmiştir ki: "Bâzı ehl-i Cennete dünya kadar bir yer veriliyor, yüz binler kasır, yüz binler hûri ihsan ediliyor." Birtek adama bu kadar şeylerin ne lüzûmu var, ne ihtiyacı var, nasıl olabilir ve ne demektir?
Elcevap: Eğer insan, yalnız câmid bir vücud olsaydı, veyahut yalnız mideden ibâret nebâtî bir mahlûk olsaydı, veyahut yalnız mukayyed, ağır ve muvakkat ve basit bir zât-ı cismâniye ve bir cism-i hayvanîden ibâret olsaydı, öyle çok kasırlara, çok hûrilere lâyık ve mâlik olmazdı. Fakat, insan öyle câmi’ bir mu’cize-i kudrettir ki, hattâ şu dünya-i fânîde, şu kısa bir ömürde, şu inkişaf etmemiş bâzı letâifinin ihtiyacı cihetiyle bütün dünyanın saltanatı, serveti ve lezâizi verilse, belki hırsı tok olmayacaktır. Halbuki, ebedî bir dâr-ı saadette, nihayetsiz istidada mâlik, nihayetsiz ihtiyaçlar lisâniyle, nihayetsiz arzular eliyle nihayetsiz bir rahmetin kapısını çalan bir insan, elbette ehâdiste beyân olunan ihsanât-ı İlâhiyeye mazhariyeti mâkuldür ve haktır ve hakikattir. Ve şu hakikat-i ulviyeye bir temsil dürbünüyle rasat edeceğiz. Şöyle ki:
Bu dere bahçesi gibi, Hâşiye şu Barla bağ ve bahçelerinin herbirinin ayrı ayrı mâliki bulunduğu halde, Barla’da gıdâsı itibâriyle ancak bir avuç yeme mâlik olan herbir kuş, herbir serçe, herbir arı, "Bütün Barla’nın bağ ve bostanları benim nüzhetgâhım ve seyrangâhımdır" diyebilir. Barla’yı zapt edip daire-i mülküne dahil eder. Başkalarının iştirâki onun bu hükmünü bozmaz. Hem, insan olan bir insan diyebilir ki, "Benim Hàlıkım, bu dünyayı bana hâne yapmış; güneş benim bir lâmbamdır; yıldızlar benim elektriklerimdir; yer yüzü çiçekli miçekli halılarla serilmiş benim bir beşiğimdir" der, Allah’a şükreder. Sâir mahlûkatın iştirâki, onun bu hükmünü nakz etmez. Bilakis, mahlûkat onun hânesini tezyin eder; hânenin müzeyyenâtı hükmünde kalırlar. Acaba, bu daracık dünyada, insan, insaniyet itibâriyle-hattâ bir kuş dahi-böyle bir daire-i azîmede bir nevi tasarruf dâvâ etse, cesîm bir ni’mete mazhar olsa, geniş ve ebedî bir dâr-ı saadette ona beş yüz senelik bir mesafede bir mülk ihsan etmek, nasıl istib’âd edilebilir?
Hem, nasıl ki şu kesâfetli, karanlıklı, dar dünyada güneşin pekçok aynalarda bir anda aynen bulunması gibi; öyle de, nurânî bir zât, bir anda çok yerlerde aynen bulunması-On Altıncı Sözde ispat edildiği gibi-meselâ, Hazret-i Cebrâil Aleyhisselâm bin yıldızda bir anda, hem Arşta, hem huzur-u Nebevîde, hem huzur-u İlâhîde bir vakitte bulunması; hem, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın haşirde bir anda ekser etkıyâ-i ümmetiyle görüşmesi ve dünyada hadsiz makamlarda bir anda tezâhür etmesi; ve evliyânın bir nevi garibi olan abdalların bir vakitte çok yerlerde görünmesi; ve avâmın rüyâda bâzan bir dakikada bir sene kadar işler görmesi ve müşâhede etmesi; ve herkesin kalb, ruh, hayal cihetiyle bir anda pekçok yerlerle temas edip alâkadarâne bulunması mâlûm ve meşhud olduğundan, elbette nurânî kayıtsız, geniş ve ebedî olan Cennette, cisimleri ruh kuvvetinde ve hiffetinde
Hâşiye
Sekiz sene kemâl-i sadâkatle bu fakire hizmet eden Süleyman’ın bahçesidir ki, bir veya iki saat zarfında şu söz orada yazıldı.
Tirmizî, Cennet: 17.
ve hayal sür’atinde olan ehl-i Cennet, bir vakitte yüz bin yerlerde bulunup, yüz bin hûrilerle sohbet ederek, yüz bin tarzda zevk almak, o ebedî Cennete, o nihayetsiz rahmete lâyıktır ve Muhbir-i Sâdıkın (a.s.m.) haber verdiği gibi hak ve hakikattir. Bununla beraber, bu küçücük aklımızın terazisiyle o muazzam hakikatler tartılmaz.
İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez,
Zîrâ bu terazi o kadar sıkleti çekmez.
-1-
-2-
-3-
1 Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın. (Bakara Sûresi: 32.)
2 Ey Rabbimiz! Unutur veya hatâya düşer de bir kusur işlersek bizi onunla hesâba çekme. (Bakara Sûresi: 286.)
3 Allah’ım! Habîb oluşu ve duâsıyla Cennetin kapılarını açan ve o kapıları ona olan salâvâtlarıyla açmaları için ümmetini desteklediğin Habîbine rahmet eyle. Ona salât ve selâm olsun.
Allah’ım! O seçkin Habîbinin şefaatiyle bizleri iyilerle birlikte Cennete girdir. âmin. (Duâ)
Cennet Sözüne Küçük Bir Zeyl
Cehenneme dâirdir
İkinci ve Sekizinci Sözlerde ispat edildiği gibi, imân mânevî bir Cennetin çekirdeğini taşıyor, küfür dahi mânevî bir Cehennemin tohumunu saklıyor. Nasıl ki küfür, Cehennemin bir çekirdeğidir; öyle de, Cehennem onun bir meyvesidir.
Nasıl, küfür Cehenneme duhûlüne sebeptir; öyle de, Cehennemin vücuduna ve icadına dahi sebeptir. Zîrâ, küçük bir hâkimin küçük bir izzeti, küçük bir gayreti, küçük bir celâli bulunsa; bir edebsiz ona serkeşâne dese, "Beni te’dib etmezsin ve edemezsin"; herhalde, o yerde hapishâne yoksa da, tek o edebsiz için bir hapishâne teşkil edecek, onu içine atacaktır.
Halbuki, kâfir, Cehennemi inkâr ile nihayetsiz izzet ve gayret ve celâl sahibi ve gayet büyük ve nihayetsiz kadîr bir Zâtı tekzib ve isnâd-ı acz ediyor, yalancılıkla ve acz ile ittiham ediyor, izzetine şiddetli dokunuyor, gayretine dehşetli dokunduruyor, celâline âsiyâne ilişiyor. Elbette, farz-ı muhâl olarak, Cehennemin hiçbir sebeb-i vücudu bulunmazsa da, şu derece tekzib ve isnâd-ı aczi tazammun eden küfür için bir Cehennem halk edilecek, o kâfir içine atılacaktır.
Bunları boş yere yaratmadın, ey Rabbimiz! Seni bütün noksanlardan tenzih ederiz. Sen de bizi Cehennem ateşinin azabından koru. (Âl-i İmrân Sûresi: 191.)
Yirmi Dokuzuncu Söz
Bekà-i ruh ve melâike ve haşre Dâirdir
Şu makam, iki maksadı esas ile bir mukaddimeden ibârettir.
Mukaddime
Melâike ve ruhâniyâtın vücudu, insan ve hayvanların vücudu kadar katîdir denilebilir.
Evet, On Beşinci Sözün Birinci Basamağında beyân edildiği gibi, hakikat katiyen iktizâ eder ve hikmet yakînen ister ki, zemin gibi, semâvâtın dahi sekeneleri bulunsun ve zîşuur sekeneleri olsun; ve o sekeneler, o semâvâta münâsip bulunsun. Şeriatın lisânında, pek çok muhtelifü’l-cins olan o sekenelere melâike ve ruhâniyât tesmiye edilir. Evet, hakikat böyle iktizâ eder. Zîrâ, şu zeminimiz, semâya nispeten küçüklüğü ve hakaretiyle beraber, zîşuur mahlûklarla doldurulması; ara sıra boşaltıp yeniden yeni zîşuurlarla şenlendirilmesi işaret eder, belki tasrih eder ki, şu muhteşem burçlar sahibi olan müzeyyen kasırlar misâli olan semâvât dahi, nur-u vücudun nuru olan zîhayat ve zîhayatın ziyâsı olan zîşuur ve zevi’l-idrâk mahlûklarla elbette doludur. O mahlûklar dahi, ins ve cin gibi, şu saray-ı âlemin seyircileri ve şu kâinat kitâbının mütâlâacıları ve şu saltanat-ı Rubûbiyetin dellâllarıdırlar. Küllî ve umumi ubûdiyetleri ile kâinatın büyük ve küllî mevcudâtın tesbihâtlarını temsil ediyorlar.
Allah’ın rahmetinden kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım. Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
Melekler ve Cebrâil o gecede Rablerinin izniyle yeryüzüne inerler. (Kadir Sûresi: 4.)
De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. (İsrâ Sûresi: 85.)
Evet, şu kâinatın keyfiyâtı, onların vücutlarını gösteriyor. Çünkü kâinatı hadd ü hesâba gelmeyen dakîk sanatlı tezyinât ve o mânidar mehâsin ile ve hikmettar nukuş ile süslendirip tezyin etmesi; bilbedâhe ona göre mütefekkir istihsan edicilerin ve mütehayyir takdir edicilerin enzârını ister; vücutlarını talep eder. Evet, nasıl ki hüsün elbette bir âşık ister, taam ise aç olana verilir; öyle ise, şu nihayetsiz hüsn-ü sanat içinde gıdâ-i ervâh ve kùt-u kulûb, elbette melâike ve ruhânîlere bakar, gösterir.
Mâdem bu nihayetsiz tezyinât, nihayetsiz bir vazife-i tefekkür ve ubûdiyet ister; halbuki, ins ve cin şu nihayetsiz vazifeye, şu hikmetli nezârete, şu vüsatli ubûdiyete karşı milyondan ancak birisini yapabilir; demek, bu nihayetsiz ve çok mütenevvi’ olan şu vezâif ve ibâdete, nihayetsiz melâike envaları, ruhâniyât ecnâsları lâzımdır ki, şu mescid-i kebîr-i âlemi saflarıyla doldurup şenlendirsin.
Evet, şu kâinatın her bir cihetinde, her bir dairesinde, ruhâniyât ve melâikelerden birer tâife birer vazife-i ubûdiyetle muvazzaf olarak bulunurlar. Bâzı rivâyât-ı ehâdisiyenin işârâtıyla ve şu intizam-ı âlemin hikmetiyle denilebilir ki, bir kısım ecsâm-ı câmide-i seyyâre, yıldızlar seyyârâtından tut tâ yağmur katarâtına kadar, bir kısım melâikenin sefine ve merâkibidirler. O melâikeler, bu seyyârelere izn-i İlâhî ile binerler, âlem-i şehâdeti seyredip gezerler ve o merkeplerinin tesbihâtını temsil ederler.
Hem denilebilir: Bir kısım hayattar ecsâm, bir hadîs-i şerifte, "Ehl-i Cennet ruhları berzah âleminde yeşil kuşların cevflerine girerler ve Cennette gezerler" diye işaret ettiği "tuyûrun hudrun" tesmiye edilen Cennet kuşlarından tut, tâ sineklere kadar bir cins, ervâhın tayyâreleridir. Onlar, bunların içine emr-i Hakla girerler; âlem-i cismâniyâtı seyredip, o hayattar cesetlerdeki göz, kulak gibi duyguları ile âlem-i cismânîdeki mucizât-ı fıtratı temâşâ ediyorlar, tesbihât-ı mahsusalarını edâ ediyorlar. İşte, nasıl hakikat böyle iktizâ ediyor; hikmet dahi aynen öyle iktizâ eyliyor. Çünkü, şu kesâfetli ve ruha münâsebeti az olan topraktan ve şu kudûretli ve nur-u hayata münâsebeti pek cüzî olan sudan mütemâdiyen hummalı bir faaliyetle letâfetli hayatı ve nurâniyetli zevi’l-idrâki halk eden Fâtır-ı Hakîm, elbette, ruha çok lâyık ve hayata çok münâsip, şu nur denizinden ve hattâ şu zulmet bahrinden, şu havadan, şu elektrik gibi sâir madde-i latîfeden bir kısım zîşuur mahlûkları vardır; hem, pek çok kesretli olarak vardır.
Müslim, 3:1502, İmâre: 121; Müsned: 1: 238, 266, 6:386; Ebû Dâvud, Cihad: 25; Tirmizî, Tefsirü Sûret-i Al-i İmrân: 19, Fedâilü’l-Cihâd: 13; İbn-i Mâce, Cenâiz: 4; Dârimî, Cihad: 18.
Birinci Maksad
Melâikenin tasdiki, imânın bir rüknüdür. Şu Maksadda dört nükte-i esâsiye vardır.
Birinci Esas
Vücudun kemâli hayat iledir; belki, vücudun hakiki vücudu hayat iledir. Hayat, vücudun nurudur; şuur, hayatın ziyâsıdır. Hayat, her şeyin başıdır ve esâsıdır. Hayat, her şeyi her bir zîhayat olan şeye mâl eder; bir şeyi bütün eşyayâ mâlik hükmüne geçirir. Hayat ile bir şey-i zîhayat diyebilir ki, "Şu bütün eşya malımdır, dünya hânemdir, kâinat Mâlikim tarafından verilmiş bir mülkümdür." Nasıl ki ziyâ ecsâmın görülmesine sebeptir ve renklerin-bir kavle göre-sebeb-i vücududur; öyle de, hayat dahi mevcudâtın keşşâfıdır, keyfiyâtın tahakkukuna sebeptir, hem cüzî bir cüzîyi küll ve küllî hükmüne getirir ve küllî şeyleri bir cüze sığıştırmaya sebeptir ve hadsiz eşyayı iştirak ve ittihad ettirip bir vahdete medâr, bir ruha mazhar yapmak gibi, kemâlât-ı vücudun umumuna sebeptir. Hattâ, hayat, kesret tabakàtında bir çeşit tecellî-i Vahdettir ve kesrette Ehadiyetin bir aynasıdır.
Bak, hayatsız bir cisim, büyük bir dağ dahi olsa, yetimdir, gariptir, yalnızdır. Münâsebeti yalnız oturduğu mekân ile ve ona karışan şeyler ile vardır; başka, kâinatta ne varsa, o dağa nispeten mâdumdur. Çünkü, ne hayatı var ki, hayat ile alâkadar olsun; ne şuuru var ki, taallûk etsin. Şimdi, bak küçücük bir cisme, meselâ balarısına. Hayat, ona girdiği anda, bütün kâinatla öyle münâsebet tesis eder ki, bütün kâinatla, hususan zeminin çiçekleriyle ve nebâtâtları ile öyle bir ticaret akd eder ki; diyebilir, "Şu arz benim bahçemdir, ticârethânemdir." İşte, zîhayattaki meşhur havâss-ı zâhire ve bâtına duygularından başka, gayr-i meş’ur sâika ve şâika hisleriyle beraber, o arı, dünyanın ekser envaıyla ihtisas ve ünsiyet ve mübâdele ve tasarrufa sahip olur.
İşte, en küçük zîhayatta, hayat böyle tesirini gösterse, elbette hayat, tabaka-i insaniye olan en yüksek mertebeye çıktıkça öyle bir inbisat ve inkişaf ve tenevvür eder ki, hayatın ziyâsı olan şuur ile, akıl ile bir insan kendi hânesindeki odalarda gezdiği gibi, o zîhayat kendi aklı ile avâlim-i ulviyede ve ruhiyede ve cismâniyede gezer. Yani, o zîşuur ve zîhayat, mânen o âlemlere misafir gittiği gibi, o âlemler dahi o zîşuurun mir’at-ı ruhuna misafir olup, irtisâm ve temessül ile geliyorlar.
Hayat, Zât-ı Zülcelâlin en parlak bir bürhan-ı vahdeti ve en büyük bir mâden-i nimeti ve en latîf bir tecellî-i merhameti ve en hafî ve bilinmez bir nakş-ı nezîh-i sanatıdır.
Evet, hafî ve dakîktir. Çünkü, enva-ı hayatın en ednâsı olan hayat-ı nebat ve o hayat-ı nebâtın en birinci derecesi olan çekirdekteki ukde-i hayatiyenin tenebbühü, yani uyanıp açılarak neşv ü nemâ bulması, o derece zâhir ve kesrette ve mebzûliyette, ülfet içinde, zaman-ı Âdem’den beri hikmet-i beşeriyenin nazarında gizli kalmıştır; hakikati, hakiki olarak beşerin aklı ile keşfedilmemiş.
Hem hayat o kadar nezîh ve temizdir ki, iki vechi, yani mülk ve melekûtiyet vecihleri temizdir, pâktır, şeffaftır. Dest-i kudret, esbâbın perdesini vaz’ etmeyerek, doğrudan doğruya mübâşeret ediyor. Fakat, sâir şeylerdeki umûr-u hasîseye ve kudretin izzetine uygun gelmeyen nâpâk keyfiyât-ı zâhiriyeye menşe’ olmak için, esbâb-ı zâhiriyeyi perde etmiştir.
Elhâsıl: Denilebilir ki, hayat olmazsa, vücud vücud değildir, ademden farkı olmaz. Hayat, ruhun ziyâsıdır; şuur, hayatın nurudur. Mâdem ki hayat ve şuur bu kadar ehemmiyetlidirler; ve mâdem şu âlemde bilmüşâhede bir intizam-ı kâmil-i ekmel vardır; ve şu kâinatta bir itkàn-ı muhkem, bir insicâm-ı ahkem görünüyor; mâdem şu bîçare perişan küremiz, sergerdan zeminimiz bu kadar hadd ü hesâba gelmez zevi’l-hayat ile zevi’l-ervâh ve zevi’l-idrâk ile dolmuştur; elbette sâdık bir hadis ile ve katî bir yakîn ile hükmolunur ki, şu kusûr-u semâviye ve şu bürûc-u sâmiyenin dahi kendilerine münâsip zîhayat, zîşuur sekeneleri vardır. Balık suda yaşadığı gibi, güneşin ateşinde dahi o nurânî sekeneler bulunur. Nâr, nuru yakmaz. Belki ateş ışığa meded verir.
Mâdem kudret-i ezeliye bilmüşâhede en âdi maddelerden, en kesif unsurlardan hadsiz zîhayat ve zîrûhu halk eder ve gayet ehemmiyetle madde-i kesîfeyi hayat vâsıtasıyla madde-i latîfeye çevirir ve nur-u hayatı her şeyde kesretle serpiyor ve şuur ziyâsıyla ekser şeyleri yaldızlıyor; elbette o Kadîr-i Hakîm, bu kusursuz kudretiyle, bu noksansız hikmetiyle, nur gibi, esîr gibi ruha yakın ve münâsip olan sâir seyyâlât-ı latîfe maddeleri ihmâl edip hayatsız bırakmaz, câmid bırakmaz, şuursuz bırakmaz. Belki, madde-i nurdan, hattâ zulmetten, hattâ esîr maddesinden, hattâ mânâlardan, hattâ havadan, hattâ kelimelerden zîhayat, zîşuuru kesretle halk eder ki, hayvanâtın pek çok muhtelif ecnâsları gibi pek çok muhtelif ruhânî mahlûkları, o seyyâlât-ı latîfe maddelerinden halk eder. Onların bir kısmı melâike, bir kısmı da ruhânî ve cin ecnâslarıdır.
Melâikelerin ve ruhânîlerin kesretle vücutlarını kabul etmek ne derece hakikat ve bedihî ve mâkul olduğunu; ve Kur’ân’ın beyân ettiği gibi onları kabul etmeyen, ne derece hilâf-ı hakikat ve hilâf-ı hikmet bir hurâfe, bir dalâlet, bir hezeyan, bir divânelik olduğunu şu temsile bak, gör:
İki adam, biri bedevî, vahşî; biri medenî, aklı başında olarak, arkadaş olup İstanbul gibi haşmetli bir şehre gidiyorlar. O medenî, muhteşem şehrin uzak bir köşesinde pis, perişan küçük bir hâneye, bir fabrikaya rast geliyorlar. Görüyorlar ki, o hâne, amele, sefil, miskin adamlarla doludur. Acîb bir fabrika içinde çalışıyorlar. O hânenin etrafı da zîruh ve zîhayatlarla doludur. Fakat onların medâr-ı taayyüşü ve
hususi şerâit-i hayatiyeleri vardır ki, onların bir kısmı âkilü’n-nebattır, yalnız nebâtât ile yaşıyorlar. Diğer bir kısmı âkilü’s-semektir, balıktan başka bir şey yemiyorlar.
O iki adam, bu hali görüyorlar. Sonra bakıyorlar ki, uzakta binler müzeyyen saraylar, âlî kasırlar görünüyor. O sarayların ortalarında geniş tezgâhlar ve vüsatli meydanlar vardır. O iki adam, uzaklık sebebiyle veyahut göz zayıflığı ile veya o sarayın sekenelerinin gizlenmesi sebebiyle; o sarayın sekeneleri, o iki adama görünmüyorlar. Hem, şu perişan hânedeki şerâit-i hayatiye, o saraylarda bulunmuyor.
O vahşî, bedevî, hiç şehir görmemiş adam, bu esbâba binâen görünmediklerinden ve buradaki şerâit-i hayat orada bulunmadığından der: "O saraylar, sekenelerden hâlîdir, boştur; zîruh, içinde yoktur" der, vahşetin en ahmakça bir hezeyânını yapar.
İkinci adam der ki: "Ey bedbaht, şu hakîr, küçük hâneyi görüyorsun ki, zîruh ile, amelelerle doldurulmuş; ve biri var ki, bunları her vakit tazelendiriyor, istihdam ediyor. Bak, bu hâne etrafında boş bir yer yoktur, zîhayat ve zîruh ile doldurulmuştur. Acaba hiç mümkün müdür ki, şu uzakta bize görünen şu muntazam şehrin, şu hikmetli tezyinâtın, şu sanatlı sarayların onlara münâsip âlî sekeneleri bulunmasın? Elbette, o saraylar, umumen doludur ve onlarda yaşayanlara göre başka şerâit-i hayatiyeleri var. Evet, ot yerine belki börek yerler, balık yerine baklava yiyebilirler. Uzaklık sebebiyle veyahut gözünün kabiliyetsizliği veya onların gizlenmekliği ile sana görünmemeleri, onların olmamalarına hiçbir vakit delil olamaz. Adem-i rüyet, adem-i vücuda delâlet etmez. Görünmemek, olmamaya hüccet olamaz."
İşte, şu temsil gibi, ecrâm-ı ulviye ve ecsâm-ı seyyâre içinde küre-i arzın hakàret ve kesâfetiyle beraber bu kadar hadsiz zîruhların, zîşuurların vatanı olması ve en hasis ve en müteaffin cüzleri dahi, birer menba-ı hayat kesilmesi, birer mahşer-i huveynât olması, bizzarûre ve bilbedâhe ve bittarîkı’l-evlâ ve bilhadsi’s-sâdık ve bilyakîni’l-katî delâlet eder, şehâdet eyler, ilân eder ki; şu nihayetsiz fezâ-i âlem ve şu muhteşem semâvât, burçlarıyla, yıldızlarıyla, zîşuur, zîhayat, zîruhlarla doludur. Nârdan, nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, savttan, râyihadan kelimâttan, esîrden ve hattâ elektrikten ve sâir seyyâlât-ı latîfeden halk olunan o zîhayat ve o zîruhlara ve o zîşuurlara Şeriat-ı Garrâ-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân, "melâike ve cân ve ruhâniyâttır" der, tesmiye eder.
Melâikenin ise, ecsâmın muhtelif cinsleri gibi, cinsleri muhteliftir. Evet, elbette bir katre yağmura müekkel olan melek, Şemse müekkel meleğin cinsinden değildir. Cin ve ruhâniyât dahi, onların da pek çok ecnâs-ı muhtelifeleri vardır.
Şu Nükte-i Esâsiyenin Hâtimesi
Bittecrübe, madde asıl değil ki, vücud ona musahhar kalsın ve tâbi olsun. Belki, madde, bir mânâ ile kàimdir. İşte o mânâ hayattır, ruhtur.
Hem, bilmüşâhede, madde mahdum değil ki, her şey ona ircâ edilsin. Belki hâdimdir, bir hakikatin tekemmülüne hizmet eder. O hakikat hayattır. O hakikatin esâsı da ruhtur.
Bilbedâhe, madde hâkim değil ki, ona mürâcaat edilsin, kemâlât ondan istenilsin. Belki mahkûmdur; bir esâsın hükmüne bakar, onun gösterdiği yollarla hareket eder. İşte o esas hayattır, ruhtur, şuurdur.
Hem, bizzarûre, madde lüb değil, esas değil, müstekar değil ki, işler ve kemâlât ona takılsın, ona binâ edilsin. Belki yarılmaya, erimeye, yırtılmaya müheyyâ bir kışırdır, bir kabuktur ve köpüktür ve bir sûrettir.
Görülmüyor mu ki, gözle görülmeyen hurdebînî bir hayvanın ne kadar keskin duyguları var ki, arkadaşının sesini işitir, rızkını görür, gayet hassas ve keskin hisleri vardır. Şu hal gösteriyor ki, maddenin küçülüp inceleşmesi nispetinde âsâr-ı hayat tezâyüd ediyor, nur-u ruh teşeddüt ediyor. Güyâ madde inceleştikçe, bizim maddiyâtımızdan uzaklaştıkça, ruh âlemine, hayat âlemine, şuur âlemine yaklaşıyor gibi, hararet-i ruh, nur-u hayat daha şiddetli tecellî ediyor.
İşte, hiç mümkün müdür ki, bu madde perdesinde bu kadar hayat ve şuur ve ruhun tereşşuhâtı bulunsun; o perde altında olan âlem-i bâtın, zîruh ve zîşuurlarla dolu olmasın? Hiç mümkün müdür ki, şu maddiyât ve âlem-i şehâdetteki mânânın ve ruhun ve hayatın ve hakikatin şu hadsiz tereşşuhâtı ve lemeât ve semerâtının menâbii, yalnız maddeye ve maddenin hareketine ircâ edilip izah edilsin? Hâşâ ve kat’â ve aslâ! Bu hadsiz tereşşuhât ve lemeât gösteriyor ki, şu âlem-i maddiyât ve şehâdet ise, âlem-i melekût ve ervâh üstünde serpilmiş tenteneli bir perdedir.
İkinci Esas
Melâikenin vücuduna ve ruhânîlerin sübutuna ve hakikatlerinin vücuduna bir icmâ-ı mânevî ile-tâbirde ihtilâflarıyla beraber-bütün ehl-i akıl ve ehl-i nakil, bilerek, bilmeyerek ittifak etmişler denilebilir. Hattâ, maddiyâtta çok ileri giden hükemâ-i İşrâkiyyunun Meşâiyyun kısmı, melâikenin mânâsını inkâr etmeyerek, "Her bir nevin bir mahiyet-i mücerrede-i ruhâniyeleri vardır" derler. Melâikeyi öyle tâbir ediyorlar. Eski hükemânın işrâkiyyun kısmı dahi melâikenin mânâsında kabule muztar kalarak, yalnız yanlış olarak "ukùl-ü aşere" ve "erbâbü’l-enva" diye isim vermişler. Bütün ehl-i edyân, "melekü’l-cibâl, melekü’l-bihar, melekü’l-emtâr" gibi, her neve göre birer melek-i müekkel, vahyin ilhamı ve irşâdıyla, bulunduğunu kabul ederek, o nâmlarla tesmiye ediyorlar. Hattâ, akılları gözlerine inmiş ve insaniyetten cemâdât derecesine mânen sukut etmiş olan maddiyyun ve tabiiyyun dahi, melâikenin mânâsını inkâr edemeyerek, Hâşiye "kuvâ-i sâriye" nâmiyle bir cihette kabule mecbur olmuşlar.
Hâşiye
Melâike mânâsını ve ruhâniyâtın hakikatini inkâra mecâl bulamamışlar, belki fıtratın nâmuslarından "kuvâ-i sâriye" diye, "cereyan eden kuvvetler" nâmını vererek, yanlış bir sûrette tasvir ile bir cihetten tasdikine mecbur kalmışlar. Ey kendini akıllı zanneden!..
Ey melâike ve ruhâniyâtın kabulünde tereddüt gösteren bîçare adam! Neye istinad ediyorsun, hangi hakikate güveniyorsun ki, bütün ehl-i akıl bilerek, bilmeyerek melâikenin mânâsının sübutuna ve tahakkukuna ve ruhânîlerin tahakkukları hakkında ittifaklarına karşı geliyorsun, kabul etmiyorsun? Mâdem ki Birinci Esasta ispat edildiği gibi, hayat mevcudâtın keşşâfıdır, belki neticesidir, zübdesidir; bütün ehl-i akıl, mânâ-i melâikenin kabulünde mânen müttefiktirler; ve şu zeminimiz, bu kadar zîhayat ve zîruhlarla şenlendirilmiştir; şu halde, hiç mümkün olur mu ki, şu fezâ-i vesîa sekenelerden, şu semâvât-ı latîfe mutavattinînden hâlî kalsın?
Hiç hatırına gelmesin ki, şu hilkatte câri olan nâmuslar, kanunlar, kâinatın hayattar olmasına kâfi gelir. Çünkü, o cereyan eden nâmuslar, şu hükmeden kanunlar, itibârî emirlerdir, vehmî düsturlardır; ademî sayılır. Onları temsil edecek, onları gösterecek, onların dizginlerini ellerinde tutacak melâike denilen ibâdullah olmazsa, o nâmuslara, o kanunlara bir vücud taayyün edemez, bir hüviyet teşahhus edemez, bir hakikat-i hariciye olamaz. Halbuki, "Hayat, bir hakikat-i hariciyedir; vehmî bir emir, hakikat-i hariciyeyi yüklenemez."
Elhâsıl: Mâdem ehl-i hikmetle ehl-i din ve ashâb-ı akıl ve nakil mânen ittifak etmişler ki, mevcudât şu âlem-i şehâdete münhasır değildir; hem, mâdem zâhir olan âlem-i şehâdet câmid ve teşekkül-ü ervâha nâmuvâfık olduğu halde, bu kadar zîruhlarla tezyin edilmiş; elbette, vücud ona münhasır değildir. Belki, daha çok tabakàt-ı vücud vardır ki, âlem-i şehâdet onlara nispeten münakkaş bir perdedir.
Hem mâdem, denizin balığa nispeti gibi, ervâha muvâfık olan âlem-i gayb ve âlem-i mânâ, ervâhlar ile dolu olmak iktizâ eder; hem, mâdem bütün emirler, mânâ-i melâikenin vücuduna şehâdet ederler; elbette, bilâşek velâ şüphe, melâike vücudlarının ve ruhânî hakikatlerinin en güzel sûreti ve ukùl-ü selîme kabul edecek ve istihsan edecek en mâkul keyfiyeti odur ki, Kur’ân şerh ve beyân etmiştir. O Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân der ki: "Melâike, ibâd-ı mükerremdir. Emre muhâlefet etmezler, ne emrolunsa onu yaparlar. Melâike, ecsâm-ı latîfe-i nurâniyedirler, muhtelif nevilere münkasımdırlar."
Evet, nasıl ki beşer bir ümmettir, "Kelâm" sıfatından gelen şeriat-ı İlâhiyenin hameleleri, mümessilleri, mütemessilleridir; öyle de, melâike dahi muazzam bir ümmettir ki, onların amele kısmı "İrâde" sıfatından gelen şeriat-ı tekviniyenin hamelesi, mümessili ve mütemessilleridirler. Müessir-i hakiki olan Kudret-i Fâtıranın ve İrâde-i Ezeliyenin emirlerine tâbi bir nevi ibâdullahtırlar ki, ecrâm-ı ulviyenin her biri onların birer mescidi, birer mâbedi hükmündedirler.
Üçüncü Esas
Mesele-i melâike ve ruhâniyât, o mesâildendir ki, tek bir cüzün vücudu ile, bir küllün tahakkuku bilinir. Bir tek şahsın rüyeti ile umum nevin vücudu mâlûm olur. Çünkü, kim inkâr ederse, külliyen inkâr eder. Birtekini kabul eden, o nevin umumunu kabul etmeye mecburdur.
