15 Eylül 2007 Cumartesi

Nefislerin beyazlaşması..!!!

Dünya yeşillenirken nefisler beyazlaşması lazımdır.

6.149 yorum:

«En Eski   ‹Eski   401 – 600 / 6149   Yeni›   En yeni»
Unknown dedi ki...

karşıdaki insanın sözü bitmeden
itiraz edilmemeli.

Unknown dedi ki...

her ele geçen kitap okunmamalı.

Unknown dedi ki...

hiçbir müfsit ben müfsidim demez.

Unknown dedi ki...

tahrip kolaydır.
tamamı elde edilmeyen şeyin tamamı
terk edilmez.

Unknown dedi ki...

tarafsız muhakeme muhalif tarafı iltizamdır.

Unknown dedi ki...

tecerrüd sırrı.sn.34,35.

Unknown dedi ki...

hayatın en büyük işi allah ın sevgisini kazanmaktır.

Unknown dedi ki...

muvazesiz ve mizansız olan çok aldanır ve aldatır.

Unknown dedi ki...

muvazenesiz ve mizansız olan çok aldanır ve aldatır.

Unknown dedi ki...

nar nuru yakmaz.
neme lazım,başkası düşünsün fikri,
ölmüşcesine bir feryattır.

Unknown dedi ki...

ezel mazi silsilesinin bir ucu değildir.
faniyim fani olanı istemem.

Unknown dedi ki...

fıtratın şehadeti doğrudur.
fazilet odur ki,düşman dahi tasdik etsin.

Unknown dedi ki...

sen insana ulaşmadan allah ı nasıl arıyorsun.muhammed ikbal.

Unknown dedi ki...

Hatemi esas rahimehullah buyurmuştur ki. Üç şey siz üç şeyi idda eden kezap Sahtekardir
1- malını allah yolunda vermeden cenneti sevdiğini iddia eden.
2- allahın haramlarindan sakınma maden allahi sevdiğini iddia eden.
3-fakirleri sevmediği halde peygamberi sevdiğini söyleyen.

Unknown dedi ki...

sudan ateş,ölüden diri çıkar mı
biiznillah çıkar,hayat yapılır mı
biiznillah yapılır.göklere çıkılır mı biiznillah çıkılır.kabirde sual sorulur mu biiznillah sorulur.ölen dirilir mi biiznillah dirilir.lakin iki kere iki tek olur mu olmaz.cüz
küllünden büyük olur mu olmaz.malül
illetini geçer mi geçmez. insan bizzat halık ve bizzat ma but olabilirmi olamaz.o allah c.c. ın
izniyle kuş da yapsa,ölüleride diriltse yine kuldur yine kuldur.bütün imkanlar kudretullahtadır...hak dini kuran dili cilt 1.s.203.

Unknown dedi ki...

gizli harb istihbarat.kazım karabekir.

Unknown dedi ki...

hz. abbas ayın en hayırlısı ramazan
günün en hayırlısı cumadır.
hz. ali ..günün en hayırlısı tevbe
edip allah c.c. a yaklaştığın gündür.

Unknown dedi ki...

ihlassız amel motorsuz arabaya benzer.esad coşan.

Unknown dedi ki...

bir beldede zina ve riba meydan alırsa,onlar o belde halkı allah c.c.
ın azabına hak kazanmış olurlar.ramuz el ehadis.cilt.1.s.53.
p.17.

Unknown dedi ki...

herhangi bir kulun eti haramdan ve
faizden biter meydana gelirse,ateş ona daha layıktır.ruhul furkan cilt 2.s.191.

Unknown dedi ki...

birbirine ..ırkçılıkla..düşürerek güdümündeki islam ülkelerini
sömürüyorlar..mezhep farklılığıylada..

Unknown dedi ki...

rükua vardıklrında üç defa sübhane
rabbiyel azim ve bihandihi derlerdi.secdeye vardığında da üç defa sübhane rabbiyel ala ve bihamdihi derlerdi.

Unknown dedi ki...

rükua ve secdeye vardıklarında şöyle
derlerdi.sübhane ve bihamdike estağfiruke ve etubu ileyke.
ramuz el ehadis.cilt 2.s.539.p.12.

Unknown dedi ki...

Allah (z.c.hz.)'leri Adem oğlundan çıkanı dünyaya misal olarak gösterdi. Bu, gaita ve idrardan kinayedir. Yani insandan çıkan şeyler, bundan evvel, çeşitli, temiz yumuşak yemeklerdi ve temiz ve içilmesi hoş içeceklerdi de, bunun akibeti gördüğünüz gibi oldu. İşte dünya da nefis ve hoş manzaralıdır. Nefislerde bu süsünden dolayı bu dünyaya heves eder. Cahil, akibetini düşünmeyip onun dışını ziynetine, ebedi kalıcı zannederek aldanır. Akıllının kalbi ise ona yatmaz. Bilgisi ile ona aldanmaz. Bilir ki o, muvakkat bir fanidir. Bir müddet faydası olsa da, ölüm, dünyada yaşayana çaresiz gelecek ve dünyadan onun alakasını kesecektir.
Ravi: Hz. İbni Ubey İbni Kaab (r.a.)

Unknown dedi ki...

Hadiste şöyle buyurulmuştur.Miraç gecesi cehenneme baktığımda ,ehlinin ekserisini fakirler olarak gördüm. Ozaman :ya Rasulullah!onlar mal fakirleri midir?diye sorulunca: Hayır ilim fakirleridir diye buyurdular.

Unknown dedi ki...

Hadiste şöyle buyurulmuştur.Miraç gecesi cehenneme baktığımda ,ehlinin ekserisini fakirler olarak gördüm. Ozaman :ya Rasulullah!onlar mal fakirleri midir?diye sorulunca: Hayır ilim fakirleridir diye buyurdular.

Unknown dedi ki...

Bir hadisi şerifte ilim amelin onundedir,amel ise onun tabi-idir buyurularak ilmin öncülüğüne ve ilimsiz amelin fayda vermeyeceğine işaret edilmiştir
RUHU FURKAN CİLT 6 SAYFA 99

Unknown dedi ki...

Alimin hatası geminin parçalanması gibidir.hem kendini hem denizcileri batırır.hz.ali k.v.

Unknown dedi ki...

Doğruluk keskin kılıçtır.hz.ali.

Unknown dedi ki...

Alimin tasavvufu hidayet,cahilin tasavvufu delalettir.dört halifenin menkıbeleri.sy.589.

Unknown dedi ki...

Alimin tasavvufu hidayet,cahilin tasavvufu delalettir.dört halifenin menkıbeleri.sy.589.

Unknown dedi ki...

Ummetimin içerisinde muhaddesun vardır.risalei nur sözler sy.547.

Unknown dedi ki...

Muhaddes.haber verilmiş, tahdis olunmuş,şükranla bildirilmiş.nakil ve rivayet edilmiş olan.lügat.sy.849.

Unknown dedi ki...

Cezası en süratli günahlar.zulüm ile sıla i rahmi kesmektir.

Unknown dedi ki...

Mazlumun bedduasından korkunuz.

Unknown dedi ki...

Ölüme düşkün ol ki,hayat bulasın.

Unknown dedi ki...

Sabredin ki her şeyin başı sabırdır.

Unknown dedi ki...

Doğruluk emanet,yalan hıyanetliktir.

Unknown dedi ki...

Güzel yaparsam muavenet,hata edersem mukavemet edin.

Unknown dedi ki...

Farz eda olunmadıkça nafile kabul olunmaz.

Unknown dedi ki...

Sabırda musibet,hüzün ve telaşta menfaat yoktur.hz. ebubekir.sözleri.

Unknown dedi ki...

Teberri Allah'ın düşmanlarından uzak durmak,daha doğrusu onları veli edinmemektir.Bu İslamın önemli kaidelerindendir.

Unknown dedi ki...

Cidden ikamei salât,itaı zekât,devamı cemaat,ketmi hakdan,hakkı batıl ile telbisten meneder

Unknown dedi ki...

Cidden ikamei salât,itaı zekât,devamı cemaat,ketmi hakdan,hakkı batıl ile telbisten meneder

Unknown dedi ki...

Yalanda hayır yoktur

Unknown dedi ki...

Aziz ve celil olan allah dan seni takdim etmesini önce hilafete geçmeni üç kere istedim.kabuletmedi.ancak ebu bekir i kabul etti.bu sözü hz.ali r.a.a buyurdu.ramuz el ehadis.cilt.1.sy.203.p.10.

Unknown dedi ki...

Hz.yusufun yaptığı gibi,bütün müslümanların ya Rabbi beni müslüman olarak öldür ve beni Salalihlere kat diye dua etmesi gerekir.

Unknown dedi ki...

Allah dilemedikce siz hiç bir şeyi isteyemezsiniz İnsan süresi. 30.

Unknown dedi ki...

Olur ki hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlıdır. Bakara süresi 216

Unknown dedi ki...

Kardeşlerim ata et, aslana ot atmayınız.yani her risaleyi herkese vermeyiniz ki bize saldırılmasın.

Unknown dedi ki...

Ümmetimdeniki sınıf salih olursa, ümmet te salih olur.umera ve ulema

Unknown dedi ki...

İzzetim hakkı için and olsun ki zalimden dünyada ve ahirette mutlaka intikamımı alacağım.zalim başkasının hukukunu çiğneyendir.günah ta zulümdür.günah allah a karşı zulümdür.yardım etmeye gücü varken mazluma yardım etmeyenden mutlaka intikamımı alacağım.

Unknown dedi ki...

Herkesin hukukunu tecavüz edendir zulüm.zalimi engellemezsen allah intikamını alır.çocuğunu zamanında yetiştirmezsen sonra sana zulmeder.beyrut paristi şimdi harabe.esad coşan.

Unknown dedi ki...

Sabır her muvaffakiyetin başıdır.imandan sonra tarikin başı sabır, ahlakın başı sabırdır.ilmin başı sabır,amelin başı sabır,hasılı hikmetin başı sabırdır.

Unknown dedi ki...

Sabırsızlık ivmek bir anda her şey istemektir.halbuki mahlukat zemanidirler ve terbiye kanununa tabidir.zaman ise tevali demektir.

Unknown dedi ki...

Tevali.uzayıp gitme,devam etme.hakdini kuran dili sy.544.

Unknown dedi ki...

Sarfiyatları hadsiz olduğu halde,varidatları ve gaz yağları ve madde i iştialleri nereden geliyor.neden tükenmiyor.neden yanmak muvazenesi bozulmuyor.küçük bir lamba dahi muntazam bakılmazsa söner.kozmoğrafyaca,küre i arzdan bir milyon ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşayan güneşi kömürsüz yağsız yandıran.söndürmeyen hakimi zulcelal in hikmetine,kudretine bak allah her türlü kusurdan ve noksan sıfatlardan münezzehtir de.

Unknown dedi ki...

Başta iman ı hakiki geliyor, sonra salah,sonra hak,sonra sebat,işte kuzum insamlık,dördü birleştimi yoktur sana hüsran artık.salah..barış rahatlık,dine bağlılık...hak..doğruluk...mehmet akif ersoy.

Unknown dedi ki...

Adlin başı ise tevhid dir.çünkü ancak tevhid üzere olunduğu zaman adaleti gerçekleştirmek mümkünolabilir,mademki,kainattaki mizanı belirleyen ve insanın hayatı içinde bir mizan koyan allah c.c.tır.o halde insan,tevhid üzere yaşayıp,allah c.c. ın mizanına uyarak adlde bulunabilir.

Unknown dedi ki...

Dikkat edin.muhakkak ki göklerde ve yerde ne varsa allah c.c.ındır.ve yine dikkat edin.şüphesiz allah c.c.ın va di haktır, fakat onların çoğu bimiyorlar.yunus.ayet.55.

Unknown dedi ki...

Ölüm kesin bir gerçektir.

Unknown dedi ki...

Evet, nasılki hayat bu kainattan süzülmüş bir hülasadır.ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş,hayatın bir hülasasıdır.akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş,şuurun bir hülasasıdır.ve ruh dahi,hayatın halis ve safi bir cevheri ve sabit ve müstakil zatıdır.

Unknown dedi ki...

Öylede, maddi manevi hayat ı muhammediye a.s.m.dahi,hayat ve ruh u kainattan süzülmüş hülasatü l hülasadır ve risalet i muhammediye dahi a.s.m.kainatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en safi hülasasıdır.

Unknown dedi ki...

Tevhid in hem başı,hem sonu marifettir.

Unknown dedi ki...

Ma'rifet:bilme,ilim, daniş.kendine has ustalık, hüner maharet,sanat.maharetle,ustalıkla yapılan şey. Kıymetli iş. Vasıta, aracı. Tasavvufî bilgi,ilhama dayanan vasıtasız bilgi .

Unknown dedi ki...

Her gelecek şey yakındır

Unknown dedi ki...

Hem demiş ki :"Tarik-ı Nakşîde iki kanat ile sülûk edilir.Yani, hakaik-ı imaniyeye sağlam bir surette ikikat etmek ve feraiz-i diniyeyi imtisal etmekle olur.Bu iki cenahta kusur varsa, o yolda gidilmez."

Unknown dedi ki...


اَلْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ اْلعَالَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ علَى سَىِّدِ الْمُرْسَلىِنَ مُحَمَّدٍ وَ علَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ«Tevhidin İki Bürhân-ı Muazzamı»
Şu kâinat tamamıyla bir bürhân-ı muazzamdır. Lisan-ı gayb, şehadetle müsebbihtir, muvahhiddir. Evet tevhid-i Rahman'la, büyük bir sesle zâkirdir ki:
LÂ İLÂHE İLLÂ HÛ...
Bütün zerrat hüceyratı, bütün erkân u â'zası birer lisan-ı zâkirdir; o büyük sesle beraber der ki:
LÂ İLÂHE İLLÂ HÛ...
O dillerde tenevvü' var, o seslerde merâtib var. Fakat bir noktada toplar, onun zikri, onun savtı ki:
LÂ İLÂHE İLLÂ HÛ...
Bu bir insan-ı ekberdir, büyük sesle eder zikri; bütün eczası, zerratı, küçücük sesleriyle, o bülend sesle beraber der ki:
LÂ İLÂHE İLLÂ HÛ...
Şu âlem halka-i zikri içinde okuyor Aşrı, şu Kur'an maşrık-ı nûru. Bütün zîruh eder fikri ki:
LÂ İLÂHE İLLÂ HÛ...
Bu Furkan-ı Celîlüşşân, o tevhide nâtık bürhân, bütün âyât sâdık lisan. Şuâât-barika-i îman. Beraber der ki:
LÂ İLÂHE İLLÂ HÛ...
Kulağı ger yapıştırsan, şu Furkan'ın sinesine, derinden tâ derine, sarihan işitirsin semâvî bir sada der ki:
LÂ İLÂHE İLLÂ HÛ...
(Orjinal Sayfa: 739)
O sestir gayeten ulvî, nihayet derece ciddî, hakikî pek samimî, hem nihayet mûnis ve mukni' ve bürhânla mücehhezdir. Mükerrer der ki:
LÂ İLÂHE İLLÂ HÛ...
Şu bürhân-ı münevverde, cihat-ı sittesi şeffaf ki, üstünde münakkaştır müzehher sikke-i i'câz. İçinde parlayan nur-u hidâyet der ki:
LÂ İLÂHE İLLÂ HÛ...
Evet, altında nescolmuş mühefhef mantık ve bürhân, sağında aklı istintak; mürefref her taraf, ezhan «Sadakte» der ki:
LÂ İLÂHE İLLÂ HÛ...
Yemîn olan şimalinde, eder vicdanı istişhad. Emâmında hüsn-ü hayırdır, hedefinde saadettir. Onun miftahıdır her dem ki:
LÂ İLÂHE İLLÂ HÛ...
Emam olan verâsında ona mesned semâvîdir ki, vahy-i mahz-ı Rabbânî. Bu şeş cihet ziyadardır; bürucunda tecellidar ki:
LÂ İLÂHE İLLÂ HÛ...
Evet vesvese-i sârık, bâvehm-i şübhe-i târık, ne haddi var ki o mârık, girebilsin bu bârık kasra, hem şârık ki, sur sûreler şâhik, her kelime bir melek-i nâtık ki:
LÂ İLÂHE İLLÂ HÛ...
O Kur'an-ı Azîmüşşân nasıl bir bahr-ı tevhiddir. Birtek katre, misâl için birtek Sûre-i İhlâs.. fakat kısa birtek remzi, nihayetsiz rumuzundan. Bütün envâ-ı şirki reddeder, hem de yedi envâ-ı tevhidi eder isbat; üçü menfî, üçü müsbet şu altı cümlede birden...
Birinci cümle: قُلْهُوَ karinesiz işarettir. Demek ıtlakla tâyindir. O tayinde taayyün var. Ey
LÂ HÜVE İLLÂ HÛ...
Şu tevhid-i şuhûda bir işarettir. Hakikat-bîn nazar tevhide müstağrak olursa der ki:
LÂ MEŞHÛDE İLLÂ HÛ...
İkinci cümle: اَللّهُاَحَدٌ dir ki, tevhid-i Ulûhiyyete tasrihtir. Hakikat, hak lisanı der ki:
LÂ MÂBÛDE İLLÂ HÛ...

Unknown dedi ki...

Üçüncü cümle: اَللّهُ الصَّمَدُ dir. İki cevher-i tevhide sadeftir. Birinci dürrü: Tevhid-i Rububiyyet. Evet nizâm-ı kevn lisanı der ki:
LÂ HÂLİKA İLLÂ HÛ...
İkinci dürrü: Tevhid-i Kayyûmiyyet. Evet seraser kâinatta, vücud ve hem bekada, müessire ihtiyaç lisanı der ki:
LÂ KAYYÛME İLLÂ HÛ...
Dördüncü: لَمْ يَلِدْ dir. Bir tevhid-i celâlî müstetirdir; envâ-ı şirki reddeder, küfrü keser bîiştibah.
Yâni tegayyür, ya tenasül, ya tecezzi eden elbet; ne Hâlık'tır, ne Kayyûm'dur, ne İlah...
Veled fikri, tevellüd küfrünü لَمْ reddeder, birden keser atar. Şu şirktendir ki, olmuştur beşer ekserisi gümrah...
Ki İsa (A.S.) ya Üzeyr'in, ya melâik, ya ukûlün tevellüd şirki meydan alıyor nev-i beşerde gâh bâ-gâh...
Beşincisi: وَلَمْيُولَدْ Bir tevhid-i sermedî işareti şöyledir: Vâcib, kadîm, ezelî olmazsa, olmaz İlâh...
Yâni: Ya müddeten hâdis ise, ya maddeden tevellüd, ya bir asıldan münfasıl olsa, elbette olmaz şu kâinata penah...
Esbab-perestî, nücum-perestlik, sanem-perestî, tabiat-perestlik şirkin birer nev'idir; dalalette birer çâh...
Altıncı: وَلَمْيَكُنْ Bir Tevhid-i câmi'dir. Ne zâtında nazîri, ne ef'âlinde şerîki, ne sıfâtında şebîhi لَمْ lâfzına nazargâh...
Şu altı cümle mânen birbirine netice, hem birbirinin bürhânı, müselseldir berâhin, mürettebdir netâic şu surede karargâh...
(Orjinal Sayfa: 741)
Demek şu Sûre-i İhlâs'ta, kendi mikdar-ı kametinde müselsel, hem müretteb otuz sûre münderiç; bu bunlara sehergâh...
لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُ
* * *
SEBEB SIRF ZAHİRİDİR
İzzet-i âzamet ister ki; esbab-ı tabiî, perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.
Tevhid ve celâl ister ki: Esbab-ı tabiî, dâmenkeş-i tesir-i hakikî ola (*) kudret eserinde.
* * *
Vücud, Alem-i cismânîde Münhasır Değil
Vücudun hasra gelmez muhtelif envâ'ını, münhasır olmaz, sıkışmaz şu şehadet âleminde.
Âlem-i cismânî bir tenteneli perde gibi, şu'le-feşân gaybî avalim üzerinde.
* * *
Kalem-i Kudrette İttihad, Tevhidi İlân Eder
Eser-i itkan-ı san'at, fıtratın her köşesinde bilbedâhe reddeder esbâbının îcadını.
Nakş-ı kilkî ayn-ı kudret; hilkatın her noktasında bizzarure reddeder vesaitin vücudunu.
* * *
Bir şey, Her şey'siz Olmaz
Kâinatta serbeser sırr-ı tesanüd müstetir, hem münteşir. Hem cevanibde tecavüb, hem teâvün gösterir.
Ki yalnız bir kudret-i âlem-şümûldür yaptırır, zerreyi her nisbetiyle halkedip yerleştirir.
______________________________________
(*) Hakikî tesirden elini çeksin, icada karışmasın, demektir.
(Orjinal Sayfa: 742)
Kitab-ı âlemin her satırıyla her harfi hay.. ihtiyaç sevkediyor, tanıştırır.
Her nereden gelirse gelsin nida-i hacete lebbeyk-zendir, sırr-ı tevhid nâmına etrafı görüştürür.
Zîhayat her harfi, herbir cümleye müteveccih birer yüzü, hem de nâzır birer gözü baktırır.
* * *
Güneşin Hareketi Câzibe İçindir, Câzibe İstikrâr-ı Manzumesi İçindir
Güneş bir meyvedârdır; silkinir; tâ düşmesin müncezib seyyar olan yemişleri.
Ger sükûtuyla sükûnet eylese, cezbe kaçar, ağlar fezâda muntâzam meczubları.
* * *
Küçük Şeyler Büyük Şeylerle Merbuttur
Sivrisinek gözünü halkeyleyendir mutlaka, Güneşi hem kehkeşi halkeylemiş.
Pirenin mîdesini tanzim edendir mutlaka, manzume-i şemsiyeyi nazmeylemiş.
Gözde rü'yet, mîdede hem ihtiyacı dercedendir mutlaka, semâ gözüne ziya sürmesi çekmiş, zemin yüzüne gıda sofrası sermiş.
* * *
Kâinatın Nazmında Büyük Bir İ'caz Var
Kâinatın gör ki te'lifinde bir i'câz var. Ger bütün esbab-ı tabiiye bilfarz-ıl muhal
Ola herbiri muktedir bir fâil-i muhtar. O i'câza karşı nihayet acz ile bil-imtisâl
Ederek secde ki سُبْحَانَكَ لاَ قُدْرَةَ فِينَا رَبَّنَا اَنْتَ الْقَدِيرُ اْلاَزَلِىُّ ذُوالْجَلاَلِ
* * *

Unknown dedi ki...

Kudrete Nisbet Her Şey Müsavidir
مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ
Bir kudret-i zâtiyedir, hem ezelî; acz tahallül edemez.
Onda merâtib olmayıp, mevani' tedâhül edemez. İsterse küll, isterse cüz' nisbet tefâvüt eylemez.
Çünki her şey bağlıdır her şey ile. Her şeyi yapamayan bir şeyi de yapamaz.
* * *
Kâinatı Elinde Tutamayan, Zerreyi Halkedemez
Tesbih gibi nazmeyleyip kaldıracak; arzımızı, şümûsu, nücumu, hasra gelmez
Şu fezânın başına hem sinesine takacak öyle kuvvetli ele bir kimse mâlik olmasa
Dünyada hiçbir şeyde dâva-yı halk edip, iddia-yı îcad edemez.
* * *
İhya-yı Nev', İhya-yı Ferd Gibidir
Mevt-âlûd bir nevm ile kışta uyuşmuş bir sinek, nasıl onun ihyası kudrete ağır gelmez.
Şu dünyanın mevti de, ihyası da öyledir. Bütün zîruh ihyası onda fazla nazlanmaz.
* * *
Tabiat, Bir San'at-ı İlâhiyyedir
Değil tâbi' tabiat, belki matba'. Değil nakkaş, o belki bir nakıştır.
Değil fâil, o kabildir. Değil masdar, o mistardır.
Değil nâzım, o nizâmdır.
Değil kudret, o kanundur. İradî bir şeriattır, değil hâric-i hakikatdar,
* * *
(Orjinal Sayfa: 744)
Vicdan, Cezbesi İle Allah'ı Tanır
Vicdanda mündemiçtir, bir incizab ve cezbe. Bir câzibin cezbiyle dâim olur incizab.
Cezbe düşer zîşuur, ger Zülcemâl görünse. Etse tecelli daim pürşa'şaa bîhicab.
Bir Vâcib-ül Vücud'a, Sahib-i Celâl ve Cemâl; şu fıtrat-ı zîşuur kat'î şehadet-meab.
Bir şahidi o cezbe, hem diğeri incizab.
* * *
Fıtratın Şehadeti Sadıkadır
Fıtratta yalan yoktur; ne dediyse doğrudur. Çekirdeğin lisanı,
Meyl-i nümuv der: «Ben, sünbüllenip meyvedâr...» Doğru çıkar Beyânı:
Yumurtanın içinde, derin derin söyler hayatın meyelânı..
Ki: «Ben piliç olurum, izn-i İlahî ola.» Sadık olur lisanı.
Bir avuç su, bir demir gülle içinde eğer niyet etse incimad. Bürudetin zamanı
İçindeki inbisat meyli der: «Genişlen, bana lâzım fazla yer.» Bir emr-i bîemanî..
Metin demir çalışır, onu yalan çıkarmaz. Belki onda doğruluk, hem de sıdk-ı cenanî
O demiri parçalar. Şu meyelânlar bütün birer emr-i tekvînî, birer hükm-ü Yezdânî.
Birer fıtrî şeriat, birer cilve-i irade. İrâde-i İlâhî, idare-i ekvânî
Emirleri şunlardır: Birer birer meyelân, birer birer imtisâl, evâmir-i Rabbânî.
Vicdandaki tecelli aynen böyle cilvedir; ki incizab ve cezbe iki Mûsaffâ cânı.
İki mücellâ camdır, akseder içinde Cemâl-i Lâyezâlî, hem de nur-u îmânî.
* * *
(Orjinal Sayfa: 745)
Nübüvvet Beşerde Zaruriyyedir
Karıncayı emîrsiz, arıları ya'subsuz bırakmayan kudret-i ezeliyye; elbette
Beşeri de bırakmaz şeriatsız, nebîsiz. Sırr-ı nizâm-ı âlem, böyle ister elbette.
* * *
Meleklerde Mi'rac, İnsanlarda Şakk-ı Kamer Gibidir
Bir mi'racî kerametle melekler, gördüler elhak! Ki müsellem bir nübüvvette muazzam bir velâyet var.
O parlak Zât, burâka binmiş de berk olmuş. Kamervârî serâser, âlem-i nuru da görmüştür.
Şu şehadet âleminde münteşir insanlara hissî büyük bir mu'cize nasılki اِنْشَقّالْقَمَرُ dir.
Bu mi'racdır, âlem-i ervahdaki sâkinlere en büyük bir mu'cize ki,
سُبْحَانَ الَّذِى اَسْرَى dır.
* * *
Kelime-i Şehadetin Bürhân'ı İçindedir
Kelime-i şehadet.. vardır iki kelâmı. Birbirine şahiddir, hem delil ve bürhândır.
Birincisi, sâniye bir bürhân-ı limmîdir. İkincisi, evvele bir bürhân-ı innîdir.
* * *
Hayat Bir Çeşit Tecelli-i Vahdettir
Hayat bir nur-u vahdettir. Şu kesrette eder tevhid tecelli. Evet, bir cilve-i vahdet eder kesretleri tevhid ve yekta.
Hayat bir şeyi herşeye eder mâlik. Hayatsız şey.. ona nisbet ademdir cümle eşya.
* * *
(Orjinal Sayfa: 746)
Ruh, Vücud-u Hâricî Giydirilmiş Bir Kanundur
Ruh bir nuranî kanundur, vücud-u haricî giymiş bir namustur; şuuru başına takmış.
Bu mevcûd ruh, şu mâkul kanuna olmuş iki kardeş, iki yoldaş.
Sabit ve hem dâim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi hem âlem-i emir, hem irade vasfından gelir.
Kudret vücud-u hissî giydirir, şuuru başına takar, bir seyyâle-i lâtifeyi o cevhere sadef eder.
Eğer enva'daki kanunlara kudret-i Hâlık vücud-u haricî giydirirse, herbiri bir ruh olur.
Ger vücudu ruh çıkarsa, başından şuuru indirirse, yine lâyemut kanun olur.

Unknown dedi ki...

Hayatsız Vücud, Adem Gibidir
Ziya ile hayatın herbiri, mevcûdâtın birer keşşafıdır. Bak: Nur-u hayat olmazsa,
Vücud, adem-âlûddur; belki adem gibidir. Evet garib, yetimdir; hayatsız ger Kamer'se...
* * *
Hayat Sebebiyle Karınca Küreden Büyük Olur
Ger mîzan-ül vücudla karıncayı tartarsan, ondan çıkan kâinat Küremize sıkışmaz.
Bence küre hayevandır, başkaların zannınca meyyit olan Küreyi ger getirip koyarsan
Karıncanın karşısına, o zîşuur başının nısfı bile olamaz.
* * *
Nasrâniyet İslâmiyete Teslim Olacak
Nasraniyet, ya intifa ya ıstıfa bulacak. İslâm'a karşı teslim olup terk-i silâh edecek.
Mükerreren yırtıldı, purutluğa tâ geldi, purutlukta görmedi ona salâh verecek.
(Orjinal Sayfa: 747)
Perde yine yırtıldı, mutlak dalâle düştü. Bir kısmı lâkin, Bâzı yakınlaştı Tevhide; onda felâh görecek.
Hâzırlanır şimdiden (*) yırtılmaya başlıyor. Sönmezse safvet bulup İslâma mal olacak.
Bu bir sırr-ı azîmdir, ona remz u işaret; Fahr-i Rusül demiştir: «İsa, Şer'im ile amel edip ümmetimden olacak.»
* * *
Tebaî Nazar, Muhali Mümkin Görür
Meşhurdur ki: Îdin hilâline bakardı Cemâat-ı kesîre. Kimse bir şey görmedi.
Zevâlî bir ihtiyar yemin etti ki: «Gördüm.» Halbuki gördüğü, kirpiğinin tekavvüs etmiş beyaz bir kılı idi.
O kıl oldu onun hilâli. O mukavves kıl nerede! Hilâl olmuş Kamer nerede! Ger anladın şu remzi:
Zerrattaki harekât; kirpik-i aklın olmuş, birer kıl-ı zulmettar.. kör etmiş maddî gözü.
Teşkil-i cümle enva' fâilini göremez, düşer başına dalâl.
O hareket nerede! Nazzam-ı kevn nerede! Onu ona vehmetmek, muhal ender muhal!..
* * *
Kur'an Âyine İster, Vekil İstemez
Ümmetteki cumhuru, hem avâmın umumu; bürhândan ziyade me'hazdaki kudsiyet şevk-i itaat verir, sevkeder imtisâle.
Şeriat yüzde doksanı; müsellemât-ı şer'î, zaruriyâ t-ı dinî birer elmas sütundur.
İçtihadî, hilafî, fer'î olan mesâil; yüzde ancak on olur. Doksan elmas sütunu, on altının sahibi
Kesesine koyamaz, ona tâbi kılamaz. Elmasların mâdeni: Kur'an ve hem Hadîstir. Onun malı.. oradan, her zaman istemeli.
Kitablar, içtihadlar Kur'anın âyinesi, yahut dürbin olmalı. Gölge, vekil istemez o Şems-i Mu'cizbeyân.
_________________________________
(*) Bu dehşetli Harb-i Umumî neticesindeki vaziyete işaret eder. Belki, İkinci Harb-i Umumîden tam haber verir.
* * *
(Orjinal Sayfa: 748)
Mübtıl, Bâtılı Hak Nazarıyla Alır
İnsandaki fıtratı mükerrem olduğundan, kasden hakkı arıyor. Bâzan gelir eline, bâtılı hak zanneder; koynunda saklıyor...
Hakikatı kazarken ihtiyarı olmadan dalâl düşer başına; hakikattır zanneder, kafasına geçirir.
* * *
Kudretin Âyineleri Çoktur
Kudret-i Zülcelâl'in pekçoktur mir'atleri. Herbiri ötekinden daha eşeff ve eltaf pencereler açıyor bir âlem-i misâle.
Sudan havaya kadar, havadan tâ esîre, esîrden tâ misâle, misâlden tâ ervaha, ervahtan tâ zamana, zamandan tâ hayale,
Hayâlden fikre kadar muhtelif âyineler, daima temsil eder şuûnat-ı seyyâle. Kulağınla nazar et âyine-i havaya: Kelime-i vâhide, olur milyon kelimât!
Acib istinsah eder o kudretin kalemi.. şu sırr-ı tenâsülât...
* * *
Temessülün Aksamı Muhtelifedir
Âyinede temessül, münkasım dört sûrete: Ya yalnız hüviyet; ya beraber hâsiyet; ya hüviyet hem şû'le-i mahiyet; ya mahiyet, hüviyet.
Eğer misâl istersen, işte insan ve hem şems, melek ve hem kelime. Kesifin timsalleri, âyinede oluyor birer müteharrik meyyit.
Bir ruh-u nuranînin, kendi mir'atlarında timsalleri oluyor birer hayy-ı murtabıt; aynı olmazsa eğer, gayrı dahi olmayıp
Birer nur-u münbasit. Ger şems hayvan olaydı; olur harareti hayatı, ziya onun şuuru.. şu havassa mâliktir âyinede timsali.
İşte budur şu esrarın miftahı: Cebrail hem Sidre'de, hem Sûret-i Dıhye'de meclis-i Nebevî'de,
Hem kim bilir kaç yerde!.. Azrail'in bir anda Allah bilir kaç yerde, ruhları kabzediyor. Peygamber'in bir anda,
Hem keşf-i evliyada, hem sâdık rü'yalarda ümmetine görünür, hem Haşirde umum ile şefaatle görüşür.
Velilerin ebdâlı, çok yerlerde bir anda zuhur eder, görünür.

