15 Eylül 2007 Cumartesi

Hadis-i Şerif

1- Beş vakit namazı camide kılan Bismillahirrahmanirrahim demiş gibidir.

2-Ümmetim yıldızlara gidesiye kadar kıyamet kopmayacaktır.

6.405 yorum:

«En Eski   ‹Eski   3001 – 3200 / 6405   Yeni›   En yeni»
yuksel dedi ki...

* * *

“El-aman, el-aman! Ya Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın hacâletinden kurtar!”

“El-aman, el-aman! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın ağır yüklerinden halâs eyle!”

“El-aman, el-aman! Ya Rahmân! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Yâ Deyyân! Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar! Yerimi genişlettir! Amin!

Mesnevi-i Nuriye / Zühre / 142

* * *

Senden başka ilâh yoktur. Sen birsin. Senin hiçbir şerikin yoktur. Dünyada son, âhirette ve kabirde ilk söz: Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur; yine şehadet ederim ki Muhammed (s.a.v.) Allah’ın Resulüdür.

Mesnevi-i Nuriye / Zühre / 143

* * *

İlahi! Günahlar beni lal etti. İsyanımın çokluğu yüzünden mahcubum. Gafletin şiddeti ise sesimi kıstı. İşte, ben de, seyyidim ve senedim şeyh Abdülkadir Geylani’nin sesiyle Senin dergah-ı rahmetinin kapısını çalıyor ve onun, kapıcıya aşina nidasıyla Senin mağfiret kapında nida ediyorum:

• Ey rahmeti herşeyi kuşatan ve ey herşeyin melekütu elinde bulunan Zat, • Ey hiçbir şey kendisine zarar veya fayda veremeyen Zat, • Ey hiçbir şey Ona galebe edemeyen ve hiçbir şey Ondan kaçıp gizlenemeyen, • hiçbir şey Ona ağır gelmeyen ve hiçbir şeyin yardımına muhtaç olmayan, • hiçbir şey Onu bir başka işten alıkoyamayan, • hiçbir şey Ona benzemeyen, • ve hiçbir şey Onu hiçbir şeyden aciz bırakamayan Zat, Beni hiçbir şeyden hesaba çekmeyecek şekilde herşeyimi bağışla. • Ey herşeyi alnından tutup kudretine boyun eğdiren ve herşeyin anahtarları elinde bulunan Zat, • Ey herşeyden önce var olan Evvel, • herşeyden sonra baki kalan Âhir, • herşeyin fevkinde olan Zahir, • herşeyin dünuna nüfuz eden Batın, • kudret ve galebesi herşeyin fevkinde bulunan Kahir, Benim herşeyimi bağışla. şüphesiz Senin herşeye kudretin yeter. • Ey herşeyi her haliyle bilen Alim ve herşeyi kuşatan Muhit ve herşeyi hakkıyla gören Basir, • Ey herşey her an Onun nazar-ı şuhudunda olan şehid ve herşeyi görüp gözeten Rakib ve ilmi herşeyin bütün inceliklerine nüfuz eden

Latif ve herşeyden hakkıyla haberdar olan Habir, Beni hiçbir şeyden hesaba çekmeyecek şekilde, günah ve hata olarak her neyim varsa hepsini bağışla. Hiç şüphesiz, Senin herşeye kudretin yeter.

Allahım, Gafletten ve kötü arzularımdan Senin izzet-i celaline ve celal-i izzetine, Senin kudret-i saltanatına ve saltanat-ı kudretine sığınırım.

Mesnevi-i Nuriye / Şemme / 170

* * *

yuksel dedi ki...

mme / 170

* * *

Ey kurtuluş isteyenlerin tahassungahı olan Allahım,

Beni şeytani şehvetlerden kurtar; beşeriyetin kazuratından temizle; Nebin olan Muhammed’i (s.a.v.) sıddıkiyet muhabbetiyle bana sevdirmek suretiyle beni gaflet paslarından ve cehalet vehimlerinden ter temiz kıl-öyle ki, enaniyet fena bulsun ve Allah’ın minnet bahrinde Allah’ın nimetlerine gark olmuş, Allah’tan alıkoyan her meşgaleye karşı Allah’ın kılıcıyla mansur, Allah’ın inayetiyle mahzuz ve Allah’ın himayesiyle mahfuz olarak herşey Allah için, Allah ile, Allah’a ve Allah’tan olsun.