Mâdem öyledir; işte bak:
Görmüyor musun ve işitmiyor musun ki, bütün ehl-i edyân, bütün asırlarda, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar melâikenin vücuduna ve ruhânîlerin tahakkukuna ittifak etmişler ve insanın tâifeleri, birbirinden bahsi ve muhâveresi ve rivâyeti gibi, melâikelerle muhâvere edilmesine ve onların müşâhedesine ve onlardan rivâyet etmesine icmâ etmişlerdir. Acaba, hiçbir ferd melâikelerden, bilbedâhe görünmezse, hem bilmüşâhede bir şahsın veya müteaddit eşhâsın vücudu katî bilinmezse, hem onların bilbedâhe, bilmüşâhede vücutları hissedilmezse, hiç mümkün müdür ki, böyle bir icmâ ve ittifak devam etsin; ve böyle müspet ve vücudî bir emirde ve şuhuda istinad eden bir halde müstemirren ve tevâtüren, o ittifak devam etsin? Hem hiç mümkün müdür ki, şu itikad-ı umuminin menşei, mebâdi-i zarûriye ve bedihî emirler olmasın? Hem hiç mümkün müdür ki, hakikatsiz bir vehim, bütün inkılâbât-ı beşeriyede bütün akàid-i insaniyede istimrâr etsin, bekà bulsun? Hem hiç mümkün müdür ki, şu ehl-i edyânın bu icmâ-ı azîmin senedi, bir hads-i katî olmasın, bir yakîn-i şuhudî olmasın? Hem hiç mümkün müdür ki, o hads-i katî, o yakîn-i şuhudî, hadsiz emârelerden ve o emâreler hadsiz müşâhedât vâkıalarından ve o müşâhedât vâkıaları şeksiz ve şüphesiz mebâdi-i zarûriyeye istinad etmesin? Öyle ise, şu ehl-i edyândaki bu itikadât-ı umumiyenin sebebi ve senedi, tevâtür-ü mânevî kuvvetini ifade eden pek çok kerrât ile melâike müşâhedelerinden ve ruhânîlerin rü’yetlerinden hâsıl olan mebâdi-i zarûriyedir, esâsât-ı katiyedir.
Hem hiç mümkün müdür, hiç mâkul müdür, hiç kàbil midir ki, hayat-ı içtimâiye-i beşeriye semâsının güneşleri, yıldızları, ayları hükmünde olan enbiyâ ve evliyâ tevâtür sûretiyle ve icmâ-ı mânevî kuvveti ile ihbar ettikleri ve şehâdet ettikleri melâike ve ruhâniyâtın vücutları ve müşâhedeleri, bir şüphe kabul etsin, bir şekke medâr olsun. Bâhusus onlar, şu meselede ehl-i ihtisastırlar. Mâlûmdur ki, iki ehl-i ihtisas, binler başkasına müreccahtırlar. Hem şu meselede ehl-i ispattırlar. Mâlûmdur ki, iki ehl-i ispat, binler ehl-i nefiy ve inkâra müreccahtırlar.
Ve bilhassa kâinat semâsında dâim parlayan ve hiçbir vakit gurûb etmeyen, âlem-i hakikatin şemsü’ş-şümûsu olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın ihbarâtı ve risâlet güneşi olan Zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) şehâdâtı ve müşâhedâtı, hiç kàbil midir ki, bir şüphe kabul etsin? Mâdem tek bir ruhâniyâtın vücudu, bir zamanda tahakkuk etse, şu nevin umumen tahakkukunu gösteriyor; ve mâdem şu nevin vücudu tahakkuk ediyor; elbette, onların sûret-i tahakkukunun en ahseni, en mâkulü en makbulü, Şeriatın şerh ettiği gibidir, Kur’ân’ın gösterdiği gibidir, Sahib-i Mi’racın gördüğü gibidir.
Dördüncü Esas
Şu kâinatın mevcudâtına nazar-ı dikkat ile bakılsa görünür ki, cüz’iyât gibi külliyâtın dahi birer şahs-ı mânevîsi vardır ki; birer vazife-i külliyesi görünüyor, onda bir hizmet-i külliye görünüyor. Meselâ, bir çiçek, kendince bir nakş-ı san’atı
gösterip, lisân-ı haliyle esmâ-i Fâtırı zikrettiği gibi; küre-i arz bahçesi dahi bir çiçek hükmündedir, gayet muntazam küllî vazife-i tesbîhiyesi vardır. Nasıl ki bir meyve, bir intizam içinde bir ilânâtı, tesbihâtı ifade ediyor; öyle de, koca bir ağacın heyet-i umumiyesiyle gayet muntazam bir vazife-i fıtriyesi ve ubûdiyeti vardır. Nasıl bir ağaç yaprak, meyve ve çiçeklerinin kelimâtı ile bir tesbihâtı var; öyle de, koca semâvât denizi dahi kelimâtı hükmünde olan güneşler, yıldızlar ve ayları ile Fâtır-ı Zülcelâline tesbihât yapar ve Sâni-i Zülcelâline hamd eder ve hâkezâ, mevcudât-ı hariciyenin her biri, sûreten câmid, şuursuz iken, gayet hayatkârâne ve şuurdarâne vazifeleri ve tesbihâtları vardır. Elbette, nasıl melâikeler bunların âlem-i melekûtta mümessilidirler, tesbihâtlarını ifade ederler; bunlar dahi âlem-i mülk ve âlem-i şehâdette o melâikelerin timsâlleri, hâneleri, mescidleri hükmündedirler.
Yirmi Dördüncü Sözün Dördüncü Dalında beyân edildiği gibi, şu saray-ı âlemin Sâni-i Zülcelâli, o saray içinde istihdam ettiği dört kısım amelenin birincisi melâike ve ruhânîlerdir. Mâdem nebâtât ve cemâdât bilmeyerek ve bir bilenin emrinde gayet mühim, ücretsiz hidemâttadırlar. Ve hayvanât, bir ücret-i cüz’iye mukabilinde, bilmeyerek gayet küllî maksadlara hizmet ediyorlar. Ve insan, müeccel ve muaccel iki ücret mukabilinde o Sâni-i Zülcelâlin makàsıdını bilerek tevfîk-ı hareket etmek ve her şeyde nefislerine de bir hisse çıkarmak ve sâir hademelere nezâret etmekle istihdam edilmeleri, bilmüşâhede görünüyor. Elbette dördüncü kısım, belki en birinci kısım olan hizmetkârlar, ameleler bulunacaktır. Hem insana benzer ki, o Sâni-i Zülcelâlin makàsıd-ı külliyesini bilir bir ubûdiyetle tevfîk-ı hareket ederler. Hem insanın hilâfına olarak, hazz-ı nefisten ve cüz’î ücretlerden tecerrüd ederek yalnız Sâni-i Zülcelâlin nazarı ile, emri ile, teveccühü ile, hesâbı ile, nâmı ile ve kurbiyetiyle ihtisas ile ve intisab ile hâsıl ettikleri lezzet ve kemâl ve zevk ve saadeti kâfi görüp, hâlisen, muhlisen çalışıyorlar.
Cinslerine göre kâinattaki mevcudâtın envaına göre vazife-i ibâdetleri tenevvü’ ediyor. Bir hükümetin muhtelif dairelerde, muhtelif vazifedarları gibi, saltanat-ı rubûbiyet dairelerinde vezâif-i ubûdiyeti ve tesbihâtı öyle tenevvü’ ediyor. Meselâ, Hazret-i Mikâil, yeryüzü tarlasında ekilen masnuât-ı İlâhiyeye, Cenâb-ı Hakkın havliyle, kuvvetiyle, hesâbiyle, emriyle, bir nâzır-ı umumi hükmündedir, tâbir câizse umum çiftçi-misâl melâikelerin reisidir. Hem Fâtır-ı Zülcelâlin izniyle, emriyle, kuvvetiyle, hikmetiyle, umum hayvanâtın mânevî çobanlarının reisi, büyük bir melek-i müekkeli vardır.
İşte, mâdem şu mevcudât-ı hariciyenin herbirisinin üstünde birer melek-i müekkel var olmak lâzım gelir; tâ ki o cismin gösterdiği vezâif-i ubûdiyet ve hidemât-ı tesbîhiyesini âlem-i melekûtta temsil etsin, dergâh-ı Ulûhiyete bilerek takdim etsin. Elbette, Muhbir-i Sâdıkın rivâyet ettiği melâikeler hakkındaki sûretler, gayet münâsiptir ve mâkuldür. Meselâ, ferman etmiş ki, "Bâzı melâikeler bulunur, kırk başı veya kırk bin başı var. Her başta kırk bin ağzı var, herbir ağızda kırk bin dil ile kırk bin tesbihât yapar." Şu hakikat-i hadîsiyenin bir mânâsı var, bir de sûreti var.
Mânâsı şudur ki:
Melâikenin ibâdâtı, hem gayet muntazamdır, mükemmeldir, hem gayet küllîdir, geniştir.
Ve şu hakikatin sûreti ise şudur ki: Bâzı büyük mevcudât-ı cismâniye vardır ki, kırk bin baş, kırk bin tarz ile vezâif-i ubûdiyeti yapar. Meselâ, semâ güneşlerle, yıldızlarla tesbihât yapar. Zemin, tek bir mahlûk iken, yüz bin baş ile, her başta yüz binler ağız ile, her ağızda yüz binler lisân ile vazife-i ubûdiyeti ve tesbihât-ı Rabbâniyeyi yapıyor. İşte, küre-i arza müekkel melek dahi, âlem-i melekûtta şu mânâyı göstermek için öyle görülmek lâzımdır. Hattâ, ben mutavassıt bir bâdem ağacı gördüm ki, kırka yakın, baş hükmünde büyük dalları var. Sonra bir dalına baktım; kırka yakın, dili hükmünde küçük dalları var. Sonra, o küçük dalının bir diline baktım; kırk çiçek açmıştır. O çiçeklere nazar-ı hikmetle dikkat ettim; herbir çiçek içinde kırka yakın incecik, muntazam püskülleri renkleri ve san’atları gördüm ki, her biri Sâni-i Zülcelâlin ayrı ayrı birer cilve-i esmâsını ve birer ismini okutturuyor. İşte hiç mümkün müdür ki, şu bâdem ağacının Sâni-i Zülcelâli ve Hakîm-i Zülcemâli, bu câmid ağaca bu kadar vazifeleri yükletsin; onun mânâsını bilen, ifade eden, kâinata ilân eden, dergâh-ı İlâhiyeye takdim eden, ona münâsip ve ruhu hükmünde bir melek-i müekkeli ona bindirmesin?
Ey arkadaş! Şuraya kadar beyânâtımız, kalbi kabule ihzâr etmek ve nefsi teslime mecbur etmek ve aklı izana getirmek için bir mukaddeme idi. Eğer o mukaddemeyi bir derece fehmettin ise, melâikelerle görüşmek istersen, hazır ol. Hem evhâm-ı seyyieden temizlen. İşte, Kur’ân âlemi kapıları açıktır. İşte, Kur’ân cenneti -1-’dır; gir bak. Melâikeyi o cennet-i Kur’âniye içinde güzel bir sûrette gör. Her bir âyet-i tenzîl, birer menzildir. İşte şu menzillerden bak:
-2-
1 Kapıları ardına kadar açık
2 Yemin olsun peş peşe gönderilen meleklere. • Ve rüzgâr gibi esip her tarafa yayılanlara. • Ve bulutları yeryüzüne dağıtanlara. • Ve hak ile bâtılı ayıranlara. • peygamberlere vahiy getirenlere. (Mürselât Sûresi: 1-5.)
Yemin olsun kâfirin ruhunu tâ derinliklerinden şiddetle söküp alanlara. • Ve müminin ruhunu kolaylıkla alanlara. • Ve suda yüzercesine gökten inenlere. • Ve Allah’ın emrini yerine getirmek için yarışanlara. • Ve emrolundukları işi tanzim ve tedbîr edenlere. (Nâziât Sûresi: 1-5.)
Melekler ve Cebrâil o gece Rablerinin izniyle yeryüzüne inerler. (Kadir Sûresi: 4.)
Başında ise Allah’ın emrine karşı gelmeyen ve verilen emri yerine getiren haşin ve şiddetli melekler vardır. (Tahrîm Sûresi: 6.)
Hem dinle:
-1-
senâlarını işit.
Eğer cinnîlerle görüşmek istersen, -2- surlu sûreye gir, onları gör, dinlene diyorlar. Onlardan ibret al. Bak, diyorlar ki,
-3-
1 O bundan [evlat edinmekten] münezzehtir. Hayır, onların evlat dedikleri, Allah’ın ikramda bulunduğu kullardır. • Allah emretmedikçe onlar bir söz söylemezler; ancak Onun emriyle hareket ederler. (Enbiyâ Sûresi: 26-27.)
2 De ki: Cinlerden bir topluluğun Kurân’ı dinleyerek şöyle dedikleri bana vahyolundu:. (Cin Sûresi: 1.)
3 Biz, doğru yola ileten hârikulâde bir Kur’ân dinledik ve ona imân ettik. Biz Rabbimize hiç kimseyi ortak koşmayacağız. (Cin Sûresi: 1-2.)
İkinci Maksad
Kıyâmet ve mevt-i dünya ve hayat-ı âhiret hakkındadır.
Şu Maksadın Dört Esâsı ve bir Mukaddime-i temsîliyesi vardır.
Mukaddime
Nasıl ki, bir saray veya bir şehir hakkında biri dâvâ etse, "Şu saray veya şehir, tahrip edilip yeniden muhkem bir sûrette binâ ve tâmir edilecektir"; elbette, onun dâvâsına karşı altı suâl terettüb eder.
Birincisi: "Niçin tahrip edilecek? Sebep ve muktazî var mıdır?" Eğer, "Evet var" diye ispat etti,
İkincisi, şöyle bir suâl gelir ki: "Bunu tahrip edip, tâmir edecek usta muktedir midir? Yapabilir mi?" Eğer, "Evet, yapabilir" diye ispat etti,
Üçüncüsü, şöyle bir suâl gelir ki: "Tahribi mümkün müdür? Hem sonra, tahrip edilecek midir?"
Eğer, "Evet" diye imkân-ı tahribi, hem vukuunu ispat etse, iki suâl daha ona vârid olur ki: "Acaba şu acîb saray veya şehrin yeniden tâmiri mümkün müdür? Mümkün olsa, acaba tâmir edilecek midir?"
Eğer, "Evet" diye bunları da ispat etse, o vakit bu meselenin hiçbir cihette hiçbir köşesinde bir delik, bir menfez kalmaz ki, şek ve şüphe ve vesvese girebilsin.
İşte şu temsil gibi, dünya sarayının, şu kâinat şehrinin tahrip ve tâmiri için muktazî var; fâil ve ustası muktedir. Tahribi mümkün ve vâki’ olacak, tâmiri mümkün ve vâki’ olacaktır. İşte şu meseleler Birinci Esastan sonra ispat edilecektir.
Birinci Esas
Ruh, katiyen bâkîdir. Birinci Maksaddaki melâike ve ruhânîlerin vücudlarına delâlet eden hemen bütün deliller, şu meselemiz olan bekà-i ruha dahi delildirler. Bence mesele o kadar katîdir ki, fazla beyân abes olur. Evet, şu âlem-i berzahta,
âlem-i ervâhta bulunan ve âhirete gitmek için bekleyen hadsiz ervâh-ı bâkiye kafileleri ile bizim mâbeynimizdeki mesafe o kadar ince ve kısadır ki, bürhan ile göstermeye lüzum kalmaz. Hadd ü hesâba gelmeyen ehl-i keşfin ve şuhudun onlarla temas etmeleri, hattâ ehl-i keşfe’l-kuburun onları görmeleri, hattâ bir kısım avâmın da onlarla muhâbereleri ve umumun da rüyâ-i sâdıkada onlarla münâsebet peydâ etmeleri, muzaaf tevâtürler sûretinde âdetâ beşerin ulûm-u müteârifesi hükmüne geçmiştir. Fakat şu zamanda maddiyyun fikri herkesi sersem ettiğinden, en bedihî bir şeyde zihinlere vesvese vermiş. İşte şöyle vesveseleri izâle için hads-i kalbînin ve iz’ân-ı aklînin pek çok menbalarından bir Mukaddime ile Dört Menbaına işaret edeceğiz.
Mukaddime:
Onuncu Sözün Dördüncü Hakikatinde ispat edildiği gibi, ebedî, sermedî, misilsiz bir cemâl, elbette âyinedar müştâkının ebediyetini ve bekàsını ister. Hem, kusursuz, ebedî bir kemâl-i san’at, mütefekkir dellâlının devamını talep eder. Hem, nihayetsiz bir rahmet ve ihsan, muhtaç müteşekkirlerinin devam-ı tenâumlarını iktizâ eder.
İşte, o âyinedar müştak, o dellâl mütefekkir, o muhtaç müteşekkir, en başta ruh-u insanîdir. Öyle ise, ebedü’l-âbâd yolunda, o cemâl, o kemâl, o rahmete refâkat edecek, bâkî kalacaktır.
Yine Onuncu Sözün Altıncı Hakikatinde ispat edildiği gibi, değil ruh-u beşer, hattâ en basit tabakàt-ı mevcudât dahi, fenâ için yaratılmamışlar, bir nevi bekàya mazhardırlar. Hattâ, ruhsuz ehemmiyetsiz bir çiçek dahi vücud-u zâhirîden gitse, bin vecihle bir nevi bekàya mazhardır. Çünkü, sûreti hadsiz hâfızalarda bâkî kalır, kanun-u teşekkülâtı yüzer tohumcuklarında bekà bulup devam eder. Mâdem bir parçacık ruha benzeyen o çiçeğin kanun-u teşekkülü, timsâl-i sûreti, bir Hafîz-i Hakîm tarafından ibkà ediliyor, dağdağalı inkılâblar içinde kemâl-i intizam ile zerrecikler gibi tohumlarında muhâfaza ediliyor; bâkî kalır. Elbette, gayet cemiyetli ve gayet yüksek bir mahiyete mâlik ve haricî vücud giydirilmiş ve zîşuur ve zîhayat ve nurânî kanun-u emrî olan ruh-u beşer ne derece katiyetle bekàya mazhar ve ebediyetle merbut ve sermediyetle alâkadar olduğunu anlamazsan, nasıl "Zîşuur bir insanım" diyebilirsin?
Evet, koca bir ağacın bir derece ruha benzeyen programını ve kanun-u teşekkülâtını bir nokta gibi en küçük çekirdekte derc edip muhâfaza eden bir Zât-ı Hakîm-i Zülcelâl, bir Zât-ı Hafîz-i Bîzevâl hakkında, "Vefât edenlerin ruhlarını nasıl muhâfaza eder?" denilir mi?
Birinci Menba:
Enfüsîdir. Yani, herkes hayatına ve nefsine dikkat etse, bir ruh-u bâkîyi anlar. Evet, herbir ruh, kaç sene yaşamış ise, o kadar beden değiştirdiği halde, bilbedâhe aynen bâkî kalmıştır. Öyle ise, mâdem, cesed, gelip geçicidir; mevt ile bütün bütün çıplak olmak dahi ruhun bekàsına tesir etmez ve mahiyetini de bozmaz. Yalnız, müddet-i hayatta, tedricî cesed libasını değiştiriyor; mevtte ise
birden soyunur. Gayet katî bir hads ile belki müşâhede ile sabittir ki, cesed ruh ile kàimdir. Öyle ise, ruh onun ile kàim değildir; belki, ruh binefsihî kàim ve hâkim olduğundan, cesed istediği gibi dağılıp toplansın, ruhun istiklâliyetine halel vermez. Belki, cesed ruhun hânesi ve yuvasıdır, libası değil. Belki ruhun libası, bir derece sabit ve letâfetçe ruha münâsip bir gılâf-ı latîfi ve bir beden-i misâlîsi vardır. Öyle ise mevt hengâmında bütün bütün çıplak olmaz, yuvasından çıkar, beden-i misâlîsini giyer.
İkinci Menba:
Âfâkîdir. Yani, mükerrer müşâhedât ve müteaddit vâkıat ve kerrât ile münâsebâttan neş’et eden bir nevi hükm-ü tecrübîdir. Evet, tek bir ruhun ba’de’l-memât bekàsı anlaşılsa, şu ruh nevinin külliyetle bekàsını istilzam eder. Zîrâ fenn-i mantıkça katîdir ki, zâtî bir hâssa, Bir tek ferdde görünse, bütün efradda dahi o hâssanın vücuduna hükmedilir. Çünkü, zâtîdir. Zâtî olsa, her ferdde bulunur. Halbuki, değil bir ferd, belki o kadar hadsiz, o kadar hesâba, hasra gelmez müşâhedâta istinad eden âsâr ve bekà-i ervâha delâlet eden emârât o derece katîdir ki; bize, nasıl Yeni Dünya, yani Amerika var ve orada insanlar bulunur, o insanların vücudlarına hiç vehim hatıra gelmez; öyle de şüphe kabul etmez ki, şimdi âlem-i melekût ve ervâhta, ölmüş, vefât etmiş insanların ervâhı, pek çok kesretle vardır ve bizimle münâsebettardırlar. Mânevî hedâyâmız onlara gidiyor. Onların nurânî feyizleri de bizlere geliyor.
Hem, hads-i katî ile vicdânen hissedilebilir ki, insan öldükten sonra esaslı bir ciheti bâkîdir. O esas ise ruhtur. Ruh ise, tahrip ve inhilâle mâruz değil. Çünkü, basîttir, vahdeti var. Tahrip ve inhilâl ve bozulmak ise, kesret ve terkib edilmiş şeylerin şe’nidir. Sâbıkan beyân ettiğimiz gibi, hayat, kesrette bir tarz-ı vahdeti temin eder, bir nevi bekàya sebebiyet verir. Demek, vahdet ve bekà, ruhta esastır ki, ondan kesrete sirâyet eder.
Rûhun fenâsı, ya tahrip ve inhilâl iledir. O tahrip ve inhilâl ise, vahdet yol vermez ki girsin, besâtet bırakmaz ki bozsun. Veyahut idâm iledir. İdâm ise, Cevâd-ı Mutlakın hadsiz merhameti müsaade etmez ve nihayetsiz cûdu bırakmaz ki, verdiği ni’met-i vücudu, o ni’met-i vücuda pek müştak ve lâyık olan ruh-u insanîden geri alsın.
Üçüncü Menba:
Ruh; zîhayat, zîşuur, nurânî vücud-u haricî giydirilmiş, câmi’, hakikattar, külliyet kesb etmeye müstaid bir kanun-u emrîdir. Halbuki, en zayıf olan kavânîn-i emriye, sebat ve bekàya mazhardırlar. Çünkü, dikkat edilse, mâruz-u tegayyür olan bütün nevilerde birer hakikat-i sabite vardır ki, bütün tegayyürât ve inkılâbât ve etvâr-ı hayat içinde yuvarlanarak sûretler değiştirip, ölmeyerek, yaşayarak bâkî kalıyor.
İşte, herbir şahs-ı insanî, mahiyetinin câmiiyetiyle ve küllî şuuruyla ve umumi tasavvurâtıyla, bir şahıs iken, bir nev’ hükmüne geçmiştir. Bir neve gelen ve câri olan kanun, o şahs-ı insanîde dahi câridir.
Mâdem Fâtır-ı Zülcelâl, insanı câmi’ bir ayna ve küllî bir ubûdiyetle ve ulvî bir mahiyetle yaratmıştır; her ferddeki hakikat-i ruhiye, yüz binler sûret değiştirse, izn-i Rabbânî ile ölmeyecek, yaşayarak, geldiği gibi gidecek. Öyle ise, o şahs-ı insanînin hakikat-i zîşuuru ve unsur-u zîhayatı olan ruhu dahi, Allah’ın emriyle, izniyle ve ibkàsıyla, dâimâ bâkîdir.
Dördüncü Menba:
Ruha bir derece müşâbih ve ikisi de âlem-i emrden ve irâdeden geldiklerinden, masdar itibâriyle ruha bir derece muvâfık, fakat yalnız vücud-u hissî olmayan nevilerde hükümran olan kavânîne dikkat edilse ve o nâmuslara bakılsa görünür ki, eğer o kanun-u emrî, vücud-u haricî giyse idi, o nevilerin birer ruhu olurdu. Halbuki, o kanun dâimâ bâkîdir, dâimâ müstemir, sabittir; hiçbir tegayyürât ve inkılâbât, o kanunların vahdetine tesir etmez, bozmaz. Meselâ, bir incir ağacı ölse, dağılsa, onun ruhu hükmünde olan kanun-u teşekkülâtı, zerre gibi bir çekirdeğinde ölmeyerek bâkî kalır.
İşte, mâdem en âdi ve zayıf emrî kanunlar dahi böyle bekà ile, devam ile alâkadardır; elbette ruh-u insanî, değil yalnız bekà ile, belki ebedü’l-âbâd ile alâkadar olmak lâzım gelir. Çünkü, ruh dahi Kur’ân’ın nassı ile, ferman-ı celîli ile âlem-i emrden gelmiş bir kanun-u zîşuur ve bir nâmus-u zîhayattır ki, kudret-i ezeliye ona vücud-u haricî giydirmiş.
Demek, nasıl ki sıfat-ı irâdeden ve âlem-i emrden gelen şuursuz kavânîn, dâimâ veya ağleben bâkî kalıyor; aynen onların bir nevi kardeşi ve onlar gibi sıfat-ı irâdenin tecellîsi ve âlem-i emrden gelen ruh, bekàya mazhar olmak daha ziyâde katîdir, lâyıktır. Çünkü, zîvücuddur, hakikat-i hariciye sahibidir. Hem, onlardan daha kavîdir, daha ulvîdir; çünkü, zîşuurdur. Hem, onlardan daha dâimîdir, daha kıymettardır; çünkü, zîhayattır.
İkinci Esas
Saadet-i ebediyeye muktazî vardır ve o saadeti verecek Fâil-i Zülcelâl de muktedirdir. Hem, harab-ı âlem, mevt-i dünya mümkündür; hem vâki’ olacaktır. Yeniden ihyâ-i âlem ve haşir, mümkündür; hem vâki’ olacaktır. İşte bu altı meseleyi, birer birer, aklı iknâ edecek muhtasar bir tarzda beyân edeceğiz. Zâten Onuncu Sözde kalbi, imân-ı kâmil derecesine çıkaracak derecede bürhanlar zikredilmiştir. Şurada ise, yalnız aklı iknâ edecek, susturacak, eski Said’in Nokta Risâlesi’ndeki beyânâtı tarzında bahsedeceğiz.
Evet, saadet-i ebediyeye muktazî mevcuddur. O muktazînin vücuduna delâlet eden bürhan-ı katî On Menba ve Medârdan süzülen bir hadsdir.
Birinci Medar: Dikkat edilse, şu kâinatın umumunda bir nizâm-ı ekmel, bir intizam-ı kasdî vardır. Her cihette reşahât-ı ihtiyâr ve lemeât-ı kasd görünür. Hattâ, her şeyde bir nur-u kasd, her şe’nde bir ziyâ-i irâde, her harekette bir lem’a-i ihtiyâr, her terkibde bir şûle-i hikmet, semerâtının şehâdetiyle nazar-ı dikkate çarpıyor.
İşte, eğer saadet-i ebediye olmazsa, şu esaslı nizam, bir sûret-i zaife-i vâhiyeden ibâret kalır; yalancı, esassız bir nizam olur. Nizam ve intizamın ruhu olan mâneviyât ve revâbıt ve niseb, hebâ olup gider.
Demek, nizâmı nizam eden, saadet-i ebediyedir. Öyle ise, nizâm-ı âlem, saadet-i ebediyeye işaret ediyor.
De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. (İsrâ Sûresi: 85.)
İkinci Medar: Hilkat-i kâinatta bir hikmet-i tâmme görünüyor.
Evet, inâyet-i Ezeliyenin timsâli olan hikmet-i İlâhiye, kâinatın umumunda gösterdiği maslahatların riâyeti ve hikmetlerin iltizâmı lisânı ile, saadet-i ebediyeyi ilân eder. Çünkü, saadet-i ebediye olmazsa, şu kâinatta bilbedâhe sabit olan hikmetleri, faydaları, mükâbere ile inkâr etmek lâzım gelir. Onuncu Sözün Onuncu Hakikati bu hakikati güneş gibi gösterdiğinden, ona iktifâen burada ihtisar ederiz.
Üçüncü Medar: Akıl ve hikmet ve istikrâ ve tecrübenin şehâdetleri ile sabit olan hilkat-i mevcudâttaki adem-i abesiyet ve adem-i israf, saadet-i ebediyeye işaret eder.
Fıtratta israf ve hilkatte abesiyet olmadığına delil, Sâni-i Zülcelâlin herşeyin hilkatinde en kısa yolu ve en yakın ciheti ve en hafif sûreti ve en güzel keyfiyeti ihtiyâr ve intihab etmesidir ve bâzan bir şeyi, yüz vazife ile tavzif etmesidir ve bir ince şeye bin meyve ve gàyeleri takmasıdır. Mâdem israf yok ve abesiyet olmaz; elbette saadet-i ebediye olacaktır. Çünkü, dönmemek üzere adem, herşeyi abes eder; her şey israf olur.
Umum fıtratta, ezcümle insanda, fenn-i menâfiü’l-âzâ şehâdetiyle sabit olan adem-i israf gösteriyor ki, insanda olan hadsiz istidâdât-ı mâneviye ve nihayetsiz âmâl ve efkâr ve müyûlât dahi israf edilmeyecektir. Öyle ise, insandaki o esaslı meyl-i tekemmül, bir kemâlin vücudunu gösterir ve o meyl-i saadet, saadet-i ebediyeye namzed olduğunu katî olarak ilân eder. Öyle olmazsa, insanın mahiyet-i hakikiyesini teşkil eden o esaslı mâneviyât, o ulvî âmâl, hikmetli mevcudâtın hilâfına olarak, israf ve abes olur, kurur, hebâen gider. Şu hakikat, Onuncu Sözün On Birinci Hakikatinde ispat edildiğinden kısa kesiyoruz.
Dördüncü Medar: pek çok nevilerde, hattâ gece ve gündüzde, kış ve baharda ve cevv-i havada, hattâ insanın şahıslarında, müddet-i hayatında değiştirdiği bedenler ve mevte benzeyen uyku ile haşir ve neşre benzer birer nevi kıyâmet, bir kıyâmet-i kübrânın tahakkukunu ihsâs ediyor, remzen haber veriyorlar.
Evet, meselâ haftalık bizim saatimizin sâniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan çarklarına benzeyen, Allah’ın, dünya denilen büyük saatindeki yevm, sene, ömr-ü beşer, deverân-ı dünya, birbirine mukaddeme olarak, birbirinden haber veriyor; döner, işlerler. Geceden sonra sabahı, kıştan sonra baharı işledikleri gibi; mevtten sonra subh-u Kıyâmet, o destgâhtan, o saat-i uzmâdan çıkacağını remzen haber veriyorlar.
Bir şahsın müddet-i ömründe başına gelmiş birçok kıyâmet çeşitleri vardır. Her gece bir nevi ölmekle, her sabah bir nevi dirilmekle emârât-ı haşri gördüğü gibi, beş altı senede bilittifak bütün zerrâtını değiştirerek, hattâ bir senede iki defa tedricî bir kıyâmet ve haşir taklidini görmüş. Hem, hayvan ve nebat nevilerinde üç yüz binden ziyâde haşir ve neşir ve kıyâmet-i neviyeyi her baharda müşâhede ediyor. İşte, bu kadar emârât ve işârât-ı haşriye ve bu kadar alâmât ve rumuzât-ı neşriye, elbette kıyâmet-i kübrânın tereşşuhâtı hükmünde, o haşre işaret ediyorlar.
Bir Sâni-i Hakîm tarafından nevilerde böyle kıyâmet-i neviyeyii, yani bütün nebâtât köklerini ve bir kısım hayvanları aynen baharda ihyâ etmek ve yaprakları ve çiçekleri ve meyveleri gibi sâir bir kısım şeyleri aynıyla değil, misliyle iâde ederek bir nevi haşir ve neşir
yapmak, herbir şahs-ı insanîde kıyâmet-i umumiye içinde bir kıyâmet-i şahsiyeye delil olabilir. Çünkü, insanın Bir tek şahsı, başkasının bir nevi hükmündedir. Zîrâ fikir nuru, insanın âmâline ve efkârına öyle bir genişlik vermiş ki, mâzi ve müstakbeli ihâta eder; dünyayı dahi yutsa tok olmaz. Sâir nevilerde ferçlerin mahiyeti cüz’iyedir, kıymeti şahsiyedir, nazarı mahduttur, kemâli mahsurdur, lezzeti ve elemi ânidir. Beşerin ise mahiyeti ulviyedir, kıymeti gàliyedir, nazarı amadır, kemâli hadsizdir, mânevî lezzeti ve elemi kısmen dâimîdir. Öyle ise, bilmüşâhede sâir nevilerde tekerrür eden bir çeşit kıyâmetler, haşirler, şu kıyâmet-i kübrâ-i umumiyete her şahs-ı insanî aynıyla iâde edilerek hasredilmesine reme eder, haber verir. Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatinde iki kere iki dört eder derecesinde katiyet ile ispat edildiğinden, burada ihtisar ederiz.
Beşinci Medar: Beşerin cevher-i ruhunda derc edilmiş gayr-i mahdut istidâdât ve o istidâdâtta mündemiç olan gayr-i mahsur kabiliyetler ve o kabiliyetlerden neş’et eden hadsiz meyiller ve o hadsiz meyillerden hâsıl olan nihayetsiz emeller ve o nihayetsiz emellerden tevellüd eden gayr-i mütenâhî efkâr ve tasavvurât-ı insaniye, şu âlem-i şehâdetin arkasında bulunan saadet-i ebediyeye elini uzatmış, ona gözünü dikmiş, o tarafa müteveccih olmuş olduğunu ehl-i tahkik görüyor.
İşte hiç yalan söylemeyen fıtrat ve fıtrattaki şu katî ve şedid ve sarsılmaz meyl-i saadet-i ebediye, saadet-i ebediyenin tahakkukuna dâir vicdâna bir hads-i katî veriyor. Onuncu Sözün On Birinci Hakikati, bu hakikati gündüz gibi gösterdiğinden kısa kesiyoruz.