Unknown dedi ki...

Hayatsız Vücud, Adem Gibidir
Ziya ile hayatın herbiri, mevcûdâtın birer keşşafıdır. Bak: Nur-u hayat olmazsa,
Vücud, adem-âlûddur; belki adem gibidir. Evet garib, yetimdir; hayatsız ger Kamer'se...
* * *
Hayat Sebebiyle Karınca Küreden Büyük Olur
Ger mîzan-ül vücudla karıncayı tartarsan, ondan çıkan kâinat Küremize sıkışmaz.
Bence küre hayevandır, başkaların zannınca meyyit olan Küreyi ger getirip koyarsan
Karıncanın karşısına, o zîşuur başının nısfı bile olamaz.
* * *
Nasrâniyet İslâmiyete Teslim Olacak
Nasraniyet, ya intifa ya ıstıfa bulacak. İslâm'a karşı teslim olup terk-i silâh edecek.
Mükerreren yırtıldı, purutluğa tâ geldi, purutlukta görmedi ona salâh verecek.
(Orjinal Sayfa: 747)
Perde yine yırtıldı, mutlak dalâle düştü. Bir kısmı lâkin, Bâzı yakınlaştı Tevhide; onda felâh görecek.
Hâzırlanır şimdiden (*) yırtılmaya başlıyor. Sönmezse safvet bulup İslâma mal olacak.
Bu bir sırr-ı azîmdir, ona remz u işaret; Fahr-i Rusül demiştir: «İsa, Şer'im ile amel edip ümmetimden olacak.»
* * *
Tebaî Nazar, Muhali Mümkin Görür
Meşhurdur ki: Îdin hilâline bakardı Cemâat-ı kesîre. Kimse bir şey görmedi.
Zevâlî bir ihtiyar yemin etti ki: «Gördüm.» Halbuki gördüğü, kirpiğinin tekavvüs etmiş beyaz bir kılı idi.
O kıl oldu onun hilâli. O mukavves kıl nerede! Hilâl olmuş Kamer nerede! Ger anladın şu remzi:
Zerrattaki harekât; kirpik-i aklın olmuş, birer kıl-ı zulmettar.. kör etmiş maddî gözü.
Teşkil-i cümle enva' fâilini göremez, düşer başına dalâl.
O hareket nerede! Nazzam-ı kevn nerede! Onu ona vehmetmek, muhal ender muhal!..
* * *
Kur'an Âyine İster, Vekil İstemez
Ümmetteki cumhuru, hem avâmın umumu; bürhândan ziyade me'hazdaki kudsiyet şevk-i itaat verir, sevkeder imtisâle.
Şeriat yüzde doksanı; müsellemât-ı şer'î, zaruriyâ t-ı dinî birer elmas sütundur.
İçtihadî, hilafî, fer'î olan mesâil; yüzde ancak on olur. Doksan elmas sütunu, on altının sahibi
Kesesine koyamaz, ona tâbi kılamaz. Elmasların mâdeni: Kur'an ve hem Hadîstir. Onun malı.. oradan, her zaman istemeli.
Kitablar, içtihadlar Kur'anın âyinesi, yahut dürbin olmalı. Gölge, vekil istemez o Şems-i Mu'cizbeyân.
_________________________________
(*) Bu dehşetli Harb-i Umumî neticesindeki vaziyete işaret eder. Belki, İkinci Harb-i Umumîden tam haber verir.
* * *
(Orjinal Sayfa: 748)
Mübtıl, Bâtılı Hak Nazarıyla Alır
İnsandaki fıtratı mükerrem olduğundan, kasden hakkı arıyor. Bâzan gelir eline, bâtılı hak zanneder; koynunda saklıyor...
Hakikatı kazarken ihtiyarı olmadan dalâl düşer başına; hakikattır zanneder, kafasına geçirir.
* * *
Kudretin Âyineleri Çoktur
Kudret-i Zülcelâl'in pekçoktur mir'atleri. Herbiri ötekinden daha eşeff ve eltaf pencereler açıyor bir âlem-i misâle.
Sudan havaya kadar, havadan tâ esîre, esîrden tâ misâle, misâlden tâ ervaha, ervahtan tâ zamana, zamandan tâ hayale,
Hayâlden fikre kadar muhtelif âyineler, daima temsil eder şuûnat-ı seyyâle. Kulağınla nazar et âyine-i havaya: Kelime-i vâhide, olur milyon kelimât!
Acib istinsah eder o kudretin kalemi.. şu sırr-ı tenâsülât...
* * *
Temessülün Aksamı Muhtelifedir
Âyinede temessül, münkasım dört sûrete: Ya yalnız hüviyet; ya beraber hâsiyet; ya hüviyet hem şû'le-i mahiyet; ya mahiyet, hüviyet.
Eğer misâl istersen, işte insan ve hem şems, melek ve hem kelime. Kesifin timsalleri, âyinede oluyor birer müteharrik meyyit.
Bir ruh-u nuranînin, kendi mir'atlarında timsalleri oluyor birer hayy-ı murtabıt; aynı olmazsa eğer, gayrı dahi olmayıp
Birer nur-u münbasit. Ger şems hayvan olaydı; olur harareti hayatı, ziya onun şuuru.. şu havassa mâliktir âyinede timsali.
İşte budur şu esrarın miftahı: Cebrail hem Sidre'de, hem Sûret-i Dıhye'de meclis-i Nebevî'de,
Hem kim bilir kaç yerde!.. Azrail'in bir anda Allah bilir kaç yerde, ruhları kabzediyor. Peygamber'in bir anda,
Hem keşf-i evliyada, hem sâdık rü'yalarda ümmetine görünür, hem Haşirde umum ile şefaatle görüşür.
Velilerin ebdâlı, çok yerlerde bir anda zuhur eder, görünür.

Unknown dedi ki...

Müstaid, Müçtehid Olabilir; Müşerri' Olamaz
İçtihadın şartını haiz olan her müstaid, ediyor nefsi için, nass olmıyanda içtihad; Ona lâzım, gayre ilzam edemez.
Ümmeti dâvetle teşri' edemez. Fehmi, şeriattan olur; lâkin şeriat olamaz. Müçtehid olabilir; fakat müşerri' olamaz.
İcma' ile cumhurdur, sikke-i şer'i görür. Bir fikre dâvet etmek; zann-ı kabûl-ü cumhur, şart-ı evvel oluyor.
Yoksa, dâvet bid'attır; reddedilir. Ağzına tıkılır; onda daha çıkamaz...
* * *
Nur-u Akıl, Kalbden Gelir
Zulmetli münevverler bu sözü bilmeliler: Ziya-yı kalbsiz olmaz nur-u fikir münevver.
O nur ile bu ziya meczolmazsa zulmettir; zulüm ve cehli fışkırır. Nurun libasını giymiş bir zulmet-i müzevver.
Gözünde bir nehar var; lâkin ebyaz ve muzlim. İçinde bir sevad var, ki bir leyl-i münevver.
O içinde bulunmazsa, o şahm-pare göz olmaz; sende birşey göremez. Basiretsiz basar da para etmez.
Ger fikret-i beyzâda süveyda-i kalb olmazsa, halita-i dimağî ilim ve basiret olmaz. Kalbsiz akıl olamaz.
* * *
Dimağda Merâtib-i İlim Muhtelifedir, Mültebise
Dimağda merâtib var birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir,
Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizâm, sonra îtikad gelir.
İtikadın başkadır, iltizâmın başkadır. Herbirinden çıkar bir hâlet; Salâbet îtikaddan,
Taassub iltizâmdan, imtisâl iz'andan, tasdikten iltizâm, taakkulde bîtaraf, bîbehre tasavvurda,
(Orjinal Sayfa: 750)
Tahayyülde safsata hasıl olur, mezcine eğer olmaz muktedir. Bâtıl şeyleri güzel tasvir etmek, her demde. Sâfi olan zihinleri cerhdir, hem idlâli...
* * *
Hazmolmayan İlim, Telkin Edilmemeli
Hakikî mürşid-i âlim; koyun olur, kuş olmaz. Hasbî verir ilmini.
Koyun verir kuzusuna hazmolmuş Mûsaffâ sütünü.
Kuş veriyor ferhine lûab-âlûd kayyını.
* * *
Tahrib Esheldir; Zaîf, Tahribci Olur.
Vücud-u cümle ecza, şart-ı vücud-u külldür. Adem ise, oluyor bir cüzün ademiyle; tahrib eshel oluyor.
Bundandır ki: Âciz adam, sebeb-i zuhur-u iktidar-ı müsbete hiç yanaşmaz. Menfice müteharrik, dâim tahribkâr olur.
* * *
Kuvvet Hakka Hizmetkâr Olmalı.
Hikmetteki desâtir, hükümette nevâmis, hakta olan kavânîn, kuvvetteki
kavâid birbiriyle olmazsa müstenid ve müstemid:
Cumhur-u Nasda olmaz, ne müsmir ve müessir. Şeriatte şeâir; kalır mühmel, muattal. Umur-u nâsda olmaz, müstenid ve mu'temid.
* * *
Bâzan Zıd, Zıddını Tâzammun Eder
Zaman olur zıd, zıddını saklarmış. Lisan-ı siyasette lâfz, mânanın zıddıdır. Adâlet külahını (*)
Zulüm başına geçirmiş. Hamiyet libasını, hıyanet ucuz giymiş.
Cihad ve hem gazâya, bâğî ismi takılmış. Esaret-i hayvânî, istibdâd-ı şeytanî; hürriyet nam verilmiş. Zıdlarda emsâl olmuş, sûretlerde tebâdül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî.
_____________________
(*) Bu zamanı tam görmüş gibi bahseder.
* * *
(Orjinal Sayfa: 751)
Menfaatı Esâs Tutan Siyaset Canavardır
Menfaat üzere çarhı kurulmuş olan siyaset-i hâzıra; müfteristir, canavar.
Aç olan canavara karşı tahabbüb etsen merhametini değil, iştihasını açar.
Sonra döner, geliyor; tırnağının, hem dişinin kirasını senden ister.
* * *
Kuva-yı İnsâniyye Tahdid Edilmediğinden Cinâyeti Büyük Olur
Hayvanın hilâfına, insandaki kuvveler, fıtrî tahdid olmamış. Onda çıkan hayr ü şer, lâyetenâhî gider.
Onda olan hodgâmlık, bundan çıkan hodbinlik, gurur, inad birleşse; öyle günah oluyor (*) ki beşer şimdiye kadar Ona isim bulmamış. Cehennem'in lüzumuna delil olduğu gibi, cezası da yalnız Cehennem olabilir.
Hem meselâ: Bir adam, tek yalancı sözünü doğru göstermek için, İslâm'ın felâketini kalben arzu eder.
Şu zaman da gösterdi: Cehennem lüzumsuz olmaz, Cennet ucuz değildir.
* * *

Unknown dedi ki...

Bâzan Hayır, Şerre Vasıta Olur
Havastaki meziyet filhakika sebebdir tevazu', mahviyete; olmuş maatteessüf sebeb tahakküme,
Tekebbüre hem illet. Fakirlerdeki aczi; âmîlerdeki fakrı filhakika sebebdir ihsan ve merhamete.
Lâkin maatteessüf müncer olmuştur şimdi, zillet ve esarete. Bir şeyde hasıl olan mehâsin ve şerefse;
Havas ve rüesâya o şey peşkeş edilir. O şeyden neş'et eden seyyiat ve şer ise; efrad ve hem avâma
Taksim, tevzi' edilir. .
Aşiret-i galibde hasıl olan şerefse: «Hasan Ağa, âferin!» Hasıl olan şer ise,
Efrada olur nefrin. Beşerde şerr-i hazîn!..
_______________________________
(*) Bunda da bir işaret-i gaybiye var
* * *
(Orjinal Sayfa: 752)
Gaye-i Hayâl Olmazsa, Enâniyet Kuvvetleşir
Bir gaye-i hayâl olmazsa, yahut nisyan basarsa, ya tenâsi edilse; elbette zihinler enelere dönerler,
Etrafında gezerler. Ene kuvvetleşiyor, bâzan sinirleniyor.
Delinmez, tâ «nahnü» olsun. Enesini sevenler, başkaları sevmezler.
* * *
Hayat-ı İhtilâl; Mevt-i Zekat, Hayat-ı Ribâdan Çıkmış
Bilcümle ihtilâlât, bütün herc ü fesadat; hem asıl, hem mâdeni.. rezâil ve seyyiat, bütün fâsid hasletler,
Muharrik ve menbaı iki kelimedir tek.. yahut iki kelâmdır. Birincisi şudur ki: «Ben tok olsam, başkalar Acından ölse neme lâzım!..» İkincisi: «Rahatım için zahmet çek; sen çalış, ben yiyeyim. Benden yemek, senden emekler!»
Birinci kelimede olan semm-i katili, hem kökünü kesecek, şâfi deva olacak tek bir devası vardır.
O da zekât-ı şer'î ki, bir rükn-ü İslâmdır. İkinci kelimede, zakkum-şecer münderic. Onun ırkını kesecek, ribanın hurmetidir.
Beşer salâh isterse, hayatını severse; zekâtı vaz' etmeli, ribayı kaldırmalı.
* * *
Beşer Hayatını İsterse, Envâ-ı Ribayı Öldürmeli
Tabaka-i havastan tabaka-i avâma sıla-i rahm kopmuştur. Aşağıdan fırlıyor
Sada-yı ihtilâlî, vaveylâ-yı intikamî, kin ü hased enîni... Yukarıdan iniyor
Zulüm ve tahkir ateşi, tekebbürün sıkleti, tahakküm sâıkası... Aşağıdan çıkmalı
Tahabbüb ve itâat, hürmet ve hem imtisâl. Fakat merhamet ve ihsan yukarıdan inmeli,
Hem şefkat ve terbiye... Beşer bunu isterse sarılmalı zekâta, ribayı tardetmeli.
(Orjinal Sayfa: 753)
Kur'anın adâlet i bâb-ı âlemde durup ribaya der: «Yasaktır! Hakkın yoktur, dönmeli!»
Dinlemedi bu emri, beşer yedi bir sille. (*) Müdhişini yemeden bu emri dinlemeli.
.
* * *
Beşer Esirliği Parçaladığı Gibi, Ecîrliği de Parçalayacaktır
Bir rü'yada demiştim: Devletler, milletlerin hafif muharebesi; tabakat-ı beşerin şedid olan harbine terk-i mevki ediyor.
Zira beşer, edvarda esirlik istemedi, kanıyla parçaladı. Şimdi ecîr olmuştur; onun yükünü çeker, onu da parçalıyor.
Beşerin başı ihtiyar; edvâr-ı hamsesi var. Vahşet ve bedeviyet, memlûkiyet, esaret, şimdi dahi ecîrdir, başlamıştır geçiyor.
* * *
Gayr-ı Meşru Tarîk, Zıdd-ı Maksuda Gider
اَلْقَاتِلُلاَيَرِثُ bir düstur-u azîmdir: "Gayr-ı meşru tarîk ile bir maksada giden zât, galiben maksudunun zıddıyla görür mücâzat.»
Avrupa muhabbeti, gayr-ı meşru muhabbet, hem taklid ve hem ülfet.
Âkibeti mükâfat: Mahbubun gaddârane adâveti, cinâyât...
Fâsık-ı mahrum bulmaz, ne lezzet ve ne necat.
* * *
Cebr ve İtizalde Birer Dâne-i Hakikat Bulunur
Ey tâlib-i hakikat! Mâziye, hem musibet; müstakbel ve masiyet ayrı görür şeriat. Mâziye, mesâibe nâzar olur kadere.
_________________________________________
(*) Kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir. Evet beşer dinlemedi, ikinci harb-i umumî ile bu dehşetli silleyi de yedi
(Orjinal Sayfa: 754)
Söz olur Cebriye. Müstakbel ve maâsî nazar olur teklife, söz olur İtizâle. İtizâl ile Cebr
Şurada barışırlar. Şu bâtıl mezheblerde birer dâne-i hakikat mevcûd münderiçtir; mahsus mahalli vardır; bâtıl olan ta'mimdir.

Unknown dedi ki...

Acz ve Cez' Bîçarelerin Kârıdır
Ger istersen hayatı, çaresi bulunan şeyde acze yapışma.
Ger istersen rahatı, çareleri bulunmayan şeyde ceza'a sarılma.
* * *
Bâzan Küçük Bir Şey, Büyük Bir İş Yapar
Öyle şerait oluyor, tahtında az bir hareke sahibini çıkarıyor tâ âlâ-yı illiyyîn...
Öyle hâlât oluyor ki; küçük bir hareket, kâsibini indiriyor tâ esfel-i sâfilîn...
* * *
Bâzılara Bir An, Bir Senedir
Fıtratların bir kısmı birdenbire parlıyor. Bir kısmı tedricîdir, şey'en şey'en kalkıyor. Tabiat-ı insanî ikisine de benziyor.
Şeraite bakıyor; ona göre değişir. Bâzan tedricî gider. Bâzan dahi oluyor barut gibi zulmânî, birdenbire fışkırıyor.
Nûrânî bir nar olur. Bâzı olur bir nazar, fahmi elmas ediyor. Bâzı olur bir temas, taşı iksir ediyor. Bir nazar-ı peygamber,
Birdenbire kalbeder; bir bedevî-i câhil, bir ârif-i münevver. Eğer mizan istersen: İslâm'dan evvel Ömer, İslâm'dan sonra Ömer...
Birbiriyle kıyası: Bir çekirdek, bir şecer... Def'aten verdi semer, o nazar-ı Ahmedî, o himmet-i Peygamber...
Ceziret-ül Arab'da, fahmolmuş fıtratları kalbetti elmaslara... Birdenbire serâser...
Barut gibi ahlâkı parlattırdı, oldular birer nur-u münevver.
* * *
(Orjinal Sayfa: 755)
Yalan, Bir Lâfz-ı Kâfirdir
Bir dâne sıdk, yakar milyonla yalanı. Bir dâne-i hakikat, yıkar kasr-ı hayâli. Sıdk büyük esâstır, bir cevher-i ziyalı.
Yeri verir sükûta, eğer çıksa zararlı... Yalana yer hiç yoktur, çendan olsa faydalı. Her sözün doğru olsun, her hükmün hak olmalı.
Lâkin hakkın olamaz, her doğruyu söz etmek. Bunu iyi bilmeli. «'Huz mâ safâ da' mâ keder» kendine düstur etmeli.
Güzel gör, hem güzel bak. Tâ güzel düşünmeli. Güzel bil, hem güzel düşün. Tâ leziz hayatı bulmalı.
Hayat içinde hayattır, hüsn-ü zanda emeli. Sû-i zanla yeistir: Saâdet muharribi, hem de hayatın katili.
* * *
Bir Meclis-i Misâlîde
Şeriatla medeniyet-i hâzıra, dehâ-i fennî ile hüdâ-yı şer'î müvazeneleri
Birinci Harbin Mütareke başında, bir Cuma gecesinde bir rü'yâ-yı sâdıkada, misâlî âleminde, bir meclis-i azîmde, benden suâl ettiler:
«Mağlûbiyet sonunda İslâm'ın âleminde ne hal peyda olacak» Asr-ı hâzır meb'usu sıfatıyla söyledim; onlar da dinlediler:
Eski zamandan beri istiklâl-i İslâm'ın bekası, hem Kelimetullah'ın i'lâsı için, farz-ı kifaye-i cihadı; o lâzime-i diyanet
Deruhde ile, kendini yekvücud-u vahdânî, İslâm'ın âlemine fedâya vazifedâr, hilâfete bayrakdar görmüş olan bu devlet,
Şu millet-i İslâm'ın felâket-i mâzisi, getirecek de elbet İslâm'ın âlemine saadet ve hürriyet. Olur geçen musibet,
İstikbalde telafi. Üçü veren, üçyüzü kazandıran, etmiyor elbette hiç hasâret. Hâlini istikbâle tebdil eder, zîhimmet...
Zira ki şu musibet; hayatımız mâyesi olan şefkat, uhuvvet, tesânüd-ü İslâmî hârikulâde etti, inkişaf-ı uhuvvet
( Tesri-i ihtizazı. Tahrib-i medeniyet, deniyet-i hâzıra sûreti değişecek, sistemi bozulacak; zuhur edecek o vakit,
(Orjinal Sayfa: 756)
İslâmî medeniyet. Müslümanlar bil'ihtiyar elbet evvel girecek. Müvazene istersen: Şer'in medeniyeti, şimdiki medeniyet
Esâslara dikkat et, âsârlara nazar et. Şimdiki medeniyet esâsâtı menfîdir. Menfî olan beş esâs ona temel, hem kıymet.

Unknown dedi ki...

Onlarla çarh kurulur. İşte nokta-i istinad: Hakka bedel kuvvettir.
Kuvvet ise, şe'nidir tecâvüz ve taâruz; bundan çıkar hıyânet.
Hedef-i kasdı, fazilet bedeline hasis bir menfaattır. Menfaatın şe'nidir tezahüm ve tehasum; bundan çıkar cinâyet.
Hayattaki kanunu, teâvün bedeline bir düstur-u cidâldir. Cidâlin şe'ni budur: Tenâzü' ve tedâfü'; bundan çıkar sefâlet..
Akvamların beyninde râbıta-i esâsı: Âherin zararına müntebih unsuriyyet. Başkaları yutmakla beslenir, alır kuvvet.
Milliyet-i menfîye, unsuriyyet, milliyet; şe'ni olur daima böyle müdhiş tesadüm, böyle feci' telâtum, bundan çıkar helâket.
Beşincisi şudur ki: Câzibedar hizmeti: Heva, hevesi teşci', teshil; hevesâtı, arzuları da tatmin; bundan çıkar sefâhet.
O heva, hem heves, şe'ni budur daima: İnsanı memsuh eder, sîreti değiştirir. Mânevî meshediyor, değişir insâniyet.
Şu medenîlerden çoğunun, eğer içini dışına çevirirsen, görürsün: Başta maymunla tilki, yılanla ayı, hınzır. Sîreti olur Sûret.
Gelir hayâli karşına, postlarıyla tüyleri. İşte şununla görünür meydandaki âsârı. Zemindeki mevâzin mizanıdır şeriat...
Şeriattaki rahmet, semâ-i Kur'andandır. Medeniyet-i Kur'an esâsları müsbettir. Beş müsbet esâs üzere döner çarh-ı saadet.
Nokta-i istinadı; kuvvete bedel haktır. Hakkın dâim şe'nidir adâlet ve tevazün. Bundan çıkar selâmet, zâil olur şekavet.
Hedefinde menfaat yerine fazilettir. Faziletin şe'nidir muhabbet ve tecazüb. Bundan çıkar saâdet, zâil olur adâvet.
Hayattaki düsturu, cidal kıtâl yerine, düstur-u teâvündür. O düsturun şe'nidir ittihad ve tesanüd; hayatlanır cemâat.
Sûret-i hizmetinde, hevâ heves yerine hüdâ-yı hidâyettir. O hüdânın şe'nidir: İnsana lâyık tarzda terakki ve refahet.
Ruha lâzım Sûrette tenevvür ve tekâmül. Kitlelerin içinde cihet-ül vahdeti de tardeder unsuriyet, hem de menfî milliyet.
(Orjinal Sayfa: 757)
Hem onların yerine rabıta-i dinîdir, nisbet-i vatanîdir, alâka-i sınıfîdir, uhuvvet-i îmânî. Şu rabıtanın şe'nidir; samimî bir uhuvvet,
Umumî bir selâmet. Haric etse tecavüz, o da eder tedâfü'. İşte şimdi anladın; sırrı nedir ki küsmüş, almadı medeniyet.
Şimdiye kadar İslâmlar ihtiyarıyla girmemiş, şu medeniyet-i hâzıra.
Onlara yaramamış; hem de onlara vurmuş müdhiş kayd-ı esâret.
Belki nev'-i beşere tiryak iken zehir olmuş. Yüzde seksenini atmış meşakkat ve şekavet. Yüzde onu çıkarmış müzahraf bir saâdet!
Diğer onu bırakmış beyne beyne bîrahat! Zâlim ekallin olmuş gelen rıbh-i ticaret. Lâkin saadet odur: Külle ola saâdet.
Lâakal ekseriyete olsa medâr-ı necat. Nev'-i beşere rahmet nâzil olan şu Kur'an, ancak kabûl ediyor bir tarz-ı medeniyet;
Umuma, ya eksere verirse bir saâdet. Şimdiki tarz-ı hâzır, heves serbest olmuştur, heva da hür olmuştur, hayvanî bir hürriyet.
Heves tahakküm eder. Heva da müstebiddir, gayr-ı zarurî hâcatı hevâic-i zarurî hükmüne geçirmiştir. İzâle etti rahat...
Bedâvette bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtaç, fakir etmiştir. Sa'y-i helâl, masrafa etmemiştir kifâyet.
Onda hile, harama beşeri sevketmiştir. Ahlâkın esâsını şu noktadan bozmuştur. Cemâate hem nev'e vermiştir servet, haşmet.
Ferdi, şahsı ahlâksız, hem fakir eylemiştir. Bunun şahidi çoktur.
Kurûn-u ûlâdaki mecmu-u vahşet ve cinâyet, hem gadr ve hem hıyânet
Şu medeniyet-i habîse tek bir defada kustu. Midesi (*) daha bulanır.
Âlem-i İslâm'daki istinkâf-ı mânidar hem de bir cây-ı dikkat.
Kabûlde muzdaribdir, soğuk da davranmıştır. Evet Şeriat-ı Garra'da olan nur-u İlâhî, hassa-i mümtazıdır: İstiğnâ, istiklâliyet.

Unknown dedi ki...

Demek daha dehşetli kusacak. Evet iki harb-i umumî ile öyle kustu ki: Hava, deniz, kara yüzlerini bulandırdı, kanla lekeledi...
(Orjinal Sayfa: 758)
O hâssadır bırakmaz ki o nur-u hidâyet, şu medeniyet ruhu olan Roma dehası ona tahakküm etsin. Onda olan hidâyet,
Bundaki felsefe ile mezcolmaz, hem aşılanmaz, hem de tâbi' olamaz. İslâmiyet ruhunda şefkat izzet-i îman, beslediği şeriat Kur'an-ı Mu'ciz-Beyân tutmuş yed-i beyzâda hakaik-i şeriat.
O yemin-i beyzâda birer Asâ-yı Mûsâ'dır. Sehhar medeniyet, istikbalde edecek ona secde-i hayret...
Şimdi buna dikkat et: Eski Roma, Yunan'ın iki dehâsı vardı; bir asıldan tev'emdi, biri hayal-âlûddu, biri madde-perestti.
Su içinde yağ gibi imtizac olamadı. Mürur-u zaman istedi, medeniyet çabaladı. Hristiyanlık da çalıştı, temzicine muvaffak hiçbiri de olmadı.
Herbiri istiklâlini filcümle hıfzeyledi. Hattâ el'an âdeta o iki ruh, şimdi de cesedleri değişmiş, Alman Fransız oldu.
Güya bir nevi tenasüh başlarından geçmişti. Ey birader-i misâlî! Zaman böyle gösterdi. O ikiz iki deha, öküz gibi reddetti
Temzicin esbabını. Şimdi de barışmadı. Mâdem onlar tev'emdi, kardeş ve arkadaştı, terakkide yoldaştı; birbiriyle döğüştü.
Hiç de barışmadılar. Nasıl olur ki aslı, hem madeni, matlaı başka çeşit olmuştu. Kur'anda olan nûru, şeriat hidâyeti...
***
Şu Medeniyetin Ruhu Olan Roma Dehası, Birbiriyle Barışır Hem Mezc-i İttihadı
O dehâ ile bu hüdâ menşe'leri ayrıdır: Hüdâ semâdan indi, dehâ zeminden çıktı. Hüdâ kalbde işliyor, dimağı da işletir.
Dehâ dimağda işler, kalbi de karıştırır. Hüdâ ruhu eder tenvir, taneleri sünbüllettirir. Karanlıklı tabiat onunla ışıklanır.
İstîdad-ı kemâli birdenbire yol alır, nefs-i cismanî yapar hizmetkâr-ı emirber. Melek-sîma ediyor insan-ı himmetperver.
Dehâ ise: Evvelâ nefs u cisme bakıyor, tabiata giriyor, nefsi tarla ediyor. İstidad-ı nefsânî neşvünema buluyor.
Ruhu eder hizmetkâr, taneleri kuruyor. Şeytanın sîmasını beşerde gösteriyor.
Hüdâ, hayateyne saâdet veriyor. Dâreyne ziyâ neşrediyor. İnsanı yükseltiyor.
Deccal-misâl (*) dehâ-i a'ver, bir dar ile bir hayatı anlar; madde-perest olur ve dünya-perver. İnsanı yapar birer canavar.
_____________________________
(*) Bunda da bir ince işaret var.
(Orjinal Sayfa: 759)
Evet deha, sağır tabiata tapar. Kör kuvvete fermanber. Fakat hüdâ, şuurlu san'atı tanır, hikmetli kudrete bakar. Dehâ, zemine küfran perdesi çeker. Hüdâ, şükran nûrunu serper.
Bu sırdandır: Dehâ, a'mâ-i asamm; hüdâ, semî-i basîr. Dehânın nazarında, zemindeki nimetler sahibsiz ganîmettir.
Minnetsiz gasb ve sirkat, tabiattan koparmak canavarca his verir. Hüdânın nazarında; zeminin sinesinde kâinatın yüzünde
Serpilmiş olan niam, rahmetin semeratı. Her nimetin altında bir yed-i muhsin görür, şükran ile öptürür.
Bunu da inkâr etmem: Medeniyette vardır mehâsin-i kesîre.. lâkin onlar değildir ne Nasraniyyet malı, ne Avrupa îcadı,
Ne şu asrın san'atı.. Belki umum malıdır: Telâhuk-u efkârdan, semâvî şerayi'den, hem hâcât-ı fıtrîden, hususî şer'-i Ahmedî,
İslâmî inkılâbdan neş'et eden bir maldır. Kimse temellük etmez.
Misâlîler meclisi, o meclisin reisi tekrar sordu; hem dedi: «Musibet olur her dem hıyanet neticesi, mükâfatın sebebi. Ey şu asrın adamı! Kader bir sille vurdu, kazaya da çarptırdı
Hangi ef'âlinizle kazaya, hem kadere şöyle fetva verdiniz ki, kazâ-i İlâhî musibetle hükmetti, sizleri hırpaladı?
Hatâ-yı ekseriyet olur sebeb daima musibet-i âmmeye.» Dedim: Beşerin dalâlet-i fikrîsi, Nemrudane inadı,
Firavunane gururu şişti şişti zeminde, yetişti semâvata. Hem de dokundu hassas sırr-ı hilkate. Semâvattan indirdi
Tûfan, tâun misâli, şu harbin zelzelesi; gâvura yapıştırdı semâvî bir silleyi. Demek ki şu musibet, bütün beşer musibetiydi,
Nev'en umuma şâmil. Bir müşterek sebebi; maddiyyunluktan gelen dâlalet-i fikrîydi, hürriyet-i hayvanî, hevanın istibdadı...

