bediüzzaman'ın, hayatının üç döneminde verdiği eğitim mücadelesinin özeti Bediüzzaman'ın eğitim konusundaki yaklaşımını anlamak için yaşadığı 3 dönemde eğitim açısından olup bitenlere ve stratejilerine kısaca bakalım:
1925 öncesi dönem (osmanlı devleti) 1)medreselerin amacından saptığı, tekkelerin su-i istimale uğradığı 2)mekteplerin popüleritesinin arttığı, Batı eğitim sisteminin hakimiyet kurmaya başladığı 3)din ve fen bilimleri arasında bir çatışma olduğunun zannedildiği 4)islam alemindeki ihtilafların arttığı 5)cehaletin yaygınlaşıp, fakirleşmenın arttığı
6) din alimlerinin İslamiyet'in kışrıyla/kabuğuyla ilgilendiği 8)ulus devlet modellerinin öneçıktığı 9)ilmiye sınıfının azaldığı 10)batı taklitçiliği ve bundan doğan yabancılaşma gözlendiği 11)islam dünyasında umutların azaldığı, yalan ve hile gibi ahlaki zaafların arttığı bir dönem olarak yaşandı.
eğitim yöntemleri 1)Bediüzzaman, eğitim yöntemi olarak şu ilkeleri benimsemiştir: -Batıl şeyleri tasvir etmeden sunmalı -kaynaştırıcı ve seviyeye uygun eğitim vermeli -güncel olmalı -motive edici olmalı -şefkat ve sevgi merkezli sunulmalı -fıtratı değiştirerek değil, duyguları yönlendirerek eğitilmeli -hem hikmetli ve hem de muhakemeli konoşmalı -öğretman, görevinin öğrencilere bilgi hazinelerinin anahtarını vermek olduğunu bilmeli -birden fazla dilde eğitim verilmeli 2)Bediüzzaman, eğitimi mekan, zaman vekişiyle sınırlandurmıştır.O, her ortamı eğitim mekanı olarak değerlendirmiştir.Nitekim, ağır suclardan dolayı hapis yatan mahkumlaraverdiği derslerle, hapishaneyi bir okul haline getirmiş ve buna da Medrese-i Yusufiye ismi verilmiştir.
bu dönemde bediüzzaman,söz konusu tahrip konularını risale i nur ile tamir ve ihya çabası vermiştir.bu çerçevede verdiği mesajlar şu şekilde yoğunlaşmıştır..imanı kurtarmak..sünnet i seniyye i ihya etmek..ahlak telkinin de bulunmak..kardeşlik duygularını ihya etmek..müsbet hareketi ilke edinmek...devletin yapamadığı işi yapmış,mahkumlara eğiterek onları topluma kazandırmıştır kaynak:köprü 2005 kış sayı:89
Fuzzy rahimehullah şöyle buyurdu Nakledildi. Ahiret yolunu geçmeye Çalışan kişi , nefesini ölümün dört Rengiyle boyası. Bunlarda ölümün Beyaz , kırmızı, siyah ve yeşil Renkleridir
Beyaz ölüm açlık .Kırmızı ölüm.şeytana muhalefet .siyah ölüm. İnsanların Tenkid maruz kalmak . Yeşil ölüm ise .üst üste musibet Ve ağrılara meb tela olmaktır
Beyaz ölüm açlık .Kırmızı ölüm.şeytana muhalefet .siyah ölüm. İnsanların Tenkid maruz kalmak . Yeşil ölüm ise .üst üste musibet Ve ağrılara meb tela olmaktır
“Fazla lâkırdıyı terk eden kimseye hikmet bahşedilir. Fazla (tecessüsle) bakmayı terk edenin kalbine tevâzû bahşedilir. Fazla yemeyi terk edene ibâdet lezzeti bahşedilir. Fazla gülmeyi terk edene heybet bahşedilir. Mizahı terk edene izzet bahşedilir. Dünya sevgisini terk edene, âhiret muhabbeti bahşedilir. Başkasının ayıbı ile meşgul olmayı terk edene, nefsinin ayıplarını ıslah etme hâli bahşedilir. (Müteâl, yâni idrak ötesi olan) Allâh’ın keyfiyetinde araştırma ve tecessüsü terk edene, nifaktan kurtuluş bahşedilir.”
“Benim katımda en mühim işiniz namazdır. Kim onu koruyup vakitlerine dikkat ederse, dînini korumuş olur; kim de onu yerine getirmeyip yitirirse, dînini de kısa zamanda yitirir.” (Muvatta’, Vukûtu’s-Salât, 6)
“Allâh ile mahlûkâtından hiçbiri arasında bir neseb bağı yoktur. Allâh’a yakınlık, ancak O’na itaat ve emirlerine tâbî olmakla mümkündür.”
“Allah, kulunun amelsiz sözünden râzı olmaz.”
“Çok söz, kişiyi unutkan yapar.”
“NE SÖYLEDİĞİNİ, NE ZAMAN SÖYLEDİĞİNİ VE KİME SÖYLEDİĞİNİ İYİ DÜŞÜN!”
“Hakk’ı tanıyan âriflerin kölesi ol!”
“Sana yol göstermek isteyenden hâlini gizleme! Aksi takdirde kendini aldatırsın.”
“Kendini ıslah et ki insanlar da sana karşı iyi davransınlar.”
“Dört kimse Allâh’ın sâlih kullarındandır:
1. Tevbe eden kişiyi gördüğü zaman sevinen.
2. Günahkârların affı için Rabbine yalvaran.
3. Din kardeşine gıyâbında duâ eden.
4. Kendinden muhtaç kişiye yardım ve hizmette bulunan.”
“Benim nezdimde sizin en kuvvetliniz, hakkını alıncaya kadar, zayıf olan kimsedir. En zayıfınız da ondan başkasının hakkı alınıncaya kadar, güçlü kimsedir.”
“Îman sadece câmilerde, mal cimrilerde, silah korkaklarda, yetki zayıflarda olursa işler bozulur.”
“Akıllı kimse takvâ sahibi olan, akılsız da zâlim olandır.”
“Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de vereceğini va’dettiği mükâfâtı azap ile birlikte zikretti ki bu vesîleyle kul ibâdete rağbet etsin ve azaptan korksun.”
“Bir hayrı kaçırırsan onu yakalamaya çalış, elde edince de onu geçmeye bak, daha güzelini yapmaya gayret et!”
“İnsanlara iyilik etmek, kişiyi âfetlerden ve belâlardan muhafaza eder.”
“Şöhretten kaç ki şeref seni takip etsin. Ölüme karşı hazırlıklı ol ki sana hayat verilsin.”
“Hiçbir belâ yoktur ki ondan daha kötüsü olmasın.”
“Sabırda zarar, hüzün ve telaşta fayda yoktur.”
“Sabır îmânın yarısı, yakîn ise tamamıdır.”
“Allah’tan âfiyet isteyiniz. Hiç kimseye yakînden (kat’î bir îmandan) sonra âfiyetten daha fazîletli bir şey verilmemiştir.”
“Bana göre âfiyette olup şükretmem, imtihan edilip sabretmemden daha makbûldür.”
“Dünya mü’minlerin pazarı; gece ile gündüz sermâyeleri; güzel ameller ticaret malları; cennet kazançları; cehennem de zararlarıdır.”
“Hazret-i Peygamber’e salevât getirmek günahları, suyun ateşi söndürmesinden daha çabuk yok eder. Ona (muhabbet ve ihlâsla) selâm göndermek pek çok köle âzâd etmekten daha fazîletlidir. Rasûlullah
-sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i sevmek ise riyâzet ve mücâhededen, Allah yolunda kılıç sallamaktan daha üstündür.” (Bağdadî,Târihu Bağdâd, VII, 161)
“Allah dostları (mizaçlarına göre) üç sınıftırlar. Her üç sınıf, üçer alâmetle bilinir:
Birinci sınıf (Hak dostları), (korku) hâlinde olanlardır. Bunlar;
1. Dâimâ mütevâzıdırlar.
2. Hayır-hasenâtları ne kadar çok olsa da onu az görürler.
3. En küçük hatâlarını bile büyük görürler. (Zîrâ kime karşı günah işlediklerinin farkındadırlar.)
İkinci sınıf (Hak dostları), (ümit) sahibi kimselerdir. Bunlar da;
1. Her hâl ve hareketlerinde insanlara fazîlet ve güzellikler sergileyerek örnek olurlar.
2. Mallarını Hak yolunda sarf ederek insanların en cömertlerinden olurlar.
3. Allâh’ın kullarına karşı dâimâ hüsn-i zan içindedirler.
Üçüncü sınıf (Hak dostları) ise, vecdiyle Rabbine ibâdet eden (ârifler)dir. Bunlar da;
1. Sevdikleri şeyleri (Allâh için) infak ederler.
2. Her hâl ve hareketlerinde Allah rızâsını hedeflerler, bu yüzden câhillerin kınamalarına aldırmaz, onların kaba davranışlarından rahatsız olmazlar.
3. Nefislerine ağır gelen şeyleri nefislerinin muhâlefetine rağmen îfâya çalışırlar; bütün hâl ve hareketlerinde Allâh’ın emir ve nehiylerine itaat ederler.” (İbn-i Haceri’l-Askalânî, Münebbihât, s. 94-95)
İşte Hazret-i Ebû Bekir, bu üç sınıf Hak dostlarının bütün hâl ve sıfatlarını kendisinde cem etmiş mübârek bir İslâm şahsiyetiydi. Rabbimiz, O’nun bu hikmetli öğütlerinden lâyıkıyla istifâde etmeyi ve güzel hâllerinden feyz almayı cümlemize nasîb eylesin. Bizleri, onun dostluk halkasına dâhil olanlardan kılsın! Zîrâ dostluğun kaynağına Allah ve Rasûlü’nde erişen Hulefâ-i Râşidîn, Ashâb-ı Kirâm, Hak dostları ve onlara güzelce tâbî olanlar, Rabbimizin lutfuyla ebedî saâdet kervanının bahtiyar yolcularıdır.
Sözlerimize, Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın şu samîmî niyazlarına gönülden âmin diyerek son verelim:
“Günah işlemekten vazgeçmek, tevbe ile uğraşmaktan daha kolaydır.”
“En çok sevdiğim kimse, bana ayıp ve kusurlarımı haber verendir.” (Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 130)
“Çok konuşan, çok yanılır. Çok yanılanın, hayâ duygusu azalır. Hayâ duygusu azalanın, günah ve harama düşme endişesiyle şüphelilerden sakınma titizliği kaybolur. Şüphelilerden sakınma titizliği kaybolanın, kalbi ölür.”
“Gaybı bilme iddiâsı gibi olmasaydı, beş kimsenin cennet ehli olduklarına şâhitlik ederdim:
1) Çok çocuk sahibi (olup şükür ve sabır hâlinde) olan fakir.
2) Kocası kendisinden râzı olan (sâliha) kadın.
3) Mehr-i müsemmâsını (yâni nikâh esnâsında iki tarafın da rızâsıyla tâyin edilen mehrini) kocasına tasadduk eden kadın.
4) Baba ve anası kendisinden râzı olan kişi.
5) Günahından (nefret ederek samîmiyetle) tevbe eden kimse…”
“Bütün dostları gezdim, gördüm; dili muhafaza etmekten daha iyi dost göremedim. Bütün elbiseleri gördüm; iffet ve sakınmaktan daha iyi elbise görmedim. Bütün malları gördüm; kanaatten daha iyi mal görmedim. Bütün iyilikleri gördüm; nasihatten daha iyisini görmedim. Bütün yemekleri görüp tattım; sabırdan lezzetlisini görmedim.”
“İnsanlarla güzel dostluk kurmak, aklın yarısıdır. Yerinde sual sormak, ilmin yarısı; iyi tedbir almak da yaşamanın yarısıdır.”
“Âhiret yanında dünya nedir ki! Ancak tavşanın bir defa sıçraması misâli bir şeydir.” (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VIII, 152)
“Fazla lâkırdıyı terk eden kimseye hikmet bahşedilir. Fazla (tecessüsle) bakmayı terk edenin kalbine tevâzû bahşedilir. Fazla yemeyi terk edene ibâdet lezzeti bahşedilir. Fazla gülmeyi terk edene heybet bahşedilir. Mizahı terk edene izzet bahşedilir. Dünya sevgisini terk edene, âhiret muhabbeti bahşedilir. Başkasının ayıbı ile meşgul olmayı terk edene, nefsinin ayıplarını ıslah etme hâli bahşedilir. (Müteâl, yâni idrak ötesi olan) Allâh’ın keyfiyetinde araştırma ve tecessüsü terk edene, nifaktan kurtuluş bahşedilir.”
“Yüze karşı övmek, boğazlamak gibidir.” (İbn-i Kuteybe, el-Mesâil, s. 145)
Hazret-i Ömer, vâlilerine şöyle yazmıştır:
“Benim katımda en mühim işiniz namazdır. Kim onu koruyup vakitlerine dikkat ederse, dînini korumuş olur; kim de onu yerine getirmeyip yitirirse, dînini de kısa zamanda yitirir.” (Muvatta’, Vukûtu’s-Salât, 6)
Kadı Şurayh, Hazret-i Ömer’e mektup yazarak nasıl hükmedeceğini sordu. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-cevâben şöyle yazdı:
Allâh’ın kitabında olanlarla hükmet. Eğer onda bulamazsan Allah Rasûlü’nün sünnetiyle hükmet. Allâh’ın kitabı ve Rasûlü’nün sünnetinde de bulamazsan sâlihlerin verdiği hükümlerle hüküm ver. Sâlihlerin verdiği hükümler arasında da yoksa istersen devam et hükmünü ver, istersen geri dur. Geri durup hüküm vermemenin senin için daha hayırlı olduğu kanaatindeyim. Ve’s-selâm.” (Nesâî, Kudât, 11/3)
“Zenginlik de fakirlik de aynı şekilde birer binektir. Hangisine bineceğime aldırmıyorum.”
“En akıllı kimse, insanların hareketlerini en iyi takdîr edendir.”
“Bir kimsenin sorduğu sorudan onun akıl seviyesini anlarım.”
“Bugünün işini yarına bırakma!”
“İş bir kere geri kalırsa artık hiçbir zaman ilerleyemez.”
“Şerri bilmeyen, onun tuzağına düşer.”
“Dünyaya az meylet ki hür yaşayasın. (Nefsin esâretine düşmeyesin.)”
“İnandığınız gibi yaşamıyorsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız.”
“İnsanları düzeltebilmeniz için önce kendinizi ıslah etmeniz gerekir.”
“İnsanların en câhili (ve ahmağı), kendi âhiretini başkasının dünyası için satandır.”
“Bir iyiliğin şerefi, geciktirilmeden hemen yapılmasındadır.”
“Kötü bir işin en gizli şâhidi vicdânımızdır.” [Nitekim Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, iyiliğin ne olduğunu sormaya gelen birine; “Kalbine danış! İyilik, kalbinin müsterih olduğu ve yapılmasını tasdik ettiği şeydir. Günah ise içini tırmalayan ve başkaları sana «Yap!» diye fetvâlar verse bile, içinde şüphe ve tereddüt uyandıran şeydir.” buyurmuştur. (İbn-i Hanbel, IV, 227-228)]
İşte böyle yüce bir kalbî kıvâma ve takvâ hayâtına sâhip olan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- dâimâ:
“Ey Allâh’ım! Beni ansızın yakalamandan, gaflet içerisinde bırakmandan ve gâfillerden kılmandan Sana sığınıyorum.” diye duâ ederdi.6 Akşamları da, elindeki kamçısıyla ayaklarına vurur ve; “Bugün ne yaptın ey Ömer?” diye kendisini hesâba çekerdi.7 Bu nefs muhâsebesini her akşam kendine vird edinmişti.
Şüphesiz ki bütün bu hassâsiyetler, ondan bize yâdigâr kalan en güzel irşad numûneleridir. Bizler de o mübârek sahâbînin bu güzel hâllerini ve hatıralarını gönlümüze nakşetmeli ve sık sık; “Bugün Allâh için ne yaptım?” diyerek kendimizi vicdan muhâsebesine çekmeliyiz. Maddî ve mânevî vazîfelerimizde gaflet, ihmâl, atâlet ve tembellik göstermekten titizlikle sakınmalıyız. Rabbimizin huzûrunda hesaba çekilmeden evvel kendimizle hesaplaşmalıyız.
Rabbimiz âhiretteki hesâbımızı kolay getirsin. Îman ve güzel ahlâk iklîminde amel-i sâlihlerle dolu bir dünya hayatı yaşayıp ebedî hayâtın saâdetiyle gönüllerimizi mes’ûd eylesin. Hazret-i Ömer
-radıyallâhu anh-’ın “Fâruk” sıfatından gönüllerimize bir nasip ihsân eylesin!
Âmîn!
Gelecek sayıda Hz. Osman -radıyallâhu anh-
Dipnotlar: 1) İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VIII, 153. 2) Müslim, İmâret, 11. 3) Bkz. Müslim, Zühd, 36. 4) Şehbenderzâde Ahmed Hilmi, Târih-i İslâm, c. I, s. 367. 5) Tirmizî, Deavât, 109; Ebû Dâvud, Vitr, 23. 6) İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VII, 82. 7) İhyâ, c. IV, s. 728.
“En akıllı insan; nefsini hesaba çeken, onu iyi idâre eden, ölümden sonrası için amel işleyen ve kabir karanlığı için Allâh’ın nûrundan istifâde edendir.”
“Kul, gözleri gördüğü hâlde Allâh’ın kendisini âmâ olarak diriltmesinden korksun! Hikmetten anlayana mânâlı bir söz kâfîdir. Mânen sağır olanlar, zaten hakkı duyamazlar…”
“Beş şey müttakîlerin (sâlihlerin) alâmetidir:
1. Dînî gayret içinde olanlarla beraber olmak.
2. Nefsini ıslâh edip diline hâkim olmak.
3. (Allah sevgisini unutturan) dünyalıklardan nefsine hoş gelen bir şeye eriştiğinde onun zarar-ziyanını ayırd edebilmek, dinden kendisine az bir şey bile nasip olduğunda onu da ganîmet bilmek.
4. Haram karışır endişesiyle midesini helâlden (de olsa) doldurmamak (ve riyâzat içinde yaşayabilmek).
5. Bütün insanların kurtulduğunu, yalnız kendisinin mahvolduğunu düşünmek.”
“Gerçek mü’min altı çeşit korku içindedir:
1. Îmânını kaybetme korkusu.
Zîrâ âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Rabbimiz! Bizleri hidâyete erdirdikten sonra kalblerimizi eğriltme!..” (Âl-i İmrân, 8)
“Ey îmân edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102)
2. Kıyâmet günü kendisini rüsvâ edecek şeylerin melekler tarafından yazılması korkusu.
Zîrâ âyet-i kerîmede buyrulur:
“İşte o gün (yer) Rabbinin ona bildirmesiyle bütün haberlerini anlatır.” (ez-Zilzâl, 4-5)
3. Amelinin şeytan (aleyhi’l-lâ’ne) tarafından boşa çıkartılması korkusu.
Zîrâ âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“(İblis) dedi ki: Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım! Ancak onlardan ihlâslı kulların müstesnâ.” (el-Hicr, 39-40)
4. Ölüm meleği Azrâil’e gaflet içindeyken ve ansızın yakalanma korkusu.
“En akıllı insan; nefsini hesaba çeken, onu iyi idâre eden, ölümden sonrası için amel işleyen ve kabir karanlığı için Allâh’ın nûrundan istifâde edendir.”
“Kul, gözleri gördüğü hâlde Allâh’ın kendisini âmâ olarak diriltmesinden korksun! Hikmetten anlayana mânâlı bir söz kâfîdir. Mânen sağır olanlar, zaten hakkı duyamazlar…”
“Beş şey müttakîlerin (sâlihlerin) alâmetidir:
1. Dînî gayret içinde olanlarla beraber olmak.
2. Nefsini ıslâh edip diline hâkim olmak.
3. (Allah sevgisini unutturan) dünyalıklardan nefsine hoş gelen bir şeye eriştiğinde onun zarar-ziyanını ayırd edebilmek, dinden kendisine az bir şey bile nasip olduğunda onu da ganîmet bilmek.
4. Haram karışır endişesiyle midesini helâlden (de olsa) doldurmamak (ve riyâzat içinde yaşayabilmek).
5. Bütün insanların kurtulduğunu, yalnız kendisinin mahvolduğunu düşünmek.”
“Gerçek mü’min altı çeşit korku içindedir:
1. Îmânını kaybetme korkusu.
Zîrâ âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Rabbimiz! Bizleri hidâyete erdirdikten sonra kalblerimizi eğriltme!..” (Âl-i İmrân, 8)
“Ey îmân edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102)
2. Kıyâmet günü kendisini rüsvâ edecek şeylerin melekler tarafından yazılması korkusu.
Zîrâ âyet-i kerîmede buyrulur:
“İşte o gün (yer) Rabbinin ona bildirmesiyle bütün haberlerini anlatır.” (ez-Zilzâl, 4-5)
3. Amelinin şeytan (aleyhi’l-lâ’ne) tarafından boşa çıkartılması korkusu.
Zîrâ âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“(İblis) dedi ki: Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım! Ancak onlardan ihlâslı kulların müstesnâ.” (el-Hicr, 39-40)
4. Ölüm meleği Azrâil’e gaflet içindeyken ve ansızın yakalanma korkusu.
“Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan sebebidir ve büyük mükâfat Allah katındadır.” (el-Enfâl, 28)
“Muhakkak ki dünya fânî, âhiret ise bâkîdir. Fânî olan sizi şımartıp azdırmasın, bâkî olandan alıkoymasın. Siz, bâkîyi fânî olana tercih ediniz. Dünya sonludur, dönüş Allâh’adır. Allah’tan korkunuz.” (İbn-i Ebi’d-Dünyâ, Mevsû‘a, I, 77)
“Ecel gelip çatmadan yapabileceğiniz iyiliği hemen yapınız.”
Cenâb-ı Hak bu hikmet dolu nasîhatlerin muktezâsıyla amel edebilmeyi ve o güzîde sahâbînin şefaatine erebilmeyi nasîb eylesin. Onun sevgisini gönüllerimize nakşederek âhirette dostluk ve komşuluğuna mazhar eylesin.
Hazret-i Ali’den Hikmetli Sözler • “Düşündürücü ve hikmetli sözlerle ruhlarınızı dinlendirin. Zîrâ bedenlerin yorulduğu ve zayıfladığı gibi ruhlar da yorulur.”
• “Huşûsuz kılınan namazda, dilin âfetlerinden ve boş şeylerden sakınmaksızın tutulan oruçta, Kur’ân’ı tefekkürsüz okumakta, kalbe nakşolmayan ilimde, infâk edilmeyen malda, zor günlerde gösterilmeyen kardeşlikte, şükredilmeyen nîmette, gönülden edilmeyen ihlâssız duâda hayır yoktur.”
• “Dinde edep ve mürüvvet, akl-ı selîmin meyvesidir.”
• “Aklı tam olanın, sözü az olur.”
• “Sözlerinin amellerinden sayıldığını bilen kimse, az konuşur ve ancak kendisini ilgilendiren şeyleri söyler.”
• “Soruluncaya kadar susmak, susturuluncaya kadar söylemekten hayırlıdır.”
• “Alçakça söylenen söze karşılık vereyim deme, çünkü o sözün sahibinde onun gibi daha nice düşük sözler vardır. Cevabına yine onlarla cevap verir.”
• “Câhil ile sakın latîfe etme. Dili zehirli olduğundan gönlünü yaralar.”
• “İnsanlara anlayacakları şekilde konuşunuz.”
• “Eğrinin gölgesi de eğri olur.”
• “Allâh’ın kullarına karşı hüsn-i zan sâhibi ol. Böyle olursan birçok yorgunluktan kurtulursun.”
• “Yanında Allâh’ın, Rasûlullâh’ın ve evliyânın sünneti olmayan kimsenin elinde hiçbir şey yok demektir. Allâh’ın sünneti, sırrı gizlemek; Rasûl’ün sünneti, insanlar arasında güzel ahlâk ile idâre yolunu bulmak; evliyânın sünneti de, insanlardan gelen eziyetlere katlanmaktır.”
• “Bir adamla dost olmak istersen (önce) onunla muayyen bir mesâfede kal; bu durumda iken sana normal davranırsa dostluğunu sürdür, yoksa vazgeç.”
• “Kalbi düşmanlıklarla meşgul olan kişi, faydalı işler yapamaz. Çünkü kalb, iki zıt meşgûliyeti bir arada bulunduracak kadar geniş değildir.”
• “Mü’minin tebessümü yüzünde, hüznü ise kalbindedir.”
• “Nîmetin tamamına erişmek, İslâm üzere ölmektir.”
“Övünmek Âdemoğlunun neyine ki?! Evveli nutfe, sonu ise cîfedir! Kendi rızkını dahî yaratamadığı gibi, kendini helâkten de kurtaramaz.”
• “Hayat iki günden ibarettir. Bir gün lehine (yâni sana tebessüm hâlinde), bir gün de aleyhine (yâni hüzün içinde)dir. Gün lehine olduğunda şımarma, aleyhine olduğunda da daralıp feryâd ü figân etme!”
• “Bugün amel işleme günüdür, hesap yoktur. Yarın ise hesap vardır, amel işleme imkânı yoktur.”
• “Nefesler, ecele doğru atılan adımlardır.”
• “Dört şey devam ettiği müddetçe din ve dünya, huzur ve selâmetle ayakta duracaktır:
1. Zenginler, kendilerine verilen mal ile cimrilik etmedikçe. 2. Âlimler, öğrendikleri ve bildikleri şeyle amel ettikçe. 3. Câhiller, bilmedikleri şeyle kibirlenmedikçe. 4. Fakirler de âhiretlerini dünyalarına satmadıkları müddetçe.” • “Zenginlerin, Allah katındaki mükâfâtı taleb ederek tevâzu göstermeleri ne güzeldir. Bundan daha güzeli ise, fakirlerin Allâh’a tevekkül ederek zenginlere karşı müstağnî davranmalarıdır.”
• “Mahrûmiyet, minnet altında kalmaktan daha hayırlıdır.”
• “İffet, fakirliğin; şükür de zenginliğin süsüdür.”
• “Cimrilik bütün kötü ahlâkı kendinde toplar.” (Bu hakîkatin mefhûm-ı muhâlifince; merhamet de cömertliği, cömertlik tevâzûyu, tevâzû da hizmeti beraberinde getirir.) • “Yoksul düştüğün zaman sadaka vererek Allâh ile ticâret yap. Eline nîmet geçtiği zaman çok şükret! Sakın az şükürle Allâh’ın nîmetlerini elinden kaçırma!”
• “Dünyanın; nîmetlerinden İslâm nîmeti sana kâfîdir. Meşgûliyetlerinden, tâat meşgûliyeti sana kâfîdir. İbretlerinden, ölüm ibreti sana kâfîdir.”
• “İlim, en hayırlı mirastır. Edep, en hayırlı sanattır. Takvâ, en hayırlı azıktır. İbâdet, en hayırlı sermayedir. Sâlih amel, en hayırlı rehberdir. Güzel ahlâk, en hayırlı yakın dosttur. Hilim, en hayırlı yardımcıdır. Kanaat, en hayırlı zenginliktir. Ölümü tefekkür, en hayırlı uslandırıcıdır.”
• “Amel-i sâlih gibi ticâret, sevap gibi kazanç, Allâh’ın tevfîki gibi fayda, tevâzû gibi asâlet, ilim gibi şeref, şüphelilerden uzak durmak gibi verâ, güzel ahlâk gibi Allâh’a yakınlık, farzları edâ gibi ibâdet, tedbir gibi akıl, birlik ve beraberlik gibi insanı kendini beğenmekten uzak tutan başka bir haslet yoktur.”
• “Amellerin en güç olanı dört haslettir:
1. Öfkeli anda affetmek. 2. Muhtaçken de cömert davranmak. 3. Kapalı ve tenha yerlerde nefsin şerrinden korunmak. 4. Korktuğu veya bir menfaat umduğu kimseye karşı da doğru söylemek.” • “Küçük musîbetleri büyük göreni, Allah büyük musîbetlere mübtelâ kılar.”
• “Mal, nefsânî arzuların hammaddesidir. (Nefsânî ve dünyevî) arzular, sıkıntıların anahtarıdır. Hased de boş yorgunluğun bineğidir.”
• “(Dünyevî) arzu ve ümitler, basîretli kimseleri dahî âmâ eder.”
• “Kişinin kıymeti, istek ve arzularının kıymeti kadardır.”
• “Kim nefsin bitmek bilmeyen istek ve arzularının zebûnu olursa, amelleri de kötü olur.”
• “Nasîb, kendisine gelmeyene de gider.”
• “Canlarınız için cennetten başka bir karşılık ve değer yoktur. Öyleyse canlarınızı ancak cennet karşılığında satın!”
• “Allah dostları o kişilerdir ki, insanlar dünyanın zâhirî görünüşüne baktıkları zaman onlar, dünyanın içyüzünü görürler.”
• “Bir kul, Allâh’ın katındakine kendi elindekinden daha fazla güvenmezse îmânı kâmil olmaz!”
Rabbimiz, bu hikmetli sözleri lâyıkıyla idrâk edip muktezâsıyla amel edebilmeyi nasîb eylesin. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın en yakın dostları olan dört büyük halîfenin muhabbetini gönüllerimizden eksik eylemesin. Âhirette bizleri onlarla birlikte haşr u cem eylesin! Hiç şüphesiz ki o mübârek sahâbîler ile âhiretteki berâberlik, daha bu dünyâda başlar. Onlarla bugün dost olabilirsek ve bu dostluğun hukûkuna riâyet edebilirsek -inşâallah- yarın kıyâmette onların yakınlığına mazhar oluruz. Rabbimiz Hulefâ-i Râşidîn’in güzel ahlâkı ile ahlâklanmayı cümlemize nasîb eylesin. Şefaatlerine nâil buyursun! Âmîn!
resulullah s.a.v.şöyle buyurmuştur.ey müslümanlar cemaati.zinadan sakının,çünkü onda altı kötü haslet vardır.üçü dünyada,üçüde ahirettedir.dünyada olanlar.güzelliğin gitmesi,fakirliliğin devamlılığı ve ömrün kısalığıdır.ahirette olanlar ise.allah u tealanın gazabı,kötü muhasebe ve cehennemde ebedi kalmaktır.ruhul furkan cilt 7.sy .417.
evet,kafirlerde,bes ü kuvvet bulunabilir.....ve fakat allah c.c.kuvvet ü kudretce onlardan hem pek çok yüksek,hem de tenkil ü tazibi onlarınkinden çok şiddetlidir.bina enaleyh kafirlerin kuvvetinden korkub da allah c.c. a isyan etmemeli,allah c.c.ın kudret azabından korkub da allah c.c. a itaat etmeli ve kafirlere karşı gelmelidir.hak dini kuran dili.c.2.s.1406.
Yedinci Telvih Dört Nüktedir. Birinci Nükte: Şeriat, doğrudan doğruya, gölgesiz, perdesiz, sırr-ı ehadiyet ile rububiyet-i mutlaka noktasında, hitab-ı İlâhînin neticesidir. Tarikatin ve hakikatin en yüksek mertebeleri, şeriatın cüzleri hükmüne geçer; yoksa daima vesile ve mukaddime ve hâdim hükmündedirler. Neticeleri, şeriatın muhkemâtıdır. Yani, hakaik-i şeriata yetişmek için, tarikat ve hakikat meslekleri, vesile ve hâdim ve basamaklar hükmündedir. Git gide, en yüksek mertebede, nefs-i şeriatta bulunan mânâ-yı hakikat ve sırr-ı tarikate inkılâp ederler. O vakit şeriat-ı kübrânın cüzleri oluyorlar.
Yoksa, bazı ehl-i tasavvufun zannettikleri gibi, şeriatı zâhirî bir kışır, hakikati onun içi ve neticesi ve gayesi tasavvur etmek doğru değildir. Evet, şeriatın, tabakat-ı nâsa göre inkişâfâtı ayrı ayrıdır. Avâm-ı nâsa göre zâhir-i şeriatı hakikat-i şeriat zannedip, havassa münkeşif olan şeriatın mertebesine hakikat ve tarikat namı vermek yanlıştır. Şeriatin, umum tabakata bakacak merâtibi var. İşte bu sırra binaendir ki, ehl-i tarikat ve ashab-ı hakikat, ileri gittikçe hakaik-i şeriata karşı incizapları, iştiyakları, ittibÂları ziyadeleşiyor. En küçük bir Sünnet-i Seniyyeyi en büyük bir maksat gibi telâkki edip onun ittibâına çalışıyorlar, onu taklit ediyorlar. Çünkü, vahiy ne kadar ilhamdan yüksek ise, semere-i vahiy olan âdâb-ı şer’iye, o derece, semere-i ilham olan âdâb-ı tarikatten yüksek ve ehemmiyetlidir. Onun için, tarikatin en mühim esası, Sünnet-i Seniyyeye ittibâ etmektir. İkinci Nükte: Tarikat ve hakikat, vesilelikten çıkmamak gerektir. Eğer maksud-u bizzat hükmüne geçseler, o vakit şeriatın muhkemâtı ve ameliyâtı ve Sünnet-i Seniyyeye ittibâ, resmî hükmünde kalır, kalp öteki tarafa müteveccih olur. Yani, namazdan ziyade hÂlka-i zikri düşünür; ferâizden ziyade evrâdına müncezip olur; kebâirden kaçmaktan ziyade, âdâb-ı tarikatin muhÂlefetinden kaçar. Halbuki, muhkemât-ı şeriat olan farzların bir tanesine, evrâd-ı tarikat mukabil gelemez, yerini dolduramaz. Âdâb-ı tarikat ve evrâd-ı tasavvuf, o ferâizin içindeki hakikî zevke medar-ı teselli olmalı, menşe olmamalı. Yani, tekkesi, camideki namazın zevkine ve tâdil-i erkânına vesile olmalı; yoksa, camideki namazı çabuk, resmî kılıp, hakikî zevkini ve kemÂlini tekkede bulmayı düşünen, hakikatten uzaklaşıyor. Üçüncü Nükte: "Sünnet-i Seniyye ve ahkâm-ı şeriat haricinde tarikat olabilir mi?" diye sual ediliyor. Elcevap: Hem var, hem yok. Vardır; çünkü bazı evliya-yı kâmilîn, şeriat kılıcıyla idam edilmişler. Hem yoktur; çünkü muhakkıkîn-i evliya, Sadi-i Şirazî’nin bu düsturunda ittifak etmişler: , Yani, "Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın caddesinden hariç ve onun arkasından gitmeyen, muhÂldir ki, hakikî envâr-ı hakikate vasıl olabilsin." Bu meselenin sırrı şudur ki: Madem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Hâtemü’l-Enbiyadır ve umum nev-i beşer namına muhatab-ı İlâhîdir. Elbette, nev-i beşer onun caddesi haricinde gidemez; ve bayrağı altında bulunmak zarurîdir. Ve madem ehl-i cezbe ve ehl-i istiğrak, muhÂlefetlerinden mesul olamazlar. Ve madem insanda bazı letâif var ki, teklif altına giremez; o lâtife hâkim olduğu vakit, tekÂlif-i şer’iyeye muhÂlefetiyle mesul tutulmaz. Ve madem insanda bazı letâif var ki, teklif altına girmediği gibi, ihtiyar altına da girmez, hattâ aklın tedbiri altına da girmez; o lâtife, kalbi ve aklı dinlemez.
Elbette, o lâtife bir insanda hâkim olduğu zaman-fakat o zamana mahsus olarak-o zat, şeriata muhÂlefette velâyet derecesinden sukut etmez, mâzur sayılır. Fakat bir şartla ki, hakaik-i şeriata ve kavâid-i imanîye karşı bir inkâr, bir tezyif, bir istihfaf olmasın. Ahkâmı yapmasa da, ahkâmı hak bilmek gerektir. Yoksa, o hÂle mağlûp olup-neûzü billâh-o hakaik-i muhkemeye karşı inkâr ve tekzibi işmam edecek bir vaziyet, alâmet-i sukuttur. Elhasıl, daire-i şeriatın haricinde bulunan ehl-i tarikat iki kısımdır. Bir kısmı, sabıkan geçtiği gibi, ya hÂle, istiğraka, cezbeye ve sekre mağlûp olup veya teklifi dinlemeyen veya ihtiyarı işitmeyen lâtifelerin mahkûmu olup, daire-i şeriatın haricine çıkıyor. Fakat o çıkmak, ahkâm-ı şeriatı beğenmemekten veya istememekten değil, belki mecburiyetle, ihtiyarsız terk ediyor. Bu kısım ehl-i velâyet var. Hem mühim velîler, bunların içinde muvakkaten bulunmuş. Hattâ bu neviden, değil yalnız daire-i şeriattan, belki daire-i İslâmiyet haricinde bulunduğunu bazı muhakıkkîn-i evliya hükmetmişler. Fakat bir şartla: Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın getirdiği ahkâmın hiçbirini tekzip etmemektir. Belki ya düşünmüyor veya müteveccih olamıyor veyahut bilemiyor ve bilmiyor. Bilse, kabul etmese, olmaz. İkinci kısım ise, tarikat ve hakikatin parlak ezvaklarına kapılıp, mezâkından çok yüksek olan hakaik-i şeriatın derece-i zevkine yetişemediği için, zevksiz, resmî Bir ¸ey telâkki edip ona karşı lâkayt kalır. Git gide, şeriatı zahirî bir kışır zanneder; bulduğu hakikati esas ve maksud telâkki eder. "Ben onu buldum; o bana yeter" der, ahkâm-ı şeriata muhÂlif hareket eder. Bu kısımdan aklı başında olanlar mesuldürler, sukut ediyorlar, belki kısmen şeytana maskara oluyorlar. Dördüncü Nükte: Ehl-i dalÂlet ve bid’at fırkalarından bir kısım zatlar, ümmet nazarında makbul oluyorlar. Aynen onlar gibi zatlar var; zâhirî hiçbir fark yokken ümmet reddediyor. Bunda hayret ediyordum. Meselâ, Mutezile mezhebinde Zemahşerî gibi, itizalde en mutaassıp bir fert olduğu hÂlde, muhakkıkîn-i Ehl-i Sünnet, onun o şedit itirâzâtına karşı onu tekfir ve tadlil etmiyorlar, belki bir râh-ı necat onun için arıyorlar. Zemahşerî’nin derece-i şiddetinden çok aşağı Ebû Ali Cübbâî gibi Mutezile imamlarını, merdud ve matrud sayıyorlar. Çok zaman bu sır benim merakıma dokunuyordu. Sonra, lûtf-u İlâhî ile anladım ki, Zemahşerî’nin Ehl-i Sünnete itirâzâtı, hak zannettiği mesleğindeki muhabbet-i haktan ileri geliyordu. Yani, meselâ tenzih-i hakikî, onun nazarında, hayvanlar kendi ef’Âline hÂlık olmasıyla oluyor. Onun için, Cenâb-ı Hakkı tenzih muhabbetinden, Ehl-i Sünnetin hÂlk-ı ef’Âl meselesinde düsturunu kabul etmiyor. Merdud olan sair Mutezile imamları, muhabbet-i haktan ziyade, Ehl-i Sünnetin yüksek düsturlarına kısa akılları yetişemediğinden ve geniş kavânin-i Ehl-i Sünnet onların dar fikirlerine yerleşmediğinden, inkâr ettiklerinden merduddurlar.