Ey Nurların Nuru, ey bütün sırların Âlimi, ey gecenin ve gündüzün Müdebbiri, ey Melik, ey Aziz, ey Kahhar, ey Rahim, ey Vedüd, ey Gaffar, ey gayb alemlerini her haliyle bilen, kalbleri ve gözleri dilediği gibi halden hale çeviren, ey ayıpları örten ve ey günahları bağışlayan, Günahlarımı bağışla; esbabın tazyikatına maruz ve bütün kapılar yüzüne kapanmış ve doğru yolda gidenlerin tarikine sülük etmek ona zorlaşmış ve bir kazanç elde edemeden ömrünü ve nefsini gaflet ve masiyet meydanlarında bad-ı hava harcamış olan kuluna merhamet et.

Ey dua edildiğinde cevap veren, ey hesapları sür’atle gören, ey Kerim, ey Vehhab, Hastalığı büyük ve şifası zor, çaresi zayıf ve belası kuvvetli olan ve Senden başka melce ve ümidi bulunmayan kuluna merhamet et.

İlahi, Derdimi, üzüntümü ve şikayetimi Sana arz ediyorum.

İlahi, Senin dergahında hüccetim, hacetimdir; azığım ise fakrım ve çaresizliğimdir.

İlahi, Senin cüd bahirlerinden bir katre bana yeter; Senin af nehirlerinden bir zerre bana kafi gelir, ey Vedüd, ey Vedüd, ey Vedüd, ey şan ve şerefi herşeyden yüce olan Arş-ı Mecid Sahibi, ey Mübdi’, ey Muid, ey herşeyi dilediği gibi yapan Fa’alün lima Yürid!

Arşının rükünlerini kaplayan nur-u veçhin hürmetine, bütün mahlükatını hükmüne ram ettiğin kudretin hürmetine ve herşeyi kuşatan rahmetin hürmetine Senden istiyorum. Senden başka ilah yoktur, ey Muğis, bize imdad et. Ve bütün ömrüm boyunca işlediğim bütün günahları ve lisanımın hatalarını rahmetinle bağışla, ey Erhamü’r-Rahimin. Âmin.

Hamd, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.

Mesnevi-i Nuriye / Şemme / 171

* * *

Allah’ım! Bize hayatımızı saadetle ve şehadetle ve iyilikle ve müjde ile sona erdirmek nasip eyle. Amin, Âmin, amin.

Mesnevi-i Nuriye / Fihrist / 226

* * *

Yâ Rabbi! Peygamberlerin Efendisi Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ve Âli ve bütün Ashâbı hürmetine şu noksan fihristi en güzel sûrette kabul eyle. Duâmızı kabul eyle. Hamd, Alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.

Mesnevi-i Nuriye / İtizar Fihristi / 227

İŞÂRÂTÜ’L-İ’CÂZ
Senden yardım dileriz. Allahım! Bize hakkı hak olarak göster ve ona uymayı nasip et; batılı da, batıl olarak göster ve ondan da sakınmayı nasip et. Amin.

İşaratül-İcaz / Besmele ve Fatiha Sûrelerinin Tefsiri / 28

* * *

Kendilerine nimet ve ihsanda bulunduğun peygamberlerin ve onlara tabi olan salih kullarının yoluna ilet. [Fatiha Sûresi: 7.] Bize hidayet et. Amin!

İşaratül-İcaz / Besmele ve Fatiha Sûrelerinin Tefsiri / 30

* * *

Allahım! Bu sure hürmetine bizi sırat-ı müstakimde yürüyenlerden eyle. Amin.

İşaratül-İcaz / Besmele ve Fatiha Sûrelerinin Tefsiri / 34

yuksel dedi ki...