Unknown dedi ki...

Hissemizin sebebi; erkân-ı İslâmîde ihmal ve terkimizdi. Zira Hâlık Teâlâ yirmidört saatten bir saati istedi,
Beş vakit namaz için yalnız o saati, bizden yine bizim için emretti, hem istedi. Tenbellikle terkettik, gafletle ihmal oldu.
Şöyle de ceza gördük: Beş senede, yirmidört saatte daima tâlim ve meşakkatle tahrik ve koşturmakla bir nevi namaz kıldırdı.
(Orjinal Sayfa: 760)
Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık, keffareten beş sene cebren oruç tutturdu.
Kendi verdiği malından, kırkından ya onundan birini zekât istedi.
Buhl ile hem zulmettik, haramı karıştırdık, ihtiyarla vermedikti.
O da bizden aldırdı müterâkim zekâtı, haramdan da kurtardı. Amel, cins-i cezadır. Ceza, cins-i ameldir. Sâlih amel ikiydi:
Biri müsbet ve ihtiyârî, biri menfî ızdırarî. Bütün âlâm, mesâib, a'mâl-i sâlihadır; lâkin menfîdir, ızdırarî. Hadîs teselli verdi.
Bu millet-i günahkâr kanıyla abdest aldı. Fiilî bir tövbe etti. Mükâfat-ı âcili, şu milletin humsu dört milyonu çıkardı
Derece-i velâyet, mertebe-i şehadet ile gazilik verdi, günahı sildi. Bu meclis-i âlî-i misâlî, bu sözü tahsin etti.
Ben de birden uyandım, belki yakaza ile yeni yattım. Bence yakaza rü'yadır,
Rü'ya bir nevi yakazadır. Orada asrın vekili, burada Said-i Nursî...
* * *
Cehil, Mecazı Eline Alsa Hakikat Yapar
İlmin elinden eğer cehlin eline düşse mecaz, eder inkılâb hakikata, hem açar hurafata kapılar.
Küçüklüğümde gördüm ki hasf olmuştu Kamer. Sordum ben vâlidemden. Dedi: «Yılan yutmuştur.» Dedim: «Neden görünür?»
Dedi: «Orada yılanlar böyle nim-şeffaf olur.» İşte böyle bir mecaz hakikat zannedilmiş: Medâr-ı Şems ve Kamer
Tekatu' noktaları olan re's ve zenebde Arz'ın hayluletiyle bir Emr-i İlahiyle münhasif olur Kamer.
İki kavs-i mevhume tinnineyn yâdedilmiş, hayâlî bir teşbih ile isim, müsemma olmuş. Tinnin ise yılandır.
* * *
Mübalağa Zemm-i Zımnîdir
Hangi şeyi vasfetsen olduğu gibi vasfet. Medhin mübalâğası bence zemm-i zımnîdir.
İhsan-ı İlahîden fazla ihsan, ihsan değildir...
* * *
(Orjinal Sayfa: 761)
Şöhret Zalimedir
Şöhret bir müstebiddir, sahibine mal eder başkasının malını.
Meşhur Hoca Nasreddin letâifi içinde, zekâtı -yâni, onda biri onundur- asıl malı...
Rüstem-i Sistanî onun hayal-i şanı garet etti bir asır mefâhir-i İranı. Gasb ve garetle şişti o namdar hayali..
Hurafata karıştı, attı nev'-i insanı..
* * *
Din İle Hayat Kabil-i Tefrik Olduğunu Zannedenler Felâkete Sebebdirler
Şu jön-türkün hatâsı; bilmedi o bizdeki din hayatın esâsı. Millet ve İslâmiyet ayrı ayrı zannetti.
Medeniyet müstemir, müstevli vehmeyledi. Saadet-i hayatı içinde görüyordu. Şimdi zaman gösterdi,
Medeniyet sistemi (*) bozuktu, hem muzırdı; tecrübe-i kat'iye bize bunu gösterdi.
Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esâsı. İhyâ-yı din ile olur şu milletin ihyası. İslâm bunu anladı...
Başka dinin aksine, dinimize temessük derecesi nisbeten milletin terakkisi. İhmali nisbetinde idi milletin tedennisi. Tarihî bir hakikat, ondan olmuş tenâsi...
* * *
Mevt, Tevehhüm Edildiği Gibi Dehşetli Değil
Dalâlet vehmidir; mevti dehşetlendirir. Mevt, tebdil-i câmedir, ya tahvil-i mekândır. Sicinden bostana çıkar.
Kim hayatı isterse şehadet istemeli. Şehidin hayatına Kur'an işaret eder. Sekeratı tatmamış herbir şehid, kendini
Hayy biliyor, görüyor. Lâkin yeni hayatı daha nezih buluyor.
Zanneder ki ölmemiş. Meyyitlere nisbeti, dikkat et şuna benzer:
İki adam, rü'yâda lezâiz enva'ına câmi' güzel bahçede ikisi geziyorlar. Biri rü'yâ olduğunu bilir; lezzet almıyor.
________________________________
(*) Tam bir işaret-i gaybiyedir. Sekeratta olan dinsiz zalim medeniyete bakıyor.
(Orjinal Sayfa: 762)
Onu müferrah etmez, belki teessüf eder. Öbürüsü; biliyor ki âlem-i yakazadır; hakikî lezzet alır, ona hakikî olur.
Rü'yâ misâlin zılli, misâl ise berzahın zılli olmuştur. Ondan onların düsturları birbirine benziyor.

Unknown dedi ki...

Siyaset, Efkârın Aleminde Bir Şeytandır; İstiâze Edilmeli!
Siyaset-i medenî, ekserin rahatına fedâ eder ekalli. Belki ekall-i zâlim, kendine kurban eder ekserîn-i avâmı.
Adâlet-i Kur'anî; tek mâsumun hayatı, kanı heder göremez, onu fedâ edemez değil ekseriyete, hattâ nev'in umumu...
Âyet-i مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ iki sırr-ı azîmi vaz'ediyor nazara. Biri: Mahz-ı adâlet. Bu düstur-u azîmi
Ki ferd ile Cemâat, şahıs ile nev'-i beşer, kudret nasıl bir görür; adâlet-i İlâhî, ikisine bir bakar. Bir sünnet-i dâimî.
Şahs-ı vâhid, hakkını kendi fedâ ediyor. Lâkin fedâ edilmez, hattâ umum insana. Onun ibtal-i hakkı, hem iraka-i demi,
Hem zevâl-i ismeti: İbtâl-i hakk-ı nev'in hem ismet-i beşerin mislidir, hem nazîri. İkinci sırrı budur: Hodgâmî bir adamı
Hırs ve heves yolunda bir mâsumu öldürse, eğer elinden gelse, hevesine mâni ise harab eder dünyayı, imha eder benî-âdemi.
* * *
Zaaf, Hasmı Teşci Eder. Allah Abdini Tecrübe Eder. Abd Allahını Tecrübe Edemez.
Ey hâif ve hem zaîf! Havf ve za'fın beyhude, hem senin aleyhinde; tesirat-ı hâricî teşci' eder, celbeder.
Ey vesveseli vehham! Muhakkak bir maslahat, mazarrat-ı mevhume için fedâ edilmez. Sana lâzım hareket, netice Allah'ındır.
İşine karışılmaz. Allah çeker abdini meydan-ı imtihana. «Böyle yaparsan eğer, böyle yaparım ben» der.
(Orjinal Sayfa: 763)
Abd ise hiç yapamaz Allah'ını tecrübe. «Rabbim muvaffak etsin, ben de bunu işlerim» dese, tecavüz eder.
İsa'ya demiş Şeytan: «Mâdem herşeyi O yapar; kader birdir, değişmez. Dağdan kendini at. O da sana ne yapar?»
İsâ dedi: «Ey mel'un! Abd edemez Rabbini tecrübe ve imtihan!.»
* * *
Beğendiğin Şeyde İfrat Etme
Bir derdin dermanı, başka derde derd olur. Panzehiri zehir olur. Derman hadden geçerse derd getirir, öldürür.
* * *
İnadın Gözü, Meleği Şeytan Görür
İnadın işi budur: Şeytan yardım ederse birisine «melek» der, rahmeti de okutur.
Muhalif tarafında eğer meleği görse; libasını değişmiş, onu şeytan zanneder, adâvet lânet eder.
* * *
Hakkı Bulduktan Sonra Ehak İçin İhtilâfı Çıkarma
Ey talib-i hakikat, mâdem hakta ittifak, ehakta ihtilâftır. Bâzan hak, ehaktan ehaktır. Hem de olur hasen, ahsenden ahsen.
* * *
İslâmiyet, Selm ve Müsâlemettir; Dâhilde Niza ve Husumet İstemez
Ey Âlem-i İslâmî! Hayatın ittihadda. Ger ittihad istersen düsturun bu olmalı:
«HÜVEL HAKKU» yerine «HÜVE HAKKUN» olmalı. «HÜVEL HASEN» yerine «HÜVEL AHSEN» olmalı...
Her müslim kendi meslek, mezhebine demeli: «İşte bu haktır; başkasına ilişmem. Başkaları güzelse, benim en güzelidir.»
Dememeli: «Budur hak, başkaları battaldır. Yalnız benimkidir güzeli; başkaları yanlıştır, hem çirkindir.»
(Orjinal Sayfa: 764)
Zihniyet-i inhisar, hubb-u nefisten geliyor, sonra maraz oluyor, niza ondan çıkıyor. Derd ile dermanlar
Taaddüdü hak olur, hak da taaddüd eder. Hâcât ve ağdiyenin tenevvüü hak olur, hak da tenevvü eder.
İstîdad, terbiyeler, tekessürü hak olur, hak da tekessür eder. Bir madde-i vâhide, hem zehir ve hem panzehir.
İki mizaca göre mesâil-i fer'îde hakikat sâbit değil, izafî ve mürekkeb, mükellefîn mizaclar
Ona bir hisse verip, ona göre ederek tahakkuk ve terekküb, her mezhebin sahibi mühmel mutlak hükmeder.
Mezhebinin hududu tayinini bırakır temayül-ü mizaca; taassub-u mezhebî tâmime sebeb olur.
Tâmimin iltizâmı sebeb olur nizaa. İslâmiyet'ten evvel tabakat-ı beşerde derin uçurumlar,
Hem tebâüd-ü acîbi istedi bir vakitte taaddüd-ü enbiya, tenevvü-ü şerâyi', müteaddid mezhebler.
Beşerde bir inkılab İslâmiyet yaptırdı, beşer tekarüb etti, Şer' etti ittihad, vâhid oldu Peygamber.
Seviye bir olmadı; mezheb taaddüd etti. Terbiye-i vâhide kâfi geldiği zaman, ittihad eder mezhebler

Unknown dedi ki...

İcad ve Cem'-i Ezdadda Büyük Bir Hikmet Var. Kudret Elinde Şems ve Zerre Birdir
Ey birader-i kalbhüşyar! Ezdâdın cem'indendir tecellî-i iktidar; lezzet içinde elem, hayrın içinde şerri,
Hüsnün içinde kubhu, nef'in içinde dârrı, ni'met içinde nıkmet, nûrun içinde nârı bilir misin ki sırrı?
Hakaik-i nisbiye, sübut takarrür etsin, birşeyde çok şey olsun, bulsun vücud, görünsün. Sür'at-i hareketle bir nokta bir hat olur.
Çevirmenin sür'ati yapar bir lem'a-i nur, daire-i nuranî. Hakaik-i nisbiye vazifesi, dünyada taneler sünbül olur.
Kâinatın çamuru, revâbıt-ı nizâmı, alâik-ı nakşını odur teşkil ediyor. Âhirette bu nisbî emirler orada hakaik olur.
Hararette merâtib, ona olmuştur sebeb tahallül-ü bürudet.
Hüsündeki derecat kubhun tedâhülüdür. Sebeb, illet oluyor.
(Orjinal Sayfa: 765)
Ziya zulmete borçlu, lezzet eleme medyun; sıhhat, marazsız olmaz. Cennet olmazsa belki Cehennem tâzib etmez. Zemherîrsiz olmuyor... Ger zemherir olmazsa, o da ihrak edemez.
O Hallâk-ı Lemyezel, halk-ı ezdad içinde hikmetini gösterdi. Haşmeti etti zuhur...
O Kadîr-i Lâyezal, cem'-i ezdad içinde iktidarı gösterdi. âzamet etti zuhur. Mâdem o kudret-i İlahî lâzıme-i zâtî olur
O Zât-ı Ezelî'ye, hem zarure-i nâşie; onda zıddı olamaz, acz tahallül edemez, onda merâtib olamaz, herşeye nisbeti bir, hiç bir şey ağır olmuyor.
O kudretin ziyasına Güneş mişkât olmuştur. Bu mişkâtın nuruna deniz yüzü âyine, şebnemlerin gözleri birer mir'at olmuştur.
Denizin geniş yüzü, gösterdiği güneşi çin-i cebînindeki katreler de gösterir, şebnemin küçük gözü yıldız gibi parlıyor.
Aynı hüviyet tutar; şebnem, deniz bir olur güneşin nazarında, kudreti tanzir eder; şebnemin gözbebeği küçücük bir güneştir.
Şu muhteşem güneş de küçücük bir şebnemdir; gözbebeği bir nurdur ki şems-i kudretten gelir, o kudrete kamer olur.
Semâvat bir denizdir; bir nefes-i Rahman'la çin-i cebînlerinde mevcelenip, katarat ki nücum ve hem şümustur.
Kudret tecelli etti, o katarata serpti nurânî lemaâtı. Herbir güneş bir katre, herbir yıldız bir şebnem, herbir lem'a timsaldir.
O feyz-i tecellînin küçücük bir aksidir o katre-misâl güneş. Eder mücellâ camını o lümey'a zücâce dürri-misâl parlıyor
O şebnem-misâl yıldız lâtif gözü içinde, bir yer yapar lem'aya, lem'a olur bir sirac, gözü olur zücâce, misbahı nurlanıyor.
* * *
Meziyetin Varsa Hafa Türâbında Kalsın; Tâ Neşvünema Bulsun
Ey zîhassa-i meşhure! Taayyünle zulmetme, ger perde-i hafânın altında sen kalırsan, ihvanına verirsin ihsan ve bereketi.
Herbir ihvanın altında sen çıkması, hem de o sen olması imkân ve ihtimali, herbirine celbeder bir nazar-ı hürmeti.
(Orjinal Sayfa: 766)
Eğer taayyün edip perde altından çıksan, mükerrem iken altında; üstünde zâlim olursun. Güneş iken orada; burada gölge edersin.
İhvanını düşürttürüp hem nazar-ı hürmetten. Demek taayyün ve teşahhus, zâlim birer emirdir, sahih doğru böyle ise, hem de böyle görürsün.
Nerede kaldı yalancı tasannu' ve riyâ ile kesb-i teşahhus-u şöhret? İşte bir sırr-ı azîm ki hikmet-i İlâhî, hem o nizâm-ı ahsen
Bir ferd-i fevkalâde, kendi nev'i içinde setr ile perde çeker, bununla kıymet verdirir, hem de eder müstahsen.
İşte sana misâli: İnsan içinde veli, ömür içinde ecel, olmuş meçhul ve mühmel. Cum'ada müstetirdir bir saat, kabûl olur duâ edersen.
Ramazanda münteşir bir leyle-i zû-kadir, esmâ-ül hüsnâda muzmer iksîr-i ism-i âzam. Bu misâllerin haşmeti, hem de o sırr-ı hasen
İbhamda izhar eder, ihfâda isbat eder. Meselâ: Ecelin ibhamında bir müvazene vardır; her dakikada tutar ne vaziyet alırsan.
Kefeteyn-i havf u reca, hizmet-i ukbâ, dünya; tevehhüm-ü bekaî, lezzet-i ömrü verir. Yirmi sene mübhem bir ömür olsa ahsen
Nihayeti muayyen bin senelik bir ömre. Zira nısfı geçerse, her saati geldikçe güya adım atarak dar ağacına gidersin.
Şey'en şey'en üzülmek.. vehm de teselli vermez, sen de rahat etmezsin.

Unknown dedi ki...

Allah'ın Rahmet ve Gadabından Fazla Tahassüs Hatâdır
Allah'ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. Allah'ın gadabından fazla gadab edilmez.
Öyle ise işi bırak o Âdil-i Rahîm'e. Fazla şefkat elemdir, fazla gadab zemîme...
* * *
(Orjinal Sayfa: 767)
İsraf Sefahetin, Sefahet Sefaletin Kapısıdır
Ey müsrifli kardeşim! Tegaddi noktasında bir iken iki lokma; bir lokma bir kuruşa, bir lokma on kuruşa.
Hem ağıza girmeden, hem boğazdan geçtikten, müsavi bir olurlar. Yalnız ağızda, o da kaç saniyede bîhûşe verir nûşe.
Zevkî bir fark bulunur, daim onu aldatır o kuvve-i zâika, bedene, hem mideye kapıcı, müfettişe.
Onun tesiri menfî, müsbet değil! Vazife yalnız kapıcıyı taltif ve memnun etmek? Nûş verirsin o bîhûşe
Aslî vazifesinde onu müşevveş etmek, tek bir kuruş yerine onbir kuruşu vermek, olur şeytânî pişe.
İsrâfın en sefîhi, tebzirin en sakîmi, bir tarzdır bir çeşidi; heves etme bu işe...
* * *
Zâika Telgrafçıdır, Telziz İle Baştan Çıkarma
(*) Rubûbiyyet-i İlâh hikmet ve inâyeti, ağızla hem burunla iki merkezi teşkil eylemiştir, içinde hudud karakolu, hem
Muhbirleri de koymuş. Şu âlem-i sagîrde damarları telefon, a'sabları telgraf hükmüne vaz'eylemiş. Şâmme telefonu, hem
Telgrafa zâika inâyet memur etmiş. O Rezzâk-ı Hakikî, erzak üstüne koymuş rahmetten bir târife; taam ve levn ve hem
Rayiha. İşte şu havass-ı selâse, o Rezzak cânibinden birer ilânnamesi, birer dâvetnamesi, bir izinnamesi, hem
Bir dellâldır ki muhtaç ve müşteriler hep onlarla celb olur. Mürtezik hayvanlara zevk ve rü'yet ve şemm, birer âlet vermiş. Hem
Taamları muhtelif zînetlerle süsletmiş; havaî gönülleri avutup, lâkaydları tehyic ile cezbetmiş. Vaktâ, taam girse hem
Ağıza, birdenbire zâika her tarafa bir telgraf çekiyor bedenin aktarına. Şâmme telefon veriyor, gelen taam nev'i, hem
Çeşitleri de söyler. Hâcetleri muhtelif, ayrı ayrı mürtezik, ona göre davranır, ona da hâzırlanır ya cevab-ı red gelir. Hem
______________________________
(*) İktisad Risalesi'nin çekirdeğidir. Belki on sahife olan İktisad Risalesini kabl-el-vücud on satırda okumuş.
(Orjinal Sayfa: 768)
Kapı dışarı atar, yüzüne de tükürür. İnayet tarafından mâdem buna memurdur; zevkle baştan çıkarma. Hem
Telziz ile aldatma. Sonra o da unutur doğru iştiha nedir, bir iştiha-yı kâzib gelir; başına çatar. Hâtası, maraz ile hem
İlletlerle cezalar gelir. Hakikî lezzet hakikî iştihadan çıkar, doğru iştiha sadık bir ihtiyaçtan. Bu lezzet-i kâfide, şah hem
Gedâ beraber. Hem bahemdir bir dinar ve bir dirhem o lezzet berhem-zened eleme olur merhem.
* * *
Niyet Gibi, Tarz-ı Nazar Dahi Adeti İbâdete Çevirir
Şu noktaya dikkat et; nasıl olur niyetle mübah âdât, ibâdât... Öyle tarz-ı nazarla fünun-u ekvan, olur maarif-i İlâhî...
Tedkik dahi tefekkür, yâni ger harfî nazarla, hem san'at noktasında «ne güzeldir» yerine «ne güzel yapmış Sâni', nasıl yapmış o mâhi»
Nokta-i nazarında kâinata bir baksan, nakş-ı Nakkaş-ı Ezel, nizâm ve hikmetiyle lem'a-i kasd ve itkan, tenvir eder şübehi.
Döner ulûm-u kâinat, maârif-i İlâhî. Eğer mâna-yı ismiyle, tabiat noktasında, «zâtında nasıl olmuş» eğer etsen nigâhı,
Bakarsan kâinata, dâire-i fünunun daire-i cehl olur. Bîçare hakikatlar, kıymetsiz eller kıymetsiz eder. Çoktur bunun güvahı...
* * *
Böyle Zamanda Tereffühte İzn-i Şer'î Bizi Muhtar Bırakmaz
Lezâiz çağırdıkça «Sanki yedim» demeli. Sanki yedim düstur eden, bir mescidi yemedi. (*)
Eskide ekser İslâm filcümle aç değildi. Tena'uma ihtiyar bir derece var idi.
Şimdi ise, ekseri açlığa düştü kaldı. Telezzüze ihtiyar, izn-i Şer'î kalmadı.
Sevâd-ı âzam, hem ekseriyet-i mâsumun maişeti basittir. Tegaddi besatetiyle onlara tâbi olmak

(*) İstanbul'da Sanki Yedim namında bir mescid var. «Sanki Yedim» diyen adam, hevesinden kurtardığı paralarla bina etmiş.
(Orjinal Sayfa: 769)
Bin kerre müreccahtır, ekalliyet-i müsrife, ya bir kısım sefihe tegaddide tereffüh noktasında benzemek...
* * *

Unknown dedi ki...

Zaman Olur ki, Adem-i Nimet Nimettir
Hâfıza bir nimettir. Fakat ahlâksız bir adamda musibet zamanında nisyan ona râcihtir.
Nisyan da bir nimettir. Yalnız her günün âlâmını çektirir, müterâkim olmuş âlâmı unutturur.
* * *
Her Musibette, Bir Cihet-i Nimet Var
Ey musibetzede! Musibetin içinde bir nimet münderiçtir. Dikkat et de onu gör. Nasıl her şeyde vardır
Bir derece-i hararet, her musibette vardır bir derece-i nimet. Daha büyüğü düşün. Küçükteki nimetin
Dereceyi görerek Allah'a çok şükür et. Yoksa isti'zamla ürkersen, «of of»la üflersen, o da aksine şişer.
Şişer de dehşetlenir. Eğer merak da etsen, bir iken ikileşir. Kalbde olan misâli, döner hakikat olur;
Hakikattan ders alır. Sonra döner, başlıyor, kalbini tokatlıyor...
* * *
Büyük Görünme Küçülürsün
Ey enesi çifteli, kafası da kibirli! Şu mizanı bilmeli: Her adam için elbet cem'iyet-i beşerde, içtimaî binada,
Görmek görünmek için şu mertebe denilen bir penceresi var.
Ger pencere, kamet-i kıymetinden yüksekse, tekebbürle tetâvül edecek, uzanacak. Ger pencere, kamet-i himmetinden alçaksa, tevazu'la tekavvüs edecek, eğilecek.
Kâmillerde, büyüklük mikyasıdır küçüklük. Nâkıslarda, küçüklük mizanıdır büyüklük...
* * *
(Orjinal Sayfa: 770)
Hasletlerin Yerleri Değişse, Mahiyetleri Değişir
Bir haslet.. yer ayrı, sîma bir. Kâh dev, kâh melek, kâh sâlih, kâh tâlih; misâli şunlardır:
Zaîfin kavîye karşı izzet-i nefsi sayılan bir sıfat, ger olursa kavîde, tekebbür ve gururdur.
Kavînin bir zaîfe karşı da tevazuu sayılan bir sıfatı, ger olursa zaîfte, tezellül ve riyâdır.
Bir ulülemr, makamında olursa ciddiyeti, vakardır; mahviyeti, zillettir.
Hanesinde bulunsa mahviyeti tevazu', ciddiyeti kibirdir.
Mütekellim-i vahde olsa eğer bir zâtta: Müsamaha, hamiyet. Fedâkârlık; bir haslet, bir amel-i sâlihtir.
Mütekellim-i maalgayr olsa eğer o zâtta: Müsamaha, hıyanet. Fedâkârlık; bir sıfat, bir amel-i tâlihtir.
Tertib-i mebâdide tevekkül, tenbelliktir. Terettüb-ü netice noktasındaki tefviz, tevekkül-ü şer'îdir.
Semere-i sa'yine, kısmetine rıza ise, memduh bir kanaattır, meyl-i sa'ye kuvvettir.
Mevcûd mala iktifa, mergub kanaat değil; belki dûn-himmetliktir. Misâller daha çoktur.
Kur'an mutlak zikreder, sâlihat ve takvâyı. İbhamında remz eder makamatın tesiri. Îcâzı bir tafsildir. Sükûtu geniş sözdür.
* * *
«El-hakku Ya'lû» Bizzât, Hem Akibet Muraddır
Ey arkadaş! Bir zaman bir sâil dedi: «Mâdem El-Hakku Ya'lû haktır. Neden kâfir, müslime; kuvvet hakka galibdir?»
Dedim: Dört noktaya bak! Bu müşkil de hallolur. Birinci nokta şudur: Her hakkın her vesilesi hak olması lâzım değildir.
Öyle de, her bâtılın her vesilesi bâtıl olması, yine lâzım değildir. Neticesi şu çıkar: Hak olan bir vesile, bâtıl vesileye galibdir.
Dolayısıyla, bir hak bir bâtıla mağlubdur. Muvakkaten, bilvasıta olmuştur. Yoksa bizzât, hem dâima değildir.
Lâkin âkibet-ül âkıbe, her dem yine hakkındır. Kuvvetin bir hakkı var, bir sırr-ı hilkati var. İkinci nokta şudur:
(Orjinal Sayfa: 771)
Her müslimin her vasfı müslim olmak vâcib iken, haricen her dem vâki, sâbit değildir.
Öyle de: Her kâfirin her vasfı kâfir olmak, küfründen neş'et etmek yine lâzım değildir.
Her fâsıkın her vasfı fâsık olmak, fıskından neş'et etmek, öyle de her dem sâbit değildir.
Demek bir kâfirin müslim olan bir vasfı, müslimdeki lâmeşru' vasfına galib olur. Bilvasıta, o kâfir dahi ona galibdir.
Hem dünyada, hayatın hakkı şâmil ve âmmdır. O rahmet-i âmmenin bir cilve-i mânîdar, onun bir sırr-ı hikmeti var; küfür mâni değildir.

Unknown dedi ki...

Üçüncü nokta şudur: O Zât-ı Zülcelâl'in iki vasf-ı kemâlden iki Şer'î tecelli; vasf-ı iradeden gelen meşîetle takdirdir,
O da şer'-i tekvinî... Vasf-ı Kelâm'dan gelen şeriat-ı meşhure. Teşriî evâmire kaşı itâat, isyan
Nasıl olur. Öyle de tekvinî evâmire itaat ve isyan olur. Birincisi galiba dâr-ı uhrâda görür,
Mücâzâtı, sevabı. İkincisi ağleba dâr-ı dünyada çeker, mükâfat ve ikabı. Meselâ: Nasıl sabrın mükâfatı zaferdir;
Atâletin mücâzatı sefalet. Öyle de, sa'yin sevabı olur servet. Sebatta da galebedir mükâfat. Zehirin ikabı bir maraz, panzehirin sevabı bir sıhhattır.
Bâzan iki şeriat evâmiri, bir şeyde beraber müctemî'dir. Her birine bir cihet... Demek tekvinî emre itâat ki bir haktır.
İtâat galib olur, o emrin isyanına ki bir tavr-ı bâtıldır. Bir bâtıla vesile olmuş olursa bir hak, vaktâki galib olsa
Bir bâtıla ki, olmuş o da vesile-i hak. Bilvasıta bir hakkın bir bâtıla mağlubdur. Fakat bizzât değildir.
Demek «El-hakku ya'lû» bizzât demektir. Hem âkibet muraddır, kayd-ı haysiyyet maksuddur. Dördüncü nokta şudur:
Bir hak bilkuvve kalmış, yahut kuvvetsiz kalmış, ya mahlûttur, hem mahşuş. Ona da bir inkişaf, ya bir taze kuvvet vermek lâzım gelmiştir.
Mühezzeb ve müzehheb yapmak için, muvakkat bâtıl ona Mûsallat, tâ ki sebike-i hak ne miktar lüzum vardır
Tâ mahz ve hâlis çıksın. Mebâdide, dünyada bâtıl etse galebe,
sh: » (S: 772)
fakat kazanmaz harbi. «Âkibet-ül müttakîn» ona vurur bir darbe!
İşte bâtıl mağlubdur. «El-hakku ya'lû» sırrı onu çarpar ikaba; işte hak da galibdir.
* * *
Bir Kısım Desatir-i İçtimaâye
İçtimaî heyette düsturları istersen: Müsavatsız adâlet, önce adâlet değil. Temâsülse, tezadın mühim bir sebebidir.
Tenâsübse tesanüdün esâsı. Sıgar-ı nefistir tekebbürün menbaı. Za'f-ı kalbdir gururun mâdeni. Olmuş acz, muhalefet menşei. Meraksa ilme hocadır.
İhtiyaçtır terakkinin üstadı. Sıkıntıdır muallime-i sefahet. Demek sefahetin menbaı sıkıntı olmuş. Sıkıntı ise mâdeni: Yeisle sû'-i zandır,
Dalâlet-i fikrîdir, zulümat-ı kalbîdir, israf-ı cesedîdir.
* * *

Kadınlar Yuvalarından Çıkıp Beşeri Yoldan Çıkarmış; Yuvalarına Dönmeli
اِذَا تَاَنَّثَ الرِّجَالُ السُّفَهَاءُ بِالْهَوَسَاتِ { اِذًا ترَجَّلَ النِّسَاءُ النَّاشِزَاتُ بِالْوَقَاحَاتِ
Mimsiz medeniyet, tâife-i nisâyı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metâı yapmış. Şer'-i İslâm onları
Rahmeten dâvet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayat-ı ailede. Temizlik zînetleri.
Haşmetleri, hüsn-ü hulk; lûtf-u cemâli, ismet; hüsn-ü kemâli, şefkat; eğlencesi, evlâdı. Bunca esbab-ı ifsad, demir-sebat kararı
Lâzımdır tâ dayansın. Bir meclis-i ihvanda güzel karı girdikçe riyâ ile rekabet, hased ile hodgâmlık debretir damarları!
Yatmış olan hevesât, birdenbire uyanır. Tâife-i nisada serbestî inkişafı, sebeb olmuş beşerde ahlâk-ı seyyienin birdenbire inkişafı. Şu medenî beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu Sûretler
_____________________________
(*) Tesettür Risalesi'nin esâsıdır. Yirmi sene sonra müellifinin mahkûmiyetine sebeb gösteren bir mahkeme, kendini ve hâkimlerini ebedî mahkûm ve mahcûb eylemiş.
sh: » (S: 773)
denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir; hem müdhiştir te'siri. (*)
Memnu' heykel, Sûretler: Ya zulm-ü mütehaccir, ya mütecessid riyâ , ya müncemid hevestir. Ya tılsımdır: Celbeder o habis ervahları.