Aynen bu ilm-i kelâmdaki Ehl-i İtizalin Ehl-i Sünnet ve Cemaate muhÂlefeti olduğu gibi, Sünnet-i Seniyye haricindeki bir kısım ehl-i tarikatin muhÂlefeti dahi iki cihetledir. Biri, Zemahşerî gibi, hÂline, meşrebine meftûniyet cihetinde daha derece-i zevkine yetişemediği âdâb-ı şeriata karşı bir derece lâkayt kalır. Diğer kısmı ise-hâşâ-âdâb-ı şeriata, desâtir-i tarikate nispeten ehemmiyetsiz bakar. Çünkü dar havsalası o geniş ezvâkı ihata edemiyor ve kısa makamı o yüksek âdâba yetişemiyor.
Sekizinci Telvih Sekiz Vartayı beyan eder. Birincisi: Sünnet-i Seniyyeye tamam ittibâı riayet etmeyen bir kısım ehl-i sülûk, velâyeti nübüvvete tercih etmekle vartaya düşer. Yirmi Dördüncü ve Otuz Birinci Sözlerde, nübüvvet ne kadar yüksek olduğu ve velâyet ona nispeten ne kadar sönük olduğu ispat edilmiştir. İkincisi: Ehl-i tarikatin bir kısım müfrit evliyasını Sahabeye tercih, hattâ enbiya derecesinde görmekle vartaya düşer. On İkinci ve Yirmi Yedinci Sözlerde ve Sahabeler hakkındaki Zeylinde katî ispat edilmiştir ki, Sahabelerde öyle bir hassa-i sohbet var ki, velâyetle yetişilmez ve Sahabelere tefevvuk edilmez ve enbiyaya hiçbir vakit evliya yetişmez. Üçüncüsü: İfratla tarikat taassubu taşıyanların bir kısmı, âdâb ve evrâd-ı tarikati Sünnet-i Seniyyeye tercih etmekle sünnete muhÂlefet edip, sünneti terk eder, fakat virdini bırakmaz. O suretle âdâb-ı şer’iyeye bir lâkaytlık vaziyeti gelir, vartaya düşer. Çok Sözlerde ispat edildiği gibi ve İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbânî gibi muhakkıkîn-i ehl-i tarikat derler ki: "Birtek Sünnet-i Seniyyeye ittibâ noktasında hâsıl olan makbuliyet, yüz âdâb ve nevâfil-i hususiyeden gelemez. Bir farz bin sünnete müreccah olduğu gibi, bir Sünnet-i Seniyye dahi bin âdâb-ı tasavvufa müreccahtır" demişler. Dördüncüsü: Müfrit bir kısım ehl-i tasavvuf, ilhamı, vahiy gibi zanneder ve ilhamı vahiy nevinden telâkki eder, vartaya düşer. Vahyin derecesi ne kadar yüksek ve küllî ve kudsî olduğu ve ilhâmat ona nispeten ne derece cüz’î ve sönük olduğu, On İkinci Sözde ve i’câz-ı Kur’ân’a dair Yirmi Beşinci Sözde ve sair risalelerde gayet katî ispat edilmiştir. Beşincisi: Sırr-ı tarikati anlamayan bir kısım mutasavvıfe, zayıfları takviye etmek ve gevşekleri teşcî etmek ve şiddet-i hizmetten gelen usanç ve meşakkati tahfif etmek için istenilmeyerek verilen ezvak ve envar ve kerâmâtı hoş görüp meftun
olur; ibâdâta, hidemâta ve evrâda tercih etmekle vartaya düşer. Şu risalenin Altıncı Telvihinin Üçüncü Noktasında icmÂlen beyan olunduğu ve sair Sözlerde katiyen ispat edilmiştir ki, bu dâr-ı dünya dârü’l-hizmettir, dârü’l-ücret değil. Burada ücretini isteyenler, bâki, daimî meyveleri fâni ve muvakkat bir surete çevirmekle beraber, dünyadaki beka hoşuna gidiyor, müştakane berzaha bakamıyor. Adeta bir cihette dünya hayatını sever; çünkü içinde bir nevi âhireti bulur. Altıncısı: Ehl-i hakikat olmayan bir kısım ehl-i sülûk, makamât-ı velâyetin gölgelerini ve zıllerini ve cüz’î numunelerini, makamât-ı asliye-i külliye ile iltibas etmekle vartaya düşer. Yirmi Dördüncü Sözün İkinci Dalında ve sair Sözlerde katiyen ispat edilmiştir ki: Nasıl güneş aynalar vasıtasıyla taaddüt ediyor; binler misalî güneş, aynı güneş gibi ziya ve hararet sahibi olur. Fakat o misalî güneşler, hakikî güneşe nispeten çok zayıftırlar. Aynen onun gibi, makamât-ı enbiya ve eâzım-ı evliyanın makamâtının bazı gölgeleri ve zılleri var. Ehl-i sülûk onlara girer, kendini o evliya-yı azîmeden daha azîm görür, belki enbiyadan ileri geçtiğini zanneder, vartaya düşer. Fakat bu geçmiş umum vartalardan zarar görmemek için, usul-ü imaniyeyi ve esâsât-ı şeriatı daima rehber ve esas tutmak ve meşhudunu ve zevkini onlara karşı muhÂlefetinde itham etmekledir. Yedincisi: Bir kısım ehl-i zevk ve şevk, sülûkünde fahri, nazı, şatahâtı, teveccüh-ü nâsı ve merciiyeti şükre, niyaza, tazarruâta ve nâstan istiğnâya tercih etmekle vartaya düşer. Halbuki en yüksek mertebe ise, ubudiyet-i Muhammediyedir ki, "mahbubiyet" ünvanıyla tabir edilir. Ubudiyetin ise sırr-ı esası niyaz, şükür, tazarru, huşû, acz, fakr, hÂlktan istiğnâ cihetiyle o hakikatin kemÂline mazhar olur. Bazı evliya-ı azîme, fahir ve naz ve şatahâta muvakkaten, ihtiyarsız girmişler; fakat o noktada, ihtiyaren onlara iktida edilmez. Hâdidirler, mühdî değillerdir, arkalarından gidilmez. Sekizinci Varta: Hodgâm, aceleci bir kısım ehl-i sülûk, âhirette alınacak ve koparılacak velâyet meyvelerini, dünyada yemesini ister ve sülûkünde onları istemekle vartaya düşer. Halbuki, gibi âyetlerle ilân edildiği gibi, çok Sözlerle katiyen ispat edilmiştir ki, Âlem-i bekada birtek meyve, fâni dünyanın bin bahçesine müreccahtır. Onun için, o mübarek meyveleri burada yememeli. Eğer istenilmeyerek yedirilse, şükredilmeli; mükâfat için değil, belki teşvik için bir ihsan-ı İlâhî olarak telâkki edilmeli. * Dokuzuncu Telvih Tarikatin pek çok semerâtından ve faydalarından yalnız burada dokuz adedini icmÂlen beyan edeceğiz.
"Dünya hayatı, aldatıcı bir menfaatten başka bir şey değildir." Âl-i İmrân Sûresi, 3:185.
Birincisi: İstikametli tarikat vasıtasıyla, saadet-i ebediyedeki ebedî hazinelerin anahtarları ve menşeleri ve madenleri olan hakaik-i imaniyenin inkişafı ve vuzuhu ve aynelyakin derecesinde zuhurlarıdır. İkincisi: Makine-i insaniyenin merkezi ve zembereği olan kalbi, tarikat vasıta olup işletmesiyle ve o işletmekle sair letâif-i insaniyeyi harekete getirip netice-i fıtratlarına sevk ederek hakikî insan olmaktır. Üçüncüsü: Âlem-i berzah ve âhiret seferinde, tarikat silsilelerinden bir silsileye iltihak edip ve o kafile-i nuraniye ile ebedü’l-âbâd yolunda arkadaş olmak ve yalnızlık vahşetinden kurtulmak ve onlarla dünyada ve berzahta mânen ünsiyet etmek ve evham ve şübehâtın hücumlarına karşı onların icmâına ve ittifakına istinad edip, herbir üstadını kavî bir senet ve kuvvetli bir bürhan derecesinde görüp, onlarla o hatıra gelen dalÂlet ve şübehâtı def etmektir. Dördüncüsü: İmandaki marifetullah ve o marifetteki muhabbetullahın zevkini, sâfi tarikat vasıtasıyla anlamak; ve o anlamakla dünyanın vahşet-i mutlakasından ve insanın kâinattaki gurbet-i mutlakasından kurtulmaktır. Çok Sözlerde ispat etmişiz ki, saadet-i dâreyn ve elemsiz lezzet ve vahşetsiz ünsiyet ve hakikî zevk ve ciddî saadet, iman ve İslâmiyetin hakikatindedir. İkinci Sözde beyan edildiği gibi, iman, şecere-i tûbâ-i Cennetin bir çekirdeğini taşıyor. İşte, tarikatin terbiyesiyle o çekirdek neşvünemâ bulur, inkişaf eder. Beşincisi: TekÂlif-i şer’iyedeki hakaik-i lâtifeyi, tarikatten ve zikr-i İlâhîden gelen bir intibah-ı kalbî vasıtasıyla hissetmek, takdir etmek-o vakit taate, suhre gibi değil, belki iştiyakla itaat edip ubudiyeti ifa eder. Altıncısı: Hakikî zevke ve ciddî teselliye ve kedersiz lezzete ve vahşetsiz ünsiyete, hakikî medar ve vasıta olan tevekkül makamını ve teslim rütbesini ve rıza derecesini kazanmaktır. Yedincisi: Sülûk-ü tarikatin en mühim şartı, en ehemmiyetli neticesi olan ihlâs vasıtasıyla, şirk-i hafîden ve riya ve tasannu gibi rezâilden hÂlâs olmak ve tarikatin mahiyet-i ameliyesi olan tezkiye-i nefis vasıtasıyla nefs-i emmârenin ve enâniyetin tehlikelerinden kurtulmaktır. Sekizincisi: Tarikatte, zikr-i kalbî ile ve tefekkür-ü aklî ile kazandığı teveccüh ve huzur ve kuvvetli niyetler vasıtasıyla âdetlerini ibadet hükmüne çevirmek ve muamelât-ı dünyeviyesini a’mÂl-i uhreviye hükmüne getirip sermaye-i ömrünü hüsn-ü istimal etmek cihetiyle, ömrünün dakikalarını, hayat-ı ebediyenin sümbüllerini verecek çekirdekler hükmüne getirmektir. Dokuzuncusu: Seyr-i sülûk-ü kalbî ile ve mücahede-i ruhî ile ve terakkiyât-ı mâneviye ile, insan-ı kâmil olmak için çalışmak; yani hakikî mü’min ve tam bir Müslüman olmak; yani, yalnız surî değil, belki hakikat-i imanı ve hakikat-i İslâmı kazanmak; yani, şu kâinat içinde ve bir cihette kâinat mümessili olarak, doğrudan
doğruya kâinatın HÂlık-ı ZülcelÂline abd olmak ve muhatap olmak ve dost olmak ve hÂlil olmak ve ayna olmak ve ahsen-i takvimde olduğunu göstermekle, benî Âdemin melâikeye rüçhaniyetini ispat etmek ve şeriatın imanî ve amelî cenahlarıyla makamât-ı Âliyede uçmak ve bu dünyada saadet-i ebediyeye bakmak, belki de o saadete girmektir.
1 "Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin." Bakara Sûresi, 2:32.
2 Allahım! Bütün asırların gavs-ı ekberi ve bütün çağların kutb-u âzamı olan Efendimiz Muhammed’e ve bütün Âl ve ashabına salât ve selâm et-o efendimiz ki, Miracında haşmet-i velâyeti ve makam-ı mahbubiyeti tezahür etmiştir ve bütün velâyetler onun Miracının gölgesinde münderiç bulunmaktadır. Hamd, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.
Bu küçücük Zeylin büyük bir ehemmiyeti var; herkese menfaatlidir. Cenâb-ı Hakka vâsıl olacak tarîkler pekçoktur. Bütün hak tarîkler Kur’ân’dan alınmıştır. Fakat tarîkatlerin bâzısı bâzısından daha kısa, daha selâmetli, daha umûmiyetli oluyor. O tarîkler içinde, kâsır fehmimle Kur’ân’dan istifâde ettiğim, acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tarîkıdır. Evet, acz dahi aşk gibi, belki daha eslem bir tarîktir ki, ubûdiyet tarîkıyla mahbûbiyete kadar gider. Fakr dahi Rahmân ismine îsÂl eder. Hem, şefkat dahi aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tarîktir ki, Rahîm ismine îsÂl eder. Hem, tefekkür dahi aşk gibi, belki daha zengin ve daha parlak bir tarîktir ki, Hakîm ismine îsÂl eder. Şu tarîk, hafì tarîkler misillü, letâif-i aşere gibi on hatve değil ve tarîk-ı cehriye gibi nüfûs-u seb’ a, yedi mertebeye atılan adımlar değil, belki "dört hatve"den ibârettir. Tarîkatten ziyâde hakîkattir, şeriattır. Yanlış anlaşılmasın; acz ve fakr ve kusurunu Cenâb-ı Hakka karşı görmek demektir; yoksá, onları yapmak veya halka göstermek demek değildir. Şu kısa tarîkın evrâdı ittibâ-ı sünnettir, ferâizi işlemek, kebâiri terk etmektir. Ve bilhassa namazı tâdil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihâtı yapmaktır. Birinci hatveye -1- âyeti işaret ediyor. İkinci hatveye -2- âyeti işaret ediyor. Üçüncü hatveye -3- âyeti işaret ediyor. Dördüncü hatveye -4- âyeti işaret ediyor.
Şu Dört Hatvenin kısa bir izahı şudur ki: Birinci Hatvede âyeti işaret ettiği gibi, tezkiye-i nefs etmemek. Zîrâ insan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle, nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzat yalnız zâtını sever; başka herşeyi nefsine fedâ eder. Mâbuda lâyık bir tarzda nefsini metheder, mâbuda lâyık bir tenzih ile nefsini meâyibden tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar, kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez; nefsine perestiş eder tarzında, şiddetle müdâfaa eder. Hattâ fıtratında tevdî edilen ve Mâbud-u Hakîkinin hamd ve tesbihi için ona verilen cihazât ve istidâdı kendi nefsine sarf ederek -1- sırrına mazhar olur; kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir. İşte şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathîri; onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir. İkinci Hatvede dersini verdiği gibi; kendini unutmuş, kendinden haberi yok; mevti düşünse, başkasına verir; fenâ ve zevÂli görse, kendine almaz. Ve külfet ve hizmet makâmında nefsini unutmak, fakat ahz-ı ücret ve istifâde-i huzûzât makâmında nefsini düşünmek, şiddetle iltizam etmek, nefs-i emmârenin muktezâsıdır. Şu makamda tezkiyesi, tathîri, terbiyesi; şu hÂlin aksidir. Yani, nisyân-ı nefs içinde nisyan etmemek; yani, huzûzât ve ihtirasâtta unutmak ve mevtte ve hizmette düşünmek. Üçüncü Hatvede dersini verdiği gibi; nefsin muktezâsı dâimâ iyiliği kendinden bilip, fahr ve ucbe girer. Bu hatvede, nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı görüp, bütün mehâsin ve kemÂlâtını, Fâtır-ı ZülcelÂl tarafından ona ihsan edilmiş nîmetler olduğunu anlayıp, fahr yerinde şükür ve temeddüh yerinde hamd etmektir. Şu mertebede tezkiyesi, -2- sırrıyla şudur ki: KemÂlini kemÂlsizlikte, kudretini aczde, gınâsını fakrda bilmektir. Dördüncü Hatvede dersini verdiği gibi; nefıs, kendini serbest ve müstakil ve bizzat mevcut bilir. Ondan bir nevî rubûbiyet dâvâ eder. Mâbuduna karşı adâvetkârâne bir isyânı taşır. İşte gelecek şu hakîkati derk
1 Nefsinin arzusunu kendisine mâbud edinip onun her emrine uyan kimse... (Furkan Sûresi: 43.)
etmekle ondan kurtulur. Hakîkat şudur ki: Her, şey nefsinde mânâ-i ismiyle fânîdir, mefkuttur, hâdistir, mâdumdur; fakat mânâ-i harfiyle ve Sâni-i ZülcelÂlin esmâsına âyinedarlık cihetiyle ve vazifedarlık îtibârıyla Şâhittir, meşhûddur, vâciddir, mevcuddur. Şu makamda tezkiyesi ve tathîri şudur ki: Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır. Yani kendini bilse, vücud verse, kâinat kadar bir zulümât-ı adem içindedir. Yani, vücud-u şahsîsine güvenip, Mûcid-i Hakîkiden gaflet etse, yıldız böceği gibi bir Şahsî ziyâ-i vücudu nihayetsiz zulümât-ı adem ve fıraklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enâniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakîkinin bir âyine-i tecellîsi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudâtı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zîrâ bütün mevcudât esmâsının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücudu bulan bir kalp, herşeyi bulur. Hatime Şu acz, fakr, şefkat, tefekkür tarîkındaki dört hatvenin izahâtı, hakîkatin ilmine, şeriatın hakîkatine, Kur’ân’ın hikmetine dâir olan yirmi altı adet Sözlerde geçmiştir. Yalnız, şurada bir iki noktaya kısa bir işaret edeceğiz. Şöyle ki: Evet, şu tarîk daha kısadır. Çünkü dört hatvedir. Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i ZülcelÂle verir. Halbuki en keskin tarîk olan aşk, nefsinden elini çeker, fakat mâşuk-u mecâzîye yapışır. Onun zevÂlini bulduktan sonra Mahbûb-u Hakîkiye gider. Hem şu tarîk daha eslemdir. Çünkü nefsin şatahât ve bÂlâpervazâne dâvÂları bulunmaz. Çünkü acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde bulunmuyor ki, haddinden fazla geçsin. Hem bu tarîk daha umûmi ve cadde-i kübrâdır. Çünkü kâinatı, ehl-i Vahdetü’1-Vücud gibi, huzur-u dâimî kazanmak için, îdâma mahkûm zannedip -1- hükmetmeye veyahut ehl-i Vahdetü’ş-Şuhud gibi, huzûr-u dâimî için kâinatı nisyân-ı mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip, -2- demeye mecbur olmuyor. Belki îdamdan ve hapisten, gâyet zâhir olarak, Kur’ân affettiğinden, o da sarf-ı nazar edip ve mevcudâtı kendileri hesâbına hizmetten azlederek, Fâtır-ı ZülcelÂl hesâbına istihdam edip, Esmâ-i Hüsnâsının mazhariyet ve âyinedarlık vazifesinde istimÂl ederek, mânâ-i harfî nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzûr-u dâimîye girmektir; her şeyde Cenâb-ı Hakka bir yol bulmaktır. Elhâsıl, mevcudâtı mevcudât hesâbına hizmetten azlederek, mânâ-i ismiyle bakmamaktır.
1 Ondan başka hiçbir varlık yoktur.
2 Ondan başka şâhit olunan, görülen hiçbir şey yoktur.
MECELLE’NİN İLK 90 MADDESİNİN AÇIKLAMSI 1- “İlm-i fıkh, mesâil-i şer’iyye-i ameliyeyi bilmektir.” İlm-i Fıkh: Fıkıh ilmi Mesail: Meseleler Mesâil-i şer’iyye-i ameliye: Amellerle ilgili şer’i / hukuki meseleler 2- “Bir işten maksat ne ise hüküm ona göredir.” Örnek: Yitik bir malı koruyup sahibine verme niyetiyle alan kişinin, malın helak olması halinde onu tazmin etmesi gerekmezken; söz konusu malı sahiplenme niyetiyle almış olması halinde tazmini gerekir. Bir devlet büyüğüne ibadet niyetiyle secde edilmesi küfür, bunun saygı amacıyla yapılmış olması sadece günah olarak görülmüştür. 3- “Ukudda itibar mekasıd ve meaniyedir; elfaz ve mebaniye değildir.” Ukud: Akitler, anlaşmalar Mekasıd: Maksatlar Meani: Manalar Elfaz: Lafızlar, sözler, cümleler Mebani: Açıklamalar Bu madde, niyet ile ifade arasında aykırılık bulunduğu zaman geçerlidir. Yoksa lafız tamamen bir kenara atılacak değildir. Ayrıca bu madde, lafızların asıl manalarından başka manalarda da kullanılabileceği göz önüne alınarak tespit edilmiştir. Kaidede “ukud” kaydının bulunması, yeminlerle ilgili hükümleri istisna etmek içindir; zira yeminler amaca göre değil, kullanılan lafızlara göre değerlendirilir. Kısastan af gibi.
Örnek: Bir kimse usulü dairesinde tanzim ettiği senette “Şu malımı oğlum Ahmet’e hibe ediyorum. Sağ olduğum müddetçe bu malda tasarruf edeceğim, ben öldükten sonra oğlum Ahmet tasarruf edecek ve diğer varislerim müdahale etmeyecektir.” demiş olsa, “hibe ediyorum” tabiriyle bu tasarrufun hibeye hamli mümkün ise de “Ben sağ olduğum müddetçe tasarruf edecek” ibaresinin delaleti ile maksadın vasiyet olduğu anlaşılır. 4- “Şekk ile yakin zail olmaz.” Şekk: Bir şeyin varlığına ve yokluğuna eşit derecede kani olmak Yakin: Bir şeyin varlık veya yokluğundan birine, bir delil sebebiyle, aklın kesin olarak veya kuvvetli bir zanla karar vermesi Zail olmak: Yok olmak Yani: Var olduğu yakinen bilinen bir şeyin aksine kesin delil bulunmadıkça, sonradan meydana gelen bir şüphe ve tereddütten dolayı onun yok olduğuna hükmedilmez; yakin, ancak yakin ile zayi olur. Örnek: Abdestli olan bir kişi, abdestinin bozulup bozulmadığından şüpheye düşse, abdestinin bozulduğuna dair kesin bir bilgi olmadıkça bu şüpheye itibar edilmez, bu abdestle kıldığı namazlar sahih kabul edilir. Bir kimse “Filan şahsa zannımca şu kadar lira borcum vardır” dese bununla borç sabit olmaz. 5- “Bir şeyin bulunduğu hal üzere kalması asıldır.” Yani: Geçmişte sabit olduğu kesin olarak bilinen bir şeyin, aksine bir delil bulunmadıkça geçmişteki haline itibar edilir. Örnek: Kayıp kişinin hayatta olduğu geçmişte kesin olarak bilinmekte iken, öldüğüne dair kesin bir delil bulunmadıkça hayatta olduğu kabul edilir. Dolayısıyla, bu durumdaki kişinin ölümüne dair kesin bilgi elde edilmedikçe, malları mirasçılarına paylaştırılamaz. 6- “Kadim kıdemi üzerine terk olunur.” Kadim: Başlangıcını kimsenin bilmediği şey, eski. Kıdem: Eskilik Örnek: Bir evin yağmur suları, eskiden beri komşusunun bahçesine akmaya devam ettiği halde, komşusu, “bundan sonra akıtmam” diyemez. Çünkü bu uygulama “kadim”olmuştur.
7- “Zarar kadim olmaz” Örnek: Yayaların geçişini engelleyecek şekilde yapılmış balkonlar, kamu sağlığını tehdit eden kanalizasyon ve çöplükler, ne kadar eski uygulamalar olursa olsun kaldırılır veya tamir edilip zararları giderilir. 8- “Bir zamanda sabit olan şeyin hilafına delil olmadıkça bekasıyla hükmolunur.” Hilafına: Aksine, tersine. Beka: Kalıcılık Örnek: Bir kimsenin başka birine borçlu olduğu, ikrar veya başka bir delille sabit olduktan sonra bu şahıs, borcunu ödediğini veya kendini bu borçtan ibra edildiğini iddia etse, söz, yeminle birlikte alacaklıya ait olur. 9- “Bir emr-i hâdisin akreb-i evkatına izafeti asıldır.” Emr-i Hadis: Sonradan gerçekleşen olay, iş. Akreb-i evkat: En yakın vakit İzafet: Bağlantı kurmak Konu, yeni ortaya çıktığı kabul edilen durumun ortaya çıkış tarihi ile ilgilidir. Mevcut durumun sonradan mı meydana geldiği, yoksa eskiden beri mi var olduğu, tartışma konusu değildir. Örnek: Bir kimsenin, ölmeden önce bir ikrarda bulunduğu sabit olsa, bu ikrarın ne zaman meydana geldiğinde anlaşmazlık çıkması halinde, aksine bir delil olmadığı sürece bu ikrarın ölüm hastalığı (maraz-ı mevt) esnasında meydana geldiğine hükmedilir. 10- “Beraet-i zimmet asıldır.” Beraet-i zimmet: Kişinin temiz ve borçsuz olması Örnek: Ödünç alan kişi, ödünç malı iade ettiğini iddia ederse, bu kaide gereği onun sözüne itibar edilir. Bir kimse başkasının malını telef ettiğinde, bunun miktarı konusunda taraflar ihtilaf etmişlerse, söz telef edene ait olur. Çünkü telef eden, karşı tarafın ileri sürdüğü fazlalığın zimmetindeki varlığını inkar etmektedir. Beraet-i zimmet asıl olması hasebiyle, iddia ettiği fazlalığın ispatlanması için mal sahibinden delil getirmesi istenir. 11- “Sıfat-ı arızada asl olan ademdir.” Sıfat: Asli ve arızi olmak üzere ikiye ayrılır. Hayat, sağlık gibi, bir şeyin zatıyla kaim olan sıfatlar, “asli” sıfatlardır. Mesela hayat, insanın sıfatıdır ve hayat olmazsa insan yaşayamayacağı için bu sıfat, asli sıfattır. Ticaret malının kusurlu olması gibi, sonradan meydana gelen sıfatlar ise “arızi” olarak değerlendirilir. Adem: Yokluk Örnek: Bir kişi başkası hakkında, o kimsenin kendisiyle bir sözleşmesi olduğunu veya malını telef ettiğini ya da bir suç işlediğini iddia eder, o da inkar ederse, davacı iddiasını ispatlayıncaya kadar söz, davalının olur. Çünkü iddia edilen şeyler için önceden gerçek olan asli durum, ‘yokluk’tur.
12- “Kelamda asl olan manayı hakikidir.” Asl olan: Tercih edilen Manayı hakiki: Gerçek anlam, sözlük anlamı; bir söz duyulduğunda akla gelen ilk anlam. Mecaz: Kelimenin sözlük anlamında kullanılmayıp, ona benzeyen başka bir anlamda kullanılmasıdır. Örnek: “Şu ev Ahmet’e aittir.” Diyen bir kişi, bu ikrarıyla, söz konusu evin mülkiyetinin Ahmet’e ait olduğunu belirtmiştir. Bu kişi sonradan, “bu sözümle o evin, Ahmet’in kira ile oturduğu meskeni olduğunu kastettim; aslında ev benimdir” dese kabul edilmez ve önceki ikrarıyla sorumlu tutulur; çünkü öncelikle sözün hakiki anlamı geçerlidir. 13- “Tasrih mukabilinde delalete itibar yoktur.” Tasrih: Sarih; kendisiyle maksadın tam olarak ve açıkça ortaya çıktığı lafız Mukabil: Karşı Delalet: Alamet, nişane Örnek: Bir kimse bir mal için, “sattım veya satın aldım” dedikten sonra, “ben satış akdi için niyet etmemiştim” dese, bu sözü kabul edilmez ve akit geçerli sayılır. Bir vakfın gelirlerinin harcama yerleri, önceki vakıf yöneticilerinin uygulamalarının delaletiyle belirlenir. Ancak vakıf senedinde harcama yerleri açıkça belirtilmişse, vakıf yöneticilerinin bunun aksine olan uygulamaları geçerli sayılmaz. 14- “Mevrid-i nassda ictihada mesağ yoktur.” Mevrid-i nass: Nassın bulunduğu yer, hakkında nass bulunan konu Nass: Vahiy ile sabit olan ifade, Kur’an ayetlerine ve hadislere verilen ortak ad; kanun metni İctihad: Nassın bulunmadığı bir konuda bir âlimin, araştırmaları sonucu belirttiği görüşü Mesağ: İzin, ruhsat, cevaz. Yani: Hakkında nass bulunan bir meselede içtihat yapılamaz; çünkü içtihat zan ifade ettiği için onunla elde edilen hüküm de zanni olur. Nassla sabit olan hüküm ise içtihadın aksine kesinlik ifade eder. Bazı alimlerin, hakkında nass bulunan bir konuda farklı içtihatlarda bulunmaları, söz konusu nassın tevil ihtimali taşımasından dolayıdır. “Alışveriş yapanlar, ayrılmadıkları sürece muhayyerdirler.” hadisindeki “ayrılmak” lafzı hakkındaki farklı yorumlardan kaynaklanan farklı içtihatlar gibi. 15- “Ala hilafi’l-kıyas sabit olan şey, saire makisun aleyh olamaz.” Ala hilafi’l-kıyas: Kıyas kuralına ters olarak Kıyas: Dört rükünden meydana gelir: Asl, fer’, hüküm, illet. Sair: Başka Makisun aleyh: Kendisi üzerinden kıyas yapılan nass, hüküm; asl. Yani: Bir konunun hükmü kıyasa aykırı olarak sabit olmuşsa, bu hüküm ona benzer konuların kıyas edilmesi için “asl”, yani “makisun aleyh” olamaz. Kıyasa aykırı olarak sabit olan nass, kendi konusu ile sınırlı tutulur. Örnek: Sabah namazının sünnetinin, öğle vakti girmeden kaza edilmesi, özel bir sebebe binaen meşru kılınmıştır. “Ta’ris olayı” diye bilinen, Hz. Peygamber’in ashabıyla birlikte Hayber dönüşü bir vadide uyuyakalarak sabah namazını kaçırmasından sonra namazı sünnetiyle birlikte kaza etmesi, zevalden sonra veya başka zamanlarda da sabah namazının kaza edileceğine dair “makisun aleyh” olamaz.
16- “İctihad ile diğer ictihad nakz olunmaz.” İctihad: Nassın bulunmadığı bir konuda bir âlimin, araştırmaları sonucu belirttiği görüşü Nakz olunmak: Geçersiz kılınmak, bozulmak Yani: İçtihatlar aynı derecede birer zanni delil olduklarından, kat’i olan nasslara aykırı olmadığı sürece biri ile diğerini geçersiz kılmak caiz değildir. Aksi taktirde istikrarsızlığa yol açılmış olurdu. Örnek: Hz. Ömer, Hz. Ebubekir’in hilafeti sırasındaki ictihadi uygulamalarına muhalefet etmiş ama daha sonra kendi hilafeti döneminde bu içtihatlardan meydana gelen hükümleri bozma yoluna gitmemiştir. İstisna: Kamu yararı bir içtihadın bozulmasını gerektiriyorsa, başka bir içtihat ile onun bozulması caizdir. 17- “Meşakkat teysiri celb eder.” Meşakkat: Zorluk, sıkıntı Teysir: Kolaylaştırma Celb etmek: Çekmek Uyarı: Sözü edilen meşakkat, şer’i yükümlülüklerin özünde bulunan zorluklar değildir; bir konuda kolaylığa gidilmesi, o konu ile ilgili nasslarla çatışmaya da yol açmamalıdır. Örnek: Açlıktan ölüm tehlikesi yaşayan birinin, yasak olan ölü veya domuz etini yiyebilmesi Yolculuk durumu, ibadetler konusunda önemli kolaylılar sağladığı gibi, hukuki yönden de birçok ruhsatlara imkan vermektedir. 18- “Bir iş dıyk oldukta, müttesa’ olur.” Dıyk olmak: Daralmak Müttesa’: Genişletilen Yani: Fazla sıkışan iş kendi kendine genişler. Örnek: “Haddini aşan her şey aksine sonuç verir.” (Arap Atasözü) İnsanların yaşama, sağlık, hürriyet, itibar ve şeref gibi tabii haklarını tehlikeye düşürecek derecede ileri giden sıkı bir kanun hükmü, mahkeme kararı veya idari tedbir, genellikle gayesini sağlayamaz. Halk, bu ağır hükümlerden kaçınmak için çareler arar, türlü hilelere başvurur. Borcunu ödemeye güç yetiremeyen kişiye ödeme gücü elde edene kadar süre tanınması veya toptan ödeyemeyen kimseye taksit imkanı verilmesi bu kaide gereğidir. 19- “Zarar ve mukabele bi’z-zarar yoktur.” Mukabele bi’z-zarar: Zararla karşılık vermek Örnek: Borcunu ödememekte ısrar eden borçluyu alacaklının dövmeye veya hapsetmeye ya da malını zorla elinden almaya yetkisi yoktur. Bunları yapması halinde tazminle sorumlu olacağı gibi ayrıca kendisine cezai müeyyideler de uygulanır. (Hukuk dilinde buna “ihkak-ı hak” denir ve kesinlikle meşru değildir.) 20- “Zarar izale olunur.” İzale olunmak: Yok edilmek Örnek: Meslek erbabının kendilerinden kaynaklanan zararların yine kendileri tarafından izale edilmesi gerekir. Paranın sürekli değer kaybettiği yerlerde, alınan borcun miktar olarak aynen ödenmesi, borç veren kişinin zararına yol açmaktadır. Bu zararın izale edilmesi gerekmektedir; bunun için de, borçların geri ödenmesinde paranın miktarı değil, alım gücü esas alınmalıdır. 21- “Zaruretler, memnu olan şeyleri mübah kılar.” Zaruret: Yasak olan şeyin işlenmesini caiz kılan özür Memnu: Yasaklanmış Mübah: Yapılıp yapılmaması serbest olan Not: İslam hukuk usulünde, yasak olan şeylerin mübah kılınmasına “ruhsat” adı verilmektedir ki, bir özür sebebiyle sonradan meşru kılınan şey demektir. Fakat ruhsatta yalnızca hukuki sorumluluk kalkar, haramlık ise devam eder. Örnek: Muhtaç ve zor durumda kalınması ve başka çare bulunmaması hali, faizle borç almayı mübah kılan bir zaruret sayılmıştır.
22- “Zaruretler kendi miktarlarınca takdir olunurlar.” Yani: Zaruret sebebiyle caiz olan şey, yalnızca zarureti giderecek kadar işlenebilir. Örnek: Canının telef olmasını önleyecek ekmek varken, et veya tatlı gibi pahalı bir gıdayı sahibinden izinsiz almak, gasp hükmünde sayılmıştır. Gerek sünnet, gerekse tıbbi bir tedavi ihtiyacı bir zarurettir ve sünnetçi veya doktor konumunda olan kişinin kullanacağı ruhsat, işini gereği gibi yapabileceği bir alanla sınırlıdır. 23- “Bir özür için caiz olan şey, ol özrün zevali ile batıl olur.” Caiz: Uygun, mahzursuz Zeval: Ortadan kalkmak Batıl olmak: Geçersiz olmak Örnek: Su bulunduğunda veya suyu kullanabilecek duruma gelindiğinde teyemmüm batıl olmuş olur. Kiralanan bir malda bir kusur meydana geldiğinde, kiralayan kişinin bu akdi fesih yetkisi doğar. Ancak mal sahibi akdin feshedilmesinden önce söz konusu kusuru giderirse, kiralayanın akdi feshetme hakkı kalkar. 24- “Mani zail olunca memnu avdet eder.” Mani: Engel Zail olmak: Ortadan kalkmak Memnu: Yasaklanmış olan Avdet etmek: Geri dönmek Yani: Bir özür sebebiyle uygulanamayan asli bir hüküm, özrün kalmasıyla önceki konumuna döner. Örnek: Bir davada çocuk veya kör olan birinin şahitliği çocukluk veya körlük sebebiyle reddolunduktan sonra, söz konusu şahıs baliğ olsa vay gözleri açılsa, bu kişinin daha sonra aynı dava için yapacağı şahitlik kabul edilir. 25- “Zarar kendi misli ile izale olunamaz.” Yani: Aslında yapılan zararın, zarar vermeden telafi edilmesi en uygunudur; ancak bu mümkün olmadığı taktirde daha hafif bir zarar ile zararın izale edilmesi amaçlanmalıdır. Örnek: Bir malın üretildiği yerde, aynı malı üretecek başka bir fabrikanın yapılması engellenemez. Yani önceki fabrikanın zararına olur gerekçesiyle yeni yatırım yapmak isteyenlere zarar verilemez. İkaz: Zaruret hali ile meşru müdafaa birbirine karıştırılmamalıdır. 26- “Zarar-ı âmmı def’ için, zarar-ı hâs ihtiyar olunur.” Zarar-ı âmm: Geniş kapsamlı zarar Zarar-ı hâs: Dar kapsamlı zarar İhtiyar olunmak: Tercih edilmek Örnek: Hastalığa karşı aşı yatırmak, geçici bir ateş ve sıkıntı yapabilir; ancak ileriki yıllarda ölüm veya hastalıkla sonuçlanabilecek hastalıklara karşı bağışıklık kazandırır. Orman yangınlarında yangının daha fazla yayılmasını önlemek için, normal şartlarda yasak olan bir kısım ağaçların kesilmesi bir zorunluluk halini almaktadır. Cahil doktoru işinden men etmek 27- “Zarar-ı eşedd, zarar-ı ehaff ile izale olunur.” Zarar-ı eşedd: Çok şiddetli zarar Zarar-ı ehaff: Daha hafif zarar İzale etmek: Gidermek, yok etmek Yani: Zarar, kendinden daha hafif bir zararla telafi edilir. Örnek: Ölen hamile bir kadının, canlı olan ve yaşayacağı umulan çocuğunun ana karnından çıkarılması gerekir. Bu durumda ölüye verilecek zarar, çocuğa gelecek zarardan daha hafiftir. Kişi, bakmakla yükümlü olduğu kimseler için yapması gereken harcamaları yapmaması halinde hapsedilerek görevini yapmaya zorlanır. Böylelikle ihtiyaç sahiplerinin zararının izale edilmesine çalışılır.