* * *

Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın. [Bakara Sûresi: 32.]

Duaları şu sözlerle :”Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Alemlerin Rabbi olan Allaha Mahsustur. [Yunus Sûresi: 10.]

İşaratül-İcaz / Melakieye Îman ve İnsanın Yaratılışına Dair / 261

* * *

İsm-i Azamın hakkında, Kuranı Mucizül Beyanın hürmetine ve Resuli Ekrem Aleyhissalatü Vesselamın şerefine, bu İşaratül İcazı bastıranları ve mübarek yardımcılarını ve Risalei Nur Talebelerini Cennetül Firdevste saadeti ebediyeye mazhar eyle. Amin. Ve hizmeti imaniye ve Kuraniyede daima muvaffak eyle. Aimin. Ve defteri hasenatlarına bu İşaratül İcazın icazın her bir harfine mukabil bin hasene yazdır. Amin. Ve Nurların neşrinde sebat ve devam ve ihlas ihsan eyle. Amin. Amin. Amin.

Ya Erhamerrahimin. Umum Risalei Nur Şakirtlerini iki cihanda mesud eyle, Aimin. İnsi ve cinni şeytanların şerlerinden muhafaza eyle. Amin. Ve bu aciz ve biçare Said’in kusuratını affeyle. Amin. Amin. Amin.

İşaratül-İcaz / Dua / 277

ASÂ-YI MÛSÂ
Cehennem azâbını bizden uzaklaştır. Onun azâbı dâimî bir helâktır. Gerçekten de orası ne kötü bir durak, ne kötü bir konaktır! [Furkan Sûresi: 25:64-65.] Âmin!

Asa-yı Musa / Birinci Kısım / 44

* * *

Göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür ederler. ‘Bunları boş yere yaratmadın, ey Rabbimiz,’ derler. ‘Seni bütün noksanlardan tenzih ederiz. Sen de bizi Cehennem ateşinin azâbından koru. [Âl-i İmran Sûresi: 3:191.]

Cehennem azâbını bizden uzaklaştır. Onun azâbı dâimî bir helâktır. Gerçekten de orası ne kötü bir durak, ne kötü bir konaktır! [Furkan Sûresi: 25:64-65.] Âmin!

Asa-yı Musa / Birinci Kısım / 45

* * *

Sen aczden ve şerikten münezzeh ve mukaddessin. Senden başka ilâh yok ki bize imdat etsin. El-aman, el-aman! Bizi azap ateşinden ve Cehennemden halâs et, kurtar ve bize necat ver. Âmin!

Asa-yı Musa / Birinci Kısım / 58

* * *

“Yâ Rabbi! Cebrail, Mikâil, İsrafil, Azrail hürmetlerine ve şefaatlerine, beni cin ve insin şerlerinden muhafaza eyle!” Âmin!

Asa-yı Musa / Birinci Kısım / 68

* * *

Allah’ım, mahlûkatının çokluğu içerisinde birliğinin kandili, kâinatının sergisinde Vahdâniyetinin dellâlı olan Efendimiz Muhammed’e (a.s.m.), onun bütün âl ve Ashâbına salât ve selâm eyle. [Duâ] Âmin!

Asa-yı Musa / İkinci Kısım / 134

* * *

Ey su ile her şeyi canlandıran Zât-ı Akdes, Seni her türlü noksanlıktan tenzih ederim.

Asa-yı Musa / İkinci Kısım / 197

yuksel dedi ki...

ım / 197

* * *

Yâ Rabbî ve yâ Rabbe’s-Semâvâti ve’l-Aradîn, yâ Halıkî ve yâ Halık-ı Külli Şey,

Gökleri yıldızlarıyla, zemini müştemilâtıyla ve bütün mahlukatı bütün keyfiyatıyla teshir eden kudretinin ve iradetinin ve hikmetinin ve hâkimiyetinin ve rahmetinin hakkı için, nefsimi bana musahhar eyle ve matlubumu bana musahhar kıl. Âmin!