Unknown dedi ki...

Tasarruf-u Kudretin Vüs'ati, Vesâit ve Muinleri Reddeder
O Kadîr-i Zülcelâl; tasarruf-u kudreti tevessü-ü tesiri noktasında oluyor şemsimiz zerre-misâl
Nev-i vâhidde olan tasarruf-u azîmi mesâfesi vâsi'dir. İki zerre beyninde câzibeyi ele al;

Git de tâ Şemsüşşümûs ve Kehkeşan beynindeki câzibenin yanında koy. Yükü bir kar danesi bir melek, şemsi ele almış bir şems-misâl meleğin yanına getir. İğne kadar bir balığı, balina balığı da yanyana bırak. O Kadîr-i Ezelî-i Zülcelâl
Tecellî-i vâsii, asgardan tâ ekbere itkan-ı mükemmeli birden tasavvura al. Câzibe ve nevamis, vesâil-i pür-seyyal
Gibi örfî emirler; tecelli-i kudrete, tasarruf-u hikmete birer isim olması.. odur yalnız meâl.
Başka meâli olmaz, beraber de bir düşün; bileceksin bizzarure ki: Esbab-ı hakikî, vesâit-i zî-misâl,
Muinler, hem şerikler birer emr-i bâtıldır, birer hayal-i muhal, o kudret nazarında. Hayat vücuda Kemâl,
Makamı büyük, mühimdir; buna binaen derim: Küremiz, âlemimiz neden mutî, müsahhar olmasın hayvan-misâl.
O Sultan-ı Ezel'in bu tarz hayvan tuyûru kesretle münteşirdir şu meydan-ı fezâda, muhteşem ve pür-cemâl.
Bostan-ı hilkatinde salmış da döndürüyor, onlardaki nağamat, bunlardaki harekât; tesbihattır o akval,
İbadettir o ahvâl, Kadîm-i Lemyezel'e, Hakîm-i Lâyezâl'e. Küremiz hayvana pek benziyor, âsâr-ı hayat gösteriyor. Eğer yumurta kadar küçülse bilfarzılmuhal,
_____________________________
(*) Nasıl meyyite bir karıya nefsanî nazarla bakmak nefsin dehşetle alçaklığını gösterir. Öyle de, rahmete muhtaç bir bîçare meyyitenin güzel tasvirine müştehiyane bir nazarla bakmak, ruhun hissiyat-ı ulviyyesini söndürür.
sh: » (S: 774)
Minimini bir hayvan olması pek muhtemel: Yuvarlak bir huveyne, küre kadar büyüse, o da böyle olması pek karib bir ihtimal.
Âlemimiz insan kadar küçülse; yıldızları, zerreler Sûretine dönerse, bir zîşuur hayvana dönmesi câiz olur, akıl da bulur mecâl.
Demek âlem erkânlarıyla birer âbid-i müsebbih, birer muti' müsahhar Hâlık-ı Lemyezel'e, Kadîr-i Lâyezâl'e.
Kemmen büyük olması, keyfen büyük olması her vakit lâzım gelmez; zira daha cezâletlidir saat-ı hardal-misâl,
Bir saattan ki timsâli Ayasofya kadardır. Bir sineğin hilkati hayretfezâdır filden, o mahlûk-û bîfasal.
Ger kalem-i kudretle bir cüz-ü ferd üstüne esîrin cevâhir-i ferdiyle yazılsa bir Kur'an ki, sıgar-ı sahife nisbeti, bir kibr-i san'at-meal
Sahife-i semâda yıldızlarla yazılan bir Kur'an-ı Kerîm'e cezâletle müsâvi. Nakkaş-ı Ezelî'nin san'atı her tarafta pürcemâl ve pürkemâl.
Her tarafta böyledir. Derece-i Kemâlde kalemdeki ittihad, tevhidi ilân eder. Bu kelâm-ı pür-meâl; iyi bir dikkate al!
* * *

Melâike Bir Ümmettir; Şeriat-ı Fıtriye İle Memurdur
Şeriat-ı İlahî ikidir. Hem iki sıfattan gelmiş, iki insan muhatâb, hem de mükellef olmuş. Sıfat-ı irâdeden gelen şer'-i tekvinî.
İnsan-ı ekber olan âlemin ahvâlini, hem de harekâtını ki ihtiyârî değil, tanzim eden şer'dir. O meşiet-i Rabbanî
Yanlış bir ıstılahla tabiat da denilir. Sıfat-ı kelâmından gelen şeriat ise, âlem-i asgar olan insanın ef'âlini,
Ki ihtiyârî olmuş, tanzim eden şer'dir. İki şer' bir yerde bâzan eder içtima'. Melâike-î İlâhî, bir ümmet-i azîme, hem bir cünd-ü Sübhânî
Birinci, şer'a olmuş hamele-i mümtesil, amele-i mümessil. Hem onlardan bir kısmı ibâd-ı müsebbihtir. Bir kısmı da müstağrak, arşın mukarrebîni.
* * *
sh: » (S: 775)
Madde Rikkat Peyda Ettikçe, Hayat Şiddet Peyda Eder
Hayat asıl, esâstır; madde ona tâbidir, hem de onunla kaimdir.
Bir hurdebinî huveyn havass-ı hamsesiyle, insanın havassını müvazene edersen, görürsün; insan ondan ne derece büyükse, havassı o derece onunkinden aşağı. O huveyne işitir kardeşinin sesini.
Hem de görür rızkını. Ger insan kadar büyüse, havassı hayret-fezâ; hayatı şu'le-feşan; rü'yeti de berk-âsâ bir nur-u âsumânî.
İnsan, bir kitle-i mevattan bir zîhayat değildir. Belki de milyarlarla zîhayat hüceyratından mürekkeb ve zîhayat bir hücre-i insanî.
اِنَّ اْلاِنْسَانَ كَصُورَةِ (يس) كُتِبَتْ فِيهَا سُورَةُ (يس)
فَتَبَارَكَ اللّهُ اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ

Unknown dedi ki...

Maddiyyunluk, Bir Tâun-u Mânevîdir
Maddiyyunluk bir tâun-u mânevî, beşere de tutturdu şu müdhiş bir sıtmayı (*). Hem de âni çarptırdı bir gazab-ı İlâhî, telkin hem de taklid.

Tenkide kabiliyet-i tevessüü nisbeten, o tâun da ediyor tevessü' ve intişar. Telkini fenden almış, medeniyetten taklid.
Hürriyet, tenkid vermiş; gururundan dalâlet çıkmış.
* * *
Vücudda Atâlet Yok. İşsiz Adam, Vücudda Adem Hesabına İşler
En bedbaht sıkıntılı muzdarib, işsiz olan adamdır; zira ki atâlet: Vücud içinde adem, hayat içinde mevttir. Sa'y ise:
Vücudun hayatı, hem hayatın yakazasıdır elbet!
* * *
________________________
(*) Eski harb-i umumîye işaret eder.
sh: » (S: 776)
Riba, İslâm'a Zarar-ı Mutlaktır
Riba atâlet verir, şevk-i sa'yi söndürür. Ribanın kapıları hem de onun kapları olan bu bankaların her dem nef'i ise, beşerin en fena kısmınadır; onlar da gâvurlardır. Gâvurlardaki nef'i en fena kısmınadır; onlar da zalimler.
Her dem zâlimlerdeki nef'i en fena kısmınadır, onlar da sefihlerdir. Âlem-î İslâm'a bir zarar-ı mutlaktır. Mutlak beşer her dem refahı nazar-ı şer'îde yoktur; zira harbî bir gâvur hürmetsiz, ismetsizdir; demi hederdir... Her de............m.
* * *
(*) Kur'an, Kendi ;Kendini Himaye Edip Hâkimiyetini İdame Eder
Bir zâtı gördüm ki yeis ile mübtelâ, bedbinlikle hasta idi. Dedi: ülemâ azaldı, kemmiyet keyfiyeti. Korkarız dinimiz sönecek de bir zaman..
Dedim: Nasıl kâinat söndürülmezse, îmân-ı İslâmî de sönemez. Öyle de, zeminin yüzünde çakılmış mismarlar hükmünde her an
Olan Îslâmî şeâir, dinî minarat, İlâhî maâbid, şer'î maâlim itfa olmazsa, Îslâmiyet parlayacak an be-an!..
Her bir mâbed bir muallim olmuş tab'ıyla tabayie ders verir. Her maâlim dahi birer üstad olmuştur; onun lisan-ı hali eder telkin-i dinî; hatâsız, hem bînisyan.
Herbir şeâir bir hoca-i dânâdır, ruh-u Îslâmı daim enzâra ders veriyor. Mürur-u a'sâr ile sebeb-i istimrar-ı zaman.
Güya tecessüm etmiş envar-ı İslâmiyet, şeairi içinde. Güya tasallüb etmiş zülâl-i İslâmiyet, maâbidi içinde. Birer sütun-u îmân.
Güya tecessüd etmiş ahkâm-ı İslâmiyet, maâlimi içinde. Güya tahaccür etmiş erkân-ı İslâmiyet, avalimi içinde. Birer sütun-u elmas. Onunla murtabıttır zemin ile âsumân.
___________________________
(*) Otuzbeş sene evvel yazılan bu makam, bu sene yazılmış tarzını gösteriyor. Demek Ramazan bereketiyle yazdırılmış bir nevi ihbar-ı gaybîdir.
sh: » (S: 777)
Lâsiyyema: Bu Kur'an-ı hatib-i mu'ciz-Beyân; dâima tekrar eder bir hutbe-i ezelî, aktar-ı İslâmîde kalmamış hiç de bir köy, hem dahi hiç bir mekân:
Nutkunu dinlemesin, tâlimi işitmesin. اِنّا لَهُ لَحَافِظُونَ sırrı ile hâfızlıktır pek de büyük bir rütbe. Tilâvet ise, ibâdet-i ins ü cân.

Unknown dedi ki...

Onun içinde tâlim, hem müsellemâtı tezkir. Tekerrür-ü zamanla nazariyâ t, kalbolur müsellemâta hem döner bedihiyata. İstemez daha Beyân.
Zaruriyâ t-ı dinî, nazariyâ ttan çıkıp zaruriyâ t olmuştur. Tezkir ise kâfidir. İhtar ise vâfidir. Şâfidir her dem Kur'an.
İhtara, hem tezkire, şu intibah-ı İslâm, hem içtimaî yakaza her birine veriyor: Umuma ait olan delâil ve hem mizan.
Mâdem içtimaî hayat İslâmda başlamıştır; her birinin îmânı kendine mahsus olan delile münhasıran değil; müstenid vicdan.
Belki cemâatın kalbinde gayr-ı mahdud esbaba dahi eder istinad.
Hattâ cây-ı dikkattir: Bir mezheb-i zaîfi, mürur ettikçe zaman, ibtali müşkil olur. Nerede kaldı ki İslâm, vahy ile fıtrat gibi, iki metin esâsa hem istinad etmiştir; hem bu kadar a'sarda nâfizane hükümran!..
Râsih esâslarıyla, bâhir eserleriyle kürenin yarısıyla iltiham peyda etmiş, bir ruh-u fıtrî olmuş; nasıl küsufa girer.. küsuftan çıkmış el'ân!
Fakat maatteessüf, bâzı zevzek kefere, safsatalı adamlar şu kasr-ı âlînin metin esâslarına ilişir buldukça imkân.
Onları deprettirir. Esâslara ilişilmez, onlarla oynanılmaz, sussun şimdi dinsizlik! İflâs etti o teres. Bestir tecrübe-i küfran ve yalan.
Bu âlem-i İslâmın âlem-i küfre karşı en ileri karakolu şu dârülfünun idi. Lâkayd ve gafletlikle hasm-ı tabiat-yılan
Gediği açtı cephenin arkasında, dinsizlik hücum etti, millet epey sarsıldı. En ileri karakol, İslâmiyet ruhuyla tenevvür etmiş cinan.
En mütesallib olmalı. En müteyakkız olmalı yahut o dar ol
sh: » (S: 778)
mamalı, Îslâmı aldatmamalı. İmanın yeri kalbdir; dimağ ise oluyor ma'kes-i nur-u îman.
Bâzan da mücahiddir, bâzan süpürgecidir, dimağda vesveseler, hem pek çok ihtimaller kalb içine girmese, sarsılmaz îman, vicdan.
Yoksa bâzıların zannınca îmân dimağda olsa; ruh-u îman olan hakkalyakîne, ihtimalât-ı kesîre olur birer hasm-i bîeman.
Kalb ile vicdan, mahall-i îman. Hads ile ilham, delîl-i îman.
Bir hiss-i sâdis; tarîk-ı îmân... Fikr ile dimağ, bekçî-i îman.
***
Tâlim-i Nazariyâttan Ziyade, Tezkir-i Müsellemâta İhtiyaç Var
Zaruriyâ t-ı dinî, müsellemât-ı Şer'î; kulûblerde hasıldır, ihtar ile huzuru, tezkir ile şuuru.
Matlub da hâsıl olur. İbâre-i Arabî (*) daha ulvî ediyor tezkiri, hem ihtarı.

Onun için Cum'ada hutbe-i Arabiye, zaruriyâ tı ihtar, müsellemâtı tezkir, maalkifaye olur onun tarz-ı tezkiri.
Nazariyâtı tâlim onda maksud değildir; hem İslâmın vahdanî sîmasında şu Arabî ibare bir nakş-ı vahdettir; kabûl etmez teksiri.
* * *
Hadîs Der Ayete: Sana Yetişmek Muhal!
Hadîs ile âyeti müvazene edersen, bilbedâhe görürsün beşerin en belîği, vahyin de mübelliği, o dahi bâliğ olmaz
Belâgat-ı âyete. O da ona benzemez. Demek ki: Lisan-ı( Ahmedî)'den gelen herbir kelâm her dem onun olamaz.
* * *

Îcaz İle Beyân İ'caz-ı Kur'an
Bir zaman rü'yada gördüm ki: Ağrı Dağı altındayım. Birden o dağ patladı, dağ gibi taşları âleme dağıttı, sarstı cihanı.
___________________________
(*) On sene sonra gelen bir hâdiseyi hissetmiş, mukabeleye çalışmış.
sh: » (S: 779)
Füc'eten bir adam yanımda peyda oldu. Dedi ki: Îcaz ile Beyân et, icmâl ile îcaz et, bildiğin envâ-i i’câz-ı Kur'anı!
Daha rü'yada iken tâbirini düşündüm, dedim, şuradaki infilâk, beşerde bir inkılâba misâl. İnkılâbda ise elbet hüda-yı Furkanî,
Her tarafta yükselip hem de hâkim olacak. İ'cazının beyânı, zamanı da gelecek! O sâile cevaben dedim: İ'caz-ı Kur'anî,
Yedi menabi-i külliyeden tecelli, hem yedi anâsırdan terekküb eder. Birinci Menba': Lâfzın fesâhatından selâset-i lisanı;
Nazmın cezâletinden, mâna belâgatından, mefhumların bedâatından, mazmunların beraatından, üslûbların garâbetinden birden tevellüd eden bârika-i beyânı.
Onlarla oldu mümtezic, mizac-ı i'câzında acib bir nakş-ı Beyân, garib bir san'at-ı lisani. Tekrarı hiç bir zaman usandırmaz insanı.
İkinci Unsur ise: Umûr-u kevniyede gaybî olan esâsât, İlâhî hakaikten gaybî olan esrardan, gaybî-yi âsûmânî.
Mâzide kaybolan gaybî olan umûrdan, müstakbelde müstetir kalmış olan ahvâlden birden tâzammun eden bir ilm-ül guyûb hızanı,

Unknown dedi ki...

Âlem-ül guyub lisanı, şehadet âlemiyle konuşuyor erkânı, rumûz ile Beyânı, hedef nev-i insanî, i’câzın bir lem'a-i nuranî...
Üçüncü Menba' ise: Beş cihetle hârika bir câmiiyet vardır. Lâfzında, mânasında, ahkâmda, hem ilminde, makasıdın mizânı.
Lafzı tâzammun eder pek vasi' ihtimâlât; hem vücuh-u kesîre ki, her biri nazar-ı belâğatta müstahsen, arabiyece sahih, sırr-ı teşriî lâyık görüyor ânı.
Mânasında: Meşârib-i evliya, ezvâk-ı ârifîni, mezâhib-i sâlikîn, turuk-u mütekellimîn, menâhic-i hükemâ, o i'caz-ı Beyânı
Birden ihâta etmiş, hem de tâzammun etmiş. Delâletinde vüs'at, mânasında genişlik. Bu pencere ile baksan, görürsün ne geniştir meydanı!..
Ahkâmdaki istiâb: Şu hârika şeriat ondan olmuş istinbat, saadet-i dâreynin bütün desâtirini, bütün esbab-ı emni.

sh: » (S: 780)
İçtimaî hayatın bütün revâbıtını, vesâil-i terbiye, hakaik-i ahvâli birden tâzammun etmiş onun tarz-ı beyânı...
İlmindeki istiğrak: Hem ulûm-u kevniye, hem ulûm-u İlâhî, onda merâtib-i delâlât, rumuz ile işarat, sûreler surlarında cem'etmiştir cinânı.
Makasıd ve gayâtta: Müvâzenet, ıttırad, fıtrat desatirine mutâbakat, ittihad; tamam müraat etmiş, hıfzeylemiş mizanı.
İşte lâfzın ihâtasında, mânanın vüs'atında, hükmün istiâbında, ilmin istiğrakında, müvazene-i gayâtta câmiiyet-i pürşânı!..
Dördüncü unsur ise: Her asrın derece-i fehmine, edebî rütbesine, hem her asırdaki tabakata, derece-i istîdad, rütbe-i kabiliyet nisbetinde ediyor bir ifaza-i nuranî.
Her asra, her asırdaki her tabakaya kapısı küşade. Güya her demde, her yerde taze nâzil oluyor o Kelâm-ı Rahmânî.
İhtiyarlandıkça zaman, Kur'an da gençleşiyor. Rumuzu hem tavazzuh eder, tabiat ve esbabın perdesini de yırtar o hitâb-ı Yezdânî.
Nur-u tevhidi, her dem her âyetten fışkırır. Şehadet perdesini gayb üstünden kaldırır. Ulviyet-i hitabı dikkate dâvet eder, o nazar-ı insanı.
Ki o lisan-ı gaybdır; şehadet âlemiyle bizzât odur konuşur. Şu unsurdan bu çıkar hârika tazeliği bir ihâta-i ummânî!
Te'nîs-i ezhan için akl-ı beşere karşı İlâhî tenezzülât. Tenzil'in üslûbunda tenevvü-ü mûnisliğidir mahbub-u ins ü cânı.
Beşinci Menba' ise: Nakil ve hikâyatında, ihbar-ı sâdıkada esasî noktalardan hâzır müşahid gibi bir üslûb-u bedi-i pür-maânî
Naklederek, beşeri onunla îkaz eder. Menkulâtı şunlardır: İhbar-ı evvelîni, ahvâl-i âhirîni, esrar-ı cehennem ve cinânı.
Hakaik-i gaybiye, hem esrar-ı şehadet, serâir-i İlâhî, revâbıt-ı kevnîye dair hikâyatıdır hikâyet-i ayânî
Ki ne vâki reddeylemiş, ne mantık tekzib etmiş. Mantık kabûl etmezse red de bile edemez. Semâvî kitabların ki matmah-ı cihanî.
İttifakî noktalarda Mûsaddıkane nakleder. İhtilâfî yerlerinde
sh: » (S: 781)
mûsahhihane bahseder. Böyle naklî umûrlar bir «Ümmî» den sudûru hârika-i zamanî...
Altıncı Unsur ise: Mutâzammın ve müessis olmuş Dîn-i İslâma. İslâmiyet misline ne mâzi muktedirdir, ne müstakbel muktedir; araştırsan zaman ile mekânı!..
Arzımızı senevî, yevmî dairesinde şu hayt-ı semâvîdir; tutmuş da döndürüyor. Küreye ağır basmış, hem dahi ona binmiş. Bırakmıyor isyanı.
Yedinci Menba' ise: Şu altı menba'dan çıkan envâr-ı sitte, birden eder imtizac. Ondan çıkar bir hüsün, bundan gelir bir hads, vâsıta-i nurânî.
Şundan çıkan bir zevktir; zevk-i i'câz bilinir, tâbirine lisanımız yetişmez. Fikir dahi kasırdır, görünür de tutulmaz o nücum-u âsumânî.
Onüç asır müddette meyl-üt tahaddî varmış Kur'anın a'dâsında, şevk-i taklid uyanmış Kur'anın ahbabında. İşte i'câzın bir bürhânı...
Şu iki meyl-i şedidle yazılmıştır meydanda, milyonlarla kütüb-ü arabiye, gelmiştir kütübhane-i vücuda. Onlar ile Tenzil'i düşerse bir mizanı
Müvâzene edilse, değil dânâ-i bî-müdânî, hattâ en âmî adam, göz kulakla diyecek: Bunlar ise insanî, şu ise âsumânî!
Hem de hükmedecek: Şu bunlara benzemez, rütbesinde olamaz. Öyle ise ya umumdan aşağı; bu ise, bilbedâhe mâlûm olmuş butlanı.
Öyle ise, umumun fevkindedir. Mazmunları o kadar zamanda, kapı açık, beşere vakfedilmiş; kendine dâvet etmiş ervah ile ezhanı.

Unknown dedi ki...

Beşer onda tasarruf, kendine de maletmiş. Onun mazmunları ile yine Kur'ana karşı çıkmamış, hiçbir zaman çıkamaz; geçti zaman-ı imtihanı.
Sâir kitablara benzemez, onlara makîs olmaz; zira yirmi sene zarfında müneccemen hâcetlere nisbeten nüzulü; müteferrik mütekatı', bir hikmet-i Rabbânî.
Esbab-ı nüzulü muhtelif, mütebayin. Bir maddede es'ile mütekerrir, mütefâvit. Hâdisat-ı ahkâmı müteaddid, mütegayir. Muhtelif, mütefârık nüzulünün ezmanı.

sh: » (S: 782)
Hâlât-ı telâkkisi: Mütenevvi', mütehâlif. Aksam-ı muhatâbı: Müteaddid, mütebâid. Gayât-ı irşâdında: Mütederric, mütefâvit. Şu esâslara müstenid binâî, hem Beyanî,
Cevabî, hem hitâbî. Bununla da beraber selâset ve selâmet, tenâsüb ve tesanüd, Kemâlini göstermiş; işte onun şâhidi: Fenn-i Beyân-ı Maânî.
Kur'anda bir hassa var; başka kelâmda yoktur. Bir kelâmı işitsen, asıl sahib-i kelâmı arkasında görürsün, ya içinde bulursun. Üslûb: Âyine-i insanî.
Ey sâil-i misâlî! Sen ki îcaz istedin, ben de işaret ettim. Eğer tafsil istersen, haddimin haricinde!.. Sinek seyretmez âsumânı.
Zira o kırk envâ-ı i'câzından yalnız bir tekini ki, cezâlet-i nazmıdır;
İşârât-ül İ'cazda sıkışmadı tibyanı.
Yüz sahife tefsirim ona kâfi gelmedi. Senin gibi ruhânî ilhamları ziyade. Ben istiyorum senden tafsil ile Beyânı!
اولاشماز دست أدب غرب هوسبار هواكار دهادار
دأب أدب أبد مدت قرآن ضيابار شفاكار هدادار
Kâmilîn insanların zevk-i meâlîsini hoşnud eden bir hâlet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez,
Onları eğlendirmez. Bu hikmete binaen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvanî içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez.
Avrupa'dan tereşşuh etmiş şu hâzır edebiyat romanvârî nazarla, Kur'anda olan letâif-i ulviyyet, mezaya-yı haşmeti göremez, hem tadamaz.
Kendindeki miheki ona ayar edemez. Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelân; onlar içinde gezer, haricine çıkamaz:
Ya aşkla hüsündür, ya hâmaset ve şehâmet, ya tasvir-i hakikat. İşte yabanî edebse hamâset noktasında hakperestliği etmez.
Belki zâlim nev-i beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla kuvvetperestlik hissini telkin eder. Hüsün ve aşk noktasında, aşk-ı hakikî bilmez.
sh: » (S: 783)
Şehvet-engiz bir zevki nefislere de zerkeder. Tasvir-i hakikat maddesinde, kâinata san'at-ı İlâhî Sûretinde bakmaz,
Bir sıbga-i Rahmânî Sûretinde göremez. Belki tabiat noktasında tutar, tasvir ediyor, hem ondan da çıkamaz.
Onun için telkini aşk-ı tabiat olur. Maddeperestlik hissi, kalbe de yerleştirir, ondan ucuzca kendini kurtaramaz.
Yine ondan gelen, dalâletten neş'et eden ruhun ızdırabatına o edebsizlenmiş edeb (müsekkin hem münevvim); hakikî fayda vermez.
Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitab gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat! Meyyit hayat veremez.
Hem tiyatro gibi tenasühvâri, mâzi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.
Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlûfte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz.
Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi karie ihtar eder. Zâhiren der: «Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz.»
Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefâhete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz.
İştihayı kabartır, hevesi tehyic eder, his daha söz dinlemez. Kur'andaki edebse hevayı karıştırmaz.
Hakperestlik hissi, hüsn-ü mücerred aşkı, cemâlperestlik zevki, hakikatperestlik şevki verir; hem de aldatmaz.
Kâinata tabiat cihetinde bakmıyor; belki bir san'at-ı İlâhî, bir sıbga-i Rahmânî noktasında bahseder, akılları şaşırtmaz.
Mârifet-i Sâni'in nurunu telkin eder. Herşeyde âyetini gösterir. Her ikisi rikkatli birer hüzün de veriyor, fakat birbirine benzemez.
Avrupazade edebse fakd-ül ahbabdan, sahibsizlikten neş'et eden gamlı bir hüznü veriyor, ulvî hüznü veremez.

Unknown dedi ki...

Zira sağır tabiat, hem de bir kör kuvvetten mülhemane aldığı bir hiss-i hüzn-ü gamdâr. Âlemi bir vahşetzar tanır, başka çeşit göstermez.
O surette gösterir, hem de mahzunu tutar, sahibsiz de olarak yabanîler içinde koyar, hiçbir ümid bırakmaz.
sh: » (S: 784)
Kendine verdiği şu hissî heyecanla git gide ilhada kadar gider, ta'tile kadar yol verir, dönmesi müşkil olur, belki daha dönemez.
Kur'anın edebi ise: Öyle bir hüznü verir ki, âşıkane hüzündür, yetimâne değildir. Firak-ul ahbabdan gelir, fakd-ül ahbabdan gelmez.
Kâinatta nazarı, kör tabiat yerine şuurlu, hem rahmetli bir san'at-ı İlâhî onun medâr-ı bahsi, tabiattan bahsetmez.
Kör kuvvetin yerine inâyetli, hikmetli bir kudret-i İlâhî ona medâr-ı Beyân. Onun için kâinat, vahşetzar Sûret giymez.
Belki muhatâb-ı mahzunun nazarında oluyor bir cem'iyet-i ahbab. Her tarafta tecavüb, her canibde tahabbüb; ona sıkıntı vermez.
Her köşede istînas, o cem'iyet içinde mahzunu vaz'ediyor bir hüzn-ü müştakane, bir hiss-i ulvî verir, gamlı bir hüznü vermez.
İkisi birer şevki de verir: O yabanî edebin verdiği bir şevk ile nefis düşer heyecana, heves olur münbasit; ruha ferah veremez.
Kur'anın şevki ise: Ruh düşer heyecana, şevk-i meâlî verir. İşte bu sırra binaen, Şeriat-ı Ahmediye (A.S.M) lehviyatı istemez.
Bâzı âlât-ı lehvi tahrim edip, bir kısmı helâl diye izin verip.. Demek hüzn-ü Kur'anî veya şevk-i Tenzilî veren âlet, zarar vermez.
Eğer hüzn-ü yetîmî veya şevk-i nefsanî verse, âlet haramdır. Değişir eşhasa göre, herkes birbirine benzemez.
* * *
Dallar Semeratı Rahmet Namına Takdim Ediyor
Şecere-i hilkatın dalları her tarafta semerat-ı niamı zîruhun ellerine zâhiren uzatıyor.
Hakikatte bir yed-i rahmet, bir dest-i kudrettir ki, o semeratı, o dalları içinde sizlere uzatıyor.
O yed-i rahmeti, siz de şükr ile öpünüz. O dest-i kudreti de minnetle takdis ediniz...
* * *
sh: » (S: 785)
Fatihanın Âhirinde İşaret Olunan Üç Yolun Beyanı
Ey birader-i pür emel! Hayâlini ele al, benimle beraber gel. İşte bir zemindeyiz, etrafına bakarız; kimse de görmez bizi.
Çadır direkleri hükmünde yüksek dağlar üstünde karanlıklı bir bulut tabakası atılmış, hem o dahi kaplatmış zeminimizin yüzü.
Müncemid bir sakf olmuş, fakat altı yüzü açıkmış, o yüz güneş görürmüş. İşte bulut altındayız, sıkıyor zulmet bizi.
Sıkıntı da boğuyor; havasızlık öldürür. Şimdi bize üç yol var: Bir âlem-i ziyadar, bir kerre seyrettimdi bu zemin-i mecâzî.
Evet bir kerre buraya da gelmişim, üçünde ayrı ayrı gitmişim. Birinci yolu budur: Ekseri burdan gider; o da devr-i âlemdir, seyahatâ çeker bizi.
İşte biz de yoldayız, böyle yayan gideriz. Bak şu sahranın kum deryalarına, nasıl hiddet saçıyor, tehdid ediyor bizi!
Bak şu deryanın dağvâri emvâcına! O da bize kızıyor. İşte Elhamdülillah öteki yüze çıktık; görürüz güneş yüzü.
Fakat çektiğimiz zahmeti ancak da biz biliriz. Of! tekrar buraya döndük şu zemin-i vahşetzâr, bulut damı zulmettar. Bize lâzım: Revnakdar eder kalbdeki gözü
Bir âlem-i ziyadar. Fevkalâde eğer bir cesaretin var; gireriz de beraber, bu yol-u pür-hatârkâr. İkinci yolumuzu:
Tabiat-ı arzı deleriz, o tarafa geçeriz. Ya fıtrî bir tünelden titreyerek gideriz. Bir vakitte bu yolda seyrettim de geçtim bî-nâz ve pür-niyazî.