Altıncı Medar: Rahmân-ı Rahîm olan şu mevcudâtın Sâni-i Zülcemâlinin rahmeti, saadet-i ebediyeyi gösteriyor. Evet, ni’meti ni’met eden, ni’meti nikmetlikten halâs eden ve mevcudâtı, firâk-ı ebedîden hâsıl olan vâveylâlardan kurtaran saadet-i ebediyeyi, o rahmetin şe’nindendir ki, beşerden esirgemesin. Çünkü, bütün nimetlerin re’si, reisi, gàyesi, neticesi olan saadet-i ebediye verilmezse, dünya öldükten sonra âhiret sûretinde dirilmezse, bütün nimetler nikmetlere tahavvül ederler. O tahavvül ise, bilbedâhe ve bizzarûre ve umum kâinatın şehâdetiyle, muhakkak ve meşhud olan rahmet-i İlâhiyenin vücudunu inkâr etmek lâzım gelir. Halbuki, rahmet, güneşten daha parlak bir hakikat-i sabitedir.
Bak, rahmetin cilvelerinden ve latîf âsârından olan aşk ve şefkat ve akıl nimetlerine dikkat et. Eğer firâk-ı ebedî ve hicrân-ı lâyezâlîye, hayat-ı insaniye incirâr edeceğini farz etsen, görürsün ki; o latîf muhabbet, en büyük bir musîbet olur, o leziz şefkat en büyük bir illet olur, o nurânî akıl en büyük bir belâ olur. Demek, rahmet, (çünkü rahmettir) hicrân-ı ebedîyi, muhabbet-i hakikiyeye karşı çıkaramaz. Onuncu Sözün İkinci Hakikati, bu hakikati gayet güzel bir sûrette gösterdiğinden, burada ihtisar edildi.
Yedinci Medar: Şu kâinatta görünen ve bilinen bütün letâif, bütün mehâsin, bütün kemâlât, bütün incizâbât, bütün iştiyâkàt, bütün terahhumât birer mânâdır, birer mazmundur, birer kelime-i mâneviyedir ki; şu kâinatın Sâni-i Zülcelâlinin lûtuf ve merhametinin tecelliyâtını, ihsan ve kereminin cilvelerini
bizzarûre, bilbedâhe kalbe gösterir, aklın gözüne sokuyor.
Mâdem şu âlemde bir hakikat vardır; bilbedâhe hakiki rahmet vardır. Mâdem hakiki rahmet vardır; saadet-i ebediye olacaktır. Onuncu Sözün Dördüncü Hakikati, İkinci Hakikati ile beraber şu hakikati gündüz gibi aydınlatmıştır.
Sekizinci Medar: İnsanın fıtrat-ı zîşuuru olan vicdânı saadet-i ebediyeye bakar, gösterir. Evet, kim kendi uyanık vicdânını dinlerse, "Ebed, ebed!" sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdâna verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz. Demek, o vicdan, o ebed için mahlûktur. Demek, bu vicdânî olan incizab ve cezbe, bir gàye-i hakikiyenin ve bir hakikat-i câzibedarın yalnız cezbi ile olabilir. Onuncu Sözün On Birinci Hakikatinin hâtimesi bu hakikati göstermiştir.
Dokuzuncu Medar: Sâdık, masdûk, musaddak olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın ihbârıdır. Evet, o Zâtın (a.s.m.) sözleri, saadet-i ebediyenin kapılarını açmıştır ve Onun (a.s.m.) kelâmları, saadet-i ebediyeye karşı birer penceredir. Zâten bütün enbiyânın (aleyhimüsselâm) icmâını ve bütün evliyânın tevâtürünü elinde tutmuş, bütün kuvvetiyle bütün dâvâları tevhid-i İlâhîden sonra şu haşir ve saadet noktasında temerküz ediyor. Acaba, şu kuvveti sarsacak bir şey var mıdır? Onuncu Sözün On İkinci Hakikati, şu hakikati pek zâhir bir sûrette göstermiştir.
Onuncu Medar: On üç asırda yedi vecihle i’câzını muhâfaza eden ve Yirmi Beşinci Sözde ispat edildiği üzere, kırk adet enva-ı i’câzıyla mu’cize olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın ihbarât-ı katiyesidir.
Evet, o Kur’ân’ın nefs-i ihbârı, haşr-i cismânînin keşşâfıdır ve şu tılsım-ı muğlâk-ı âlemin ve şu reme-i hikmet-i kâinatın miftâhıdır. Hem o Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın tazammun ettiği ve mükerreren tefekküre emredip nazara vaz’ eylediği berâhin-i akliye-i katiye, binlerdir. Ezcümle, bir kıyas-ı temsilîyi tazammun eden, -1- ve -2- ve bir delil-i adâlete işaret eden, -3- gibi pek çok âyât ile haşr-i cismânîdeki saadet-i ebediyeyi gösterecek pek çok dürbünleri, nazar-ı beşerin dikkatine vaz’ etmiştir. Kur’ân’ın sâir âyetleri ile izah ettiği şu ve ’deki kıyas-ı temsilînin hulâsasını Nokta Risâlesinde şöyle beyân etmişiz ki:
1 De ki: Onu ilk önce kim yaratmışsa, tekrar o diriltecek. (Yâsin Sûresi: 79.)
2 Halbuki, O sizi halden hale sokarak yaratmıştır. (Nuh Sûresi: 14.)
3 Rabbin ise, kullarına haksızlık edecek değildir. (Fussılet Sûresi: 64.)
Vücud-u insan, tavırdan tavıra geçtikçe acîb ve muntazam inkılâblar geçiriyor. Nutfeden alâkaya, alâkadan mudgaya, mudgadan azm ve lâhme, azm ve lâhmden halk-ı cedîde, yani insan sûretine inkılâbı gayet dakîk düsturlara tâbidir. O tavırların herbirisinin öyle kavânîn-i mahsusa ve öyle nizâmât-ı muayyene ve öyle harekât-ı muttarıdaları vardır ki, cam gibi, altında bir kasd, bir irâde, bir ihtiyâr, bir hikmetin cilvelerini gösterir.
İşte, şu tarzda o vücudu yapan Sâni-i Hakîm, her sene bir libas gibi o vücudu değiştirir. O vücudun değiştirilmesi ve bekàsı için inhilâl eden eczâların yerini dolduracak, çalışacak yeni zerrelerin gelmesi için bir terkibe muhtaçtır. İşte o beden hüceyreleri, muntazam bir kanun-u İlâhî ile yıkıldığından, yine muntazam bir kanun-u Rabbânî ile tâmir etmek için rızık nâmiyle bir madde-i latîfeyi ister ki, o beden uzuvlarının ayrı ayrı hâcetleri nisbetinde, Rezzâk-ı Hakiki, bir kanun-u mahsus ile taksim ve tevzî ediyor.
Şimdi, o Rezzâk-ı Hakîmin gönderdiği o madde-i latîfenin etvârına bak; göreceksin ki, o maddenin zerrâtı bir kafile gibi küre-i havada, toprakta, suda dağılmış iken, birden hareket emrini almışlar gibi bir hareket-i kasdîyi işmâm eden bir keyfiyet ile toplanıyorlar. Güyâ onlardan herbir zerre bir vazife ile, bir muayyen mekâna gitmek için memurdur gibi gayet muntazam toplanıyorlar. Hem, gidişâtından görünüyor ki, bir Fâil-i Muhtarın bir kanun-u mahsusu ile sevk edilip, cemâdât âleminde mevâlide, yani zîhayat âlemine girerler. Sonra, nizâmât-ı muayyene ve harekât-ı muttarıda ile ve desâtir-i mahsusa ile rızık olarak bir bedene girip, o beden içinde dört matbahta pişirildikten sonra ve dört inkılâbât-ı acîbeyi geçirdikten sonra ve dört süzgeçten süzüldükten sonra bedenin aktârına yayılarak, bütün muhtaç olan âzâların muhtelif ve ayrı ayrı derece-i ihtiyaçlarına göre, Rezzâk-ı Hakikikin inâyetiyle ve muntazam kanunları ile inkısam ederler. İşte o zerrâttan hangi zerreye bir nazar-ı hikmetle baksan, göreceksin ki, basîrâne, muntazamâne, semîâne, alîmâne sevk olunan o zerreye, kör ittifak, kanunsuz tesadüf, sağır tabiat, şuursuz esbâb, hiç ona karışamaz. Çünkü, herbirisi unsur-u muhîtten tut, tâ beden hüceyresine kadar hangi tavra girmiş ise, o tavrın kavânîn-i muayyenesi ile güyâ ihtiyâren amel ediyor, muntazaman giriyor. Hangi tabakaya sefer etmiş ise, öyle muntazam adım atıyor ki, bilbedâhe bir Sâik-i Hakîmin emri ile gidiyor gibi görünüyor. İşte, böyle muntazam tavırdan tavıra, tabakadan tabakaya, git gide hedef-i maksadından ayrılmayarak, tâ makam-ı lâyıkına, meselâ Tevfik’in gözbebeğine emr-i Rabbânî ile girer, oturur, çalışır. İşte bu halde, yani erzaktaki tecellî-i rubûbiyet gösteriyor ki, ibtidâ o zerreler muayyen idiler, muvazzaf idiler, o makamlar için namzed idiler. Güyâ herbirisinin alnında ve cephesinde "Filân hüceyrenin rızkı olacak" yazılı gibi bir intizamın vücudu, her adamın alnında kalem-i kader ile rızkı yazılı olduğuna ve rızkı üstünde isminin yazılı olmasına işaret eder.
Acaba mümkün müdür ki, bu derece nihayetsiz bir kudret ve muhît bir hikmet ile rubûbiyet eden ve zerrâttan tâ seyyârâta kadar bütün mevcudâtı kabza-i tasarrufunda tutmuş ve intizam ve mîzan dairesinde döndüren Sâni-i Zülcelâl, neş’e-i uhrâyı yapmasın veya yapamasın?
İşte, çok âyât-ı Kur’âniye, şu hikmetli neş’e-i ûlâyı nazar-ı beşere vaz’ ediyor; haşir ve kıyâmetteki neş’e-i uhrâyı ona temsil ederek, istib’âdı izâle
eder. Der: Yani, "Sizi hiçten bu derece hikmetli bir sûrette kim inşâ etmiş ise, odur ki, sizi âhirette diriltecektir." Hem der ki: * Yani, "Sizin haşirde iâdeniz, dirilmeniz, dünyadaki hilkatinizden daha kolay, daha rahattır."
Nasıl ki bir taburun askerleri, istirahat için dağılsa, sonra bir boru ile çağrılsa, kolay bir sûrette tabur bayrağı altında toplanmaları, yeniden bir tabur teşkil etmekten çok kolay ve çok rahattır; öyle de, bir bedende birbiriyle imtizâc ile ünsiyet ve münâsebet peydâ eden zerrât-ı esâsiye, Hazret-i İsrâfil Aleyhisselâmın Sûr’u ile Hàlık-ı Zülcelâlin emrine "Lebbeyk" demeleri ve toplanmaları, aklen birinci icaddan daha kolay, daha mümkündür. Hem, bütün zerrelerin toplanmaları, belki lâzım değil; nüveler ve tohumlar hükmünde olan ve hadîste acbü’z-zeneb tâbir edilen eczâ-i esâsiye ve zerrât-ı asliye, ikinci neş’e için kâfi bir esastır, temeldir. Sâni-i Hakîm, beden-i insanîyi onların üstünde binâ eder.
Üçüncü âyet olan gibi âyetlerin işaret ettikleri kıyas-ı adlînin hulâsası şudur ki:
âlemde çok görüyoruz ki, zâlim, fâcir, gaddar insanlar gayet refah ve rahatla; ve mazlum ve mütedeyyin adamlar gayet zahmet ve zillet ile ömür geçiriyorlar. Sonra, ölüm gelir, ikisini müsâvi kılar. Eğer şu müsâvât nihayetsiz ise, bir nihayeti yoksa, zulüm görünür. Halbuki, zulümden tenezzühü, kâinatın şehâdetiyle sabit olan adâlet ve hikmet-i İlâhiye bu zulmü hiçbir cihetle kabul etmediğinden, bilbedâhe bir mecmâ-ı âheri iktizâ ederler ki; birinci, cezasını; ikinci, mükâfatını görsün. Tâ şu intizamsız, perişan beşer, istidadına münâsip tecziye ve mükâfat görüp, adâlet-i mahzâya medâr ve hikmet-i Rabbâniyeye mazhar ve hikmetli mevcudât-ı âlemin bir büyük kardeşi olabilsin.
Evet, şu dâr-ı dünya, beşerin ruhunda mündemiç olan hadsiz istidadların sünbüllenmesine müsâit değildir. Demek, başka âleme gönderilecektir. Evet, insanın cevheri büyüktür; öyle ise ebede namzeddir. Mahiyeti âliyedir; öyle ise, cinâyeti dahi azîmdir. Sâir mevcudâta benzemez. İntizamı da mühimdir; intizamsız olamaz, mühmel kalamaz, abes edilmez, fenâ-i mutlak ile mahkûm olamaz, adem-i sırfa kaçamaz. Ona Cehennem ağzını açmış, bekliyor; Cennet ise âğûş-u nazdarânesini açmış, gözlüyor. Onuncu Sözün Üçüncü Hakikati bu ikinci misâlimizi gayet güzel gösterdiğinden, burada kısa kesiyoruz.
* Mahlûkatı önce yaratan, sonra tekrar diriltecek olan Odur ki, bu Ona daha kolaydır. (Rum Sûresi: 27.)
Buhârî, Tefsir: 39; Müslim, Fiten: 141-143; Ebû Dâvud, Sünnet: 22; İbn-i Mâce, Zühd: 32.
İşte, misâl için şu iki âyet-i kerîme gibi pek çok berâhin-i latîfe-i akliyeyi tazammun eden sâir âyetleri dahi kıyas eyle, tetebbu et. İşte, menâbi-i aşere ve On Medâr, bir hads-i katî, bir bürhan-ı katîyi intâc ediyorlar ve o pek esaslı hads ve o pek kuvvetli bürhan, haşir ve kıyâmete dâî ve muktazînin vücuduna katiyen delâlet ettikleri gibi, Sâni-i Zülcelâlin dahi-Onuncu Sözde katiyen ispat edildiği üzere-Hakîm, Rahîm, Hafîz, Adil gibi ekser Esmâ-i Hüsnâsı, haşir ve kıyâmetin gelmesini ve saadet-i ebediyenin vücudunu iktizâ ederler ve saadet-i ebediyenin tahakkukuna katî delâlet ederler. Demek, haşir ve kıyâmete muktazî, o derece kuvvetlidir ki, hiçbir şek ve şüpheye medâr olamaz.
Üçüncü Esas
Fâil, muktedirdir. Evet, nasıl haşrin muktazîsi, şüphesiz mevcuddur; haşri yapacak Zât da nihayet derecede muktedirdir. Onun kudretinde noksan yoktur. En büyük ve en küçük şeyler Ona nispeten birdirler. Bir baharı halk etmek bir çiçek kadar kolaydır.
Evet, bir Kadîr ki, şu âlem, bütün güneşleri, yıldızları, avâlimi, zerrâtı, cevâhiri nihayetsiz lisânlarla Onun azametine ve kudretine şehâdet eder. Hiçbir vehim ve vesvesenin hakkı var mıdır ki, haşr-i cismânîyi o kudretten istib’âd etsin?
Evet, bilmüşâhede bir Kadîr-i Zülcelâl, şu âlem içinde, her asırda birer yeni ve muntazam dünyayı halk eden, hattâ her senede birer yeni seyyar, muntazam kâinatı icad eden, hattâ her günde birer yeni muntazam âlem yapan, dâimâ şu semâvât ve arz yüzünde ve birbiri arkasında geçici dünyaları, kâinatları kemâl-i hikmet ile halk eden, değiştiren ve asırlar ve seneler, belki günler adedince muntazam âlemleri zaman ipine asan ve onunla azamet-i kudretini gösteren ve yüz bin çeşit haşrin nakışlarıyla tezyin ettiği koca bahar çiçeğini küre-i arzın başına bir tek çiçek gibi takan ve onunla kemâl-i hikmetini, cemâl-i san’atını izhâr eden bir Zât, "Nasıl Kıyâmeti getirecek, nasıl bu dünyayı âhiretle değiştirecek?" denilir mi?
Şu Kadîr’in kemâl-i kudretini ve hiçbir şey Ona ağır gelmediğini ve en
büyük şey, en küçük şey gibi Onun kudretine ağır gelmediğini ve hadsiz efrad,
Bir tek ferd gibi o kudrete kolay geldiğini, şu âyet-i kerîme ilân ediyor: Şu âyetin hakikatini Onuncu Sözün Hâtimesinde icmâlen ve Nokta Risâlesi’nde ve Yirminci Mektubda izâhen beyân etmişiz. Şu makam münâsebetiyle üç mesele sûretinde bir parça izah ederiz.
İşte, Kudret-i İlâhiye, Zâtiyedir; öyle ise, acz tahallül edemez. Hem, melekûtiyet-i eşyaya taallûk eder; öyle ise, mevâni tedâhül edemez. Hem, nisbeti, kanunîdir; öyle ise cüz, külle müsâvi gelir ve cüz’î, küllî hükmüne geçer. İşte şu üç meseleyi ispat edeceğiz.
Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir. (Lokman Sûresi: 28.)
Birinci Mesele: Kudret-i Ezeliye, Zât-ı Akdes-i İlâhiyenin lâzıme-i zarûriye-i zâtiyesidir. Yani, bizzarûre zâtın lâzımesidir; hiçbir cihet-i infikâki olamaz. Öyle ise, kudretin zıddı olan acz, o kudreti istilzam eden zâta bilbedâhe ârız olamaz; çünkü, o halde cem-i zıddeyn lâzım gelir. Mâdem acz, zâta ârız olamaz; bilbedâhe, o zâtın lâzımı olan kudrete tahallül edemez. Mâdem acz, kudretin içine giremez; bilbedâhe, o kudret-i zâtiyede merâtib olamaz. Çünkü, herşeyin vücud merâtibi, o şeyin zıdlarının tedâhülü iledir. Meselâ, hararetteki merâtib, burûdetin tahallülü iledir; hüsündeki derecât, kubhun tedâhülü iledir ve hâkezâ kıyas et. Fakat, mümkinâtta hakiki ve tabiî lüzûm-u zâtî olmadığından, mümkinâtta zıdlar birbirine girebilmiş; mertebeler tevellüd ederek, ihtilâfât ile tegayyürât-ı âlem neş’et etmiştir. Mâdem ki kudret-i ezeliyede merâtib olamaz; öyle ise, makdûrât dahi, bizzarûre kudrete nisbeti bir olur; en büyük en küçüğe müsâvi ve zerreler yıldızlara emsâl olur. Bütün haşr-i beşer Bir tek nefsin ihyâsı gibi, bir baharın icadı Bir tek çiçeğin sun’u gibi o kudrete kolay gelir. Eğer esbâba isnad edilse, o vakit Bir tek çiçek bir bahar kadar ağır olur. Şu Sözün İkinci Makamının dördüncü Allahü ekber mertebesinin âhir fıkrasının hâşiyesinde, hem Yirmi İkinci Sözde, hem Yirminci Mektupta ve Zeylinde ispat edilmiş ki, hilkat-i eşya, Vâhid-i Ehade verilse, bütün eşya bir şey gibi kolay olur. Eğer esbâba verilse, bir şey bütün eşya kadar külfetli, ağır olur.
İkinci Mesele ki, kudret melekûtiyet-i eşyaya taallûk eder. Evet, kâinatın, ayna gibi, iki yüzü var: Biri mülk ciheti ki, aynanın renkli yüzüne benzer; diğeri melekûtiyet ciheti ki, aynanın parlak yüzüne benzer. Mülk ciheti ise, zıdların cevelângâhıdır; güzel, çirkin, hayır, şer, küçük, büyük, ağır, kolay gibi emirlerin mahall-i vürûdudur. İşte şunun içindir ki, Sâni-i Zülcelâl, esbâb-ı zâhirîyi, tasarrufât-ı kudretine perde etmiştir; tâ Dest-i Kudret, zâhir akla göre, hasis ve nâlâyık emirlerle bizzat mübâşereti görünmesin. Çünkü, azamet ve izzet, öyle ister. Fakat, o vesâit ve esbâba hakiki tesir vermemiştir; çünkü, Vahdet-i Ehadiyet öyle ister. Melekûtiyet ciheti ise her şeyde parlaktır, temizdir; teşahhusâtın renkleri, müzahrafâtları, ona karışmaz. O cihet, vâsıtasız kendi Hàlıkına müteveccihtir. Onda terettüb-ü esbâb, teselsül-ü ilel yoktur. Ona illiyet, mâlûliyet giremez. Eğri büğrüsü yoktur; mâniler müdâhale edemezler. Zerre, Şemse kardeş olur.
Elhâsıl: O kudret hem basîttir, hem nâmütenâhîdir, hem zâtîdir. Mahall-i taallûk-u kudret ise, hem vâsıtasız, hem lekesiz, hem isyansızdır. Öyle ise, o kudretin dairesinde, büyük küçüğe karşı tekebbürü yok; cemaat ferde karşı rüçhânı olamaz; küll, cüz’e nispeten, kudrete karşı fazla nazlanamaz.
Üçüncü Mesele ki, kudretin nisbeti, kanunîdir. Yani, çoğa-aza, büyüğe-küçüğe bir bakar. Şu mesele-i gàmızayı, birkaç temsil ile zihne takrîb edeceğiz.
İşte, kâinatta, şeffâfiyet, mukabele, muvâzene, intizam, tecerrüd, itaat, birer emirdir ki, çoğu aza, büyüğü küçüğe müsâvi kılar.
Birinci temsil: Şeffâfiyet sırrını gösterir.
Meselâ, şemsin feyz-i tecellîsi olan timsâli ve aksi, denizin yüzünde ve denizin herbir katresinde aynı hüviyeti gösterir. Eğer, küre-i arz, perdesiz güneşe karşı muhtelif cam parçalarından mürekkeb olsa, şemsin aksi herbir parçada ve bütün zemin yüzünde müzâhemetsiz, tecezzîsiz, tenâkussuz, bir olur. Eğer, farazâ şems fâil-i muhtar olsa idi ve feyz-i ziyâsını, timsâl-i aksini irâdesiyle verse idi, bütün zemin yüzüne verdiği feyzi, bir zerreye verdiği feyizden daha ağır olamazdı.
İkinci temsil: Mukabele sırrıdır. Meselâ, zîhayat ferdlerden, yani insanlardan terekküb eden bir daire-i azîmenin nokta-i merkeziyesindeki ferdin elinde bir mum ve daire-i muhîtteki ferçlerin ellerinde de birer ayna farz edilse, nokta-i merkeziyenin muhît aynalarına verdiği feyiz ve cilve-i akis, müzâhemetsiz, tecezzîsiz, tenâkussuz, nisbeti birdir.
Üçüncü temsil: Muvâzene sırrıdır. Meselâ, hakiki ve hassas ve çok büyük bir mîzan bulunsa, iki gözünde iki güneş veya iki yıldız veya iki dağ veya iki yumurta veya iki zerre, herhangisi bulunursa bulunsun, sarf olunacak aynı kuvvet ile o hassas azîm terazinin bir gözü göğe, biri zemine inebilir.
Dördüncü temsil: İntizam sırrıdır. Meselâ, en azîm bir gemi, en küçük bir oyuncak gibi çevrilebilir.
Beşinci temsil: Tecerrüd sırrıdır. Meselâ, teşahhusâttan mücerred bir mahiyet, bütün cüz’iyâtına, en küçüğünden en büyüğüne, tenâkus etmeden, tecezzî etmeden, bir bakar, girer; teşahhusât-ı zâhiriye cihetindeki hususiyetler, müdâhale edip şaşırtmaz, o mahiyet-i mücerredin nazarını tağyir etmez. Meselâ, iğne gibi bir balık, balina balığı gibi, o mahiyet-i mücerredeye mâliktir; bir mikrop, bir gergedan gibi, mahiyet-i hayvaniyeyi taşıyor.
Altıncı temsil: İtaat sırrını gösterir. Meselâ, bir kumandan "Arş!" emri ile bir neferi tahrik ettiği gibi, aynı emir ile bir orduyu tahrik eder.
Şu temsil-i itaat sırrının hakikati şudur ki: Kâinatta, bittecrübe, herşeyin bir nokta-i kemâli vardır. O şeyin, o noktaya bir meyli vardır. Muzaaf meyil, ihtiyaç olur; muzaaf ihtiyaç, iştiyak olur; muzaaf iştiyak, incizab olur. Ve incizab, iştiyak, ihtiyaç, meyil, Cenâb-ı Hakkın evâmir-i tekviniyesinin, mahiyet-i eşya tarafından birer habbe ve nüve-i imtisâlidirler. Mümkinât mahiyetlerinin mutlak kemâli, mutlak vücuddur; hususi kemâli, istidadlarını kuvveden fiile çıkaran ona mahsus bir vücuddur.
İşte, bütün kâinatın emrine itaati, Bir tek nefer hükmünde olan bir zerrenin itaati gibidir. İrâde-i Ezeliyeden gelen kün emr-i ezelîsine mümkinâtın itaati ve imtisâlinde yine irâdenin tecellîsi
Ol!
olan meyil ve ihtiyaç ve şevk ve incizab, birden, beraber mündemiçtir. Latîf su, nâzik bir meyille, incimâd emrini aldığı vakit demiri parçalaması, itaat sırrının kuvvetini gösterir.
Şu altı temsil, hem nâkıs, hem mütenâhî, hem zayıf, hem tesir-i hakikisi yok olan mümkinât kuvvetinde ve fiilinde bilmüşâhede görünse, elbette hem gayr-i mütenâhî, hem ezelî, hem ebedî, hem bütün kâinatı adem-i sırftan icad eden ve bütün ukùlü hayrette bırakan, hem âsâr-ı azametiyle tecellî eden Kudret-i Ezeliyeye nispeten, şüphesiz her şey müsâvidir. Hiçbir şey Ona ağır gelmez.
Gaflet olunmaya, şu altı sırrın küçük mîzanlarıyla o kudret tartılmaz ve münâsebete giremez. Yalnız fehme takrîb ve istib’âdı izâle için zikredilir.
Üçüncü Esasın Netice ve Hulâsası
Mâdem kudret-i ezeliye, gayr-i mütenâhîdir, hem Zât-ı Akdese lâzıme-i zarûriyedir, hem herşeyin lekesiz, perdesiz melekûtiyet ciheti Ona müteveccihtir, hem Ona mukabildir, hem tesâvi-i tarafeynden ibâret olan imkân itibâriyle muvâzenettedir, hem şeriat-ı fıtriye-i kübrâ olan nizâm-ı fıtrata ve kavânîn-i âdetullaha mutîdir, hem mânilerden ve ayrı ayrı hususiyetlerden melekûtiyet ciheti mücerred ve sâfîdir; elbette en büyük şey, en küçük şey gibi, o kudrete ziyâde nazlanmaz, mukàvemet etmez. Öyle ise, haşirde bütün zevi’l-ervâhın ihyâsı, bir sineğin baharda ihyâsından daha ziyâde kudrete ağır olmaz. Öyle ise, fermanı, mübâlâğasızdır, doğrudur, haktır. Öyle ise, müddeâmız olan, Fâil muktedirdir; o cihette hiçbir mâni yoktur, katî bir sûrette tahakkuk etti.
Dördüncü Esas
Nasıl, Kıyâmet ve haşre muktazî var ve haşri getirecek Fâil dahi muktedirdir; öyle de, şu dünyanın, Kıyâmet ve haşre kabiliyeti vardır. İşte, "Şu mahal kàbildir" olan müddeâmızda dört mesele vardır:
Birincisi, şu âlem-i dünyanın imkân-ı mevtidir.
İkincisi, o mevtin vukuudur.
Üçüncüsü, o harap olmuş, ölmüş dünyanın âhiret sûretinde tâmir ve dirilmesinin imkânıdır.
Dördüncüsü, o mümkün olan tâmir ve ihyânın vuku’ bulmasıdır.
Birinci Mesele:
Şu kâinatın mevti, mümkündür. Çünkü, bir şey kanun-u tekâmülde dahil ise, o şeyde alâküllihâl neşv ü nemâ vardır. Neşv ü nemâ ve büyümek varsa, ona alâküllihâl bir ömr-ü fıtrî vardır. Ömr-ü fıtrîsi var ise, alâküllihâl bir ecel-i fıtrîsi vardır. Gayet geniş bir istikrâ’ ve tetebbu ile sabittir ki, öyle şeyler mevtin pençesinden kendini kurtaramaz. Evet, nasıl ki insan küçük bir âlemdir, yıkılmaktan kurtulamaz; âlem dahi büyük bir insandır, o dahi ölümün pençesinden
Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir. (Lokman Sûresi: 28.)
kurtulamaz. O da ölecek, sonra dirilecek veya yatıp, sonra subh-u haşirle gözünü açacaktır. Hem, nasıl ki kâinatın bir nüsha-i musağğarası olan bir şecere-i zîhayat, tahrip ve inhilâlden başını kurtaramaz; öyle de, şecere-i hilkatten teşâub etmiş olan silsile-i kâinat tâmir ve tecdid için, tahripten, dağılmaktan kendini kurtaramaz. Eğer dünyanın ecel-i fıtrîsinden evvel, İrâde-i Ezeliyenin izniyle, haricî bir maraz veya muharrip bir hâdise başına gelmezse ve onun Sâni-i Hakîmi dahi ecel-i fıtrîden evvel onu bozmazsa, herhalde, hattâ fennî bir hesab ile, bir gün gelecek ki, -1- -2- mânâları ve sırları Kadîr-i Ezelînin izni ile tezâhür edip, o dünya olan büyük insan, sekerâta başlayıp acîb bir hırıltı ile ve müthiş bir savt ile fezâyı çınlatıp dolduracak, bağırıp ölecek, sonra emr-i İlâhî ile dirilecektir.
İnce remizli bir mesele:
Nasıl ki, su kendi zararına olarak incimâd eder; buz, buzun zararına temeyyü’ eder; lüb, kışrın zararına kuvvetleşir; lâfız, mânâ zararına kalınlaşır; ruh, cesed hesâbına zayıflaşır; cesed, ruh hesâbına inceleşir; öyle de, âlem-i kesif olan dünya, âlem-i latîf olan âhiret hesâbına, hayat makinesinin işlemesiyle şeffaflaşır, latîfleşir. Kudret-i Fâtıra, gayet hayret verici bir faaliyetle, kesif, câmid, sönmüş, ölmüş eczâlarda nur-u hayatı serpmesi, bir reme-i kudrettir ki, âlem-i latîf hesâbına şu âlem-i kesîfi nur-u hayat ile eritiyor, yandırıyor, ışıklandırıyor; hakikatini kuvvetleştiriyor.
Evet, hakikat ne kadar zayıf ise de, ölmez, sûret gibi mahvolmaz; belki teşahhuslarda, sûretlerde, seyr ü sefer eder. Hakikat büyür, inkişaf eder, gittikçe genişlenir; kışır ve sûret ise, eskileşir, inceleşir, parçalanır, sabit ve büyümüş hakikatin kametine yakışmak için daha güzel olarak tazeleşir. Ziyâde ve noksan noktasında, hakikatle sûret, ma’kûsen mütenâsibdirler. Yani, sûret kalınlaştıkça, hakikat inceleşir; sûret inceleştikçe, hakikat o nisbette kuvvet bulur. İşte şu kanun, kanun-u tekâmüle dahil olan bütün eşyaya şâmildir. Demek, herhalde bir zaman gelecek ki, kâinat hakikat-i uzmâsının kışır ve sûreti olan âlem-i şehâdet, Fâtır-ı Zülcelâlin izniyle parçalanacak, sonra daha güzel bir sûrette tazelenecektir; -3- sırrı tahakkuk edecektir. Elhâsıl, dünyanın mevti mümkün, hem hiç şüphe getirmez ki mümkündür.
1 Güneş dürülüp toplandığı, • Yıldızlar döküldüğünde, • Dağlar yürütüldüğünde. (Tekvir Sûresi: 1-3.)
2 Gök yarıldığı zaman. • Yıldızlar saçıldığı zaman. • Denizler kaynayıp birbirine karıştığı zaman. (İnfitar Sûresi: 1-3.)
3 Yeryüzünün başka bir şekle çevrileceği gün. (İbrâhim Sûresi: 48.)
İkinci Mesele:
Mevt-i dünyanın vuku’ bulmasıdır. Şu meseleye delil, bütün edyân-ı semâviyenin icmâıdır ve bütün fıtrat-ı selîmenin şehâdetidir ve şu kâinatın bütün tahavvülât ve tebeddülât ve tegayyürâtının işaretidir; hem asırlar, seneler adedince zîhayat dünyaların ve seyyar âlemlerin, şu dünya misafirhânesinde mevtleriyle, asıl dünyanın da onlar gibi ölmesine şehâdetleridir.