Asa-yı Musa / İkinci Kısım / 199

* * *

Kur’ân’a ve imana hizmet için, insanların kalblerini Risale-i Nur’a musahhar yap. Ve bana ve ihvanıma iman-ı kâmil ve hüsn-ü hâtime ver. Hazret-i Mûsa Aleyhisselâma denizi ve Hazret-i İbrahimAleyhisselâma ateşi ve Hazret-i Dâvud Aleyhisselâma dağı, demiri ve Hazret-i Süleyman Aleyhisselâma cinni ve insi ve Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma şems ve kameri teshir ettiğin gibi, Risale-i Nur’a kalbleri ve akılları musahhar kıl.

Ve beni ve Risale-i Nur Talebelerini nefis ve şeytanın şerrinden ve kabir azabından ve cehennem ateşinden muhafaza eyle ve Cennetü’l-Firdevste mes’ut kıl. Âmin, Âmin, Âmin.

Asa-yı Musa / İkinci Kısım / 200

* * *

Yâ Rab! Bunların ders ve talimlerinin hakkı ve hürmeti için bize ve Risale-i Nur talebelerine iman-ı ekmel ve hüsn-ü hâtime ver. Ve bizleri onların şefaatlerine mazhar eyle. Âmin.

Asa-yı Musa / İkinci Kısım / 209

* * *

“Yâ Rab! Bizi ebedî haps-i münferidden kurtarıp, bâkî ve sermedî bir âlemin saadetine nâil edecek bir hakaık hazînesinin anahtarını Risâle-i Nur gibi nazîrsiz bir eseriyle bahşeden sevgili ve müşfik Üstâdımızı zâlimlerin ve düşmanların sû-i kasıtlarından muhafaza eyle; Kur’ân ve îman hizmetinde dâimâ muvaffak eyle. Ona sıhhat ve âfiyetler, uzun ömürler ihsan eyle” Âmin!

Asa-yı Musa / Îmanî ve Hakiki Güzel Mektuplar / 243

yuksel dedi ki...

EMİRDAĞ LÂHİKASI
Ya Rabbi, onların imanını Risale-i Nur la kurtar! İdam-ı ebediden, sırr-ı Kur’ân la terhis tezkeresine çevir! Âmin!

Emirdağ Lâhikası / 30

* * *

Ya Rab! Ayatül-Kübra hürmetine beni musibetten kurtar, eman ve emniyet ver. Âmin!

Emirdağ Lâhikası / Denizli Tüccarı Aslı Burdur´lu Hafız Mustafa´ya Hitaptır / 46

* * *

Cenab-ı Hak, onların ve bizlerin hakkımızda bu Ramazan’daki Leyle-i Kadrimizi bin aydan hayırlı ve bin ay kadar medar-ı sevap eylesin, Ümmet-i Muhammediyeye saadet ve selamet versin. Amin.

Ya Rab! Ayetül-Kübra hürmetine beni musibetten kurtar, eman ve emniyet ver. Âmin!

Emirdağ Lâhikası / Denizli Tüccarı Aslı Burdur´lu Hafız Mustafa´ya Hitaptır / 47

* * *

Cenab-ı Hak, beni böyle hasaretlerden muhafaza eylesin, amin! Cenab-ı Erhamürrahimin, emsal-i kesiresiyle sizleri müşerref eylesin. Amin.

Emirdağ Lâhikası / İkramı İzhar Mektubunun Tetimmesi / 62

* * *

Cenab-ı Hak, onun emsalini o havalide çoğaltsın ve selamet versin. Amin.

Emirdağ Lâhikası / İkramı İzhar Mektubunun Tetimmesi / 63

* * *

Cenab-ı Hak, rahmet ve keremiyle ve hıfz ve himayetiyle ve tevfik ve hidayetiyle, Risale-i Nur’un tab ve intişarına ve Kur’ân-ı Mucizül-Beyanın tevafuklu tab ına sizleri muvaffak eylesin. Amin.