28- “İki fesat tearuz ettiğinde ehaffı irtikab ile a’zamının çaresine bakılır.” Tearuz etmek: Çatışmak Ehaff: Daha hafif A’zam: Daha büyük İrtikab: Yapmak, tercih etmek Yani: Biri büyük, diğeri daha hafif iki zarar bir anda söz konusu olduğunda, hafif olan zararı işleyerek büyük zarardan kurtulma yoluna gidilir. Örnek: İslam’da imamlık, müezzinlik ve Kur’an öğretme gibi ibadet niteliği taşıyan işler için ücret almak caiz değildir. Ancak zamanla bu işler için istekliler azalmış ve böylece bir zaruret sebebiyle ücret cazi kılınmıştır. Zalim olan yöneticiye başkaldırmak, onun yaptığı zulümden daha kötü sonuçlara yol açacaksa, ona itaat etmek suretiyle, hafif olana katlanarak daha büyük zararların meydana gelmesi önlenmiş olur. 29- “Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur.” Ehven: Daha iyi Şerreyn: İki kötü, zararlı şey İhtiyar olunmak: Tercih edilmek Örnek: Parmakta çıkan bir yara, kangren olup kolun elden gitmesine sebep olacaksa parmak kesilir. Gerekirse vücudu kurtarmak için kol da feda edilir. 30- “Def-i mefâsid celb-i menâfi’den evlâdır.” Def’: Gidermek Mefasid: Kötü ve zararlı şeyler Celb: Elde etmek, çekmek Menafi’: Yararlı şeyler Evlâ: Daha iyi Yani: Kötü ve zararlı şeylerin giderilmesi, yararlı şeylerin elde edilmesinden daha önemlidir. Br konuda yararla zarar çatıştığı taktirde öncelikle zararın def edilmesi esas alınmalıdır. Örnek: Meskun bir mahalde oturanların huzur ve rahatını bozacak bir işyeri yapılamaz. 31- “Zarar bi kaderi’l-imkan def olunur.” Bi kaderi’l-imkan: İmkanlar elverdiğince Def’ olunmak: Giderilmek Yani: Meydana gelen bir zararın tamamıyla telafi edilmesi her zaman mümkün olmayabilir. Böyle durumlarda zararın telafisi için imkanların elverdiği kadarıyla yetinilir. Örnek: Bir zararı tazmin etmekle yükümlü olan bir kişi öldüğü zaman, zarar gören kişi zararını onun bıraktığı mirastan tahsil etme yoluna gider. Şayet kalan miras, zararın tamamını karşılamaya yetecek miktarda değilse, mirasın yettiği kadarıyla zarar karşılanır, zararın kalan kısmı için, mirasçı durumunda olan kişiler kendi mallarından ödemeye zorlanamazlar. 32- “Hacet umûmî olsun, husûsî olsun, zaruret menziline tenzil olunur.” Hacet: İhtiyaç Umûmî: Genel Husûsî: Özel Örnek: Hakkında nass bulunmayan ve kendisine kıyas edilecek bir örnek de bulunmayan pek çok husus, istihsan, örf veya maslahat açısından meşru görülmüştür. Hepsinin gerekçesi de ihtiyaçtır. Bir apartmanın ortak giderlerine herkes eşit miktarda katkıda bulunur. Oysa herkesin giderlere konu olan ortak malzemeleri eşit derecede kullanması söz konusu değildir. Aynı şekilde şehir içi ulaşımda, kısa ve uzun mesafe gidecek olanlar ve otelde kalan müşteriler, otel imkanlarını farklı kullanmalarına rağmen eşit ücret ödemektedirler. Böyle durumlarda kıyas mantığının kullanılması halinde, insanlar sıkıntıya düşeceği gibi, hukuki ilişkilerde de karışıklık meydana gelir. Dolayısıyla bu tür ihtiyaçlar özel olsun genel olsun zaruret gibi değerlendirilir ve ona göre hüküm verilir. 33- “Iztırar gayrın hakkını iptal etmez.” Iztırar: Zaruret hali; kişinin hayati tehlike karşısında, normalde yapmaması gereken şeyi yapmak zorunda kalma durumu Gayr: Başkası İptal etmek: Geçersiz kılmak Örnek: Kişinin zaruretten dolayı başkasına ait bir malı almak veya kullanmak zorunda kalması, mal sahibinin tazmin veya ücret hakkını ortadan kaldırmaz. 34- “Alınması memnu’ olan şeyin, verilmesi dahi memnu’ olur.” Memnu’: Yasaklanmış Örnek: Rüşvet Riba (Faiz) Uyuşturucu maddeler
28- “İki fesat tearuz ettiğinde ehaffı irtikab ile a’zamının çaresine bakılır.” Tearuz etmek: Çatışmak Ehaff: Daha hafif A’zam: Daha büyük İrtikab: Yapmak, tercih etmek Yani: Biri büyük, diğeri daha hafif iki zarar bir anda söz konusu olduğunda, hafif olan zararı işleyerek büyük zarardan kurtulma yoluna gidilir. Örnek: İslam’da imamlık, müezzinlik ve Kur’an öğretme gibi ibadet niteliği taşıyan işler için ücret almak caiz değildir. Ancak zamanla bu işler için istekliler azalmış ve böylece bir zaruret sebebiyle ücret cazi kılınmıştır. Zalim olan yöneticiye başkaldırmak, onun yaptığı zulümden daha kötü sonuçlara yol açacaksa, ona itaat etmek suretiyle, hafif olana katlanarak daha büyük zararların meydana gelmesi önlenmiş olur. 29- “Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur.” Ehven: Daha iyi Şerreyn: İki kötü, zararlı şey İhtiyar olunmak: Tercih edilmek Örnek: Parmakta çıkan bir yara, kangren olup kolun elden gitmesine sebep olacaksa parmak kesilir. Gerekirse vücudu kurtarmak için kol da feda edilir. 30- “Def-i mefâsid celb-i menâfi’den evlâdır.” Def’: Gidermek Mefasid: Kötü ve zararlı şeyler Celb: Elde etmek, çekmek Menafi’: Yararlı şeyler Evlâ: Daha iyi Yani: Kötü ve zararlı şeylerin giderilmesi, yararlı şeylerin elde edilmesinden daha önemlidir. Br konuda yararla zarar çatıştığı taktirde öncelikle zararın def edilmesi esas alınmalıdır. Örnek: Meskun bir mahalde oturanların huzur ve rahatını bozacak bir işyeri yapılamaz. 31- “Zarar bi kaderi’l-imkan def olunur.” Bi kaderi’l-imkan: İmkanlar elverdiğince Def’ olunmak: Giderilmek Yani: Meydana gelen bir zararın tamamıyla telafi edilmesi her zaman mümkün olmayabilir. Böyle durumlarda zararın telafisi için imkanların elverdiği kadarıyla yetinilir. Örnek: Bir zararı tazmin etmekle yükümlü olan bir kişi öldüğü zaman, zarar gören kişi zararını onun bıraktığı mirastan tahsil etme yoluna gider. Şayet kalan miras, zararın tamamını karşılamaya yetecek miktarda değilse, mirasın yettiği kadarıyla zarar karşılanır, zararın kalan kısmı için, mirasçı durumunda olan kişiler kendi mallarından ödemeye zorlanamazlar. 32- “Hacet umûmî olsun, husûsî olsun, zaruret menziline tenzil olunur.” Hacet: İhtiyaç Umûmî: Genel Husûsî: Özel Örnek: Hakkında nass bulunmayan ve kendisine kıyas edilecek bir örnek de bulunmayan pek çok husus, istihsan, örf veya maslahat açısından meşru görülmüştür. Hepsinin gerekçesi de ihtiyaçtır. Bir apartmanın ortak giderlerine herkes eşit miktarda katkıda bulunur. Oysa herkesin giderlere konu olan ortak malzemeleri eşit derecede kullanması söz konusu değildir. Aynı şekilde şehir içi ulaşımda, kısa ve uzun mesafe gidecek olanlar ve otelde kalan müşteriler, otel imkanlarını farklı kullanmalarına rağmen eşit ücret ödemektedirler. Böyle durumlarda kıyas mantığının kullanılması halinde, insanlar sıkıntıya düşeceği gibi, hukuki ilişkilerde de karışıklık meydana gelir. Dolayısıyla bu tür ihtiyaçlar özel olsun genel olsun zaruret gibi değerlendirilir ve ona göre hüküm verilir. 33- “Iztırar gayrın hakkını iptal etmez.” Iztırar: Zaruret hali; kişinin hayati tehlike karşısında, normalde yapmaması gereken şeyi yapmak zorunda kalma durumu Gayr: Başkası İptal etmek: Geçersiz kılmak Örnek: Kişinin zaruretten dolayı başkasına ait bir malı almak veya kullanmak zorunda kalması, mal sahibinin tazmin veya ücret hakkını ortadan kaldırmaz. 34- “Alınması memnu’ olan şeyin, verilmesi dahi memnu’ olur.” Memnu’: Yasaklanmış Örnek: Rüşvet Riba (Faiz) Uyuşturucu maddeler
35- “İşlenmesi memnu’ olan şeyin istenmesi dahi memnu’ olur.” Yani: Suça azmettirmek Örnek: Yalan yere şahitlik yapmak Zulmetmek Başkasını malını gasp etmek veya çalmak 36- “Adet muhakkemdir.” Muhakkem: Hakem kılınan Yani: İslam hukukunda, bir konu hakkında Kur’an ve sünnette bir delil bulunmadığı zaman, halk arasında yerleşmiş olan ve İslam dininin temel prensiplerine aykırı olmayan örf ve adetlere göre hüküm verilmesi esas alınmıştır. Örnek: Buğday ekmeği yenen bölgede ‘ekmek’ sözcüğü mutlak olarak kullanıldığında buğday ekmeğine, ‘para’ sözcüğü de ülkenin kullandığı para birimine hamledilir. 37- “Nâsın istimali bir hüccettir ki, anınla amel vacip olur.” Nâs: İnsanlar İsti’mal: Uygulama Hüccet: Delil Anınla: Onunla Amel: İş Vacip olmak: Gerekmek Yani: Örf ve adetin hukuki bir bağlayıcılığı vardır. Örnek: Yevmiyeci olarak çalıştırılan bir kişinin çalışma süresini, -özel bir düzenleme yoksa örf belirler. Bir kap içerisinde gönderilen hediyeye kabın dahil olup olmadığını örf belirler. Kişilerin iffet ve namusuna dil uzatmak anlamına gelen bazı kötü sözler, böyle bir niyet ve amaç taşımadan bir bölgede yaygın hale gelebilir. Ceza veya uyarı, bu durum göz önünde bulundurularak verilir. Başlık parasının, hukuken mehir olarak değerlendirilmesi. 38- “Âdeten mümteni olan şey, hakikaten mümteni gibidir.” Mümteni: İmkansız Yani: Bazı şeyler gerçekte mümkün olabilir; ancak adeten gerçekleşmesi mümkün değildir. Bu taktirde gerçekte mümkün olmayan bir şey gibi değerlendirilir. Örnek: Tevatür yoluyla sabit olan bir şeyi yalanlayan kişinin yalanladığı konuyla ilgili davasına bakılmaz. Bu konuda delil getirmesi de istenmez; zira böyle kesinlik ifade eden şeylerin inkarı adeten pek görülmüş şey değildir. 39- “Ezmanın tegayyürü ile ahkâmın tegayyürü inkâr olunamaz.” Ezman: Zamanlar Tegayyür: Değişmek Ahkam: Hükümler Örnek: İslam’ın ilk dönemlerinde gasp edilen malın menfaati tazmin konusu değilken, özellikle yetim ve vakıf mallarına haksız müdahaleler artınca, gayrı meşru hırsları engellemek için, bu fetva terk edilerek menfaatin tazmini yönünde hüküm verilmiştir. Hz. Ömer zamanında atlara zekat konulması, Hz. Ömer zamanında “müellefe-i kulub”a zekât verilmesinin kaldırılması, Hz. Ömer zamanında “Sevad” uygulamasında taşınmaz malların ganimet sayılması, Hz. Ömer zamanında diyet ödemesinin, katilin yakın akrabası olan “asabe” yerine divana bırakılması… İstisna: İnsanların tabii haklarını koruyan ilahi emirler ve bazı nadir kanunlar ve kaideler zamanla değişmez. 40- “Âdetin delaletiyle mana-yı hakikî terk olunur.” Mana-yı hakiki: Gerçek anlam, sözlük anlamı, birinci anlam. Yani: Bir sözün örfen başka anlamda kullanılması yaygınlaştığı taktirde gerçek anlamına itibar edilmez. Örnek: Lambayı yakmak Odayı yakmak
41- “Âdet ancak, muttarit yahut galip oldukta muteber olur.” Muttarid: Düzenli Yani: Âdetin muteber olabilmesi için, düzenli bir şekilde devamlı ya da çoğu zaman uygulanır olması gerekir. Örnek: Katma Değer Vergisinin fiyatlara dahil olup olmaması Nakliye ücretinin, beyaz eşyaya dahil olup olmaması 42- “İtibar gaalib-i şayia olup nadire değildir.” Galib-i şayi’: Çok yaygın Nadir: Az Yani: Hüküm vermede dikkate alınacak olan, nadiren vuku bulan değil, insanlar arasında yaygın olan uygulamalardır. Örnek: Mefkud, yani kayıp olan, sağ ya da diri olduğuna dair bilgi alınamayan kişi; bir kısım hakları elde etmesi bakımından ölü, ancak kendisinden bir hak elde edecek başkaları açısından diri hükmündedir. Bu kişinin ölümüne karar vermek için çocuk ölümleri ve salgın hastalık gibi istisnai durumlar dışında, normal şartlar altında o bölgede yaşayan hemcinsi olan insanların yaş ortalaması esas alınır. Nadiren bu yaşın üstünde yaşayanlar da olabilir; ancak hüküm nadir olana göre verilmez. 43- “Örfen maruf olan şey, şart kılınmış gibidir.” Maruf: Bilinen Örnek: Ücretle çalıştırılan bir kişiye yemek verilip verilmemesini örf belirler. Araba satışlarında yedek tekerleğin fiyata dahil olup olmadığı sorulmaz. 44- “Beynet-tüccar mâruf olan şey, aralarında meşrut gibi dir.” Beyne’t-tüccar: Tüccarlar arasında Maruf: Tanınan, bilinen Meşrut: Şart kılınmış Yani: Tüccar arasında bilinen uygulamalar, aralarındaki sözleşmelerin şartlarından sayılır. Örnek: Ödemelerin peşin olup olmaması, ödemenin hangi para birimiyle olacağı… 45- “Örf ile tayin nass ile tayin gibidir.” Tayin: Belirlemek Nass: Açıkça belirtilmiş söz Yani: Bir şeyin açık sözle belirlenmesi ne hüküm ifade ederse, örfler belirlenmesi de aynı hükmü ifade eder. Örnek: Bir kimse komşusundan ödünç olarak ekmek bıçağı alsa , bununla odun parçalayamaz. Bir yemek kabı alsa onunla kömür taşıyamaz. 46- “Vücudda bir şeye tabi olan, hükümde dahi ona tabi olur.” Vücud: Varlık Örnek: Satın alınan kilidin anahtarı. Sütü için alınan ineğin kendi sütünü emen yavrusu. Satılan gebe hayvanın karnındaki yavrusu. Öldürülen hamile bir kadının sadece kendisi için diyet ödenir, çocuk için ayrıca diyet olmaz. 47- “Tabi olan şeye ayrıca hüküm verilmez.” Örnek: Bir hayvanın karnındaki yavru ayrıca satılamaz. Taşınmaz bir malın geçiş ve suyolu gibi hakları, taşınmaz malın kendisinden ayrı olarak alınıp satılamaz. 48- “Bir şeye malik olan kimse, o şeyin zarûriyyatından olan şeye dahi malik olur.” Zarûriyyat: Ayrılmaz parça durumunda olan şeyler. Örnek: Bir evi satın alan kişi, onun yol hakkını da almış olur. İstisna: Yeraltı suları, genel olarak kamu yararına ait sulardandır. Dolayısıyla bir yere sahip olmak, onun altındaki sulara sahip olmayı gerektirmez.
49- “Asıl sakıt oldukta, fer’i dahi sakıt olur.” Fer’: Tabi olan Sakıt olmak: Düşmek, hükümsüz olmak Örnek: Alacaklı olan kimse alacağından vazgeçse, bu borç için kefil olan kişinin kefillik sorumluluğu da sona erer. Fakat alacaklı kefili ibra etse asıl borçlunun sorumluluğu kalkmış olmaz. 50- “Sakıt olan şey avdet etmez.” Avdet etmek: Dönmek Örnek: Kişinin, sattığı malın ücretini alabilmek amacıyla malı elinde tutma hakkı vardır. Ancak ücreti almadan malı teslim etmişse, bu hakkı ıskat etmiş sayılır. Ücreti ödemediği için o malı müşteriden geri isteyip elinde tutma hakkını artık kullanamaz. Alacaklı, alacaklıya borcunu hibe etse, bu hibesinden geri dönemez. Bir arsada yol hakkı bulunan kimsenin rızasıyla orada bir bina yapılsa, o kimsenin yol hakkı sakıt olur. 51- “Bir şey bâtıl oldukta ânın zımnındaki şey de batıl olur.” Batıl: Geçersiz Oldukta: Olduğunda Zımn: Altındaki anlam; kapalı ifade ânın: onun Yani: Bir kısım söz ve sözleşmelerin kendileriyle kastedilen açık anlam ve hükümleri olmasının yanı sıra, onların altında yatan başka anlam ve hükümleri de bulunur ki, bunlara, “zımnen sabit olan şeyler” adı verilir. Bunların geçerli olup olmaması, kastedilen ve açıkça anlaşılan anlamın geçerli olup olmamasına bağlıdır. Örnek: Müşteri, aldığı maldaki bir kusur için satıcıyla başka bir mal karşılığı sulh yapsa, anlaşsa, sonra müşterinin özel bir çabası olmadan o kusur düzelmiş olsa; ‘dolayısıyla’, yapılan sulh geçersiz olur. 52- “Asıl sabit olmadığı halde fer’in sabit olduğu vardır.” Fer’: ‘Asl’a tabi olan Yani: Fer’, sükut (düşme) bakımından asla tabi olmakla birlikte, sübut yönünden sürekli asla bağlı olmayabilir. Örnek: Bir kimse, “filanın filana şu kadar borcu vardır, ben ona kefilim” derse, daha sonra asil’in, yani borçlunun inkarı üzerine alacaklı hak iddia ederse, borcu kefilin ödemesi gerekir. Asil, yani borçlu inkar ederek düşmüştür ama kefilin kefilliği düşmez, devam eder. 53- “Mâni ve muktezi tearuz edince mâni takdim olunur.” Mani: Engelleyici unsur Muktazi: Gerektirici unsur Tearuz etmek: Karşı karşıya gelmek, çatışmak Takdim olunmak: Öne geçirilmek Yani: Bir konuda engelleyici unsur ile icap ettiren unsur birlikte bulunursa, engelleyici unsurun gereği yapılır. Örnek: Kişi, borçlu olduğu kişinin elinde rehin olarak bulunan malı başkasına satamaz. Hakim, kendi çocuğunun yabancı biriyle ortak olduğu bir şirket lehine hüküm vermiş olsa, bu hüküm geçersizdir. Fakat icap ettiren unsur üstün durumda olursa onun gereği yapılır. Mesela, açlıktan ölmek üzere olan kişinin başkasının malını almasına izin verilir.
54- “Aslın ibkâsı îfası kabil olmadığı hâlde bedeli îfâ olunur.” İfa: Yapmak, ödemek Kabil olmak: Mümkün olmak Bedel: Burada sözü edilen bedel sadece para değil, zararı karşılayacak herhangi bir tedbirdir. Yani: Geri ödemelerde asıl olan, malın bizzat kendisinin, şekil ve mana yönünden tam olarak iade edilmesidir. Bedelin ödenmesi sadece mana açısından bir iadedir ki, ancak aslın ödenmesi mümkün olmadığı zaman söz konusu olabilir. 55- “Bizzat tecviz olunmayan şey, bittebâ tecviz olunabilir.” Bizzat: Kendisi, kendi başına Tecviz olunmak: Uygun görülmek, onaylanmak Bitteb’a: Tabi olmakla Örnek: Yol (mürur) ve sulama (şirb) gibi gibi irtifak hakları tek başlarına vakfedilemezken, ilgili oldukları mallarla birlikte vakfedilebilmektedirler. İçinde aktığı kanala tabi kılınarak suyun vakfı da caiz görülmüştür. 56- “İbtidaen tecviz olunamayan şey bekâen tecviz olunabilir.” İbtidaen: Başlangıçta Bekaen: Sonunda Örnek: Ücretsiz satış sözleşmesi fasittir; ancak akit ücretle yapıldıktan sonra satıcının müşteriden ücreti kaldırması sahihtir ve akit de fasit olmaz. 57- “Beka, ibtidâdan esheldir.” Beka: Devam ettirmek İbtida: Başlamak Eshel: Daha kolay Yani: Bir şeyi olduğu hal üzere bırakmak, yeni hüküm inşa etmekten daha kolaydır. Örnek: Yerine vekil bırakma yetkisi bulunmayan bir hakimin bıraktığı vekilin verdiği hüküm geçersizdir. Fakat sözü edilen hakim, vekilin verdiği hükmü daha sonradan kendisi onaylarsa bu hüküm caiz olur. Dolayısıyla başlangıçta caiz olmayan vekil bırakma işlemi ‘bekaen’ geçerli görülmüştür. 58- “Teberru’ ancak kabz ile tamam olur.” Teberru (akitleri): Bedelsiz akitler (Hibe, ariyet, vasiyet ve sadaka) Kabz: Karşı tarafın malı eline alması Yani: Teberru akitleri kabz, yani karşı tarafın malı bizzat teslim alma işlemi olmadan gerçekleşmiş olmaz. Örnek: Geliri yılsonunda ele geçen bir vakıftan, hizmet karşılığı pay alan bir kişi, henüz vakfın geliri elde edilmeden ölmüş olsa, o kişinin hizmet ettiği süre içinde hak ettiği ücret, mirasçılarına ödenir. Çünkü ücreti hak etmek için kabz şart değildir. Ama bir hizmet karşılığı olmadan vakıftan pay alam durumundaki bir kişi, yılsonu gelmeden ölmüş olsa, mirasçılarına bir şey ödemek gerekmez. Zira vakıf bir teberrudur ve ancak kabz ile tamam olur. İstisna: Vasiyet 59- “Raiyye, yani teb’a üzerine tasarruf maslahata menuttur.” Raiye, teb’a: Devlet başkanı veya başka bir idarecinin yönetimi altında bulunan bütün insanlar. Maslahat: Fayda Menut: Dönük Yani: İnsanları idare etmekle görevli olan yetkili kişiler, görevlerini yaparlarken halkın genel yararını gözetmek zorundadırlar. Örnek: Bazen kamu yararıyla şahsın menfaati çatıştığında, şahsın uğrayacağı maddi zarar karşılanmak kaydıyla kamunun yararı tercih edilir. Mesela, bir yolun genişletilmesi gerekiyorsa devlet, yolun geçeceği yerin sahibinin arazi ücretini hazineden ödeyerek yolu genişletebilir.
0- “Velâyet-i hâssa velâyet-i âmmeden akvâdır.” Velâyet: Reşit olan bir kimsenin, ehliyeti eksik olan birinin şahsi ve mali işlerini yönetme konusunda yetkili olmasıdır. Velâyet-i hâssa: Ehliyeti eksik şahıslar adına yetki kullanmanın yanı sıra, vakfın mütevellisi olmak gibi bazı özel görevleri de içine almaktadır ki, bu, üç sınıfta değerlendirilir: Yalnız nikah, Yalnız mal, Hem nikah hem mal konusundaki veliliktir. Velayet-i âmme: Devlet başkanının ya da devletin yetki verdiği yargı kurumlarının, kamu düzenini sağlamak ve halkın yararına olan düzenlemeleri yapmak üzere ellerinde bulunan hukuki yetkilerdir. Akvâ: Daha kuvvetli Örnek: Bir vakfın mütevellisi varken, hakim o vakfın malında tasarrufta bulunamaz. İsterse onu kendisi tayin etmiş olsun. Hatta hakim, vakıf malını kiraya verse, mütevelli onun akdini geçersiz kılabilir. 61- “Kelamın i’mâli, ihmalinden evlâdır.” İ’mâl: İşlemek Evlâ: Daha iyi Yani: Bir kelamın, gerçek veya mecaz bir manaya hamli mümkün olduğu müddetçe ihmal edilmemeli, yani manasız sayılmamalıdır. Örnek: Bir şahıs, “bu malımı filanın oğluna vakfettim” dese, fakat o şahsın oğlu yoksa, hakiki anlam imkansız olacağından mecaz anlama bakılır ve torununa hamledilir; zira kelamın i’mali, ihmalinden evladır. 62- “Bir kelamın i’mâli mümkün olmazsa ihmal olunur.” Yani: Bir kelamın hakiki veya mecazi bir manaya hamli mümkün olmazsa o halde manasız bırakılır. Örnek: Bir kimsenin, kendisinden yaşça büyük biri için “oğlumdur” demesi anlamsızdır. “Şu evi filana verin” diyen, fakat hibe, satış, vasiyet gibi bir açıklama getirmeyen kimsenin ifadesi geçersiz sayılır. 63- “Manayı hakiki müteazzir olduğunda mecaza gidilir.” Müteazzir: Zor Örnek: “Şu ağaçtan yemeyeceğim” diyen birinin, söz konusu ağacın kendisini yemesi mümkün olsa da çok zor olan bir şeydir; dolayısıyla bu sözle, ağacın meyvesinin kastedildiğinin anlaşılması gerekir. 64- “Mütecezzî olmayan bir şeyin bazısını zikretmek, küllünü zikir gibidir.” Mütecezzî: Parçalara ayrılan Küll: Hepsi Yani: Bölünmesi mümkün olmayan şeyler bir bütün olarak değerlendirilir; bir kısmından söz etmekle tamamı anlaşılır. Örnek: Kısastan affetme, kefalet ve şuf’a hakkı gibi konularda bölme ve ayırma geçerli değildir. Kısasla cezalandırılacak kişinin bir kısmının affedilmesi, bütünüyle affedilmesi anlamına gelir ve ceza diyete dönüşür. 65- “Mutlak ıtlakı üzere cari olur. Eğer nassen yahut delaleten takyid delili bulunmazsa.” Mutlak: Manası genel olup, herhangi bir kayıtla kapsamı sınırlandırılmamış sözcük. Mesela, kitap, öğrenci ve kuş gibi sözcükler, sayı ya da vasıf belirtmeyen, sadece mahiyet ifade eden mutlak lafızlardır. Mukayyed: Sınırlandırılmış lafız. Mesela, eski kitap, yürüyerek gelen öğrenci, akşama kadar izinlisin ve sabah olunca git gibi ifadeler sırasıyla, vasıf, hal, gaye ve şartla katıltanmış sözcükler olup mukayyet lafızlardır. Itlak: Bir ibarenin veya sözün kayıt ve şarta bağlı olmayarak, delalet ettiği manaya hamledilmesi Cari olmak: Geçerli olmak Takyid: Sınırlandırmak Yani: Herhangi bir kayıtla kayıtlanmamış olan mutlak bir ifade, kendisinden anlaşılan geniş anlamı çerçevesinde değerlendirilir. Örnek: Bir kimse terziye elbise dikmesi için kumaş verip pazarlık yapsa, bu mutlak bir işlem olur. Dolayısıyla terzi, bu elbiseyi kendi dikebileceği gibi kalfasına da diktirebilir.
66- “Hazırdaki vasıf lağv, gaibdeki vasıf muteberdir.” Hazır: Konuşma anında orada bulunan Gaib: Konuşma anında orada bulunmayan Vasıf: Malın vasfedilmesinden maksat, onun belirlenmiş olmasıdır ki, işaretle olan belirleme sözle anlatımdan daha güçlüdür. Lağv: Söylenip söylenmemesi itibara alınmayan söz. Muteber: İtibar edilen Yani: Sözleşmelerde, kişinin karşısında duran bir şeyi vasfetmesi dikkate alınmaz; ancak yanında olmayan bir şeyi vasfetmesi muteberdir. 67- “Sual cevapta iade olunmuş addolunur.” Addolunmak: Sayılmak Yani: Tasdik olunan bir soruda ne denilmiş ise, cevap veren onu söylemiş hükmündedir. Örnek: “Okula gittin mi?” sorusuna verilen “evet” cevabının içinde “okula gittim” cümlesi tekrar edilmiş sayılır. 68- “Sâkite bir söz isnad olunmaz. Lakin maraz-ı hacette sükût beyandır.” Sakit: Susan kişi İsnad olunmak: Dayandırılmak Maraz-ı hacet: İhtiyaç anı; konuşulması gereken an Sükût: Susmak Beyan: Konuşmak, bir şey ifade etmek Yani: Normal şartlarda susan, bir söz söylemeyen kimseye, “şu sözü söylemiş oldu” denemez ve böyle bir varsayımla hüküm verilemez; fakat konuşulması gereken yerde susması, ikrar veya beyan sayılır. Örnek: Malının satıldığını gören kişinin buna ses çıkarmaması, satışı onayladığı anlamına gelmez; şayet o malı alan müşterinin malı alıp götürmesine de bir şey demez ve seyirci kalırsa, bu bir açıklama sayılarak, mal sahibinin bu satışı onayladığına hükmedilir. 69- “Bir şeyin umur-u batınada delili, o şeyin makamına kaim olur.” Umur-u batına: Görünmeyen, gizli işler Delil: Alamet Makamına kaim olmak: Yerine geçmek Yani: Bir şeyin gerçek durumunun anlaşılmasına imkan bulunmayan hususlarda, görünen alamete göre hüküm verilir. Örnek: Sözleşme için satış teklifinde bulunan kişi, daha sonra malını satmak istemediği anlamına gelen bir kısım söz ve davranışlarda bulunduğu taktirde, yaptığı satış teklifini geçersiz kılar. 70- “Mükâtebe, muhâtaba gibidir.” Mükatebe: Yazmak Muhâtaba: Konuşmak Yani: Uzaktan yazışmak suretiyle yapılan sözleşmeler, yüz yüze yapılan sözleşmeler hükmündedir. 71- “Dilsizin işaret-i ma’hudesi, lisan ile beyan gibidir.” İşaret-i ma’hude: -Özellikle erbabınca- bilinen işaretler Lisan: Dil İstisna: Zina ve iftira cezası gibi hadler konusunda dilsizin işareti ittifakla geçerli görülmemiştir. Çünkü hadler, şüphe ile düşürülen cezalardandır. Dilsizin işareti ise şüpheden uzak değildir. 72- “Tercümanın kavli her hususta kabul olunur.” Tercüman: Konuşmaları tercüme eden kişi Kavil: Söz Yani: Tercüman, hukuken tercüme ettiği kişinin yerine kaim kılınır. 73- “Hatası zâhir olan zanna itibar yoktur.” Zâhir: Açık İtibar: Değer, önem Yani: Yanlış olduğu ortaya çıkan zan hukuken geçersizdir. Örnek: Hâkimin verdiği kararda hata ettiği anlaşılırsa, iade-i mahkeme yoluyla hâkimin önceki görüşünden dönmesi gerekir. 74- “Senede müstenid olan ihtimal ile hüccet yoktur.” Sened: Dayanak Müstenid: Dayanan Hüccet: Delil Yani: Bir delilden kaynaklanan ihtimal ortaya çıkınca, bu delile muhalif olan hüccete itibar edilmez. Yalnız, bu “ihtimal”in bir delile dayanması gerekmektedir. Örnek: Vekil olan kimse, kendisi ya da müvekkili adına aldığını belirtmeden bir şey satın alsa, daha sonra mal telef olduğunda veya ayıplı çıktığında, o şeyi müvekkili adına aldığını söylese, bu sözü tasdik edilmez; zira bu durumda bir töhmet ‘ihtimali’ mevcuttur. Bunun ‘delil’i, malın helak olmasından veya ayıplı çıkmasından sonra bu sözü söylemiş olmasıdır. Bir kimsenin, yakınları lehine yaptığı şahitliğin kabul edilmemesi de bu kaidenin gereğidir.
75- “Tevehhüme itibar yoktur.” Tevehhüm: Herhangi bir delile dayanmayan soyut ihtimal Örnek: İflas ederek ölen bir kimsenin malları satılarak değeri alacaklılar arasında paylaştırılır. Başka bir alacaklının daha ortaya çıkabileceği ihtimaline dayanılarak başka bir pay ayrılmaz. Yani, onun mahrum kalacağı vehmine itibar edilmez. Şayet böyle biri çıkarsa, normal yollarla hakkını arar. 76- “Burhan ile sabit olan şey, ayanen sabit gibidir.” Burhan: Kesin delil Ayanen: Açıkça, gözle görülmüş şekilde Yani: Kesin bir delille (adil bir kişinin şahitliği de buna dahildir) sabit olan şey, açıkça, gözle görülerek sabit olmuş hükmündedir. 77- “Beyyine müddeî için ve yemin münkir üzerinedir.” Beyyine: Açıklama, delil getirme Müddeî: İddia eden Münkir: İnkar eden Yani: Muhakeme sırasında davacı delil getirmekle yükümlü olup, delil getirmediği taktirde davalıdan, yani davacının iddiasını inkar eden kişiden yemin etmesi istenir. 78- “Beyyine, hilaf-ı zahiri isbat için, yemin aslı ibkâ içindir.” Hilaf-ı zahir: Görünenin tersi İbka: Olduğu hal üzere devam ettirme Yani: Delil, görünen normal durumun aksini ispatlamak, yemin ise asıl durumun olduğu hal üzere bırakılması içindir. Örnek: Alışveriş yapan iki kişi, satışın rıza ile veya zorlamayla olduğu konusunda anlaşmazlığa düştükleri taktirde söz, rızayı savunan tarafın olur; çünkü sözleşmelerde asıl olan rızadır. Zorlama, aslın hilafına, tersine bir durum olduğundan dolayı, bunu iddia eden kişiden delil getirmesi istenir. 79- “Beyyine, hüccet-i müteaddiye ve ikrar, hüccet-i kâsıradır.” Hüccet-i müteaddiye: Etkisini sadece ilgili şahısta göstermeyip, başkasının hakkına da sirayet eden delil İkrar: Açıktan söylemek; kabul etmek Hüccet-i kâsıra: Etkisini sadece ilgili şahısta gösteren başkasının hakkına sirayet etmeyen delil Yani: Bir şey kesin delille sabit olur ve gereği ile hükmedilirse, o hüküm yalnız kendisine delil getirilen şahsa münhasır kalmayıp başkasına da sirayet edebilir. Çünkü kesin delil, hakimin hükmüyle hüccet olma vasfını kazanır. İkrar ise böyle olmayıp sadece ikrarda bulunan şahsın kendisi hakkında hüccet olur ve başkasına sirayeti yoktur; aksi taktirde başkasına zarar vermek için yapılacak kötü amaçlı ikrarların yolu açılmış olurdu. Örnek: Bir kimse mirasçılarından sadece birinin huzurunda miras malından alacağı olduğunu iddia edip bunu kesin bir delille ispat etse, verilen hüküm diğer varislere de sirayet eder; yani onları da bağlar, etkiler. Dolayısıyla diğer mirasçılar, davacının iddiasını kendi huzurlarında da ispat etmesini talep edemezler. Fakat söz konusu borç, delille değil de, yalnız bir mirasçının ikrarı ile sabit olup ona göre hüküm verilseydi, borç sadece ikrarda bulunan mirasçının mirastan alacağı paydan tahsil edilebilirdi. 80- “Kişi ikrarı ile muaheze olunur.” İkrar: Açıktan söylemek; kabul etmek Muaheze olunmak: Sorumlu tutulmak Yani: İkrar, sahibi açısından kesin delil gibi bağlayıcıdır; çünkü şahsın kendisiyle ilgili bir hüccettir ve ikrarın yalana dayanması adeten mümkün görülmemektedir. Bir konuda beyyine ile ikrar, ikisi birlikte bulunduklarında, hükmü beyyineye dayandırmaya ihtiyaç yoksa ikrara itibar edilir. 81- “Tenakuz ile hüccet kalmaz. Lakin mütenakızın aleyhi ne olan hükme halel gelmez.” Tenakuz: Tutarsız konuşmak, birbirine zıt düşünceler ortaya atmak; iki sözden her birinin, diğerinin ispat ettiği hükmü nefyetmesi; yani ikisinden birinin yanlış birinin doğru olmasıdır. Hüccet: Burada hüccet ile kastedilen, şahitliktir. Mütenakız: Çelişen Halel: Zarar Yani: Hâkimin, yapılan bir şahitliğin gereği olarak verdiği hüküm, daha sonra aynı şahitlerin ifade değiştirmesi ile bozulamaz; ancak şahitler, önceki şahitlikleri sebebiyle telefine sebep oldukları şeyi tazminle yükümlü tutulur.