Şu dünyanın sekerâtını, âyât-ı Kur’âniyenin işaret ettiği sûrette tahayyül etmek istersen, bak: Şu kâinatın eczâları dakîk, ulvî bir nizam ile birbirine bağlanmış; hafî, nâzik, latîf bir râbıta ile tutunmuş ve o derece bir intizam içindedir ki, eğer ecrâm-ı ulviyeden tek bir cirm, kün emrine veya "Mihverinden çık" hitâbına mazhar olunca, şu dünya sekerâta başlar. Yıldızlar çarpışacak, ecrâmlar dalgalanacak; nihayetsiz fezâ-i âlemde, milyonlar gülleleri, küreler gibi büyük topların müthiş sadâları gibi vâveylâya başlar. Birbirine çarpışarak kıvılcımlar saçarak, dağlar uçarak, denizler yanarak, yeryüzü düzlenecek. İşte, şu mevt ve sekerât ile, Kadîr-i Ezelî kâinatı çalkalar, kâinatı tasfiye edip Cehennem ve Cehennemin maddeleri bir tarafa, Cennet ve Cennetin mevadd-ı münâsibeleri başka tarafa çekilir; âlem-i âhiret tezâhür eder.
Üçüncü Mesele:
Ölecek âlemin dirilmesi mümkündür. Çünkü, İkinci Esasta ispat edildiği gibi, kudrette noksan yoktur, muktazî ise gayet kuvvetlidir, mesele ise mümkinâttandır. Mümkün bir meselenin gayet kuvvetli bir muktazîsi var ise, fâilin kudretinde noksaniyet yok ise, ona mümkün değil, belki vâki’ sûretiyle bakılabilir.
Remizli bir nükte:
Şu kâinata dikkat edilse görünüyor ki; içinde iki unsur var ki, her tarafa uzanmış, kök atmış. Hayır şer, güzel çirkin, nef’ zarar, kemâl noksan, ziyâ zulmet, hidâyet dalâlet, nur nâr, imân küfür, tâat isyan, havf muhabbet gibi âsârlarıyla, meyveleriyle, şu kâinatta, ezdâd, birbiriyle çarpışıyor, dâimâ tegayyür ve tebeddülâta mazhar oluyor, başka bir âlemin mahsulatının tezgâhı hükmünde çarkları dönüyor. Elbette, o iki unsurun birbirine zıd olan dalları ve neticeleri, ebede gidecek, temerküz edip birbirinden ayrılacak; o vakit, Cennet-Cehennem sûretinde tezâhür edecektir.
Mâdem âlem-i bekà, şu âlem-i fenâdan yapılacaktır; elbette anâsır-ı esâsiyesi bekàya ve ebede gidecektir Evet, Cennet-Cehennem, şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden dalın iki meyvesidir ve şu silsile-i kâinatın iki neticesidir ve şu seyl-i şuûnâtın iki mahzenidir ve ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudâtın iki havzıdır ve lûtuf ve kahrın iki tecellîgâhıdır ki, dest-i kudret bir hareket-i şedîde ile kâinatı çalkaladığı vakit, o iki havuz münâsip maddelerle dolacaktır.
Şu remizli nüktenin sırrı şudur ki:
Hakîm-i Ezelî, inâyet-i sermediye ve hikmet-i ezeliyenin iktizâsı ile, şu dünyayı, tecrübeye mahal ve imtihana meydan ve Esmâ-i Hüsnâsına ayna ve kalem-i kader ve kudretine sayfa olmak için yaratmış. Ve tecrübe ve imtihan ise neşv ü nemâya sebeptir. O neşv ü nemâ ise, istidadların inkişafına sebeptir. O inkişaf ise, kabiliyetlerin tezâhürüne sebeptir. O kabiliyetlerin tezâhürü ise hakàik-ı nisbiyenin zuhuruna sebeptir. Hakàik-ı nisbiyenin zuhuru ise Sâni-i Zülcelâlin Esmâ-i Hüsnâsının nukuş-u tecelliyâtını göstermesine ve kâinatı mektubât-ı Samedâniye sûretine çevirmesine sebeptir. İşte şu sırr-ı imtihan ve sırr-ı teklif iledir ki, ervâh-ı âliyenin elmas gibi cevherleri, ervâh-ı sâfilenin kömür gibi maddelerinden tasaffî eder, ayrılır.
İşte, bu mezkûr sırlar gibi daha bilmediğimiz çok ince, âlî hikmetler için, âlemi bu sûrette irâde ettiğinden, şu âlemin tegayyür ve tahavvülünü dahi o hikmetler için irâde etti. Tahavvül ve tegayyür için zıdları birbirine hikmetle karıştırdı ve karşı karşıya getirdi. Zararları menfaatlere mezc ederek, şerleri hayırlara idhâl ederek, çirkinlikleri güzelliklerle cem’ ederek hamur gibi yoğurarak şu kâinatı tebeddül ve tegayyür kanununa ve tahavvül ve tekâmül düsturuna tâbi kıldı. Vaktâ ki, meclis-i imtihan kapandı, tecrübe vakti bitti, Esmâ-i Hüsnâ hükmünü icrâ etti, kalem-i kader mektubâtını tamamıyla yazdı, kudret nukuş-u san’atını tekmil etti, mevcudât vezâifini ifâ etti, mahlûkat hizmetlerini bitirdi, her şey mânâsını ifade etti, dünya âhiret fidanlarını yetiştirdi, zemin Sâni-i Kadîrin bütün mu’cizât-ı kudretini, umum havârik-ı san’atını teşhir edip gösterdi, şu âlem-i fenâ sermedî manzaraları teşkil eden levhaları zaman şeridine taktı, o Sâni-i Zülcelâlin hikmet-i sermediyesi ve inâyet-i ezeliyesi o imtihan neticelerini, o tecrübenin neticelerini, o Esmâ-i Hüsnânın tecellîlerinin hakikatlerini, o kalem-i kader mektubâtının hakàikını, o numûne-misâl nukuş-u san’atının asıllarını, o vezâif-i mevcudâtın faydalarını, gàyelerini, o hidemât-ı mahlûkatın ücretlerini ve o kelimât-ı kitâb-ı kâinatın ifade ettikleri mânâların hakikatlerini ve istidad çekirdeklerinin sünbüllenmesini ve bir mahkeme-i kübrâ açmasını ve dünyadan alınmış misâlî manzaraların göstermesini ve esbâb-ı zâhiriyenin perdesinin yırtmasını ve her şey doğrudan doğruya Hàlık-ı Zülcelâline teslim etmesi gibi hakikatleri iktizâ etti; ve o mezkûr hakikatleri iktizâ ettiği için kâinatı dağdağa-i tegayyür ve fenâdan, tahavvül ve zevâlden kurtarmak ve ebedîleştirmek için o zıdların tasfiyesini istedi ve tegayyürün esbâbını ve ihtilâfâtın maddelerini tefrik etmek istedi; elbette kıyâmeti koparacak ve o neticeler için tasfiye edecek. İşte şu tasfiyenin neticesinde, Cehennem, ebedî ve dehşetli bir sûret alıp, tâifeleri tehdidine mazhar olacak; Cennet ebedî, haşmetli
Bugün sizler ayrılın, ey mücrimler! (Yâsin Sûresi: 59.)
bir sûret giyerek, ehil ve ashâbı, -1- hitâbına mazhar olacak.
Yirmi Sekizinci Sözün Birinci Makamının İkinci Suâlinde ispat edildiği gibi, Hakîm-i Ezelî, şu iki hânenin sekenelerine, kudret-i kâmilesiyle ebedî ve sabit bir vücud verir ki, hiç inhilâl ve tegayyüre ve ihtiyarlığa ve inkırâza mâruz kalmazlar. Çünkü, inkırâza sebebiyet veren tegayyürün esbâbı bulunmaz.
Dördüncü Mesele:
Şu mümkün, vâki’ olacaktır. Evet, dünya, öldükten sonra âhiret olarak diriltilecektir. Dünya harab edildikten sonra, o dünyayı yapan Zât, yine daha güzel bir sûrette onu tâmir edecek, âhiretten bir menzil yapacaktır. Şuna delil, başta Kur’ân-ı Kerîm binler berâhin-i akliyeyi tazammun eden umum âyâtıyla ve bütün kütüb-ü semâviye bunda müttefik bulunduğu gibi; Zât-ı Zülcelâlin evsâf-ı celâliyesi ve evsâf-ı cemâliyesi ve Esmâ-i Hüsnâsı, bunun vukuuna katî sûrette delâlet ederler; ve enbiyâya gönderdiği bütün semâvî fermanları ile Kıyâmeti ve haşrin icadını vaad etmiş. İşte mâdem vaad etmiş; elbette yapacaktır. Onuncu Sözün Sekizinci Hakikatine mürâcaat et.
Hem, başta Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın bin mu’cizâtının kuvveti ile, bütün enbiyâ ve mürselînin ve evliyâ ve sıddîkînin vukuunda müttefik olup, haber verdikleri gibi; şu kâinat, bütün âyât-ı tekviniyesiyle vukuundan haber veriyor.
Elhâsıl: Onuncu Söz bütün hakàikıyla, Yirmi Sekizinci Söz İkinci Makamında Lâsiyyemâlardaki bütün berâhiniyle, gurûb etmiş güneşin sabahleyin yeniden tulû edeceği derecesinde bir katiyetle göstermiştir ki, hayat-ı dünyeviyenin gurûbundan sonra şems-i hakikat hayat-ı uhreviye sûretinde çıkacaktır.
İşte, baştan buraya kadar beyânâtımız ism-i Hakîmden istimdâd ve feyz-i Kur’ân’dan istifade sûretinde, kalbi kabule, nefsi teslime, aklı iknâa ihzâr için, Dört Esas söyledik. Fakat, biz neyiz ki, buna dâir söz söyleyeceğiz? Asıl şu dünyanın Sahibi, şu kâinatın Hàlıkı, şu mevcudâtın Mâliki ne söylüyor, onu dinlemeliyiz. Mülk sahibi söz söylerken, başkalarının ne haddi var ki, fuzûliyâne karışsın?
İşte, o Sâni-i Hakîm, dünya mescidinde ve arz mektebinde, asırlar arkasında oturan tâifelerin umum saflarına hitâben îrâd ettiği hutbe-i ezeliyesinde, kâinatı zelzeleye veren,
-2-
1 Size selâm olsun, buraya ter temiz geldiniz. Ebediyen kalmak üzere Cennete girin. (Zümer Sûresi: 73.)
2 Ne zaman ki yer müthiş bir sarsıntıyla sarsılır. • Ve yeryüzü bütün ağırlıklarını dışarı çıkarır. • Ve insan "Ne oluyor buna?" der. • O gün yeryüzü, üzerinde bulunan herkesin ne iş yaptığını haber verir. • Çünkü Rabbin ona konuşmasını emretmiştir. • O gün insanlar yaptıklarının karşılığını görmek için hesap yerinden bölük bölük dönerler. • Kim zerre kadar bir iyilik yaparsa, onun mükâfatını görür. • Kim zerre kadar bir kötülük yaparsa onun cezasını görür. (Zilzâl Sûresi: 1-8.)
ve bütün mahlûkatı neş’elendiren, şevke getiren,
-1-
gibi binler fermanları, Mâlikü’l-Mülkten, Sahib-i Dünya ve âhiretten dinlemeliyiz, "âmennâ ve saddaknâ" demeliyiz.
-2-
-3-
-4-
1 İmân eden ve güzel işler yapanları müjdele: Altlarından ırmaklar akan Cennetler onlarındır. O Cennetlerden rızık olarak bir meyve yediklerinde, "Bu daha önce yediğimiz rızıktandır" derler. Rızıkları dünyadakine benzer şekilde kendilerine sunulur. Orada onlar için ter temiz eşler vardır. Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır. (Bakara Sûresi: 25.)
2 Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın. (Bakara Sûresi: 32.)
3 Ey Rabbimiz! Unutur veya hatâya düşer de bir kusur işlersek bizi onunla hesâba çekme. (Bakara Sûresi: 286.)
4 Allah’ım, Efendimiz İbrâhim’e rahmet ettiğin gibi, Efendimiz Muhammed’e ve Efendimiz Muhammed’in âline rahmet eyle. Şüphesiz Sen her türlü hamd ve övgüye lâyık Hamîd ve sonsuz büyüklük sahibi Mecîdsin. (Duâ)
Hayatta daima gerçekleri savun! Takdir eden olmasa bile, vicdanına hesap veemekten kurtulursun.
Genç.
Tarih Gastesi sy.5.
Ataullah İskenderi Dedi ki:
Aradığını bilmeyen, bulduğunu anlayamaz.
Kağıda dokunan kalem, kibritten daha çok yangın çıkarır.
İnsanları niçin öldürüyorsunuz, biraz bekleyin zaten ölecekler.
Genç,Tarih Gastesi
Nitekim müfessirler:
-İnnâ a'teynâkel kevser- Biz sana Kevser suyunu atâ kıldık suresini yorumlarken buna çok mâna vermişlerdir.Kimileri:
-Kevserden murad evlâdı evlâdının ve zürriyetinin tâ kıyamet'e kadar çoğalacağı ve sabit kalacağıdır! dediler.
Kara Davud
Delail-i Hayrat Şerhi sy.474.
Sorunların Anahtar kelimeleri:
Cehalet: Marifet, İmtizac-ı Efkar,Bilgi Toplumu,(sonuç) Küresel Barış.
İhtilaf:İttifak, İttihad,Muhabbet toplumu,
Zaruret: Sanat, Teavün, Uhuvvet Toplumu.
Hutbe-i Şamiye Konferansı:1
İslam Birliği ve Küresel Barış Konferansı.sy.435.
[Bu Hutbe-i Şâmiye eseri, Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin otuz beş yaşında iken, Şam’da, Şam ulemasının ısrarı üzerine Câmi-i Emevîde irad ettiği bir hutbedir. Çok büyük bir ehemmiyeti haiz olması hasebiyle, o zaman Şam’da bir hafta içinde iki defa tab edilmiştir. Bilâhare müellif Bediüzzaman Said Nursî tarafından tercümesi neşredilmiştir.]
Arabî Hutbe-i Şâmiye’nin Mukaddimesidir
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Kırk sene evvel Şam’daki Cami-i Emevîde, Şam ulemasının ısrarıyla, içinde yüz ehl-i ilim bulunan on bin adama yakın bir azîm cemaate verilen bu Arabî ders risalesindeki hakikatleri, bir hiss-i kablelvuku ile Eski Said
hissetmiş, kemâl-i katiyetle müjdeler vermiş ve pek yakın bir zamanda o hakikatler görünecek zannetmiş. Halbuki iki harb-i umumî ve yirmi beş sene bir istibdâd-ı mutlak, o hiss-i kablelvukuun kırk-elli sene tehirine sebep olmuş; ve şimdi o zamandaki verdiği haberlerin aynen tezahürleri âlem-i İslamiyet’te başlamış. Demek, bu pek ehemmiyetli ders, zamanı geçmiş eski bir hutbe değil, belki doğrudan doğruya, 1327’ye (1909) bedel 1371’de ve Cami-i Emevî yerine âlem-i İslâm camiinde, üç yüz yetmiş milyon bir cemaate hakikatli ve taze bir ders-i içtimaî ve İslâmîdir diye, tercümesini neşretmek zamanıdır tahmin ederim.
Said Nursî
Gâyet mühim bir suale verilen çok ehemmiyetli bir cevâbı burada yazmaya münâsebet geldi. Çünkü, kırk sene evvel, Eski Said o dersinde bir hiss-i kablelvuku ile Risâle-i Nurun hârika derslerini ve tesirâtını görmüş gibi bahsediyor. Onun için o sual ve cevâbı yazacağız. Şöyle ki:
Çoklar tarafından hem bana, hem bâzı Nur kardeşlerime sual etmişler ve ediyorlar ki:
"Neden bu kadar muânzlara karşı ve muannid feylesoflara ve ehl-i dalâlete mukabil Risâle-i Nur mağlûb olmuyor? Milyonlar kıymettar hakikî kütüb-ü îmâniye ve İslâmiyenin intişarlarına bir derece sed çektikleri halde; sefâhet ve hayât-ı dünyeviyenin lezzetleriyle çok bîçâre gençleri ve insanları hakâik-ı îmâniyeden mahrum bıraktıkları halde; en şiddetli hücum ve en gaddarâne muâmele ve en ziyâde yalanlarla ve aleyhinde yapılan propagandalarla Risâle-i Nûru kırmak, insanları ondan
ürkütmek ve vaz geçirmeye çalıştıkları halde; hiçbir eserde görülmediği bir tarzda Risâle-i Nûrun intişârı, hattâ çoğu el yazması ile altı yüz bin nüsha risalelerinden kemâl-i iştiyâk ile perde altında intişâr etmesi ve dâhil ve hâriçte kemâl-i iştiyâk ile kendini okutturması hikmeti nedir? Sebebi nedir?" diye bu meâlde çok suallere karşı "Elcevap" deriz ki:
Kur’ân-ı Hakîmin sırr-ı i’câzi ile hakikî bir tefsiri olan Risâle-i Nur, bu dünyâda bir mânevî Cehennemi dalâlette gösterdiği gibi, îmânda dahi bu dünyâda mânevî bir Cennet bulunduğunu isbât ediyor. Ve günahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde mânevî elîm elemleri gösterip, hasenat ve güzel hasletlerde ve hakâik-ı Şeriatın amelinde Cennet lezâizi gibi mânevî lezzetler bulunduğunu isbat ediyor. Sefâhet ehlini ve dalâlete düşenlerini-o cihetle-aklı başında olanlarını kurtarıyor. Çünkü, bu zamanda iki dehşetli hal var:
Birincisi:
Âkıbeti görmeyen ve bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyât-ı insâniye akıl ve fikre galebe ettiğinden; ehl-i sefâheti sefâhetinden kurtarmanın yegâne
çâresi, aynı lezzetinde elemini gösterip hissini mağlûbetmektir. Ve âyetinin işâretiyle, bu zamanda âhiretin, elmas gibi nîmetlerini, lezzetlerini bildiği halde dünyevî kırılacak şişe parçalarını ona tercih etmek, ehl-i îman iken ehl-i dalâlete o hubb-u dünyâ ve o sır için tâbi olmak tehlikesinden kurtarmanın çâre-i yegânesi, dünyâda dahi Cehennem azâbını ve elemlerini göstermekle olur ki; Risâle-i Nur o meslekten gidiyor.
Yoksa, bu zamandaki küfr-ü mutlakın ve fenden gelen dalâletin ve sefâhetten gelen tiryâkiliğin inadı karşısında, Cenâb-ı Hakkı tanıttırdıktan sonra ve Cehennemin vücudunu isbât ile ve onun azâbı ile insanları fenâlıktan, seyyiattan vaz geçirmek; ondan, belki yirmiden birisi ders alabilir. Ders aldıktan sonra da, "Cenâb-ı Hak Gafûru’r-Rahîm’dir, hem Cehennem pek uzaktır" der sefahetine devam edebilir. Kalbi, ruhu hissiyâtına mağlûb olur.
İşte Risâle-i Nurdaki ekser muvâzeneler, küfür ve dalâletin dünyâdaki elîm ve ürkütücü
Onlar dünya hayatını seve seve âhirete tercih ederler. (İbrahim Sûresi, 3.)
neticelerini göstermekle, en muannid ve nefisperest insanları dahi o menhus gayr-i meşrû lezzetlerden ve sefâhetlerden bir nefret verip aklı başında olanları tevbeye sevk eder.
O muvâzenelerden Altıncı, Yedinci, Sekizinci Sözlerdeki küçük muvâzeneler ve Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfındaki uzun muvâzene, en sefih ve dalâlette giden adamı da ürkütüyor, dersini kabul ettiriyor.
Meselâ, Âyet-i Nur’daki seyâhat-ı hayâliye ile hakikat olarak gördüğü vaziyetleri gayet kısaca işaret edeceğiz. Tafsilãtını isteyen, "Sikke-i Gaybiye"nin âhirindeki 246’dan 248’inci sahifeye kadar baksın. Ezcümle:
O seyahat-ı hayâliyede nzka muhtaç hayvanat âlemini gördüğüm vakit, maddî felsefe ile baktım; hadsiz ihtiyâcât ve şiddetli açlıklarıyla beraber zaaf ve aczleri, o zîhayat âlemini bana çok acıklı ve elîm gösterdi. Ehl-i dalâlet ve gafletin gözüyle baktığımdan feryâd eyledim. Birden, Hikmet-i Kur’aniye ve îmânın dürbünü ile gördüm; Rahmân ismi Rezzak burcunda parlak bir güneş gibi tulû etti. O aç bîçâre zîhayat âlemini rahmet ışığı ile yaldızladı.
Sonra hayvanat âlemi içinde, yavruların zaaf ve acz ve ihtiyaç içinde çırpındıkları hazîn ve elîm ve herkesi rikkat ve acımaya getirecek bir karanlık içinde diğer bir âlemi gördüm. Ehl-i dalâletin nazarıyla baktığıma "Eyvah!" dedim. Birden îmân bana bir gözlük verdi. Gördüm ki: Rahîm ismi Şefkat burcunda tulû etti. O kadar güzel ve şirin bir sûrette o acı âlemi sevinçli âleme çevirip ışıklandırdı ki; şekvâ ve acımak ve hüzünden gelen gözyaşlarımı, sevinç ve şükrün lezzetlerinden gelen damlalara çevirdi.
Sonra sinema perdesi gibi insan âlemi bana göründü. Ehl-i dalâletin dörbünü ile baktım. O âlemi o kadar karanlıklı, dehşetli gördüm ki, en derin kalbimden feryâd ettim. "Eyvâh!" dedim. Çünkü, insanlarda ebede uzanıp giden arzuları, emelleri, ve kâinatı ihâta eden tasavvurat ve efkârları, ve ebedî bekâ ve Saadet-i Ebediyeyi ve Cenneti gàyet ciddî isteyen himmetleri ve fıtrî istidatları, ve fıtrî had konulmayan, serbest bırakılan kuvveleri, ve hadsiz maksatlara müteveccih ihtiyaçları ve zaaf ve aczleriyle berâber; hücumlarına mâruz kaldıkları hadsiz musîbet ve a’dâlarıyla berâber gâyet kısa bir ömür, her gün ve her saat ölüm endişesi
altında gâyet dağdağalı bir hayat yaşamak için gâyet pefışan bir maişet içinde kalbe, vicdâna en elîm ve en müdhiş hâlet olan mütemâdî zevâl ve firak belâsını çekmek içinde ehl-i gaflet için zulümat-ı ebedî kapısı sûretinde görülen kabre ve mezaristana bakıyorlar. Birer birer ve tâife tâife o zulümat kuyusuna atılıyorlar.
İşte bu insan âlemini bu zulümat içinde gördüğüm anda, kalb ve ruh ve aklımla bütün letâif-i insâniyem, belki bütün zerrat-ı vücûdum feryâd ile ağlamaya hazır iken; birden Kur’ân’dan gelen nur ve kuvvet-i îmân o dalâlet gözlüğünü kırdı, kafama bir göz verdi. Gördüm ki:
Cenâb-ı Hakkın Âdil ismi, Hakîm burcunda; Rahmân ismi, Kerîm burcunda; Rahîm ismi, Gafur burcunda-yâni mânâsında; Bâis ismi, Vâris burcunda; Muhyî ismi, Muhsin burcunda; Rab ismi, Mâlik burcunda birer güneş gibi tulu ettiler. O karanlıklı insan âlemi içinde çok âlemler bulunan umumunu ışıklandırdılar, şenlendirdiler Cehennemî hâletleri dağıtıp nurânî âhiret âleminden pencereler açıp o perişan insan dünyâsına nurlar serptiler. Zerrât-ı kâinat adedince "Elhamdülillâh, E’ş-şükrü Lillâh" dedim. Ve aynelyakîn
gördüm ki: "İmânda mânevî bir Cennet ve dalâlette mânevî bir Cehennem bu dünyâda da vardır" yakînen bildim.
Sonra küre-i arzın âlemi göründü. O seyahat-ı hayâliyemde, dine itaat etmeyen felsefenin karanlıklı kavânin-i ilmiyeleri hayâlime dehşetli bir âlem gösterdi. Yetmiş defa top güllesinden daha sür’atli hareketiyle yirmi beş bin sene mesâfeyi bir senede gezip devreden ve her vakit dağılmaya ve parçalanmaya müstaid ve içi zelzeleli, çok ihtiyar ve çok yaşlı küre-i arz içinde ve o dehşetli gemi üstünde kâinatın hadsiz boşluğunda seyahat eden bîçâre nev’-i insan vaziyeti, bana vahşetli bir karanlık içinde göründü. Başım döndü, gözüm karardı. Felsefenin gözlüğünü yere vurdum, kırdım. Birden Hikmet-i Kur’âniye ile ışıklanmış bir göz ile baktım, gördüm ki:
Hâlık-ı Arz ve semâvâtın Kadîr, Alîm, Rab, Allah ve (Rabbü’s-semâvâti Ve’l-ard) ve (Müsahhirü’ş-şemsi Ve’l-kamer) isimleri, Rahmet, Azamet, Rubûbiyet Burçlarında güneş gibi tulû ettiler. O karanlıklı, vahşetli, dehşetli âlemi öyle ışıklandırdılar ki, o hâlette benim îmânlı gözüme küre-i arz gâyet muntazam, musahhar, mükemmel, hoş, emniyetli, herkesin
erzâkı içinde bir seyahat gemisi; ve tenezzüh ve keyf ve ticâret müheyyâ edilmiş ve zîruhları güneşin etrâfında, memleket-i Rabbâniyede gezdirmek ve yaz ve bahar ve güzün mahsulâtını rızık isteyenlere getirmek için bir gemi, bir tayyare, bir şimendifer hükmünde gördüm. Küre-i anın zerrâtı adedince "Elhamdülillâhi alâ nimeti’l-îmân" dedim.
İşte buna kıyâsen Risâle-i Nurda pek çok muvâzenelerle ehl-i sefâhet ve dalâlet, dünyâda dahi bir mânevî Cehennem içinde azap çektiklerini; ve ehl-i îmân ve salâhat, dünyâda dahi bir mânevî Cennet içinde İslâmiyet ve insâniyet mîdesiyle ve îmânın tecelliyâtiyle ve cilveleriyle mânevî Cennet lezzetleri tadabilirler, belki derece-i îmânlarına göre istifâde edebilirler.
Fakat, bu fırtınalı zamânın, hissi iptâl eden ve beşerin nazarını afâka dağıtan ve boğan cereyanlar iptâl-i his nev’inden bir sersemlik vermiş ki, ehl-i dalâlet mânevî azâbını muvakkaten tam hissedemiyor. Ehl-i hidâyete dahi gaflet basıyor, hakikî lezzetini takdir edemiyor.
Bu asırda ikinci dehşetli hâl:
Eski zamanda küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalâletler ve küfr-ü inâdîden gelen temerrüd
bu zamâna nisbeten pek azdı. Onun için eski İslâm muhakkiklerinin dersleri, hüccetleri o zamanda tam kâfi olurdu. Küfr-ü meşkûkü çabuk izâle ederlerdi. Allah’a îmân umumî olduğundan, Allah’ı tanıttırmakla ve Cehennem azâbını ihtar etmekle çokları sefâhetlerden, dalâletlerden vaz geçebilirlerdi. Şimdi ise, eski zamanda bir memlekette bir kâfir-i mutlak yerine şimdi bir kasabada yüz tâne bulunabilir. Eskide fen ve ilim ile dalâlete girip inad ve temerrüd ile hakâik-ı îmâna karşı çıkana nisbeten şimdi yüz derece ziyâde olinuş. Bu mütemerrid inatçılar firavunluk derecesinde bir gurur ile ve dehşetli dalâletleriyle hakâik-ı îmâniyeye karşı muâraza ettiklerinden, elbette bunlara karşı atom bombası gibi, bu dünyâda onlann temellerini parça parça edecek bir hakikat-ı kudsiye lâzımdır ki, onların tecâvüzatını durdursun ve bir kısmını îmâna getirsin.
İşte Cenâb-ı Hakka hadsiz şükürler olsun ki, bu zamânın tam yarasına bir tiryâk olarak Kur’ân-ı Mu’cizü’1-Beyânın bir mu’cize-i mâneviyesi ve lemeatı bulunan Risâle-i Nur, pekçok muvâzenelerle en dehşetli muannid mütemerridleri Kur’ân’ın elmas kılıncı ile kırıyor ve kâinat zerreleri adedince Vahdâniyet-i İlâhiyeye
ve îmânın hakikatlerine hüccetleri, delilleri gösteriyor ki, yinni beş seneden beri en şiddetli hücumlara karşı mağlûb olmayıp galebe etmiş.
Evet, Risale-i Nurda îmân ve küfür muvâzeneleri ve hidâyet ve dalâlet mukàyeseleri bu mezkOr hakikati bilmüşâhede isbat ediyor. Meselâ 22. Sözün İki Makàmının bürhanları ve Iem’alarına, ve Otuz İkinci Sözün Birinci Mevkıfına ve Otuz Üçüncü Mektubun Pencerelerine ve Asâ-yı Mûsâ’nın On Bir Hüccetine sair muvâzeneler kıyas edilse ve dikkat edilse anlaşılır ki; bu zàmanda küfr-ü mutlakı ve mütemerrid dalâletin inadını kıracak, parçalayacak, Risâle-i Nur’da tecellî eden hakikat-ı Kur’âniyédir.
İnşâallah, nasıl Tılsımlar Mecmuasında dinin mühim tılsımlarını ve hilkat-ı âlemin muammalarını keşfeden parçalar o mecmuada toplanmış; aynen öyle de, ehl-i dalâletin dünyâda dahi Cehennemlerini ve ehl-i hidâyetin dünyâda dahi lezâiz-i Cennetlerini gösteren, ve îmân Cennetin bir mânevî çekirdeği ve küfür ise Cehennem zakkumunun bir tohumu olduğunu gösteren Nurun o gibi parçaları kısacık bir tarzda bir mecmuacık olarak yazılacak ve inşâallah neşredilecek.
Arabî Hutbe-i Şâmiye eserinin tercümesi
Bütün zîhayatlar hayatlarının lisan-ı halleriyle Hâlıklarına takdim ettikleri mânevî hediyelerini ve lisan-ı halle hamd ve şükürlerini, o zât-ı Vacibü’l-Vücuda biz de takdim ediyoruz ki, demiş: -1-
Yani, rahmet-i İlâhiyeden ümidinizi kesmeyiniz. Hem hadsiz salât ve selâm ol Peygamberimiz Muhammed Mustafa Aleyhissalâtü Vesselâm üzerine olsun ki, demiş: -2- Yani, "Benim insanlara Cenab-ı Hak tarafından
1 Zümer Sûresi, 39:53.
bi’setim ve gelmemim ehemmiyetli bir hikmeti, ahlâk-ı haseneyi ve güzel hasletleri tekmil etmek ve beşeri ahlâksızlıktan kurtarmaktır."
Hamd ve salâttan sonra: Ey bu Cami-i Emevîde bu dersi dinleyen Arap kardeşlerim! Ben haddimin fevkinde, bu minbere ve bu makama irşadınız için çıkmadım. Çünkü size ders vermek haddimin fevkindedir. Belki içinizde yüze yakın ulema bulunan cemaate karşı benim misalim, medreseye giden bir çocuğun misalidir ki, o sabî çocuk sabahleyin medreseye gidip, okuyup, akşamda babasına gelip, okuduğu dersini babasına arz eder. Tâ doğru ders almış mı, almamış mı? Babasının irşadını veya tasvibini bekler. Evet, bizler size nispeten çocuk hükmündeyiz ve talebeleriniziz. Sizler bizim ve İslâm milletlerinin üstadlarısınız. İşte, ben de aldığım dersimin bir kısmını, sizler gibi üstadlarımıza şöyle beyan ediyorum:
Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebîler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber; bizi maddî cihette kurun-u vustâda durduran ve tevkif eden, altı tane hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır:
Birincisi: Ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi.
İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi.
Üçüncüsü: Adâvete muhabbet.
Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları bilmemek.
Beşincisi: Çeşit çeşit sarî hastalıklar gibi intişar eden istibdat.
Altıncısı: Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek.
Bu altı dehşetli hastalığın ilâcını da, bir tıp fakültesi hükmünde, hayat-ı içtimaiyemize, eczahane-i Kur’âniye’den ders aldığım "altı kelime" ile beyan ediyorum. Mualecenin esasları, onları biliyorum.
BİRİNCİ KELİME: "El-emel." Yani, rahmet-i İlâhiyeye kuvvetli ümit beslemek.
Evet, ben kendi hesabıma aldığım dersime binaen, ey İslâm cemaati, müjde veriyorum ki: Şimdiki âlem-i İslâmın saadet-i dünyeviyesi, bâhusus Osmanlıların saadeti ve bilhassa İslâmın terakkisi onların intibahıyla olan Arabın saadetinin fecr-i sadıkının
emâreleri inkişafa başlıyor.
Ve saadet güneşinin de çıkması yakınlaşmış. Ye’sin burnunun rağmına olarak HAŞİYE1 ben dünyaya işittirecek derecede kanaat-i kat’iyemle derim: İstikbal, yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’âniye ve imaniye olacak. Öyleyse, şimdiki kader-i İlâhî ve kısmetimize razı olmalıyız ki, bize parlak bir istikbal, ecnebîlere müşevveş bir mâzi düşmüş.
Bu dâvâma çok bürhanlardan ders almışım. Şimdi o bürhanlardan mukaddematlı bir buçuk bürhanı zikredeceğim. O bürhanın mukaddematına başlıyoruz:
İşte, İslâmiyetin hakaiki hem mânen, hem maddeten terakki etmeye kabil ve mükemmel bir istidadı var.