Emirdağ Lâhikası / Yirmi Yedinci Mektubun Lahikasının Zeyli / 82

* * *

Bizi ve anne babalarımızı, Risale-i Nur talebelerini ve onların anne babalarını cehennem ateşinden kurtar. Âmin!

Emirdağ Lâhikası / Afyon Emniyet Müdürüne Derim ki / 117

* * *

Cenab-ı Hak, onlardan razı olsun. Amin

Cenab-ı Hak onları muvaffak eylesin. Amin

Emirdağ Lâhikası / Dahiliye Vekili İle Bir Hasb-i Halden Bir Parçadır / 129

* * *

Cenab-ı Erhamürrahimin, sizlere, yazanlara ve yardım edenlere herbir harfine mukabil bin rahmet eylesin ve binler meyve-i Cennet ihsan etsin ve yüzer hasenat defter-i amalinizde yazdırsın. Amin. Amin. Amin.

Emirdağ Lâhikası / Dahiliye Vekili İle Bir Hasb-i Halden Bir Parçadır / 130

* * *

Cenab-ı Hak onlardan ve sizden ebeden razı olsun. Amin. Cenab-ı Hak tevfik versin. Amin.

Emirdağ Lâhikası / Dahiliye Vekili İle Bir Hasb-i Halden Bir Parçadır / 132

* * *

Medrese-i Nuriyenin eski ve yeni kahramanlarından Marangoz Ahmed in mektubu, üç dört cihetten beni mesrur ve minnettar eyledi. O medresenin baş talebesi namını verdiği Ahmed ise, hem şehid Hafız Ali nin vazifesini yaptığını, hem Süleyman gibi kıymetli kardeşiyle ve küçük kerimesiyle üç tane Asa-yı Musa yı yazmaları ve mübarek Hasan Dayının hafidi olması, beni meraktan kurtardı, hem çok memnun eyledi. Cenab-ı Hak ona şifa ve onlara muvaffakiyet ve saadet versin. Amin. Amin.

Atabeyli alil (kötürüm) Ali Osman ın yazdığı uzun mektubu ve Asa-yı Musa risalesi ve Nurların neşrinde cidden tesirli çalışması ve hizmet-i Nuriyede çok çalışkan Çilingir Ali ile ve dayısı Hasan ın ona yardım etmesi ve mübarek hülyaları ve tevafukları bizleri ferahlandırdı. Eğirdir kasabasını bana ziyade sevdirdi. Cenab-ı Erhamürrahimin onlardan razı olsun.

Emirdağ Lâhikası / Yeşil Salih ´e Yazılan Metuptur / 132

* * *

Tahiri nin, Denizli hapsinde, unutulmaz halisane hizmetiyle ve Nurlara sarsılmaz sadakatiyle ve yanılmaz zekavetiyle ve çekilmez bahadırlığıyla daire-i Nurda ehemmiyetli makamı için, bütün bu defaki mektubunu Lahikaya geçirdik. Başta Nurun şakirtlerinden validesi Zübeyde olarak, akrabasına ve rüfekasına selam ederim. Cenab-ı Hak onlardan ebeden razı olsun. Amin!

Emirdağ Lâhikası / Bir Derece Mahremdir / 140

* * *

Nis li Kureyşilerden Ahmed Kureyşi, muhterem pederiyle ve ammizadesi Ahmed ile Nurların has naşir ve talabelerinden olması, o havali şakirtlerinin namına Nurlar hakkında güzel manzum fıkraları Lahikaya girdi. Cenab-ı Hak onları muvaffak eylesin. Amin. Bu halimde bu alakadarlığınız, benim çok ağır sıkıntılarımı hafifleştirdi. Allah senden razı olsun. Amin

Emirdağ Lâhikası / Bir Derece Mahremdir / 141

* * *

yuksel dedi ki...

41

* * *

Size yazdığım daha size yetişmeden, onun mektubunu, hem Şamlı Hafız ikinci sayfasında yazdığı vefat haberini aldığım merhum Muhacir Hafız Ahmed in (r.h.) dünyadan göçmesi, aynen Abdurrahman gibi beni çok sarstı, ağlattırdı, Biz Allah’ın kullarıyız ve yine Ona döneceğiz. [Bakara Sûresi: 156.] dedirtti. Binler rahmet onun ruhuna insin. Amin. Kabri de hanesi gibi Kur’ân ve Nur’un bir menzili olsun. Amin.