Unknown dedi ki...

Fakat o zaman tabiatın zemini eritecek, yırtacak bir madde var idi elimde. Üçüncü yolun o delil-i mu'cizi
Kur'an onu bana vermişti. Kardeşim, arkamı da bırakma, hiç de korkma! Bak hâ şurada tünelvâri mağaralar, tahtel'arz akıntılar beklerler ikimizi.
Bizi geçirecekler. Tabiat da şu müdhiş cümûdiyeleri de seni hiç korkutmasın. Zira bu abus çehresi altında merhametli sahibinin tebessümlü yüzü.
sh: » (S: 786)
Radyumvari o madde-i Kur'anı ışığıyla sezmiştim. İşte, gözüne aydın! Ziyadar âleme çıktık, bak şu zemin-i pür-nâzı
Bu fezâ-yı lâtif, şirin. Yahu başını kaldır! Bak semâvata ser çekmiş, bulutları da yırtmış, aşağıda bırakmış. Dâvet ediyor bizi.
Şu şecere-i tûba, meğer o Kur'an imiş. Dalları her tarafa uzanmış. Tedelli eden bu dala biz de asılmalıyız, oraya alsın bizi.
O şecere-i semâvî; bir timsali zeminde olmuş şer'-i enveri. Demek zahmet çekmeden o yol ile çıkardık bu âlem-i ziyaya, sıkmadan zahmet bizi.
Mâdem yanlış etmişiz; eski yere döneriz, doğru yolu buluruz. Bak, üçüncü yolumuz; şu dağlar üstünde durmuş olan şehbâzi
Hem de bütün cihana okuyor bir ezanı. Bak müezzin-i âzama, Muhammed-ül Hâşimî (A.S.M.) dâvet eder insanı âlem-i nur-u envere. İlzam eder niyaz ile namazı.
Bulutları da yırtmış, bak bu hüda dağlarına. Semâvata ser çekmiş, bak şeriat cibâline. Nasıl müzeyyen etmiş zeminimizin yüzü gözü.
İşte çıkmalıyız buradan himmet tayyaresiyle. Ziya, nesim orada, nur u cemâl orada. İşte buradadır Uhud-u Tevhid, o cebel-i azizi.
İşte şuradadır Cûdi-i İslâmiyet, o cebel-i selâmet. İşte Cebel-ül Kamer olan Kur'an-ı Ezher, zülâl-i Nil akıyor o muhteşem menba'dan. İç o âb-ı lezizi!..
فَتَبَارَكَ اللّهُ اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ
وَ آخِرُ دَعْوَينَا اَنِ الْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
Ey arkadaş! Şimdi hayâli baştan çıkar, aklı kafaya geçir! Evvelki iki yolun mağdub ve dâllîn yolu; hatârları pek çoktur, kıştır dâim güz yazı...
Yüzde biri kurtulur; Eflâtun, Sokrat gibi. Üçüncü yol; sehildir, hem karib-i müstakimdir. Zaif, kavi müsavi. Herkes o yoldan gider. En rahatı budur ki: Şehid olmak ya gazî.
İşte neticeye gireriz. Evet dehâ-yı fennî: Evvelki iki yoldur
sh: » (S: 787)
ona meslek ve mezheb. Fakat hüda-yı Kur'anî: Üçüncü yoldur, onun sırat-ı müstakîmi îsal eder o bizi.
اَللّهُمَّ اِهْدِنَا الصِّرَاطَ اْلمُسْتَقِيمَ صِرَاطَ الّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَ لاَالضَّالِّينَ آمِينَ
* * *
Hakikî Bütün Elem Dalalette, Bütün Lezzet İmândadır
Hayal Libâsını Giymiş Muazzam Bir Hakikat
Ey yoldaş-ı hüşdâr! Sırât-ı müstakimin o meslek-i nuranî, mağdub ve dâllînin o tarîk-ı zulmanî, tam farklarını görmek eğer istersen ey aziz,
Gel vehmini ele al, hayâl üstüne de bin, şimdi seninle gideriz zulümat-ı ademe. O mezar-ı ekberi, o şehr-i pür-emvâtı bir ziyaret ederiz.
Bir Kadîr-i Ezelî, kendi dest-i kudretle bu zulümat kıt'adan bizi tuttu çıkardı, bu vücuda bindirdi, gönderdi şu dünyaya; şu şehr-i bî-lezâiz.
İşte şimdi biz geldik şu âlem-i vücuda, o sahra-yı hâile. Gözümüz de açıldı, şeş cihette biz baktık; evvel istîtafkârane önümüze bakarız.
Lâkin beliyyeler, elemler önümüzde düşmanlar gibi tehacüm eder. Ondan korktuk, çekindik. Sağa sola, anâsır-ı tabâyia bakarız, ondan meded bekleriz.
Lâkin biz görüyoruz ki, onların kalbleri kasiyye, merhametsiz. Dişlerini bilerler, hiddetli de bakarlar; ne naz dinler, ne niyaz!
Muztar adamlar gibi me'yusane nazarı yukarıya kaldırdık. Hem istimdadkârane ecrâm-ı ulviyeye bakarız; pek dehşetli tehdidkâr da görürüz.
Güya birer gülle bomba olmuşlar, yuvalardan çıkmışlar, hem etraf-ı fezâda pek sür'atli geçerler, her nasılsa ki onlar birbirine dokunmaz.
sh: » (S: 788)
Ger birisi yolunu kazara bir şaşırtsa, el'iyâzübillâh, şu âlem-i şehâdet ödü de patlayacak. Tesadüfe bağlıdır; bundan dahi hayır gelmez.
Me'yusâne nazarı o cihetten çevirdik, elîm hayrete düştük. Başımız da eğildi, sînemizde saklandık, nefsimize bakarız. Mütalaa ederiz.
İşte işitiyoruz: Zavallı nefsimizden binlerle hâcetlerin sayhaları geliyor. Binlerle fâkatlerin enînleri çıkıyor. Teselliyi beklerken tevahhuş ediyoruz.

Unknown dedi ki...

Ondan da hayır gelmedi. Pek ilticakârane vicdanımıza girdik; içine bakıyoruz, bir çareyi bekleriz. Eyvah! Yine bulmayız; biz meded vermeliyiz.
Zira onda görünür binlerle emelleri, galeyanlı arzular, heyecanlı hissiyat, kâinata uzanmış. Herbirinden titreriz, hiç yardım edemeyiz.
O âmâl sıkışmışlar vücud-adem içinde; bir tarafı ezele, bir tarafı ebede uzanıp gidiyorlar. Öyle vüs'atları var; ger dünyayı yutarsa o vicdan da tok olmaz.
İşte bu elîm yolda nereye bir baş vurduk, onda bir belâ bulduk. Zira mağdub ve dâllîn yolları böyle olur. Tesadüf ve dalâlet, o yolda nazar-endaz.
O nazarı biz taktık, bu hâle böyle düştük. Şimdi dahi halimiz ki mebde' ve meadi, hem Sâni' ve hem haşri muvakkat unutmuşuz.
Cehennem'den beterdir, ondan daha muhriktir, ruhumuzu eziyor. Zira o şeş cihetten ki onlara baş vurduk. Öyle hâlet almışız.
Ki yapılmış o hâlet, hem havf ile dehşetten, hem acz ile ra'şetten, hem kalâk ve vahşetten, hem yütm ve hem yeisten mürekkeb vicdan-sûz.
Şimdi her cihete mukabil bir cepheyi alırız, def'ine çalışırız. Evvel, kudretimize müracaat ederiz, vâesefâ görürüz.
Ki âcize zaîfe. Sâniyen: Nefiste olan hâcâtın susmasına teveccüh ediyoruz. Vâesefâ durmayıp bağırırlar görürüz.
Sâlisen: İstimdadkârane, bir halaskârı için bağırır, çağırırız, ne kimse işitiyor, ne cevabı veriyor. Biz de zannediyoruz:
Herbir şey bize düşman, herbir şey bizden garib. Hiçbirşey kal
sh: » (S: 789)
bimize bir teselli vermiyor; hiç emniyet bahşetmez, hakikî zevki vermez.
Râbian: Biz ecrâm-ı ulviyeye baktıkça, onlar nazara verir bir havf ile dehşeti. Hem vicdanın müz'ici bir tevahhuş geliyor: Akıl-sûz, evham-sâz!
İşte ey birader! Bu dalâletin yolu, mahiyeti şöyledir. Küfürdeki zulmeti, bu yolda tamam gördük. Şimdi de gel kardeşim, o ademe döneriz.

Tekrar yine geliriz. Bu kerre tarîkımız sırât-ı müstakimdir, hem îmânın yoludur. Delil ve imâmımız, inâyet ve Kur'andır, şehbâz-ı edvar-pervaz.
İşte Sultan-ı Ezel'in rahmet ve inâyeti, vaktâ bizi istedi, kudret bizi çıkardı, lütfen bizi bindirdi kanun-u meşîete: Etvâr üstünde perdaz.
Şimdi bizi getirdi, şefkat ile giydirdi şu hil'at-ı vücudu, emanet rütbesini bize tevcih eyledi. Nişanı niyaz ve namaz.
Şu edvar ve etvârın, bu uzun yolumuzda birer menzil-i nazdır. Yolumuzda teshilât içindir ki, kaderden bir emirname vermiş, sahifede cephemiz.
Her nereye geliriz, herhangi taifeye misafir oluyoruz, pek uhuvvetkârane istikbal görüyoruz. Malımızdan veririz, mallarından alırız.
Ticaret muhabbeti, onlar bizi beslerler, hediyelerle süslerler, hem de teşyi' ederler. Gele gele işte geldik, dünya kapısındayız işitiyoruz avaz.
Bak girdik şu zemine; ayağımızı bastık şehadet âlemine: Şehr-âyîne-i Rahman, gürültühane-i insan. Hiçbir şey bilmeyiz, delil ve imamımız meşîet-i Rahman'dır. Vekil-i delilimiz, nâzenin gözlerimiz. Gözlerimizi açtık, dünya içine saldık. Hatırına gelir mi evvelki gelişimiz?
Garib, yetim olmuştuk; düşmanlarımız çoktu, bilmezdik hâmimizi. Şimdi nur-u îman ile o düşmanlara karşı bir rükn-ü metînimiz
İstinâdî noktamız, hem himayetkârımız def'eder düşmanları. O îman-ı billâhtır ki ziyâ-i ruhumuz, hem nur-u hayatımız, hem de ruh-u ruhumuz.
sh: » (S: 790)
İşte kalbimiz rahat, düşmanları aldırmaz, belki düşman tanımaz. Evvelki yolumuzda, vaktâ vicdana girdik; işittik ondan binlerle feryad u fîzar ve âvâz.
Ondan belâya düştük. Zira âmâl, arzular, istîdad ve hissiyat; dâim ebedî ister. Onun yolunu bilmezdik, bizden yol bilmemezlik, onda fîzar ve niyâz.
Fakat elhamdülillâh, şimdi gelişimizde bulduk nokta-i istimdad, ki dâim hayat verir o istîdad, âmâle; tâ ebed-ül-âbâda onları eder pervaz.
Onlara yol gösterir, o noktadan istîdad hem istimdad ediyor, hem âb-ı hayatı içer, hem kemâline koşuyor; o nokta-i istimdad, o şevk-engiz remz ü nâz.
İkinci kutb-u îman ki: Tasdik-i haşirdir, saâdet-i ebedî; o sadefin cevheri îmân, bürhânı Kur'an. Vicdan, insanî bir râz.
Şimdi başını kaldır, şu kâinata bir bak, onun ile bir konuş. Evvelki yolumuzda pek müdhiş görünürdü. Şimdi de mütebessim her tarafa gülüyor, nâzenînane niyaz ve âvâz.

Unknown dedi ki...

Görmez misin: Gözümüz arı-misâl olmuştur; her tarafa uçuyor. Kâinat bostanıdır, her tarafta çiçekler, her çiçek de veriyor ona bir âb-ı lezîz.
Hem ünsiyet, teselli, tahabbübü veriyor. O da alır getirir; şehd-i şehadet yapar. Balda bir bal akıtır, o esrar-engiz şehbaz.
Harekât-ı ecrâma, ya nücum, ya şümûsa nazarımız kondukça, ellerine verirler Hâlıkın hikmetini. Hem mâye-i ibreti, hem cilve-i rahmeti alır ediyor pervaz.
Güya şu Güneş bizlerle konuşuyor: Der: «Ey kardeşlerimiz! Tevahhuşla sıkılmayınız, ehlen sehlen merhaba, hoş teşrif ettiniz. Menzil sizin; ben bir mumdar-ı şehnaz.
Ben de sizin gibiyim; fakat sâfi isyansız, mutî bir hizmetkârım. O Zât-ı Ehad-i Samed ki mahz-ı rahmetiyle hizmetinize beni müsahhar-ı pürnur etmiş. Benden hararet, ziyâ; sizden namaz ve niyaz.»
Yahu, bakın Kamer'e! Yıldızlarla denizler herbiri de kendine mahsus birer lisanla: «Ehlen sehlen merhaba!» derler. «Hoş geldiniz, bizi tanımaz mısınız?»
Sırr-ı teâvünle bak, remz-i nizâmla dinle. Herbirisi söylüyor:
sh: » (S: 791)
«Biz de birer hizmetkâr, rahmet-i Zülcelâl'in birer âyinedârıyız; hiç de üzülmeyiniz, bizden sıkılmayınız.»
Zelzele na'raları, hâdisat sayhaları sizi hiç korkutmasın, vesvese de vermesin. Zira onlar içinde bir zemzeme-i ezkâr, bir demdeme-i tesbih, velvele-i nâz u niyaz.
Sizi bize gönderen o Zât-ı Zülcelâl, ellerinde tutmuştur bunların dizginlerini. İman gözü okuyor yüzlerinde âyet-i rahmet, herbiri birer âvâz.
Ey mü'min-i kalbi hüşyâr! Şimdi gözlerimiz bir parça dinlensinler, onların bedeline hassas kulağımızı îmanın mübarek eline teslim ederiz, dünyaya göndeririz. Dinlesin leziz bir sâz.
Evvelki yolumuzda bir matem-i umumî, hem vaveylâ-yı mevtî zannolunan o sesler, şimdi yolumuzda birer nevaz u namaz, birer âvâz u niyâz, birer tesbihe âğâz.
Dinle, havadaki demdeme, kuşlardaki civcive, yağmurdaki zemzeme, denizdeki gamgama, raadlardaki rakraka, taşlardaki tıktıka birer mânidar nevâz...
Terennümât-ı hava, naarat-ı ra'diye, nağamat-ı emvâc, birer zikr-i âzamet. Yağmurun hezecâtı, kuşların seceâtı birer tesbih-i rahmet, hakikata bir mecâz.
Eşyada olan asvat, birer savt-ı vücuddur: Ben de varım derler. O kâinat-ı sâkit, birden söze başlıyor: «Bizi câmid zannetme, ey insan-ı boşboğaz!.»
Tuyurları söylettirir ya bir lezzet-i nimet, ya bir nüzul-ü rahmet. Ayrı ayrı seslerle, küçük âğâzlarıyla rahmeti alkışlarlar, nimet üstünde iner, şükür ile eder pervâz.
Remzen onlar derler: «Ey kâinat kardeşler! Ne güzeldir hâlimiz: Şefkatle perverdeyiz, Hâlimizden memnunuz. Sivri dimdikleriyle fezâya saçıyorlar birer âvâz-ı pür-nâz.
Güya bütün kâinat ulvî bir musikîdir, îman nuru işitir ezkâr ve tesbihleri. Zira hikmet reddeder tesadüf vücudunu, nizâm ise tardeder ittifâk-ı evham-sâz.
Ey yoldaş! Şimdi şu âlem-i misâlîden çıkarız, hayâlî vehimden ineriz, akıl meydanında dururuz, mizana çekeriz, ederiz yolları ber-endâz.
Evvelki elîm yolumuz mağdub ve dâllîn yolu, o yol verir vic
sh: » (S: 792)
dana, tâ en derin yerine hem bir hiss-i elîmi, hem bir şedid elemi. Şuur onu gösterir. Şuura zıd olmuşuz.
Hem kurtulmak için de muztar ve hem muhtacız; ya o teskin edilsin, ya ihsas da olmasın; yoksa dayanamayız, feryad u fîzar dinlenmez.
Hüdâ ise şifadır; heva, ibtal-i histir. Bu da teselli ister, bu da tegafül ister, bu da meşgale ister, bu da eğlence ister. Hevesât-ı sihirbaz.
Tâ vicdanı aldatsın, ruhu tenvim edilsin, tâ elem hissolmasın. Yoksa o elem-i elîm, vicdanı ihrak eder; fîzara dayanılmaz, elem-i ye's çekilmez.
Demek sırât-ı müstakimden ne kadar uzak düşse, o derece nisbeten şu hâlet tesir eder, vicdanı bağırttırır. Her lezzetin içinde elemi var, birer iz.
Demek heves, heva, eğlence, sefâhetten memzuc olan şaşaa-i medenî, bu dalâletten gelen şu müdhiş sıkıntıya bir yalancı merhem, uyutucu zehir-bâz.
Ey aziz arkadaşım! İkinci yolumuzda, o nuranî tarikte bir hâleti hissettik; o hâletle oluyor hayat, mâden-i lezzet. Âlâm, olur lezâiz.

Unknown dedi ki...

Onunla bunu bildik ki mütefâvit derecede, kuvvet-i îman nisbetinde rûha bir hâlet verir. Cesed ruhla mültezdir, ruh vicdanla mütelezziz.
Bir saâdet-i âcile, vicdanda münderiçtir; bir firdevs-i mânevî, kalbinde mündemiçtir. Düşünmekse deşmektir; şuur ise, şiar-ı râz.
Şimdi ne kadar kalb îkaz edilirse, vicdan tahrik edilse, ruha ihsas verilse; lezzet ziyade olur, hem de döner ateşi nur, şitâsı yaz.
Vicdanda firdevslerin kapıları açılır, dünya olur bir cennet. İçinde ruhlarımız, eder pervâz u perdâz, olur şehbâz u şehnâz, yelpez namaz u niyaz.
Ey aziz yoldaşım! Şimdi Allah'a ısmarladık. Gel, beraber bir dua ederiz, sonra da buluşmak üzere ayrılırız...
اَللَّهُمَّ اِهْدِنَا الصِّرَاطَ اْلمُسْتَقِيمَ آمِينَ
* * *
sh: » (S: 793)
Anglikan Kilisesine Cevab
Bir zaman bî-aman İslâmın düşmanı, siyasî bir dessas, yüksekte kendini göstermek isteyen vesvas bir papaz, desise niyetiyle hem inkâr Sûretinde,
Hem de boğazımızı pençesiyle sıktığı bir zaman-ı elîmde pek şematetkârane bir istifham ile dört şey sordu bizden.
Altıyüz kelime istedi. Şemâtetine karşı: Yüzüne "tuh!" demek. Desisesine karşı: Küsmekle sükût etmek, inkârına karşı da:
Tokmak gibi bir cevab-ı müskit vermek lâzımdı. Onu muhatâb etmem. Bir hak-perest adama böyle cevabımız var. O dedi birincide:
"Muhammed (Aleyhissalâtü Vesselâm) dini nedir?" Dedim: İşte Kur'andır. Erkân-ı sitte-i îman, erkân-ı hamse-i İslâm, esâs maksad-ı Kur'an. Der ikincisinde:
"Fikir ve hayata ne vermiş?" Dedim: "Fikre tevhid, hayata istikamet. Buna dair şahidim: فَاسْتَقِمْ كَمَآ اُمِرْتَ قُلْ هُوَ اللَّهُ اَحَدٌ
Der üçüncüsünde: "Mezâhim-i hâzıra nasıl tedâvi eder? " Derim: "Hurmet-i ribâ, hem vücub-u zekâtla. Buna dâir şâhidim: يَمْحَقُ اللَّهُ الرِّبَوا da. وَاَحَلَّ اللَّهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبَوا وَاَقِيمُوا الصَّلوَةَ وَاَتُوا الزَكَوةَ
Der dördüncüsünde: "İhtilâl-i beşere ne nazarla bakıyor?" Derim: Sa'y, asıl esâs
sh: » (S: 794)
tır. Servet-i insâniye, zâlimlerde toplanmaz, saklanmaz ellerinde.
Buna dair şahidim:
لَيْسَ ِلْلاِنْسَانِ اِلاَّ مَا سَعَى وَالَّذِينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ وَالْفِضَّةَ وَلاَ يُنْفِقُونَهَا فِى سَبِيلِ اللَّهِ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ اَلِيمٍ
* * *

Unknown dedi ki...

İsm-i Azamın hakkına ve Kur'ân'ı Mu'cizü'l-Beyanın hürmetine ve Resûl-i Ekrem Aleyhisselâmın şerefine, bu mecmuayı bastıranları ve mübarek yardımcılarını Cennetü'l-Firdevste saadet-i ebediyeye mazhar eyle. Amin.Ve Nurların neşrinde sebat ve devam ve ihlas ihsan eyle.Amin.
Ya Erhamereahimîn!Umum Risale-i Nur Şakirdlerini iki cihanda mes'ud eyle. Amin.İnsî ve cinnî şeytanların şerlerinden muhafaza eyle. Amin.Ve bu aciz ve biçare Said'in kusurâtını affeyle Amin.

Unknown dedi ki...

Insanın malının hurmeti kanıñın hürmeti gibidir,resulullah buyurmuştur.

Unknown dedi ki...

Hurmat.haramlar,dinin yapılmasını menettiği şeyler,yapılması günah olan işler.

Unknown dedi ki...

Toklar az,açlar çok gülenler az,ağlayanlar çoktur...faizli sistemde...

Unknown dedi ki...

Hazreti ömer demiştirki riba ayeti kuran ım en son nazil olan ayetlerindendir.hazreti peygamber sallallahü aleyhi vesellem bunu bize tamamen beyan etmeden irtihal etti.

Unknown dedi ki...

Binaenaleyh ribayı ribeyi bırakınız,ya ni beyanatı mevcudeye nazaran riba olduğu açıktan malum olanları bıraktığınız gibi riba reybi,riba şüphesi bulunanlarıda bırakınız.

Unknown dedi ki...

Halal ile haram ictima edince haram takdim olunur.kaideside bunu matıktır.hak dini kuran dili cilt.2. Sayfa .963.

Unknown dedi ki...

HAKİKAT ÇEKİRDEKLERİ
Bismillahirrahmenirrahim
Otuz beş sene evvel tab edilen Hakikat Çekirdekleri namındaki risaleden vecizelerdir.
1. Mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alil bir uzvun reçetesi ittiba-ı Kur'ân'dır.

2. Azametli, bahtsız bir kıt'anın; şanlı, talihsiz bir devletin; değerli, sahipsiz bir kavmin reçetesi, ittihad-ı İslâmdır.

3. Arzı ve bütün nücum ve şümusu tesbih taneleri gibi kaldıracak ve çevirecek kuvvetli bir ele mÂlik olmayan kimse, kâinatta dâvâ-yı hÂlk ve iddiayı icad edemez. Zira herşey her şeyle bağlıdır.

4. Haşirde bütün zevi'l ervâhın ihyâsı, mevtâlûd bir nevm ile kışta uyuşmuş bir sineğin baharda ihyâ ve inşasından kudrete daha ağır olamaz. Zira kudret-i ezeliye zâtiyedir; tagayyür edemez, acz tahÂllül edemez, avâik tedahül edemez. Onda merâtib olamaz; herşey ona nispeten birdir.

5. Sivrisineğin gözünü hâlk eden, güneşi dahi o hâlk etmiştir.

6. Pirenin midesini tanzim eden, manzume-i şemsiyeyi de o tanzim etmiştir.
Her türlü hamd ve övgü, medih ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. Salât ve selâm ise, Efendimiz Muhammed'in ve bütün Âl ve ashabının üzerine olsun.

Unknown dedi ki...

7. Kainatın telifinde öyle bir i'caz vardır ki; bütün esbabı tabiiye, farz-ı muhal olarak muktedir birer fail-i muhtar olsalar, yine kemal-i acz ile o i'caza karşı secde ederek, * "subhaneke la kudrete lena inneke entel azizülhakim" diyeceklerdir.

8. Esbaba tesir-i hakikî verilmemiş; vahdet ve celâl öyle ister. Lâkin, mülk cihetinde, esbab dest-i kudrete perde olmuştur; izzet ve azamet öyle ister-tâ, nazar-ı zâhirde, dest-i kudret mülk cihetindeki umur-u hasise ile mübaşir görülmesin.

9. Mahâll-i taallûk-u kudret olan her şeydeki melekûtiyet ciheti, şeffaftır, nezihdir.

10. Âlem-i şehadet, avâlimü'l-guyûb üstünde tenteneli bir perdedir.

11. Bir noktayı tam yerinde icad etmek için, bütün kâinatı icad edecek bir kudret-i gayr-ı mütenâhi lâzımdır. Zira, şu kitab-ı kebîr-i kâinatın herbir harfinin, bahusus zîhayat herbir harfinin, herbir cümlesine müteveccih birer yüzü, nâzır birer gözü vardır.
12. Meşhurdur ki, hilâl-i îde bakarlardı. Kimse Bir şey görmedi. İhtiyar bir zat yemin ederek "Hilâli gördüm" dedi. Halbuki gördüğü hilâl değil, kirpiğinin takavvüs etmiş beyaz bir kılıydı. O kıl nerede, kamer nerede? Harekât-ı zerrat nerede, fâil-i teşkil-i envâ nerede?
13. Tabiat misalî bir matbaadır, tâbi' değil. Nakıştır, nakkaş değil. Kabildir, fâil değil. Mistardır, masdar değil. Nizamdır, nâzım değil. Kanundur, kudret değil. Şeriat-ı iradiyedir, hakikat-i hariciye değil.
14. Fıtrat-ı zîşuur olan vicdandaki incizap ve cezbe, bir hakikat-i cazibedarın cezbesiyledir.
15. Fıtrat yalan söylemez. Bir çekirdekteki meyelân-ı nümüvv der: "Ben sümbülleneceğim, meyve vereceğim." Doğru söyler. Yumurtada bir meyelân-ı hayat var. Der: "Piliç olacağım." Biiznillâh olur, doğru söyler. Bir avuç su, meyelân-ı incimad ile der: "Fazla yer tutacağım." Metin demir onu yalan çıkaramaz; sözünün doğruluğu demiri parçalar. Şu meyelânlar, iradeden gelen evâmir-i tekviniyenin tecellîleridir, cilveleridir.
Sen her kusurdan münezzehsin. Bizim hiçbir kudretimiz yok; nihayetsiz izzet ve hikmet sahibi olan muhakkak Sensin.

Unknown dedi ki...

16. Karıncayı emirsiz, arıyı yâsupsuz bırakmayan kudret-i ezeliye, elbette beşeri nebîsiz bırakmaz. Âlem-i şehadetteki insanlara inşikak-ı kamer bir mucize-i Ahmediye (a.s.m.) olduğu gibi, Miraç dahi Âlem-i melekûttaki melâike ve ruhaniyâta karşı bir mucize-i kübrâ-yı Ahmediyedir ki, nübüvvetinin velâyeti bu keramet-i bâhire ile ispat edilmiştir ve o parlak zat, berk ve kamer gibi melekûtta şulefeşân olmuştur.

17. Kelime-i şehadetin iki kelâmı birbirine şahittir. Birincisi ikincisine bürhan-ı limmîdir; ikincisi birincisine bürhan-ı innîdir.

18. Hayat, kesrette bir çeşit tecellî-i vahdettir. Onun için ittihada sevk eder. Hayat, bir şeyi her şeye mâlik eder.

19. Ruh, bir kanun-u zîvücud-u haricîdir, bir namus-u zîşuurdur. Sabit ve daim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi Âlem-i emirden, sıfat-ı iradeden gelmiş, kudret ona vücud-u hissî giydirmiştir, bir seyyâle-i lâtifeyi o cevhere sadef etmiştir. Mevcut ruh, mâkul kanunun kardeşidir. İkisi hem daimî, hem Âlem-i emirden gelmişlerdir. Şayet nevilerdeki kanunlara kudret-i ezeliye bir vücud-u haricî giydirseydi, ruh olurdu. Eğer ruh, şuuru başından indirse, yine lâyemut bir kanun olurdu.

20. Ziya ile mevcudat görünür; hayat ile mevcudatın varlığı bilinir. Herbirisi birer keşşaftır.

21. Nasraniyet ya intıfâ veya ıstıfâ edip İslâmiyete karşı terk-i silâh edecektir. Nasraniyet birkaç defa yırtıldı, Protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı, tevhide yaklaştı. Tekrar yırtılmaya hazırlanıyor. Ya intıfâ bulup sönecek veya hakikî Nasraniyetin esasını câmi olan hakaik-i İslâmiyeyi karşısında görecek, teslim olacaktır. İşte bu sırr-ı azîme Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm işaret etmiştir ki, "Hazret-i İsâ nâzil olup gelecek, ümmetimden olacak, şeriatımla amel edecektir."

22. Cumhur-u avâmı, bürhandan ziyade, me'hazdaki kudsiyet imtisâle sevk eder.

Unknown dedi ki...

23. Şeriatın yüzde doksanı (zaruriyat ve müsellemât-ı diniye) birer elmas sütundur. Mesâil-i içtihadiye-i hilâfiye, yüzde ondur. Doksan elmas sütun, on altının himayesine verilmez. Kitaplar ve içtihadlar Kur'ân'a dürbün olmalı, ayna olmalı; gölge ve vekil olmamalı.

24. Her müstaid, nefsi için içtihad edebilir, teşrî edemez.

25. Bir fikre davet, cumhur-u ulemanın kabulüne vâbestedir. Yoksa davet bid'attır, reddedilir.

26. İnsan fıtraten mükerrem olduğundan, hakkı arıyor. bazen bâtıl eline gelir; hak zannederek koynunda saklar. Hakikati kazarken, ihtiyarsız, dalâlet başına düşer; hakikat zannederek kafasına giydiriyor.

27. Birbirinden eşeff ve eltaf, kudretin çok aynaları vardır; sudan havaya, havadan esire, esirden Âlem-i misale, Âlem-i misalden Âlem-i ervâha, hattâ zamana, fikre tenevvü ediyor. Hava aynasında, bir kelime milyonlar kelimat olur; kalem-i kudret, şu sırr-ı tenasülü pek acip istinsah ediyor. İn'ikâs, ya hüviyeti veya hüviyetle mahiyeti tutar. Kesifin timsalleri birer meyyit-i müteharriktir. Bir ruh-u nuranînin kendi aynalarında olan timsalleri, birer hayy-ı murtabıttır; aynı olmasa da, gayrı da değildir.