82- “Şartın sübutu indinde ona muallâk olan şeyin sübutu lazım olur.” Sübut: Sabit olmak, gerçekleşmek İndinde: Yanında, katında Muallâk: Asılı, bağlantılı Yani; bir sözleşmenin gerçekleşmesi herhangi bir şarta bağlandığı taktirde, şartın meydana gelmesiyle sözleşme gerçekleşmiş olur,
83- “Bikaderi’l-imkan şarta riayet olunmak lazım gelir.” Bikaderi’l-imkan: Mümkün olduğunca, imkanlar elverdiğince Riayet olunmak: Uyulmak Şart: Burada sözü edilen şart, “…yapmak şartıyla”, “…etmek şartıyla” şeklindeki takyidi şarttır. 84- “Va’dler suret-i ta’liki iktisâ ile lazım olur.” Yani: Kendisine bağlanan şartın meydana gelmesiyle, ona bağlanan vaatlerin de meydana gelmesi zorunludur. 85- “Bir şeyin nef’i, zamânı mukabelesindedir.” Nef’: Fayda Zamân: Tazmin etme Mukabele: Karşılık Yani: Bir şeyden faydalanmak, onu tazmin sorumluluğunu da beraberinde getirir. Örnek: Telef olan malın zararını yüklenmek, o şeyden yararlanmanın tabii bir sonucudur. 86- “Ücret ile zaman müctemî olmaz.” Zaman: Tazmin Müctemi olmak: Bir arada bulunmak Yani: Tek bir sebepten dolayı hem ücret hem de tazmin bir arada bulunamaz. Örnek: Bir kimse bir şahsın arabasını gasp edip kötü bir şekilde kullanır ve arabanın değeri düşerse, o şahsa arabanın değer farkını tazmin etmek zorundadır. Ona ayrıca bir kullanma ücreti vermesi gerekmez. 87- “Mazarrat menfaat mukabelesindedir.” Mazarrat: Zararlar Mukabele: Karşı Yani: Bir şeyin zararının karşılanması, ondan elde edilen menfaat sebebiyledir. Örnek: Şirkete ait bir malın tamir edilmesi söz konusu olduğunda, şirkete ortak olanlar tamir masrafına, şirketteki hisseleri oranında katılırlar. 88- Külfet nimete ve nimet külfete göredir.” Külfet: Zorluk 89- “Bir fiilin hükmü failine muzaf kılınır ve mücbir olmadıkça amirine muzaf kılınmaz.” Fail: Fiili yapan Muzaf kılınmak: Bağlanılmak, yüklenilmek Mücbir olmadıkça: Zorlamadıkça Amir: Emreden Yani: Bir fiili yapanın bizzat kendisi sorumlu olur. Ona bu fiili yapmasını emreden kişi, zorlamadığı müddetçe yapılan fiilden dolayı sorumlu tutulamaz; İslam hukukunda sorumluluk şahsidir. Şayet emreden kişi zorla yaptırdıysa zahire bakılmayıp fiil emredene isnad edilir. Bu durumda fail, cansız bir alet gibi değerlendirilerek sorumlu tutulmaz. 90- “Mübaşir, yani bizzat fail ile mütesebbib müctemî oldukta hüküm, faile muzaf kılınır.” Mübaşir: Bir şeyi bizzat yapan Mütesebbib: Sebep olan kişi Müctemi: Toplanmış Yani: Bir şeyin meydana gelmesinde, o şeyi bizzat yapanla ona sebep olan birlikte bulundukları taktirde hüküm, sebep olana değil onu bizzat yapana isnad edilir. Örnek: Evin kapısını açık koymak, arabanın kontak anahtarını üzerinde bırakmak suretiyle evin soyulmasına ve arabanın çalınmasına sebep olan kişiler tazminle yükümlü olmazlar. http://emrahce.com/2009/07/02/mecelle-11-20/ Adresinden alınmıştır
İlm-i fıkh, mesâil-i şer’iyye-i ameliyeyi bilmektir. Bir işten maksat ne ise hüküm ona göredir. Ukutta itibar mekasıd ve meaniyedir; elfaz ve mebaniye değildir. Şekk ile yakin zail olmaz. Bir şeyin bulunduğu hal üzere kalması asıldır. Kadim, kıdemi üzerine terk olunur. Zarar kadim olmaz. Beraet-i zimmet asıldır. Sıfat-ı arızada asl olan ademdir. Bir zamanda sabit olan şeyin -hilafına delil olmadıkça- bekasıyla hükmolunur. Beka, ibtidâdan esheldir. Bir emr-i hâdisin akreb-i evkatına izafeti asıldır. Zarar ve mukabele bi’z-zarar yoktur. Zarar izale olunur. Zarar kendi misli ile izale olunamaz. Zarar-ı âmmı def’ için, zarar-ı hâs ihtiyar olunur. Zarar-ı eşed, zarar-ı ehaf ile izale olunur. İki fesat tearuz ettiğinde ehaffı irtikab ile a’zamının çaresine bakılır. Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur. Def-i mefâsid, celb-i menâfiden evlâdır. Zarar, bi kaderi’l-imkân def olunur. Meşakkat teysiri celb eder. Bir iş dıyk oldukta, müttesa’ olur. Zaruretler, memnu olan şeyleri mübah kılar. Zaruretler kendi miktarlarınca takdir olunurlar. Bir özür için caiz olan şey, o özrün zevali ile batıl olur. Mani zayi olunca memnu avdet eder. Hacet umûmî olsun, husûsî olsun, zaruret menzilesine tenzil olunur. Iztırar gayrın hakkını iptal etmez. Alınması memnu olan şeyin, verilmesi dahi memnu olur. İşlenmesi memnu olan şeyin istenmesi dahi memnu olur. Adet muhakkemdir. Nâsın istimali bir hüccettir ki, anınla amel vacip olur. Adeten mümteni olan şey, hakikaten mümteni gibidir. Ezmanın tegayyürü ile ahkâmın tegayyürü inkâr olunamaz. Âdetin delaletiyle mana-yı hakikî terk olunur. Âdet ancak, muttarit yahut galip oldukta muteber olur. İtibar gaalib-i şayia olup nadire değildir. Örfen maruf olan şey, şart kılınmış gibidir. Beynettüccar maruf olan şey, aralarında meşrut gibi dir. Örf ile tayin nass ile tayin gibidir. Vücudda bir şeye tabi olan, hükümde dahi ona tabi olur. Tabi olan şeye ayrıca hüküm verilmez. Bir şeye malik olan kimse, o şeyin zarûriyyatından olan şeye dahi malik olur. Asıl sakıt oldukta, fer’i dahi sakıt olur. Asıl sabit olmadığı halde fer’in sabit olduğu vardır. Mâni ve muktezi tearuz edince mâni takdim olunur. Sakıt olan şey avdet etmez. Bir şey bâtıl oldukta anın zımnındaki şey de batıl olur. Aslın ibkâsı (veya îfası) kabil olmadığı hâlde bedeli îfâ olunur.
Bizzat tecviz olunmayan şey, bittebâ tecviz olunabilir. İbtidaen tecviz olunamayan şey bakâen tecviz olunabilir. Teberru’ ancak kabz ile tamam olur. Raiyye, yani teb’a üzerine tasarruf maslahata menuttur. Velâyet-i hâssa velâyet-i amme’den akvâdır. Kelamda asl olan mana-yı hakikidir. Manayı hakiki, müteazzir olduğunda mecaza gidilir. Kelamın i’mali, ihmalinden evlâdır. Bir kelamın i’mali mümkün olmazsa ihmal olunur. Mütecezzî olmayan bir şeyin bazısını zikretmek, küllünü zikir gibidir. Mutlak ıtlakı üzere cari olur. Eğer nassen yahut delaleten takyid delili bulunmazsa. Hazırdaki vasıf lağv, gaibdeki vasıf, muteberdir. Sual cevabda iade olunmuş addolunur. Sâkite bir söz isnad olunmaz. Lakin maraz-ı hacette sükût beyandır. Bir şeyin umuru batınada delili, o şeyin makamına kaim olur. Mükâtebe, muhâtebe gibidir. Dilsizin işaret-i ma’hudesi, lisan ile beyan gibidir. Tercümanın kavli her hususta kabul olunur. Tasrih mukabilinde delalete itibar yoktur. Mevrid-i nassda ictihada mesağ yoktur. Ala hilafil kıyas sabit olan şey saire makîsun aleyh olamaz. İctihad ile diğer ictihad nakz olunmaz. Hatası zahir olan zanna itibar yoktur. Senede müstenid olan ihtimal ile hüccet yoktur. Tevehhüme itibar yoktur. Burhan ile sabit olan şey, ayanen sabit gibidir. Beyyine müddeî için ve yemin münkir üzerinedir. Beyyine, hilafı zahiri isbat için, yemin aslı ibkâ içindir. Beyyine, hüccet-i müteaddiye ve ikrar, hüccet-i kâsıradır. Kişi ikrarı ile muaheze olunur. Tenakuz ile hüccet kalmaz. Lakin mütenakızın aleyhi ne olan hükme halel gelmez. Her kim ki kendi tarafından tamam olan şeyi nakz etmeğe sa’y ederse sa’yi merduttur. Şartın sübutu indinde ona muallak olan şeyin sübutu lazım olur. Bi kaderi’l-imkan şarta riayet olunmak lazım gelir. Vaadler sureti taliki iktısa ile lazım olur. Bir şeyin nef’i zamanı mukabelesindedir. Ücret ile zaman müctemî olmaz. Cevaz-ı şer’i, zamana münafî olur. Mazarrat menfaat mukabelesindedir. Külfet ni’mete ve ni’met külfete göredir. Bir fiilin hükmü failine muzaf kılınır ve mücbir olmadıkça amirine muzaf kılınmaz. Mübaşir, yani bizzat fail ile mütesebbib müctemî oldukta hüküm, faile muzaf kılınır. Mübaşir, müteammid olmasa da zâmin olur. Mütesebbib müteammid olmadıkça zâmin olmaz. Hayvanatın kendiliğinden olarak cinayet ve mazarratı hederdir. Gayrın mülkünde tasarrufla emretmek bâtıldır. Bir kimsenin mülkünde onun izni olmaksızın ahar bir kimsenin tasarruf etmesi caiz değildir. Bilâ-sebeb-i meşru’ birinin malını bir kimsenin ahz eylemesi caiz olmaz. Bir şeyde sebeb-i temellükün tebeddülü o şeyin te beddülü makamına kâimdir. Kim ki; bir şeyi vaktinden evvel isti’cal eyler ise mahru miyetle muateb olur.
Beşinci Mesele: Dünya madem fânidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahipsiz değil. Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerîm bir müdebbiri var. Hem madem ne iyilik ve ne fenalık cezasız kalmayacaktır. Hem madem * sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur. Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır. Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır. Elbette, en bahtiyar odur ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, mâlâyâni şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin. HAŞİYE
HAŞİYE Bu madem’ler içindir ki, şahsıma karşı olan zulümlere, sıkıntılara aldırmıyorum ve ehemmiyet vermiyorum. "Meraka değmiyor" diyorum ve dünyaya karışmıyorum.
Risale-i Nur’dan Vecizeleri sizin için hazırladık… Sms, Kısa Mesaj yollayacağız ama elimizde Risale-i Nur’dan Vecizeler yok, sms ve kısa mesaj gönderemiyoruz diyenler vardı. Bizde sizleri düşündük bir smsyi geçmeyecek şekilde Risale-i Nur’dan Vecizeler hazırladık ve istifadenize sunuyoruz.
Ayrıca bu vecizeleri Facebook profilinizde paylaşabilir ve Twitter’da da Tweet atabilirsiniz. Malum Twitter’da 140 karakter kullanabiliyorsunuz ona bile yetecektir. Bir sms 160 karakterdir.
Risale-i Nur’dan Vecizeler:
Zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor.
İslamiyet güneş gibidir, üflemekle söndürülmez gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar.
Eğer vermek istemeseydi, istemek vermezdi.
Ey alem-i İslam! Uyan, Kur’an’a sarıl, İslamiyete maddi ve manevi bütün varlığınla müteveccih ol.
Her şey mânen Bismillâh der. Allah nâmına Allah’ın ni’metlerini getirip bizlere veriyorlar.
Sünnet-i Seniye, edebdir. Hiçbir mes’elesi yoktur ki, altında bir nur, bir edeb bulunmasın!
Sultan-ı kâinat birdir, her şey’in anahtarı O’nun yanında, her şeyin dizgini O’nun elindedir.
İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gâyesi; Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak ve O’na îmân edip ibâdet etmektir.
Bu çiçek kimin turrası, kimin mührü ve kimin nakşı ise, elbette bütün yeryüzündeki o nevi çiçekler onun mühürleridir.
Ey insan! Sen kendine mâlik değilsin… Rahmeti hadsiz bir Rahîm-i Zât-ı Zülcelal’in memluküsün.
Kâinatta en yüksek hakikat imandır.
Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok.
Zaman gösterdi ki: Cennet ucuz değil, Cehennem dahi lüzumsuz değil.
İman hakikati öyle bir çekirdektir ki; eğer tecessüm etse bir cennet-i hususiye ondan çıkar, o çekirdeğin şecere-i tubası olur.
Risale-i Nur Kuran-ı Mu’ciz-ül Beyanın taht-ı tasarrufunda olduğundan,ona uzanan,ilişmek isteyen her el kırılır ve her dil kurur.
Şu misafirhane-i dünyada nazar-ı hikmetle baksan,hiçbir şeyi nizamsız gayesiz göremezsin.Nasıl sen nizamsız,gayesiz kalabilirsin?
Ebedi ömrün önündedir. O ömr-ü bakide göreceğin rahat ve lezzet, ancak bu fani ömürde sa’y ve çalışmalarına bağlıdır.
Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.
Ahir zamanda öyle kavimler ortaya çıkacak ki bunlar dünyayı koyun sagar gıbı sagacaklar .başka bir nushaya görede dünya ya sımsıkı sarilacaklar sagmal koyun postu gibi yumuşak kiliklara Burunecekler dilleri şekerden tatlı olmasina ragmen kalpleri kurtlarinki karar yirtici olacaktır. Yüce Allah boylelerine benim rahmetime güvenerek aldaniyor musunuz yoksa bana kafa mi tutuyorsunuz yemin ederım boylelerinin uzerine öyle bır fitne salacagim ki aralarindaki akli başında hakim kimseler sasip kalacaktir
Şüphesiz ki ben yer yüzünde bir halife yaratacagim (bakara suresi 30dan ) kavl-i Şerifi insanların kendilerini çekinmeden engelleyecek aralarını birleştirerek Zalimin elini mazlumun üzerinden çekecek bir halifeye muhtaç olduklarını anlatmaktadır. Bundan dolayi osman ibni Affan imamin caydirdiklari Kuran'in caydrdiklarindan daha çoktur. Milletin Kuran'dan cok devlet reisinin korkusundan dolayı kötülüklerden geri durduklarıni ifade etmektedir
Devlet reisinin bir sene zulmetmesi insanlarin bir saniye kendi başlarına kalmalarindan daha ehveldir iste bu sebeple Allah u Teala toplumun saldirganligini engellesin diye halifelik makamini ortaya koyduğu gibi bassiz kalan Mekke mursiklerinin kalbine de Beyti haramin hurmet ve sayısını yerlestirerek oraya siginanlari ve icinde bulunanları masum ve mahmiy (Kurtulmuş ve kurulmuş) kimseler kalmıştır RUHU'L FURKAN TEFSIRI 8.CILT 124.SAYFA
Rahman,dünya ve ahiret'te kafirlere ve mü'minlere acıyan anlamına geldiğine göre (bismillahir rahmanir rahim)in tam türkçeai şöyle olur: Dünyada mü'min ve kafirlere,Ahiret'te mü'minlere acıyan ALLAH adıyla başlarım
Cebrail (A.S): Ya Allah'ın Rasülü!Her kim namazı maksat ile ile terkederse mel'undur. İçki içenlerden, kan edenlerden,faiz akçesini yiyenlerden, yalan yere yere Tanıklık edenlerden, zina edenlerden günahı daha çoktur, artıktır!dedi. Peygamberimiz (S.A.V.)dedi ki: Hak teâlâ bana söyle buyurdu:Ey Muhammed senin ümmetine bir nesne verdim ki hiçbir peygamberin ümmetine vermedim. Ben sordum: Yarbbi o nedir ?
Emanet zayi edildiğinde kıyameti bekle.denildi ki "emanetin zayi edilmesi nasıl olur ?"buyurdu ki :vazife elinden başkasına verildiği zaman kıyameti bekleyin
Islam literatüründe emanet oldukça geniş kapsamlı ir kavram olup bir kimseye koruması için geçici olarak verilen malını yanında , ücret , kira, ortaklık hakkı buluntu gibi maddi haklar ile iman ibadet gibi dini yükümlülükleri beden ve ruh sağlığı , Servet makam ve mevki gibi imkan ve kabiliyetleri ; sözleşmeleri mesken ve aile mehremiyetine saygı , nimet ve ikram a teşekkür , selama karşılık vermek, sırların saklanması gibi dini ahlaki sosyal ilke ve kuralları kapsamaktadır.
Allah ın levha i Mahfuz da ilk yazdığı bismillahirrahmanirrahim dir.kim benim kazama boyun eğip de hükmüme rıza göstererek verdiğim belaya sabrederse, onu kıyamet günü sıddiklerle beraber haşrederim.
Sabrın mükafatı zaferdir.ataletin mücazatı sefalet.öylede sa yin sevabı olur servet.sebattada galebedir mükafat.zehirin ikabı bir maraz, panzehirin sevabı bir sıhhattir.
2216.islam uryandır,elbisesi hayadır,süsü ahde vefadır,mürüvveti salih ameldir,değeri takvadır.her şeyin bir temeli vardır.islam ın temeli ise rasulüllah ın ashabı ile ehl i beytini sevmektir.ramuz ül ehadis cilt.1. sy.551.
2413.elhamdülillahi rabbil alemin yedi ayettir. Onlardan biri bismillahirrahmanirrahiym dir.o, seb i mesanidir. Kuran ı azim dir.o Ümmü l kitap tır.o fatihatü l kitap tır.ramuz ül ehadis sy. 590.cilt.1.
Esas düşmanın, seni öldürünce seni cennete sokan veya onu öldürdüğünde sana nur kazandıran kimse değildir.lakin asıl düşmanın, iki yanın arasındaki kendi nefsin, yatağında seninle yatan ailen, sulbünden olan evladındır. İşte bunlar senin düşmanlarının en büyüğüdür. Ramuz el ehadis cilt 2.sy.364.p.9.
Cenabı allah bu Fethin mübin olmasının hizmetini şu 4 vechi cem ile beyan buyuruyor. 1 mağfiret 2 itmamı nimet 3 bir sıratı müstekıme hidayet 4 nasrı aziz.
3302.ümmetim hakkında üç şeyden korkarım. Benden sonra marifete erdikten sonra sapmaları, fitnelerin saptırmaları, mide ve tenasül uzvunun gayri meşru arzuları.ramuz ul ehadis cilt 1. Sy. 775.
Kuran da öz babalarınızın dışındakileri baba kabul etmeyin.başkalarını baba kabul etmekle kendinizi inkar etmiş olursunuz.ayetini okuyorduk.bu âyet mensuhtur. Hadisler Müslümanlık
Abdullah ibn mübârek in mamerden, onunda zahir den rivayetine göre takvâ sözü , Rahmân ve Rahîm olan Allah ın adıyla, sözüdür. Katade de takva sözünü, Allah tan başka ilah yoktur, sözü ile açıklar.ibn kesir cilt 13.sy 7358.
her söylediğin hak olmalı,fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yok.çünkü,halis olmazsa ,su i tesir eder,hak,haksızlıkta sarf olur.eski said dönemi eserleri.sy.348.
Dünyanın bütün iyilikleri, iki şehvet tatmininden başka bir şey değildirki, bunlarda son derece bayağı şeylerdir, çünkü en basit hayvanlar bile bu konuda insanlarla müşterektir, hatta çoğu kez bu konularda bazı hayvanların hali insanlardan daha ileridir.
Çünkü deve daha çok yer, horoz ve serçe daha çok cima eder, Kurt bozup parçalamak daha kuvvetli, akrep ise acı vermede daha şiddetlidir. Ruhu l furkan cilt.9.sy.135.
İşte bütün bunlar, aslı fıtratın. Karışıklıklardan kurtulmuş olan gerçek anlayışın,, cismani, , maddî, , lezzetlerin değersizliğine ve ruhani,, manevi,, lezzetlerin değerinin üstünlüğüne şahitlik ettiğini göstermektedir.
kelimede şifalı, saadetli bir müjde vardır. ?öyle ki: Kâinatın ekser envâıyla alâkadar ve o alâkadarlık yüzünden perişan ve keşmekeş içinde boğulmak derecesine gelen ruh-u beşer ve kalb-i insan, kelimesinde bir melce, bir hâlâskâr bulur ki, onu bütün o keşmekeşten, o perişaniyetten kurtarır. Yani, mânen der: Allah birdir. Başka şeylere müracaat edip yorulma. Onlara tezellül edip minnet çekme. Onlara temellûk edip boyun eğme. Onların arkasına düşüp zahmet çekme. Onlardan korkup titreme. Çünkü Sultan-ı Kâinat birdir. Herşeyin anahtarı Onun yanında, herşeyin dizgini Onun elindedir. Herşey Onun emriyle hâlledilir. Onu bulsan, her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun.
Muhyiddin i arabi kuddise sırruhu şoyle buyurmuştur.bu dünyada cehaletten daha çirkin bir sıfat ve azap olamaz.çünkü bilgisizlik bütün şerlerin anahtarıdır.bundan dolayı allah u teala habibini.cahillerden olmaktan men etmiştir.ruhu l furkan.
Recm konusu kuran ı kerim de açıkça zikredilmediği halde ,Resulullah s.a.s in , bu hadisi şerifte .Elbette sizin aranızda allah c.c ın kitabıyla hükmedeceğim. Buyurması, Sünnetinde kitaptan , . Hadisi kuran dan ,. Sayıldığının açık bir delilidir. Ruhu l furkan cilt 9 sayfa 212.
4287.mutlaka marufu emredip, kötülükten vazgeçirirsiniz. Aksi halde allah c.c.tarafından başınıza bir azap gönderilir.sonra o azabın kaldırılması için dua edersiniz de kabul olunmaz.ramuz ul ehadis sy. 1003.
birde namazda ve tüm ibadetlerde huzuru bozan büyük ve sürekli engeller,..tabiri caizse..parazitler vardır ki,bunlar uykusuzluk, açlık,yorgunluk gibi kolayca geçirilemez.....bu engelleri üç kısma ayırabiliriz.1.rızk üzüntü ve sıkıntısı.2.dert ve belalar.3.çekingenlik ve korku.
İstişarenin gayesi doğru düşünceyi oluşturmak değildir, doğru zaten bellidir. Bunun sebeple naslarda ve temel doğru larda istişare olmaz.istişare adabı ve toplantı yapma sanatı.sy. 21.
3824.ümmetimden şu iki sınıfın islamdan nasibi yoktur.mürcie ve kaderiyye. Mürcie nedir? Diye sordu lar.mürcie iman sözden ibarettir, amelden değil diyenlerdir. Kaderiyye nedir?diye Sordular.kaderiyye, şer taktir olunmamıştır diyenlerdir buyurdu.
Nerede ve nasıl olursan ol.allah c.c.tan kork.kötülük işlersen, hemen arkasından iyilik yapki, o kötülüğü silip süpürsün. İnsanlarla güzel geçin.tirmizi.
Çünki sultan ı kainat birdir, herşeyin anahtarı onun yanında, herşeyin dizgini o nun elindedir. Herşey o nun emriyle halledilir. O nu bulsan, hher matlubunu istediğini buldun.hadsiz minnetlerden korkulardan kurtuldun. Asa yı Mûsâ 10.hüccet i imaniye, 185.
cimrinin malını bir afet veya varisle müjdele.şihabü l ahbar.hangi hastalık varsa hepsi cimriliktendir. tevbe 9.111.şüphesiz hz. allah c.c.,müminlerden cennet karşılığında canlarını ve mallarını satın aldı.
hırslı kişinin haramdan kaçınması mümkün olmaz.peygamberimiz s.a.v. insanın iki vadi dolusu altını olsa üçün cüyü ister,onun karnını ancak toprak doldurur.ulema..hırs harama götürür ve sahibini kötülüklere düşürür.atalarımız çok söz yalansız,çok mal haramsız olmaz.
kötü ahlakla şerefli olunmaz.edep bir tac imiş nur u hüda dan giy ol tac ı emin ol,her beladan girdim ilim meclisine kıldım taleb dediler ilim geride kaldı illa edeb illa edeb.
cimrilikte iyilik yoktur. peygamber s.a.v.insanoğlu malım,malım diye söylenir durur.senin malın,yiyip tükettiğin ve giyip eskittiğindir.geriye kalan mirasçılarındır...eksilttiğindir...
takvadan daha büyük bir üstünlük yoktur.başkasına zarar vermemek,eza cefa etmemek ve başkalarına yardım etmek.cömertliğin en güzeli başkasını kendine tercih etmektir.
vera dan daha güzel sığınak yoktur. takva haramlardan sakınmaktır,vera ise şüphelilerden sakınmaktır. allah c.c.a karşı sorumluluklarını yerine getir ki,başkalarından emin olasın.
cahilin nimeti mezbelelikteki bahçeye benzer. allah c.c. ın taksimine razı oldum. bize ilim,cahillere mal verdi. mal,yakın zamanda yok olur. ilim ise devamlıdır, ebedidir.
6.149 yorum:
«En Eski ‹Eski 601 – 800 / 6149 Yeni› En yeni»bediüzzaman'ın, hayatının üç döneminde verdiği eğitim mücadelesinin özeti
Bediüzzaman'ın eğitim konusundaki yaklaşımını anlamak için yaşadığı 3 dönemde eğitim açısından olup bitenlere ve stratejilerine kısaca bakalım:
1925 öncesi dönem (osmanlı devleti)
1)medreselerin amacından saptığı, tekkelerin su-i istimale uğradığı
2)mekteplerin popüleritesinin arttığı, Batı eğitim sisteminin hakimiyet kurmaya başladığı
3)din ve fen bilimleri arasında bir çatışma olduğunun zannedildiği
4)islam alemindeki ihtilafların arttığı
5)cehaletin yaygınlaşıp, fakirleşmenın arttığı
6) din alimlerinin İslamiyet'in kışrıyla/kabuğuyla ilgilendiği
8)ulus devlet modellerinin öneçıktığı
9)ilmiye sınıfının azaldığı
10)batı taklitçiliği ve bundan doğan yabancılaşma gözlendiği
11)islam dünyasında umutların azaldığı, yalan ve hile gibi ahlaki zaafların arttığı bir dönem olarak yaşandı.
eğitim yöntemleri
1)Bediüzzaman, eğitim yöntemi olarak şu ilkeleri benimsemiştir:
-Batıl şeyleri tasvir etmeden sunmalı
-kaynaştırıcı ve seviyeye uygun eğitim vermeli
-güncel olmalı
-motive edici olmalı
-şefkat ve sevgi merkezli sunulmalı
-fıtratı değiştirerek değil, duyguları yönlendirerek eğitilmeli
-hem hikmetli ve hem de muhakemeli konoşmalı
-öğretman, görevinin öğrencilere bilgi hazinelerinin anahtarını vermek olduğunu bilmeli
-birden fazla dilde eğitim verilmeli
2)Bediüzzaman, eğitimi mekan, zaman vekişiyle sınırlandurmıştır.O, her ortamı eğitim mekanı olarak değerlendirmiştir.Nitekim, ağır suclardan dolayı hapis yatan mahkumlaraverdiği derslerle, hapishaneyi bir okul haline getirmiş ve buna da Medrese-i Yusufiye ismi verilmiştir.
bu dönemde bediüzzaman,söz konusu tahrip konularını risale i nur ile tamir ve ihya çabası vermiştir.bu çerçevede verdiği mesajlar şu şekilde yoğunlaşmıştır..imanı kurtarmak..sünnet i seniyye i ihya etmek..ahlak telkinin de bulunmak..kardeşlik duygularını ihya etmek..müsbet hareketi ilke edinmek...devletin yapamadığı işi yapmış,mahkumlara eğiterek onları topluma kazandırmıştır
kaynak:köprü 2005 kış sayı:89
Fuzzy rahimehullah şöyle buyurdu
Nakledildi. Ahiret yolunu geçmeye
Çalışan kişi , nefesini ölümün dört
Rengiyle boyası. Bunlarda ölümün
Beyaz , kırmızı, siyah ve yeşil
Renkleridir
Beyaz ölüm açlık .Kırmızı ölüm.şeytana muhalefet .siyah ölüm.
İnsanların Tenkid maruz kalmak .
Yeşil ölüm ise .üst üste musibet
Ve ağrılara meb tela olmaktır
Beyaz ölüm açlık .Kırmızı ölüm.şeytana muhalefet .siyah ölüm.
İnsanların Tenkid maruz kalmak .
Yeşil ölüm ise .üst üste musibet
Ve ağrılara meb tela olmaktır
ikiniz kolaylaştırın güçlendiren.
Mücadeleyin nefret ettirmeyi. N.
Birbirinize iyi geçiniz ihtilaf düşmeyin.
ikiniz kolaylaştırın güçleştirmeyin.
Müjdeleyin nefret ettirmeyin.
Birbirinize iyi geçiniz ihtilaf düşmeyin. Kolaylık güçlü göstermeyin. Müjdeleyin ürkütmeyin. Öfkelendiğin zamanda sus.
“Fazla lâkırdıyı terk eden kimseye hikmet bahşedilir. Fazla (tecessüsle) bakmayı terk edenin kalbine tevâzû bahşedilir. Fazla yemeyi terk edene ibâdet lezzeti bahşedilir. Fazla gülmeyi terk edene heybet bahşedilir. Mizahı terk edene izzet bahşedilir. Dünya sevgisini terk edene, âhiret muhabbeti bahşedilir. Başkasının ayıbı ile meşgul olmayı terk edene, nefsinin ayıplarını ıslah etme hâli bahşedilir. (Müteâl, yâni idrak ötesi olan) Allâh’ın keyfiyetinde araştırma ve tecessüsü terk edene, nifaktan kurtuluş bahşedilir.”
Hazret-i Ömer, vâlilerine şöyle yazmıştır:
“Benim katımda en mühim işiniz namazdır. Kim onu koruyup vakitlerine dikkat ederse, dînini korumuş olur; kim de onu yerine getirmeyip yitirirse, dînini de kısa zamanda yitirir.” (Muvatta’, Vukûtu’s-Salât, 6)
“Allâh ile mahlûkâtından hiçbiri arasında bir neseb bağı yoktur. Allâh’a yakınlık, ancak O’na itaat ve emirlerine tâbî olmakla mümkündür.”
“Allah, kulunun amelsiz sözünden râzı olmaz.”
“Çok söz, kişiyi unutkan yapar.”
“NE SÖYLEDİĞİNİ, NE ZAMAN SÖYLEDİĞİNİ VE KİME SÖYLEDİĞİNİ İYİ DÜŞÜN!”
“Hakk’ı tanıyan âriflerin kölesi ol!”
“Sana yol göstermek isteyenden hâlini gizleme! Aksi takdirde kendini aldatırsın.”
“Kendini ıslah et ki insanlar da sana karşı iyi davransınlar.”
“Dört kimse Allâh’ın sâlih kullarındandır:
1. Tevbe eden kişiyi gördüğü zaman sevinen.
2. Günahkârların affı için Rabbine yalvaran.
3. Din kardeşine gıyâbında duâ eden.
4. Kendinden muhtaç kişiye yardım ve hizmette bulunan.”
“Benim nezdimde sizin en kuvvetliniz, hakkını alıncaya kadar, zayıf olan kimsedir. En zayıfınız da ondan başkasının hakkı alınıncaya kadar, güçlü kimsedir.”
“Îman sadece câmilerde, mal cimrilerde, silah korkaklarda, yetki zayıflarda olursa işler bozulur.”
“Akıllı kimse takvâ sahibi olan, akılsız da zâlim olandır.”
“Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de vereceğini va’dettiği mükâfâtı azap ile birlikte zikretti ki bu vesîleyle kul ibâdete rağbet etsin ve azaptan korksun.”
“Bir hayrı kaçırırsan onu yakalamaya çalış, elde edince de onu geçmeye bak, daha güzelini yapmaya gayret et!”
“İnsanlara iyilik etmek, kişiyi âfetlerden ve belâlardan muhafaza eder.”
“Şöhretten kaç ki şeref seni takip etsin. Ölüme karşı hazırlıklı ol ki sana hayat verilsin.”
“Hiçbir belâ yoktur ki ondan daha kötüsü olmasın.”
“Sabırda zarar, hüzün ve telaşta fayda yoktur.”
“Sabır îmânın yarısı, yakîn ise tamamıdır.”
“Allah’tan âfiyet isteyiniz. Hiç kimseye yakînden (kat’î bir îmandan) sonra âfiyetten daha fazîletli bir şey verilmemiştir.”
“Bana göre âfiyette olup şükretmem, imtihan edilip sabretmemden daha makbûldür.”
“Dünya mü’minlerin pazarı; gece ile gündüz sermâyeleri; güzel ameller ticaret malları; cennet kazançları; cehennem de zararlarıdır.”
“Hazret-i Peygamber’e salevât getirmek günahları, suyun ateşi söndürmesinden daha çabuk yok eder. Ona (muhabbet ve ihlâsla) selâm göndermek pek çok köle âzâd etmekten daha fazîletlidir. Rasûlullah
-sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i sevmek ise riyâzet ve mücâhededen, Allah yolunda kılıç sallamaktan daha üstündür.” (Bağdadî,Târihu Bağdâd, VII, 161)
“Allah dostları (mizaçlarına göre) üç sınıftırlar. Her üç sınıf, üçer alâmetle bilinir:
Birinci sınıf (Hak dostları), (korku) hâlinde olanlardır. Bunlar;
1. Dâimâ mütevâzıdırlar.
2. Hayır-hasenâtları ne kadar çok olsa da onu az görürler.
3. En küçük hatâlarını bile büyük görürler. (Zîrâ kime karşı günah işlediklerinin farkındadırlar.)
İkinci sınıf (Hak dostları), (ümit) sahibi kimselerdir. Bunlar da;
1. Her hâl ve hareketlerinde insanlara fazîlet ve güzellikler sergileyerek örnek olurlar.
2. Mallarını Hak yolunda sarf ederek insanların en cömertlerinden olurlar.
3. Allâh’ın kullarına karşı dâimâ hüsn-i zan içindedirler.
Üçüncü sınıf (Hak dostları) ise, vecdiyle Rabbine ibâdet eden (ârifler)dir. Bunlar da;
1. Sevdikleri şeyleri (Allâh için) infak ederler.
2. Her hâl ve hareketlerinde Allah rızâsını hedeflerler, bu yüzden câhillerin kınamalarına aldırmaz, onların kaba davranışlarından rahatsız olmazlar.
3. Nefislerine ağır gelen şeyleri nefislerinin muhâlefetine rağmen îfâya çalışırlar; bütün hâl ve hareketlerinde Allâh’ın emir ve nehiylerine itaat ederler.” (İbn-i Haceri’l-Askalânî, Münebbihât, s. 94-95)
İşte Hazret-i Ebû Bekir, bu üç sınıf Hak dostlarının bütün hâl ve sıfatlarını kendisinde cem etmiş mübârek bir İslâm şahsiyetiydi. Rabbimiz, O’nun bu hikmetli öğütlerinden lâyıkıyla istifâde etmeyi ve güzel hâllerinden feyz almayı cümlemize nasîb eylesin. Bizleri, onun dostluk halkasına dâhil olanlardan kılsın! Zîrâ dostluğun kaynağına Allah ve Rasûlü’nde erişen Hulefâ-i Râşidîn, Ashâb-ı Kirâm, Hak dostları ve onlara güzelce tâbî olanlar, Rabbimizin lutfuyla ebedî saâdet kervanının bahtiyar yolcularıdır.
Sözlerimize, Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın şu samîmî niyazlarına gönülden âmin diyerek son verelim:
(Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 103)
(Süyûtî,Târîhu’l-Hulefâ, s. 103)
Hazret-i Ömer’den Hikmetli Sözler
“Günah işlemekten vazgeçmek, tevbe ile uğraşmaktan daha kolaydır.”
“En çok sevdiğim kimse, bana ayıp ve kusurlarımı haber verendir.” (Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 130)
“Çok konuşan, çok yanılır. Çok yanılanın, hayâ duygusu azalır. Hayâ duygusu azalanın, günah ve harama düşme endişesiyle şüphelilerden sakınma titizliği kaybolur. Şüphelilerden sakınma titizliği kaybolanın, kalbi ölür.”
“Gaybı bilme iddiâsı gibi olmasaydı, beş kimsenin cennet ehli olduklarına şâhitlik ederdim:
1) Çok çocuk sahibi (olup şükür ve sabır hâlinde) olan fakir.
2) Kocası kendisinden râzı olan (sâliha) kadın.
3) Mehr-i müsemmâsını (yâni nikâh esnâsında iki tarafın da rızâsıyla tâyin edilen mehrini) kocasına tasadduk eden kadın.
4) Baba ve anası kendisinden râzı olan kişi.
5) Günahından (nefret ederek samîmiyetle) tevbe eden kimse…”
“Bütün dostları gezdim, gördüm; dili muhafaza etmekten daha iyi dost göremedim. Bütün elbiseleri gördüm; iffet ve sakınmaktan daha iyi elbise görmedim. Bütün malları gördüm; kanaatten daha iyi mal görmedim. Bütün iyilikleri gördüm; nasihatten daha iyisini görmedim. Bütün yemekleri görüp tattım; sabırdan lezzetlisini görmedim.”