Birinci cihet olan mânen terakki ise: Biliniz, hakikî vukuatı kaydeden tarih, hakikate
HAŞİYE1 Eski Said, hiss-i kablelvuku ile 1371’de, başta Arap devletleri, âlem-i İslâm’ın ecnebî esaretinden ve istibdadından kurtulup İslâmî devletler teşkil edeceklerini, kırk beş sene evvel haber vermiş. İki Harb-i Umumî ve 30-40 sene istibdad-ı mutlakı düşünmemiş. 1370’de olan vaziyeti 1327’de olacak gibi müjde vermiş, tehirinin sebebini nazara almamış.
en doğru şahittir. İşte, tarih bize gösteriyor. Hattâ, Rus’u mağlûp eden Japon Başkumandanının İslâmiyetin hakkaniyetine şehadeti de şudur ki:
Hakikat-i İslâmiyetin kuvveti nispetinde, Müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslâm temeddün edip terakki ettiğini tarih gösteriyor. Ve ehl-i İslâmın hakikat-i İslâmiyede zaafiyeti derecesinde tevahhuş ettiklerini, vahşete ve tedennîye düştüklerini ve hercümerc içinde belâlara, mağlûbiyetlere düştüklerini tarih gösteriyor. Sair dinler ise bilâkistir. Yani, salâbet ve taassuplarının zaafiyeti nisbetinde temeddün ve terakki ettikleri gibi, dinlerine salâbet ve taassuplarının kuvveti derecesinde de tedennî ve ihtilâllere maruz kaldıklarını tarih gösteriyor. Şimdiye kadar zaman böyle geçmiş.
Hem Asr-ı Saadetten şimdiye kadar hiçbir tarih bize göstermiyor ki, bir Müslümanın muhakeme-i akliye ile ve delil-i yakinî ile ve İslâmiyete tercih etmekle, eski ve yeni ayrı bir dine girdiğini tarih göstermiyor. Avâmın delilsiz, taklidî bir surette başka dine girmesinin bu meselede ehemmiyeti yok. Dinsiz olmak da başka meseledir. Halbuki, bütün dinlerin etbâları ise-hatta en ziyade dinine taassup gösteren
İngilizlerin ve eski Rusların-muhakeme-i akliye ile İslâmiyete dahil olduklarını ve günden güne, bazı zaman takım takım, kat’î bürhan ile İslâmiyete girdiklerini tarihler bize bildiriyorlar HAŞİYE2
Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemâlâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehâlet edecekler.
Hem nev-i beşer, hususan medeniyet fenlerinin ikazatıyla uyanmış, intibaha gelmiş, insaniyetin mahiyetini anlamış. Elbette ve elbette
HAŞİYE2 İşte, bu mezkûr dâvâya bir delil şudur ki: İki dehşetli harb-i umumînin ve şiddetli bir istibdad-ı mutlakın zuhuruyla beraber, bu dâvâya kırk beş sene sonra şimalin İsveç, Norveç, Finlandiya gibi küçük devletleri Kur’ân’ı mekteplerinde ders vermek ve kabul etmek ve komünistliğe, dinsizliğe karşı set olmak için kabul etmeleri; ve İngilizin mühim hatiplerinin bir kısmı Kur’ân’ı İngilize kabul ettirmeye taraftar çıkmaları; ve küre-i arzın şimdiki en büyük devleti Amerika’nın bütün kuvvetiyle din hakikatlerine taraftar çıkması ve İslâmiyetle Asya ve Afrika’nın saadet ve sükûnet ve musalâha bulacağına karar vermesi ve yeni doğan İslâm devletlerini okşaması ve teşvik etmesi ve onlarla ittifaka çalışması, kırk beş sene evvel olan bu müddeayı ispat ediyor, kuvvetli bir şahit olur.
dinsiz, başıboş yaşamazlar. Ve olamazlar. En dinsizi de dine iltica etmeye mecburdur. Çünkü, acz-i beşerî ile beraber hadsiz musibetler ve onu inciten hâricî ve dahilî düşmanlara karşı istinat noktası; ve fakrıyla beraber hadsiz ihtiyâcâta müptelâ ve ebede kadar uzanmış arzularına medet ve yardım edecek istimdad noktası, yalnız ve yalnız Sâni-i Âlemi tanımak ve iman etmek ve âhirete inanmak ve tasdik etmekten başka, uyanmış beşerin çaresi yok...
Kalbin sadefinde din-i hakkın cevheri bulunmazsa, beşerin başında maddî, mânevî kıymetler kopacak ve hayvanatın en bedbahtı, en perişanı olacak.
Hâsıl-ı kelâm: Beşer bu asırda harplerin ve fenlerin ve dehşetli hadiselerin ikazatıyla uyanmış ve insaniyetin cevherini ve câmi istidadını hissetmiş. Ve insan, acip cemiyetli istidadıyla yalnız bu kısacık, dağdağalı dünya hayatı için yaratılmamış. Belki ebede meb’ustur ki, ebede uzanan arzular mahiyetinde var. Ve bu dar, fâni dünya, insanın nihayetsiz emel ve arzularına kâfi gelmediğini herkes bir derece hissetmeye başlamış.
Hattâ insaniyetin bir kuvâsı ve hâdimi olan kuvve-i hayaliyeye denilse, "Sana dünya
saltanatı ile beraber bir milyon sene ömür olacak; fakat sonunda hiç dirilmeyecek bir surette bir idam senin başına gelecek." Elbette hakikî insaniyetini kaybetmeyen ve intibaha gelmiş o insanın hayali, sevinç ve beşarete bedel, derinden derine teessüf ve eyvahlarla saadet-i ebediyenin bulunmamasına ağlayacak.
İşte bu nükte içindir ki, herkesin kalbinde derinden derine bir din-i hakkı aramak meyli çıkmış. Her ¸eyden evvel, ölüm idamına karşı din-i haktaki bir hakikati arıyor ki kendini kurtarsın. Şimdiki hal-i âlem bu hakikate şehadet eder.
Kırk beş sene sonra, tamamıyla beşerin bu ihtiyac-ı şedîdini, dinsizliğin zuhuruyla küre-i arzın kıt’aları ve devletleri birer insan gibi hissetmeye başlamışlar. Hem âyat-ı Kur’âniye başlarında ve âhirlerinde beşeri aklına havale eder, "Aklına bak" der. "Fikrine, kalbine müracaat et, meşveret et, onunla görüş ki bu hakikati bilesin" diyor.
Meselâ, bakınız, o âyetlerin başında ve âhirlerinde diyor ki: "Neden bakmıyorsunuz? İbret almıyorsunuz? Bakınız ki, hakikati bilesiniz." "Biliniz" ve "Bil" hakikatine dikkat et. "Acaba neden beşer bilemiyorlar, cehl-i mürekkebe düşüyorlar? Neden taakkul etmiyorlar,
divaneliğe düşerler? Neden bakmıyorlar, hakkı görmeye kör olmuşlar? Neden insan sergüzeşt-i hayatında, hâdisat-ı âlemden tahattur ve tefekkür etmiyor ki, istikamet yolunu bulsun? Neden tefekkür ve tedebbür ve aklen muhakeme etmiyorlar, dalâlete düşüyorlar? Ey insanlar, ibret alınız! Geçmiş kurunlardan ibret alıp gelecek mânevî belâlardan kurtulmaya çalışınız" mânâsında gelen âyetlerin bu cümlelerine kıyasen, çok âyetlerde, beşeri, aklına, fikriyle meşverete havale ediyor.
Ey bu Câmi-i Emevîdeki kardeşlerim gibi âlem-i İslâmın cami-i kebirinde olan kardeşlerim! Siz de ibret alınız. Bu kırk beş senedeki bu dehşetli hadisattan ibret alınız. Tam aklınızı başınıza alınız, ey mütefekkir ve akıl sahibi ve kendini münevver telâkki edenler!
Hâsıl-ı kelâm: Biz Kur’ân şakirtleri olan Müslümanlar, bürhana tâbi oluyoruz, akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi ruhbanları taklit için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinat eden ve bütün hükümlerini akla tespit ettiren Kur’ân hükmedecek.
Hem de İslâmiyet güneşinin tutulmasına, inkişafına ve beşeri tenvir etmesine mümanaat eden perdeler açılmaya başlamışlar. O mümanaat edenler çekilmeye başlıyorlar. Kırk beş sene evvel o fecrin emâreleri göründü. Yetmiş birde fecr-i sâdıkı başladı veya başlayacak. Eğer bu fecr-i kâzip de olsa, otuz-kırk sene sonra fecr-i sâdık çıkacak.
Evet, hakaik-i İslâmiyetin mazi kıtas¨n¨ tamamen istilâsına sekiz dehşetli mânialar mümanaat ettiler.
Birinci, ikinci, üçüncü mâniler: Ecnebîlerin cehli ve o zamanda vahşetleri ve dinlerine taassuplarıdır. Bu üç mâni, mârifet ve medeniyetin mehasini ile kırıldı, dağılmaya başlıyor.
Dördüncü ve beşinci mâniler: Papazların ve ruhanî reislerin riyasetleri ve tahakkümleri ve ecnebîlerin körü körüne onları taklit etmeleridir. Bu iki mâni dahi fikr-i hürriyet ve meyl-i taharrî-i hakikat nev-i beşerde başlamasıyla, zeval bulmaya başlıyor.
Altıncı, yedinci mâniler: Bizdeki istibdat ve şeriatın muhalefetinden gelen sû-i ahlâkımız mümanaat ediyordular. Bir şahıstaki münferid istibdat kuvveti şimdi zeval bulması,
cemaat ve komitenin dehşetli istibdatlarının otuz-kırk sene sonra zeval bulmasına işaret etmekle ve hamiyet-i İslâmiyenin şiddetli feveranı ile sû-i ahlâkın çirkin neticeleri görülmesiyle bu iki mâni de zeval buluyor ve bulmaya başlamış. İnşaallah tam zeval bulacak.
Sekizinci mâni: Fünun-u cedidenin bazı müspet mesâili, hakaik-i İslâmiyenin zahirî mânâlarına muhalif ve muarız tevehhüm edilmesiyle, zaman-ı mazideki istilâsına bir derece set çekmiş. Meselâ, küre-i arza emr-i İlâhî ile nezarete memur "Sevr" ve "Hût" namlarında iki ruhanî melâikeyi dehşetli cismânî bir öküz, bir balık tevehhüm edip, ehl-i fen ve felsefe hakikati bilmediklerinden, İslâmiyete muarız çıkmışlar.
Bu misal gibi yüz misal var ki, hakikati bilindikten sonra, en muannit filozof da teslim olmaya mecbur oluyor. Hattâ Risale-i Nur, Mucizat-ı Kur’âniye risalesinde, fennin iliştiği bütün âyetlerin her birisinin altında Kur’ân’ın bir lem’a-i i’câzını gösterip, ehl-i fennin medar-ı tenkit zannettikleri Kur’ân-ı Kerîmin cümle ve kelimelerinde fennin eli yetişmediği yüksek hakikatleri izhar edip en muannit filozofu da teslime mecbur ediyor.
Meydandadır, isteyen bakabilir. Ve baksın, bu mâni, kırk beş sene evvel söylenen o sözden sonra nasıl kırıldığını görsün.
Evet, bazı muhakkikin-i İslâmiyenin bu yolda telifatları var. Bu sekizinci dehşetli mânianın zîr ü zeber olacağına emareler görünüyor.
Evet, şimdi olmasa da, otuz-kırk sene sonra fen ve hakiki mârifet ve medeniyetin mehasini, bu üç kuvveti tam teçhiz edip, cihazatını verip, o sekiz mânileri mağlûp edip dağıtmak için taharrî-i hakikat meyelânını ve insafı ve muhabbet-i insaniyeti, o sekiz düşman taifesinin sekiz cephesine göndermiş. Şimdi onları kaçırmaya başlamış. İnşaallah, yarım asır sonra onları darma dağın edecek.
Evet, meşhurdur ki: "En kat’î fazilet odur ki, düşmanları dahi o faziletin tasdikine şehadet etsin." İşte yüzer misallerinden iki misal:
Birincisi: On dokuzuncu asrın ve Amerika kıt’asının en meşhur filozofu Mister Carlyle, en yüksek sadasıyla, çekinmeyerek, filozoflara ve Hıristiyan âlimlerine neşriyatıyla bağırarak böyle diyor, eserlerinde şöyle yazmış:
"İslâmiyet gayet parlak bir ateş gibi doğdu. Sair dinleri kuru ağacın dalları gibi yuttu.
Hem bu yutmak İslâmiyetin hakkı imiş. Çünkü sair dinler-fakat Kur’ân’ın tasdikine mazhar olmayan kısmı-hiç hükmündedir."
Hem Mister Carlyle yine diyor:
"En evvel kulak verilecek sözlerin en lâyıkı Muhammed’in (aleyhissalâtü vesselâm) sözüdür. Çünkü, hakikî söz, onun sözleridir."
Hem yine diyor ki:
"Eğer hakikat-i İslâmiyette şüphe etsen, bedihiyat ve zaruriyat-ı kat’iyede iştibah edersin. Çünkü, en bedihî ve zarurî bir hakikat ise İslâmiyettir."
İşte bu meşhur filozof, İslâmiyet hakkında bu şehadetini, eserinde müteferrik yerde yazmış.
İkinci misal: Avrupa’nın asr-ı âhirde en meşhur bir filozofu Prens Bismark diyor ki:
"Ben bütün kütüb-ü semaviyeyi tetkik ettim. Tahrif olmalarına binaen, beşerin saadeti için aradığım hakikî hikmeti bulamadım. Fakat Muhammed’in (aleyhissalâtü vesselâm) Kur’ân’ını umum kütüplerin fevkinde gördüm. Her kelimesinde bir hikmet buldum. Bunun gibi beşerin saadetine hizmet edecek bir eser yoktur. Böyle bir eser, beşerin sözü olamaz.
Bunu Muhammed’in (aleyhissalâtü vesselâm) sözüdür diyenler, ilmin zaruriyatını inkâr etmiş olurlar. Yani, Kur’ân Allah kelâmı olduğu bedihidir."
İşte Amerika ve Avrupa’nın zekâ tarlaları Mister Carlyle ve Bismarck gibi böyle dâhi muhakkikleri mahsulât vermesine istinaden, ben de bütün kanaatimle derim ki:
Avrupa ve Amerika İslâmiyetle hamiledir; günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak. Nasıl ki Osmanlılar Avrupa ile hamile olup bir Avrupa devleti doğurdu.
Ey Cami-i Emevîdeki kardeşlerim ve yarım asır sonraki âlem-i İslâm camiindeki ihvanlarım! Acaba baştan buraya kadar olan mukaddemeler netice vermiyor mu ki, istikbalin kıt’alarında hakikî ve mânevî hâkim olacak ve beşeri dünyevî ve uhrevî saadete sevk edecek yalnız İslâmiyettir ve İslâmiyete inkılâp etmiş ve hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak İsevîlerin hakikî dinidir ki Kur’ân’a tâbi olur, ittifak eder.
İkinci cihet: Yani, maddeten İslâmiyetin terakkisinin kuvvetli sebepleri gösteriyor ki, maddeten dahi İslâmiyet istikbale hükmedecek.
Birinci cihet, mâneviyat cihetinde terakkiyatı ispat ettiği gibi; bu ikinci cihet dahi maddî terakkiyatını ve istikbaldeki hâkimiyetini kuvvetli gösteriyor. Çünkü âlem-i İslâmın şahs-ı mânevîsinin kalbinde, gayet kuvvetli ve kırılmaz "beş kuvvet" içtima ve imtizaç edip yerleşmiş. HAŞİYE3
HAŞİYE3
Evet, Kur’ân’ın üstadiyetinden ve dersinin işârâtından fehmediyoruz ki: Kur’ân, mu’cizat-ı enbiyayı zikretmesiyle, beşer, istikbalde terakki edeceğini, o mucizatın nazireleri istikbalde terakki ile vücuda geleceğini beşere ders verip teşvik ediyor:
"Haydi, çalış, bu mucizatın nümunelerini göster. Süleyman Aleyhisselâm gibi iki aylık yolu bir günde git. İsâ Aleyhisselâm gibi en dehşetli hastalığın tedavisine çalış. Hazret-i Mûsâ’nın asâsı gibi taştan ab-ı hayatı çıkar, beşeri susuzluktan kurtar. İbrahim Aleyhisselâm gibi ateş seni yakmayacak maddeleri bul, giy. Bazı enbiyalar gibi şark ve garpta en uzak sesleri işit, suretleri gör. Dâvud Aleyhisselâm gibi demiri hamur gibi yumuşat, beşerin bütün san’atına medâr olmak için demiri balmumu gibi yap. Yusuf Aleyhisselâm ve Nuh Aleyhisselâmın birer mucizesi olan saat ve gemiden nasıl çok istifade ediyorsunuz. Öyle de, sair enbiyanın size ders verdiği mucizelerden dahi o saat ve sefine gibi istifade ediniz, taklitlerini yapınız."
İşte, buna kıyasen, Kur’ân her cihetle beşeri, maddî, mânevî terakkiyata sevk etmek için ders veriyor, üstad-ı küll olduğunu ispat ediyor.
Birincisi: Bütün kemâlâtın üstadı ve üç yüz yetmiş milyon nefisleri bir tek nefis hükmüne getirebilen ve hakikî bir medeniyetle ve müsbet ve doğru fenlerle teçhiz edilmiş olan ve hiçbir kuvvet onu kıramayacak bir mahiyette bulunan hakikat-i İslâmiyettir.
İkinci kuvvet: Medeniyet ve san’atın hakikî üstadı ve vesilelerin ve mebâdilerin tekemmülüyle cihazlanmış olan şedid bir ihtiyaç ve belimizi kıran tam bir fakr, öyle bir kuvvettir ki, susmaz ve kırılmaz.
Üçüncü kuvvet: Yüksek şeylere müsabaka suretinde beşere yüksek maksatları ders veren ve o yolda çalıştıran ve istibdâdâtı parça parça eden ve ulvî hisleri heyecana getiren ve gıpta ve hased ve kıskançlık ve rekabetle ve tam uyanmakla ve müsabaka şevkiyle ve teceddüd meyliyle ve temeddün meyelânıyla teçhiz edilen üçüncü kuvvet, yalnız hürriyet-i şer’iyedir. Yani, insaniyete lâyık en yüksek kemalâta olan meyil ve arzu ile cihazlanmış olmak.
Dördüncü kuvvet: Şefkatle cihazlanmış şehamet-i imaniyedir. Yani tezellül etmemek, haksızlara, zâlimlere zillet göstermemek,
Birincisi: Bütün kemâlâtın üstadı ve üç yüz yetmiş milyon nefisleri bir tek nefis hükmüne getirebilen ve hakikî bir medeniyetle ve müsbet ve doğru fenlerle teçhiz edilmiş olan ve hiçbir kuvvet onu kıramayacak bir mahiyette bulunan hakikat-i İslâmiyettir.
İkinci kuvvet: Medeniyet ve san’atın hakikî üstadı ve vesilelerin ve mebâdilerin tekemmülüyle cihazlanmış olan şedid bir ihtiyaç ve belimizi kıran tam bir fakr, öyle bir kuvvettir ki, susmaz ve kırılmaz.
Üçüncü kuvvet: Yüksek şeylere müsabaka suretinde beşere yüksek maksatları ders veren ve o yolda çalıştıran ve istibdâdâtı parça parça eden ve ulvî hisleri heyecana getiren ve gıpta ve hased ve kıskançlık ve rekabetle ve tam uyanmakla ve müsabaka şevkiyle ve teceddüd meyliyle ve temeddün meyelânıyla teçhiz edilen üçüncü kuvvet, yalnız hürriyet-i şer’iyedir. Yani, insaniyete lâyık en yüksek kemalâta olan meyil ve arzu ile cihazlanmış olmak.
Dördüncü kuvvet: Şefkatle cihazlanmış şehamet-i imaniyedir. Yani tezellül etmemek, haksızlara, zâlimlere zillet göstermemek,
mazlumları da zelil etmemek. Yani, hürriyet-i şer’iyenin esasları olan müstebitlere dalkavukluk etmemek ve biçarelere tahakküm ve tekebbür etmemektir.
Beşinci kuvvet: İzzet-i İslâmiyedir ki, i’lâ-yı kelimetullahı ilân ediyor. Ve bu zamanda i’lâ-yı kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkıf; medeniyet-i hakikiyeye girmekle i’lâ-yı kelimetullah edilebilir. İzzet-i İslâmiyenin iman ile kat’î verdiği emri, elbette âlem-i İslâmın şahs-ı mânevîsi, o kat’î emri istikbalde tam yerine getireceğine şüphe edilmez.
Evet, nasıl ki eski zamanda İslâmiyetin terakkisi, düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzatını def etmek, silâhla, kılıçla olmuş. İstikbalde silâh, kılıç yerine hakikî medeniyet ve maddî terakki ve hak ve hakkaniyetin mânevî kılıçları düşmanları mağlûp edip dağıtacak.
Biliniz ki: Bizim muradımız, medeniyetin mehasini ve beşere menfaati bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki, ahmaklar o seyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip, taklit edip malımızı harap ettiler.
Ve dini rüşvet verip dünyayı da kazanamadılar. Medeniyetin günahları iyiliklerine galebe edip seyyiatı hasenatına racih gelmekle, beşer iki harb-i umumî ile iki dehşetli tokat yiyip o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşaallah, istikbaldeki İslâmiyetin kuvvetiyle medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek.
Evet, Avrupa’nın medeniyeti fazilet ve hüda üstüne tesis edilmediğinden, belki heves ve hevâ, rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden, şimdiye kadar medeniyetin seyyiatı hasenatına galebe edip ihtilâlci komitelerle kurtlaşmış bir ağaç hükmüne girdiği cihetle, Asya medeniyetinin galebesine kuvvetli bir medar, bir delil hükmündedir. Ve az vakitte galebe edecektir.
Acaba istikbale karşı ehl-i iman ve İslâm için böyle maddî ve mânevî terakkiyata vesile ve kuvvetli, sarsılmaz esbab varken ve demiryolu gibi istikbal saadetine yol açıldığı halde, nasıl meyus olup ye’se düşüyorsunuz ve âlem-i İslâmın kuvve-i mâneviyesini de kırıyorsunuz? Ve yeis ve ümitsizlikle
zannediyorsunuz ki, "Dünya herkese ve ecnebilere terakki dünyasıdır. Fakat, yalnız biçare ehl-i İslâm için tedennî dünyası oldu" diye pek yanlış bir hatâya düşüyorsunuz.
Mâdem meylülistikmal (tekâmül meyli) kâinatta fıtrat-ı beşeriyede fıtraten derc edilmiş. Elbette, beşerin zulüm ve hatasıyla başına çabuk bir kıyamet kopmazsa, istikbalde hak ve hakikat, âlem-i İslâmda nev-i beşerin eski hatîatına kefaret olacak bir saadet-i dünyeviyeyi de gösterecek inşaallah.
Evet, bakınız, zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde ve müntehâsı birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazan terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazan tedennî içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşaallah. Hakikat-i İslâmiyenin güneşiyle, sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi rahmet-i İlâhiyeden bekleyebilirsiniz.
Dersin başında, bir buçuk bürhanı dâvâmıza şahit göstereceğiz demiştik. Şimdi bir
bürhan mücmelen bitti. O dâvânın yarı bürhanı da şudur ki:
Fenlerin casus gibi tetkikatıyla ve hadsiz tecrübelerle sabit olmuş ki, kâinatın nizamında galib-i mutlak ve maksud-u bizzat ve Sâni-i Zülcelâlin hakikî maksatları, hayır ve hüsün ve güzellik ve mükemmeliyettir. Çünkü kâinata ait fenlerden her bir fen, küllî kaideleriyle bahsettiği nev ve taifede öyle bir intizam ve mükemmeliyet gösteriyor ki, ondan daha mükemmel, akıl bulamıyor. Meselâ, tıbba ait teşrih-i beden-i insanî fenni ve kozmoğrafyaya tabi manzume-i şemsiye fenni, nebatât ve hayvanâta ait fenler gibi bütün fenlerin her birisi, küllî kaideleriyle o bahsettiği kısımda Sâni-i Zülcelâlin o nevideki nizamında mu’cizât-ı kudretini ve hikmetini ve hakikatini gösteriyor.
Hem istikra-i tâmme ve tecrübe-i umumî gösteriyor, netice veriyor ki: Şer, kubh, çirkinlik, bâtıl, fenalık, hilkat-i kâinatta cüz’îdir. Maksut değil, tebeîdir ve
"O herşeyi en güzel şekilde yarattı." Secde Sûresi, 32:7.
dolayısıyladır. Yani, meselâ çirkinlik, çirkinlik için kâinata girmemiş; belki güzelliğin bir hakikati çok hakikatlere inkılâp etmek için, çirkinlik bir vâhid-i kıyasî olarak hilkate girmiş. Şer, hattâ şeytan dahi, beşerin hadsiz terakkiyatına müsabaka ile vesile olmak için beşere musallat edilmiş. Bunlar gibi, cüz’î şerler, çirkinlikler, küllî güzelliklere, hayırlara vesile olmak için kâinatta halk edilmiş.
İşte, kâinatta hakikî maksat ve netice-i hilkat, istikra-i tâmme ile ispat ediyor ki, hayır ve hüsün ve tekemmül esastır ve hakikî maksut onlardır. Elbette beşer, bu kadar zulmî küfriyatlarıyla zemin yüzünü mülevves ve perişan ettikleri halde, cezasını görmeden ve kâinattaki maksud-u hakikîye mazhar olmadan dünyayı bırakıp ademe kaçamayacak, belki Cehennem hapsine girecek.
Hem istikrâ-i tâmme ile ve fenlerin tahkikatıyla sabit olmuş ki, mahlûkat içinde en mükerrem, en ehemmiyetli beşerdir. Çünkü beşer, hilkat-i kâinattaki zahirî esbab ve neticelerinin mabeynindeki basamakları ve teselsül eden illetlerin ve sebeplerin münasebetlerini aklıyla keşfedip san’at-ı İlâhiyeyi ve muntazam hikmeti icadat-ı Rabbaniyenin taklidini
sanatçığıyla yapmak ve ef’âl-i İlâhiyeyi anlamak için ve san’at-ı İlâhiyeyi bilmek ve cüz’î ilmiyle ve sanatlar¨yla anlamak için bir mizan, bir mikyas kendi cüz’î ihtiyarıyla işlediği maddelerle, Halık-ı Zülcelâlin küllî, muhît ef’âl ve sıfatlarını bilerek kâinatın en eşref, en ekrem mahlûku beşer olduğunu ispat ediyor.
Hem İslâmiyetin kâinata ve beşere ait hakikatlerinin şehadetiyle mükerrem beşer içinde en eşref ve en âlâsı, ehl-i hak ve hakikat olan ehl-i İslâmiyet, hem istikrâ-i tâmme ile, tarihlerin şehadetiyle, en mükerrem beşer içindeki en müşerref olan ehl-i hakkın içinde dahi bin mu’cizâtı ve çok yüksek ahlâkının ve İslâmiyet ve Kur’ân hakikatlerinin şehadetiyle en efdal, en yüksek olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır.
Madem bu yarı bürhanın üç hakikati böyle haber veriyor. Acaba hiç mümkün müdür ki, nev-i beşer, şekavetiyle bu kadar fenlerin şehadetini cerh edip, bu istikrâ-i tâmmeyi kırıp, meşiet-i İlâhiyeye ve kâinatı içine alan hikmet-i ezeliyeye karşı temerrüd edip, şimdiye kadar ekseriyetle yaptığı gibi, o zâlimane vahşetinde ve mütemerridâne küfründe ve
dehşetli tahribatında devam edebilsin? Ve İslâmiyet aleyhinde bu halin devam etmesi hiç mümkün müdür?
Ben bütün kuvvetimle, hadsiz lisanım olsa, o hadsiz lisanlarla kasem ederim ki, âlemi bu nizam-ı ekmel ile, bu kâinatı zerreden seyyarata kadar, sinek kanadından semavat kandillerine kadar nihayet bir hikmet-i intizam ile halkeden Hakîm-i Zülcelâle ve Sâni-i Zülcemâle o hadsiz lisanlarla kasem ediyoruz ki, beşer hiçbir cihetle bütün enva-i kâinata muhalif olarak ve küçük kardeşleri olan sair tâifelere zıt olarak kâinattaki nizama, küllî şerleriyle muhalefet edip nev-i beşerde şerrin hayra galebesine binler senede sebep olan o zakkumları yiyip hazmetmesi mümkün değil.
Bunun imkânı ancak ve ancak bu farz-ı muhal ile olabilir ki, beşer bu âleme emanet-i kübrâ mertebesinde ve halife-i rû-yi zemin makamında sair envâ-ı kâinata büyük ve mükerrem bir kardeş olduğu halde en edna, en berbat, en perişan, en muzır ve ehemmiyetsiz, hırsızcasına ve dolayısıyla bu kâinat içine girmiş, karıştırmış. Bu farz-ı muhal, hiçbir cihetle kabul olunamaz.
Bu hakikat için, elbette bu yarım bürhanımız netice veriyor ki, âhirette cennet ve cehennemin zarurî vücutları gibi hayır ve hak din istikbalde mutlak galebe edecektir. Tâ ki, nev-i beşerde dahi sair neviler gibi hayır ve fazilet galib-i mutlak olacak. Tâ beşer de sair kâinattaki kardeşlerine müsâvi olabilsin ve sırr-ı hikmet-i ezeliye nev-i beşerde dahi "takarrur etti" denilebilsin.
Elhasıl: Madem mezkûr kat’i hakikatlarla bu kâinatta en müntehap netice ve Halıkın nazarında en ehemmiyetli mahlûk beşerdir. Elbette ve elbette ve hayat-ı bakiyede cennet ve cehennemi, bilbedahe, beşerdeki şimdiye kadar zâlimane vaziyetler cehennemin vücudunu; ve fıtratındaki küllî istidâdat-ı kemaliyesi ve kâinatı alâkadar eden hakaik-i imaniyesi, cenneti bedahetle istilzam ettiği gibi, her halde iki harb-i umumî ile ettiği ve kâinatı ağlattıran cinayetleri ve yuttuğu zakkum şerleri hazmetmediği için kustuğu ve zeminin bütün yüzünü pislendirdiği vaziyetiyle, beşeriyeti en berbat bir dereceye düşürüp bin senelik terakkiyatını zir ü zeber etmek cinayetini beşer hazmetmeyecek. Her halde çabuk başında bir kıyamet kopmazsa, hakaik-i İslâmiye beşeri
esfel-i safilîn derece-i sukutundan kurtarmaya ve rû-yi zemini temizlemeye ve sulh-u umumiyi temin etmeye vesile olmasını Rahman-ı Rahîm’in rahmetinden niyaz ediyoruz ve ümit ediyoruz ve bekliyoruz.
İKİNCİ KELİME: Ki, müddet-i hayatımda tecrübelerimle fikrimde tevellüd eden şudur:
Yeis en dehşetli bir hastalıktır ki, âlem-i İslâmın kalbine girmiş. İşte o yeistir ki bizi öldürmüş gibi, garpta bir-iki milyonluk küçük bir devlet, şarkta yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke hükmüne getirmiş. Hem o yeistir ki, yüksek ahlâkımızı öldürmüş, menfaat-i umumiyeyi bırakıp menfaat-ı şahsiyeye nazarımızı hasrettirmiş. Hem o yeistir ki, kuvve-i mâneviyemizi kırmış. Az bir kuvvetle, imandan gelen kuvve-i mâneviye ile şarktan garba kadar istilâ ettiği halde, o kuvve-i mâneviye-i harika meyusiyetle kırıldığı için, zâlim ecnebîler dört yüz seneden beri üç yüz milyon Müslümanı kendilerine esir etmiş. Hattâ bu yeisle, başkasının lâkaytlığını ve füturunu kendi tembelliğine özür zannedip neme lâzım der, "Herkes benim gibi berbattır" diye şehamet-i
imaniyeyi terk edip hizmet-i İslâmiyeyi yapmıyor. Madem bu derece bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi öldürüyor. Biz de o kàtilimizden kısasımızı alıp öldüreceğiz. -1- kılıcıyla o yeisin başını parçalayacağız. -2- hadisinin hakikatiyle belini kıracağız inşaallah
Yeis, ümmetlerin, milletlerin "seretan" denilen en dehşetli bir hastalığıdır. Ve kemalâta mâni ve -3- hakikatine muhaliftir; korkak, aşağı ve âcizlerin şe’nidir, bahaneleridir. Şehamet-i İslâmiyenin şe’ni değildir. Hususan Arap gibi nev-i beşerde medar-ı iftihar yüksek seciyelerle mümtâz bir kavmin şe’ni olamaz. Âlem-i İslâm milletleri Arabın metanetinden ders almışlar.
1 "Rahmet-i İlâhiyeden ümidinizi kesmeyiniz." Zümer Sûresi, 39:53.
3 "Kulum Beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim." Buharî, Tevhid: 15, 35; Müslim, Tevbe: 2, 19; Tirmizî, Zühd: 51, Da’avât: 131; İbn-i Mâce, Edeb: 58; Dârimî, Rikak: 22; Müsned, 2:251, 315, 391, 412, 445, 482, 516, 517, 524, 534, 539, 3:210, 277, 491, 4:106.
İnşaallah, yine Araplar ye’si bırakıp, İslâmiyetin kahraman ordusu olan Türklerle hakikî bir tesânüd ve ittifak ile el ele verip Kur’ân’ın bayrağını dünyanın her tarafında ilân edeceklerdir.