Emirdağ Lâhikası / Bu Fıkra Bir Derece Mahremdir (Yalnız Haslara Mahsustur ) / 147

* * *

Cenab-ı Hak, Hicret in peder ve validesine ve akrabasına sabr-ı cemil ihsan edip, Hicret i onlara şefaatçi eylesin ve o merhumeyi de merhume hemşirem Hanım la Cennette mesrur eylesin. Amin.

Emirdağ Lâhikası / Emirdağı Zabıtası İle Bir Hasb-i Haldir / 157

* * *

Bu kahraman Nazif kardeşimize ve gayet ciddi ve sebatkar ve tam alakadar İnebolu Nurcularına ve Ahmed-i Kureyşi ve rüfekalarına, hem bayramlarını, hem devamlı hizmetlerini, hem yüksek sadakatlerini, hem Zülfikar ın tab ve muvaffakiyetini, hem Salahaddin in Camiü l-Ezherle Medresetü z-Zehranın münasebetini temine çalışmasını ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Cenab-ı Hak onları muvaffak eylesin. Amin. Ve hizmetlerini tam makbul eylesin. Amin.

Emirdağ Lâhikası / Emirdağı Zabıtası İle Bir Hasb-i Haldir / 159

* * *

Cenab-ı Hak, şifa-i acil ihsan eylesin. Amin.

Emirdağ Lâhikası / Emirdağı Zabıtası İle Bir Hasb-i Haldir / 160

* * *

Kahraman Nazif in ve hakikaten Nazif ruhunda ve sadakatinde kendi arkadaşlarının makine ile ve sair cihette Nura hizmetleri, bu memleketi cidden minnettar edecek bir vaziyettedirler. Cenab-ı Hak, onları muvaffak eylesin. Amin.

Nazif kardeşimizin hem İstanbul, hem İnebolu Nurcularının namına bayram ve yeni sene teberrükü hesabına gönderdiği maddi üç nevi teberrükü aldım. Onların umumu namına adetime muhalif olarak kabul ettim. Allah onlardan razı olsun, Amin.

Cenab-ı Hak, Zülfikar ın ve o iki mecmuanın harfleri adedince onların, İbrahim ve Mustafa ve İzzet ve refiklerinin ve yardımcılarının defter-i a maline hasenatlar yazsın ve her harfine mukabil yüz rahmet eylesin. Amin.

Emirdağ Lâhikası / Emirdağı Zabıtası İle Bir Hasb-i Haldir / 163

* * *

Cenab-ı Hak, onun defter-i a maline Sava medrese-i Nuriyede okunan ve yazılan risalelerin harfleri adedince ruhuna rahmetler ve kabrine nurlar ihsan eylesin. Amin. Ve aynı sistemde tam hayrülhalef mahdumu Hafız Mehmed ve hafidi Ahmed Zeki yi onun vazifesinin idamesine muvaffak eylesin. Amin. Ve onların umumuna sabr-ı cemil ihsan eylesin. Amin.

Emirdağ Lâhikası / 176

yuksel dedi ki...

* * *

“Ya Rab! Erzurum dan imdadıma yetişen bu iki zatın münakaşasını musalahaya tebdil et” Âmin!

Emirdağ Lâhikası / 179

* * *

Allah ın laneti zalimlerin ve münafıkların üzerine olsun.

Allah mübarek kılsın. Allah sizi muvaffak etsin. Allah sizi iki cihanda mesut etsin. Âmin!

Emirdağ Lâhikası / 180

* * *

Cenab-ı Hak, onun gibi çok fedakarları Nurlara kavuştursun.

Cenab-ı Hak o rahmet katreleri adedince ona ve onlara rahmet etsin. Amin.

Cenab-ı Hak ona binler rahmet eylesin ve akrabasına sabr-ı cemil ihsan etsin. Amin.