“İnsanlarla güzel dostluk kurmak, aklın yarısıdır. Yerinde sual sormak, ilmin yarısı; iyi tedbir almak da yaşamanın yarısıdır.”
“Âhiret yanında dünya nedir ki! Ancak tavşanın bir defa sıçraması misâli bir şeydir.” (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VIII, 152)
“Fazla lâkırdıyı terk eden kimseye hikmet bahşedilir. Fazla (tecessüsle) bakmayı terk edenin kalbine tevâzû bahşedilir. Fazla yemeyi terk edene ibâdet lezzeti bahşedilir. Fazla gülmeyi terk edene heybet bahşedilir. Mizahı terk edene izzet bahşedilir. Dünya sevgisini terk edene, âhiret muhabbeti bahşedilir. Başkasının ayıbı ile meşgul olmayı terk edene, nefsinin ayıplarını ıslah etme hâli bahşedilir. (Müteâl, yâni idrak ötesi olan) Allâh’ın keyfiyetinde araştırma ve tecessüsü terk edene, nifaktan kurtuluş bahşedilir.”
“On şey, on şeysiz düzelmez: Akıl, iffetsiz; fazîlet, ilimsiz; kurtuluş, korkusuz; sultan, adâletsiz; asâlet ve şeref, edepsiz; ferah, emniyetsiz; zenginlik, sehâvetsiz; fakirlik, kanaatsiz; yücelik, tevâzûsuz; cihâd, tevfiksiz iyileşip düzelmez.”
“Merhamet etmeyene merhamet olunmaz, kusurları bağışlamayan bağışlanmaz, affetmeyen kişi affolunmaz, günahlardan korunmaya çalışmayan kimse de korunup takvâya erdirilmez.” (Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, s. 415, no: 371)
“Duâ, semâ ile arz arasında durur. Rasûlullâh’a salevât getirilmedikçe, Allâh’a yükselmez.” (Tirmizî, Vitr, 21)
“Bizim çarşımızda dîni(n ticâret kâidelerini) bilen kimseler satıcılık yapsın.” (Tirmizî, Vitr, 21/487)
“Yüze karşı övmek, boğazlamak gibidir.” (İbn-i Kuteybe, el-Mesâil, s. 145)
Hazret-i Ömer, vâlilerine şöyle yazmıştır:
“Benim katımda en mühim işiniz namazdır. Kim onu koruyup vakitlerine dikkat ederse, dînini korumuş olur; kim de onu yerine getirmeyip yitirirse, dînini de kısa zamanda yitirir.” (Muvatta’, Vukûtu’s-Salât, 6)
Kadı Şurayh, Hazret-i Ömer’e mektup yazarak nasıl hükmedeceğini sordu. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-cevâben şöyle yazdı:
Allâh’ın kitabında olanlarla hükmet. Eğer onda bulamazsan Allah Rasûlü’nün sünnetiyle hükmet. Allâh’ın kitabı ve Rasûlü’nün sünnetinde de bulamazsan sâlihlerin verdiği hükümlerle hüküm ver. Sâlihlerin verdiği hükümler arasında da yoksa istersen devam et hükmünü ver, istersen geri dur. Geri durup hüküm vermemenin senin için daha hayırlı olduğu kanaatindeyim. Ve’s-selâm.” (Nesâî, Kudât, 11/3)
“Zenginlik de fakirlik de aynı şekilde birer binektir. Hangisine bineceğime aldırmıyorum.”
“En akıllı kimse, insanların hareketlerini en iyi takdîr edendir.”
“Bir kimsenin sorduğu sorudan onun akıl seviyesini anlarım.”
“Bugünün işini yarına bırakma!”
“İş bir kere geri kalırsa artık hiçbir zaman ilerleyemez.”
“Şerri bilmeyen, onun tuzağına düşer.”
“Dünyaya az meylet ki hür yaşayasın. (Nefsin esâretine düşmeyesin.)”
“İnandığınız gibi yaşamıyorsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız.”
“İnsanları düzeltebilmeniz için önce kendinizi ıslah etmeniz gerekir.”
“İnsanların en câhili (ve ahmağı), kendi âhiretini başkasının dünyası için satandır.”
“Bir iyiliğin şerefi, geciktirilmeden hemen yapılmasındadır.”
“Kötü bir işin en gizli şâhidi vicdânımızdır.” [Nitekim Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, iyiliğin ne olduğunu sormaya gelen birine; “Kalbine danış! İyilik, kalbinin müsterih olduğu ve yapılmasını tasdik ettiği şeydir. Günah ise içini tırmalayan ve başkaları sana «Yap!» diye fetvâlar verse bile, içinde şüphe ve tereddüt uyandıran şeydir.” buyurmuştur. (İbn-i Hanbel, IV, 227-228)]
“Sırrını gizleyen, kendine hâkim olur.”
Şiddet göstermeksizin kuvvetli, zayıflık belirtmeksizin yumuşak ol.”
İşte böyle yüce bir kalbî kıvâma ve takvâ hayâtına sâhip olan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- dâimâ:
“Ey Allâh’ım! Beni ansızın yakalamandan, gaflet içerisinde bırakmandan ve gâfillerden kılmandan Sana sığınıyorum.” diye duâ ederdi.6 Akşamları da, elindeki kamçısıyla ayaklarına vurur ve; “Bugün ne yaptın ey Ömer?” diye kendisini hesâba çekerdi.7 Bu nefs muhâsebesini her akşam kendine vird edinmişti.
Şüphesiz ki bütün bu hassâsiyetler, ondan bize yâdigâr kalan en güzel irşad numûneleridir. Bizler de o mübârek sahâbînin bu güzel hâllerini ve hatıralarını gönlümüze nakşetmeli ve sık sık; “Bugün Allâh için ne yaptım?” diyerek kendimizi vicdan muhâsebesine çekmeliyiz. Maddî ve mânevî vazîfelerimizde gaflet, ihmâl, atâlet ve tembellik göstermekten titizlikle sakınmalıyız. Rabbimizin huzûrunda hesaba çekilmeden evvel kendimizle hesaplaşmalıyız.
Rabbimiz âhiretteki hesâbımızı kolay getirsin. Îman ve güzel ahlâk iklîminde amel-i sâlihlerle dolu bir dünya hayatı yaşayıp ebedî hayâtın saâdetiyle gönüllerimizi mes’ûd eylesin. Hazret-i Ömer
-radıyallâhu anh-’ın “Fâruk” sıfatından gönüllerimize bir nasip ihsân eylesin!
Âmîn!
Gelecek sayıda Hz. Osman -radıyallâhu anh-
Dipnotlar: 1) İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VIII, 153. 2) Müslim, İmâret, 11. 3) Bkz. Müslim, Zühd, 36. 4) Şehbenderzâde Ahmed Hilmi, Târih-i İslâm, c. I, s. 367. 5) Tirmizî, Deavât, 109; Ebû Dâvud, Vitr, 23. 6) İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VII, 82. 7) İhyâ, c. IV, s. 728.
Hazret-i Osman’dan Hikmetli Sözler:
“En akıllı insan; nefsini hesaba çeken, onu iyi idâre eden, ölümden sonrası için amel işleyen ve kabir karanlığı için Allâh’ın nûrundan istifâde edendir.”
“Kul, gözleri gördüğü hâlde Allâh’ın kendisini âmâ olarak diriltmesinden korksun! Hikmetten anlayana mânâlı bir söz kâfîdir. Mânen sağır olanlar, zaten hakkı duyamazlar…”
“Beş şey müttakîlerin (sâlihlerin) alâmetidir:
1. Dînî gayret içinde olanlarla beraber olmak.
2. Nefsini ıslâh edip diline hâkim olmak.
3. (Allah sevgisini unutturan) dünyalıklardan nefsine hoş gelen bir şeye eriştiğinde onun zarar-ziyanını ayırd edebilmek, dinden kendisine az bir şey bile nasip olduğunda onu da ganîmet bilmek.
4. Haram karışır endişesiyle midesini helâlden (de olsa) doldurmamak (ve riyâzat içinde yaşayabilmek).
5. Bütün insanların kurtulduğunu, yalnız kendisinin mahvolduğunu düşünmek.”
“Gerçek mü’min altı çeşit korku içindedir:
1. Îmânını kaybetme korkusu.
Zîrâ âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Rabbimiz! Bizleri hidâyete erdirdikten sonra kalblerimizi eğriltme!..” (Âl-i İmrân, 8)
“Ey îmân edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102)
2. Kıyâmet günü kendisini rüsvâ edecek şeylerin melekler tarafından yazılması korkusu.
Zîrâ âyet-i kerîmede buyrulur:
“İşte o gün (yer) Rabbinin ona bildirmesiyle bütün haberlerini anlatır.” (ez-Zilzâl, 4-5)
3. Amelinin şeytan (aleyhi’l-lâ’ne) tarafından boşa çıkartılması korkusu.
Zîrâ âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“(İblis) dedi ki: Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım! Ancak onlardan ihlâslı kulların müstesnâ.” (el-Hicr, 39-40)
4. Ölüm meleği Azrâil’e gaflet içindeyken ve ansızın yakalanma korkusu.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
Hazret-i Osman’dan Hikmetli Sözler:
“En akıllı insan; nefsini hesaba çeken, onu iyi idâre eden, ölümden sonrası için amel işleyen ve kabir karanlığı için Allâh’ın nûrundan istifâde edendir.”
“Kul, gözleri gördüğü hâlde Allâh’ın kendisini âmâ olarak diriltmesinden korksun! Hikmetten anlayana mânâlı bir söz kâfîdir. Mânen sağır olanlar, zaten hakkı duyamazlar…”
“Beş şey müttakîlerin (sâlihlerin) alâmetidir:
1. Dînî gayret içinde olanlarla beraber olmak.
2. Nefsini ıslâh edip diline hâkim olmak.
3. (Allah sevgisini unutturan) dünyalıklardan nefsine hoş gelen bir şeye eriştiğinde onun zarar-ziyanını ayırd edebilmek, dinden kendisine az bir şey bile nasip olduğunda onu da ganîmet bilmek.
4. Haram karışır endişesiyle midesini helâlden (de olsa) doldurmamak (ve riyâzat içinde yaşayabilmek).
5. Bütün insanların kurtulduğunu, yalnız kendisinin mahvolduğunu düşünmek.”
“Gerçek mü’min altı çeşit korku içindedir:
1. Îmânını kaybetme korkusu.
Zîrâ âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Rabbimiz! Bizleri hidâyete erdirdikten sonra kalblerimizi eğriltme!..” (Âl-i İmrân, 8)
“Ey îmân edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102)
2. Kıyâmet günü kendisini rüsvâ edecek şeylerin melekler tarafından yazılması korkusu.
Zîrâ âyet-i kerîmede buyrulur:
“İşte o gün (yer) Rabbinin ona bildirmesiyle bütün haberlerini anlatır.” (ez-Zilzâl, 4-5)
3. Amelinin şeytan (aleyhi’l-lâ’ne) tarafından boşa çıkartılması korkusu.
Zîrâ âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“(İblis) dedi ki: Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım! Ancak onlardan ihlâslı kulların müstesnâ.” (el-Hicr, 39-40)
4. Ölüm meleği Azrâil’e gaflet içindeyken ve ansızın yakalanma korkusu.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibâdet et!” (el-Hicr, 99)
Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Kişi yaşadığı hâl üzere ölür ve öldüğü hâl üzere haşrolunur.” (Müslim, Cennet, 83; Münâvî, V, 663)
Nitekim Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- Kur’ân ile yaşadı, Kur’ân’ı infâk etti ve Kur’ân okurken şehîd edilerek rahmet-i Rahmân’a kavuştu.
5. Dünya ile mağrur olup, âhiretten gâfil kalma korkusu.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“…Bu dünya hayatı, aldatma metâından başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân, 185)
6. Çoluk-çocuğuyla fazlaca meşgûliyete dalıp Allâh Teâlâ’nın zikriyle yeterince meşgul olamama korkusu.”
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan sebebidir ve büyük mükâfat Allah katındadır.” (el-Enfâl, 28)
“Muhakkak ki dünya fânî, âhiret ise bâkîdir. Fânî olan sizi şımartıp azdırmasın, bâkî olandan alıkoymasın. Siz, bâkîyi fânî olana tercih ediniz. Dünya sonludur, dönüş Allâh’adır. Allah’tan korkunuz.” (İbn-i Ebi’d-Dünyâ, Mevsû‘a, I, 77)
“Ecel gelip çatmadan yapabileceğiniz iyiliği hemen yapınız.”
Cenâb-ı Hak bu hikmet dolu nasîhatlerin muktezâsıyla amel edebilmeyi ve o güzîde sahâbînin şefaatine erebilmeyi nasîb eylesin. Onun sevgisini gönüllerimize nakşederek âhirette dostluk ve komşuluğuna mazhar eylesin.
Âmîn!..
Hazret-i Ali’den Hikmetli Sözler
• “Düşündürücü ve hikmetli sözlerle ruhlarınızı dinlendirin. Zîrâ bedenlerin yorulduğu ve zayıfladığı gibi ruhlar da yorulur.”
• “Huşûsuz kılınan namazda, dilin âfetlerinden ve boş şeylerden sakınmaksızın tutulan oruçta, Kur’ân’ı tefekkürsüz okumakta, kalbe nakşolmayan ilimde, infâk edilmeyen malda, zor günlerde gösterilmeyen kardeşlikte, şükredilmeyen nîmette, gönülden edilmeyen ihlâssız duâda hayır yoktur.”
• “İnsanlar bilmedikleri şeyin düşmanıdır.”
• “Cennet cömertlerin, cehennem câhillerin yeridir.”
• “Âlimlere; «Niçin öğretmediniz?» sorusu sorulmadan câhillere; «Niçin öğrenmediniz?» sorusu sorulmayacaktır.”
• “Cenneti arzulayan, hayırlara koşar. Ateşten korkan, şehvetlerden sakınır. Öleceğine inananın, nefsânî ve şehvânî lezzetleri yıkılır. Dünyayı bilene, musîbetler zâhir olur.”
• “Namus, güzelliğin sadakasıdır.”
• “Dinde edep ve mürüvvet, akl-ı selîmin meyvesidir.”
• “Aklı tam olanın, sözü az olur.”
• “Sözlerinin amellerinden sayıldığını bilen kimse, az konuşur ve ancak kendisini ilgilendiren şeyleri söyler.”
• “Soruluncaya kadar susmak, susturuluncaya kadar söylemekten hayırlıdır.”
• “Alçakça söylenen söze karşılık vereyim deme, çünkü o sözün sahibinde onun gibi daha nice düşük sözler vardır. Cevabına yine onlarla cevap verir.”
• “Câhil ile sakın latîfe etme. Dili zehirli olduğundan gönlünü yaralar.”
• “İnsanlara anlayacakları şekilde konuşunuz.”
• “Eğrinin gölgesi de eğri olur.”
• “Allâh’ın kullarına karşı hüsn-i zan sâhibi ol. Böyle olursan birçok yorgunluktan kurtulursun.”
• “Yanında Allâh’ın, Rasûlullâh’ın ve evliyânın sünneti olmayan kimsenin elinde hiçbir şey yok demektir. Allâh’ın sünneti, sırrı gizlemek; Rasûl’ün sünneti, insanlar arasında güzel ahlâk ile idâre yolunu bulmak; evliyânın sünneti de, insanlardan gelen eziyetlere katlanmaktır.”
• “Bir adamla dost olmak istersen (önce) onunla muayyen bir mesâfede kal; bu durumda iken sana normal davranırsa dostluğunu sürdür, yoksa vazgeç.”
• “Kalbi düşmanlıklarla meşgul olan kişi, faydalı işler yapamaz. Çünkü kalb, iki zıt meşgûliyeti bir arada bulunduracak kadar geniş değildir.”
• “Mü’minin tebessümü yüzünde, hüznü ise kalbindedir.”
• “Nîmetin tamamına erişmek, İslâm üzere ölmektir.”
“Övünmek Âdemoğlunun neyine ki?! Evveli nutfe, sonu ise cîfedir! Kendi rızkını dahî yaratamadığı gibi, kendini helâkten de kurtaramaz.”
• “Hayat iki günden ibarettir. Bir gün lehine (yâni sana tebessüm hâlinde), bir gün de aleyhine (yâni hüzün içinde)dir. Gün lehine olduğunda şımarma, aleyhine olduğunda da daralıp feryâd ü figân etme!”
• “Bugün amel işleme günüdür, hesap yoktur. Yarın ise hesap vardır, amel işleme imkânı yoktur.”
• “Nefesler, ecele doğru atılan adımlardır.”
• “Dört şey devam ettiği müddetçe din ve dünya, huzur ve selâmetle ayakta duracaktır:
1. Zenginler, kendilerine verilen mal ile cimrilik etmedikçe. 2. Âlimler, öğrendikleri ve bildikleri şeyle amel ettikçe. 3. Câhiller, bilmedikleri şeyle kibirlenmedikçe. 4. Fakirler de âhiretlerini dünyalarına satmadıkları müddetçe.”
• “Zenginlerin, Allah katındaki mükâfâtı taleb ederek tevâzu göstermeleri ne güzeldir. Bundan daha güzeli ise, fakirlerin Allâh’a tevekkül ederek zenginlere karşı müstağnî davranmalarıdır.”
• “Mahrûmiyet, minnet altında kalmaktan daha hayırlıdır.”
• “İffet, fakirliğin; şükür de zenginliğin süsüdür.”
• “Cimrilik bütün kötü ahlâkı kendinde toplar.” (Bu hakîkatin mefhûm-ı muhâlifince; merhamet de cömertliği, cömertlik tevâzûyu, tevâzû da hizmeti beraberinde getirir.)
• “Yoksul düştüğün zaman sadaka vererek Allâh ile ticâret yap. Eline nîmet geçtiği zaman çok şükret! Sakın az şükürle Allâh’ın nîmetlerini elinden kaçırma!”
• “Dünyanın; nîmetlerinden İslâm nîmeti sana kâfîdir. Meşgûliyetlerinden, tâat meşgûliyeti sana kâfîdir. İbretlerinden, ölüm ibreti sana kâfîdir.”
• “İlim, en hayırlı mirastır. Edep, en hayırlı sanattır. Takvâ, en hayırlı azıktır. İbâdet, en hayırlı sermayedir. Sâlih amel, en hayırlı rehberdir. Güzel ahlâk, en hayırlı yakın dosttur. Hilim, en hayırlı yardımcıdır. Kanaat, en hayırlı zenginliktir. Ölümü tefekkür, en hayırlı uslandırıcıdır.”
• “Amel-i sâlih gibi ticâret, sevap gibi kazanç, Allâh’ın tevfîki gibi fayda, tevâzû gibi asâlet, ilim gibi şeref, şüphelilerden uzak durmak gibi verâ, güzel ahlâk gibi Allâh’a yakınlık, farzları edâ gibi ibâdet, tedbir gibi akıl, birlik ve beraberlik gibi insanı kendini beğenmekten uzak tutan başka bir haslet yoktur.”
• “Amellerin en güç olanı dört haslettir:
1. Öfkeli anda affetmek. 2. Muhtaçken de cömert davranmak. 3. Kapalı ve tenha yerlerde nefsin şerrinden korunmak. 4. Korktuğu veya bir menfaat umduğu kimseye karşı da doğru söylemek.”
• “Küçük musîbetleri büyük göreni, Allah büyük musîbetlere mübtelâ kılar.”
• “Mal, nefsânî arzuların hammaddesidir. (Nefsânî ve dünyevî) arzular, sıkıntıların anahtarıdır. Hased de boş yorgunluğun bineğidir.”
• “(Dünyevî) arzu ve ümitler, basîretli kimseleri dahî âmâ eder.”
• “Kişinin kıymeti, istek ve arzularının kıymeti kadardır.”
• “Kim nefsin bitmek bilmeyen istek ve arzularının zebûnu olursa, amelleri de kötü olur.”
• “Nasîb, kendisine gelmeyene de gider.”
• “Canlarınız için cennetten başka bir karşılık ve değer yoktur. Öyleyse canlarınızı ancak cennet karşılığında satın!”
• “Allah dostları o kişilerdir ki, insanlar dünyanın zâhirî görünüşüne baktıkları zaman onlar, dünyanın içyüzünü görürler.”
• “Bir kul, Allâh’ın katındakine kendi elindekinden daha fazla güvenmezse îmânı kâmil olmaz!”
Rabbimiz, bu hikmetli sözleri lâyıkıyla idrâk edip muktezâsıyla amel edebilmeyi nasîb eylesin. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın en yakın dostları olan dört büyük halîfenin muhabbetini gönüllerimizden eksik eylemesin. Âhirette bizleri onlarla birlikte haşr u cem eylesin! Hiç şüphesiz ki o mübârek sahâbîler ile âhiretteki berâberlik, daha bu dünyâda başlar. Onlarla bugün dost olabilirsek ve bu dostluğun hukûkuna riâyet edebilirsek -inşâallah- yarın kıyâmette onların yakınlığına mazhar oluruz. Rabbimiz Hulefâ-i Râşidîn’in güzel ahlâkı ile ahlâklanmayı cümlemize nasîb eylesin. Şefaatlerine nâil buyursun! Âmîn!
resulullah s.a.v.şöyle buyurmuştur.ey müslümanlar cemaati.zinadan sakının,çünkü onda altı kötü haslet vardır.üçü dünyada,üçüde ahirettedir.dünyada olanlar.güzelliğin gitmesi,fakirliliğin devamlılığı ve ömrün kısalığıdır.ahirette olanlar ise.allah u tealanın gazabı,kötü muhasebe ve cehennemde ebedi kalmaktır.ruhul furkan cilt 7.sy .417.
evet,kafirlerde,bes ü kuvvet bulunabilir.....ve fakat allah c.c.kuvvet ü kudretce onlardan hem pek çok yüksek,hem de tenkil ü tazibi onlarınkinden çok şiddetlidir.bina enaleyh kafirlerin kuvvetinden korkub da allah c.c. a isyan etmemeli,allah c.c.ın kudret azabından korkub da allah c.c. a itaat etmeli ve kafirlere karşı gelmelidir.hak dini kuran dili.c.2.s.1406.
Yedinci Telvih
Dört Nüktedir.
Birinci Nükte: Şeriat, doğrudan doğruya, gölgesiz, perdesiz, sırr-ı ehadiyet ile rububiyet-i mutlaka noktasında, hitab-ı İlâhînin neticesidir. Tarikatin ve hakikatin en yüksek mertebeleri, şeriatın cüzleri hükmüne geçer; yoksa daima vesile ve mukaddime ve hâdim hükmündedirler. Neticeleri, şeriatın muhkemâtıdır. Yani, hakaik-i şeriata yetişmek için, tarikat ve hakikat meslekleri, vesile ve hâdim ve basamaklar hükmündedir. Git gide, en yüksek mertebede, nefs-i şeriatta bulunan mânâ-yı hakikat ve sırr-ı tarikate inkılâp ederler. O vakit şeriat-ı kübrânın cüzleri oluyorlar.
Yoksa, bazı ehl-i tasavvufun zannettikleri gibi, şeriatı zâhirî bir kışır, hakikati onun içi ve neticesi ve gayesi tasavvur etmek doğru değildir.
Evet, şeriatın, tabakat-ı nâsa göre inkişâfâtı ayrı ayrıdır. Avâm-ı nâsa göre zâhir-i şeriatı hakikat-i şeriat zannedip, havassa münkeşif olan şeriatın mertebesine hakikat ve tarikat namı vermek yanlıştır. Şeriatin, umum tabakata bakacak merâtibi var.
İşte bu sırra binaendir ki, ehl-i tarikat ve ashab-ı hakikat, ileri gittikçe hakaik-i şeriata karşı incizapları, iştiyakları, ittibÂları ziyadeleşiyor. En küçük bir Sünnet-i Seniyyeyi en büyük bir maksat gibi telâkki edip onun ittibâına çalışıyorlar, onu taklit ediyorlar. Çünkü, vahiy ne kadar ilhamdan yüksek ise, semere-i vahiy olan âdâb-ı şer’iye, o derece, semere-i ilham olan âdâb-ı tarikatten yüksek ve ehemmiyetlidir. Onun için, tarikatin en mühim esası, Sünnet-i Seniyyeye ittibâ etmektir.
İkinci Nükte: Tarikat ve hakikat, vesilelikten çıkmamak gerektir. Eğer maksud-u bizzat hükmüne geçseler, o vakit şeriatın muhkemâtı ve ameliyâtı ve Sünnet-i Seniyyeye ittibâ, resmî hükmünde kalır, kalp öteki tarafa müteveccih olur. Yani, namazdan ziyade hÂlka-i zikri düşünür; ferâizden ziyade evrâdına müncezip olur; kebâirden kaçmaktan ziyade, âdâb-ı tarikatin muhÂlefetinden kaçar. Halbuki, muhkemât-ı şeriat olan farzların bir tanesine, evrâd-ı tarikat mukabil gelemez, yerini dolduramaz. Âdâb-ı tarikat ve evrâd-ı tasavvuf, o ferâizin içindeki hakikî zevke medar-ı teselli olmalı, menşe olmamalı. Yani, tekkesi, camideki namazın zevkine ve tâdil-i erkânına vesile olmalı; yoksa, camideki namazı çabuk, resmî kılıp, hakikî zevkini ve kemÂlini tekkede bulmayı düşünen, hakikatten uzaklaşıyor.
Üçüncü Nükte: "Sünnet-i Seniyye ve ahkâm-ı şeriat haricinde tarikat olabilir mi?" diye sual ediliyor.
Elcevap: Hem var, hem yok. Vardır; çünkü bazı evliya-yı kâmilîn, şeriat kılıcıyla idam edilmişler. Hem yoktur; çünkü muhakkıkîn-i evliya, Sadi-i Şirazî’nin bu düsturunda ittifak etmişler:
, Yani, "Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın caddesinden hariç ve onun arkasından gitmeyen, muhÂldir ki, hakikî envâr-ı hakikate vasıl olabilsin." Bu meselenin sırrı şudur ki:
Madem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Hâtemü’l-Enbiyadır ve umum nev-i beşer namına muhatab-ı İlâhîdir. Elbette, nev-i beşer onun caddesi haricinde gidemez; ve bayrağı altında bulunmak zarurîdir.
Ve madem ehl-i cezbe ve ehl-i istiğrak, muhÂlefetlerinden mesul olamazlar. Ve madem insanda bazı letâif var ki, teklif altına giremez; o lâtife hâkim olduğu vakit, tekÂlif-i şer’iyeye muhÂlefetiyle mesul tutulmaz. Ve madem insanda bazı letâif var ki, teklif altına girmediği gibi, ihtiyar altına da girmez, hattâ aklın tedbiri altına da girmez; o lâtife, kalbi ve aklı dinlemez.
Elbette, o lâtife bir insanda hâkim olduğu zaman-fakat o zamana mahsus olarak-o zat, şeriata muhÂlefette velâyet derecesinden sukut etmez, mâzur sayılır. Fakat bir şartla ki, hakaik-i şeriata ve kavâid-i imanîye karşı bir inkâr, bir tezyif, bir istihfaf olmasın. Ahkâmı yapmasa da, ahkâmı hak bilmek gerektir. Yoksa, o hÂle mağlûp olup-neûzü billâh-o hakaik-i muhkemeye karşı inkâr ve tekzibi işmam edecek bir vaziyet, alâmet-i sukuttur.
Elhasıl, daire-i şeriatın haricinde bulunan ehl-i tarikat iki kısımdır.
Bir kısmı, sabıkan geçtiği gibi, ya hÂle, istiğraka, cezbeye ve sekre mağlûp olup veya teklifi dinlemeyen veya ihtiyarı işitmeyen lâtifelerin mahkûmu olup, daire-i şeriatın haricine çıkıyor. Fakat o çıkmak, ahkâm-ı şeriatı beğenmemekten veya istememekten değil, belki mecburiyetle, ihtiyarsız terk ediyor.
Bu kısım ehl-i velâyet var. Hem mühim velîler, bunların içinde muvakkaten bulunmuş. Hattâ bu neviden, değil yalnız daire-i şeriattan, belki daire-i İslâmiyet haricinde bulunduğunu bazı muhakıkkîn-i evliya hükmetmişler. Fakat bir şartla: Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın getirdiği ahkâmın hiçbirini tekzip etmemektir. Belki ya düşünmüyor veya müteveccih olamıyor veyahut bilemiyor ve bilmiyor. Bilse, kabul etmese, olmaz.
İkinci kısım ise, tarikat ve hakikatin parlak ezvaklarına kapılıp, mezâkından çok yüksek olan hakaik-i şeriatın derece-i zevkine yetişemediği için, zevksiz, resmî Bir ¸ey telâkki edip ona karşı lâkayt kalır. Git gide, şeriatı zahirî bir kışır zanneder; bulduğu hakikati esas ve maksud telâkki eder. "Ben onu buldum; o bana yeter" der, ahkâm-ı şeriata muhÂlif hareket eder. Bu kısımdan aklı başında olanlar mesuldürler, sukut ediyorlar, belki kısmen şeytana maskara oluyorlar.
Dördüncü Nükte: Ehl-i dalÂlet ve bid’at fırkalarından bir kısım zatlar, ümmet nazarında makbul oluyorlar. Aynen onlar gibi zatlar var; zâhirî hiçbir fark yokken ümmet reddediyor. Bunda hayret ediyordum. Meselâ, Mutezile mezhebinde Zemahşerî gibi, itizalde en mutaassıp bir fert olduğu hÂlde, muhakkıkîn-i Ehl-i Sünnet, onun o şedit itirâzâtına karşı onu tekfir ve tadlil etmiyorlar, belki bir râh-ı necat onun için arıyorlar. Zemahşerî’nin derece-i şiddetinden çok aşağı Ebû Ali Cübbâî gibi Mutezile imamlarını, merdud ve matrud sayıyorlar.
Çok zaman bu sır benim merakıma dokunuyordu. Sonra, lûtf-u İlâhî ile anladım ki, Zemahşerî’nin Ehl-i Sünnete itirâzâtı, hak zannettiği mesleğindeki muhabbet-i haktan ileri geliyordu. Yani, meselâ tenzih-i hakikî, onun nazarında, hayvanlar kendi ef’Âline hÂlık olmasıyla oluyor. Onun için, Cenâb-ı Hakkı tenzih muhabbetinden, Ehl-i Sünnetin hÂlk-ı ef’Âl meselesinde düsturunu kabul etmiyor. Merdud olan sair Mutezile imamları, muhabbet-i haktan ziyade, Ehl-i Sünnetin yüksek düsturlarına kısa akılları yetişemediğinden ve geniş kavânin-i Ehl-i Sünnet onların dar fikirlerine yerleşmediğinden, inkâr ettiklerinden merduddurlar.
Aynen bu ilm-i kelâmdaki Ehl-i İtizalin Ehl-i Sünnet ve Cemaate muhÂlefeti olduğu gibi, Sünnet-i Seniyye haricindeki bir kısım ehl-i tarikatin muhÂlefeti dahi iki cihetledir.
Biri, Zemahşerî gibi, hÂline, meşrebine meftûniyet cihetinde daha derece-i zevkine yetişemediği âdâb-ı şeriata karşı bir derece lâkayt kalır.
Diğer kısmı ise-hâşâ-âdâb-ı şeriata, desâtir-i tarikate nispeten ehemmiyetsiz bakar. Çünkü dar havsalası o geniş ezvâkı ihata edemiyor ve kısa makamı o yüksek âdâba yetişemiyor.
Sekizinci Telvih
Sekiz Vartayı beyan eder.
Birincisi: Sünnet-i Seniyyeye tamam ittibâı riayet etmeyen bir kısım ehl-i sülûk, velâyeti nübüvvete tercih etmekle vartaya düşer. Yirmi Dördüncü ve Otuz Birinci Sözlerde, nübüvvet ne kadar yüksek olduğu ve velâyet ona nispeten ne kadar sönük olduğu ispat edilmiştir.
İkincisi: Ehl-i tarikatin bir kısım müfrit evliyasını Sahabeye tercih, hattâ enbiya derecesinde görmekle vartaya düşer. On İkinci ve Yirmi Yedinci Sözlerde ve Sahabeler hakkındaki Zeylinde katî ispat edilmiştir ki, Sahabelerde öyle bir hassa-i sohbet var ki, velâyetle yetişilmez ve Sahabelere tefevvuk edilmez ve enbiyaya hiçbir vakit evliya yetişmez.
Üçüncüsü: İfratla tarikat taassubu taşıyanların bir kısmı, âdâb ve evrâd-ı tarikati Sünnet-i Seniyyeye tercih etmekle sünnete muhÂlefet edip, sünneti terk eder, fakat virdini bırakmaz. O suretle âdâb-ı şer’iyeye bir lâkaytlık vaziyeti gelir, vartaya düşer.
Çok Sözlerde ispat edildiği gibi ve İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbânî gibi muhakkıkîn-i ehl-i tarikat derler ki: "Birtek Sünnet-i Seniyyeye ittibâ noktasında hâsıl olan makbuliyet, yüz âdâb ve nevâfil-i hususiyeden gelemez. Bir farz bin sünnete müreccah olduğu gibi, bir Sünnet-i Seniyye dahi bin âdâb-ı tasavvufa müreccahtır" demişler.
Dördüncüsü: Müfrit bir kısım ehl-i tasavvuf, ilhamı, vahiy gibi zanneder ve ilhamı vahiy nevinden telâkki eder, vartaya düşer. Vahyin derecesi ne kadar yüksek ve küllî ve kudsî olduğu ve ilhâmat ona nispeten ne derece cüz’î ve sönük olduğu, On İkinci Sözde ve i’câz-ı Kur’ân’a dair Yirmi Beşinci Sözde ve sair risalelerde gayet katî ispat edilmiştir.
Beşincisi: Sırr-ı tarikati anlamayan bir kısım mutasavvıfe, zayıfları takviye etmek ve gevşekleri teşcî etmek ve şiddet-i hizmetten gelen usanç ve meşakkati tahfif etmek için istenilmeyerek verilen ezvak ve envar ve kerâmâtı hoş görüp meftun
olur; ibâdâta, hidemâta ve evrâda tercih etmekle vartaya düşer. Şu risalenin Altıncı Telvihinin Üçüncü Noktasında icmÂlen beyan olunduğu ve sair Sözlerde katiyen ispat edilmiştir ki, bu dâr-ı dünya dârü’l-hizmettir, dârü’l-ücret değil. Burada ücretini isteyenler, bâki, daimî meyveleri fâni ve muvakkat bir surete çevirmekle beraber, dünyadaki beka hoşuna gidiyor, müştakane berzaha bakamıyor. Adeta bir cihette dünya hayatını sever; çünkü içinde bir nevi âhireti bulur.
Altıncısı: Ehl-i hakikat olmayan bir kısım ehl-i sülûk, makamât-ı velâyetin gölgelerini ve zıllerini ve cüz’î numunelerini, makamât-ı asliye-i külliye ile iltibas etmekle vartaya düşer. Yirmi Dördüncü Sözün İkinci Dalında ve sair Sözlerde katiyen ispat edilmiştir ki: Nasıl güneş aynalar vasıtasıyla taaddüt ediyor; binler misalî güneş, aynı güneş gibi ziya ve hararet sahibi olur. Fakat o misalî güneşler, hakikî güneşe nispeten çok zayıftırlar. Aynen onun gibi, makamât-ı enbiya ve eâzım-ı evliyanın makamâtının bazı gölgeleri ve zılleri var. Ehl-i sülûk onlara girer, kendini o evliya-yı azîmeden daha azîm görür, belki enbiyadan ileri geçtiğini zanneder, vartaya düşer.
Fakat bu geçmiş umum vartalardan zarar görmemek için, usul-ü imaniyeyi ve esâsât-ı şeriatı daima rehber ve esas tutmak ve meşhudunu ve zevkini onlara karşı muhÂlefetinde itham etmekledir.
Yedincisi: Bir kısım ehl-i zevk ve şevk, sülûkünde fahri, nazı, şatahâtı, teveccüh-ü nâsı ve merciiyeti şükre, niyaza, tazarruâta ve nâstan istiğnâya tercih etmekle vartaya düşer. Halbuki en yüksek mertebe ise, ubudiyet-i Muhammediyedir ki, "mahbubiyet" ünvanıyla tabir edilir. Ubudiyetin ise sırr-ı esası niyaz, şükür, tazarru, huşû, acz, fakr, hÂlktan istiğnâ cihetiyle o hakikatin kemÂline mazhar olur. Bazı evliya-ı azîme, fahir ve naz ve şatahâta muvakkaten, ihtiyarsız girmişler; fakat o noktada, ihtiyaren onlara iktida edilmez. Hâdidirler, mühdî değillerdir, arkalarından gidilmez.
Sekizinci Varta: Hodgâm, aceleci bir kısım ehl-i sülûk, âhirette alınacak ve koparılacak velâyet meyvelerini, dünyada yemesini ister ve sülûkünde onları istemekle vartaya düşer. Halbuki, gibi âyetlerle ilân edildiği gibi, çok Sözlerle katiyen ispat edilmiştir ki, Âlem-i bekada birtek meyve, fâni dünyanın bin bahçesine müreccahtır. Onun için, o mübarek meyveleri burada yememeli. Eğer istenilmeyerek yedirilse, şükredilmeli; mükâfat için değil, belki teşvik için bir ihsan-ı İlâhî olarak telâkki edilmeli.
* Dokuzuncu Telvih
Tarikatin pek çok semerâtından ve faydalarından yalnız burada dokuz adedini icmÂlen beyan edeceğiz.
"Dünya hayatı, aldatıcı bir menfaatten başka bir şey değildir." Âl-i İmrân Sûresi, 3:185.
Birincisi: İstikametli tarikat vasıtasıyla, saadet-i ebediyedeki ebedî hazinelerin anahtarları ve menşeleri ve madenleri olan hakaik-i imaniyenin inkişafı ve vuzuhu ve aynelyakin derecesinde zuhurlarıdır.
İkincisi: Makine-i insaniyenin merkezi ve zembereği olan kalbi, tarikat vasıta olup işletmesiyle ve o işletmekle sair letâif-i insaniyeyi harekete getirip netice-i fıtratlarına sevk ederek hakikî insan olmaktır.