28. Şems, hareket-i mihveriyesiyle silkinse, meyveleri düşmez. Silkinmezse, yemişleri olan seyyarat düşüp dağılacaktır.

29. Nur-u fikir, ziya-yı kalble ışıklanıp mezc olmazsa, zulmettir, zulüm fışkırır. Gözün muzlim nehar-ı ebyazı, muzîi Haşiye leyle-i süveydâ ile mezc olmazsa basarsız olduğu gibi, fikret-i beyzâda süveydâ-i kalp bulunmazsa, basiretsizdir.

30. İlimde iz'ân-ı kalp olmazsa cehildir. İltizam başka, itikad başkadır.

31. Bâtıl şeyleri iyice tasvir, sâfi zihinleri idlâldir.

32. Âlim-i mürşid koyun olmalı, kuş olmamalı. Koyun kuzusuna süt, kuş yavrusuna kay verir.

33. Bir şeyin vücudu, bütün eczasının vücuduna vâbestedir. Ademi ise, bir cüz'ünün ademiyle olduğundan, zayıf adam, iktidarını göstermek için tahrip taraftarı oluyor, müsbet yerine menfice hareket ediyor.


Haşiye: Meali: Gözün gündüze benzeyen beyazı, geceye benzeyen siyahlığıyla beraber olmazsa, göz, göz olmaz.

Unknown dedi ki...

34. Desâtir-i hikmet, nevâmis-i hükümetle; kavânin-i hak, revâbıt-ı kuvvetle imtizaç etmezse, cumhur-u avamda müsmir olamaz.

35. Zulüm, başına adalet külâhını geçirmiş. Hıyanet, hamiyet libasını giymiş. Cihada, bağy ismi takılmış. Esarete hürriyet namı verilmiş. Ezdad, suretlerini mübadele etmişler.

36. Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır.

37. Aç canavara karşı tahabbüb, merhametini değil, iştahasını açar. Hem de diş ve tırnağının kirasını da ister.

38. Zaman gösterdi ki, Cennet ucuz değil; Cehennem dahi lüzumsuz değil.

39. Dünyaca havas tanınan insanlardaki meziyet, sebeb-i tevazu ve mahviyet iken, tahakküm ve tekebbüre sebep olmuştur. Fukaranın aczi, avâmın fakrı, sebeb-i merhamet ve ihsan iken, esaret ve mahkûmiyetlerine müncer olmuştur.

40. Bir şeyde mehâsin ve şeref hâsıl oldukça, havassa peşkeş ederler. Seyyiat olsa, avâma taksim ederler.

41. Gaye-i hayal olmazsa veyahut nisyan veya tenâsi edilse, ezhan enelere dönüp etrafında gezerler.

42. Bütün ihtilÂlât ve fesadın asıl madeni ve bütün ahlâk-ı rezilenin muharrik ve membaı, tek iki kelimedir.

Birinci kelime: "Ben tok olsam, başkası açlıktan ölse bana ne."

İkinci kelime: "İstirahatim için zahmet çek; sen çalış, ben yiyeyim."

Birinci kelimenin ırkını kesecek tek bir devâsı var ki, o da vücub-u zekâttır. İkinci kelimenin devâsı hurmet-i ribâdır. Adalet-i Kur'âniye Âlem kapısında durup, ribâya "Yasaktır, girmeye hakkın yoktur" der. Beşer bu emri dinlemedi, büyük bir sille yedi. Daha müthişini yemeden dinlemeli.

43. Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevki ediyor. Zira, beşer esir olmak istemediği gibi, ecîr olmak da istemez.

44. Tarik-i gayr-ı meşru ile bir maksadı takip eden, galiben maksudunun zıddıyla ceza görür. Avrupa muhabbeti gibi gayr-ı meşru muhabbetin âkıbetinin mükâfâtı, mahbubun gaddârâne adâvetidir.

Unknown dedi ki...

45. Maziye, mesâibe kader nazarıyla; ve müstakbele, meâsîye teklif noktasında bakmak lâzımdır. Cebir ve İtizal, burada barışırlar.

46. Çaresi bulunan şeyde acze, çaresi bulunmayan şeyde cezâa iltica etmemek gerektir.

47. Hayatın yarası iltiyam bulur. İzzet-i İslâmiyenin ve namusun ve izzet-i milliyenin yaraları pek derindir.

48. Öyle zaman olur ki, bir kelime bir orduyu batırır, bir gülle otuz milyonun mahvına sebep olur.Haşiye Öyle şerâit tahtında olur ki, küçük bir hareket, insanı Âlâ-yı illiyyîne çıkarır. Ve öyle hâl olur ki, küçük bir fiil, insanı esfel-i sâfilîne indirir.

49. Bir tane sıdk, bir harman yalanları yakar. Bir tane hakikat, bir harman hayalâta müreccahtır.



("Her sözün doğru olmalı; fakat her doğruyu söylemek doğru değil.")

50. Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.

51. İnsanları canlandıran emeldir, öldüren yeistir.

52. Eskiden beri i'lâ-yı kelimetullahı ve beka-yı istiklâliyeti ve İslâm için farz-ı kifaye-i cihadı deruhte ile kendini, yekvücut olan Âlem-i İslâma fedaya vazifedar ve hilâfete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felâketi, Âlem-i İslâmın saadet ve hürriyet-i müstakbelesiyle telâfi edilecektir. Zira şu musibet, maye-i hayatımız olan uhuvvet-i İslâmiyenin inkişafını harikulâde tâcil etti.

53. Hıristiyanlığın malı olmayan mehâsin-i medeniyeti ona mal etmek ve İslâmiyetin düşmanı olan tedennîyi ona dost göstermek, feleğin ters dönmesine delildir.

54. Paslanmış bîhemtâ bir elmas, daima mücellâ cama müreccahtır.

55. Herşeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyatta kördür.


Haşiye: Sırp bir neferin Avusturya Veliahtına attığı bir tek gülle, eski Harb-i Umumîyi patlattırdı, otuz milyon nüfusun mahvına sebep oldu.

Unknown dedi ki...

56. Mecaz, ilmin elinden cehlin eline düşse, hakikate inkılâp eder, hurâfâta kapı açar.
57. İhsan-ı İlâhîden fazla ihsan, ihsan değildir. herşeyi olduğu gibi tavsif etmek gerektir.
58. Şöhret, insanın malı olmayanı dahi insana mal eder.
59. Hadis, maden-i hayat ve mülhim-i hakikattir.
60. İhyâ-yı din, ihyâ-yı millettir. Hayat-ı din, nur-u hayattır.
61. Nev-i beşere rahmet olan Kur'ân, ancak umumun, lâakal ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder. Medeniyet-i hazıra, beş menfi esas üzerine teessüs etmiştir:
1. Nokta-i istinadı kuvvettir. O ise, şe'ni tecavüzdür.
2. Hedef-i kastı menfaattir. O ise, şe'ni tezâhumdur.
3. Hayatta düsturu cidaldir. O ise, şe'ni tenâzudur.
4. Kitleler mâbeynindeki rabıtası, âhari yutmakla beslenen unsuriyet ve menfi milliyettir. O ise, şe'ni müthiş tesâdümdür.
62. Cazibedar hizmeti, hevâ ve hevesi teşcî ve arzularını tatmindir. O hevâ ise, insanın mesh-i mânevîsine sebeptir.
Şeriat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet ise:
Nokta-i istinadı, kuvvete bedel, haktır ki, şe'ni adalet ve tevâzündür.
Hedefi de, menfaat yerine fazilettir ki, şe'ni muhabbet ve tecâzüptür.
Cihetü'l-vahdet de, unsuriyet ve milliyet yerine, rabıta-i dinî ve vatanî ve sınıfîdir ki, şe'ni samimî uhuvvet ve müsalemet ve haricin tecavüzüne karşı yalnız tedâfüdür.
Hayatta, düstur-u cidal yerine düstur-u teâvündür ki, şe'ni ittihad ve tesanüttür.
Hevâ yerine hüdâdır ki, şe'ni insaniyeten terakki ve ruhen tekâmüldür.
Mevcudiyetimizin hâmisi olan İslâmiyetten elini gevşetme, dört elle sarıl. Yoksa mahvolursun.
63. Musibet-i âmme, ekseriyetin hatasından terettüp eder. Musibet, cinayetin neticesi, mükâfâtın mukaddimesidir.

Unknown dedi ki...

64. Şehid, kendini hayy bilir. Feda ettiği hayatı, sekerâtı tatmadığından, gayr-ı münkatı ve bâki görüyor; yalnız, daha nezih olarak buluyor.

65. Adalet-i mahzâ-yı Kur'âniye, bir mâsumun hayatını ve kanını, hattâ umum beşer için de olsa heder etmez. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir. Hodgâmlıkla, öyle insan olur ki, ihtirasına mâni herşeyi, hattâ elinden gelirse dünyayı harap ve nev-i beşeri mahvetmek ister.

66. Havf ve zaaf, tesirat-ı hariciyeyi teşcî eder.

67. Muhakkak maslahat, mevhum mazarrata feda edilmez.
68. Şimdilik İstanbul siyaseti, İspanyol hastalığı gibi bir hastalıktır.
69. Deli adama "İyisin, iyisin" denilse iyileşmesi, iyi adama "Fenasın, fenasın" denilse fenalaşması nadir değildir.
70. Düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur. Düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır.
71. İnadın işi: Şeytan birisine yardım etse, "Melektir" der, rahmet okur. Muhâlifinde melek görse, "Libasını değiştirmiş şeytandır" der, lânet eder.
72. Bir derdin dermanı, başka bir derde zehir olabilir. Bir derman, haddinden geçse, dert getirir.
74. Cemaatte vahid-i sahih olmazsa, cem ve zam, kesir darbı gibi küçültür.Haşiye
75. Adem-i kabul, kabul-ü ademle iltibas olunur. Adem-i kabul: Adem-i delil-i sübut, onun delilidir. Kabul-ü adem, delil-i adem ister. Biri şek, biri inkârdır.
76. İmanî meselelerde şüphe, bir delili, hattâ yüz delili atsa da, medlûle iras-ı zarar edemez. Çünkü binler delil var.
* Tesanüd içindeki bir cemiyet, atâleti harekete tebdil eden bir vasıta olur. Tehasüd içindeki bir cemaat ise, hareketi atâlete çevirmeye vasıtadır.
Haşiye: Hesapta malûmdur ki, darb ve cem ziyadeleştirir. Dört kere dört, on altı olur. Fakat kesirlerde, darb ve cem, bilâkis küçültür. Sülüsü sülüsle darb etmek, tüsu' olur, yani dokuzda bir olur. Aynen onun gibi, insanlarda sıhhat ve istikamet ile vahdet olmazsa, ziyadeleşmekle küçülür, bozuk olur, kıymetsiz olur.

Unknown dedi ki...

77. Sevâd-ı âzama ittibâ edilmeli. Ekseriyete ve sevâd-ı âzama dayandığı zaman, lâkayt Emevîlik, en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adetçe ekalliyette kalan salâbetli Alevîlik, en nihayet az bir kısmı Râfızîliğe dayandı.
78. Hakta ittifak, ehakta ihtilâf olduğundan, bazen hak, ehaktan ehaktır; hasen, ahsenden ahsendir. Herkes kendi mesleğine "Hüve hakkun" demeli, "Hüve'l-Hakku" dememeli. Veyahut "Hüve hasen" demeli, "Hüve'l-Hasen" dememeli.
79. Cennet olmazsa, Cehennem tâzip etmez.
80. Zaman ihtiyarlandıkça Kur'ân gençleşiyor, rümuzu tavazzuh ediyor. Nur, nar göründüğü gibi, bazen şiddet-i belâgat dahi mübalâğa görünür.
81. Hararetteki merâtip, burudetin tahâllülüyledir. Hüsündeki derecat, kubhun tedahülüyledir. Kudret-i ezeliye zâtiyedir, lâzımedir, zaruriyedir. Acz tahâllül edemez, merâtip olamaz, herşey ona nispeten müsavidir.
82. Şemsin feyz-i tecellîsi olan timsali, denizin sathında ve denizin katresinde aynı hüviyeti gösteriyor.
83. Hayat, cilve-i tevhiddendir; müntehâsı da vahdet kesb ediyor.
84. İnsanlarda velî, Cumada dakika-i icabe, Ramazan'da Leyle-i Kadir, Esmâ-i Hüsnâda İsm-i Âzam, ömürde ecel meçhul kaldıkça, sair efrad dahi kıymettar kalır, ehemmiyet verilir. Yirmi sene müphem bir ömür, nihayeti muayyen bin sene ömre müreccahtır.
85. Dünyada mâsiyetin âkıbeti, ikab-ı uhrevîye delildir.
86. Rızık, hayat kadar kudret nazarında ehemmiyetlidir. Kudret çıkarıyor, kader giydiriyor, inâyet besliyor. Hayat, muhassal-ı mazbuttur, görünür. Rızık, gayr-ı muhassal, tedricî münteşirdir, düşündürür.Açlıktan ölmek yoktur. Zira bedende şahm ve saire suretinde iddihar olunan gıda bitmeden evvel ölüyor. Demek, terk-i âdetten neş'et eden maraz öldürür; rızıksızlık değil.
87. Âkilüllâhm vahşîlerin helâl rızıkları, hayvânâtın hadsiz cenazeleridir. Hem rû-yi zemini temizliyorlar, hem rızıklarını buluyorlar.
88. Bir lokma kırk paraya, diğer bir lokma on kuruşa... Ağıza girmeden ve boğazdan geçtikten sonra birdirler. Yalnız birkaç saniye ağızda bir fark var.
Müfettiş ve kapıcı olan kuvve-i zâikayı taltif ve memnun etmek için birden ona gitmek, israfın en sefîhidir.

Unknown dedi ki...

89. Lezâiz çağırdıkça, "Sanki yedim" demeli. "Sanki yedim"i düstur yapan Sankiyedim namındaki bir mescidi yiyebilirdi, yemedi.
90. Eskiden ekser İslâm aç değildi; tereffühe ihtiyar vardı. Şimdi açtır; telezzüze ihtiyar yoktur.
91. Muvakkat lezzetten ziyade, muvakkat eleme tebessüm etmeli, hoşgeldin demeli. Geçmiş lezâiz, ah vah dedirtir. Ah, müstetir bir elemin tercümanıdır. Geçmiş Âlâm, oh dedirtir. O oh, muzmer bir lezzet ve nimetin muhbiridir.
92. Nisyan dahi bir nimettir. Yalnız hergünün Âlâmını çektirir, müterâkimi unutturur.
93. Derece-i hararet gibi, her musibette bir derece-i nimet vardır. Daha büyüğünü düşünüp, küçükteki derece-i nimeti görüp, Allah'a şükretmeli. Yoksa, isti'zâm ile üflense şişer, merak edilse ikileşir; kalbdeki misali, hayali, hakikate inkılâp eder, o da kalbi döver.
94. Her adam için, heyet-i içtimaiyede görmek ve görünmek için mertebe denilen bir penceresi vardır. O pencere kamet-i kıymetinden yüksek ise, tekebbürle tetâvül edecek. Eğer kamet-i kıymetinden aşağı ise, tevazu ile takavvüs edecek ve eğilecek, tâ o seviyede görsün ve görünsün. İnsanda büyüklüğün mikyası küçüklüktür, yani tevazudur. Küçüklüğün mizanı büyüklüktür, yani tekebbürdür.
95. Zayıfın kavîye karşı izzet-i nefsi, kavîde tekebbür olur. Kavînin zayıfa karşı tevazuu, zayıfta tezellül olur. Bir ülü'l emrin makamındaki ciddiyeti vakardır, mahviyeti zillettir; hanesindeki ciddiyeti kibirdir, mahviyeti tevazudur. Fert mütekellim-i vahde olsa, müsamahası ve fedakârlığı amel-i salihtir; mütekellim-i maalgayr olsa hıyanettir, amel-i tÂlihtir. Bir şahıs kendi namına hazm-ı nefis eder, tefahur edemez; millet namına tefahur eder, hazm-ı nefis edemez.
96. Tertib-i mukaddematta tevfiz tembelliktir; terettüb-ü neticede tevekküldür. Semere-i sa'yine ve kısmetine rıza kanaattir, meyl-i sa'yi kuvvetlendirir; mevcuda iktifâ, dûnhimmetliktir.

Unknown dedi ki...

97. Evâmir-i şer'iyeye karşı itaat ve isyan olduğu gibi, evâmir-i tekviniyeye karşı da itaat ve isyan vardır. Birincisinde mükâfat ve mücâzâtın ekseri âhirette, ikincisinde ağlebi dünyada olur. Meselâ, sabrın mükâfâtı zaferdir; atâletin mücâzâtı sefalettir; sa'yin sevabı servettir; sebatın mükâfâtı galebedir. Müsavatsız adalet, adalet değildir.
98. Temasül tezadın sebebidir. Tenasüp tesanüdün esasıdır. Sıgar-ı nefis tekebbürün membaıdır. Zaaf gururun madenidir. Acz muhâlefetin menşeidir. Merak ilmin hocasıdır.
99. Kudret-i fâtıra, ihtiyaç ile, hususan açlık ihtiyacıyla, başta insan, bütün hayvânâtı gemlendirip nizama sokmuş. Hem Âlemi hercümerçten hâlâs edip, hem ihtiyacı medeniyete üstad ederek terakkiyâtı temin etmiştir.
100. Sıkıntı sefahetin muallimidir. Yeis dalâlet-i fikrin, zulmet-i kalp ruh sıkıntısının menbaıdır.
101.Bir meclis-i ihvâna güzel bir karı girdikçe riyâ, rekabet, haset damarı intibah eder. Demek, inkişaf-ı nisvandan, medenî beşerde ahlâk-ı seyyie inkişaf eder.
102. Beşerin şimdiki seyyiat-Âlûd hırçın ruhunda, mütebessim küçük cenazeler olan suretlerin rolü ehemmiyetlidir.
103. Memnu heykel, ya bir zulm-ü mütehaccir, ya bir heves-i mütecessim veya bir riyâ-yı mütecessiddir.
104. İslâmiyetin müsellemâtını tamamen imtisal ettiği cihetle bihakkın daire-i dahiline girmiş zatta, meylü't-tevsi, meylü't-tekemmüldür. Lâkaytlıkla hariçte sayılan zatta, meylü't-tevsi, meylü't-tahriptir. Fırtına ve zelzele zamanında, değil, içtihad kapısını açmak, belki pencerelerini de kapatmak maslahattır. Lâübâliler ruhsatlarla okşanılmaz; azîmetlerle, şiddetle ikaz edilir.
105. Biçare hakikatler, kıymetsiz ellerde kıymetsiz olur.
Erkekler hevâ ve hevesle kadınlaştıkça, kadınlar da nâşizelikle erkekleştiler.

Unknown dedi ki...

106. Küremiz hayvana benziyor, âsâr-ı hayat gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse, bir nevi hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrop küremiz kadar büyüse, ona benzemeyecek midir? Hayatı varsa, ruhu da vardır. Âlem, insan kadar küçülse, yıldızları zerrat ve cevâhir-i ferdiye hükmüne geçse, o da bir hayvan-ı zîşuur olmayacak mıdır? Allah'ın böyle çok hayvanları var.
107. Şeriat ikidir.
Birincisi: Âlem-i asgar olan insanın ef'âlini ve ahvâlini tanzim eden ve sıfat-ı kelâmdan gelen bildiğimiz şeriattır.
İkincisi: İnsan-ı ekber olan Âlemin harekât ve sekenâtını tanzim eden, sıfat-ı iradeden gelen şeriat-ı kübrâ-yı fıtriyedir ki, bazen yanlış olarak "tabiat" tesmiye edilir. Melâike bir ümmet-i azîmedir ki, sıfat-ı iradeden gelen ve şeriat-ı fıtriye denilen evâmir-i tekviniyesinin hamelesi ve mümessili ve mütemessilleridirler.
109. Maddiyyunluk mânevî tâundur ki, beşere şu müthiş sıtmayı tutturdu, gazab-ı İlâhîye çarptırdı. Telkin ve tenkit kabiliyeti tevessü ettikçe, o tâun da tevessü eder.
110. En bedbaht, en muztarip, en sıkıntılı, işsiz adamdır. Zira, atâlet ademin biraderzadesidir. Sa'y, vücudun hayatı ve hayatın yakazasıdır.
111. Ribânın kap ve kapıları olan bankaların nef'i, beşerin fenası olan gâvurlara ve onların en zalimlerine ve bunların en sefihlerinedir. Âlem-i İslâma zarar-ı mutlaktır; mutlak beşerin refahı nazara alınmaz. Zira gâvur harbî ve mütecaviz ise, hürmetsiz ve ismetsizdir.
112. Cumada hutbe, zaruriyat ve müsellemâtı tezkirdir; nazariyâtı talim değildir. İbare-i Arabiye daha ulvî ihtar eder. Hadis ile âyet muvazene edilse görünür ki, beşerin en belîği dahi, âyetin belâgatine yetişemez, ona benzemez.
Said Nursî

Unknown dedi ki...

Rasulullah söyle buyurmuştur;Muhakkak yakında bir fitne kopacaktır ki,o vakkitte oturan,ayakta olandan hayırlı , ayakta olan yürüyenden hayırlı,yürüyen de koşandan hayırlı olacaktır. (Kįşi dünyadan ve ehlinden uzaklaştıkça rahat edecektir)
Ruhu'l-Furkan 6 cilt 450

Unknown dedi ki...

Benim Ehli Beytimin sizin yanınızdaki
durumu , Nuh (a.s.)'ın gemisi gibidir.Kim bunlara tutunursa kurtulur.Kim ki tutunmaz yüz çevirirse boğulup gider.

Unknown dedi ki...

Velhasıl Allaha itaat ile Rasulüne itaat beyninde bir telâzüm vardır. Fakat bunda Allah gibi sevmekle Allah için sevmek arasındaki büyük farkı unutmamak lazım gelir.Allah gibi sevmek Allah bir ortak bir denk sevmektir.Allah a şirk ve küfürdür ki Nesârânın İsaya muhabbet ve ittibaı böyledir.degil Allah için sevmek ise ancak bir Allah ı sevmek bile şaibe tevhid üzere sevmektir.

Unknown dedi ki...

Her hatanın başı Dünya sevgisidir.

Unknown dedi ki...

Eğer müslimanlar allah c.c.a taatta sabrederler ve nehiylerinden ictinab ile iyice korunurlarsa o kafirlerin ve o münafıkların hiylerinin ve entrikalarının hiç bir zararını görmezler.

Unknown dedi ki...

Bilhassa mutasavvuflar cibril hadisine ve bu hadiste geçen ihsan allah c.c.görür gibi ibadet etmendir,ifadesine özel bir ilgi göstermişlerdir.din ilimlerini kuran ilmi,sünnet ilmi,imanın hakikatleri ilmi şeklinde üç kısma ayıran ebu nasr es serrac bütün bu bilgilerin aslının söz konusu hadis olduğunu söyleyerek hadisteki islamı zahir imanı batın ihsanıda zahir ve batının hakikati

Unknown dedi ki...

Diye nitelerken herevi aynı hadisi tasavvuf ehlinin izlediği seyrü sulukun bir özeti sayar.tasavvufta önemli bir yeri olan murakebe bu hadise dayandırılır.çünkü murakebe kulun her an allah c.c.tarafından denetlenmekte olduğu bilincini gös
Terir.islam ansiklopedisi ihsan.cilt.21.sy.545.

Unknown dedi ki...

Dünyayı yaratan ahiretide yaratır.

Unknown dedi ki...

Ona îmandan sorduğu zaman demiştir ki : Iman dört direk üstünde durur :Sabır , Yakin,Adalet ve Cihad.
"Bunlardan sabır dört kısımdır. Özlem (gayret);korku; çekinmek(dünyada);tetikte durmak. Cenneti özleyen şehevî isteklerden ve dileklerden vazgeçer .Cehennemden korkan haramlardan korkar.Dünyadan çekinen , dünya musîbetlerini hiçe sayar. Ölüme karşı tetikte duran kimse ise hayırlı işlere koşar .

Unknown dedi ki...

İbni mübarek rahimehullah bu ayeti kerimenin manasını şu beyitle ifade etmiştir.dini ancak, devlet reisleri, kötü alimlerle kötü sofiler bozmuştur.maide suresi ayet 63.ruhul furkan cilt.7.sy.277.

Unknown dedi ki...

"Yakîn de dört kısımdır:Basîretli akıl ve his;derinliğine kavramak ve hikmeti yorumlamak ;geçmişlerden öğüt
Ve ibret almak;geçmiş nesillerin yolundan ve izinden ders almak.Besiretli bir akıl ve idrake sahip olana hikmet kendiliğinen aydınlanır. Hikmeti apaydın gören, geçmişlerden ibret alır. Geçmişlerden ibret alan da tıpkı onlar gibi doğru hareket eder.

Unknown dedi ki...

40 HADİS

1- Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.

2- İslâm, güzel ahlâktır.

3- İnsanlara merhamet etmeyene Allah merhamet etmez.

4- Nerede olursan ol Allah’a karşı gelmekten sakın; yaptığın kötülüğün arkasından bir iyilik yap ki bu onu yok etsin. İnsanlara karşı güzel ahlakın gereğine göre davran.

5- Hayra vesile olan, hayrı yapan gibidir.

6- Mümin, bir delikten iki defa sokulmaz. (Mümin, iki defa aynı yanılgıya düşmez)

7- Allah, sizden birinizin yaptığı işi, ameli ve görevi sağlam ve iyi yapmasından hoşnut olur.

8- İman, yetmiş küsur derecedir. En üstünü “Lâ ilâhe illallah (Allah’tan başka ilah yoktur)” sözüdür, en düşük derecesi de rahatsız edici bir şeyi yoldan kaldırmaktır. Haya da imandandır.

9- Müslüman, insanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir.

10- (Mümin) kardeşinle münakaşa etme, onun hoşuna gitmeyecek şakalar yapma ve ona yerine getirmeyeceğin bir söz verme.

11- Utanmadıktan sonra dilediğini yap!

Unknown dedi ki...

12- (Allah Rasûlü) “Din nasihattir/samimiyettir” buyurdu. “Kime Yâ Rasûlallah?” diye sorduk. O da; “Allah’a, Kitabına, Peygamberine, Müslümanların yöneticilerine ve bütün Müslümanlara” diye cevap verdi.

13- Kim kötü ve çirkin bir iş görürse onu eliyle düzeltsin; eğer buna gücü yetmiyorsa diliyle düzeltsin; buna da gücü yetmezse, kalben karşı koysun. Bu da imanın en zayıf derecesidir.

14- İki göz vardır ki, cehennem ateşi onlara dokunmaz: Allah korkusundan ağlayan göz, bir de gecesini Allah yolunda, nöbet tutarak geçiren göz.

15- Zarar vermek ve zarara zararla karşılık vermek yoktur.

16- Hiçbiriniz kendisi için istediğini (mü’min) kardeşi için istemedikçe (gerçek) iman etmiş olamaz.

17- Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu (düşmanına) teslim etmez. Kim, (mümin) kardeşinin bir ihtiyacını giderirse Allah da onun bir ihtiyacını giderir. Kim Müslüman’ı bir sıkıntıdan kurtarırsa, bu sebeple Allah da onu kıyamet günü sıkıntılarının birinden kurtarır. Kim bir Müslüman’ı(n kusurunu) örterse, Allah da Kıyamet günü onu(n kusurunu) örter.

18- İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de (gerçek anlamda) iman etmiş olamazsınız.

19- İşçiye ücretini, (alnının) teri kurumadan veriniz.

20- Rabbinize karşı gelmekten sakının, beş vakit namazınızı kılın, Ramazan orucunuzu tutun, mallarınızın zekatını verin, yöneticilerinize itaat edin. (Böylelikle) Rabbinizin cennetine girersiniz.

21- Hiç şüphe yok ki doğruluk iyiliğe götürür. İyilik de cennete götürür. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (doğru sözlü) diye yazılır. Yalancılık kötüye götürür. Kötülük de cehenneme götürür. Kişi yalan söyleye söyleye Allah katında kezzâb (çok yalancı) diye yazılır.

22- ( Mümin) kardeşine tebessüm etmen sadakadır. İyiliği emredip kötülükten sakındırman sadakadır. Yolunu kaybeden kimseye yol göstermen sadakadır. Yoldan taş, diken, kemik gibi şeyleri kaldırıp atman da senin için sadakadır.

23- Allah sizin ne dış görünüşünüze ne de mallarınıza bakar. Ama o sizin kalplerinize ve işlerinize bakar.

24- Allah’ın rızası, anne ve babanın rızasındadır. Allah’ın öfkesi de anne babanın öfkesindedir.

25- Üç dua vardır ki, bunlar şüphesiz kabul edilir: Mazlumun duası, misafirin duası ve babanın evladına duası.

26- Hiçbir baba, çocuğuna, güzel terbiyeden daha üstün bir hediye veremez.

27- Peygamberimiz işaret parmağı ve orta parmağıyla işaret ederek: “ Gerek kendisine ve gerekse başkasına ait herhangi bir yetimi görüp gözetmeyi üzerine alan kimse ile ben, cennette işte böyle yan yanayız” buyurmuştur.

28- Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir.

29- Sizin en hayırlılarınız, hanımlarına karşı en iyi davrananlarınızdır.

Unknown dedi ki...

30- Cebrâil bana komşu hakkında o kadar çok tavsiyede bulundu ki; ben ( Allah Teâlâ) komşuyu komşuya mirasçı kılacak zannettim.

31- Birbirinize buğuz etmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize arka çevirmeyin; ey Allah’ın kulları, kardeş olun. Bir Müslüman’a, üç günden fazla (din) kardeşi ile dargın durması helal olmaz.

32- (İnsanı) helâk eden şu yedi şeyden kaçının. Onlar nelerdir ya Resulullah dediler. Bunun üzerine: Allah’a şirk koşmak, sihir, Allah’ın haram kıldığı cana kıymak, faiz yemek, yetim malı yemek, savaştan kaçmak, suçsuz ve namuslu mümin kadınlara iftirada bulunmak buyurdu.

33- Allah’a ve ahiret gününe imân eden kimse, komşusuna eziyet etmesin. Allah’a ve ahiret gününe imân eden misafirine ikramda bulunsun. Allah’a ve ahiret gününe imân eden kimse, ya hayır söylesin veya sussun.

34- Söz taşıyanlar (cezalarını çekmeden yada affedilmedikçe) cennete giremezler.

35- Dul ve fakirlere yardım eden kimse, Allah yolunda cihad eden veya gündüzleri (nafile) oruç tutup, gecelerini (nafile) ibadetle geçiren kimse gibidir.

36- Her insan hata eder. Hata işleyenlerin en hayırlıları tevbe edenlerdir.

37- İnsanda bir organ vardır. Eğer o sağlıklı ise bütün vücut sağlıklı olur; eğer o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin! O, kalptir.

38- Mü’minin başka hiç kimsede bulunmayan ilginç bir hali vardır; O’nun her işi hayırdır. Eğer bir genişliğe (nimete) kavuşursa şükreder ve bu onun için bir hayır olur. Eğer bir darlığa (musibete) uğrarsa sabreder ve bu da onun için bir hayır olur.