ÜÇÜNCÜ KELİME : Ki, bütün hayatımdaki tahkikatımla ve hayat-ı içtimaiyenin çalkamasıyla, hülâsa ve zübdesi bana kat’î bildirmiş ki: Sıdk, İslâmiyet’in üssü’l-esasıdır ve ulvî seciyelerinin rabıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır. Öyleyse, hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip onunla mânevî hastalıklarımızı tedâvi etmeliyiz.
Evet sıdk ve doğruluk İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu, alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık, muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise, Sâni-i Zülcelâlin kudretine iftira etmektir.
Küfür, bütün envâıyla kizbdir, yalancılıktır. İman sıdktır, doğruluktur. Bu sırra binaen, kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var; Şark ve Garp kadar birbirinden uzak olmak lâzım geliyor. Nar ve nur gibi birbirine girmemek lâzım. Halbuki, gaddar siyaset ve zâlim
propaganda birbirine karıştırmış, beşerin kemâlâtını da karıştırmış. HAŞİYE4
HAŞİYE4
Ey kardeşlerim! Kırk beş sene evvel Eski Said’in bu dersinden anlaşılıyor ki, o Said siyasetle, içtimaiyat-ı İslâmiye ile ziyade alâkadardır. Fakat sakın zannetmeyiniz ki, o, dini siyasete âlet veya vesile yapmak mesleğinde gitmiş. Hâşâ, belki o bütün kuvvetiyle siyaseti dine âlet ediyormuş. Ve derdi ki: "Dinin bir hakikatini bin siyasete tercih ederim." Evet, o zamanda kırk-elli sene evvel hissetmiş ki, bazı münafık zındıkların siyaseti dinsizliğe âlet etmeye teşebbüs niyetlerine ve fikirlerine mukabil, o da bütün kuvvetiyle siyaseti İslâmiyetin hakaikine bir hizmetkâr, bir âlet yapmaya çalışmış.
Fakat o zamandan yirmi sene sonra gördü ki: O gizli münafık zındıkların garplılaşmak bahanesiyle siyaseti dinsizliğe âlet yapmalarına mukabil, bir kısım dindar ehl-i siyaset, dini siyaset-i İslâmiyeye âlet etmeye çalışmışlardı. İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tabi olamaz. Ve âlet yapmak, İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir. Hattâ, Eski Said o çeşit siyaset tarafgirliğinden gördü ki:
Bir sâlih âlim, kendi fikr-i siyasisine muvafık bir münâfıkı hararetle senâ etti ve siyasetine muhalif bir salih hocayı tenkit ve tefsik etti.
Eski Said ona dedi: "Bir şeytan senin fikrine yardım etse rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa lânet edeceksin."
Bunun için, Eski Said dedi. Ve otuz beş seneden beri siyaseti terk etti.*
Said Nursî
*Siyaseti Yeni Said bütün bütün terk ettiği için bakmadığından, Esk Said’in siyasete temas eden Hutbe-i Şamiye dersinin (onun yerine) tercümesi yazıldı.
HAŞİYENİN HAŞİYESİ Hem Üstadımızın yirmi yedi senelik hayatı ve yüz otuz parça kitabı ve mektupları, üç mahkeme (** Şimdi yüz mahkeme.) ve hükûmet memurları tarafından tam tetkik edildiği ve aleyhinde çalışan zâlim mürted ve münafıklara karşı mecbur da olduğu halde, hattâ idamı için gizli emir verildiği halde, dini siyasete âlet ettiğine dair en ufak bir emâre bulamamaları, dini siyasete âlet etmediğini kat’î ispat ediyor. Ve hayatını yakından tanıyan biz Nur şakirtleri ise, bu fevkalâde hale karşı hayranlık duymakta ve Risale-i Nur dairesindeki hakikî ihlâsa bir delil saymaktayız.
Nur şakirtleri
Bu sıdk ve kizb, küfür ve iman kadar birbirinden uzak. Asr-ı Saadette sıdk vasıtasıyla Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın âlâ-yı illiyyîne çıkması ve o sıdk anahtarıyla hakaik-i imaniye ve hakaik-i kâinat hazinesi açılması sırrıyla, içtimaiyat-ı beşeriye çarşısında sıdk en revaçlı bir mal ve satın alınacak en kıymetli bir metâ hükmüne geçmiş. Ve kizb vasıtasıyla Müseylime-i Kezzabın emsâli, esfel-i sâfiline sukut etmiş. Ve kizb o
zamanda küfriyat ve hurafatın anahtarı olduğunu o inkılâb-ı azîm gösterdiğinden, kâinat çarşısında en fena, en pis bir mal olup, o malı satın almak değil, herkes nefret etmesi hükmüne geçen kizb ve yalana, elbette o inkılâb-ı azîmin saff-ı evveli olan ve fıtratlarında en revaçlı ve medâr-ı iftihar şeyleri almak ve en kıymetli ve revaçlı mallara müşteri olmak fıtratında bulunan Sahabeler, elbette, şüphesiz bilerek ellerini yalana uzatmazlar. Kizb ile kendilerini mülevves etmezler. Müseylime-i Kezzaba kendilerini benzetemezler. Belki, bütün kuvvetleriyle ve meyl-i fıtrîleriyle en revaçlı mal ve en kıymettar metâ ve hakikatlerin anahtarı, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın âlâ-yı illiyyîne çıkmasının basamağı olan sıdk ve doğruluğa müşteri olup, mümkün olduğu kadar sıdktan ayrılmamaya çalıştıklarından, ilm-i hadisçe ve ulema-i şeriat içinde bir kaide-i mukarrere olan, "Sahabeler daima doğru söylerler. Onlardaki rivayet, tezkiyeye muhtaç değil. Peygamberden (aleyhissalâtü vesselâm) rivayet ettikleri hadisler, bütün sahihtir" diye, ehl-i şeriat ve ehl-i hadisin ittifakına kat’î hüccet, bu mezkûr hakikattir.
İşte, Asr-ı Saadetteki inkılâb-ı azîm, sıdk ile kizb, iman ile küfür kadar birbirinden uzak iken, zaman geçtikçe, gele gele birbirine yakınlaştı. Ve siyaset propagandası bazan yalana ziyade revaç verdi. Fenalık ve yalancılık bir derece meydan aldı. İşte bu hakikat içindir ki, Sahabelere kimse yetişemez. Yirmi Yedinci Sözün Zeyli olan Sahabeler hakkındaki risaleye havale edip kısa kesiyoruz.
Ey bu Cami-i Emevideki kardeşlerim! Ve kırk-elli sene sonra âlem-i İslâm mescid-i kebirindeki dört yüz milyon ehl-i iman olan ihvanımız! Necat yalnız sıdkla, doğrulukla olur. Urvetü’l-vuska sıdktır. Yani, en muhkem ve onunla bağlanacak zincir, doğruluktur.
Amma maslahat için kizb ise, zaman onu neshetmiş. Maslahat ve zaruret için bazı âlim "muvakkat" fetvâsı vermişler. Bu zamanda o fetvâ verilmez. Çünkü, o kadar su-i istimal edilmiş ki, yüz zararı içinde bir menfaati olabilir. Onun için hüküm maslahata bina edilmez.
Meselâ seferde namazı kasretmenin sebebi, meşakkattir. Fakat illet olamaz. Çünkü muayyen bir haddi yok; su-i istimale düşebilir. Belki illet, yalnız sefer olabilir. Aynen öyle de, maslahat dahi yalan söylemeye illet olamaz.
Çünkü muayyen bir haddi yok; su-i istimale müsait bir bataklıktır. Hükm-ü fetvâ ona bina edilmez. Öyleyse, 1 Yani, yol ikidir, üç değildir. Ya doğru, ya yalan, ya sükût değildir.
İşte şimdi beşerin ortadaki dehşetli yalancılığıyla ve tezviratlarıyla emniyet-i umumiyenin ve rû-yi zemin âsâyişlerinin zîr ü zeber olması, kizble ve maslahatın su-i istimâliyle olmasından, elbette o üçüncü yolu kapatmaya beşer mecbur ediyor ve kat’î emir veriyor. Yoksa, bu yarım asırda gördükleri umumî harpler ve dehşetli inkılâplar ve sukutlar ve tahribatlar, başlarına bir kıyameti koparacak.
Evet, her söylediğin doğru olmalı; fakat her doğruyu söylemek doğru değil. Bazan zarar verse sükût etmek... Yoksa yalana hiç fetva yok. Her söylediğin hak olmalı; fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yok. Çünkü hâlis olmazsa su-i tesir eder, hak, haksızlıkta sarf olur.
DÖRDÜNCÜ KELİME: Bütün hayatımda, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeden kat’î bildiğim ve tahkikatların bana
Ya doğru, ya sükût.
verdiği netice şudur ki:
Muhabbete en lâyık şey muhabbettir; ve husumete en lâyık sıfat husumettir. Yani, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyade sevilmeye ve muhabbete lâyıktır. Ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi zîr ü zeber eden düşmanlık ve adâvet, her ¸eyden ziyade nefrete ve adâvete ve ondan çekilmeye müstahak ve çirkin ve muzır bir sıfattır. Bu hakikat Risale-i Nur’un Yirmi İkinci Mektubunda izahıyla beyan edildiğinden burada kısa bir işaret ediyoruz. Şöyle ki:
Husumet ve adâvetin vakti bitti. İki harb-i umumî adâvetin ne kadar fena ve tahrip edici ve dehşetli zulüm olduğunu gösterdi. İçinde hiçbir fayda olmadığı tezahür etti. Öyleyse, düşmanlarımızın seyyiatı-tecavüz olmamak şartıyla-adâvetinizi celb etmesin. Cehennem ve azab-ı İlâhî kâfidir onlara...
Bazan insanın gururu ve nefisperestliği, şuursuz olarak, ehl-i imana karşı haksız olarak adâvet eder; kendini haklı zanneder. Halbuki, bu husumet ve adâvetle, ehl-i imâna karşı muhabbete vesile olan iman, İslâmiyet ve cinsiyet gibi kuvvetli esbabı istihfaf etmektir, kıymetlerini tenzil etmektir.
Adâvetin ehemmiyetsiz esbablarını, muhabbetin dağ gibi sebeplerine tercih etmek gibi bir divâneliktir.
Madem muhabbet adâvete zıttır; ziya ve zulmet gibi hakikî içtima edemezler. Hangisinin esbabı galip ise, o hakikatiyle kalbde bulunacak; onun zıddı hakikatıyla olmayacak. Meselâ, muhabbet hakikatiyle bulunsa, o vakit adâvet şefkate, acımaya inkılâp eder. Ehl-i imana karşı vaziyet budur. Yahut adâvet hakikatiyle kalbde bulunsa, o vakit muhabbet, mümaşat ve karışmamak, zahiren dost olmak suretine döner. Bu ise tecavüz etmeyen ehl-i dalâlete karşı olabilir.
Evet, muhabbetin sebepleri, iman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve mânevî kalelerdir. Adâvetin sebepleri, ehl-i imana karşı küçük taşlar gibi bir kısım hususî sebeplerdir. Öyleyse, bir Müslümana hakikî adâvet eden, o dağ gibi muhabbet esbablarını istihfaf etmek hükmünde büyük bir hatâdır.
Elhasıl: Muhabbet, uhuvvet, sevmek, İslâmiyetin mizacıdır, rabıtasıdır. Ehl-i adâvet, mizacı bozulmuş bir çocuğa benziyor ki, ağlamak ister; bir şey arıyor ki onunla ağlasın.
Sinek kanadı kadar ehemmiyetsiz bir şey ağlamasına bahane olur. Hem insafsız, bedbîn bir adama benzer ki, su-i zan mümkün oldukça hüsn-ü zan etmez. Bir seyyie ile on haseneyi örter. Bu ise, seciye-i İslâmiye olan insaf ve hüsn-ü zan bunu reddeder.
BEŞİNCİ KELİME : Meşveret-i şer’iyeden aldığım ders budur: Şu zamanda bir adamın bir günahı, bir kalmıyor. Bazan büyür, sirayet eder, yüz olur. Bir tek hasene bazan bir kalmıyor. Belki bazan binler dereceye terakki ediyor. Bunun sırr-ı hikmeti şudur:
Hürriyet-i şer’iye ile meşveret-i meşrua, hakikî milliyetimizin hâkimiyetini gösterdi. Hakikî milliyetimizin esası, ruhu ise İslâmiyettir. Ve Hilâfet-i Osmaniye ve Türk Ordusunun o milliyete bayraktarlığı itibarıyla, o İslâmiyet milliyetinin sadefi ve kalesi hükmünde Arap ve Türk hakikî iki kardeş, o kale-i kudsiyenin nöbettarlarıdırlar.
İşte, bu kudsî milliyetin rabıtasıyla, umum ehl-i İslâm bir tek aşiret hükmüne geçiyor. Aşiretin efradı gibi, İslâm taifeleri de birbirine uhuvvet-i İslâmiye ile mürtebit ve alâkadar
olur. Birbirine mânen-lüzum olsa maddeten-yardım eder. Güya bütün İslâm taifeleri bir silsile-i nuraniye ile birbirine bağlıdır.
Nasıl ki bir aşiretin bir ferdi bir cinayet işlese, o aşiretin bütün efradı, o aşiretin düşmanı olan başka aşiretin nazarında müttehem olur. Güya her bir fert o cinayeti işlemiş gibi, o düşman aşiret onlara düşman olur. O tek cinayet, binler cinayet hükmüne geçer. Eğer o aşiretin bir ferdi, o aşiretin mahiyetine temas eden medar-ı iftihar bir iyilik yapsa, o aşiretin bütün efradı onunla iftihar eder. Güya her bir adam, aşirette o iyiliği yapmış gibi iftihar eder.
İşte bu mezkûr hakikat içindir ki, bu zamanda, hususan kırk-elli sene sonra, seyyie, fenalık işleyenin üstünde kalmaz. Belki milyonlar nüfus-u İslâmiyenin hukuklarına tecavüz olur. Kırk-elli sene sonra çok misalleri görülecek.
Ey bu sözlerimi dinleyen bu Cami-i Emevîdeki kardeşler ve kırk-elli sene sonra âlem-i İslâm camiindeki ihvân-ı Müslimîn! "Biz zarar vermiyoruz, fakat menfaat vermeye iktidarımız yok. Onun için mazuruz" diye böyle özür beyan etmeyiniz. Bu özrünüz kabul değil.
Tembelliğiniz ve neme lâzım deyip çalışmamanız ve ittihad-ı İslâm ile, milliyet-i hakikiye-i İslâmiye ile gayrete gelmediğiniz, sizler için gayet büyük bir zarar ve bir haksızlıktır.
İşte, seyyie böyle binlere çıktığı gibi, bu zamanda hasene-yani İslâmiyetin kudsiyetine temas eden iyilik-yalnız işleyene münhasır kalmaz. Belki o hasene, milyonlar ehl-i imana mânen fayda verebilir. Hayat-ı mâneviye ve maddîyesinin rabıtasına kuvvet verebilir. Onun için, neme lâzım deyip kendini tembellik döşeğine atmak zamanı değil!
Ey bu camideki kardeşlerim ve kırk-elli sene sonraki âlem-i İslâm mescid-i kebirindeki ihvanlarım! Zannetmeyiniz ki, ben bu ders makamına size nasihat etmek için çıktım. Belki buraya çıktım, sizden olan hakkımızı dâvâ ediyoruz. Yani, küçük taifelerin menfaati ve saadet-i dünyeviyeleri ve uhreviyeleri, sizin gibi büyük ve muazzam taife olan Arap ve Türk gibi hâkim üstadlarla bağlıdır. Sizin tembelliğiniz ve füturunuzla, biz biçare küçük kardeşleriniz olan İslâm taifeleri zarar görüyoruz. Hususan, ey muazzam ve büyük ve tam intibaha gelmiş veya gelecek olan Araplar, en evvel bu sözlerle sizinle konuşuyorum. Çünkü,
bizim ve bütün İslâm taifelerinin üstadlarımız ve imamlarımız ve İslâmiyetin mücahitleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk milleti o kudsî vazifenize tam yardım ettiler.
Onun için tembellikle günahınız büyüktür. Ve iyiliğiniz ve haseneniz de gayet büyük ve ulvîdir. Hususan kırk-elli sene sonra, Arap taifeleri, Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vaziyete girmeye, esarette kalan hâkimiyet-i İslâmiyeyi eski zaman gibi küre-i arzın nısfında, belki ekserisinde tesisine muvaffak olmanızı rahmet-i İlâhiyeden kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa, inşaallah nesl-i âti görecek.
Sakın kardeşlerim, tevehhüm, tahayyül etmeyiniz ki, ben şu sözlerimle siyasetle iştigal için himmetinizi tahrik ediyorum. Hâşâ! Hakikat-i İslâmiye bütün siyâsâtın fevkindedir. Bütün siyasetler ona hizmetkâr olabilir. Hiçbir siyasetin haddi değil ki, İslâmiyeti kendine âlet etsin.
Ben kusurlu fehmimle şu zamanda, heyet-i içtimaiye-i İslâmiyeyi, çok çark ve dolapları bulunan bir fabrika suretinde tasavvur ediyorum. O fabrikanın bir çarkı geri kalsa, yahut
bir arkadaşı olan başka bir çarka tecavüz etse, makinenin mihanikiyeti bozulur. Onun için, ittihad-ı İslâmın tam zamanı gelmeye başlıyor. Birbirinizin şahsî kusurlarına bakmamak gerektir.
Bunu da teessüf ve teellümle size beyan ediyorum ki: Ecnebîlerin bir kısmı, nasıl kıymettar malımızı ve vatanlarımızı bizden aldılar, onun bedeline çürük bir fiyat verdiler. Aynen öyle de, yüksek ahlâkımızı ve yüksek ahlâkımızdan çıkan ve hayat-ı içtimaiyeye temas eden seciyelerimizin bir kısmını da bizden aldılar, terakkilerine medar ettiler. Ve onun fiyatı olarak bize verdikleri, sefihane ahlâk-ı seyyieleridir, sefihane seciyeleridir.
Meselâ, bizden aldıkları seciye-i milliye ile, bir adam onlarda der: "Eğer ben ölsem milletim sağ olsun. Çünkü milletimin içinde bir hayat-ı bakiyem var." İşte, bu kelimeyi bizden almışlar ve terakkiyatlarında en metin esas da budur. Bizden hırsızlamışlar. Bu kelime ise, din-i haktan ve iman hakikatlerinden çıkar. O bizim, ehl-i imanın malıdır. Halbuki, ecnebîlerden içimize giren pis ve fena seciye itibarıyla bir hodgâm adam bizde diyor: "Ben susuzluktan ölsem, yağmur hiçbir daha dünyaya
gelmesin. Eğer ben görmezsem bir saadeti, dünya istediği gibi bozulsun." İşte bu ahmakane kelime dinsizlikten çıkıyor, âhireti bilmemekten geliyor. Hariçten içimize girmiş, zehirliyor.
Hem o ecnebîlerin bizden aldıkları fikr-i milliyetle, bir ferdi, bir millet gibi kıymet alıyor. Çünkü, bir adamın kıymeti himmeti nispetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir. Bazılarımızdaki dikkatsizlikten ve ecnebîlerin zararlı seciyelerini almamızdan, kuvvetli ve kudsî İslâmî milliyetimizle beraber, herkes "Nefsî, nefsî" demekle ve milletin menfaatini düşünmemekle, menfaat-i şahsiyesini düşünmekle, bin adam, bir adam hükmüne sukut eder.
Yani, kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan değil. Çünkü, insanın fıtratı medenîdir. Ebnâ-yı cinsini mülâhazaya mecburdur. Hayat-ı içtimaiye ile hayat-ı şahsiyesi devam edebilir.
Meselâ, bir ekmeği yese, kaç ellere muhtaç ve ona mukabil o elleri mânen öptüğünü ve giydiği libasla kaç fabrikayla alâkadar olduğunu kıyas ediniz. Hayvan gibi bir postla yaşayamadığından, ebnâ-yı cinsiyle fıtraten alâkadar olduğundan ve onlara mânevî bir fiyat vermeye mecbur bulunduğundan, fıtratıyla medeniyetperverdir. Menfaat-i şahsiyesine hasr-ı nazar eden, insanlıktan çıkar, mâsum olmayan câni bir hayvan olur. Bir ¸ey elinden gelmese, hakikî özrü olsa, o müstesna...
ALTINCI KELİME: Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şer’iyedir. âyet-i kerimesi, şûrâyı esas olarak emrediyor.
Evet, nasıl ki, nev-i beşerdeki telâhuk-u efkâr ünvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyatı ve fünunun esası olduğu gibi, en büyük kıt’a olan Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûrâ-yı hakikiyeyi yapmamasıdır.
"Onların aralarındaki işleri, istişare iledir." Şûrâ Sûresi, 42: 38.
Asya kıt’asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı şûrâdır. Yani, nasıl fertler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt’alar dahi o şûrâyı yapmaları lâzımdır ki, üç yüz, belki dört yüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların kayıtlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer’iye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer’iyedir ki, o hürriyet-i şer’iye, âdâb-ı şer’iye ile süslenip garp medeniyet-i sefihanesindeki seyyiatı atmaktır.
İmandan gelen hürriyet-i şer’iye iki esası emreder:
Yani, İman bunu iktiza ediyor ki, tahakküm ve istibdat ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek, ve zâlimlere tezellül etmemek... Allah’a hakikî abd olan, başkalara abd olamaz. Birbirinizi, Allah’tan başka kendinize Rab yapmayınız. Yani, Allah’ı tanımayan
herşeye, herkese nispetine göre bir rububiyet tevehhüm eder, başına musallat eder. Evet, hürriyet-i şer’iye Cenab-ı Hakkın Rahman, Rahîm tecellîsiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hassasıdır.
Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin! ?ûrâ kuvvet bulsun! Bütün levm ve itâb ve nefret, hevâ hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve selâmet, hüdâya tâbi olanlar üstüne olsun. Âmin.
Eğer denilse: Neden şûrâya bu kadar ehemmiyet veriyorsun? Ve beşerin, hususan Asya’nın, hususan İslâmiyetin hayatı ve terakkisi nasıl o şûrâ ile olabilir?
Elcevap: Nurun Yirmi Birinci Lem’a-i İhlâsında izah edildiği gibi, haklı şûrâ ihlâs ve tesanüdü netice verdiğinden, üç elif, yüz on bir olduğu gibi, ihlâs ve tesanüd-ü hakiki ile, üç adam, yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın hakikî ihlâs ve tesanüd ve
meşveretin sırrıyla, bin adam kadar iş gördüklerini, çok vukuat-ı tarihiye bize haber veriyor. Madem beşerin ihtiyacatı hadsiz ve düşmanları nihayetsiz, ve kuvveti ve sermayesi pek cüz’î; hususan dinsizlikle canavarlaşmış, tahribatçı, muzır insanların çoğalmasıyla, elbette ve elbette, o hadsiz düşmanlara ve o nihayetsiz hâcetlere karşı, imandan gelen nokta-i istinad ve o nokta-i istimdad ile beraber hayat-ı şahsiye-i insaniyesi dayandığı gibi, hayat-ı içtimaiyesi de yine imanın hakaikinden gelen şûrâ-yı şer’î ile yaşayabilir, o düşmanları durdurur, o hâcetlerin teminine yol açar.
• • •
Arabî Hutbe-i Şâmiye’nin
zeylinin kısa bir tercümesi
Hutbe-i ?âmiye’nin Arabî zeylinde, gayet lâtif bir temsille imandan gelen mânevî ve kırılmaz bir kahramanlık gösteriyor. Bu meselemiz münasebetiyle bir hülâsasını beyan ediyoruz:
Hürriyetin başında Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahati münasebetiyle, vilâyat-ı şarkiye namına ben de refakat ettim. Şimendiferimizde iki mektepli mütefennin arkadaşla bir mübahase oldu. Benden sual ettiler ki: "Hamiyet-i diniye mi, yoksa hamiyet-i milliye mi daha kuvvetli, daha lâzım?" O zaman dedim:
Biz Müslümanlar, indimizde ve yanımızda din ve milliyet bizzat müttehiddir. İtibarî, zahirî, ârızî bir ayrılık var. Belki din, milliyetin hayatı ve ruhudur. İkisine birbirinden ayrı ve farklı bakıldığı zaman, hamiyet-i diniye avâm ve havassa şâmil oluyor. Hamiyet-i milliye,
yüzden birisine (yani, menâfi-i şahsiyesini millete feda edene) has kalır. Öyleyse, hukuk-u umumiye içinde hamiyet-i diniye esas olmalı. Hamiyet-i milliye, ona hâdim ve kuvvet ve kalesi olmalı. Hususan, biz şarklılar, garplılar gibi değiliz. İçimizde kalplere hâkim hiss-i dinîdir. Kader-i ezelî ekser enbiyayı şarkta göndermesi işaret ediyor ki, yalnız hiss-i dinî şarkı uyandırır, terakkiye sevk eder. Asr-ı Saadet ve Tâbiîn bunun bir bürhan-ı kat’îsidir.
Ey bu hamiyet-i diniye ve milliyeden hangisine daha ziyade ehemmiyet vermek lâzım geldiğini soran bu şimendifer denilen medrese-i seyyarede ders arkadaşlarım! Ve şimdi, zamanın şimendiferinde istikbal tarafına bizimle beraber giden bütün mektepliler! Size de derim ki:
"Hamiyet-i diniye ve İslâmiyet milliyeti, Türk ve Arap içinde tamamıyla mezc olmuş ve kabil-i tefrik olamaz bir hale gelmiş. Hamiyet-i İslâmiye, en kuvvetli ve metin ve arştan gelmiş bir zincir-i nuranîdir. Kırılmaz ve kopmaz bir urvetü’l-vüskadır. Tahrip edilmez, mağlûp olmaz bir kudsî kaledir" dediğim vakit, o iki münevver mektep muallimleri bana dediler:
Delilin nedir? Bu büyük dâvâya büyük bir hüccet ve gayet kuvvetli bir delil lâzım. Delil nedir?"
Birden, şimendiferimiz tünelden çıktı. Biz de başımızı çıkardık, pencereden baktık. Altı yaşına girmemiş bir çocuğu şimendiferin tam geçeceği yolun yanında durmuş gördük. O iki muallim arkadaşlarıma dedim:
İşte bu çocuk, lisan-ı haliyle sualimize tam cevap veriyor. Benim bedelime o mâsum çocuk bu seyyar medresemizde üstadımız olsun. İşte, lisan-ı hâli bu gelecek hakikati der:
Bakınız, bu dabbetü’l-arz, dehşetli hücum ve gürültüsü ve bağırmasıyla ve tünel deliğinden çıkıp hücum ettiği dakikada, geçeceği yolda bir metre yakınlıkta o çocuk duruyor. O dabbetü’l-arz tehdidiyle ve hücumunun tahakkümüyle bağırarak tehdit ediyor. "Bana rast gelenlerin vay haline!" dediği halde, o mâsum, yolunda duruyor. Mükemmel bir hürriyet ve harika bir cesaret ve kahramanlıkla, beş para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor. Bu dabbetü’l-arzın hücumunu istihfaf ediyor ve kahramancıklığıyla diyor: "Ey şimendifer! Sen ra’d ve gök gürültüsü gibi bağırmanla beni korkutamazsın.
"Sebat ve metanetinin lisan-ı haliyle güya der: "Ey şimendifer, sen bir nizamın esirisin. Senin gemin, senin dizginin, seni gezdirenin elindedir. Senin bana tecavüz etmen haddin değil. Beni istibdadın altına alamazsın. Haydi yolunda git, kumandanının izniyle yolundan geç."
İşte ey bu şimendiferdeki arkadaşlarım ve elli sene sonra fenlere çalışan kardeşlerim! Bu mâsum çocuğun yerinde Rüstem-i İrânî ve Herkül-ü Yunanî, o acip kahramanlıklarıyla beraber, tayy-ı zaman ederek o çocuk yerinde burada bulunduklarını farz ediniz. Onların zamanında şimendifer olmadığı için, elbette şimendiferin bir intizamla hareket ettiğine bir itikadları olmayacak. Birden bu tünel deliğinden, başında ateş, nefesi gök gürültüsü gibi, gözlerinde elektrik berkleri olduğu halde, birden çıkan şimendiferin dehşetli tehdit hücumuyla Rüstem ve Herkül tarafına koşmasına karşı, o iki kahraman ne kadar korkacaklar, ne kadar kaçacaklar! O harika cesaretleriyle bin metreden fazla kaçacaklar. Bakınız, nasıl bu dabbetü’l-arzın tehdidine karşı hürriyetleri, cesaretleri mahvolur. Kaçmaktan başka çare bulamıyorlar. Çünkü onlar, onun kumandanına
ve intizamına itikad etmedikleri için, mutî bir merkep zannetmiyorlar. Belki gayet müthiş, parçalayıcı vagon cesametinde yirmi arslanı arkasına takmış bir nevi arslan tevehhüm ederler.
Ey kardeşlerim ve ey elli sene sonra bu sözleri işiten arkadaşlarım! İşte, altı yaşına girmeyen bu çocuğa o iki kahramandan ziyade cesaret ve hürriyet veren ve çok mertebe onların fevkinde bir emniyet ve korkmamak hâletini veren, o mâsumun kalbinde hakikatin bir çekirdeği olan şimendiferin intizamına ve dizgini bir kumandanın elinde bulunduğuna ve cereyanı bir intizam altında ve birisi onu kendi hesabıyla gezdirmesine olan itikadı ve itminanı ve imanıdır. Ve o iki kahramanı gayet korkutan ve vicdanlarını vehme esir eden, onların, onun kumandanını bilmemek ve intizamına inanmamak olan câhilâne itikatsızlıklarıdır.
Bu temsilde, o mâsum çocuğun imanından gelen kahramanlık gibi, bin senede İslâm taifelerinin birkaç aşiretinin (Türk ve Türkleşmiş milletin) kalbinde yerleşen iman ve itikad cihetiyle, rû-yi zeminde yüz mislinden ziyade devletlere, milletlere karşı imanından gelen
bir kahramanlıkla, İslâmiyet ve kemalât-ı mâneviyenin bayrağını Asya ve Afrika’da ve yarı Avrupa’da gezdiren ve "Ölsem şehidim, öldürsem gaziyim" deyip ölümü gülerek karşılamakla beraber, dünyadaki müteselsil düşman hadisatlara kadar beşerin küllî istidadına karşı düşmanlık vaziyetini alan o dehşetli şimendiferlerin tehditlerine karşı imanın kahramanlığıyla mukabele edip korkmayan; kaza ve kader-i İlâhiyeye karşı imanın teslimiyetiyle korkmak, dehşet almak yerinde, hikmet ve ibret ve bir nevi saadet-i dünyeviyeyi kazanan, başta Türk ve Arap taifeleri ve bütün Müslüman kabileleri, o mâsum çocuk gibi fevkalâde bir mânevî kahramanlık gösterdikleri gösteriyor ki, istikbalin hâkim-i mutlakı, âhirette olduğu gibi, dünyada da İslâmiyet milliyetidir.
O iki temsilde, o iki acip kahramanın pek acip korku ve telâşlarına ve elemlerine sebep, onların adem-i itikadları ve cehaletleri ve dalâletleri olduğu gibi; Risale-i Nur’un yüzer hüccetlerle ispat ettiği bir hakikati ki, bu risalenin mukaddemesinde bir iki misali söylenmiş, mesele şudur ki:
Küfür ve dalâlet, bütün kâinatı ehl-i dalâlete binler müthiş düşmanlar taifeleri ve silsileleri gösteriyor. Kör kuvvet, serseri tesadüf, sağır tabiat elleriyle, manzume-i şemsiyeden tut, ta kalbdeki verem mikroplarına kadar binler taife düşmanlar biçare beşere hücum ettiklerini ve insanın câmi mahiyeti ve küllî istidadatı ve hadsiz ihtiyacatı ve nihayetsiz arzularına karşı mütemadiyen korku, elem, dehşet ve telâş vermesiyle, küfür ve dalâlet bir cehennem zakkumu olduğunu ve bu dünyada da sahibini bir cehennem içine koyduğunu; din ve imandan hariç binler fen ve terakkiyat-ı beşeriye o Rüstem ve Herkül’ün kahramanlıkları gibi beş para fayda vermediğini, yalnız iptal-i his nevinden muvakkaten o elîm korkuları hissetmemek için sefahet ve sarhoşlukla şırınga ediyor.
İşte, iman ve küfrün muvazenesi ahirette Cennet ve Cehennem gibi meyveleri ve neticeleri verdiği gibi, dünyada da imân bir mânevî cenneti temin ve ölümü bir terhis tezkeresine çevirmesini, ve küfür dünyada dahi bir mânevî cehennem ve hakikî saadet-i beşeriyeyi mahvetmesi ve ölümü bir idam-ı ebedî mahiyetine getirmesini kat’î bir his ve şuhuda istinad eden
Risale-i Nur’un yüzer hüccetlerine havale edip kısa kesiyoruz.
Bu temsilin hakikatini görmek isterseniz, başınızı kaldırınız, bu kâinata bakınız. Ne kadar şimendifer misilli balon, otomobil, tayyare, berriye ve bahriye gemiler, karada, denizde havada kudret-i Ezeliyenin nizam ve hikmetle halk ettiği yıldızların kürelerine ve kâinat ecramına ve hâdisatın silsilelerine ve müteselsil vakıatlarına bakınız.
Hem âlem-i şehadette ve cismanî kâinatta bunların vücudu gibi, âlem-i ruhanî ve mâneviyatta kudret-i ezeliyenin daha acip müteselsil nazîreleri var olduğunu, aklı bulunan tasdik eder, gözü bulunan çoğunu görebilir.