Üçüncüsü: Âlem-i berzah ve âhiret seferinde, tarikat silsilelerinden bir silsileye iltihak edip ve o kafile-i nuraniye ile ebedü’l-âbâd yolunda arkadaş olmak ve yalnızlık vahşetinden kurtulmak ve onlarla dünyada ve berzahta mânen ünsiyet etmek ve evham ve şübehâtın hücumlarına karşı onların icmâına ve ittifakına istinad edip, herbir üstadını kavî bir senet ve kuvvetli bir bürhan derecesinde görüp, onlarla o hatıra gelen dalÂlet ve şübehâtı def etmektir.
Dördüncüsü: İmandaki marifetullah ve o marifetteki muhabbetullahın zevkini, sâfi tarikat vasıtasıyla anlamak; ve o anlamakla dünyanın vahşet-i mutlakasından ve insanın kâinattaki gurbet-i mutlakasından kurtulmaktır. Çok Sözlerde ispat etmişiz ki, saadet-i dâreyn ve elemsiz lezzet ve vahşetsiz ünsiyet ve hakikî zevk ve ciddî saadet, iman ve İslâmiyetin hakikatindedir. İkinci Sözde beyan edildiği gibi, iman, şecere-i tûbâ-i Cennetin bir çekirdeğini taşıyor. İşte, tarikatin terbiyesiyle o çekirdek neşvünemâ bulur, inkişaf eder.
Beşincisi: TekÂlif-i şer’iyedeki hakaik-i lâtifeyi, tarikatten ve zikr-i İlâhîden gelen bir intibah-ı kalbî vasıtasıyla hissetmek, takdir etmek-o vakit taate, suhre gibi değil, belki iştiyakla itaat edip ubudiyeti ifa eder.
Altıncısı: Hakikî zevke ve ciddî teselliye ve kedersiz lezzete ve vahşetsiz ünsiyete, hakikî medar ve vasıta olan tevekkül makamını ve teslim rütbesini ve rıza derecesini kazanmaktır.
Yedincisi: Sülûk-ü tarikatin en mühim şartı, en ehemmiyetli neticesi olan ihlâs vasıtasıyla, şirk-i hafîden ve riya ve tasannu gibi rezâilden hÂlâs olmak ve tarikatin mahiyet-i ameliyesi olan tezkiye-i nefis vasıtasıyla nefs-i emmârenin ve enâniyetin tehlikelerinden kurtulmaktır.
Sekizincisi: Tarikatte, zikr-i kalbî ile ve tefekkür-ü aklî ile kazandığı teveccüh ve huzur ve kuvvetli niyetler vasıtasıyla âdetlerini ibadet hükmüne çevirmek ve muamelât-ı dünyeviyesini a’mÂl-i uhreviye hükmüne getirip sermaye-i ömrünü hüsn-ü istimal etmek cihetiyle, ömrünün dakikalarını, hayat-ı ebediyenin sümbüllerini verecek çekirdekler hükmüne getirmektir.
Dokuzuncusu: Seyr-i sülûk-ü kalbî ile ve mücahede-i ruhî ile ve terakkiyât-ı mâneviye ile, insan-ı kâmil olmak için çalışmak; yani hakikî mü’min ve tam bir Müslüman olmak; yani, yalnız surî değil, belki hakikat-i imanı ve hakikat-i İslâmı kazanmak; yani, şu kâinat içinde ve bir cihette kâinat mümessili olarak, doğrudan
doğruya kâinatın HÂlık-ı ZülcelÂline abd olmak ve muhatap olmak ve dost olmak ve hÂlil olmak ve ayna olmak ve ahsen-i takvimde olduğunu göstermekle, benî Âdemin melâikeye rüçhaniyetini ispat etmek ve şeriatın imanî ve amelî cenahlarıyla makamât-ı Âliyede uçmak ve bu dünyada saadet-i ebediyeye bakmak, belki de o saadete girmektir.
1 "Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin." Bakara Sûresi, 2:32.
2 Allahım! Bütün asırların gavs-ı ekberi ve bütün çağların kutb-u âzamı olan Efendimiz Muhammed’e ve bütün Âl ve ashabına salât ve selâm et-o efendimiz ki, Miracında haşmet-i velâyeti ve makam-ı mahbubiyeti tezahür etmiştir ve bütün velâyetler onun Miracının gölgesinde münderiç bulunmaktadır. Hamd, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.
Bu küçücük Zeylin büyük bir ehemmiyeti var; herkese menfaatlidir.
Cenâb-ı Hakka vâsıl olacak tarîkler pekçoktur. Bütün hak tarîkler Kur’ân’dan alınmıştır. Fakat tarîkatlerin bâzısı bâzısından daha kısa, daha selâmetli, daha umûmiyetli oluyor. O tarîkler içinde, kâsır fehmimle Kur’ân’dan istifâde ettiğim, acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tarîkıdır.
Evet, acz dahi aşk gibi, belki daha eslem bir tarîktir ki, ubûdiyet tarîkıyla mahbûbiyete kadar gider. Fakr dahi Rahmân ismine îsÂl eder. Hem, şefkat dahi aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tarîktir ki, Rahîm ismine îsÂl eder. Hem, tefekkür dahi aşk gibi, belki daha zengin ve daha parlak bir tarîktir ki, Hakîm ismine îsÂl eder. Şu tarîk, hafì tarîkler misillü, letâif-i aşere gibi on hatve değil ve tarîk-ı cehriye gibi nüfûs-u seb’ a, yedi mertebeye atılan adımlar değil, belki "dört hatve"den ibârettir. Tarîkatten ziyâde hakîkattir, şeriattır. Yanlış anlaşılmasın; acz ve fakr ve kusurunu Cenâb-ı Hakka karşı görmek demektir; yoksá, onları yapmak veya halka göstermek demek değildir. Şu kısa tarîkın evrâdı ittibâ-ı sünnettir, ferâizi işlemek, kebâiri terk etmektir. Ve bilhassa namazı tâdil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihâtı yapmaktır.
Birinci hatveye -1- âyeti işaret ediyor. İkinci hatveye -2- âyeti işaret ediyor. Üçüncü hatveye -3- âyeti işaret ediyor. Dördüncü hatveye -4- âyeti işaret ediyor.
1 Nefislerinizi temize çıkarmayın. (Necm Sûresi: 32).
2 Allah’ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara kendi âkıbetlerini unutturmuştur. (Haşir Sûresi:19.)
3 Sana her ne iyilik erişirse Allah’tandır. Sana her ne kötülük gelirse, o da kendi kusurun sebebiyledir. (Nisâ Süresi: 79.)
4 Herşey helâk olup gidicidir-Ona bakan yüzü müstesnâ. (Kasas Sûresi: 88.)
Şu Dört Hatvenin kısa bir izahı şudur ki:
Birinci Hatvede âyeti işaret ettiği gibi, tezkiye-i nefs etmemek. Zîrâ insan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle, nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzat yalnız zâtını sever; başka herşeyi nefsine fedâ eder. Mâbuda lâyık bir tarzda nefsini metheder, mâbuda lâyık bir tenzih ile nefsini meâyibden tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar, kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez; nefsine perestiş eder tarzında, şiddetle müdâfaa eder. Hattâ fıtratında tevdî edilen ve Mâbud-u Hakîkinin hamd ve tesbihi için ona verilen cihazât ve istidâdı kendi nefsine sarf ederek -1- sırrına mazhar olur; kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir. İşte şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathîri; onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir.
İkinci Hatvede dersini verdiği gibi; kendini unutmuş, kendinden haberi yok; mevti düşünse, başkasına verir; fenâ ve zevÂli görse, kendine almaz. Ve külfet ve hizmet makâmında nefsini unutmak, fakat ahz-ı ücret ve istifâde-i huzûzât makâmında nefsini düşünmek, şiddetle iltizam etmek, nefs-i emmârenin muktezâsıdır. Şu makamda tezkiyesi, tathîri, terbiyesi; şu hÂlin aksidir. Yani, nisyân-ı nefs içinde nisyan etmemek; yani, huzûzât ve ihtirasâtta unutmak ve mevtte ve hizmette düşünmek.
Üçüncü Hatvede dersini verdiği gibi; nefsin muktezâsı dâimâ iyiliği kendinden bilip, fahr ve ucbe girer. Bu hatvede, nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı görüp, bütün mehâsin ve kemÂlâtını, Fâtır-ı ZülcelÂl tarafından ona ihsan edilmiş nîmetler olduğunu anlayıp, fahr yerinde şükür ve temeddüh yerinde hamd etmektir. Şu mertebede tezkiyesi, -2- sırrıyla şudur ki: KemÂlini kemÂlsizlikte, kudretini aczde, gınâsını fakrda bilmektir.
Dördüncü Hatvede dersini verdiği gibi; nefıs, kendini serbest ve müstakil ve bizzat mevcut bilir. Ondan bir nevî rubûbiyet dâvâ eder. Mâbuduna karşı adâvetkârâne bir isyânı taşır. İşte gelecek şu hakîkati derk
1 Nefsinin arzusunu kendisine mâbud edinip onun her emrine uyan kimse... (Furkan Sûresi: 43.)
2 Nefsini qünahlardan arındıran kurtuluşa ermiştir.(Şems Sûresi: 9.)
etmekle ondan kurtulur. Hakîkat şudur ki: Her, şey nefsinde mânâ-i ismiyle fânîdir, mefkuttur, hâdistir, mâdumdur; fakat mânâ-i harfiyle ve Sâni-i ZülcelÂlin esmâsına âyinedarlık cihetiyle ve vazifedarlık îtibârıyla Şâhittir, meşhûddur, vâciddir, mevcuddur.
Şu makamda tezkiyesi ve tathîri şudur ki: Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır. Yani kendini bilse, vücud verse, kâinat kadar bir zulümât-ı adem içindedir. Yani, vücud-u şahsîsine güvenip, Mûcid-i Hakîkiden gaflet etse, yıldız böceği gibi bir Şahsî ziyâ-i vücudu nihayetsiz zulümât-ı adem ve fıraklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enâniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakîkinin bir âyine-i tecellîsi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudâtı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zîrâ bütün mevcudât esmâsının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücudu bulan bir kalp, herşeyi bulur.
Hatime
Şu acz, fakr, şefkat, tefekkür tarîkındaki dört hatvenin izahâtı, hakîkatin ilmine, şeriatın hakîkatine, Kur’ân’ın hikmetine dâir olan yirmi altı adet Sözlerde geçmiştir. Yalnız, şurada bir iki noktaya kısa bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:
Evet, şu tarîk daha kısadır. Çünkü dört hatvedir. Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i ZülcelÂle verir. Halbuki en keskin tarîk olan aşk, nefsinden elini çeker, fakat mâşuk-u mecâzîye yapışır. Onun zevÂlini bulduktan sonra Mahbûb-u Hakîkiye gider. Hem şu tarîk daha eslemdir. Çünkü nefsin şatahât ve bÂlâpervazâne dâvÂları bulunmaz. Çünkü acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde bulunmuyor ki, haddinden fazla geçsin. Hem bu tarîk daha umûmi ve cadde-i kübrâdır. Çünkü kâinatı, ehl-i Vahdetü’1-Vücud gibi, huzur-u dâimî kazanmak için, îdâma mahkûm zannedip -1- hükmetmeye veyahut ehl-i Vahdetü’ş-Şuhud gibi, huzûr-u dâimî için kâinatı nisyân-ı mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip, -2- demeye mecbur olmuyor. Belki îdamdan ve hapisten, gâyet zâhir olarak, Kur’ân affettiğinden, o da sarf-ı nazar edip ve mevcudâtı kendileri hesâbına hizmetten azlederek, Fâtır-ı ZülcelÂl hesâbına istihdam edip, Esmâ-i Hüsnâsının mazhariyet ve âyinedarlık vazifesinde istimÂl ederek, mânâ-i harfî nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzûr-u dâimîye girmektir; her şeyde Cenâb-ı Hakka bir yol bulmaktır. Elhâsıl, mevcudâtı mevcudât hesâbına hizmetten azlederek, mânâ-i ismiyle bakmamaktır.
1 Ondan başka hiçbir varlık yoktur.
2 Ondan başka şâhit olunan, görülen hiçbir şey yoktur.
Risale-i Nur Külliyatı Metkubat
MECELLE’NİN İLK 90 MADDESİNİN AÇIKLAMSI
1- “İlm-i fıkh, mesâil-i şer’iyye-i ameliyeyi bilmektir.”
İlm-i Fıkh: Fıkıh ilmi
Mesail: Meseleler
Mesâil-i şer’iyye-i ameliye: Amellerle ilgili şer’i / hukuki meseleler
2- “Bir işten maksat ne ise hüküm ona göredir.”
Örnek:
Yitik bir malı koruyup sahibine verme niyetiyle alan kişinin, malın helak olması halinde onu tazmin etmesi gerekmezken; söz konusu malı sahiplenme niyetiyle almış olması halinde tazmini gerekir.
Bir devlet büyüğüne ibadet niyetiyle secde edilmesi küfür, bunun saygı amacıyla yapılmış olması sadece günah olarak görülmüştür.
3- “Ukudda itibar mekasıd ve meaniyedir; elfaz ve mebaniye değildir.”
Ukud: Akitler, anlaşmalar
Mekasıd: Maksatlar
Meani: Manalar
Elfaz: Lafızlar, sözler, cümleler
Mebani: Açıklamalar
Bu madde, niyet ile ifade arasında aykırılık bulunduğu zaman geçerlidir. Yoksa lafız tamamen bir kenara atılacak değildir. Ayrıca bu madde, lafızların asıl manalarından başka manalarda da kullanılabileceği göz önüne alınarak tespit edilmiştir.
Kaidede “ukud” kaydının bulunması, yeminlerle ilgili hükümleri istisna etmek içindir; zira yeminler amaca göre değil, kullanılan lafızlara göre değerlendirilir. Kısastan af gibi.
Örnek: Bir kimse usulü dairesinde tanzim ettiği senette “Şu malımı oğlum Ahmet’e hibe ediyorum. Sağ olduğum müddetçe bu malda tasarruf edeceğim, ben öldükten sonra oğlum Ahmet tasarruf edecek ve diğer varislerim müdahale etmeyecektir.” demiş olsa, “hibe ediyorum” tabiriyle bu tasarrufun hibeye hamli mümkün ise de “Ben sağ olduğum müddetçe tasarruf edecek” ibaresinin delaleti ile maksadın vasiyet olduğu anlaşılır.
4- “Şekk ile yakin zail olmaz.”
Şekk: Bir şeyin varlığına ve yokluğuna eşit derecede kani olmak
Yakin: Bir şeyin varlık veya yokluğundan birine, bir delil sebebiyle, aklın kesin olarak veya kuvvetli bir zanla karar vermesi
Zail olmak: Yok olmak
Yani: Var olduğu yakinen bilinen bir şeyin aksine kesin delil bulunmadıkça, sonradan meydana gelen bir şüphe ve tereddütten dolayı onun yok olduğuna hükmedilmez; yakin, ancak yakin ile zayi olur.
Örnek:
Abdestli olan bir kişi, abdestinin bozulup bozulmadığından şüpheye düşse, abdestinin bozulduğuna dair kesin bir bilgi olmadıkça bu şüpheye itibar edilmez, bu abdestle kıldığı namazlar sahih kabul edilir.
Bir kimse “Filan şahsa zannımca şu kadar lira borcum vardır” dese bununla borç sabit olmaz.
5- “Bir şeyin bulunduğu hal üzere kalması asıldır.”
Yani: Geçmişte sabit olduğu kesin olarak bilinen bir şeyin, aksine bir delil bulunmadıkça geçmişteki haline itibar edilir.
Örnek: Kayıp kişinin hayatta olduğu geçmişte kesin olarak bilinmekte iken, öldüğüne dair kesin bir delil bulunmadıkça hayatta olduğu kabul edilir. Dolayısıyla, bu durumdaki kişinin ölümüne dair kesin bilgi elde edilmedikçe, malları mirasçılarına paylaştırılamaz.
6- “Kadim kıdemi üzerine terk olunur.”
Kadim: Başlangıcını kimsenin bilmediği şey, eski.
Kıdem: Eskilik
Örnek: Bir evin yağmur suları, eskiden beri komşusunun bahçesine akmaya devam ettiği halde, komşusu, “bundan sonra akıtmam” diyemez. Çünkü bu uygulama “kadim”olmuştur.
7- “Zarar kadim olmaz”
Örnek: Yayaların geçişini engelleyecek şekilde yapılmış balkonlar, kamu sağlığını tehdit eden kanalizasyon ve çöplükler, ne kadar eski uygulamalar olursa olsun kaldırılır veya tamir edilip zararları giderilir.
8- “Bir zamanda sabit olan şeyin hilafına delil olmadıkça bekasıyla hükmolunur.”
Hilafına: Aksine, tersine.
Beka: Kalıcılık
Örnek: Bir kimsenin başka birine borçlu olduğu, ikrar veya başka bir delille sabit olduktan sonra bu şahıs, borcunu ödediğini veya kendini bu borçtan ibra edildiğini iddia etse, söz, yeminle birlikte alacaklıya ait olur.
9- “Bir emr-i hâdisin akreb-i evkatına izafeti asıldır.”
Emr-i Hadis: Sonradan gerçekleşen olay, iş.
Akreb-i evkat: En yakın vakit
İzafet: Bağlantı kurmak
Konu, yeni ortaya çıktığı kabul edilen durumun ortaya çıkış tarihi ile ilgilidir. Mevcut durumun sonradan mı meydana geldiği, yoksa eskiden beri mi var olduğu, tartışma konusu değildir.
Örnek: Bir kimsenin, ölmeden önce bir ikrarda bulunduğu sabit olsa, bu ikrarın ne zaman meydana geldiğinde anlaşmazlık çıkması halinde, aksine bir delil olmadığı sürece bu ikrarın ölüm hastalığı (maraz-ı mevt) esnasında meydana geldiğine hükmedilir.
10- “Beraet-i zimmet asıldır.”
Beraet-i zimmet: Kişinin temiz ve borçsuz olması
Örnek:
Ödünç alan kişi, ödünç malı iade ettiğini iddia ederse, bu kaide gereği onun sözüne itibar edilir.
Bir kimse başkasının malını telef ettiğinde, bunun miktarı konusunda taraflar ihtilaf etmişlerse, söz telef edene ait olur. Çünkü telef eden, karşı tarafın ileri sürdüğü fazlalığın zimmetindeki varlığını inkar etmektedir. Beraet-i zimmet asıl olması hasebiyle, iddia ettiği fazlalığın ispatlanması için mal sahibinden delil getirmesi istenir.
11- “Sıfat-ı arızada asl olan ademdir.”
Sıfat: Asli ve arızi olmak üzere ikiye ayrılır. Hayat, sağlık gibi, bir şeyin zatıyla kaim olan sıfatlar, “asli” sıfatlardır. Mesela hayat, insanın sıfatıdır ve hayat olmazsa insan yaşayamayacağı için bu sıfat, asli sıfattır. Ticaret malının kusurlu olması gibi, sonradan meydana gelen sıfatlar ise “arızi” olarak değerlendirilir.
Adem: Yokluk
Örnek: Bir kişi başkası hakkında, o kimsenin kendisiyle bir sözleşmesi olduğunu veya malını telef ettiğini ya da bir suç işlediğini iddia eder, o da inkar ederse, davacı iddiasını ispatlayıncaya kadar söz, davalının olur. Çünkü iddia edilen şeyler için önceden gerçek olan asli durum, ‘yokluk’tur.
12- “Kelamda asl olan manayı hakikidir.”
Asl olan: Tercih edilen
Manayı hakiki: Gerçek anlam, sözlük anlamı; bir söz duyulduğunda akla gelen ilk anlam.
Mecaz: Kelimenin sözlük anlamında kullanılmayıp, ona benzeyen başka bir anlamda kullanılmasıdır.
Örnek: “Şu ev Ahmet’e aittir.” Diyen bir kişi, bu ikrarıyla, söz konusu evin mülkiyetinin Ahmet’e ait olduğunu belirtmiştir. Bu kişi sonradan, “bu sözümle o evin, Ahmet’in kira ile oturduğu meskeni olduğunu kastettim; aslında ev benimdir” dese kabul edilmez ve önceki ikrarıyla sorumlu tutulur; çünkü öncelikle sözün hakiki anlamı geçerlidir.
13- “Tasrih mukabilinde delalete itibar yoktur.”
Tasrih: Sarih; kendisiyle maksadın tam olarak ve açıkça ortaya çıktığı lafız
Mukabil: Karşı
Delalet: Alamet, nişane
Örnek:
Bir kimse bir mal için, “sattım veya satın aldım” dedikten sonra, “ben satış akdi için niyet etmemiştim” dese, bu sözü kabul edilmez ve akit geçerli sayılır.
Bir vakfın gelirlerinin harcama yerleri, önceki vakıf yöneticilerinin uygulamalarının delaletiyle belirlenir. Ancak vakıf senedinde harcama yerleri açıkça belirtilmişse, vakıf yöneticilerinin bunun aksine olan uygulamaları geçerli sayılmaz.
14- “Mevrid-i nassda ictihada mesağ yoktur.”
Mevrid-i nass: Nassın bulunduğu yer, hakkında nass bulunan konu
Nass: Vahiy ile sabit olan ifade, Kur’an ayetlerine ve hadislere verilen ortak ad; kanun metni
İctihad: Nassın bulunmadığı bir konuda bir âlimin, araştırmaları sonucu belirttiği görüşü
Mesağ: İzin, ruhsat, cevaz.
Yani: Hakkında nass bulunan bir meselede içtihat yapılamaz; çünkü içtihat zan ifade ettiği için onunla elde edilen hüküm de zanni olur. Nassla sabit olan hüküm ise içtihadın aksine kesinlik ifade eder.
Bazı alimlerin, hakkında nass bulunan bir konuda farklı içtihatlarda bulunmaları, söz konusu nassın tevil ihtimali taşımasından dolayıdır. “Alışveriş yapanlar, ayrılmadıkları sürece muhayyerdirler.” hadisindeki “ayrılmak” lafzı hakkındaki farklı yorumlardan kaynaklanan farklı içtihatlar gibi.
15- “Ala hilafi’l-kıyas sabit olan şey, saire makisun aleyh olamaz.”
Ala hilafi’l-kıyas: Kıyas kuralına ters olarak
Kıyas: Dört rükünden meydana gelir: Asl, fer’, hüküm, illet.
Sair: Başka
Makisun aleyh: Kendisi üzerinden kıyas yapılan nass, hüküm; asl.
Yani: Bir konunun hükmü kıyasa aykırı olarak sabit olmuşsa, bu hüküm ona benzer konuların kıyas edilmesi için “asl”, yani “makisun aleyh” olamaz. Kıyasa aykırı olarak sabit olan nass, kendi konusu ile sınırlı tutulur.
Örnek: Sabah namazının sünnetinin, öğle vakti girmeden kaza edilmesi, özel bir sebebe binaen meşru kılınmıştır. “Ta’ris olayı” diye bilinen, Hz. Peygamber’in ashabıyla birlikte Hayber dönüşü bir vadide uyuyakalarak sabah namazını kaçırmasından sonra namazı sünnetiyle birlikte kaza etmesi, zevalden sonra veya başka zamanlarda da sabah namazının kaza edileceğine dair “makisun aleyh” olamaz.
16- “İctihad ile diğer ictihad nakz olunmaz.”
İctihad: Nassın bulunmadığı bir konuda bir âlimin, araştırmaları sonucu belirttiği görüşü
Nakz olunmak: Geçersiz kılınmak, bozulmak
Yani: İçtihatlar aynı derecede birer zanni delil olduklarından, kat’i olan nasslara aykırı olmadığı sürece biri ile diğerini geçersiz kılmak caiz değildir. Aksi taktirde istikrarsızlığa yol açılmış olurdu.
Örnek: Hz. Ömer, Hz. Ebubekir’in hilafeti sırasındaki ictihadi uygulamalarına muhalefet etmiş ama daha sonra kendi hilafeti döneminde bu içtihatlardan meydana gelen hükümleri bozma yoluna gitmemiştir.
İstisna: Kamu yararı bir içtihadın bozulmasını gerektiriyorsa, başka bir içtihat ile onun bozulması caizdir.
17- “Meşakkat teysiri celb eder.”
Meşakkat: Zorluk, sıkıntı
Teysir: Kolaylaştırma
Celb etmek: Çekmek
Uyarı: Sözü edilen meşakkat, şer’i yükümlülüklerin özünde bulunan zorluklar değildir; bir konuda kolaylığa gidilmesi, o konu ile ilgili nasslarla çatışmaya da yol açmamalıdır.
Örnek:
Açlıktan ölüm tehlikesi yaşayan birinin, yasak olan ölü veya domuz etini yiyebilmesi
Yolculuk durumu, ibadetler konusunda önemli kolaylılar sağladığı gibi, hukuki yönden de birçok ruhsatlara imkan vermektedir.
18- “Bir iş dıyk oldukta, müttesa’ olur.”
Dıyk olmak: Daralmak
Müttesa’: Genişletilen
Yani: Fazla sıkışan iş kendi kendine genişler.
Örnek:
“Haddini aşan her şey aksine sonuç verir.” (Arap Atasözü)
İnsanların yaşama, sağlık, hürriyet, itibar ve şeref gibi tabii haklarını tehlikeye düşürecek derecede ileri giden sıkı bir kanun hükmü, mahkeme kararı veya idari tedbir, genellikle gayesini sağlayamaz. Halk, bu ağır hükümlerden kaçınmak için çareler arar, türlü hilelere başvurur.
Borcunu ödemeye güç yetiremeyen kişiye ödeme gücü elde edene kadar süre tanınması veya toptan ödeyemeyen kimseye taksit imkanı verilmesi bu kaide gereğidir.
19- “Zarar ve mukabele bi’z-zarar yoktur.”
Mukabele bi’z-zarar: Zararla karşılık vermek
Örnek: Borcunu ödememekte ısrar eden borçluyu alacaklının dövmeye veya hapsetmeye ya da malını zorla elinden almaya yetkisi yoktur. Bunları yapması halinde tazminle sorumlu olacağı gibi ayrıca kendisine cezai müeyyideler de uygulanır. (Hukuk dilinde buna “ihkak-ı hak” denir ve kesinlikle meşru değildir.)
20- “Zarar izale olunur.”
İzale olunmak: Yok edilmek
Örnek:
Meslek erbabının kendilerinden kaynaklanan zararların yine kendileri tarafından izale edilmesi gerekir.
Paranın sürekli değer kaybettiği yerlerde, alınan borcun miktar olarak aynen ödenmesi, borç veren kişinin zararına yol açmaktadır. Bu zararın izale edilmesi gerekmektedir; bunun için de, borçların geri ödenmesinde paranın miktarı değil, alım gücü esas alınmalıdır.
21- “Zaruretler, memnu olan şeyleri mübah kılar.”
Zaruret: Yasak olan şeyin işlenmesini caiz kılan özür
Memnu: Yasaklanmış
Mübah: Yapılıp yapılmaması serbest olan
Not: İslam hukuk usulünde, yasak olan şeylerin mübah kılınmasına “ruhsat” adı verilmektedir ki, bir özür sebebiyle sonradan meşru kılınan şey demektir. Fakat ruhsatta yalnızca hukuki sorumluluk kalkar, haramlık ise devam eder.
Örnek: Muhtaç ve zor durumda kalınması ve başka çare bulunmaması hali, faizle borç almayı mübah kılan bir zaruret sayılmıştır.
22- “Zaruretler kendi miktarlarınca takdir olunurlar.”
Yani: Zaruret sebebiyle caiz olan şey, yalnızca zarureti giderecek kadar işlenebilir.
Örnek:
Canının telef olmasını önleyecek ekmek varken, et veya tatlı gibi pahalı bir gıdayı sahibinden izinsiz almak, gasp hükmünde sayılmıştır.
Gerek sünnet, gerekse tıbbi bir tedavi ihtiyacı bir zarurettir ve sünnetçi veya doktor konumunda olan kişinin kullanacağı ruhsat, işini gereği gibi yapabileceği bir alanla sınırlıdır.
23- “Bir özür için caiz olan şey, ol özrün zevali ile batıl olur.”
Caiz: Uygun, mahzursuz
Zeval: Ortadan kalkmak
Batıl olmak: Geçersiz olmak
Örnek:
Su bulunduğunda veya suyu kullanabilecek duruma gelindiğinde teyemmüm batıl olmuş olur.
Kiralanan bir malda bir kusur meydana geldiğinde, kiralayan kişinin bu akdi fesih yetkisi doğar. Ancak mal sahibi akdin feshedilmesinden önce söz konusu kusuru giderirse, kiralayanın akdi feshetme hakkı kalkar.
24- “Mani zail olunca memnu avdet eder.”
Mani: Engel
Zail olmak: Ortadan kalkmak
Memnu: Yasaklanmış olan
Avdet etmek: Geri dönmek
Yani: Bir özür sebebiyle uygulanamayan asli bir hüküm, özrün kalmasıyla önceki konumuna döner.
Örnek: Bir davada çocuk veya kör olan birinin şahitliği çocukluk veya körlük sebebiyle reddolunduktan sonra, söz konusu şahıs baliğ olsa vay gözleri açılsa, bu kişinin daha sonra aynı dava için yapacağı şahitlik kabul edilir.
25- “Zarar kendi misli ile izale olunamaz.”
Yani: Aslında yapılan zararın, zarar vermeden telafi edilmesi en uygunudur; ancak bu mümkün olmadığı taktirde daha hafif bir zarar ile zararın izale edilmesi amaçlanmalıdır.
Örnek: Bir malın üretildiği yerde, aynı malı üretecek başka bir fabrikanın yapılması engellenemez. Yani önceki fabrikanın zararına olur gerekçesiyle yeni yatırım yapmak isteyenlere zarar verilemez.
İkaz: Zaruret hali ile meşru müdafaa birbirine karıştırılmamalıdır.
26- “Zarar-ı âmmı def’ için, zarar-ı hâs ihtiyar olunur.”
Zarar-ı âmm: Geniş kapsamlı zarar
Zarar-ı hâs: Dar kapsamlı zarar
İhtiyar olunmak: Tercih edilmek
Örnek:
Hastalığa karşı aşı yatırmak, geçici bir ateş ve sıkıntı yapabilir; ancak ileriki yıllarda ölüm veya hastalıkla sonuçlanabilecek hastalıklara karşı bağışıklık kazandırır.
Orman yangınlarında yangının daha fazla yayılmasını önlemek için, normal şartlarda yasak olan bir kısım ağaçların kesilmesi bir zorunluluk halini almaktadır.
Cahil doktoru işinden men etmek
27- “Zarar-ı eşedd, zarar-ı ehaff ile izale olunur.”
Zarar-ı eşedd: Çok şiddetli zarar
Zarar-ı ehaff: Daha hafif zarar
İzale etmek: Gidermek, yok etmek
Yani: Zarar, kendinden daha hafif bir zararla telafi edilir.
Örnek:
Ölen hamile bir kadının, canlı olan ve yaşayacağı umulan çocuğunun ana karnından çıkarılması gerekir. Bu durumda ölüye verilecek zarar, çocuğa gelecek zarardan daha hafiftir.
Kişi, bakmakla yükümlü olduğu kimseler için yapması gereken harcamaları yapmaması halinde hapsedilerek görevini yapmaya zorlanır. Böylelikle ihtiyaç sahiplerinin zararının izale edilmesine çalışılır.
28- “İki fesat tearuz ettiğinde ehaffı irtikab ile a’zamının çaresine bakılır.”
Tearuz etmek: Çatışmak
Ehaff: Daha hafif
A’zam: Daha büyük
İrtikab: Yapmak, tercih etmek
Yani: Biri büyük, diğeri daha hafif iki zarar bir anda söz konusu olduğunda, hafif olan zararı işleyerek büyük zarardan kurtulma yoluna gidilir.
Örnek:
İslam’da imamlık, müezzinlik ve Kur’an öğretme gibi ibadet niteliği taşıyan işler için ücret almak caiz değildir. Ancak zamanla bu işler için istekliler azalmış ve böylece bir zaruret sebebiyle ücret cazi kılınmıştır.
Zalim olan yöneticiye başkaldırmak, onun yaptığı zulümden daha kötü sonuçlara yol açacaksa, ona itaat etmek suretiyle, hafif olana katlanarak daha büyük zararların meydana gelmesi önlenmiş olur.
29- “Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur.”
Ehven: Daha iyi
Şerreyn: İki kötü, zararlı şey
İhtiyar olunmak: Tercih edilmek
Örnek: Parmakta çıkan bir yara, kangren olup kolun elden gitmesine sebep olacaksa parmak kesilir. Gerekirse vücudu kurtarmak için kol da feda edilir.
30- “Def-i mefâsid celb-i menâfi’den evlâdır.”
Def’: Gidermek
Mefasid: Kötü ve zararlı şeyler
Celb: Elde etmek, çekmek
Menafi’: Yararlı şeyler
Evlâ: Daha iyi
Yani: Kötü ve zararlı şeylerin giderilmesi, yararlı şeylerin elde edilmesinden daha önemlidir. Br konuda yararla zarar çatıştığı taktirde öncelikle zararın def edilmesi esas alınmalıdır.
Örnek: Meskun bir mahalde oturanların huzur ve rahatını bozacak bir işyeri yapılamaz.
31- “Zarar bi kaderi’l-imkan def olunur.”
Bi kaderi’l-imkan: İmkanlar elverdiğince
Def’ olunmak: Giderilmek
Yani: Meydana gelen bir zararın tamamıyla telafi edilmesi her zaman mümkün olmayabilir. Böyle durumlarda zararın telafisi için imkanların elverdiği kadarıyla yetinilir.
Örnek: Bir zararı tazmin etmekle yükümlü olan bir kişi öldüğü zaman, zarar gören kişi zararını onun bıraktığı mirastan tahsil etme yoluna gider. Şayet kalan miras, zararın tamamını karşılamaya yetecek miktarda değilse, mirasın yettiği kadarıyla zarar karşılanır, zararın kalan kısmı için, mirasçı durumunda olan kişiler kendi mallarından ödemeye zorlanamazlar.
32- “Hacet umûmî olsun, husûsî olsun, zaruret menziline tenzil olunur.”
Hacet: İhtiyaç
Umûmî: Genel
Husûsî: Özel
Örnek:
Hakkında nass bulunmayan ve kendisine kıyas edilecek bir örnek de bulunmayan pek çok husus, istihsan, örf veya maslahat açısından meşru görülmüştür. Hepsinin gerekçesi de ihtiyaçtır.
Bir apartmanın ortak giderlerine herkes eşit miktarda katkıda bulunur. Oysa herkesin giderlere konu olan ortak malzemeleri eşit derecede kullanması söz konusu değildir. Aynı şekilde şehir içi ulaşımda, kısa ve uzun mesafe gidecek olanlar ve otelde kalan müşteriler, otel imkanlarını farklı kullanmalarına rağmen eşit ücret ödemektedirler. Böyle durumlarda kıyas mantığının kullanılması halinde, insanlar sıkıntıya düşeceği gibi, hukuki ilişkilerde de karışıklık meydana gelir. Dolayısıyla bu tür ihtiyaçlar özel olsun genel olsun zaruret gibi değerlendirilir ve ona göre hüküm verilir.
33- “Iztırar gayrın hakkını iptal etmez.”
Iztırar: Zaruret hali; kişinin hayati tehlike karşısında, normalde yapmaması gereken şeyi yapmak zorunda kalma durumu
Gayr: Başkası
İptal etmek: Geçersiz kılmak
Örnek: Kişinin zaruretten dolayı başkasına ait bir malı almak veya kullanmak zorunda kalması, mal sahibinin tazmin veya ücret hakkını ortadan kaldırmaz.
34- “Alınması memnu’ olan şeyin, verilmesi dahi memnu’ olur.”
Memnu’: Yasaklanmış
Örnek:
Rüşvet
Riba (Faiz)
Uyuşturucu maddeler
28- “İki fesat tearuz ettiğinde ehaffı irtikab ile a’zamının çaresine bakılır.”
Tearuz etmek: Çatışmak
Ehaff: Daha hafif
A’zam: Daha büyük
İrtikab: Yapmak, tercih etmek
Yani: Biri büyük, diğeri daha hafif iki zarar bir anda söz konusu olduğunda, hafif olan zararı işleyerek büyük zarardan kurtulma yoluna gidilir.
Örnek:
İslam’da imamlık, müezzinlik ve Kur’an öğretme gibi ibadet niteliği taşıyan işler için ücret almak caiz değildir. Ancak zamanla bu işler için istekliler azalmış ve böylece bir zaruret sebebiyle ücret cazi kılınmıştır.
Zalim olan yöneticiye başkaldırmak, onun yaptığı zulümden daha kötü sonuçlara yol açacaksa, ona itaat etmek suretiyle, hafif olana katlanarak daha büyük zararların meydana gelmesi önlenmiş olur.
29- “Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur.”
Ehven: Daha iyi
Şerreyn: İki kötü, zararlı şey
İhtiyar olunmak: Tercih edilmek
Örnek: Parmakta çıkan bir yara, kangren olup kolun elden gitmesine sebep olacaksa parmak kesilir. Gerekirse vücudu kurtarmak için kol da feda edilir.
30- “Def-i mefâsid celb-i menâfi’den evlâdır.”
Def’: Gidermek
Mefasid: Kötü ve zararlı şeyler
Celb: Elde etmek, çekmek
Menafi’: Yararlı şeyler
Evlâ: Daha iyi
Yani: Kötü ve zararlı şeylerin giderilmesi, yararlı şeylerin elde edilmesinden daha önemlidir. Br konuda yararla zarar çatıştığı taktirde öncelikle zararın def edilmesi esas alınmalıdır.
Örnek: Meskun bir mahalde oturanların huzur ve rahatını bozacak bir işyeri yapılamaz.
31- “Zarar bi kaderi’l-imkan def olunur.”