39- Bir Müslüman’ın diktiği ağaçtan veya ektiği ekinden insan, hayvan ve kuşların yedikleri şeyler, o Müslüman için birer sadakadır.

40- Bizi aldatan bizden değildir.

Unknown dedi ki...

Harama düşmek korkusundan yetmiş bab helali terk ederdim.hazret i ebubekir.

Unknown dedi ki...

Sabırda musibet, hüzün ve telaşta menfaat yoktur.

Unknown dedi ki...

Kalben buğz ettiğiniz kişilerin şerlerinden korkunuz.

Unknown dedi ki...

İşsizlik ferahlığından sakınınız.zira böyle bir rahatlık sarhoşluktan daha kötüdür.hazret i ömer.r.a.

Unknown dedi ki...

Zenginliğe merakı olan kişinin,dünyaya da sevgisi vardır.

Unknown dedi ki...

Az sünnet işlemek çok bidat işlemekten hayırlıdır.

Unknown dedi ki...

İşini allah c.c.tan korkanlarla istişare et.

Unknown dedi ki...

Allah c.c.için halka tevazu edenin cenab ı hak şeref ve şanını yükseltir.

Unknown dedi ki...

Kibrü gururla haddini tecavüz edeni cenab ı hak yerden yere çarpar.

Unknown dedi ki...

Amirin en kötüsü, halkı kötü yola sevkedendir.

Unknown dedi ki...

Çalışmak zahmet ise, boş durmak da bozukluktur.

Unknown dedi ki...

Sakın ha yere lanet etmeyin.

Unknown dedi ki...

Güzel ahlak en güzel bir dosttur.

Unknown dedi ki...

Yaşatacak bir sanat dilenmekten hayırlıdır.

Unknown dedi ki...

Doğruluktan ölmek lazım gelse yine sadık kal.

Unknown dedi ki...

Kötü arkadaşlardan uzaklaşmakla onlardan kurtulunur.

Unknown dedi ki...

Olmamış şeyleri soracağına olmuşlardan ibret almağa çalış.

Unknown dedi ki...

Kızlarınızı çirkinlere vermeğe icbar etmeyin.çünkü onlar da sizin gibi güzeli severler.

Unknown dedi ki...

Bugünkü işini yarına bırakma.

Unknown dedi ki...

Tesiri olmayan yerde doğru söylemenin faydası olmaz.

Unknown dedi ki...

Bir şeyden ümitsiz olan ondan uzak olur.
Şerri bilmeyen şerre düşer.
Yalan söyleyen facir olur,facir olan da helak olur.
Hayası gidenin kalbi ölür.
Takvası az olanın hayası az olur.

Unknown dedi ki...

Insanın nesi çoğalırsa onunla şöhret bulur.
Cok gülen insanın vekarı az olur.
Sırrını saklayanın iradesi elindedir.
Halka karşı insaflı olan işinde muvaffak olur.

Unknown dedi ki...

Evladını hangi asla atacağına dikkat et,çünkü damar aslına çeker.
Uyanık olun.fakirlerin hallerini amirlere söyleyenler iyi kişilerdir.

Unknown dedi ki...

En sonra varacağınız haktan korkun ki,fitne ve fesada koşmuş olmayasınız.

Unknown dedi ki...

Cok söyleyen değil,çok iş yapan amire muhtaçsınız.

Unknown dedi ki...

Her şeyin bir afeti ve nimetin bir musibeti vardır.

Unknown dedi ki...

İçkiden kaçının ki, her şerrin anahtarı odur.hazreti osman r.a.dört halifenin menkıbeleri sy.588.

Unknown dedi ki...

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Birbirlerine neyi soruyorlar? ﴾1﴿ Üzerinde anlaşmazlığa düştükleri büyük haberi (mi)? ﴾2-3﴿ Hayır, ileride bilecekler. ﴾4﴿ Yine hayır; ileride bilecekler. ﴾5﴿ Biz, yeryüzünü bir döşek, dağları da birer kazık yapmadık mı? ﴾6-7﴿ Sizleri (erkekli-dişili) eşler halinde yarattık. ﴾8﴿Uykunuzu bir dinlenme (sebebi) kıldık. ﴾9﴿ Geceyi (sizi örten) bir elbise yaptık. ﴾10﴿ Gündüzü de geçimi temin zamanı kıldık. ﴾11﴿ Üstünüze yedi sağlam gök bina ettik. ﴾12﴿ Alev alev yanan aydınlatıcı ve ısıtıcı bir kandil yarattık. ﴾13﴿ Taneler, bitkiler, sarmaş dolaş bahçeler çıkaralım diye yağmur yüklü yoğun bulutlardan şarıl şarıl yağmur yağdırdık.﴾14-16﴿ Şüphesiz hüküm ve ayırma günü belirlenmiş bir vakittir. ﴾17﴿Bu, sûra üfürüleceği gün gerçekleşir ve siz bölük bölük gelirsiniz. ﴾18﴿Gök açılır ve kapı kapı olur. ﴾19﴿ Dağlar yürütülür, serap haline gelir.﴾20﴿ Şüphesiz cehennem, bir gözetleme yeridir; azgınlar için, içinde çağlar boyu kalacakları bir dönüş yeridir. ﴾21-23﴿ Orada ne bir serinlik ve ne de içecek bir şey tadacaklar! ﴾24﴿ Ancak, uygun bir ceza olarak kaynar su ve irin içecekler. ﴾25-26﴿ Çünkü onlar hesaba çekilmeyi ummuyorlardı. ﴾27﴿ Âyetlerimizi de alabildiğine yalanlamışlardı. ﴾28﴿Biz ise, her şeyi bir kitapta (Levh-i Mahfûz'da) tamamiyle sayıp tespit ettik. ﴾29﴿ Kafirlere şöyle denilir: "Şimdi tadın. Artık bundan sonra yalnızca azabınızı artıracağız." ﴾30﴿

Unknown dedi ki...

Şüphesiz Allah'a karşı gelmekten sakınanlara bir kurtuluş, bahçeler, üzümler, kendileriyle bir yaşta, göğüsleri çıkmış genç kızlar ve dolu dolu kadehler vardır. ﴾31-34﴿ Orada ne bir boş söz işitirler, ne de bir yalan. ﴾35﴿ Bunlar kendilerine; Rabbinden, göklerin ve yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbinden, Rahmân'dan bir mükafat, yeterli bir ihsan olarak verilmiştir. Onlar, Ruh'un (Cebrail'in) ve meleklerin saf duracakları gün Allah'a hitap edemeyeceklerdir. Sadece Rahmân'ın izin vereceği ve doğru söyleyecek olan kimseler konuşabilecektir. ﴾36-38﴿İşte bu, hak olan gündür. Artık dileyen kimse Rabbine ulaştıran bir yol tutar. ﴾39﴿ Şüphesiz biz sizi, kişinin önceden elleriyle yaptıklarına bakacağı ve inkarcının, "Keşke toprak olaydım!" diyeceği günde gerçekleşecek olan yakın bir azaba karşı uyardık

Unknown dedi ki...


Hani, Rabbi ona mukaddes Tuvâ vadisinde şöyle seslenmişti: ﴾16﴿"Haydi Firavun'a git! Çünkü o azmıştır." ﴾17﴿ "Ona de ki: İster misin (küfür ve isyanından) temizlenesin? ﴾18﴿ Seni Rabbine ileteyim de ona karşı derinden saygı duyup korkasın!" ﴾19﴿ Derken Mûsâ O'na en büyük mucizeyi gösterdi. ﴾20﴿ Fakat o, Mûsâ'yı yalanladı ve isyan etti.﴾21﴿ Sonra sırt dönüp koşarak gitti. ﴾22﴿ Hemen (adamlarını) topladı ve onlara seslendi: ﴾23﴿ "Ben, sizin en yüce Rabbinizim!" dedi. ﴾24﴿Allah onu, ibret verici şekilde dünya ve âhiret cezasıyla cezalandırdı.﴾25﴿ Şüphesiz bunda Allah'tan sakınıp korkan kimseler için büyük bir ibret vardır. ﴾26﴿ (Ey inkarcılar!) Sizi yaratmak mı daha zor, yoksa göğü yaratmak mı? Onu Allah kurmuştur. ﴾27﴿ Onu yükseltmiş ve ona düzen ve âhenk vermiştir. ﴾28﴿ O göğün gecesini karanlık yaptı, ışığını da çıkardı. ﴾29﴿ Ardından yeri düzenleyip döşedi. ﴾30﴿ Ondan suyunu ve merasını çıkardı. ﴾31﴿ Dağları sağlam bir şekilde yerleştirdi. ﴾32﴿Bunları sizin için ve hayvanlarınız için bir yarar kaynağı yaptı. ﴾33﴿ En büyük felaket (kıyamet) geldiği zaman, o gün insan yaptıklarını hatırlar.﴾34-35﴿ Cehennem, görenler için apaçık bir şekilde gösterilir. ﴾36﴿ Kim azgınlık eder ve dünya hayatını tercih ederse, şüphesiz, cehennem onun sığınağıdır. ﴾37-39﴿ Kim de, Rabbinin huzurunda duracağından korkar ve nefsini arzularından alıkoyarsa, şüphesiz, cennet onun sığınağıdır. ﴾40-41﴿ Sana, kıyametin ne zaman kopacağını soruyorlar.﴾42﴿ Onu bilip söylemek nerede, sen nerede? ﴾43﴿ Onun nihai bilgisi yalnız Rabbine âittir. ﴾44﴿ Sen, ancak ondan korkanları uyarıcısın. ﴾45﴿Kıyameti gördükleri gün onlar, sanki dünyada ancak bir akşam, yahut bir kuşluk vakti kadar kalmış gibidirler. ﴾46﴿

Unknown dedi ki...

Kendisine o âmâ geldi diye Peygamber yüzünü ekşitti ve öteye döndü.﴾1-2﴿ (Ey Muhammed!) Ne bilirsin, belki de o arınacak, ﴾3﴿ Yahut öğüt alacak da bu öğüt kendisine fayda verecek. ﴾4﴿ Kendini muhtaç hissetmeyene gelince; ﴾5﴿ Sen, ona yöneliyorsun. ﴾6﴿ (İstemiyorsa) onun arınmamasından sana ne! ﴾7﴿ Allah'a karşı derin bir saygıyla korku içinde koşarak sana geleni ise bırakıp, ona aldırmıyorsun. ﴾8-10﴿Hayır, böyle yapma! Çünkü bu (Kur'an) bir öğüttür. ﴾11﴿ Dileyen ondan öğüt alır. ﴾12﴿ O, şerefli ve sâdık yazıcı meleklerin elindeki yüksek, tertemiz ve çok değerli sahifelerdedir. ﴾13-16﴿ Kahrolası (inkarcı) insan! Ne nankördür o! ﴾17﴿ Allah onu hangi şeyden yarattı? ﴾18﴿ Az bir sudan (meniden). Onu yarattı ve ona ölçülü bir şekil verdi. ﴾19﴿Sonra ona yolu kolaylaştırdı. ﴾20﴿ Sonra onu öldürdü ve kabre koydu.﴾21﴿ Sonra, dilediği vakit onu diriltir. ﴾22﴿ Hayır hayır o, Allah'ın kendisine emrettiğini yerine getirmedi. (İman etmedi.) ﴾23﴿ Herşeyden önce insan, yediği yemeğine bir baksın! ﴾24﴿ Gerçekten biz, yağmuru bol bol yağdırdık. ﴾25﴿ Sonra toprağı, iyiden iyiye yardık! ﴾26﴿ Böylece sizin ve hayvanlarınızın yararlanması için orada taneler, üzümler, yoncalar, zeytinler, hurmalıklar, sık ağaçlı bahçeler, meyveler ve otlaklar ortaya çıkardık. ﴾27-32﴿ Kişinin kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçacağı gün kulakları sağır edercesine şiddetli ses geldiği vakit, işte o gün onlardan herkesin kendini meşgul edecek bir işi vardır. ﴾33-37﴿ O gün birtakım yüzler vardır ki pırıl pırıl parlarlar, ﴾38﴿ Gülerler, sevinirler. ﴾39﴿ O gün nice yüzler de vardır ki, toz toprak içindedirler. ﴾40﴿ Onları bir siyahlık bürür.﴾41﴿ İşte onlar, kâfirlerdir, günaha dalanlardır. ﴾42﴿

Unknown dedi ki...
Bu yorum yazar tarafından silindi.
Unknown dedi ki...

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Kendisine o âmâ geldi diye Peygamber yüzünü ekşitti ve öteye döndü.﴾1-2﴿ (Ey Muhammed!) Ne bilirsin, belki de o arınacak, ﴾3﴿ Yahut öğüt alacak da bu öğüt kendisine fayda verecek. ﴾4﴿ Kendini muhtaç hissetmeyene gelince; ﴾5﴿ Sen, ona yöneliyorsun. ﴾6﴿ (İstemiyorsa) onun arınmamasından sana ne! ﴾7﴿ Allah'a karşı derin bir saygıyla korku içinde koşarak sana geleni ise bırakıp, ona aldırmıyorsun. ﴾8-10﴿Hayır, böyle yapma! Çünkü bu (Kur'an) bir öğüttür. ﴾11﴿ Dileyen ondan öğüt alır. ﴾12﴿ O, şerefli ve sâdık yazıcı meleklerin elindeki yüksek, tertemiz ve çok değerli sahifelerdedir. ﴾13-16﴿ Kahrolası (inkarcı) insan! Ne nankördür o! ﴾17﴿ Allah onu hangi şeyden yarattı? ﴾18﴿ Az bir sudan (meniden). Onu yarattı ve ona ölçülü bir şekil verdi. ﴾19﴿Sonra ona yolu kolaylaştırdı. ﴾20﴿ Sonra onu öldürdü ve kabre koydu.﴾21﴿ Sonra, dilediği vakit onu diriltir. ﴾22﴿ Hayır hayır o, Allah'ın kendisine emrettiğini yerine getirmedi. (İman etmedi.) ﴾23﴿ Herşeyden önce insan, yediği yemeğine bir baksın! ﴾24﴿ Gerçekten biz, yağmuru bol bol yağdırdık. ﴾25﴿ Sonra toprağı, iyiden iyiye yardık! ﴾26﴿ Böylece sizin ve hayvanlarınızın yararlanması için orada taneler, üzümler, yoncalar, zeytinler, hurmalıklar, sık ağaçlı bahçeler, meyveler ve otlaklar ortaya çıkardık. ﴾27-32﴿ Kişinin kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçacağı gün kulakları sağır edercesine şiddetli ses geldiği vakit, işte o gün onlardan herkesin kendini meşgul edecek bir işi vardır. ﴾33-37﴿ O gün birtakım yüzler vardır ki pırıl pırıl parlarlar, ﴾38﴿ Gülerler, sevinirler. ﴾39﴿ O gün nice yüzler de vardır ki, toz toprak içindedirler. ﴾40﴿ Onları bir siyahlık bürür.﴾41﴿ İşte onlar, kâfirlerdir, günaha dalanlardır. ﴾42﴿

Unknown dedi ki...

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Güneş, dürüldüğü zaman, ﴾1﴿ Yıldızlar, bulanıp söndüğü zaman, ﴾2﴿Dağlar, yürütüldüğü zaman, ﴾3﴿ Gebe develer salıverildiği zaman. ﴾4﴿Yaban hayatı yaşayan (irili ufaklı) tüm canlılar toplandığı zaman, ﴾5﴿Denizler kaynatıldığı zaman, ﴾6﴿ Ruhlar (bedenlerle) eşleştirildiği zaman. ﴾7﴿ Diri diri gömülen kız çocuğunun, hangi günahtan ötürü öldürüldüğü sorulduğu zaman, ﴾8-9﴿ Amel defterleri açıldığı zaman,﴾10﴿ Gökyüzü (yerinden) sıyrılıp koparıldığı zaman, ﴾11﴿ Cehennem alevlendirildiği zaman, ﴾12﴿ Cennet yaklaştırıldığı zaman, ﴾13﴿ Herkes önceden hazırlayıp getirdiği şeyleri bilecektir. ﴾14﴿ Andolsun, bir görünüp bir sinenlere, akıp gidip kaybolanlara, ﴾15-16﴿ Andolsun, yöneldiği zaman geceye, ﴾17﴿ Andolsun, aydınlandığı zaman sabaha ki, ﴾18﴿ O (Kur'an), şüphesiz değerli, güçlü ve arşın sahibi katında itibarlı, orada (meleklerce) itaat edilen, güvenilir bir elçinin (Cebrail'in) getirdiği sözdür. ﴾19-21﴿ (Ey Kureyşliler!) Sizin arkadaşınız (Muhammed) bir deli değildir. ﴾22﴿ Andolsun o, Cebrâil'i apaçık ufukta gördü. ﴾23﴿ O, gayb hakkında cimri değildir. ﴾24﴿ Kur'an, kovulmuş şeytanın sözü değildir. ﴾25﴿ (Hal böyle iken) nereye gidiyorsunuz? ﴾26﴿O, âlemler için, içinizden dürüst olmak isteyenler için, ancak bir öğüttür.﴾27-28﴿ Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.﴾29﴿

Unknown dedi ki...

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Gök yarıldığı zaman, ﴾1﴿ Yıldızlar saçıldığı zaman, ﴾2﴿ Denizler kaynayıp fışkırtıldığı zaman, ﴾3﴿ Kabirlerin içindekiler dışarı çıkarıldığı zaman, ﴾4﴿ Herkes yaptığı ve yapmadığı şeyleri bilecek. ﴾5﴿ Ey insan! Seni yaratan, şekillendirip ölçülü yapan, dilediği bir biçimde seni oluşturan cömert Rabbine karşı seni ne aldattı? ﴾6-8﴿ Hayır, hayır! Siz hesap ve cezayı yalanlıyorsunuz. ﴾9﴿ Halbuki üzerinizde muhakkak bekçiler, değerli yazıcılar vardır. ﴾10-11﴿ Onlar yapmakta olduklarınızı bilirler. ﴾12﴿ Şüphesiz, iyiler Naîm cennetindedirler. ﴾13﴿ Şüphesiz, günahkârlar da cehennemdedirler. ﴾14﴿ Hesap ve ceza günü oraya gireceklerdir. ﴾15﴿ Onlar oradan kaybolup kurtulacak da değillerdir.﴾16﴿ Hesap ve ceza gününün ne olduğunu sen ne bileceksin? ﴾17﴿Evet, hesap ve ceza gününün ne olduğunu sen ne bileceksin? ﴾18﴿ O gün kimse kimseye hiçbir fayda sağlayamayacaktır. O gün buyruk, yalnız Allah'ındır. ﴾19﴿

Unknown dedi ki...

Hayır, günahkârların yazısı, muhakkak "Siccîn"dedir. ﴾7﴿ "Siccîn"in ne olduğunu sen ne bileceksin. ﴾8﴿ O, yazılmış bir kitaptır. ﴾9﴿ O gün yalanlayanların; hesap ve ceza gününü yalanlayanların vay haline!﴾10-11﴿ Onu, ancak her azgın, günahkâr kimse inkar eder. ﴾12﴿ Ona âyetlerimiz okununca, "Eskilerin masalları" der. ﴾13﴿ Hayır hayır! Doğrusu onların kazanmakta oldukları kalplerini paslandırmıştır. ﴾14﴿Hayır, şüphesiz onlar, kıyamet günü Rablerini görmekten mahrum bırakılacaklardır. ﴾15﴿ Sonra onlar muhakkak cehenneme gireceklerdir.﴾16﴿ Sonra da onlara, "Yalanlamakta olduğunuz işte budur" denecektir.﴾17﴿ Hayır (sandıkları gibi değil!) iyilerin yazısı "İlliyyûn"dadır. ﴾18﴿"İlliyyûn"un ne olduğunu sen ne bileceksin. ﴾19﴿ O yazılmış bir kitaptır.﴾20﴿ Ona, Allah'a yakın olanlar şâhit olur. ﴾21﴿ Şüphesiz iyi kimseler, Naîm cennetindedirler. ﴾22﴿ Koltuklar üzerinde, (etrafı) seyrederler.﴾23﴿ Onların yüzlerinde, nimetlerin sevincini görürsün. ﴾24﴿ Onlara, mühürlü (el değmemiş) saf bir içecekten içirilir. ﴾25﴿ Onun (içiminin) sonu bir misktir (ağızda misk gibi koku bırakır) İşte yarışanlar, bunun için yarışsınlar. ﴾26﴿ O içeceğin katkısı tesnimdir. ﴾27﴿ Bir pınar ki, Allah'a yakın olanlar ondan içerler. ﴾28﴿ Şüphesiz günahkârlar, (dünyada) iman edenlere gülüyorlardı. ﴾29﴿ Mü'minler yanlarından geçtiğinde birbirlerine kaş göz ederek onlarla alay ediyorlardı. ﴾30﴿Ailelerine dönerken zevk ve neşe içinde gülüşe gülüşe dönüyorlardı.﴾31﴿ Mü'minleri gördükleri vakit, "Hiç şüphe yok, şunlar sapık kimselerdir" diyorlardı. ﴾32﴿ Halbuki onlar, mü'minlerin başına bekçi olarak gönderilmemişlerdi. ﴾33﴿ İşte bugün de mü'minler kâfirlere gülerler. ﴾34﴿

Unknown dedi ki...
Bu yorum yazar tarafından silindi.
Unknown dedi ki...

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Gök yarıldığı ve Rabbine boyun eğdiği zaman -ki ona yaraşan budur-,﴾1-2﴿ Yer uzatılıp dümdüz edildiği ve içindekileri atıp boşaldığı zaman,﴾3-4﴿ Rabbini dinlediği zaman -ki ona yaraşan da budur- (insan yaptıklarını karşısında bulur!) ﴾5﴿ Ey insan! Şüphesiz, sen Rabbine (kavuşuncaya kadar) didinip duracak ve sonunda didinmenin karşılığına kavuşacaksın. ﴾6﴿ Kime kitabı sağından verilirse, ﴾7﴿Hesabı çok kolay bir şekilde görülecek, ﴾8﴿ Sevinçli olarak ailesine dönecektir. ﴾9﴿ Fakat kime kitabı arkasından verilirse, ﴾10﴿ "Helâk!" diye bağıracak ve alevli ateşe girecektir. ﴾11-12﴿ Çünkü o, (dünyada iken) ailesi içinde sevinçli idi. ﴾13﴿ Çünkü o hiçbir zaman Rabbine dönmeyeceğini sanırdı. ﴾14﴿ Hayır! Sandığı gibi değil! Şüphesiz Rabbi onu görüyordu. ﴾15﴿ Yemin ederim şafağa, ﴾16﴿ Geceye ve içinde topladıklarına, ﴾17﴿ Dolunay halindeki aya ki, ﴾18﴿ Şüphesiz siz halden hale geçeceksiniz. ﴾19﴿ Böyleyken onlara ne oluyor da iman etmiyorlar? ﴾20﴿ Onlara Kur'an okunduğu zaman secde etmiyorlar.﴾21﴿ Daha doğrusu, inkar edenler (Kur'an'ı) yalanlıyorlar. ﴾22﴿ Halbuki Allah, içlerinde ne sakladıklarını çok iyi bilir. ﴾23﴿ Öyle ise sen onlara elem dolu bir azabı müjdele! ﴾24﴿ Ancak iman edip de sâlih ameller işleyenler başka. Onlar için, bitmez tükenmez bir mükafat vardır. ﴾25﴿

Unknown dedi ki...

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Burçlarla dolu göğe andolsun, ﴾1﴿ Va'dedilmiş güne (kıyamete) andolsun, ﴾2﴿ Şâhitlik edene ve şahitlik edilene andolsun ki, (mü'minleri yakmak için) hendek kazıp (içinde) alevli ateş yakanlar lanetlenmiştir. ﴾3-5﴿ O vakit, ateşin etrafında oturmuş, mü'minlere yaptıklarını seyrediyorlardı. ﴾6-7﴿ Onlar mü'minlere ancak; göklerin ve yerin hükümranlığı kendisine ait olan mutlak güç sahibi ve övülmeye layık Allah'a iman ettikleri için kızıyorlardı. Allah her şeye şahittir. ﴾8-9﴿Şüphesiz mü'min erkeklerle mü'min kadınlara işkence edip, sonra da tövbe etmeyenlere; cehennem azabı ve yangın azabı vardır. ﴾10﴿ İman edip salih ameller işleyenlere gelince; onlara içinden ırmaklar akan, cennetler vardır. İşte bu büyük başarıdır. ﴾11﴿ Şüphesiz, Rabbinin yakalaması çok çetindir. ﴾12﴿ Şüphesiz O, başlangıçta yaratmayı yapar, sonra onu tekrarlar. ﴾13﴿ O, çok bağışlayandır, çok sevendir.﴾14﴿ Arş'ın sahibidir, şanı yüce olandır. ﴾15﴿ Dilediğini mutlaka yapandır. ﴾16﴿ Orduların, Firavun ve Semûd'un haberi sana geldi mi?﴾17-18﴿ Hayır, inkar edenler, hâlâ yalanlamaktadırlar. ﴾19﴿ Oysa Allah, onları arkalarından kuşatmıştır. ﴾20﴿ Hayır o (yalanlamakta oldukları kitap) şanı yüce bir Kur'an'dır. ﴾21﴿ O korunmuş bir levhada (Levh-i Mahfuz'da)dır. ﴾22﴿

Unknown dedi ki...

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Göğe ve târıka andolsun. ﴾1﴿ Târıkın ne olduğunu sen ne bileceksin?﴾2﴿ O, (ışığıyla karanlığı) delen yıldızdır. ﴾3﴿ Hiçbir kimse yoktur ki, üzerinde koruyucu bulunmasın. ﴾4﴿ Öyleyse insan neden yaratıldığına bir baksın. ﴾5﴿ Fışkırıp çıkan bir sudan yaratıldı. ﴾6﴿ Bu su, bel ile kaburga kemikleri arasından çıkar. ﴾7﴿ Şüphesiz Allah'ın onu, öldükten sonra tekrar diriltmeye de gücü yeter. ﴾8﴿ Bütün sırların yoklanacağı günü hatırla! ﴾9﴿ (O gün) artık insan için ne bir kuvvet vardır, ne de bir yardımcı. ﴾10﴿ Yağmurlu göğe andolsun, ﴾11﴿ Yarık yarık çatlamış yere andolsun. ﴾12﴿ Şüphesiz o Kur'an, hak ile bâtılı ayırd eden bir sözdür.﴾13﴿ O, boş bir söz değildir. ﴾14﴿ Şüphesiz onlar bir tuzak kurarlar, ﴾15﴿Ben de bir tuzak kurarım. ﴾16﴿ Artık sen inkârcılara mühlet ver; onlara biraz zaman tanı! ﴾17﴿

Unknown dedi ki...

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Kendisine o âmâ geldi diye Peygamber yüzünü ekşitti ve öteye döndü.﴾1-2﴿ (Ey Muhammed!) Ne bilirsin, belki de o arınacak, ﴾3﴿ Yahut öğüt alacak da bu öğüt kendisine fayda verecek. ﴾4﴿ Kendini muhtaç hissetmeyene gelince; ﴾5﴿ Sen, ona yöneliyorsun. ﴾6﴿ (İstemiyorsa) onun arınmamasından sana ne! ﴾7﴿ Allah'a karşı derin bir saygıyla korku içinde koşarak sana geleni ise bırakıp, ona aldırmıyorsun. ﴾8-10﴿Hayır, böyle yapma! Çünkü bu (Kur'an) bir öğüttür. ﴾11﴿ Dileyen ondan öğüt alır. ﴾12﴿ O, şerefli ve sâdık yazıcı meleklerin elindeki yüksek, tertemiz ve çok değerli sahifelerdedir. ﴾13-16﴿ Kahrolası (inkarcı) insan! Ne nankördür o! ﴾17﴿ Allah onu hangi şeyden yarattı? ﴾18﴿ Az bir sudan (meniden). Onu yarattı ve ona ölçülü bir şekil verdi. ﴾19﴿Sonra ona yolu kolaylaştırdı. ﴾20﴿ Sonra onu öldürdü ve kabre koydu.﴾21﴿ Sonra, dilediği vakit onu diriltir. ﴾22﴿ Hayır hayır o, Allah'ın kendisine emrettiğini yerine getirmedi. (İman etmedi.) ﴾23﴿ Herşeyden önce insan, yediği yemeğine bir baksın! ﴾24﴿ Gerçekten biz, yağmuru bol bol yağdırdık. ﴾25﴿ Sonra toprağı, iyiden iyiye yardık! ﴾26﴿ Böylece sizin ve hayvanlarınızın yararlanması için orada taneler, üzümler, yoncalar, zeytinler, hurmalıklar, sık ağaçlı bahçeler, meyveler ve otlaklar ortaya çıkardık. ﴾27-32﴿ Kişinin kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçacağı gün kulakları sağır edercesine şiddetli ses geldiği vakit, işte o gün onlardan herkesin kendini meşgul edecek bir işi vardır. ﴾33-37﴿ O gün birtakım yüzler vardır ki pırıl pırıl parlarlar, ﴾38﴿ Gülerler, sevinirler. ﴾39﴿ O gün nice yüzler de vardır ki, toz toprak içindedirler. ﴾40﴿ Onları bir siyahlık bürür.﴾41﴿ İşte onlar, kâfirlerdir, günaha dalanlardır. ﴾42﴿

Unknown dedi ki...

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Güneş, dürüldüğü zaman, ﴾1﴿ Yıldızlar, bulanıp söndüğü zaman, ﴾2﴿Dağlar, yürütüldüğü zaman, ﴾3﴿ Gebe develer salıverildiği zaman. ﴾4﴿Yaban hayatı yaşayan (irili ufaklı) tüm canlılar toplandığı zaman, ﴾5﴿Denizler kaynatıldığı zaman, ﴾6﴿ Ruhlar (bedenlerle) eşleştirildiği zaman. ﴾7﴿ Diri diri gömülen kız çocuğunun, hangi günahtan ötürü öldürüldüğü sorulduğu zaman, ﴾8-9﴿ Amel defterleri açıldığı zaman,﴾10﴿ Gökyüzü (yerinden) sıyrılıp koparıldığı zaman, ﴾11﴿ Cehennem alevlendirildiği zaman, ﴾12﴿ Cennet yaklaştırıldığı zaman, ﴾13﴿ Herkes önceden hazırlayıp getirdiği şeyleri bilecektir. ﴾14﴿ Andolsun, bir görünüp bir sinenlere, akıp gidip kaybolanlara, ﴾15-16﴿ Andolsun, yöneldiği zaman geceye, ﴾17﴿ Andolsun, aydınlandığı zaman sabaha ki, ﴾18﴿ O (Kur'an), şüphesiz değerli, güçlü ve arşın sahibi katında itibarlı, orada (meleklerce) itaat edilen, güvenilir bir elçinin (Cebrail'in) getirdiği sözdür. ﴾19-21﴿ (Ey Kureyşliler!) Sizin arkadaşınız (Muhammed) bir deli değildir. ﴾22﴿ Andolsun o, Cebrâil'i apaçık ufukta gördü. ﴾23﴿ O, gayb hakkında cimri değildir. ﴾24﴿ Kur'an, kovulmuş şeytanın sözü değildir. ﴾25﴿ (Hal böyle iken) nereye gidiyorsunuz? ﴾26﴿O, âlemler için, içinizden dürüst olmak isteyenler için, ancak bir öğüttür.﴾27-28﴿ Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.

Unknown dedi ki...