İşte, kâinat içinde maddî ve mânevî bütün bu silsileler, imânsız ehl-i dalâlete hücum ediyor, tehdit ediyor, korku veriyor, kuvve-i mâneviyesini zîr ü zeber ediyor. Ehl-i imana değil tehdit ve korkutmak, belki sevinç ve saadet, ünsiyet ve ümit ve kuvvet veriyor. Çünkü ehl-i iman, iman ile görüyor ki, o hadsiz silsileleri, maddî ve mânevî şimendiferleri, seyyar kâinatları mükemmel intizam ve hikmet dairesinde birer vazifeye sevk eden bir Sâni-i Hakîm onları çalıştırıyor. Zerre miktar vazifelerinde
şaşırmıyorlar, birbirine tecavüz edemiyorlar. Ve kâinattaki kemâlât-ı san’ata ve tecelliyat-ı cemâliyeye mazhar olduklarını görüp kuvve-i mâneviyeyi tamamıyla eline verip, saadet-i ebediyenin bir nümunesini iman gösteriyor.
İşte, ehl-i dalâletin imansızlıktan gelen dehşetli elemlerine ve korkularına karşı hiçbir şey, hiçbir fen, hiçbir terakkiyat-ı beşeriye buna karşı bir tesellî veremez, kuvve-i mâneviyeyi temin edemez. Cesareti zîr ü zeber olur. Fakat muvakkat gaflet perde çeker, aldatır.
Ehl-i iman, iman cihetiyle değil korkmak ve kuvve-i mâneviyesi kırılmak, belki o temsildeki mâsum çocuk gibi, fevkalâde bir kuvvet-i mâneviye ve bir metanetle ve imandaki hakikatle onlara bakıyor. Bir Sâni-i Hakîmin hikmet dairesinde tedbir ve iradesini müşahede eder, evham ve korkulardan kurtulur. "Sâni-i Hakîmin emri ve izni olmadan bu seyyar kâinatlar hareket edemezler, ilişemezler" deyip anlar. Kemal-i emniyetle, hayat-ı dünyeviyesinde de derecesine göre saadete mazhar olur. Kimin kalbinde imandan ve din-i haktan gelen bu hakikat çekirdeği vicdanında bulunmazsa ve nokta-i istinadı olmazsa, bilbedahe, temsildeki Rüstem ve Herkül’ün cesaretleri ve
kahramanlıkları kırıldığı gibi, onun cesareti ve kuvve-i mâneviyesi muzmahil olur ve vicdanı tefessüh eder. Ve kâinatın hadisatına esir olur. Her ¸eye karşı korkak bir dilenci hükmüne düşer. İmanın bu sırr-ı hakikatini ve dalâletin de bu dehşetli şekavet-i dünyeviyesini Risale-i Nur yüzer kat’î hüccetlerle ispat ettiğine binaen, bu pek uzun hakikati kısa kesiyoruz.
Acaba en ziyade kuvve-i mâneviyeye ve teselliye ve metanete ihtiyacını hissetmiş bu asırdaki beşer, bu zamanda o kuvve-i mâneviyeyi ve tesellîyi ve saadeti temin eden ve İslâmiyet ve imandaki nokta-i istinad olan hakaik-i imaniyeyi bırakıp, garplılaşmak ünvanıyla, İslâmiyet milliyetinden istifade yerine, bütün bütün kuvve-i mâneviyeyi kırıp ve teselliyi mahveden ve metanetini kıran dalâlet ve sefahete ve yalancı politika ve siyasete dayanmak, ne kadar maslahat-ı beşeriyeden ve menfaat-i insaniyeden uzak bir hareket olduğunu, pek yakın bir zamanda intibaha gelmiş, başta İslâm olarak, beşer hissedecek. Dünyanın ömrü kalmışsa Kur’ân’ın hakaikine yapışacak.
• • •
İşte, sabık temsil gibi, eski zamanda, Hürriyetin başında bazı dindar mebuslar, Eski
Said’e dediler:
"Sen her cihette siyaseti, dine, şeriata âlet ediyorsun ve dine hizmetkâr yapıyorsun ve yalnız şeriat hesabına hürriyeti kabul ediyorsun. Ve meşrutiyeti de meşruiyet suretinde beğeniyorsun. Demek, hürriyet ve meşrutiyet şeriatsız olamaz. Bunun için seni de ’?eriat isteriz’ diyenlerin içine Otuz Bir Mart’ta dahil ettiler."
Eski Said onlara demiş ki:
Evet, millet-i İslâmiyenin sebeb-i saadeti yalnız ve yalnız hakaik-i İslâmiye ile olabilir. Ve hayat-ı içtimaiyesi ve saadet-i dünyeviyesi şeriat-ı İslâmiye ile olabilir. Yoksa adalet mahvolur. Emniyet zîr-ü zeber olur. Ahlâksızlık, pis hasletler galebe eder. İş yalancıların, dalkavukların elinde kalır. Size bu hakikati ispat edecek binler hüccetten bir küçük nümune olarak, bu hikâyeyi nazar-ı dikkatinize gösteriyorum:
Bir zaman bir adam, bir sahrâda, bedevîler içinde ehl-i hakikat bir zatın evine misafir olur. Bakıyor ki, onlar mallarının muhafazasına ehemmiyet vermiyorlar. Hattâ ev sahibi, evinin köşesinde paraları oralarda açıkta bırakmış. Misafirhane sahibine dedi:
"Hırsızlıktan korkmuyor musunuz, böyle malınızı köşeye atmışsınız?"
Hane sahibi dedi: "Bizde hırsızlık olmaz." Misafir dedi:
"Biz paralarımızı kasalarımıza koyduğumuz ve kilitlediğimiz halde çok defalar hırsızlık oluyor."
Hane sahibi demiş: "Biz emr-i İlâhî namına ve adâlet-i şer’iye hesabına hırsızın elini kesiyoruz."
Misafir dedi: "Öyleyse çoğunuzun bir eli olmamak lâzım gelir."
Hane sahibi dedi: "Ben elli yaşına girdim, bütün ömrümde bir tek el kesildiğini gördüm."
Misafir taaccüp etti, dedi ki: "Memleketimizde her g¸n elli adamı hırsızlık ettikleri için hapse sokuyoruz. Sizin buradaki adaletinizin yüzde biri kadar tesiri olmuyor."
Hane sahibi dedi:
"Siz büyük bir hakikatten ve acip ve kuvvetli bir sırdan gaflet etmişsiniz, terk etmişsiniz. Onun için adaletin hakikatini kaybediyorsunuz. Maslahat-ı beşeriye yerine adalet perdesi altında garazlar, zâlimâne ve tarafgirâne cereyanlar müdahale eder, hükümlerin tesirini kırar. O hakkatin sırrı budur:
"Bizde bir hırsız elini başkasının malına uzattığı dakikada hadd-i şer’înin icrasını tahattur eder. Arş-ı İlâhîden nâzil olan emir hatırına gelir. İmânın hassasıyla, kalbin kulağıyla, kelâm-ı ezelîden gelen ve hırsız elinin idamına hükmeden âyetini hissedip işitir gibi iman ve itikadı heyecana ve hissiyat-ı ulviyesi harekete gelir. Ruhun etrafından, vicdanın derin yerlerinden, o sirkat meyelânına hücum gibi bir hâlet-i ruhiye hâsıl olur. Nefis ve hevesten gelen meyelân parçalanır, çekilir. Git gide, o meyelân bütün bütün kesilir. Çünkü, yalnız vehim ve fikir değil, belki mânevî kuvveleri (akıl, kalb ve vicdan) birden o hisse, o hevese, hücum eder.
"Hırsız erkeğin ve hırsız kadının da elini kesin." Mâide Sûresi, 5:38.
Hadd-i şer’îyi tahattur ile ulvî zecr ve vicdanî bir yasakçı o hissin karşısına çıkar, susturur.
"Evet, iman, kalbde, kafada daimî bir mânevî yasakçı bıraktığından, fena meyelânlar histen, nefisten çıktıkça ’yasaktır’ der, tard eder, kaçırır.
"Evet, insanın fiilleri kalbin, hissin temayülâtından çıkar. O temayülât, ruhun ihtisasatından ve ihtiyacatından gelir. Ruh ise, iman nuru ile harekete gelir. Hayır ise yapar, şer ise kendini çekmeye çalışır. Daha kör hisler onu yanlış yola sevk edip mağlûp etmez.
"Elhasıl: Had ve ceza, emr-i İlâhî ve adalet-i Rabbaniye namına icra edildiği vakit, hem ruh, hem akıl, hem vicdan, hem insaniyetin mahiyetindeki lâtifeleri müteessir ve alâkadar olurlar. İşte bu mânâ içindir ki, elli senede bir ceza, sizin her gün müteaddit hapsinizden ziyade bize fayda veriyor. Sizin adalet namı altındaki cezalarınız, yalnız vehminizi müteessir eder. Çünkü biriniz hırsızlığa niyet ettiği vakit, millet, vatan maslahatı ve menfaati hesabına cezaya çarpılmak vehmi gelir. Yahut insanlar eğer bilseler ona fena nazarla bakarlar. Eğer aleyhinde tebeyyün etse, hükûmet de
onu hapsetmek ihtimali hatırına geliyor. O vakit yalnız kuvve-i vâhimesi cüz’î bir teessür hisseder. Halbuki nefis ve hissinden çıkan-hususan ihtiyacı da varsa-kuvvetli bir meyelân galebe eder. Daha o fenalıktan vazgeçmek için o cezanız fayda vermiyor. Hem de emr-i İlâhî ile olmadığından, o cezalar da adalet değil. Abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi battal olur, bozulur. Demek, hakikî adalet ve tesirli ceza odur ki, Allah’ın emri namıyla olsun. Yoksa tesiri yüzden bire iner.
"İşte bu cüz’î sirkat meselesine sair küllî ve şümullü ahkâm-ı İlâhiye kıyas edilsin. Tâ anlaşılsın ki, saadet-i beşeriye dünyada adaletle olabilir. Adalet ise, doğrudan doğruya Kur’ân’ın gösterdiği yol ile olabilir."
Hikâyenin hülâsası bitti.
Eğer beşer çabuk aklını başına alıp adalet-i İlâhiye namına ve hakaik-i İslâmiye dairesinde mahkemeler açmazsa, maddî ve mânevî kıyametler başlarına kopacak, anarşilere, Ye’cüc ve Me’cüclere teslim-i silâh edecekler diye kalbe ihtar edildi.
İşte bu hikâyeyi o zamandaki bazı dindar meb’uslara Eski Said söylemiş. Ve iki defa
tab edilen Arabî Hutbe-i Şamiye’nin zeylinde kırk beş sene evvel yazılmış. HAŞİYE5
Şimdi bu hikâye ile evvelki temsil, o zamandan ziyade tam bu zamanın dersi olmasından, berâ-yı malûmat hakikî dindar meb’usların nazarına medar-ı ibret için gösteriyoruz.
Said Nursî
HAŞİYE5
Hutbe-i Şâmiye namında matbu Arabî risaleyi, Arabî bilmediğimiz için Üstadımızdan rica ettik ki, bize bir-iki gün ders ver. Birkaç gün zarfında söylediği dersin takririni kaleme aldık. Üstadımız dersi verdiği vakit, bazı cümlelerini zihnimizde tam yerleştirmek için tekrar ederdi. Âhirdeki temsil ve hikâyeyi izahlı bulduğumuzdan, en evvel onları üniversitelilerin ve dindar meb’usların nazarlarına göstermemizin sebebi: Üstadımız derse başladığı vakit "Eski zamanda şimendiferde mektepli o iki muallim yerine sizleri; ve bana şeriatın hakkındaki sual soran kırk beş sene evvelki meb’uslar yerine, şimdiki hakikî dindar meb’usları kabul ve tasavvur edip öylece konuşuyorum" dediği için, biz de ehl-i maarif ve dindar mebuslara, berâ-yı mâlûmat bu dersimizi gösteriyoruz. Sonra isterlerse Hutbe-i ?âmiye’den bütün dersimizi göstereceğiz. Münasip görülse neşir de edeceğiz.
Âlem-i İslâmdaki siyaset-i İslâmiyeye dair Üstadımızdan bir ders almak isterdik. Halbuki otuz beş seneden beri siyaseti terk ettiğinden Eski Said’in siyaset-i İslâmiyeye temas eden bu Hutbe-i Şâmiye tercümesi Eski Said hesabına bir derstir.
Tahirî, Zübeyir, Bayram, Ceylân,Sungur, Abdullah, Ziya, Sadık,Salih, Hüsnü, Hamza
Hutbe-i Şâmiye’nin
Zeylinin Zeyli
(Kırk iki sene evvel dini certdeler de neşredilen Said’in makàlesidir.)
Yaşasın Şeriat-ı Garrâ!..
26 Şubat 324
Dinî Ceride, 73.
Mart 1909
Ey meb’usân!
Uzunluğu ile berâber gàyet mûciz bir tek cümle söyleyeceğim. Dikkat ediniz, zîrâ itnâbında îcaz var. Şöyle ki:
Meşrûtiyet ve kànun-u esâsî denilen adâlet ve meşveret ve kànunda cem’-i kuvvet, bu ünvan ile berâber, asıl Mâlik-i Hakikî ve sâhib-i
Bu târih 1951 senesine âittir
ünvân-ı muhteşem (1) ve müessir ve adâlet-i mahzâyı mutazammın (2) ve nokta-i istinâdımızı temin eden (3) ve meşrûtiyeti bir esâs-ı metîne istinâd ettiren (4) ve ehvam ve şükûk sâhibini varta-i hayretten kurtaran (5) ve istikbal ve âhiretimizi tekeffül eden (6) ve menâfi-i umûmiye olan hukûkullâhı izinsiz tasamıftan sizi tahlis eden (7) ve hayât-ı milliyemizi muhafaza eden (8) ve umum ezhânı manyetizmalandıran (9) ve ecânibe karşı metânetimizi vé kemâlimizi ve mevcûdiyetimizi gösteren (10) ve sizi muâheze-i dünyeviye ve uhreviyeden kurtaran (11) ve maksat ve neticede ittihad-ı umûmiyeyi tesis eden ( 12) ve o ittihadın rûhu olan efkâr-ı âmmeyi tevlid eden (13) ve çürük mesâvi-i medeniyeti hudûd-u hürriyet ve medeniyetimize girmekten yasak eden (1·4) ve bizi Avrupa dilenciliğinden kurtaran ( 15) ve geri kaldığımız uzun mesâfe-i terakkîde-sırr-ı i’câza binâen-bir zamân-ı kâsirede tayyettiren (16) ve Arap ve Turan ve İran ve Sâmileri tevhid ederek az zamanla bize bir büyük kıymet veren (17) ve şahs-ı mânevî-i hükûmeti Müslüman gösteren (18) ve Kànun-u Esâsînin ruhunu ve On Birinci Maddeyi muhafaza ile sizi hıns-ı yeminden kurtaran (19) ve Avrupa’nın
eski zann-ı fasidlerini tekzib eden (20) Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm hâtem-i enbiyâ ve Şeriatın ebedî olduğunu tasdik ettiren (21) ve muharrib-i medeniyet olan dinsizliğe karşı sed çeken (22) ve zulmet-i tebâyün-ü efkâr ve teşettüt-ü ârâyı safha-i nûrânîsi ile ortadan kaldıran (23) ve umum ulemâ ve vâizleri ittihad ve saadet-i millete ve icraat-ı hükûmeti meşrûta-i meşruaya hâdim eden (24) ve adâlet-i mahzâsı merhametli olduğundan anâsır-ı gayr-ı müslimeyi daha ziyâde te’lif ve rapteden (25) ve en cebîn ve âmi adamı en cesur ve en has adam gibi hiss-i hakikî-i terakkî ve fedakârlık ve hubb-u vatanla mütehassis eden (26) ve hadim-i medeniyet olan sefâhet ve isrâfat ve havâyic-i gayr-i zarûriyeden bizi halâs eden (27) ve muhafaza-i âhiretle berâber imârı dünyâ etmekle sa’ye neşat veren (28) ve hayaât-ı medeniyet olan ahlâk-ı hasene ve hissiyât-ı ulviyenin düsturlarını öğreten (29) ve herbirinizi, ey meb’uslar elli bin kişinin takazasını, yâni haklarını sizden dâvâ etmelerini hakkınızda tebrie eden (30) ve sizi icmâ-i ümmete küçük bir misâl-i meşrû gösteren (31) ve hüsn-ü niyete binâen a’mâlinizi ibâdet gibi ettiren
Hadim-i medeniyet: medeniyeti yıkıcı.
(32) ve üç yüz milyon Müsl.ümanın hayât-ı mâneviyesine sû-i kasd ve cinâyetten sizi tahlis eden (33) ol "Şeriat-ı Garra" ünvâniyle gösterseniz ve hükümlerinize me’haz edinseniz ve düsturlarını tatbik etseniz; acabâ bu kadar fevâidi ile berâber ne gibi şey kaybedeceksiniz? Vesselâm.
Yaşasın Şeriat-ı Garra!
Said Nursi
Yaşasın Şeriat·ı Ahmedî (a.s.m.)
5 Mart 1325 (18 Mart 1909)
Dinî Ceride, No: 77
Şeriat-ı Garra, kelâm-ı Ezelîden geldiğinden ebede gidecektir. Nefs-i emmarenin istibdâd-ı rezîlesinden selâmetimiz, İslâmiyete istinat iledir. O hablü’l-metîne temessük iledir. Ve haklı hürriyetten hakkıyla istifade etmek îmandan istimdat iledir. Zira, Sâni-i âleme hakkıyla abd ve hizmetkâr olanın halka ubudiyete tenezzül etmemesi gerektir. Herkes. kendi âleminde bir kumandan olduğundan, âlem-i asgarında cihad-ı ekber ile mükelleftir. Ve ahlâk-ı Ahmediye ile tahalluk ve Sünnet-i Nebeviyeyi ihya ile muvazzaftır.
Ey evliyâ-yı umur! Tevfik isterseniz, kavanîn-i âdetullaha tevfik-i hareket ediniz. Yoksa tevfiksizlikle cevab-ı red alacaksınız. Zira, mâruf
umum enbiyanın memâlik-i İslâmiye ve Osmaniyeden zuhuru kader-i İlâhiyenin bir işaret ve remzidir ki, bu memleket insanlarının makina-i tekemmülâtının buharı diyanettir. Ve bu Asya ve Afrika tarlasının ve Rumeli bostanının çiçekleri, ziyâ-yı İslâmiyet ile neşv ü nema bulacaktır.
Dünya için din feda olunmaz. Gebermiş istibdadı muhafaza için vaktiyle mesâil-i Şeriat rüşvet verilirdi. Dinin mes’eleleri terk ve feda edilmesinden, zarardan başka ne faydası görüldü? Milletin kalb hastalığı, zåf-ı diyàtnettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir. Bizim cemaatimizin meşrebi, muhabbete muhabbet ve husûmete husûmettir. Yâni, beyne’I-İslâm muhabbete imdat ve husumet askerini bozmaktır.
Mesleğimiz ise ahlâk-ı Ahmediye (a.s.m.) ile tahallük ve Sünnet-i Peygamberîyi ihya etmektir. Ve rehberimiz, Şeriat-ı Garra ve kılıncımız da, berâhin-i kàtıa ve maksadımız Îlâ-yı, Kelimetullahtır. Cemaatimize herbir mü’min mânen müntesibdir. Sûreten intisab ise, Sünnet-i Nebebiyeyi kendi âleminde ihyaya azm-i kat’î iledir. En evvel mürşid-i umumî olan ulema ve meşâyih ve talebeyi, Şeriat nâmına ittihada dâvet ederiz.
Said Nursî
İhtar-ı mahsus
Gazeteci denilen huteba-i umumî iki kıyas-ı fâsidle milleti bataklığa düşürtmüştür.
Birincisi: Vilâyatı, İstanbul’a kıyas ederek... Halbuki elifbayı okumayan çocuklara felsefe dersi verilse sathî olur.
İkincisi: İstanbul’u Avrupa’ya kıyas etmişler. Halbuki, bir erkek, kadının kametinden istihsan ettiği libası giyinse maskara ve rezil olur.
Said Nursî
• • •
Hakîkat
26 Şubat 1324 (Mart 1909)
Dini Ceride, No: 70
Biz "KaIu Belâ"dan Cemiyet-i Muhammedîde (a.s.m.) dâhiliz. Cihetü’l-vahdet-i ittihadımız, Tevhiddir. Peyman ve yeminimiz, îmandır. Mâdem ki muvahhidiz, müttehidiz. Her bir mü’min, İlâ-yı Kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakkî etmektir. Zira, ecnebiler, fünun ve sanayi silâhiyle bizi istibdad-ı mânevîleri altında eziyorlar. Biz de fen ve sanat silâhiyle, Îlâ-yı Kelimetullahın en müthiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilâf-ı efkâra cihad edeceğiz. Ama, cihad-ı hâricîyi, Şeriat-ı Garranın berâhin-i katıasının elmas kılınçlarına havâle edeceğiz. Zîra, medenîlere galebe çalmak iknâ iledir. Söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedâileriyiz. Husumete vaktimiz
yoktur. Cumhuriyet ki, HAŞİYE adâlet ve meşveret ve kànunda inhisâr-ı kuvvetten ibârettir. On üç asır evvel Şeriat-ı Garra teessüs ettiğinden, ahkâmda Avrupa’ya dilencilik etmek, dini İslâma büyük bir cinâyettir. Ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir. Kuvvet kànunda olmalı. Yoksa istibdat tevzî olunmuş olur. hâkim ve âmir-i vicdanî olmalı. O da; mârifet-i tam ve medeniyet-i âmm veyâhut din-i İslâm namıyla olmalı. Yoksa istibdat daima hükümfermâ olacaktır.
İttifak hüdâdadır, hevâda ve heveste değil. İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar. Her şey hür oldu. Şeriat da hürdür, meşrutiyet de. Mesâil-i Şeriátı rüşvet verméyeceğiz. Başkasının kusuru, insanın kusuruna senet ve özür olamaz. Yeis mâni-i her kemâldir. "Neme lâzım, başkası düşünsün" istibdadın yadigârıdır. Bu cümlelerin mâbeynini rabtedecek olan mukaddematı, Türkçe bilmediğim için mütâliînin fikirlerine havale ediyorum,
Said Nursi
Arapça ibâre: Şüphesiz ki, Allah kuvvetli ve metânet sâhibidir.
HAŞİYE: O zaman meşrutiyet, şimdi o kelime yerine Cumhuriyet konuimuş.
Sadâ-yı Hakîkat
27 Mart 1909
Tarîk-ı Muhammedî (a.s.m), şüphe ve hil münezzeh olduğundan, şüphe ve hileyi ima eden gizlemekten de müstağnîdir. Hem de o derece azîm ve geniş ve muhit bir hakikat, bahusus bu zaman ehline karşı hiçbir cihetle saklanmaz. Bahr-ı umman nasıl bir destide saklanacak! Tekraren söylüyorum ki, ittihad-ı İslâm hakikatında olan ittihad-ı Muhammedînin (a.s.m.) cihetü’l-vahdeti Tevhid-i İlâhîdir. Peyman ve yemini de îmandır. Müntesibîni, umum mü’minlerdir. Nizamnâmesi, sünen-i Ahmediyedir (a.s.m.). Kànunu, evâmir ve nevâhi-i şer’iyedir. Bu ittihat; âdetten değil, ibâdettir.
İhfa, havf; riyâdandır. Farzda riyâ yoktur. Bu zamanın en büyük farz vazîfesi, ittihad-ı İslâmdır. Ittihadın hedef ve maksadı; o kadar uzun, münşaib, muhit, merâkiz ve maâbid-i İslâmiyeyi birbirine rabtettiren bir silsile-i nuraniyi
ihtizaza getirmekle onunla merbut olanları ikaz ve tarîk-ı terakkiye bir hâhiş ve emr-i vicdanî ile sevk etmektir. Bu ittihadın meşrebi mabbettir. Husumet ise, cehalet ve zaruret nifakadır. Gayr-i müslimler emin olsunlar ki bu ittihadımız bu üç sıfata hücumdur. Gayr-i müslime karşı harekecimiz iknadır. Zira, onları medenî biliriz. Ve İslâmiyeti mahbub ve ulvî göstèrmektir. Zira, onlan munsıf zannediyoruz. Lâübaliler iyi bilsinler ki, dinsizlikle kendilerini hiçbir ecnebiye sevdiremezler. Zîra, mesleksizliklerini göstermiş olurlar. Mesleksizlik, anarşilik sevilmez. Ve bu ittihada tahkik ile dahil olanlar, onları taklit edip çıkmazlar. İttihad-ı Muhammedî (a.s.m.) olan ittihad-ı İslâm’ın efkâr ve meslek ve hakikatını, etkâr-ı umumiyeye arz ederiz. Kimin bir itirazı varsa etsin; cevaba hazırız.
Farsça ibâre: Cihânın bütün arslanlarının bağlandığı bu zinciri hilekâr bir tilkinin koparmasına imkân var mıdır?
Neşrettiğim fihriste-i makasıddan terk ettiğim bir fıkradır. Şöyle ki:
Zahiren hariçten cereyan eden maarif-i cedidenin bir mecrâsı da bir kısım ehl-i medrese olmalı. Tâ gıll ü gıştan tasaffi etsin.
Zira, bulanıklığıyla başka mecrâdan taaffün ile gelmiş. Ve atâlet bataklığından neş’et ve istibdat sümumu ile teneffüs eden ve zulüm tazyikiyle ezilen efkâra bu müteaffin su, bazı aksülâmel yaptığından, misfat-ı şeriat ile süzdürmek zarurîdir. Bu da ehl-i medresenin dûş-u himmetine muhavveldir.
Said Nursî
• • •
Reddü’l-Evham
(31 Mart 1909)
İttihad-ı Muhammedî (aleyhissalâtü vesselâm) cemaatine isnad ettikleri dokuz evham-ı fâsideyi reddedeceğim.
Birinci vehim: Böyle nazik bir zamanda din meselesini ortaya atmak münasip görülmüyor.
Elcevap: Biz dini severiz. Dünyayı da yine din için severiz.
Saniyen: Madem ki Meşrutiyette hakimiyet millettedir. Mevcudiyet-i milleti göstermek lâzımdır. Milletimiz de yalnız İslâmiyettir. Zira Arap, Türk, Kürt, Arnavut, Çerkez ve Lâzların
Dinsiz dünyada hayır yoktur.
en kuvvetli ve hakikatli revâbıt ve milliyetleri İslâmiyetten başka bir şey değildir. Nasıl ki az ihmal ile tevâif-i mülûk temelleri atılmakta ve on üç asır evvel ölmüş olan asabiyet-i cahiliyeyi ihyâ ile fitne ikaz olunmaktadır. Ve oldu gördük...
İkinci vehim: Bu ünvan, tahsisiyle, müntesip olmayanları vehim ve telâşa düşürüyor.
Elcevap: Evvel de söylemiştim. Ya mütalâa olunmamış veya su-i tefehhüme uğramış olduğundan, tekrarına mecbur oldum. Şöyle ki:
İttihad-ı İslâm olan İttihad-ı Muhammedî (aleyhissalâtü vesselâm) dediğimiz vakit, umum mü’minlerin mabeyninde bilkuvve veya bilfiil sabit olan ittihad murattır. Yoksa, İstanbul ve Anadolu’daki cemaat murad değildir. Amma bir katre su da, sudur. Bu ünvandan tahsis çıkmaz. Tarif-i hakikîsi şöyledir:
Esas temeli, şarktan garba, cenuptan şimale mümted ve merkezi Haremeyn-i Şerifeyn ve cihet-i vahdeti tevhid-i İlâhî; peyman ve yemini imân; nizamnamesi, sünnet-i Ahmediye (aleyhissalâtü vesselâm); kanunnamesi, evâmir ve nevâhî-i şer’iye; kulüp ve encümenleri,
umum medâris, mesâcid ve zevâyâ; o cemiyetin ilelebed ve muhalled naşir-i efkârı, umum kütüb-ü İslâmiye ve her vakit nâşir-i efkârı başta Kur’ân ve tefsirleri (ve bu zamanda bir tefsiri, Risale-i Nur) ve i’lâ-yı kelimetullahı hedef ve maksat eden umum dinî ve müstakim ceraiddir. Müntesibîni, umum mü’minlerdir. Reisi de Fahr-i Âlemdir (aleyhissalâtü vesselâm).
Şimdi istediğimiz nokta, mü’minlerin teveccühleri ve teyakkuzlarıdır. Teveccüh-ü umumînin tesiri inkâr edilmez. İttihadın hedefi ve maksadı i’lâ-yı kelimetullah ve mesleği de kendi nefsiyle cihâd-ı ekber ve başkalarını da irşaddır. Bu mübarek heyetin yüzde doksan dokuz himmeti siyaset değildir. Siyasetin gayrı olan hüsn-ü ahlâk ve istikamet ve saire gibi makasıd-ı meşruaya masruftur. Zira bu vazifeye müteveccih olan cemiyetler pek az, kıymet ve ehemmiyeti ise pek çoktur. Ancak yüzde biri, siyasiyunu irşad tarikiyle siyasete taallûk edecektir. Kılıçları, berâhin-i kat’iyedir. Meşrepleri de muhabbet olduğu gibi beyne’l-mü’minîn uhuvvet çekirdeğinde mündemiç olan muhabbete şecere-i tûba gibi neşvünema vermektir.
Üçüncü vehim: Bu cemiyetin, tefrikadan ve başkalarına tevlid-i ye’sden başka ne faydası var?
Elcevap: Bu, tefrik değil, tevhiddir. Ye’s değil, ümit verir. O hakikat-ı uzmâ ki, nısf-ı küre-i arzda meknuz-u uruk-u zeheb gibi bir köşesini keşif ile tecellî etmiş yeni bir şu’ledir. Bahr-i Umman bir testide sığışmadığı gibi, İttihad-ı Muhammedî de Volkan idarehanesinde veya İstanbul’da sıkışıp kalmayacaktır. Belki şimdiki kuvveden fiile çıkmış bir parça İttihad-ı Muhammedî, karu’l-âsâ gibi ikazdan ibarettir. Hem de o derece uzun ve müteselsil ve merâkiz-i İslâmiyeyi birbirine rabteden silsile-i nuraniyi ihtizaza getirmekle, onunla merbut umum mü’minleri, İ’lâ-yı Kelimetullahın bu zamanda en büyük vasıtası olan maddeten ve mânen terakkiyata bir şevk ve âmir-i vicdânî ile sevk etmektir. Zira istibdat ve tahakkümden tahallus, hâhiş ve şevk-i vicdanî ile sevk olur. Halbuki binde bir tane münevverü’l-fikirdir; vicdanen mütehassis oluyor.
Hiss-i dîn ile olsa, ehass-ı havâs ve en âmi, hiss-i din ile mütesâviyen tarik-i terakkîde münevverü’l-fikir gibidirler. Hem de tenvir-i fikre sebep olan mârifet-i âmm veya medeniyet-i tâm bizde olmadığı için, nûru’n-nur olan dîn-i İslâmı menar etmeliyiz. Tâ âheng-i terakkî muhtell olmasın.
Dördüncü vehim: İçimizdeki gayr-i müslimler ürkecekler veya bahane tutacaklar.
Elcevap: Bahane tutmak çocukluktur ve hâinliktir. Ürkmek ise cehalet veya tecâhüldür. Zira gayr-i müslimler kurûn-u vustâda ve vahşi oldukları zamanlarda ferman-ı ile bu kadar edyan ve akvâm-ı muhtelife medeniyet-i İslâmiyede masum kaldıklarından, İslâmiyetin ulüvv-ü cenabı ve gayr-i müslim tevehhüm ettikleri mahzurun ademi, güneş gibi tezahür ediyor. Hem de gayr-i müslimlerin selâmeti vatanın saâdeti iledir. Ve meşrutiyetin devamı, ruhu, nokta-i istinadı ve mürşidi, şeriat ve milliyetimiz olan İslâmiyet olduğundan gayr-i müslimler bu ittihaddan ürkmek değil, takdis ve ünsiyet etmek lâzımdır.
"Dinde zorlama yoktur." Bakara Sûresi, 2:256.
Beşinci vehim: Ecnebîlerin bundan tevahhuş etmek ihtimali var.
Elcevap: Bu ihtimale ihtimal verenler mütevahhiştir. Zira merkez-i taassuplarında İslâmiyetin ulviyetine dair konferanslarla HAŞİYE6 takdis etmeleri bu ihtimali reddeder. Hem de düşmanlarımız onlar değil; asıl bizi bu kadar düşürüp i’lâ-yı kelimetullaha mâni olan ve cehalet neticesi olan muhalefet-i şeriattır. Ve zaruret ve onun semeresi olan su-i ahlâk ve harekettir ve ihtilâf ve onun mahsulü olan ağraz ve nifaktır ki, ittihadımız bu üç insafsız düşmana hücumdur.
Amma ecnebîlerin vahşî oldukları kurun-u vustada, İslâmiyet vahşete karşı husumet ve taassuba mecbur olduğu halde adalet ve itidalini muhafaza etmiş. Hiçbir vakit engizisyon gibi etmemiş. Ve zaman-ı medeniyette ecnebîler medenî ve kuvvetli olduklarından, zararlı olan husumet ve taassup zâil olmuştur. Zira din nokta-i nazarından medenîlere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değildir. Ve İslâmiyeti, mahbup ve ulvî olduğunu, evâmirine imtisalen
HAŞİYE6
Bismarck ve Mister Carlyle gibilerin malûm beyanatlarına işaret eder.
ef’al ve ahlâk ile göstermekledir. İcbar ve husumet, vahşîlerin vahşetine karşıdır.