Bi kaderi’l-imkan: İmkanlar elverdiğince
Def’ olunmak: Giderilmek
Yani: Meydana gelen bir zararın tamamıyla telafi edilmesi her zaman mümkün olmayabilir. Böyle durumlarda zararın telafisi için imkanların elverdiği kadarıyla yetinilir.
Örnek: Bir zararı tazmin etmekle yükümlü olan bir kişi öldüğü zaman, zarar gören kişi zararını onun bıraktığı mirastan tahsil etme yoluna gider. Şayet kalan miras, zararın tamamını karşılamaya yetecek miktarda değilse, mirasın yettiği kadarıyla zarar karşılanır, zararın kalan kısmı için, mirasçı durumunda olan kişiler kendi mallarından ödemeye zorlanamazlar.
32- “Hacet umûmî olsun, husûsî olsun, zaruret menziline tenzil olunur.”
Hacet: İhtiyaç
Umûmî: Genel
Husûsî: Özel
Örnek:
Hakkında nass bulunmayan ve kendisine kıyas edilecek bir örnek de bulunmayan pek çok husus, istihsan, örf veya maslahat açısından meşru görülmüştür. Hepsinin gerekçesi de ihtiyaçtır.
Bir apartmanın ortak giderlerine herkes eşit miktarda katkıda bulunur. Oysa herkesin giderlere konu olan ortak malzemeleri eşit derecede kullanması söz konusu değildir. Aynı şekilde şehir içi ulaşımda, kısa ve uzun mesafe gidecek olanlar ve otelde kalan müşteriler, otel imkanlarını farklı kullanmalarına rağmen eşit ücret ödemektedirler. Böyle durumlarda kıyas mantığının kullanılması halinde, insanlar sıkıntıya düşeceği gibi, hukuki ilişkilerde de karışıklık meydana gelir. Dolayısıyla bu tür ihtiyaçlar özel olsun genel olsun zaruret gibi değerlendirilir ve ona göre hüküm verilir.
33- “Iztırar gayrın hakkını iptal etmez.”
Iztırar: Zaruret hali; kişinin hayati tehlike karşısında, normalde yapmaması gereken şeyi yapmak zorunda kalma durumu
Gayr: Başkası
İptal etmek: Geçersiz kılmak
Örnek: Kişinin zaruretten dolayı başkasına ait bir malı almak veya kullanmak zorunda kalması, mal sahibinin tazmin veya ücret hakkını ortadan kaldırmaz.
34- “Alınması memnu’ olan şeyin, verilmesi dahi memnu’ olur.”
Memnu’: Yasaklanmış
Örnek:
Rüşvet
Riba (Faiz)
Uyuşturucu maddeler
35- “İşlenmesi memnu’ olan şeyin istenmesi dahi memnu’ olur.”
Yani: Suça azmettirmek
Örnek:
Yalan yere şahitlik yapmak
Zulmetmek
Başkasını malını gasp etmek veya çalmak
36- “Adet muhakkemdir.”
Muhakkem: Hakem kılınan
Yani: İslam hukukunda, bir konu hakkında Kur’an ve sünnette bir delil bulunmadığı zaman, halk arasında yerleşmiş olan ve İslam dininin temel prensiplerine aykırı olmayan örf ve adetlere göre hüküm verilmesi esas alınmıştır.
Örnek: Buğday ekmeği yenen bölgede ‘ekmek’ sözcüğü mutlak olarak kullanıldığında buğday ekmeğine, ‘para’ sözcüğü de ülkenin kullandığı para birimine hamledilir.
37- “Nâsın istimali bir hüccettir ki, anınla amel vacip olur.”
Nâs: İnsanlar
İsti’mal: Uygulama
Hüccet: Delil
Anınla: Onunla
Amel: İş
Vacip olmak: Gerekmek
Yani: Örf ve adetin hukuki bir bağlayıcılığı vardır.
Örnek:
Yevmiyeci olarak çalıştırılan bir kişinin çalışma süresini, -özel bir düzenleme yoksa örf belirler.
Bir kap içerisinde gönderilen hediyeye kabın dahil olup olmadığını örf belirler.
Kişilerin iffet ve namusuna dil uzatmak anlamına gelen bazı kötü sözler, böyle bir niyet ve amaç taşımadan bir bölgede yaygın hale gelebilir. Ceza veya uyarı, bu durum göz önünde bulundurularak verilir.
Başlık parasının, hukuken mehir olarak değerlendirilmesi.
38- “Âdeten mümteni olan şey, hakikaten mümteni gibidir.”
Mümteni: İmkansız
Yani: Bazı şeyler gerçekte mümkün olabilir; ancak adeten gerçekleşmesi mümkün değildir. Bu taktirde gerçekte mümkün olmayan bir şey gibi değerlendirilir.
Örnek: Tevatür yoluyla sabit olan bir şeyi yalanlayan kişinin yalanladığı konuyla ilgili davasına bakılmaz. Bu konuda delil getirmesi de istenmez; zira böyle kesinlik ifade eden şeylerin inkarı adeten pek görülmüş şey değildir.
39- “Ezmanın tegayyürü ile ahkâmın tegayyürü inkâr olunamaz.”
Ezman: Zamanlar
Tegayyür: Değişmek
Ahkam: Hükümler
Örnek:
İslam’ın ilk dönemlerinde gasp edilen malın menfaati tazmin konusu değilken, özellikle yetim ve vakıf mallarına haksız müdahaleler artınca, gayrı meşru hırsları engellemek için, bu fetva terk edilerek menfaatin tazmini yönünde hüküm verilmiştir.
Hz. Ömer zamanında atlara zekat konulması,
Hz. Ömer zamanında “müellefe-i kulub”a zekât verilmesinin kaldırılması,
Hz. Ömer zamanında “Sevad” uygulamasında taşınmaz malların ganimet sayılması,
Hz. Ömer zamanında diyet ödemesinin, katilin yakın akrabası olan “asabe” yerine divana bırakılması…
İstisna: İnsanların tabii haklarını koruyan ilahi emirler ve bazı nadir kanunlar ve kaideler zamanla değişmez.
40- “Âdetin delaletiyle mana-yı hakikî terk olunur.”
Mana-yı hakiki: Gerçek anlam, sözlük anlamı, birinci anlam.
Yani: Bir sözün örfen başka anlamda kullanılması yaygınlaştığı taktirde gerçek anlamına itibar edilmez.
Örnek:
Lambayı yakmak
Odayı yakmak
41- “Âdet ancak, muttarit yahut galip oldukta muteber olur.”
Muttarid: Düzenli
Yani: Âdetin muteber olabilmesi için, düzenli bir şekilde devamlı ya da çoğu zaman uygulanır olması gerekir.
Örnek:
Katma Değer Vergisinin fiyatlara dahil olup olmaması
Nakliye ücretinin, beyaz eşyaya dahil olup olmaması
42- “İtibar gaalib-i şayia olup nadire değildir.”
Galib-i şayi’: Çok yaygın
Nadir: Az
Yani: Hüküm vermede dikkate alınacak olan, nadiren vuku bulan değil, insanlar arasında yaygın olan uygulamalardır.
Örnek: Mefkud, yani kayıp olan, sağ ya da diri olduğuna dair bilgi alınamayan kişi; bir kısım hakları elde etmesi bakımından ölü, ancak kendisinden bir hak elde edecek başkaları açısından diri hükmündedir. Bu kişinin ölümüne karar vermek için çocuk ölümleri ve salgın hastalık gibi istisnai durumlar dışında, normal şartlar altında o bölgede yaşayan hemcinsi olan insanların yaş ortalaması esas alınır. Nadiren bu yaşın üstünde yaşayanlar da olabilir; ancak hüküm nadir olana göre verilmez.
43- “Örfen maruf olan şey, şart kılınmış gibidir.”
Maruf: Bilinen
Örnek:
Ücretle çalıştırılan bir kişiye yemek verilip verilmemesini örf belirler.
Araba satışlarında yedek tekerleğin fiyata dahil olup olmadığı sorulmaz.
44- “Beynet-tüccar mâruf olan şey, aralarında meşrut gibi dir.”
Beyne’t-tüccar: Tüccarlar arasında
Maruf: Tanınan, bilinen
Meşrut: Şart kılınmış
Yani: Tüccar arasında bilinen uygulamalar, aralarındaki sözleşmelerin şartlarından sayılır.
Örnek: Ödemelerin peşin olup olmaması, ödemenin hangi para birimiyle olacağı…
45- “Örf ile tayin nass ile tayin gibidir.”
Tayin: Belirlemek
Nass: Açıkça belirtilmiş söz
Yani: Bir şeyin açık sözle belirlenmesi ne hüküm ifade ederse, örfler belirlenmesi de aynı hükmü ifade eder.
Örnek: Bir kimse komşusundan ödünç olarak ekmek bıçağı alsa , bununla odun parçalayamaz. Bir yemek kabı alsa onunla kömür taşıyamaz.
46- “Vücudda bir şeye tabi olan, hükümde dahi ona tabi olur.”
Vücud: Varlık
Örnek:
Satın alınan kilidin anahtarı.
Sütü için alınan ineğin kendi sütünü emen yavrusu.
Satılan gebe hayvanın karnındaki yavrusu.
Öldürülen hamile bir kadının sadece kendisi için diyet ödenir, çocuk için ayrıca diyet olmaz.
47- “Tabi olan şeye ayrıca hüküm verilmez.”
Örnek:
Bir hayvanın karnındaki yavru ayrıca satılamaz.
Taşınmaz bir malın geçiş ve suyolu gibi hakları, taşınmaz malın kendisinden ayrı olarak alınıp satılamaz.
48- “Bir şeye malik olan kimse, o şeyin zarûriyyatından olan şeye dahi malik olur.”
Zarûriyyat: Ayrılmaz parça durumunda olan şeyler.
Örnek:
Bir evi satın alan kişi, onun yol hakkını da almış olur.
İstisna: Yeraltı suları, genel olarak kamu yararına ait sulardandır. Dolayısıyla bir yere sahip olmak, onun altındaki sulara sahip olmayı gerektirmez.
49- “Asıl sakıt oldukta, fer’i dahi sakıt olur.”
Fer’: Tabi olan
Sakıt olmak: Düşmek, hükümsüz olmak
Örnek:
Alacaklı olan kimse alacağından vazgeçse, bu borç için kefil olan kişinin kefillik sorumluluğu da sona erer. Fakat alacaklı kefili ibra etse asıl borçlunun sorumluluğu kalkmış olmaz.
50- “Sakıt olan şey avdet etmez.”
Avdet etmek: Dönmek
Örnek:
Kişinin, sattığı malın ücretini alabilmek amacıyla malı elinde tutma hakkı vardır. Ancak ücreti almadan malı teslim etmişse, bu hakkı ıskat etmiş sayılır. Ücreti ödemediği için o malı müşteriden geri isteyip elinde tutma hakkını artık kullanamaz.
Alacaklı, alacaklıya borcunu hibe etse, bu hibesinden geri dönemez.
Bir arsada yol hakkı bulunan kimsenin rızasıyla orada bir bina yapılsa, o kimsenin yol hakkı sakıt olur.
51- “Bir şey bâtıl oldukta ânın zımnındaki şey de batıl olur.”
Batıl: Geçersiz
Oldukta: Olduğunda
Zımn: Altındaki anlam; kapalı ifade
ânın: onun
Yani: Bir kısım söz ve sözleşmelerin kendileriyle kastedilen açık anlam ve hükümleri olmasının yanı sıra, onların altında yatan başka anlam ve hükümleri de bulunur ki, bunlara, “zımnen sabit olan şeyler” adı verilir. Bunların geçerli olup olmaması, kastedilen ve açıkça anlaşılan anlamın geçerli olup olmamasına bağlıdır.
Örnek: Müşteri, aldığı maldaki bir kusur için satıcıyla başka bir mal karşılığı sulh yapsa, anlaşsa, sonra müşterinin özel bir çabası olmadan o kusur düzelmiş olsa; ‘dolayısıyla’, yapılan sulh geçersiz olur.
52- “Asıl sabit olmadığı halde fer’in sabit olduğu vardır.”
Fer’: ‘Asl’a tabi olan
Yani: Fer’, sükut (düşme) bakımından asla tabi olmakla birlikte, sübut yönünden sürekli asla bağlı olmayabilir.
Örnek: Bir kimse, “filanın filana şu kadar borcu vardır, ben ona kefilim” derse, daha sonra asil’in, yani borçlunun inkarı üzerine alacaklı hak iddia ederse, borcu kefilin ödemesi gerekir. Asil, yani borçlu inkar ederek düşmüştür ama kefilin kefilliği düşmez, devam eder.
53- “Mâni ve muktezi tearuz edince mâni takdim olunur.”
Mani: Engelleyici unsur
Muktazi: Gerektirici unsur
Tearuz etmek: Karşı karşıya gelmek, çatışmak
Takdim olunmak: Öne geçirilmek
Yani: Bir konuda engelleyici unsur ile icap ettiren unsur birlikte bulunursa, engelleyici unsurun gereği yapılır.
Örnek:
Kişi, borçlu olduğu kişinin elinde rehin olarak bulunan malı başkasına satamaz.
Hakim, kendi çocuğunun yabancı biriyle ortak olduğu bir şirket lehine hüküm vermiş olsa, bu hüküm geçersizdir.
Fakat icap ettiren unsur üstün durumda olursa onun gereği yapılır. Mesela, açlıktan ölmek üzere olan kişinin başkasının malını almasına izin verilir.
54- “Aslın ibkâsı îfası kabil olmadığı hâlde bedeli îfâ olunur.”
İfa: Yapmak, ödemek
Kabil olmak: Mümkün olmak
Bedel: Burada sözü edilen bedel sadece para değil, zararı karşılayacak herhangi bir tedbirdir.
Yani: Geri ödemelerde asıl olan, malın bizzat kendisinin, şekil ve mana yönünden tam olarak iade edilmesidir. Bedelin ödenmesi sadece mana açısından bir iadedir ki, ancak aslın ödenmesi mümkün olmadığı zaman söz konusu olabilir.
55- “Bizzat tecviz olunmayan şey, bittebâ tecviz olunabilir.”
Bizzat: Kendisi, kendi başına
Tecviz olunmak: Uygun görülmek, onaylanmak
Bitteb’a: Tabi olmakla
Örnek: Yol (mürur) ve sulama (şirb) gibi gibi irtifak hakları tek başlarına vakfedilemezken, ilgili oldukları mallarla birlikte vakfedilebilmektedirler. İçinde aktığı kanala tabi kılınarak suyun vakfı da caiz görülmüştür.
56- “İbtidaen tecviz olunamayan şey bekâen tecviz olunabilir.”
İbtidaen: Başlangıçta
Bekaen: Sonunda
Örnek: Ücretsiz satış sözleşmesi fasittir; ancak akit ücretle yapıldıktan sonra satıcının müşteriden ücreti kaldırması sahihtir ve akit de fasit olmaz.
57- “Beka, ibtidâdan esheldir.”
Beka: Devam ettirmek
İbtida: Başlamak
Eshel: Daha kolay
Yani: Bir şeyi olduğu hal üzere bırakmak, yeni hüküm inşa etmekten daha kolaydır.
Örnek: Yerine vekil bırakma yetkisi bulunmayan bir hakimin bıraktığı vekilin verdiği hüküm geçersizdir. Fakat sözü edilen hakim, vekilin verdiği hükmü daha sonradan kendisi onaylarsa bu hüküm caiz olur. Dolayısıyla başlangıçta caiz olmayan vekil bırakma işlemi ‘bekaen’ geçerli görülmüştür.
58- “Teberru’ ancak kabz ile tamam olur.”
Teberru (akitleri): Bedelsiz akitler (Hibe, ariyet, vasiyet ve sadaka)
Kabz: Karşı tarafın malı eline alması
Yani: Teberru akitleri kabz, yani karşı tarafın malı bizzat teslim alma işlemi olmadan gerçekleşmiş olmaz.
Örnek: Geliri yılsonunda ele geçen bir vakıftan, hizmet karşılığı pay alan bir kişi, henüz vakfın geliri elde edilmeden ölmüş olsa, o kişinin hizmet ettiği süre içinde hak ettiği ücret, mirasçılarına ödenir. Çünkü ücreti hak etmek için kabz şart değildir. Ama bir hizmet karşılığı olmadan vakıftan pay alam durumundaki bir kişi, yılsonu gelmeden ölmüş olsa, mirasçılarına bir şey ödemek gerekmez. Zira vakıf bir teberrudur ve ancak kabz ile tamam olur.
İstisna: Vasiyet
59- “Raiyye, yani teb’a üzerine tasarruf maslahata menuttur.”
Raiye, teb’a: Devlet başkanı veya başka bir idarecinin yönetimi altında bulunan bütün insanlar.
Maslahat: Fayda
Menut: Dönük
Yani: İnsanları idare etmekle görevli olan yetkili kişiler, görevlerini yaparlarken halkın genel yararını gözetmek zorundadırlar.
Örnek: Bazen kamu yararıyla şahsın menfaati çatıştığında, şahsın uğrayacağı maddi zarar karşılanmak kaydıyla kamunun yararı tercih edilir. Mesela, bir yolun genişletilmesi gerekiyorsa devlet, yolun geçeceği yerin sahibinin arazi ücretini hazineden ödeyerek yolu genişletebilir.
0- “Velâyet-i hâssa velâyet-i âmmeden akvâdır.”
Velâyet: Reşit olan bir kimsenin, ehliyeti eksik olan birinin şahsi ve mali işlerini yönetme konusunda yetkili olmasıdır.
Velâyet-i hâssa: Ehliyeti eksik şahıslar adına yetki kullanmanın yanı sıra, vakfın mütevellisi olmak gibi bazı özel görevleri de içine almaktadır ki, bu, üç sınıfta değerlendirilir:
Yalnız nikah,
Yalnız mal,
Hem nikah hem mal konusundaki veliliktir.
Velayet-i âmme: Devlet başkanının ya da devletin yetki verdiği yargı kurumlarının, kamu düzenini sağlamak ve halkın yararına olan düzenlemeleri yapmak üzere ellerinde bulunan hukuki yetkilerdir.
Akvâ: Daha kuvvetli
Örnek: Bir vakfın mütevellisi varken, hakim o vakfın malında tasarrufta bulunamaz. İsterse onu kendisi tayin etmiş olsun. Hatta hakim, vakıf malını kiraya verse, mütevelli onun akdini geçersiz kılabilir.
61- “Kelamın i’mâli, ihmalinden evlâdır.”
İ’mâl: İşlemek
Evlâ: Daha iyi
Yani: Bir kelamın, gerçek veya mecaz bir manaya hamli mümkün olduğu müddetçe ihmal edilmemeli, yani manasız sayılmamalıdır.
Örnek: Bir şahıs, “bu malımı filanın oğluna vakfettim” dese, fakat o şahsın oğlu yoksa, hakiki anlam imkansız olacağından mecaz anlama bakılır ve torununa hamledilir; zira kelamın i’mali, ihmalinden evladır.
62- “Bir kelamın i’mâli mümkün olmazsa ihmal olunur.”
Yani: Bir kelamın hakiki veya mecazi bir manaya hamli mümkün olmazsa o halde manasız bırakılır.
Örnek:
Bir kimsenin, kendisinden yaşça büyük biri için “oğlumdur” demesi anlamsızdır.
“Şu evi filana verin” diyen, fakat hibe, satış, vasiyet gibi bir açıklama getirmeyen kimsenin ifadesi geçersiz sayılır.
63- “Manayı hakiki müteazzir olduğunda mecaza gidilir.”
Müteazzir: Zor
Örnek: “Şu ağaçtan yemeyeceğim” diyen birinin, söz konusu ağacın kendisini yemesi mümkün olsa da çok zor olan bir şeydir; dolayısıyla bu sözle, ağacın meyvesinin kastedildiğinin anlaşılması gerekir.
64- “Mütecezzî olmayan bir şeyin bazısını zikretmek, küllünü zikir gibidir.”
Mütecezzî: Parçalara ayrılan
Küll: Hepsi
Yani: Bölünmesi mümkün olmayan şeyler bir bütün olarak değerlendirilir; bir kısmından söz etmekle tamamı anlaşılır.
Örnek:
Kısastan affetme, kefalet ve şuf’a hakkı gibi konularda bölme ve ayırma geçerli değildir.
Kısasla cezalandırılacak kişinin bir kısmının affedilmesi, bütünüyle affedilmesi anlamına gelir ve ceza diyete dönüşür.
65- “Mutlak ıtlakı üzere cari olur. Eğer nassen yahut delaleten takyid delili bulunmazsa.”
Mutlak: Manası genel olup, herhangi bir kayıtla kapsamı sınırlandırılmamış sözcük. Mesela, kitap, öğrenci ve kuş gibi sözcükler, sayı ya da vasıf belirtmeyen, sadece mahiyet ifade eden mutlak lafızlardır.
Mukayyed: Sınırlandırılmış lafız. Mesela, eski kitap, yürüyerek gelen öğrenci, akşama kadar izinlisin ve sabah olunca git gibi ifadeler sırasıyla, vasıf, hal, gaye ve şartla katıltanmış sözcükler olup mukayyet lafızlardır.
Itlak: Bir ibarenin veya sözün kayıt ve şarta bağlı olmayarak, delalet ettiği manaya hamledilmesi
Cari olmak: Geçerli olmak
Takyid: Sınırlandırmak
Yani: Herhangi bir kayıtla kayıtlanmamış olan mutlak bir ifade, kendisinden anlaşılan geniş anlamı çerçevesinde değerlendirilir.
Örnek: Bir kimse terziye elbise dikmesi için kumaş verip pazarlık yapsa, bu mutlak bir işlem olur. Dolayısıyla terzi, bu elbiseyi kendi dikebileceği gibi kalfasına da diktirebilir.
66- “Hazırdaki vasıf lağv, gaibdeki vasıf muteberdir.”
Hazır: Konuşma anında orada bulunan
Gaib: Konuşma anında orada bulunmayan
Vasıf: Malın vasfedilmesinden maksat, onun belirlenmiş olmasıdır ki, işaretle olan belirleme sözle anlatımdan daha güçlüdür.
Lağv: Söylenip söylenmemesi itibara alınmayan söz.
Muteber: İtibar edilen
Yani: Sözleşmelerde, kişinin karşısında duran bir şeyi vasfetmesi dikkate alınmaz; ancak yanında olmayan bir şeyi vasfetmesi muteberdir.
67- “Sual cevapta iade olunmuş addolunur.”
Addolunmak: Sayılmak
Yani: Tasdik olunan bir soruda ne denilmiş ise, cevap veren onu söylemiş hükmündedir.
Örnek: “Okula gittin mi?” sorusuna verilen “evet” cevabının içinde “okula gittim” cümlesi tekrar edilmiş sayılır.
68- “Sâkite bir söz isnad olunmaz. Lakin maraz-ı hacette sükût beyandır.”
Sakit: Susan kişi
İsnad olunmak: Dayandırılmak
Maraz-ı hacet: İhtiyaç anı; konuşulması gereken an
Sükût: Susmak
Beyan: Konuşmak, bir şey ifade etmek
Yani: Normal şartlarda susan, bir söz söylemeyen kimseye, “şu sözü söylemiş oldu” denemez ve böyle bir varsayımla hüküm verilemez; fakat konuşulması gereken yerde susması, ikrar veya beyan sayılır.
Örnek: Malının satıldığını gören kişinin buna ses çıkarmaması, satışı onayladığı anlamına gelmez; şayet o malı alan müşterinin malı alıp götürmesine de bir şey demez ve seyirci kalırsa, bu bir açıklama sayılarak, mal sahibinin bu satışı onayladığına hükmedilir.
69- “Bir şeyin umur-u batınada delili, o şeyin makamına kaim olur.”
Umur-u batına: Görünmeyen, gizli işler
Delil: Alamet
Makamına kaim olmak: Yerine geçmek
Yani: Bir şeyin gerçek durumunun anlaşılmasına imkan bulunmayan hususlarda, görünen alamete göre hüküm verilir.
Örnek: Sözleşme için satış teklifinde bulunan kişi, daha sonra malını satmak istemediği anlamına gelen bir kısım söz ve davranışlarda bulunduğu taktirde, yaptığı satış teklifini geçersiz kılar.
70- “Mükâtebe, muhâtaba gibidir.”
Mükatebe: Yazmak
Muhâtaba: Konuşmak
Yani: Uzaktan yazışmak suretiyle yapılan sözleşmeler, yüz yüze yapılan sözleşmeler hükmündedir.
71- “Dilsizin işaret-i ma’hudesi, lisan ile beyan gibidir.”
İşaret-i ma’hude: -Özellikle erbabınca- bilinen işaretler
Lisan: Dil
İstisna: Zina ve iftira cezası gibi hadler konusunda dilsizin işareti ittifakla geçerli görülmemiştir. Çünkü hadler, şüphe ile düşürülen cezalardandır. Dilsizin işareti ise şüpheden uzak değildir.
72- “Tercümanın kavli her hususta kabul olunur.”
Tercüman: Konuşmaları tercüme eden kişi
Kavil: Söz
Yani: Tercüman, hukuken tercüme ettiği kişinin yerine kaim kılınır.
73- “Hatası zâhir olan zanna itibar yoktur.”
Zâhir: Açık
İtibar: Değer, önem
Yani: Yanlış olduğu ortaya çıkan zan hukuken geçersizdir.
Örnek: Hâkimin verdiği kararda hata ettiği anlaşılırsa, iade-i mahkeme yoluyla hâkimin önceki görüşünden dönmesi gerekir.
74- “Senede müstenid olan ihtimal ile hüccet yoktur.”
Sened: Dayanak
Müstenid: Dayanan
Hüccet: Delil
Yani: Bir delilden kaynaklanan ihtimal ortaya çıkınca, bu delile muhalif olan hüccete itibar edilmez. Yalnız, bu “ihtimal”in bir delile dayanması gerekmektedir.
Örnek: Vekil olan kimse, kendisi ya da müvekkili adına aldığını belirtmeden bir şey satın alsa, daha sonra mal telef olduğunda veya ayıplı çıktığında, o şeyi müvekkili adına aldığını söylese, bu sözü tasdik edilmez; zira bu durumda bir töhmet ‘ihtimali’ mevcuttur. Bunun ‘delil’i, malın helak olmasından veya ayıplı çıkmasından sonra bu sözü söylemiş olmasıdır.
Bir kimsenin, yakınları lehine yaptığı şahitliğin kabul edilmemesi de bu kaidenin gereğidir.
75- “Tevehhüme itibar yoktur.”
Tevehhüm: Herhangi bir delile dayanmayan soyut ihtimal
Örnek: İflas ederek ölen bir kimsenin malları satılarak değeri alacaklılar arasında paylaştırılır. Başka bir alacaklının daha ortaya çıkabileceği ihtimaline dayanılarak başka bir pay ayrılmaz. Yani, onun mahrum kalacağı vehmine itibar edilmez. Şayet böyle biri çıkarsa, normal yollarla hakkını arar.
76- “Burhan ile sabit olan şey, ayanen sabit gibidir.”
Burhan: Kesin delil
Ayanen: Açıkça, gözle görülmüş şekilde
Yani: Kesin bir delille (adil bir kişinin şahitliği de buna dahildir) sabit olan şey, açıkça, gözle görülerek sabit olmuş hükmündedir.
77- “Beyyine müddeî için ve yemin münkir üzerinedir.”
Beyyine: Açıklama, delil getirme
Müddeî: İddia eden
Münkir: İnkar eden
Yani: Muhakeme sırasında davacı delil getirmekle yükümlü olup, delil getirmediği taktirde davalıdan, yani davacının iddiasını inkar eden kişiden yemin etmesi istenir.
78- “Beyyine, hilaf-ı zahiri isbat için, yemin aslı ibkâ içindir.”
Hilaf-ı zahir: Görünenin tersi
İbka: Olduğu hal üzere devam ettirme
Yani: Delil, görünen normal durumun aksini ispatlamak, yemin ise asıl durumun olduğu hal üzere bırakılması içindir.
Örnek: Alışveriş yapan iki kişi, satışın rıza ile veya zorlamayla olduğu konusunda anlaşmazlığa düştükleri taktirde söz, rızayı savunan tarafın olur; çünkü sözleşmelerde asıl olan rızadır. Zorlama, aslın hilafına, tersine bir durum olduğundan dolayı, bunu iddia eden kişiden delil getirmesi istenir.
79- “Beyyine, hüccet-i müteaddiye ve ikrar, hüccet-i kâsıradır.”
Hüccet-i müteaddiye: Etkisini sadece ilgili şahısta göstermeyip, başkasının hakkına da sirayet eden delil
İkrar: Açıktan söylemek; kabul etmek
Hüccet-i kâsıra: Etkisini sadece ilgili şahısta gösteren başkasının hakkına sirayet etmeyen delil
Yani: Bir şey kesin delille sabit olur ve gereği ile hükmedilirse, o hüküm yalnız kendisine delil getirilen şahsa münhasır kalmayıp başkasına da sirayet edebilir. Çünkü kesin delil, hakimin hükmüyle hüccet olma vasfını kazanır.
İkrar ise böyle olmayıp sadece ikrarda bulunan şahsın kendisi hakkında hüccet olur ve başkasına sirayeti yoktur; aksi taktirde başkasına zarar vermek için yapılacak kötü amaçlı ikrarların yolu açılmış olurdu.
Örnek: Bir kimse mirasçılarından sadece birinin huzurunda miras malından alacağı olduğunu iddia edip bunu kesin bir delille ispat etse, verilen hüküm diğer varislere de sirayet eder; yani onları da bağlar, etkiler. Dolayısıyla diğer mirasçılar, davacının iddiasını kendi huzurlarında da ispat etmesini talep edemezler. Fakat söz konusu borç, delille değil de, yalnız bir mirasçının ikrarı ile sabit olup ona göre hüküm verilseydi, borç sadece ikrarda bulunan mirasçının mirastan alacağı paydan tahsil edilebilirdi.
80- “Kişi ikrarı ile muaheze olunur.”
İkrar: Açıktan söylemek; kabul etmek
Muaheze olunmak: Sorumlu tutulmak
Yani: İkrar, sahibi açısından kesin delil gibi bağlayıcıdır; çünkü şahsın kendisiyle ilgili bir hüccettir ve ikrarın yalana dayanması adeten mümkün görülmemektedir. Bir konuda beyyine ile ikrar, ikisi birlikte bulunduklarında, hükmü beyyineye dayandırmaya ihtiyaç yoksa ikrara itibar edilir.
81- “Tenakuz ile hüccet kalmaz. Lakin mütenakızın aleyhi ne olan hükme halel gelmez.”
Tenakuz: Tutarsız konuşmak, birbirine zıt düşünceler ortaya atmak; iki sözden her birinin, diğerinin ispat ettiği hükmü nefyetmesi; yani ikisinden birinin yanlış birinin doğru olmasıdır.
Hüccet: Burada hüccet ile kastedilen, şahitliktir.
Mütenakız: Çelişen
Halel: Zarar
Yani: Hâkimin, yapılan bir şahitliğin gereği olarak verdiği hüküm, daha sonra aynı şahitlerin ifade değiştirmesi ile bozulamaz; ancak şahitler, önceki şahitlikleri sebebiyle telefine sebep oldukları şeyi tazminle yükümlü tutulur.
82- “Şartın sübutu indinde ona muallâk olan şeyin sübutu lazım olur.”
Sübut: Sabit olmak, gerçekleşmek
İndinde: Yanında, katında
Muallâk: Asılı, bağlantılı
Yani; bir sözleşmenin gerçekleşmesi herhangi bir şarta bağlandığı taktirde, şartın meydana gelmesiyle sözleşme gerçekleşmiş olur,
83- “Bikaderi’l-imkan şarta riayet olunmak lazım gelir.”
Bikaderi’l-imkan: Mümkün olduğunca, imkanlar elverdiğince
Riayet olunmak: Uyulmak
Şart: Burada sözü edilen şart, “…yapmak şartıyla”, “…etmek şartıyla” şeklindeki takyidi şarttır.
84- “Va’dler suret-i ta’liki iktisâ ile lazım olur.”
Yani: Kendisine bağlanan şartın meydana gelmesiyle, ona bağlanan vaatlerin de meydana gelmesi zorunludur.
85- “Bir şeyin nef’i, zamânı mukabelesindedir.”
Nef’: Fayda
Zamân: Tazmin etme
Mukabele: Karşılık
Yani: Bir şeyden faydalanmak, onu tazmin sorumluluğunu da beraberinde getirir.
Örnek: Telef olan malın zararını yüklenmek, o şeyden yararlanmanın tabii bir sonucudur.
86- “Ücret ile zaman müctemî olmaz.”
Zaman: Tazmin
Müctemi olmak: Bir arada bulunmak
Yani: Tek bir sebepten dolayı hem ücret hem de tazmin bir arada bulunamaz.
Örnek: Bir kimse bir şahsın arabasını gasp edip kötü bir şekilde kullanır ve arabanın değeri düşerse, o şahsa arabanın değer farkını tazmin etmek zorundadır. Ona ayrıca bir kullanma ücreti vermesi gerekmez.
87- “Mazarrat menfaat mukabelesindedir.”
Mazarrat: Zararlar
Mukabele: Karşı
Yani: Bir şeyin zararının karşılanması, ondan elde edilen menfaat sebebiyledir.
Örnek: Şirkete ait bir malın tamir edilmesi söz konusu olduğunda, şirkete ortak olanlar tamir masrafına, şirketteki hisseleri oranında katılırlar.
88- Külfet nimete ve nimet külfete göredir.”
Külfet: Zorluk
89- “Bir fiilin hükmü failine muzaf kılınır ve mücbir olmadıkça amirine muzaf kılınmaz.”
Fail: Fiili yapan
Muzaf kılınmak: Bağlanılmak, yüklenilmek
Mücbir olmadıkça: Zorlamadıkça
Amir: Emreden
Yani: Bir fiili yapanın bizzat kendisi sorumlu olur. Ona bu fiili yapmasını emreden kişi, zorlamadığı müddetçe yapılan fiilden dolayı sorumlu tutulamaz; İslam hukukunda sorumluluk şahsidir. Şayet emreden kişi zorla yaptırdıysa zahire bakılmayıp fiil emredene isnad edilir. Bu durumda fail, cansız bir alet gibi değerlendirilerek sorumlu tutulmaz.
90- “Mübaşir, yani bizzat fail ile mütesebbib müctemî oldukta hüküm, faile muzaf kılınır.”
Mübaşir: Bir şeyi bizzat yapan
Mütesebbib: Sebep olan kişi
Müctemi: Toplanmış
Yani: Bir şeyin meydana gelmesinde, o şeyi bizzat yapanla ona sebep olan birlikte bulundukları taktirde hüküm, sebep olana değil onu bizzat yapana isnad edilir.
Örnek: Evin kapısını açık koymak, arabanın kontak anahtarını üzerinde bırakmak suretiyle evin soyulmasına ve arabanın çalınmasına sebep olan kişiler tazminle yükümlü olmazlar.
http://emrahce.com/2009/07/02/mecelle-11-20/ Adresinden alınmıştır
İlm-i fıkh, mesâil-i şer’iyye-i ameliyeyi bilmektir.
Bir işten maksat ne ise hüküm ona göredir.
Ukutta itibar mekasıd ve meaniyedir; elfaz ve mebaniye değildir.
Şekk ile yakin zail olmaz.
Bir şeyin bulunduğu hal üzere kalması asıldır.
Kadim, kıdemi üzerine terk olunur.
Zarar kadim olmaz.
Beraet-i zimmet asıldır.
Sıfat-ı arızada asl olan ademdir.
Bir zamanda sabit olan şeyin -hilafına delil olmadıkça- bekasıyla hükmolunur.
Beka, ibtidâdan esheldir.
Bir emr-i hâdisin akreb-i evkatına izafeti asıldır.
Zarar ve mukabele bi’z-zarar yoktur.
Zarar izale olunur.
Zarar kendi misli ile izale olunamaz.
Zarar-ı âmmı def’ için, zarar-ı hâs ihtiyar olunur.
Zarar-ı eşed, zarar-ı ehaf ile izale olunur.
İki fesat tearuz ettiğinde ehaffı irtikab ile a’zamının çaresine bakılır.
Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur.
Def-i mefâsid, celb-i menâfiden evlâdır.
Zarar, bi kaderi’l-imkân def olunur.
Meşakkat teysiri celb eder.
Bir iş dıyk oldukta, müttesa’ olur.
Zaruretler, memnu olan şeyleri mübah kılar.
Zaruretler kendi miktarlarınca takdir olunurlar.
Bir özür için caiz olan şey, o özrün zevali ile batıl olur.
Mani zayi olunca memnu avdet eder.
Hacet umûmî olsun, husûsî olsun, zaruret menzilesine tenzil olunur.
Iztırar gayrın hakkını iptal etmez.
Alınması memnu olan şeyin, verilmesi dahi memnu olur.
İşlenmesi memnu olan şeyin istenmesi dahi memnu olur.
Adet muhakkemdir.
Nâsın istimali bir hüccettir ki, anınla amel vacip olur.
Adeten mümteni olan şey, hakikaten mümteni gibidir.
Ezmanın tegayyürü ile ahkâmın tegayyürü inkâr olunamaz.
Âdetin delaletiyle mana-yı hakikî terk olunur.
Âdet ancak, muttarit yahut galip oldukta muteber olur.
İtibar gaalib-i şayia olup nadire değildir.
Örfen maruf olan şey, şart kılınmış gibidir.
Beynettüccar maruf olan şey, aralarında meşrut gibi dir.
Örf ile tayin nass ile tayin gibidir.
Vücudda bir şeye tabi olan, hükümde dahi ona tabi olur.
Tabi olan şeye ayrıca hüküm verilmez.
Bir şeye malik olan kimse, o şeyin zarûriyyatından olan şeye dahi malik olur.
Asıl sakıt oldukta, fer’i dahi sakıt olur.
Asıl sabit olmadığı halde fer’in sabit olduğu vardır.
Mâni ve muktezi tearuz edince mâni takdim olunur.
Sakıt olan şey avdet etmez.
Bir şey bâtıl oldukta anın zımnındaki şey de batıl olur.
Aslın ibkâsı (veya îfası) kabil olmadığı hâlde bedeli îfâ olunur.