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Gök yarıldığı zaman, ﴾1﴿ Yıldızlar saçıldığı zaman, ﴾2﴿ Denizler kaynayıp fışkırtıldığı zaman, ﴾3﴿ Kabirlerin içindekiler dışarı çıkarıldığı zaman, ﴾4﴿ Herkes yaptığı ve yapmadığı şeyleri bilecek. ﴾5﴿ Ey insan! Seni yaratan, şekillendirip ölçülü yapan, dilediği bir biçimde seni oluşturan cömert Rabbine karşı seni ne aldattı? ﴾6-8﴿ Hayır, hayır! Siz hesap ve cezayı yalanlıyorsunuz. ﴾9﴿ Halbuki üzerinizde muhakkak bekçiler, değerli yazıcılar vardır. ﴾10-11﴿ Onlar yapmakta olduklarınızı bilirler. ﴾12﴿ Şüphesiz, iyiler Naîm cennetindedirler. ﴾13﴿ Şüphesiz, günahkârlar da cehennemdedirler. ﴾14﴿ Hesap ve ceza günü oraya gireceklerdir. ﴾15﴿ Onlar oradan kaybolup kurtulacak da değillerdir.﴾16﴿ Hesap ve ceza gününün ne olduğunu sen ne bileceksin? ﴾17﴿Evet, hesap ve ceza gününün ne olduğunu sen ne bileceksin? ﴾18﴿ O gün kimse kimseye hiçbir fayda sağlayamayacaktır. O gün buyruk, yalnız Allah'ındır. ﴾19﴿

Unknown dedi ki...

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Yüce Rabbinin adını tespih et. ﴾1﴿ O, yaratıp şekillendiren, âhenk veren ve düzene koyandır. ﴾2﴿ O, (her şeyi) ölçüyle yapıp yönlendirendir. ﴾3﴿ O, yeşil bitki örtüsünü çıkaran, sonra da onları çürüyüp kararmış çörçöpe çevirendir. ﴾4-5﴿ Sana Kur'an'ı okutacağız ve sen onu unutmayacaksın. ﴾6﴿ Ancak Allah'ın dilediği başka. Şüphesiz O, açık olanı da bilir, gizliyi de. ﴾7﴿ Biz seni en kolay olana kolayca ileteceğiz. ﴾8﴿ O halde, eğer öğüt fayda verirse, öğüt ver. ﴾9﴿ Allah'a karşı derin saygı duyarak ondan korkan öğüt alacaktır. ﴾10﴿ En büyük ateşe girecek olan en bedbaht kimse (kâfir) ise, öğüt almaktan kaçınır. ﴾11-12﴿ Sonra orada ne ölür (kurtulur), ne de (rahat bir hayat) yaşar. ﴾13﴿ Arınan ve Rabbinin adını anıp, namaz kılan kimse mutlaka kurtuluşa erer.﴾14-15﴿

Unknown dedi ki...


Fakat sizler dünya hayatını tercih ediyorsunuz. ﴾16﴿ Oysa âhiret, daha hayırlı ve süreklidir. ﴾17﴿ Şüphesiz bu hükümler ilk sayfalarda, İbrahim ve Mûsâ'nın sayfalarında da vardır. ﴾18-19﴿

Gâşiye Sûresi

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Dehşeti her şeyi kaplayan felaketin haberi sana geldi mi? ﴾1﴿ O gün birtakım yüzler vardır ki zillete bürünmüşlerdir. ﴾2﴿ Çalışmış, (boşa) yorulmuşlardır. ﴾3﴿ Kızgın ateşe girerler. ﴾4﴿ Son derece kızgın bir kaynaktan içirilirler. ﴾5﴿ Onlara, acı ve kötü kokulu bir dikenli bitkiden başka yiyecek yoktur. ﴾6﴿ O, ne besler ne de açlıktan kurtarır. ﴾7﴿ O gün birtakım yüzler vardır ki, nimet içinde mutludurlar. ﴾8﴿ Yaptıklarından dolayı hoşnutturlar. ﴾9﴿ Yüksek bir cennettedirler. ﴾10﴿ Orada hiçbir boş söz işitmezler. ﴾11﴿Orada akan bir kaynak vardır. ﴾12﴿ Orada yüksek tahtlar, konulmuş kadehler, sıra sıra yastıklar, serilmiş gösterişli yaygılar vardır. ﴾13-16﴿ Deveye bakmıyorlar mı, nasıl yaratılmıştır! ﴾17﴿Göğe bakmıyorlar mı, nasıl yükseltilmiştir! ﴾18﴿ Dağlara bakmıyorlar mı, nasıl dikilmişlerdir! ﴾19﴿ Yeryüzüne bakmıyorlar mı, nasıl yayılmıştır! ﴾20﴿ Artık sen öğüt ver! Sen ancak bir öğüt vericisin. ﴾21﴿ Sen, onlar üzerinde bir zorba değilsin. ﴾22﴿ Ancak, kim yüz çevirir, inkâr ederse, Allah onu en büyük azaba uğratır.﴾23-24﴿ Şüphesiz onların dönüşü ancak bizedir. ﴾25﴿ Sonra onların sorguya çekilmesi de sadece bize aittir. ﴾26﴿

Unknown dedi ki...

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Tan yerinin ağarmasına andolsun, ﴾1﴿ On geceye andolsun, ﴾2﴿Çifte ve teke andolsun, ﴾3﴿ Geçip giden geceye andolsun (ki, müşrikler azaba uğrayacaklardır). ﴾4﴿ Şüphesiz bunlarda, akıl sahibi bir kimse için üzerine yemin edilmeye değer bir özellik vardır. ﴾5﴿ (Ey Muhammed!) Rabbinin, (Hûd'un kavmi) Ad'e, şehirler içinde benzeri kurulmamış olan, sütunlarla dolu İrem'e, vadide kayaları oyan (Salih'in kavmi) Semûd'a, kazıklar sahibi Firavun'a ne yaptığını görmedin mi? ﴾6-10﴿ Bunlar şehirlerde azgınlık eden ve oralarda pek çok bozgunculuk çıkaran kimselerdi. ﴾11-12﴿ Bu yüzden Rabbin onların üzerine azap kamçısı yağdırdı. ﴾13﴿ Şüphesiz Rabbin, gözetlemededir. ﴾14﴿İnsan ise; Rabbi onu deneyip de kendisine ikramda bulunduğunda, ona bol bol nimetler verdiğinde, "Rabbim bana ikram etti" der. ﴾15﴿ Ama onu deneyip rızkını daraltınca da, "Rabbim beni aşağıladı" der. ﴾16﴿ Hayır, hayır! Yetime ikram etmiyorsunuz. ﴾17﴿ Yoksulu yedirmek konusunda birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. ﴾18﴿ Haram helâl demeden mirası alabildiğine yiyorsunuz. ﴾19﴿ Malı da pek çok seviyorsunuz. ﴾20﴿Hayır, yeryüzü (kıyamet sarsıntısıyla) parça parça olup dağıldığı zaman, ﴾21﴿ Rabbinin buyruğu ve saf saf dizilmiş olarak melekler geldiği ve o gün cehennem getirildiği zaman, işte o gün insan (yaptıklarını birer birer) hatırlar. Fakat bu hatırlamanın ona nasıl faydası olacak!? ﴾22-23﴿

Unknown dedi ki...

"Keşke bu hayatım için önceden bir şey yapsaydım" der. ﴾24﴿Artık o gün, Allah'ın edeceği azabı kimse edemez. ﴾25﴿ Onun vuracağı bağı kimse vuramaz. ﴾26﴿ (Allah şöyle der:) "Ey huzur içinde olan nefis!" ﴾27﴿ "Sen O'ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön!" ﴾28﴿ "(İyi) kullarımın arasına gir." ﴾29﴿ "Cennetime gir." ﴾30﴿

Beled Sûresi

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Sen bu beldedeyken bu beldeye (Mekke'ye), babaya ve ondan meydana gelen çocuğa yemin ederim ki biz insanı bir sıkıntı ve zorluk içinde (olacak ve bunlara göğüs gerecek şekilde) yarattık.﴾1-4﴿ İnsanoğlu, kendisine kimsenin güç yetiremeyeceğini mi sanıyor? ﴾5﴿ "Yığınla mal harcadım" diyor. ﴾6﴿ Kendisini kimsenin görmediğini mi sanıyor? ﴾7﴿ Biz ona iki göz, bir dil, iki dudak vermedik mi; iki apaçık yolu (hayır ve şer yollarını) göstermedik mi? ﴾8-10﴿ Fakat o, sarp yokuşa atılmadı. ﴾11﴿ Sarp yokuşun ne olduğunu sen ne bileceksin? ﴾12﴿ O tutsak bir boynu çözmek(köle azat etmek) tir. ﴾13﴿ Yahut şiddetli bir açlık gününde kendisiyle yakınlığı olan bir yetimi, yahut yerde sürünen bir yoksulu doyurmaktır. ﴾14-16﴿ Sonra da iman edenlerden olup birbirine sabrı tavsiye edenlerden, birbirine merhameti tavsiye edenlerden olanlar var ya, işte onlar Ahiret mutluluğuna erenlerdir. ﴾17-18﴿Âyetlerimizi inkar edenler ise; kötülüğe batmış kimselerdir. ﴾19﴿Üzerlerinde etrafı sımsıkı kapatılmış bir ateş vardır. ﴾20﴿

Unknown dedi ki...

"Keşke bu hayatım için önceden bir şey yapsaydım" der. ﴾24﴿Artık o gün, Allah'ın edeceği azabı kimse edemez. ﴾25﴿ Onun vuracağı bağı kimse vuramaz. ﴾26﴿ (Allah şöyle der:) "Ey huzur içinde olan nefis!" ﴾27﴿ "Sen O'ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön!" ﴾28﴿ "(İyi) kullarımın arasına gir." ﴾29﴿ "Cennetime gir." ﴾30﴿

Beled Sûresi

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Sen bu beldedeyken bu beldeye (Mekke'ye), babaya ve ondan meydana gelen çocuğa yemin ederim ki biz insanı bir sıkıntı ve zorluk içinde (olacak ve bunlara göğüs gerecek şekilde) yarattık.﴾1-4﴿ İnsanoğlu, kendisine kimsenin güç yetiremeyeceğini mi sanıyor? ﴾5﴿ "Yığınla mal harcadım" diyor. ﴾6﴿ Kendisini kimsenin görmediğini mi sanıyor? ﴾7﴿ Biz ona iki göz, bir dil, iki dudak vermedik mi; iki apaçık yolu (hayır ve şer yollarını) göstermedik mi? ﴾8-10﴿ Fakat o, sarp yokuşa atılmadı. ﴾11﴿ Sarp yokuşun ne olduğunu sen ne bileceksin? ﴾12﴿ O tutsak bir boynu çözmek(köle azat etmek) tir. ﴾13﴿ Yahut şiddetli bir açlık gününde kendisiyle yakınlığı olan bir yetimi, yahut yerde sürünen bir yoksulu doyurmaktır. ﴾14-16﴿ Sonra da iman edenlerden olup birbirine sabrı tavsiye edenlerden, birbirine merhameti tavsiye edenlerden olanlar var ya, işte onlar Ahiret mutluluğuna erenlerdir. ﴾17-18﴿Âyetlerimizi inkar edenler ise; kötülüğe batmış kimselerdir. ﴾19﴿Üzerlerinde etrafı sımsıkı kapatılmış bir ateş vardır. ﴾20﴿

Unknown dedi ki...

O ateşe, ancak yalanlayıp yüz çeviren en bedbaht kimse girer.﴾15-16﴿ Temizlenmek için malını hayra veren en muttekî (Allah'a karşı gelmekten en çok sakınan) kimse o ateşten uzak tutulacaktır. ﴾17-18﴿ O, hiç kimseye karşılık bekleyerek iyilik yapmaz.(Yaptığı iyiliği) Ancak yüce Rabbinin rızasını istediği için (yapar). ﴾19-20﴿ Elbette kendisi de hoşnut olacaktır. ﴾21﴿

Duhâ Sûresi

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Kuşluk vaktine andolsun, ﴾1﴿ Karanlığı çöktüğü vakit geceye andolsun ki, ﴾2﴿ Rabbin seni terk etmedi, sana darılmadı da. ﴾3﴿Muhakkak ki âhiret senin için dünyadan daha hayırlıdır. ﴾4﴿Şüphesiz, Rabbin sana verecek ve sen de hoşnut olacaksın. ﴾5﴿Seni yetim bulup da barındırmadı mı? ﴾6﴿ Seni yolunu kaybetmiş olarak bulup da yola iletmedi mi? ﴾7﴿ Seni ihtiyaç içinde bulup da zengin etmedi mi? ﴾8﴿ Öyleyse sakın yetimi ezme! ﴾9﴿ Sakın isteyeni azarlama! ﴾10﴿ Rabbinin nimetine gelince; işte onu anlat.﴾11﴿

İnşirâh Sûresi

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

(Ey Muhammed!) Senin göğsünü açıp genişletmedik mi? ﴾1﴿Belini büken yükünü üzerinden kaldırmadık mı? ﴾2-3﴿ Senin şânını yükseltmedik mi? ﴾4﴿ Şüphesiz güçlükle beraber bir kolaylık vardır. ﴾5﴿ Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır. ﴾6﴿Öyleyse, bir işi bitirince diğerine koyul. ﴾7﴿ Ancak Rabbine yönel ve yalvar. ﴾8﴿

Unknown dedi ki...

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Tîn'e ve zeytûn'a andolsun. ﴾1﴿ Sinâ Dağına andolsun, ﴾2﴿ Bu güvenli şehre (Mekke'ye) andolsun ki, ﴾3﴿ Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık. ﴾4﴿ Sonra onu, aşağıların aşağısına indirdik. ﴾5﴿ Ancak, iman edip salih ameller işleyenler başka. Onlar için devamlı bir mükafat vardır. ﴾6﴿ (Ey insan!) Böyle iken, hangi şey sana hesap ve cezayı yalanlatıyor? ﴾7﴿ Allah, hükmedenlerin en iyi hükmedeni değil midir? ﴾8﴿

Alak Sûresi

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı "alak" dan yarattı. ﴾1-2﴿Oku! Senin Rabbin en cömert olandır. ﴾3﴿ O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir. ﴾4-5﴿ Hayır, insan kendini yeterli gördüğü için mutlaka azgınlık eder. ﴾6-7﴿ Şüphesiz dönüş ancak Rabbinedir. ﴾8﴿ Sen, namaz kıldığında kulu (bundan) engelleyeni gördün mü? ﴾9-10﴿ Ne dersin, ya o (engellenen kul) hidâyet üzere ise; ya da takvayı (Allah'a karşı gelmekten sakınmayı) emrediyorsa!? ﴾11-12﴿ Ne dersin engelleyen, Peygamberi yalanlamış ve yüz çevirmişse!? ﴾13﴿ O Allah'ın, her şeyi gördüğünü bilmiyor mu? ﴾14﴿ Hayır! Andolsun, eğer vazgeçmezse, muhakkak onu perçeminden; o yalancı, günahkâr perçeminden yakalarız. ﴾15-16﴿ Haydi, taraftarlarını çağırsın. ﴾17﴿Biz de zebânileri çağıracağız. ﴾18﴿ Hayır! Sakın sen ona uyma; secde et ve Rabbine yaklaş. ﴾19﴿

Unknown dedi ki...

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Şüphesiz, biz onu (Kur'an'ı) Kadir gecesinde indirdik. ﴾1﴿ Kadir gecesinin ne olduğunu sen ne bileceksin! ﴾2﴿ Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. ﴾3﴿ Melekler ve Ruh (Cebrail) o gecede, Rablerinin izniyle her türlü iş için iner de iner. ﴾4﴿ O gece, tan yerinin ağarmasına kadar bir esenliktir. ﴾5﴿

Beyyine Sûresi

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Kitap ehlinden inkâr edenler ile Allah'a ortak koşanlar, kendilerine apaçık delil gelinceye kadar (küfürden) ayrılacak değillerdi. ﴾1﴿ Bu delil, tertemiz sahifeleri okuyan, Allah tarafından gönderilen bir peygamberdir. ﴾2﴿ O sahifelerde dosdoğru hükümler vardır. ﴾3﴿Kendilerine kitap verilenler, ancak kendilerine o apaçık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler. ﴾4﴿ Halbuki onlara, ancak dini Allah'a has kılarak, hakka yönelen kimseler olarak O'na kulluk etmeleri, namazı kılmaları ve zekâtı vermeleri emredilmişti. İşte bu dosdoğru dindir. ﴾5﴿ Şüphesiz, inkâr eden kitap ehli ile Allah'a ortak koşanlar, içinde ebedi kalmak üzere cehennem ateşindedirler. İşte onlar yaratıkların en kötüsüdürler. ﴾6﴿Şüphesiz, iman edip, salih ameller işleyenler var ya; işte onlar yaratıkların en hayırlısıdırlar. ﴾7﴿

Unknown dedi ki...

Rableri katında onların mükafatı, içlerinden ırmaklar akan, içlerinde ebedi kalacakları Adn cennetleridir. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. İşte bu mükafat Rablerine derin saygı duyanlara mahsustur. ﴾8﴿

Zilzâl Sûresi

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Yeryüzü kendine has bir sarsıntıya uğratıldığı, içindekileri dışarıya çıkarıp attığı ve insan, "Ona ne oluyor?" dediği zaman, ﴾1-3﴿ İşte o gün, yer, kendi haberlerini anlatır. ﴾4﴿ Çünkü Rabbin ona (öyle) vahyetmiştir. ﴾5﴿ O gün insanlar amellerinin kendilerine gösterilmesi için bölük bölük kabirlerinden çıkacaklardır. ﴾6﴿ Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse onun mükafatını görecektir.﴾7﴿ Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir. ﴾8﴿

Âdiyât Sûresi

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Soluk soluğa süratle koşan, (koşarken ayaklarını) vurarak ateş çıkaran, sabah erkenden baskın yapan, orada tozu dumana katan ve düşman topluluğunun ortasına dalan atlara andolsun ki, insan gerçekten Rabbine karşı pek nankördür. ﴾1-6﴿ Hiç şüphesiz buna kendisi de şahittir. ﴾7﴿ Hiç şüphesiz o, mal sevgisi sebebiyle çok katıdır. ﴾8﴿ Acaba o bilmiyor mu ki, kabirlerde bulunanlar çıkarıldığı ve kalplerdeki ortaya konulduğu zaman, işte o gün onların Rabbi kendilerinin her halinden mutlaka haberdardır.﴾9-11﴿

Unknown dedi ki...

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Yürekleri hoplatan büyük felaket! ﴾1﴿ Nedir o yürekleri hoplatan büyük felaket? ﴾2﴿ Yürekleri hoplatan büyük felaketin ne olduğunu sen ne bileceksin? ﴾3﴿ O gün insanlar, her biri bir tarafa uçuşan küçük kelebekler gibi olacaktır. ﴾4﴿ Dağlar da atılmış renkli yünler gibi olacaktır. ﴾5﴿ İşte o vakit, kimin tartıları ağır gelmişse, ﴾6﴿ Artık o, hoşnut olacağı bir hayat içinde olacaktır.﴾7﴿ Ama kimin de tartıları hafif gelirse, ﴾8﴿ İşte onun anası (varacağı yer) Hâviye'dir. ﴾9﴿ Sen Hâviye'nin ne olduğunu ne bileceksin? ﴾10﴿ O, kızgın bir ateştir. ﴾11﴿

Tekâsür Sûresi

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Çoklukla övünmek sizi, kabirlere varıncaya (ölünceye) kadar oyaladı. ﴾1-2﴿ Hayır; ileride bileceksiniz! ﴾3﴿ Hayır, Hayır! İleride bileceksiniz! ﴾4﴿ Hayır, kesin olarak bir bilseniz... ﴾5﴿ Andolsun, o cehennemi muhakkak göreceksiniz. ﴾6﴿ Yine andolsun, onu gözünüzle kesin olarak göreceksiniz ﴾7﴿ Sonra o gün, nimetlerden mutlaka hesaba çekileceksiniz? ﴾8﴿

Unknown dedi ki...

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Andolsun zamana ki, insan gerçekten ziyan içindedir. ﴾1-2﴿Ancak, iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka (Onlar ziyanda değillerdir). ﴾3﴿

Hümeze Sûresi

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Mal toplayan ve onu durmadan sayan, insanları arkadan çekiştiren, kaş göz işaretiyle alay eden her kişinin vay haline!﴾1-2﴿ O, malının, kendisini ebedileştirdiğini sanır. ﴾3﴿ Hayır! Andolsun ki o, Hutâme'ye atılacaktır. ﴾4﴿ Hutame'nin ne olduğunu sen ne bileceksin? ﴾5﴿ O, Allah'ın, yüreklere işleyen tutuşturulmuş ateşidir. ﴾6-7﴿ Şüphesiz uzatılmış direkler arasında (bağlı oldukları halde) ateş onların üzerine kapatılacaktır. ﴾8-9﴿

Fîl Sûresi

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Rabbinin, fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi? ﴾1﴿ Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? ﴾2﴿ Üzerlerine balçıktan pişirilmiş taşlar atan sürü sürü kuşlar gönderdi. Nihayet onları yenilmiş ekin yaprakları haline getirdi. ﴾3-5﴿

Unknown dedi ki...

Kureyş Sûresi

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Kureyş'i ısındırıp alıştırdığı; onları kışın (Yemen'e) ve yazın (Şam'a) yaptıkları yolculuğa ısındırıp alıştırdığı için, Kureyş de, kendilerini besleyip açlıklarını gideren ve onları korkudan emin kılan bu evin (Kâbe'nin) Rabbine kulluk etsin. ﴾1-4﴿

Maûn Sûresi

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Gördün mü, o hesap ve ceza gününü yalanlayanı! ﴾1﴿ İşte o, yetimi itip kakan, yoksula yedirmeyi özendirmeyen kimsedir. ﴾2-3﴿Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, ﴾4﴿ Onlar namazlarını ciddiye almazlar. ﴾5﴿ Onlar (namazlarıyla) gösteriş yaparlar. ﴾6﴿ Ufacık bir yardıma bile engel olurlar. ﴾7﴿

Kevser Sûresi

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Şüphesiz biz sana Kevseri verdik. ﴾1﴿ O Halde, Rabbin için namaz kıl, kurban kes. ﴾2﴿ Doğrusu sana buğzeden, soyu kesik olanın ta kendisidir. ﴾3﴿

Unknown dedi ki...

Kâfirûn Sûresi

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

De ki: "Ey Kâfirler!" ﴾1﴿ "Ben sizin kulluk ettiklerinize kulluk etmem." ﴾2﴿ "Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edecek değilsiniz." ﴾3﴿ "Ben sizin kulluk ettiklerinize kulluk edecek değilim." ﴾4﴿ "Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edecek değilsiniz." ﴾5﴿ "Sizin dininiz size, benim dinim de banadır." ﴾6﴿

Nasr Sûresi

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Allah'ın yardımı ve fetih (Mekke fethi) geldiğinde ve insanların bölük bölük Allah'ın dinine girdiğini gördüğünde, Rabbine hamd ederek tespihte bulun ve O'ndan bağışlama dile. Çünkü O tövbeleri çok kabul edendir. ﴾1-3﴿

Tebbet Sûresi

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Ebû Leheb'in elleri kurusun. Zaten kurudu. ﴾1﴿ Ona ne malı fayda verdi, ne de kazandığı. ﴾2﴿ O, bir alevli ateşe girecektir, ﴾3﴿Boynunda bükülmüş hurma liflerinden bir ip olduğu halde sırtında odun taşıyarak karısı da (o ateşe girecektir). ﴾4-5﴿

Unknown dedi ki...

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

De ki: "O, Allah'tır, bir tektir." ﴾1﴿ "Allah Samed'dir. (Her şey O'na muhtaçtır, o, hiçbir şeye muhtaç değildir.)" ﴾2﴿ Ondan çocuk olmamıştır (Kimsenin babası değildir). Kendisi de doğmamıştır (kimsenin çocuğu değildir)." ﴾3﴿ "Hiçbir şey O'na denk ve benzer değildir." ﴾4﴿

Felak Sûresi

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

De ki: "Yarattığı şeylerin kötülüğünden, karanlığı çöktüğü zaman gecenin kötülüğünden, düğümlere üfleyenlerin kötülüğünden, haset ettiği zaman hasetçinin kötülüğünden, sabah aydınlığının Rabbine sığınırım." ﴾1-5﴿

Nâs Sûresi

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

De ki: "Cinlerden ve insanlardan; insanların kalplerine vesvese veren sinsi vesvesecinin kötülüğünden, insanların Rabbine, insanların Melik'ine, insanların İlah'ına sığınırım." ﴾1-6﴿

Unknown dedi ki...

Bismillahirrahmânirrahîm ﴾1﴿ Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (ahiret gününün) maliki Allah'a mahsustur.﴾2-4﴿ (Allahım!) Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz. ﴾5﴿ Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil. ﴾6-7﴿

Unknown dedi ki...

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Elif Lâm Mîm. ﴾1﴿ Bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allah'a karşı gelmekten sakınanlar için yol göstericidir. ﴾2﴿ Onlar gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden de Allah yolunda harcarlar. ﴾3﴿ Onlar sana indirilene de, senden önce indirilenlere de inanırlar. Ahirete de kesin olarak inanırlar. ﴾4﴿ İşte onlar Rab'lerinden (gelen) bir doğru yol üzeredirler ve kurtuluşa erenler de işte onlardır. ﴾5﴿

Unknown dedi ki...

Parça Altın Ve Elmasla Yazılsa Liyakati Var 
Evet, sabıkan bahsi geçmiş:• Avucunda küçük taşların zikir ve tesbih etmesi, • sırrıyla, aynı avucunda, küçücük taş ve toprak, düşmana top ve gülle hükmünde, onları inhizâma sevk etmesi, 
•  nassı ile, aynı avucunun parmağıyla kameri iki parça etmesi, 
• ve aynı el, çeşme gibi on parmağından suyun akması ve bir orduya içirmesi, 
• ve aynı el, hastalara ve yaralılara şifa olması, 
• elbette o mübarek el, ne kadar harika bir mucize-i kudret-i İlâhiye olduğunu gösterir. 
Güya, ahbap içinde o elin avucu küçük bir zikirhane-i Sübhânîdir ki, küçücük taşlar dahi içine girse zikir ve tesbih ederler. 
Ve a’dâya karşı küçücük bir cephane-i Rabbânîdir ki, içine taş ve toprak girse, gülle ve bomba olur. 
Ve yaralılar ve hastalara karşı küçücük bir eczahane-i Rahmânîdir ki, hangi derde temas etse, derman olur. 
Ve celâl ile kalktığı vakit, kameri parçalayıp, Kab-ı Kavseyn şeklini verir. 
Ve cemâl ile döndüğü vakit, âb-ı kevser akıtan on musluklu bir çeşme-i rahmet hükmüne girer. 
Acaba böyle bir zâtın birtek eli böyle acip mu’cizâta mazhar ve medar olsa, o zâtın, Hâlık-ı Kâinat yanında ne kadar makbul olduğu ve dâvâsında ne kadar sadık bulunduğu ve o el ile biat edenler ne kadar bahtiyar olacakları, bedâhet derecesinde anlaşılmaz mı?

Unknown dedi ki...

Bazı uzmanlar domuz yağının E vitaminini yok ettiğini,domuz etinin erkek ve kadınlarıda aşk duygusunun zayıflamasına ve kısırlaşmaya yol açtığını ileri sürmektedir .gerçekten
insanların cinsi hayatını için çok önemli olan E vitamini yağların oksidasyonunu önlediği gibi yağlarda bulunan vd yine cinsi hayat için önemli olan A vitamininin de okside olmasına engeldir . Yağlarda her iki vitaminin,bilhassa E vitamininin noksanlığında erkeklerde kısırlık kadınlarda düşünlük ve cinsi hayatta durgunluk meydana gelir
isam asiklobedisi 9.cilt 508

Unknown dedi ki...

Rasulullah s.a..hangi toplumda günah işleyenler bulunurda,salihler onlardan daha güçlü ve onları engelleyecek kudrette bulundukları halde, onları değiştirmeye çalışmazlarsa,mutlaka allahu teala o topluma azap gönderir.ahmed ibn hanbel.

Unknown dedi ki...

Evet,herşey ya hakikaten güzeldir,ya bizzat güzeldir veya neticeleri itibariyle güzeldir.ve bu güzellik,rububet i ammeye ve şumulu rahmete ve tecelli i ammeye bakar.28.mektub.7.mesele.risalei nur.

Unknown dedi ki...

Bir millet kültürünü kontrol etmek,o milletin dilini kontrol etmekle,bir milleti imha ise nesillerin mazisinden, tarihinden ve bilhassa milli ve manevi değerlerinden komakla mümkündür.

Unknown dedi ki...

Ferdin vicdanına yerleşmeyen adalet kanunla sağlanamaz.seyyid kutub.

Unknown dedi ki...

Ferdin vicdanına yerleşmeyen adalet kanunla sağlanamaz.seyyid kutub.

Unknown dedi ki...

Ferdin vicdanına yerleşmeyen adalet kanunla sağlanamaz.seyyid kutub.

Unknown dedi ki...

Ferdin vicdanına yerleşmeyen adalet kanunla sağlanamaz.seyyid kutub.

Unknown dedi ki...

Ferdin vicdanına yerleşmeyen adalet kanunla sağlanamaz.seyyid kutub.

Unknown dedi ki...

Tarih bilmeyen diplomat,pusuladan anlamayan kaptana benzer,her ikisinin de karaya oturmak tehlikesi vardır.a.cevdet paşa.

Unknown dedi ki...

Sevgide güneş gibi ol.dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol.hataları örtmede gece gibi ol.tevazuda toprak gibi ol.öfkede ölü gibi ol.hz.mevlana.

Unknown dedi ki...

Ibrahim el havvas kuddise sırruhu buyurmuştur ki.kalbin devası beş şeydedir.1.manasını düşünerek kuran ı kerim okumak,2.karnın boşluğu allah için aç kalmak.3.gece namazına devam etmek.4.seher vakti allah c.c. a yalvarmak.5.salih kimselerle oturmak.

Unknown dedi ki...

örgün ve yaygın egitimde din eğitimi ilkeleri şunlar olmalıdır:
1)dini eğitim en az 3 yaşında başlamalıdır.çünkü insan beyninin %70i 3-7 yaş arasında oluşmaktadır.
2)dini eğitimde iman ve marifetullah özemnle sunulmalıdır.
3)din eğitimi fen bilimleriyle desteklenmelidir.
4)din eğitimcileri yaşamadan yaşatamadığı için, öğrettiklerini önce nefislerinde yaşamalıdırlar.
5)din eğitimcisi, doğru islam'ı ve İslamiyet'e layık doğruluğu sunmalıdır.

Unknown dedi ki...

6)dini eğitim, sosyal bilimlerin, pskoloji ve pedagolojinin kuralları çerçevesinde verilmelidir.
7)din eğitiminde iletisim daima pozitif olmalıdır.
8)dini kavramlar net olarak açıklanmalıdır.
9)din eğitiminde seviyeye uygun müfredatlar yazılmalıdır.
10)din eğitimi veren kurumlar çağın gereklerine göre geliştirilmelidir.
11)din eğitimi, alanında uzman kişiler tarafından verilmelidir.

«En Eski ‹Eski   401 – 600 / 6149   Yeni› En yeni»