Altıncı vehim: Bazıları, "Sünnet-i Nebeviyeyi hedef-i maksat eden ittihad-ı İslâm, Hürriyeti tehdit eder ve levâzım-ı medeniyeye münâfidir" diyorlar. Elcevap: Asıl mü’min hakkıyla hürdür. Sâni-i Âleme abd ve hizmetkâr olan, halka tezellüle tenezzül etmemek gerektir. Demek, ne kadar imana kuvvet verilse, hürriyet de o kadar kuvvet bulur.
Amma hürriyet-i mutlak ise, vahşet-i mutlakadır, belki hayvanlıktır. Tahdid-i hürriyet dahi insaniyet nokta-i nazarından zarurîdir.
Saniyen: Çocukluk tabiatı ile, hevâ ve heves ile aldatıcı zünub ve mesâvi-i medeniyet mehasin zannolunuyor. Halbuki medeniyetin hiçbir hakikatlı mehasini yoktur ki İslâmiyette sarahaten veya zımnen veya iznen o veya daha ahseni bulunmasın!
Salisen: Bazı sefih ve lâübaliler hür yaşamak istemediklerinden, nefs-i emmarenin esaret-i rezilesi altına girmek istiyorlar.
Elhasıl: Şeriat dairesinden hariç olan hürriyet, ya istibdat veya esaret-i nefis veya canavarcasına hayvanlık veya vahşettir. Böyle lâübaliler ve zındıklar iyi bilsinler ki, dinsizlikle ve sefahetle sahib-i vicdan hiçbir ecnebîye kendilerini sevdiremezler ve benzetemezler. Zira mesleksiz ve sefih sevilmez. Ve bir
kadına yakışır, istihsan ettiği libası, erkek giyse maskara olur.
Yedinci vehim: İttihad-ı İslâm cemaati, sair cemiyet-i diniye ile şakku’l-âsâdır. Rekabet ve münaferatı intaç eder.
Elcevap: Evvelâ umur-u uhreviyede haset ve müzahemet ve münakaşa olmadığından, bu cemiyetlerden hangisi münakaşaya, rekabete kalkışsa, ibadette riya ve nifak etmiş gibidir.
Saniyen: Muhabbet-i din saikasıyla teşekkül eden cemaatlerin iki şartla umumunu tebrik ve onlarla ittihad ederiz.
Birinci şart: Hürriyet-i şer’iyeyi ve âsâyişi muhafaza etmektir.
İkinci şart: Muhabbet üzerinde hareket etmek, başka cemiyete leke sürmekle kendisine kıymet vermeye çalışmamak; birinde hatâ bulunsa, müfti-i ümmet olan cemiyet-i ulemâya havale etmektir.
Salisen: İ’lâ-yı kelimetullahı hedef-i maksat eden cemaat, hiçbir garaza vasıta olamaz. İsterse de muvaffak olamaz. Zira nifaktır. Hakkın hatırı âlidir, hiçbir şeye feda olunmaz. Nasıl Süreyya yıldızları süpürge olur veya
üzüm salkımı gibi yenilir? Şems-i hakikate "püf, üf" eden, divaneliğini ilân eder.
Ey dinî cemiyetler! Maksadımız, dinî cemaatlar maksatta ittihad etmelidirler. Mesalikte ve meşreplerde ittihad mümkün olmadığı gibi, caiz de değildir. Zira taklit yolunu açar ve "Neme lâzım, başkası düşünsün" sözünü de söylettirir.
Sekizinci vehim : Ehl-i İttihad-ı İslâm olan buradaki cemiyete, mânen gibi sureten de intisap edenlerin ekserisi avâm, bir kısmı da meçhulü’l-hal olduğundan, fitne ve ihtilâfı imâ ediyor.
Elcevap: Belki, ağraza adem-i müsaadesine binaendir. Hem de, madem maksadı ittihad ve ilâ-yı kelimetullahtır; teşebbüsat ve harekâtı da ibadettir. İbadet camiinde şah ve gedâ birdir. Müsavat hakikî düsturdur. İmtiyaz yoktur. Zira en ekrem, en müttakîdir. Ve en müttakî, en mütevâzidir. Binaenaleyh, mânen asıl hakikat, ittihada intisap ile beraber sureten onun nümunesi olan bu uhrevî ve sırf dinî cemaate intisap ile teşerrüf edecek. Yoksa şeref vermeyecektir. Bir katre, bahr-ı ummanı tezyid edemez. Hem de, bir günah-ı kebire ile
imandan çıkmadığı gibi; şems garptan tulû etmediğinden, tevbenin kapısı da açıktır. Bir desti müteneccis su, bir denizi tencis etmediği gibi, kendi de temizlendiğinden, şimdi bu nümune-i ittihada intisap eden adama şartımız olan sünnet-i Nebeviyeyi (aleyhissalâtü vesselâm) ihyâ ve evâmirine imtisal ve nevâhîden içtinap ve asâyişe ilişmemek, elinden gelse azm-i kat’î ile dahil olan bazı meçhulü’l-hal olanlar, bu hakikat-i âliyeyi lekedar etmez. Zira kendi lekedar olsa da, imanı mukaddestir. Rabıta da imandır. Bu ünvan-ı mukaddese böyle bahaneyle leke sürmek İslâmiyetin kıymet ve ulviyetini bilmemekle beraber, kendini ahmaku’n-nas ilân etmektir. Nümune-i ittihad olan cemaatimize-sair cem’iyât-ı dünyeviyeye kıyasen-leke sürmeyi, târiz etmeyi cemî kuvvetimizle reddederiz. İstifsar tarikiyle bir itirazları olursa, cevaba hazırız. İşte meydan!
Benim dahil olduğum cemaat, burada tafsil ettiğim İttihad-ı İslâmdır. Yoksa muterizlerin bâtıl tevehhüm ettikleri cemiyet-i mütehayyile değildir. Bu dinî heyet efradı, şarkta olsa, garpta olsa, cenupta olsa, şimalde olsa beraberiz.
Dokuzuncu vehim: Cemiyetlerde teşebbüsât-ı hafiyye olduğu halde, İttihad-ı Muhammedînin izhâr-ı serâiri neden lüzum görülmüş?
Elcevap: İslâmiyet âşikâredir. Hem de kuvve-i ittisâiyesi tazyik olunsa âleme zelzele verecek. Hem de ihfâ, hîle ve şüpheyi dâvet ettiğinden, hile ve şüpheden münezzeh olan hakikat, hafâdan da müstağnidir. Hem de hile, terk-i hile ve doğruluktur. Hem de başka cemiyete kıyas olunmaz. Zira onlar teessüse başlıyorlar, bu ise müesses iken bazı köşelerden tecellî ediyor. Hem de bidayet-i İslâmda kırk oldu, saklanmadı; nasıl üç yüz milyondan sonra gizlenecek? Hem de bir şeyi akıl görür, kabul eder. Fikir uğraşır, teslim eder. Bir hakikat hafâ perdesini kabul etmez.
Yüz bin defa cemî mü’minlerin lisanıyla deriz:
Yaşasın Şeriat-ı Garrâ!
İttihad-ı Muhammedî’nin en küçük efradından
Bediüzzaman Said-i Nursî
• • •
Sual: Sen imzanı bazen "Bediüzzaman" yazıyorsun. Lâkap medhi imâ eder.
Cevap: Medih için değildir. Kusurlarımı, sened-i özrümü, mazeretimi bu ünvan ile ibraz ediyorum. Zira bedi, garip demektir. Benim ahlâkım, suretim gibi ve üslûb-u beyanım, elbisem gibi gariptir, muhaliftir. Görenekle revaçta olan muhakemat ve esalibi, benim üslûp ve muhakematımla mikyas ve mihenk itibar yapmamayı bu ünvanın lisan-ı haliyle rica ediyorum. Hem de muradım, "bedî," acip demektir.
-1- masadak oldum. Bir misali budur: Bir senedir İstanbul’a geldim, yüz senenin inkılâbatını gördüm. -2-
Cemî mü’minlerin lisanıyla insanların adedi kadar deriz: Yaşasın Şeriat-ı Ahmedî! (aleyhissalâtü vesselâm).
Bediüzzaman Said Nursî
• • •
1 Ömrüm hakkı için, nedense bütün acaiplikler beni buluyor. Sanki acaibin gözünde dahi ben bir acîbeyim!
Biraderim Başmuharrir Beye,
Edipler edepli olmalıdırlar. Hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddip olmalıdırlar. Matbuat nizamnamesini vicdanlarındaki hiss-i diyanet tanzim etsin. Zira bu inkılâb-ı şer’iye gösterdi ki, vicdanlarda hükümferma, nuru’n-nur olan hamiyet-i İslâmiyedir. Hem de anlaşıldı ki, ittihad-ı İslâm umum askere ve umum ehl-i imana şâmildir. Hariç kimse yoktur.
Said Nursî
• • •
Hutbe-i Şâmiye’nin birinci zeylinin zeylinden son parçadır
(31 Mart hâdisesinde isyan eden sekiz taburu itaate getiren ve musibeti yüzden bire indiren iki derstir ki dinî ceridelerde 1325’de neşredilmiştir.-Milâdî 1909)
Kahraman askerlerimize
Ey şanlı asâkir-i muvahhidîn! Ve ey bu millet-i mazlumeyi ve mukaddes İslâmiyeti iki defa büyük vartadan tahlis eden muhteşem kahramanlar!
Cemal ve kemaliniz, intizam ve inzibattır. Bunu da hakkıyla en müşevveş bir zamanda gösterdiniz. Ve hayatınız ve kuvvetiniz itaattir. Bu meziyet-i mukaddeseyi en ufak âmirinize karşı bile irae ediniz. Otuz milyon Osmanlı
ve üç yüz milyon İslâmın nâmusu artık sizin itaatinize bağlıdır. Sancak ve tevhid-i İlâhî sizin yed-i şecaatinizdedir. Sizin o mübarek elinizin kuvveti de itaattir. Sizin zabitleriniz, müşfik pederlerinizdir. Kur’ân ve hadis ve hikmet ve tecrübe ile sabittir ki, haklı âmire itaat farzdır.
Malûmunuzdur ki, otuz üç milyon nüfus, yüz sene zarfında böyle iki inkılâbı yapamadı. Sizin o itaatten neşet eden hakikî kuvvetiniz, umum millet-i İslâmiyeyi medyun-u şükran etti. Bu şerefi hakkıyla teyid etmek, zabitlerinize itaatledir. İslâmiyetin namusu da o itaattedir. Biliyorum ki, müşfik pederleriniz olan zabitlerinizi mes’ul etmemek için işe karıştırmadınız. Şimdi ise iş bitti. Zâbitlerinizin âğuş-u şefkatlerine atılınız. Şeriat-ı garrâ böyle emrediyor. Zira zabitler ûlülemirdirler. Vatan ve millet menfaatinde, hususan nizam-ı askerîde ûlülemre itaat farzdır. Şeriat-ı Muhammedînin (aleyhissalâtü vesselâm) muhafazası da itaat iledir.
Said Nursî
• • •
Asâkire Hitap
(Dinî Ceride, numara 110, 30 Nisan 1909)
Ey asâkir-i muvahhidîn! Fahr-i Âlemin (aleyhissalâtü vesselâm) fermanını size tebliğ ediyorum ki, şeriat dairesinde ûlülemre itaat farzdır. Ûlülemriniz ve üstadlarınız, zabitlerinizdir. Askerlik ocağı cesîm ve muntazam bir fabrikaya benzer. Çarkların biri intizam ve itaatte serkeşlik etmekle, bütün fabrika hercümerc olur.
Sizin o muntazam ve kuvvetli fabrika-i askeriyeniz, otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon nüfus-u İslâmiyenin nokta-i istinadı ve mâden-i istimdadıdır.
Sizin iki müthiş istibdadı kansız ve def’aten öldürmeniz harikulâde olduğundan ve şeriat-ı garrânın iki mucize-i garrâsını izhar ettiğinizden,
zaifü’l-akide olanlara hamiyet-i İslâmiyenin kuvvetini ve şeriatın kudsiyetini iki bürhan ile izhar eylediniz. Bu iki inkılâbın pahasına binler şehit verseydik, ucuz sayacaktık. Lâkin itaatinizden binde bir cüz’ü feda olunsa, bize pek çok pahalı düşer. Zira itaatinizin tenakusu, ukde-i hayatiye veya hararet-i gariziyenin tenakusu gibi, mevti intaç eder.
Tarih-i âlem serâpâ şehadet ediyor ki, asker neferatının siyasete müdahaleleri devletçe ve milletçe müthiş zararları intaç etmiştir. Elbette hamiyet-i İslâmiyeniz böyle sizi uhdenizde olan hayat-ı İslâmiyeye zarar verecek noktalardan men edecektir. Siyaset düşünenler, sizin kuvve-i müfekkireniz hükmünde olan zabitleriniz ve ûlülemirlerinizdir.
Bazen zarar zannettiğiniz şey, siyaseten büyük zararı def ettiği için ayn-ı maslahat olduğundan, zabitleriniz tecrübeleri hasebiyle görüyor ve size emir veriyor. Sizde de tereddüt câiz değildir. Ef’âl-i hususiye-i nâmeşrua, san’attaki meharet ve hazakate münafi değildir ve san’atı menfur etmez. Nasıl ki bir tabib-i hâzık ve bir mühendis-i mâhirin nâmeşrû harekâtı için, onların tıp ve hendeselerinden mani-i istifade olamaz. Kezalik, fenn-i harpte tecrübeli
ve o san’atta mahir ve hamiyet-i İslâmiye ile münevverü’l-fikir zabitlerinizin bazılarının cüz’î nâmeşrû harekâtı için itaatinize halel vermeyiniz. Zira fenn-i harp mühim bir san’attır. Hem de sizin kıyamınız, şeriat-ı garrâ, yed-i beyzâ-i Mûsâ gibi, sair sebeb-i tefrika ve teşettüt-ü efkâr olan cemiyetleri bel’ etti. Sahirleri de secdeye mecbur eyledi. Harekâtınız bu inkılâpta ilâç gibiydi ki, fazla olsa zehre münkalip olur. Ve hayat-ı İslâmiyeyi fena bir hastalığa hedef eder. Hem de himmetinizle bizdeki istibdat şimdilik mahvoldu. Lâkin, terakkiler için Avrupa’nın istibdâd-ı mânevisi altındayız. Nihayet derecede ihtiyat ve itidal lâzımdır.
Yaşasın şeriat-ı garrâ! Yaşasın askerler!
Said Nursî
• • •
Cemiyetlere ihtar-ı mühim
Şimdi cemiyetimiz bir hükûmet-i meşruta-i meşruadır. Hükûmet içinde hükûmetin zararı görüldü. Seviye-i irfan bir olmadığından, fırkalarda husumet, taassup ve taraftarlık intaç eder. Tabiî o kuvveti istimal ile siyasete karışacak ve umumî idarede herkesçe lezzetli olan tahakkümatı yapacak sahib-i ağraza müsait bir zemin olur. Binaenaleyh, bizdeki fırkaların şimdiki hal ile devamı gayet muzırdır. Lâkin bir şirkette veya münevverü’l-fikir ve bîtaraf mabeyninde tenkidat-ı siyasetten veya ehl-i ilim mabeyninde nasihat ve irşaddan menfaat olabilir. Şimdi hükûmet-i meşruamız asıl büyük cemiyettir.
Bediüzzaman Said Nursî
• • •
Hutbe-i Şâmiye’nin İkinci Zeylinin
İkinci Kısmı
Sûre-i İhlâs’ın bir remzi
ıtlak ile tayini, tevhid-i şuhuda işarettir.
*
Tevhid-i ulûhiyete tasrihtir.
* Yani: Hakikat nazarıyla bakıldığında meşhudât-ı âlem Ondandır ve ancak Ona delâlet eder.
-1-
tevhid-i rububiyete remizdir.
-2-
Ve tevhid-i ceberuta telvihtir.
-3-
Tevhid-i celâle telmihtir. Şirkin envaını reddeder. Yani tegayyür veya tecezzî veya tenasül eden, ilâh olamaz. Ukûl-ü aşere veya melâike veya İsâ veya Üzeyr’in velediyetini dâvâ eden şirkleri reddeder.
ispat-ı ezeliyet ile tevhiddir. Esbabperest, nücumperest, sanemperest, tabiatperestin şirkini reddeder. Yani hâdis veya bir asıldan
1 Yâni: Aslâ Ondan başka mâbud yoktur.
2 Yâni: Aslâ Ondan başka Hâlık ve Rab yoktur.
3 Yâni: Aslâ Ondan başka Kayyûm ve Ganiy-yi Mutlak yoktur.
münfasıl veya bir maddeden mütevellid olan ilâh olamaz.
câmi bir tevhiddir. Yani, zâtında, sıfatında, ef’âlinde naziri, şeriki, şebihi yoktur. *
Şu sûre, bütün envâ-ı şirki reddeder. Ve yedi meratib-i tevhidi tazammun eden altı cümlesi mütenaticedir. Her biri ötekinin hem neticesi, hem bürhanıdır.
Muvahhid-i ekber ve tevhidin bürhan-ı muazzamı olan kâinat, değil yalnız erkân ve âzâsı, belki bütün hüceyratı, belki bütün zerratı birer lisan-ı zâkir-i tevhid olarak bu büyük bürhanın sadâ-yı bülendine iştirak ederek, hep birden diye mevlevî-vari zikrediyorlar.
* "Onun hiçbir benzeri yoktur. O herşeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla görendir." Şûrâ Sûresi, 42:11.
Tevhidin bürhan-ı nâtıkı olan Kur’ân’ın sinesine kulağını yapıştırırsan işiteceksin ki, kalbinde derinden derine, gayet ulvî, nihayet derecede ciddî, gayet samimî, nihayet derecede mûnis ve muknî ve bürhan ile mücehhez bir sadâ-yı semavî işiteceksin ki, zikrini tekrar ediyor.
Evet, şu bürhan-ı münevverin altı ciheti de şeffaftır. Üstünde sikke-i i’câz, içinde nur-u hidayet, altında mantık ve delil, sağında aklı istintak, solunda vicdanı istişhad, önünde hayır, hedefinde saadet-i dareyn, nokta-i istinadı vahy-i mahzdır. Vehmin ne haddi var, girebilsin?
• • •
Vicdanın anâsır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan "irade, zihin, his, lâtife-i Rabbaniye" her birinin bir gayetü’l-gàyâtı var:
İradenin ibadetullahtır. Zihnin, mârifetullahtır. Hissin, muhabbetullahtır. Lâtifenin, müşahedetullahtır. Takvâ denilen ibadet-i kâmile, dördünü tazammun eder. Şeriat, şunları hem tenmiye, hem tehzip, hem bu gayetü’l-gàyâta sevk eder.
• • •
Eğer icaddaki vasıta hakikî olsaydı ve hakikî tesir verilseydi, hem bir şuur-u küllî verilmek lâzımdı; hem de bizzarure eserde itkan-ı kemal-i san’at muhtelif olacaktı. Halbuki, en âdiden en âliye, en küçükten en büyüğe itkan; derece-i kemalde, mahiyetin kameti nispetindedir. Demek Müessir-i Hakikîden bazı karîb, bazı baîd, kısmen vasıtasız, kısmen vasıta ile, kısmen vesait ile değildir. İnsanın ihtiyarî eserindeki adem-i kemâl, cebr-i nefy, ihtiyarı ispat eder.
Câ-yı dikkattir ki: Cüz’î bir ihtiyarın tavassutu ile eser-i akıl bir insan şehri, intizamca semere-i vahiy bir arı kovanındaki cemaate yetişmez. Ve arıların meşher-i san’atı bir petek hüceyrat şehri, bir nar ve gülnardan intizamca geridir. Demek kâinattaki câzibe-i umumiye hangi kalemden akmışsa, cüz-ü lâyetecezzâdaki küçücük cazibeler o kalemin noktalarıdır.
İslâmiyet der: hem vesait ve esbabı, müessir-i hakikî olarak kabul etmez. Vasıtaya mânâ-yı harfi nazarıyla bakar. Akide-i tevhid ve vazife-i teslim ve tefviz öyle
ister. Tahrif sebebiyle şimdiki Hıristiyanlık esbab ve vesaiti müessir bilir, mânâ-yı ismî nazarıyla bakar. Akide-i velediyet ve fikr-i ruhbaniyet öyle ister, öyle sevk eder. Onlar azizlerine mânâ-yı ismiyle birer menba-ı feyiz ve güneşin ziyasından bir fikre göre istihale etmiş lâmbanın nuru gibi birer mâden-i nur nazarıyla bakıyorlar. Biz ise evliyaya mânâ-yı harfiyle, yani ayna güneşin ziyasını neşrettiği gibi birer mâkes-i tecellî nazarıyla bakıyoruz. HAŞİYE6
Bu sırdandır ki bizde sülûk tevazudan başlar, mahviyetten geçer, fenâ fillâh makamını görür, gayr-ı mütenahi makamatta sülûke başlar. Ene ve nefs-i emmare kibriyle, gururuyla söner. Hakikî Hıristiyanlık değil, belki tahrif ve felsefe ile sarsılmış Hıristiyanda "ene" levazımatıyla kuvvetleşir. Enesi kuvvetli, müteşahhıs, rütbeli makam sahibi bir adam Hıristiyan olsa mütesallib olur. Fakat Müslüman olsa lâkayt olur.
• • •
Kuvveden fiile geçmek olan faaliyetteki şedit ve mütenevvi lezzet, tegayyür-ü âlemin
HAŞİYE6
Nakşibendi rabıtası bu sırra bina edilmiştir.
mayası ve kanun-u tekâmülün nüvesidir. Zindandan bostana çıkmak, daneden sümbüle geçmek, aynı lezzettir. Faaliyet istihaleyi tazammun etse, lezzet tezayüd ederek taşar. Vazifedeki külfeti taşıttıran o taddır. Zîşuura nispeten gayetteki kemal ne kadar câzibedarsa, "lâ müdrike"ye nispeten nefs-i faaliyet öyle de cazibedardır, sa’ye sevk eder. Bu sırdandır ki, rahat zahmettir, zahmet rahattır.
Hırs ile aculiyet, sebeb-i haybettir. Zira mürettep basamaklar gibi fıtrattaki tertibe, teselsüle tatbik-i hareket etmediğinden, harîs muvaffak olamaz. Olsa da, tertib-i câlisi bir basamak kadar seyr-i fıtrîden kısa olduğundan, ye’se düşüp gaflet bastıktan sonra kapı açılır. Allah kalbin bâtınını iman ve mârifet ve muhabbeti için yaratmıştır. Kalbin zahirini sair şeylere müheyya etmiştir. Cinayetkâr hırs kalbi deler, sanemleri içine idhal eder. Allah darılır, maksudunun aksiyle mücazat eder.
• • •
Hırs cihetiyle, siyaset efkârını İslâmiyet akaidinin yerlerine kadar isal eden herifler, şan ve şeref değil, belki şeyn ve şenaate mazhar oldular. Nefsânî aşklardaki felâketler,
haybetler bu sırdandır. O çeşit âşıkların bütün divanları birer feryad-ı matemdir.
Gece kalben nevmi merak edersin, bakiyesini de kaçırıp uyanık kalırsın.
İki dilenci: biri musırr-ı muhteris, biri müstağnî-i muhteriz. İkincisine vermeyi daha ziyade arzu etmekliğin, şu geniş kanunun bir nümunesidir.
• • •
En müthiş maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura istinad eden tenkittir. Tenkidi eğer insaf işletirse, hakikati rendeçler. Eğer gurur istihdam etse, tahrip eder, parçalar. O müthişin en müthişidir ki, akaid-i imaniyeye ve mesail-i diniyeye girse! Zira iman hem tasdik, hem iz’an, hem iltizam, hem teslim, hem mânevî timsaldir. Şu tenkit, imtisali, iltizamı, iz’anı kırar. Tasdikte de bitaraf kalır. Şu zaman-ı tereddüt ve evhamda iz’an ve iltizamı tenmiye ve takviye eden nuranî sıcak kalblerden çıkan müspet efkârı ve müşevvik beyanatı hüsn-ü zan ile temaşa etmek gerektir. "Bîtarafane muhakeme" dedikleri şey, muvakkat bir dinsizliktir. Yeniden mühtedî ve müşteri olan yapar.
-1-
Zira hakikatbin göz aldanmaz; hakperest kalb aldatmaz.
• • •
Gıybetin derece-i şenaati, Kur’ân der:
-2-
Altı kelime ile, altı derece şiddetle gıybeti takbih ediyor. Yani, hemze ile der:
1 Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânı öğretene and olsun ki, beşîr ve nezîr olan zâtın nazarı ve herşeyi inceden inceye tetkik eden basireti, hakikati hayale karıştırmak veya benzetmekten yüce, dakik ve parlak; hak olan mesleği ise, insanları aldatmak veya yanıltmaktan müstağni, münezzeh ve yücedir.
2 "Sizden biri, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?" Hucurât Sûresi, 49:12.
Aklına bak, böyle şeye cevaz verir mi? Müstakim aklın yoksa kalbine bak, böyle şeye muhabbet eder mi? Selim kalbin yoksa vicdanına bak, böyle dişinle kendi etini parçalamak gibi hayat-ı içtimaiyeyi bozmaya rıza gösterir mi? Vicdan-ı içtimaiyen olmazsa insaniyetine bak, böyle canavarvarî iftirasa iştah gösterir mi? Mânen insaniyetin olmazsa, rikkat-i cinsiye ve karabet-i rahmiyene bak, böyle kendi belini kıracak harekete meyleder mi? Rikkat-i cinsiyen olmazsa hiç sağlam tabiatın yok mu ki, ölüyü dişlerinle parçalıyorsun?
Demek akıl, kalb, vicdan, insaniyet, rikkat-i cinsiye, tabiat, şeriat nazarında gıybet merduttur, matruddur.
• • •
Bir taş, taşlığıyla beraber, kubbeli binalarda ustanın elinden çıkar çıkmaz başını eğer, arkadaşıyla birleşmeye meyleder ki, sukut tehlikesinden kurtulsunlar. Maalesef, insanlar teavün sırrını idrak edememişler. Hiç olmazsa taşlar arasındaki yardım vaziyetinden ders alsınlar!
Yani, kubbelerde taşlar başbaşa vururlar, tâ düşmesinler.
Cüz-ü lâyetecezza zerresinden insana, insandan şems-i şumusa müteselsil mahrutî silsilenin vasatındaki cevher-i feridi, insan-ı mükerremdir.
• • •
İnsanın meşhur havassından başka havassı vardır. Zaika gibi bir hiss-i saika, hem bir hiss-i şaika vardır. Hem insanda gayr-ı meş’ur hisler çoktur.
• • •
Bazan arzu fikir suretini giyer. Şahs-ı muhteris, arzu-yu nefsaniyesini fikir zanneder.
• • •
Gariptir ki, bazı adam pis bir çamura düşer, kendini aldatmak için misk ü anber diye yüzüne gözüne bulaştırır.
• • •
Şehid velidir. Cihad farz-ı kifaye iken farz-ı ayn olmuştur. Belki muzaaf bir farz-ı ayn hükmüne geçmiştir. Hac ve zekât gibi, cihadda da niyetin tasarrufu azdır. Hattâ adem-i niyet dahi asıl nokta-i nazarından niyet hükmündedir. Demek zıdd-ı niyet yakînen tebeyyün etmezse, cihad şahadet-i hakikiyeyi intaç eder. Zira vücub tezâuf etse taayyün eder. İhtiyarı tazammun eden niyetin tesiri azalır. Şu günahkâr millete, birden bire on binler evliya inkişaf ve tezahür etse, az bir mükâfat değildir.
• • •
Bizde biri fasık olsa, galiben ahlâksız ve vicdansız olur. Zira arzu-yu mâsiyet, vicdandaki imânın sadasını susturmakla inkişaf edebilir. Demek vicdanını ve mâneviyatını sarsmadan, istihfaf etmeden tam ihtiyar ile şerri işlemez. Onun için, İslâmiyet, fâsıkı hain bilir, şehadetini reddeder. Mürtedi zehir bilir, idam eder. Hıristiyan bir zimmîyi ve kâfir muahidi ibka eder. Hanefî mezhebi zimmînin şehadetini kabul eder.
İcrâ-yı adalet, din namına olmalı, tâ akıl ve kalb ve ruh müteessir olsunlar, imtisal etsinler. Yoksa yalnız vehim müteessir olur. Yalnız
hükûmetin cezasından korkar-eğer tahakkuk etse. Nâsın itabından çekinir-eğer tebeyyün etse.
• • •
Bir câni yüzünden çok mâsumları ihtiva eden bir gemi batırılmaz. Bir câni sıfat yüzünden, çok evsaf-ı mâsumeyi muhtevî bir mü’mine adavet edilmez.
Lâsiyyema, sebeb-i muhabbet olan imân ve tevhid, Cebel-i Uhud gibidir. Sebeb-i adâvet olan şeyler çakıl taşları gibidir. Çakıl taşlarını Cebel-i Uhud’dan daha ağır telâkki etmek ne kadar akılsızlıksa, mü’minin mü’mine adâveti, o kadar kalbsizliktir. Mü’minlerde adâvet, yalnız acımak mânâsında olabilir.
Elhasıl : İman muhabbeti, İslâmiyet uhuvveti istilzam eder.
Said Nursî
• • •
Söz mala benzer, onda yapılan israf câiz olmaz.
Aziz Sıddık Kardeşlerim,
Evvelâ: Hem geçmiş, hem gelecek, hem maddî, hem mânevî bayramlarınızı ve mübârek gecelerinizi bütün rûh u canımla tebrik; ve ettiğiniz ibâdet ve duâların makbûliyetine Rãhmet-i İlâhiyeden bütün rûh u canımızla niyâz edip isteyip, o mübârek duâlara âmin deriz.
Sâniyen: Hem çok defa mânevî, hem çok cihetlerden ehemmiyetli iki suallerine mahremce cevap vermeye mecbur oldum.
Birinci Sualleri: Ne için eskide hürriyetin başında siyâsetle hararetli meşgûl oluyordun? Bu kırk seneye yakındır ki bütün bütün terk ettin?
Elcevap: Siyâset-i beşeriyenin en esaslı bir kànun-u esâsîsi olan "Selâmet-i millet için fertler fedâ edilir. Cemaatin selâmeti için eşhas kurban edilir. Vatan için herşey fedâ edilir."
Onun ismiyle Onu tenzih ederek.
Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi ebedî olarak üzerinize olsun.
diye, bütün nev’-i beşerdeki şimdiye kadar dehşetli cinâyetler bu kànunun sû-i istimalinden neş’et ettiğini kat’iyen bildim. Bu kànun-u esâsî-i beşeriye, bir hadd-i muayyenesi olmadığı için, çok sû-i istimâle yol açılmış. İki harb-i umumî, bu gaddar kànun-u esâsî, bin sene beşerin terakkiyâtını zîr ü zeber ettiği gibi, on câni yüzünden doksan mâsumun mahvına fetvâ verdi. Bir menfaat-ı umû-mî perdesi altında şahsî garazlar bir câni yüzünden bir kasabayı harap etti. Risâle-i Nur bu hakikatâ bâzı mecmua ve müdâfaatında isbât ettiği için onlara havâle ediyorum.
İşte, beşeriyet siyâsetlerinin bu gaddar kànun-u esâsîsine karşı, Arş-ı Azamdan gelen Kur’ân-ı Mu’cizül-Beyândaki bu gelen kànun-u esâsîyi buldum. O kànunu da şu âyet ifâde ediyor:
Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez, (En’âm Sûresi,164.)
Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesad çıkarmamış birini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir. (Mâide Sûresi, 32.)
Yâni, bu iki âyet bu esâsı ders veriyor ki: "Bir adamın cinâyetiyle başkaları mes’ul olmaz. Hem bir mâsum, rızâsı olmadan, bütün insana da fedâ edilmez. Kendi ihtiyâriyle, kendi rızâsıyla kendini fedâ etse o fedakârlık bir şehâdettir ki, o başka meseledir" diye hakikî adâlet-i beşer’iyeyi tesis ediyor. Bunun tafsilâtını da Risâle-i Nura havâle ediyorum.
İkinci Sual: Sen eskide şarktaki bedevî aşâirde seyahat ettiğin vakit onları medeniyet ve terakkiyâta çok teşvik ediyordun. Neden kırk seneye yakındır medeniyet-i hâzıradan "mimsiz" diyerek hayât-ı içtimâiyeden çekildin, inzivâya sokuldun?
Elcevap: Medeniyet-i hâzıra-i Garbiye, semâvî kànun-u esâsîlere muhâlif olarak hareket ettiği için séyyiâtı hasenâtına; hatâları, zararlari fâidelerine râcih geldi. Medeniyetteki maksud-u hakikî olan istirahat-i umumiye ve saadet-i hayât-ı dünyevîye bozuldu. İktisat, kanaat yerine, israf ve sefâhet; ve sa’y ve hizmet yerine, tembellik ve istirahat meyli galebe çaldığından bîçâre beşeri hem gàyet fakir, hem gàyet tembel eyledi. Semâvî Kur’ân’ın kànun-u esâsîsi;
Yorum Gönder