Bizzat tecviz olunmayan şey, bittebâ tecviz olunabilir.
İbtidaen tecviz olunamayan şey bakâen tecviz olunabilir.
Teberru’ ancak kabz ile tamam olur.
Raiyye, yani teb’a üzerine tasarruf maslahata menuttur.
Velâyet-i hâssa velâyet-i amme’den akvâdır.
Kelamda asl olan mana-yı hakikidir.
Manayı hakiki, müteazzir olduğunda mecaza gidilir.
Kelamın i’mali, ihmalinden evlâdır.
Bir kelamın i’mali mümkün olmazsa ihmal olunur.
Mütecezzî olmayan bir şeyin bazısını zikretmek, küllünü zikir gibidir.
Mutlak ıtlakı üzere cari olur. Eğer nassen yahut delaleten takyid delili bulunmazsa.
Hazırdaki vasıf lağv, gaibdeki vasıf, muteberdir.
Sual cevabda iade olunmuş addolunur.
Sâkite bir söz isnad olunmaz. Lakin maraz-ı hacette sükût beyandır.
Bir şeyin umuru batınada delili, o şeyin makamına kaim olur.
Mükâtebe, muhâtebe gibidir.
Dilsizin işaret-i ma’hudesi, lisan ile beyan gibidir.
Tercümanın kavli her hususta kabul olunur.
Tasrih mukabilinde delalete itibar yoktur.
Mevrid-i nassda ictihada mesağ yoktur.
Ala hilafil kıyas sabit olan şey saire makîsun aleyh olamaz.
İctihad ile diğer ictihad nakz olunmaz.
Hatası zahir olan zanna itibar yoktur.
Senede müstenid olan ihtimal ile hüccet yoktur.
Tevehhüme itibar yoktur.
Burhan ile sabit olan şey, ayanen sabit gibidir.
Beyyine müddeî için ve yemin münkir üzerinedir.
Beyyine, hilafı zahiri isbat için, yemin aslı ibkâ içindir.
Beyyine, hüccet-i müteaddiye ve ikrar, hüccet-i kâsıradır.
Kişi ikrarı ile muaheze olunur.
Tenakuz ile hüccet kalmaz. Lakin mütenakızın aleyhi ne olan hükme halel gelmez.
Her kim ki kendi tarafından tamam olan şeyi nakz etmeğe sa’y ederse sa’yi merduttur.
Şartın sübutu indinde ona muallak olan şeyin sübutu lazım olur.
Bi kaderi’l-imkan şarta riayet olunmak lazım gelir.
Vaadler sureti taliki iktısa ile lazım olur.
Bir şeyin nef’i zamanı mukabelesindedir.
Ücret ile zaman müctemî olmaz.
Cevaz-ı şer’i, zamana münafî olur.
Mazarrat menfaat mukabelesindedir.
Külfet ni’mete ve ni’met külfete göredir.
Bir fiilin hükmü failine muzaf kılınır ve mücbir olmadıkça amirine muzaf kılınmaz.
Mübaşir, yani bizzat fail ile mütesebbib müctemî oldukta hüküm, faile muzaf kılınır.
Mübaşir, müteammid olmasa da zâmin olur.
Mütesebbib müteammid olmadıkça zâmin olmaz.
Hayvanatın kendiliğinden olarak cinayet ve mazarratı hederdir.
Gayrın mülkünde tasarrufla emretmek bâtıldır.
Bir kimsenin mülkünde onun izni olmaksızın ahar bir kimsenin tasarruf etmesi caiz değildir.
Bilâ-sebeb-i meşru’ birinin malını bir kimsenin ahz eylemesi caiz olmaz.
Bir şeyde sebeb-i temellükün tebeddülü o şeyin te beddülü makamına kâimdir.
Kim ki; bir şeyi vaktinden evvel isti’cal eyler ise mahru miyetle muateb olur.
Benî bir an bile olsa nefsimin kötü hasletlerine bırakma ya Rabbim.
Beşinci Mesele: Dünya madem fânidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahipsiz değil. Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerîm bir müdebbiri var. Hem madem ne iyilik ve ne fenalık cezasız kalmayacaktır. Hem madem * sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur. Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır. Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır.
Elbette, en bahtiyar odur ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, mâlâyâni şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin. HAŞİYE
HAŞİYE
Bu madem’ler içindir ki, şahsıma karşı olan zulümlere, sıkıntılara aldırmıyorum ve ehemmiyet vermiyorum. "Meraka değmiyor" diyorum ve dünyaya karışmıyorum.
Allah kimseye gücünden fazlasını yüklemez." Bakara Sûresi, 2:286.
Bilginin özü özün bilgisidir.
Mideye giren lokmanın helal veya haram olduğu bilinmedikçe,ibadet ne kadar çok olursa olsun, hükmü yoktur.
Ne ile uğraştığını bilsem, senden ne olduğunu bilirdim.
Risale-i Nur’dan Vecizeleri sizin için hazırladık… Sms, Kısa Mesaj yollayacağız ama elimizde Risale-i Nur’dan Vecizeler yok, sms ve kısa mesaj gönderemiyoruz diyenler vardı. Bizde sizleri düşündük bir smsyi geçmeyecek şekilde Risale-i Nur’dan Vecizeler hazırladık ve istifadenize sunuyoruz.
Ayrıca bu vecizeleri Facebook profilinizde paylaşabilir ve Twitter’da da Tweet atabilirsiniz. Malum Twitter’da 140 karakter kullanabiliyorsunuz ona bile yetecektir. Bir sms 160 karakterdir.
Risale-i Nur’dan Vecizeler:
Zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor.
İslamiyet güneş gibidir, üflemekle söndürülmez gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar.
Eğer vermek istemeseydi, istemek vermezdi.
Ey alem-i İslam! Uyan, Kur’an’a sarıl, İslamiyete maddi ve manevi bütün varlığınla müteveccih ol.
Her şey mânen Bismillâh der. Allah nâmına Allah’ın ni’metlerini getirip bizlere veriyorlar.
Sünnet-i Seniye, edebdir. Hiçbir mes’elesi yoktur ki, altında bir nur, bir edeb bulunmasın!
Sultan-ı kâinat birdir, her şey’in anahtarı O’nun yanında, her şeyin dizgini O’nun elindedir.
İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gâyesi; Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak ve O’na îmân edip ibâdet etmektir.
Bu çiçek kimin turrası, kimin mührü ve kimin nakşı ise, elbette bütün yeryüzündeki o nevi çiçekler onun mühürleridir.
Ey insan! Sen kendine mâlik değilsin… Rahmeti hadsiz bir Rahîm-i Zât-ı Zülcelal’in memluküsün.
Kâinatta en yüksek hakikat imandır.
Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok.
Zaman gösterdi ki: Cennet ucuz değil, Cehennem dahi lüzumsuz değil.
İman hakikati öyle bir çekirdektir ki; eğer tecessüm etse bir cennet-i hususiye ondan çıkar, o çekirdeğin şecere-i tubası olur.
Risale-i Nur Kuran-ı Mu’ciz-ül Beyanın taht-ı tasarrufunda olduğundan,ona uzanan,ilişmek isteyen her el kırılır ve her dil kurur.
Şu misafirhane-i dünyada nazar-ı hikmetle baksan,hiçbir şeyi nizamsız gayesiz göremezsin.Nasıl sen nizamsız,gayesiz kalabilirsin?
Ebedi ömrün önündedir. O ömr-ü bakide göreceğin rahat ve lezzet, ancak bu fani ömürde sa’y ve çalışmalarına bağlıdır.
Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.
Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. O vakit sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer.
Cisminin küçüklüğüne bakıp da günahlarını küçük zannetme.
Bak çeşmelere, çaylara, ırmaklara; yerden, dağlardan kaynamaları tesadüfi değildir.
Evet her hakikî hasenat gibi cesaretin dahi menbaı, imandır, ubudiyettir.
Elde Kur’ân gibi bir burhan-ı hakikat varken, Münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?
Elde Kur’ân gibi bir mucize-i bâki varken, Başka burhan aramak aklıma zâid görünür.
Her kim hayat-ı fâniyeyi esas maksad yapsa, zahiren bir Cennet içinde olsa da manen cehennemdedir.
Kuran kalblere kuvvet ve gıdadır, ruhlara şifadır.
Evet ümidvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ, İslâmın sadâsı olacaktır.
Bir şey tamamiyle elde edilemediği takdirde, o şeyi tamamiyle terketmek câiz değildir.
Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir.
Adâvet etmek istersen, kalbindeki adâvete adâvet et, onun ref’ine çalış.
Allah’ın hesabına kâinata bakan adam her ne müşahede ederse ilimdir.
Mâlâyâniyle iştigal, maksudu geri bırakıyor.
Haksızlığa karşı sükût etmek, hakka karşı bir hürmetsizliktir.
Evet, herşeyi maddiyatta arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatı göremez.
“Ne kadar güzel yapılmış” de, “Ne kadar güzeldir.” deme.
Kabir, bu dâr-i fâniden firâk-ı ebedî ile ebedü’l-âbâd yolunda kurulmuş, açılmış evvelki menzil ve birinci kapıdır.
Herbir şeyde hususen zîhayatlarda öyle harika bir nakış, öyle mucizekârbir sanat var ki; onu öyle yapan elbette O olacaktır.
Kalb, ebedü’l-âbâda müteveccih açılmış bir penceredir; bu fâni dünyaya razı değildir.
Ey nefsim! Kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki: “Fânîyim, fânî olanı istemem; âcizim, âciz olanı istemem.
Kabrin arkası için çalışınız, hakikî saadet ve lezzet ondadır.
Bütün yıldızları elinde tutmayan, birtek zerreye Rab olamaz.
İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir.
Gençlik kuvvetini ibadette sarfetmenin neticesi, dâr-ı saâdette ebedi bir gençliktir.
Kabrin öbür tarafındaki endişe-i istikbal her ferdin en mühim mes’elesidir.
Aynada görünen güzellik aynaya ait olmadıgı gibi, hiçbir güzellik de o güzelin malı değildir. Bütün güzellikler Cemîl isminden yansıyor.
Eğer hasmını mağlub etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et.
Sabrın mükâfâtı zaferdir; atâletin mücâzâtı sefalettir; sa’yin sevabı servettir; sebatın mükâfâtı galebedir.
“Allah” bir ism-i câmi’ olduğundan esma-i hüsna adedince tevhidler, içinde bulunur.
Hırs, sebeb-i haybettir ve illet ve zillettir ve mahrumiyet ve sefaleti getirir.
“Sen, “Mesleğim haktır veya daha güzeldir” demeye hakkın var. Fakat “Yalnız hak benim mesleğimdir” demeye hakkın yoktur.”
Evet, kainat iman nuruyla matem-i umumi olmaktan çıkıp mescid-i zikir ve şükür olmuştur.
Böyle dehşetli bir asırda insanın en büyük meselesi, imanını kurtarmak yada kaybetmek davasıdır.
Dünyanın yüz bahçesi, fani olmak haysiyetiyle ahiretın baki olan bir ağacına mukabil olamaz.
Ey nefis! Eğer takva ve amel-i sâlih ile Hâlıkını razı etti isen, halkın rızasını tahsile lüzum yoktur; o kâfidir.
Herkesin bütün saadetleri, bir Rabb-ı Rahîm’e olan teslimiyete bağlıdır.
Ebedî ve sermedî olan bir cemâlin seyirci müştâkı ve âyinedar âşıkı, elbette bâkî kalıp, ebede gidecektir.
İmanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkiki yapmanın en kısa ve en kolay yolu Risale-i Nur’dadır.
Fena şeylerle zihnen meşgul olmakta fenadır.
Dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler. Bir kısmı ihtar-ı Rahmânîdir.
Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlâhiyeye iltica edip feryad etmek gerektir.
Maddî musibetleri büyük gördükçe büyür, küçük gördükçe küçülür.
Şu dâr-ı dünya, meydan-ı imtihandır ve dâr-ı hizmettir. Lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir.
Hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur.
Bu ittihadın (İttihad-ı İslâm) meşrebi muhabbettir. Husumeti ise, cehalet ve zaruret ve nifakadır.
Bu zamanın en büyük farz vazifesi ittihad-ı İslâmdır.
Maddiyata esbab hesabıyla bakılırsa cehalettir. Allah hesabıyla olursa mârifet-i İlâhiyedir.
Dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler. Bir kısmı ihtar-ı Rahmânîdir (…) Ve bir kısmı keffâretü’z-zünubdur.
Cenâb-ı Hak, hadsiz kudret ve nihayetsiz rahmetini göstermek için, insanda hadsiz bir acz, nihayetsiz bir fakr derc eylemiştir.
Bizim cemaatımizin meşrebi, muhabbete muhabbet ve husumete husumettir.
Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete (düşmanlığa) vaktimiz yoktur!
Kâinat sarayını ter temiz tutan bu ulvî, umumî tanzif (temizlik), elbette ism-i Kuddûsün cilvesi (yansıması) ve muktezasıdır.
Haşiye: Kötü hasletler, bâtıl itikadlar, günahlar, bid’alar mânevî kirlerden olduklarını unutmamalıyız.
Hastalıkla geçen bir ömür, Allah’tan şekvâ etmemek şartıyla, mü’min için ibadet sayıldığına rivâyât-ı sahiha (Hadis-i Şerif) vardır.
Ey sabırsız hasta! Sabret, belki şükret. Senin bu hastalığın, ömür dakikalarını birer saat ibadet hükmüne getirebilir.
Zaman gösterdi ki; Cennet ucuz değil, Cehennem de lüzumsuz değil.
Kur’ân-ı Hakîm, şu Kur’ân-ı Azîm-i Kâinatın en âli bir müfessiridir ve en beliğ bir tercümanıdır.
Kâinat mescid-i kebirinde Kur’ân kâinatı okuyor, onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidayetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zeban edelim.
Bir insan Allah’a hâlis bir abd olursa, Allah’ın mülkü olan kâinat, onun mülkü gibi olur.
Mâdem her şey mânen Bismillâh der. Allah nâmına Allah’ın ni’metlerini getirip bizlere veriyorlar. Biz dahi “Bismillâh” demeliyiz.
Eğer Namaz kılmazsan, senin o günkü alemin zulümatlı ve perişan bir halde gider.
Şöhret ayn-ı riyâdır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır. Ve insanı insanlara abd ve köle yapar.
Mülk başkasınındır. O Mâlik, hem Kadîr’dir, hem Rahîm’dir; kudretine istinad et, rahmetini ittiham etme.
En bahtiyar odur ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın.
İbadetin ruhu, ihlastır. İhlas ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır.
Risale-i Nur şakirtlerinin, bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvâyı esas tutup davranmak gerektir.
Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır.
Ahir zamanda öyle kavimler ortaya çıkacak ki bunlar dünyayı koyun sagar gıbı sagacaklar .başka bir nushaya görede dünya ya sımsıkı sarilacaklar sagmal koyun postu gibi yumuşak kiliklara
Burunecekler dilleri şekerden tatlı olmasina ragmen kalpleri kurtlarinki karar yirtici olacaktır. Yüce Allah boylelerine benim rahmetime güvenerek aldaniyor musunuz yoksa bana kafa mi tutuyorsunuz yemin ederım boylelerinin uzerine öyle bır fitne salacagim ki aralarindaki akli başında hakim kimseler sasip kalacaktir
Kıyamet günü en çetin azaba uratılacaklar ,dünyada insanlara haksız olarak en çok işkence yapanlardır.
Kıyamet günü en çetin azaba uratılacaklar ,dünyada insanlara haksız olarak en çok işkence yapanlardır.
Kıyamet günü en çetin azaba uratılacaklar ,dünyada insanlara haksız olarak en çok işkence yapanlardır.
Şüphesiz ki ben yer yüzünde bir halife yaratacagim (bakara suresi 30dan ) kavl-i Şerifi insanların kendilerini çekinmeden engelleyecek aralarını birleştirerek Zalimin elini mazlumun üzerinden çekecek bir halifeye muhtaç olduklarını anlatmaktadır. Bundan dolayi osman ibni Affan imamin caydirdiklari Kuran'in caydrdiklarindan daha çoktur. Milletin Kuran'dan cok devlet reisinin korkusundan dolayı kötülüklerden geri durduklarıni ifade etmektedir
Devlet reisinin bir sene zulmetmesi insanlarin bir saniye kendi başlarına kalmalarindan daha ehveldir iste bu sebeple Allah u Teala toplumun saldirganligini engellesin diye halifelik makamini ortaya koyduğu gibi bassiz kalan Mekke mursiklerinin kalbine de Beyti haramin hurmet ve sayısını yerlestirerek oraya siginanlari ve icinde bulunanları masum ve mahmiy (Kurtulmuş ve kurulmuş) kimseler kalmıştır
RUHU'L FURKAN TEFSIRI 8.CILT 124.SAYFA
Rahman,dünya ve ahiret'te kafirlere ve mü'minlere acıyan anlamına geldiğine göre (bismillahir rahmanir rahim)in tam türkçeai şöyle olur:
Dünyada mü'min ve kafirlere,Ahiret'te mü'minlere acıyan ALLAH adıyla başlarım
Cebrail (A.S):
Ya Allah'ın Rasülü!Her kim namazı maksat ile ile terkederse mel'undur.
İçki içenlerden, kan edenlerden,faiz
akçesini yiyenlerden, yalan yere yere
Tanıklık edenlerden, zina edenlerden günahı daha çoktur, artıktır!dedi.
Peygamberimiz (S.A.V.)dedi ki:
Hak teâlâ bana söyle buyurdu:Ey Muhammed senin ümmetine bir nesne verdim ki hiçbir peygamberin ümmetine vermedim. Ben sordum:
Yarbbi o nedir ?
Emanet zayi edildiğinde kıyameti bekle.denildi ki "emanetin zayi edilmesi nasıl olur ?"buyurdu ki :vazife elinden başkasına verildiği zaman kıyameti bekleyin
Islam literatüründe emanet oldukça geniş kapsamlı ir kavram olup bir kimseye koruması için geçici olarak verilen malını yanında , ücret , kira, ortaklık hakkı buluntu gibi maddi haklar ile iman ibadet gibi dini yükümlülükleri beden ve ruh sağlığı , Servet makam ve mevki gibi imkan ve kabiliyetleri ; sözleşmeleri mesken ve aile mehremiyetine saygı , nimet ve ikram a teşekkür , selama karşılık vermek, sırların saklanması gibi dini ahlaki sosyal ilke ve kuralları kapsamaktadır.
İmanın özü iliği namazdır. İslamın temeli ilimdir.
İmanın cevheri ihsandır.
Allah ın levha i Mahfuz da ilk yazdığı bismillahirrahmanirrahim dir.kim benim kazama boyun eğip de hükmüme rıza göstererek verdiğim belaya sabrederse, onu kıyamet günü sıddiklerle beraber haşrederim.
Sabrın mükafatı zaferdir.ataletin mücazatı sefalet.öylede sa yin sevabı olur servet.sebattada galebedir mükafat.zehirin ikabı bir maraz, panzehirin sevabı bir sıhhattir.
2216.islam uryandır,elbisesi hayadır,süsü ahde vefadır,mürüvveti salih ameldir,değeri takvadır.her şeyin bir temeli vardır.islam ın temeli ise rasulüllah ın ashabı ile ehl i beytini sevmektir.ramuz ül ehadis cilt.1. sy.551.
Bir işten maksat ne ise hüküm ona göredir.allah c.c. için çalışan allah c.c.a irer.
Besmele her hayrın anahtarıdır.
Hayr .meşru iş.faydalı, nurlu ve sevablı amel .Halkın rağbet ettiği akıl, ilim, ibadet, adalet,İhsan, mal gibi nimet.
Hayr .meşru iş.faydalı, nurlu ve sevablı amel .Halkın rağbet ettiği akıl, ilim, ibadet, adalet,İhsan, mal gibi nimet.
Hayr .meşru iş.faydalı, nurlu ve sevablı amel .Halkın rağbet ettiği akıl, ilim, ibadet, adalet,İhsan, mal gibi nimet.
Hikmet on parçadır,9 u insanlardan uzak kalmakta,1 idide sunmaktadır.
2413.elhamdülillahi rabbil alemin yedi ayettir. Onlardan biri bismillahirrahmanirrahiym dir.o, seb i mesanidir. Kuran ı azim dir.o Ümmü l kitap tır.o fatihatü l kitap tır.ramuz ül ehadis sy. 590.cilt.1.
2478.dua rahmetin anahtarı, abdest namazın anahtarı, namaz ise cennetin anahtarıdır.
Alim farzları yapmak haramdan şübhelilerden sakınmakla olunur.
iman dört direk üstünde durur.sabır,yakıyn,adalet,cihad.
insanlar dünyalarını düzene sokmak için dinlerine ait bir şeyi terk ettiler mi Allah c.c. onları ondan daha zararlı bir şeye oğratır
iman gönülle tanımak,dile ikrar etmek,aza ile de kullukta bulunmaktır.
kader den sorulunca hz.ali.kapkaranlık bir yoldur,gitmeyin o yola.pek derin bir denizdir,dalmayın o denize.allah c.c.ın sırrıdır,oğraşmayın onunla.
inananın anlayışından sakının,çünkü o,allah c.c.nuruyla bakar görür.hadis.
Evet, nasıl ki hayat, bu kainattan süzülmüş bir hülasadır.
Ve şuur ve his dahi, hayattan süzülmüş hayatın bir hülasasıdırlar.
Akıl dahi, şuurdan ve histen süzülmüş
şuurun bir hülasasıdır.
Ve ruh dahi, hayatın halis ve safi bir cevheri ve sabit ve müstakil zatıdır.
Öyle de, maddî manevi hayat ı muhammediye. A.s.m.dahi, hayat ve ruh u kainattan süzülmüş hülasatü l hülasadır.
Ve risalet i muhammediye asm dahi, Kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en safi hülasasıdır.
Risale i nur 10.söz.
Resûlullah s.a.v.başında bismillahirrahmanirrahim ayet i kerimesi bulunan bir dua geri çevrilmez. Gunyet üt talibin.
Esas düşmanın, seni öldürünce seni cennete sokan veya onu öldürdüğünde sana nur kazandıran kimse değildir.lakin asıl düşmanın, iki yanın arasındaki kendi nefsin, yatağında seninle yatan ailen, sulbünden olan evladındır. İşte bunlar senin düşmanlarının en büyüğüdür. Ramuz el ehadis cilt 2.sy.364.p.9.
Kış mümini baharıdır.
Cenabı allah bu Fethin mübin olmasının hizmetini şu 4 vechi cem ile beyan buyuruyor. 1 mağfiret 2 itmamı nimet 3 bir sıratı müstekıme hidayet 4 nasrı aziz.
3302.ümmetim hakkında üç şeyden korkarım. Benden sonra marifete erdikten sonra sapmaları, fitnelerin saptırmaları, mide ve tenasül uzvunun
gayri meşru arzuları.ramuz ul ehadis cilt 1. Sy. 775.
Haksızlık önünde eğilmeyiniz, çünkü hakkınızla beraber şerefinizi de kaybedersiniz. Hz.ali.
Kuran da öz babalarınızın dışındakileri baba kabul etmeyin.başkalarını baba kabul etmekle kendinizi inkar etmiş olursunuz.ayetini okuyorduk.bu âyet mensuhtur. Hadisler Müslümanlık
Abdullah ibn mübârek in mamerden, onunda zahir den rivayetine göre takvâ sözü , Rahmân ve Rahîm olan Allah ın adıyla, sözüdür. Katade de takva sözünü, Allah tan başka ilah yoktur, sözü ile açıklar.ibn kesir cilt 13.sy 7358.
Her söylediğin hak olmalı, fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yok çünkü haris olmazsa , su i tesir eder hak , haksızlıkta sarf olur.
Her söylediğin hak olmalı, fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yok çünkü haris olmazsa , su i tesir eder hak , haksızlıkta sarf olur.
evet,her söylediğin doğru olmalı,fakat her doğruyu söylemek doğru değil.bazen zarar verse,sukut etmek.yoksa,yalana hiç fetva yok.
her söylediğin hak olmalı,fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yok.çünkü,halis olmazsa ,su i tesir eder,hak,haksızlıkta sarf olur.eski said dönemi eserleri.sy.348.
Dinin temeli Resulullah s.a.v.isevmektir.esad coşan hoca.
Dünyanın bütün iyilikleri, iki şehvet tatmininden başka bir şey değildirki, bunlarda son derece bayağı şeylerdir, çünkü en basit hayvanlar bile bu konuda insanlarla müşterektir, hatta çoğu kez bu konularda bazı hayvanların hali insanlardan daha ileridir.
Çünkü deve daha çok yer, horoz ve serçe daha çok cima eder, Kurt bozup parçalamak daha kuvvetli, akrep ise acı vermede daha şiddetlidir. Ruhu l furkan cilt.9.sy.135.
İşte bütün bunlar, aslı fıtratın. Karışıklıklardan kurtulmuş olan gerçek anlayışın,, cismani, , maddî, , lezzetlerin değersizliğine ve ruhani,, manevi,, lezzetlerin değerinin üstünlüğüne şahitlik ettiğini göstermektedir.
kelimede şifalı, saadetli bir müjde vardır. ?öyle ki:
Kâinatın ekser envâıyla alâkadar ve o alâkadarlık yüzünden perişan ve keşmekeş içinde boğulmak derecesine gelen ruh-u beşer ve kalb-i insan, kelimesinde bir melce, bir hâlâskâr bulur ki, onu bütün o keşmekeşten, o perişaniyetten kurtarır. Yani, mânen der: Allah birdir. Başka şeylere müracaat edip yorulma. Onlara tezellül edip minnet çekme. Onlara temellûk edip boyun eğme. Onların arkasına düşüp zahmet çekme. Onlardan korkup titreme. Çünkü Sultan-ı Kâinat birdir. Herşeyin anahtarı Onun yanında, herşeyin dizgini Onun elindedir. Herşey Onun emriyle hâlledilir. Onu bulsan, her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun.
bir kul kuran ı hatmederse 60,000 melek onun için dua eder.
günah gizli kaldıkça sadece sahibine zarar verir.ortaya çıktığında düzeltilmezse topluma zarar verir.
Muhyiddin i arabi kuddise sırruhu şoyle buyurmuştur.bu dünyada cehaletten daha çirkin bir sıfat ve azap olamaz.çünkü bilgisizlik bütün şerlerin anahtarıdır.bundan dolayı allah u teala habibini.cahillerden olmaktan men etmiştir.ruhu l furkan.
Recm konusu kuran ı kerim de açıkça zikredilmediği halde ,Resulullah s.a.s in , bu hadisi şerifte .Elbette sizin aranızda allah c.c ın kitabıyla hükmedeceğim. Buyurması, Sünnetinde kitaptan , . Hadisi kuran dan ,. Sayıldığının açık bir delilidir. Ruhu l furkan cilt 9 sayfa 212.
Hak şerleri Hayr eyler ,zannetme ki gayr eyler, arif anı seyr eyler , Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler
İbrahim Hakkı h.z.
Peygamberimizin ilk ibadeti tefekkür dü.
Ey solukları sayılı kişi .bir gün elbet bu sayı tamam olacak. Gecesi olmayan bir gün, yarını olmayan bir gece muhakkak gelecek.
El Burhanü l müeyyed kurtaracı öğütler.
Alimler ,bu ümmetin temelleri ve liderleridir.
Ahmed er-rufai 'nin yüce makamlara varmasının sebebi, yaratıklara olan büyük şefkati ve nefsini hor görmesindendir.
Kurtarıcı öğütler ( sayfa:41)
Hz.ali r. A.cihadın en üstünü, marufu
emir, münkerden de sakındırmaktır. Dedi.
Marufu emir , münkerden sakındırmayı devlet yapar....
4287.mutlaka marufu emredip, kötülükten vazgeçirirsiniz. Aksi halde allah c.c.tarafından başınıza bir azap gönderilir.sonra o azabın kaldırılması için dua edersiniz de kabul olunmaz.ramuz ul ehadis sy. 1003.
hikmetin başı allah c.c. korkusudur.hamd, alemlerin rabbi allah c.c. ındır.
birde namazda ve tüm ibadetlerde huzuru bozan büyük ve sürekli engeller,..tabiri caizse..parazitler vardır ki,bunlar uykusuzluk, açlık,yorgunluk gibi kolayca geçirilemez.....bu engelleri üç kısma ayırabiliriz.1.rızk üzüntü ve sıkıntısı.2.dert ve belalar.3.çekingenlik ve korku.
allah,kamil..olgun..bir imana sahip olanları sever...allah c.c., şükredenleri sever...allah c.c.kendinden razı olanları sever...allah c.c.ihlaslı kullarını sever...allah c.c.habibini sevenleri sever......allah c.c. kimleri sever.e.nigar atasoy.sy 433.
zuhur u kainatın madenisin ya resulallah,rumuz u künt ü kenz in mahzenisin ya resulallah.
beşer denen bu alemde senin süretle şahsındır,hakikatta, hüviyette değilsin ya .resulallah
vücudun cümle mevcudatı nice cami olduysa,dahi ilmin muhit oldu,kamusun ya resulallah.
dehanın menba i esrarı ilm i men ledün ni dir,hakayık ilminin sen mahremisin ya resulallah.
ne kim geldi cihana hem,dahi her kim geliserdir,içinde cümleninse askerisin ya resulallah.
cihan bağında insan bir şecerdir gayriler yaprak,nebiler meyvedir,sen zübdesisin ya resulallah...bütün eşyanın aslı..insan dahil..hz.muhammed s.a.v.in değişmeyen nurudur.
Salavat getirmekte riya yoktur.
Salavat .namazlar ibadetler, şükürler..........
İstişarenin gayesi doğru düşünceyi oluşturmak değildir, doğru zaten bellidir. Bunun sebeple naslarda ve temel doğru larda istişare olmaz.istişare adabı ve toplantı yapma sanatı.sy. 21.
Mısır Niyazi Hz.diyorki.savmı salat ve zekat, günah kirin mahveder. Darb ı zikir olmazsa, gönül pası silinmez.
Zikir ilham ve Hikmetin kaynağıdır.zikir,imanın belirtisi ibadetin beyni, İlm i Ledün ün anahtarıdır.
Zikir sevgiliye yaklaşma aracıdır.
Zikir hayvani ruhu yenerek insanı, kemale erdirir. Savm ı salat..oruç,namaz.....Allah c.c. kimleri sever. Sy. 176.
3823.ümmetimin şu iki sınıfı dürüst olursa hepsi dürüst olur.emirler, fakihler..alim ler...Ramuz ül ehadis cilt 2.sy. 901.
İki ses, dünyada da ahirette de lanetlenmiştir. Refah anında çalgı sesi, musibet anında feryat sesi.3826.
3824.ümmetimden şu iki sınıfın islamdan nasibi yoktur.mürcie ve kaderiyye. Mürcie nedir? Diye sordu lar.mürcie iman sözden ibarettir, amelden değil diyenlerdir. Kaderiyye nedir?diye Sordular.kaderiyye, şer taktir olunmamıştır diyenlerdir buyurdu.
3827.oruçlunun sükutu tesbih, uykusu ibadet, duası müstecab, ameli kat kattır.
Allah c.c.ım senden hidayet, takva, iffet ve gönül zenginliği isterim.Müslim.
Akıllı kişi, nefsine hakim olan ve ölüm sonrası için çalışanDır. TirMizi.
Nerede ve nasıl olursan ol.allah c.c.tan kork.kötülük işlersen, hemen arkasından iyilik yapki, o kötülüğü silip süpürsün. İnsanlarla güzel geçin.tirmizi.
Allah c.c.birdir.başka şeylere müracaat edip yorulma.onlara teZellül
edip...önnlerinde alçalıp. ..mminnet çekme.oçekme.onlara temellük edip...yaltaklanıp. ..boyun eğmE.Onların arkasına düşüp zahmet ççekme.onlardan korkup titreme.
Çünki sultan ı kainat birdir, herşeyin anahtarı onun yanında, herşeyin dizgini o nun elindedir. Herşey o nun emriyle halledilir. O nu bulsan, hher matlubunu istediğini buldun.hadsiz minnetlerden korkulardan kurtuldun. Asa yı Mûsâ 10.hüccet i imaniye, 185.
tarımla uğraşanlar devletin servet kaynağıdır ve bir servet gibi korunmalıdır.
şamil islam ansiklopedisi şamil yayınları istanbul 1999,sayfa 159.
kişinin kıymeti ilmi miktarıncadır.zira hz. ali bu vecizesinde insanlığın gerçek rehberinin ilim olduğunu vurguluyor.5. söz.
kendini bilen allah c.c. ı bilir...nefsini fakir bilen rabbini gani bilir...
kişi lisanının...söz...altında gizlidir..,.kişinin nefsi tartılmaz,onun tartısı ancak dilledir.
iyilik,hürü köle yapar.
güler yüz,kesintisiz bir iyiliktir.
iyilik karşılıksız olmalıdır.
cimrinin malını bir afet veya varisle müjdele.şihabü l ahbar.hangi hastalık varsa hepsi cimriliktendir.
tevbe 9.111.şüphesiz hz. allah c.c.,müminlerden cennet karşılığında canlarını ve mallarını satın aldı.
söyleyene bakma,ne söylediğine bak.mihrişah sultan,45a..
zulümle zafere ulaşılmaz.imam ı merginani diyorki,yeryüzünde zulüm yaparak yürüme,çok yakında toprak seni yutacak.
ölümün habercisi olarak yaşlılık yeter.
hırslı kişinin haramdan kaçınması mümkün olmaz.peygamberimiz s.a.v. insanın iki vadi dolusu altını olsa üçün cüyü ister,onun karnını ancak toprak doldurur.ulema..hırs harama götürür ve sahibini kötülüklere düşürür.atalarımız çok söz yalansız,çok mal haramsız olmaz.
kötü ahlakla şerefli olunmaz.edep bir tac imiş nur u hüda dan
giy ol tac ı emin ol,her beladan
girdim ilim meclisine kıldım taleb
dediler ilim geride kaldı illa edeb
illa edeb.
çok yemekle sıhhat olmaz.
az ye, az uyu,az konuş.
cimrilikte iyilik yoktur.
peygamber s.a.v.insanoğlu malım,malım diye söylenir durur.senin malın,yiyip tükettiğin ve giyip eskittiğindir.geriye kalan mirasçılarındır...eksilttiğindir...
kibirliyi övme yoktur.
peygamber s.a.v.yüreğinde zerre miktarı kibir bulunan kişi cennete giremez.
kıskanç kişi huzur içinde hayat süremez.peygamberimiz s.a.v.haset tüm iyilikleri yer bitirir.tıpkı ateşin,odunu yakıp kül ettiği gibi.
intikam almak asil kişiye yakışmaz.
hadis i şerifte.gücü yeterken bağışlayanı,gücü yetmediği zamanda allah bağışlar.
istişareyi terk eden doğruyu bulamaz.istişare etmekten şaşma,çünkü o tedbirliliğin işaretidir.atalarımız akıl akıldan üstündür.
yalancıda asalet mertlik olmaz.
doğru sözlülük bütün faziletlerin anasıdır.yalancılık ise bütün rezilliklerin anasıdır.
nefsine uyma ki,rahat edesin.
en güzel eylem haramdan sakınmaktır.
haramdan sakınmak gibi zahitlik yoktur.
kalp nuru,helal lokma yemekten doğar.
harama karşı duyarlılık,kalkandır.
taktire rıza ne güzel arkadaştır.
amellerin ihlası,niyetlerin doğru luğuna bağlıdır.
ihlasla ameller değer kazanıp kabul edilir.
dininizden ilk kaybedeceğiniz şey emanet sonrada namazdır.
namaz için vaktin evveli allah c.c. rızası,vaktin ortası allah c.c. rahmeti ve vaktin sonu allah c.c. affıdır.
yöneticilerde ahde vefa yoktur.
takvadan daha büyük bir üstünlük yoktur.başkasına zarar vermemek,eza cefa etmemek ve başkalarına yardım etmek.cömertliğin en güzeli başkasını kendine tercih etmektir.
islamdan daha yüce bir şeref yoktur.
rütbelerin en yücesi islam rütbesidir.peygamberimiz s.a.v.islam yücedir,hiçbir şey onun önüne geçirilemez.
vera dan daha güzel sığınak yoktur.
takva haramlardan sakınmaktır,vera ise şüphelilerden sakınmaktır.
allah c.c.a karşı sorumluluklarını yerine getir ki,başkalarından emin olasın.
tevbeden daha üstün bir şefaatçi yoktur.
hadis i şerif.günahından tevbe eden hiç günah işlememiş gibidir.
sıhhat ve selametten daha güzel bir elbise yoktur.
hadis i şerif.iki nimet vardır ki insanların çoğu aldanırlar,biri sıhhat, diğeri ise boş vakittir.
cehaletten daha çok dermansız dert yoktur.
akıl azlığından daha ağır bir hastalık yoktur.
kişi bilmediğinin düşmanıdır.
peygamberimiz s.a.v.biıgisizlikten daha kötü bir yoksulluk yoktur.
kadrini bilen ve haddini tecavüz etmeyen kişiye allah c.c.rahmet etsin.
birine toplum içinde nasihat etmek,onu rezil etmektir.
aklı tam olanın sözü az olur.
hz. mevlana.sükut deniz ,kelam ,dere
gibidir.seni deniz takip ediyor sen dereyi arama.
şefaatçi,şefaat isteyene kanat gibidir.zemahşeri keşşaf ta.iki şey islam da çok kötü bir harekettir.rüşvet ve ahkamda torpil.
kişinin nifakı zilletine sebeptir.zira iki yüzlülük ,sahibini zillete düşürür.
cahilin nimeti mezbelelikteki bahçeye benzer.
allah c.c. ın taksimine razı oldum.
bize ilim,cahillere mal verdi.
mal,yakın zamanda yok olur.
ilim ise devamlıdır, ebedidir.
musibet anında feryat etmek sabretmekten daha yorucudur.
iyi niyetten iyi amel,kötü niyetten kötü amel doğar.
halktan az, hak teala dan çok söz ediniz.
Yorum Gönder