Emirdağ Lâhikası / 185

* * *

Kardeşimiz ve Nurun kumandanlarından Isparta Hulusi si Refet Beyin mübarek masumunun dokuz yaşında iken bu derece Risale-i Nur dan Birinci Sözü yazması gösteriyor ki, o mübarek Hüsnü, Safranbolu nun on bir yaşındaki Hüsnü sü gibi dahi masumların küçücük bir kahramanı olmaya namzettir. Cenab-ı Hak onu Nurlara bağışlasın ve muvaffak eylesin Amin.

Emirdağ Lâhikası / 189

* * *

Münevvere ve Nazmiye, Abdülbaki ve Mehmed Celal in Nur hizmetinde noksan kalan vazifelerini inşaallah tekmil edecekler. Bizi ve Risale-i Nur u çok minnettar eden kahraman Burhan ın mektubunda yazılan hastaya Cenab-ı Hak şifa versin ve kardeşimiz Zekai nin vefat eden validesine çok rahmet eylesin. Amin.

Cenab-ı Hak muvaffak eylesin. Amin. Ve Tevfik e tevfik refik eylesin. Amin.

Emirdağ Lâhikası / Küçük Bir Haşiye / 195

* * *

“Barekallah, Cenab-ı Hak sizleri muvaffak etsin” Amin!

Emirdağ Lâhikası / Küçük Bir Haşiye / 196

* * *

Cenab-ı Hak, onları muvaffak eylesin. Amin!

Emirdağ Lâhikası / Küçük Bir Haşiye / 199

* * *

Nur santralı kardeşimiz Hoca Sabri nin, eskiden beri onun gibi Nurcu refikasının ve mübarek mahdumu Nureddin in [Yaşar] küçük bir mektuplarını aldım. Cenab-ı Hak onlara sıhhat ve afiyet ve saadet ihsan eylesin. Amin.

Emirdağ Lâhikası / Küçük Bir Haşiye / 200

* * *

“Ben onlara beddua değil, bilakis dua ediyorum ki: Ya Rabbi! Onlara iman-ı kamil ve hüsn-ü hatime ver ve Nurlardan müstefid yap.” Amin!

Emirdağ Lâhikası / Küçük Bir Haşiye / 204

* * *

Nurun ehemmiyetli bir kumandanı ve naşiri Refet Beyin Nur hizmeti için İstanbul a gitmesi çok iyi, çok güzeldir. Zaten oraya onun gibi bir Nurcu lazımdır. Cenab-ı Hak muvaffak eylesin. Amin.

Emirdağ Lâhikası / Küçük Bir Haşiye / 207

* * *

Bizi koru, bize merhamet et. Âmin!

Emirdağ Lâhikası / Küçük Bir Haşiye / 208

* * *

Kastamonu nun Hüsrev i Mehmed Feyzi nin hiç sarsılmadan kemal-i iştiyakla Nurlara çalışması ve çalıştırılması ve okutmasını gösteren Nihad ın ve Abdurrahman İhsan ın mektupları gösterdiği gibi, oradan gelenler de aynı haberi veriyorlar. Tam şakirtliğini yapıyor, Allah muvaffak eylesin. Amin.

Emirdağ Lâhikası / Küçük Bir Haşiye / 211

* * *

Allah razı olsun, amin. Ve mübarek bir kardeşimiz olan Kazım ın ruhuna Cenab-ı Hak binler rahmet eylesin ve kabrini pür-nur etsin. Amin.

Emirdağ Lâhikası / Küçük Bir Haşiye / 218

* * *

Nur kahramanlarından Refet kardeşimiz, kendi sisteminde gayet ehemmiyetli Abdül- ehad namında bir büyük hocayı, Risale-i Nur a tam bağlı bir kardeşi İstanbul da bulmuş. Cenab-ı Hak ikisini de daima muvaffak eylesin. Amin.

Emirdağ Lâhikası / Küçük Bir Haşiye / 219

yuksel dedi ki...

* * *

Isparta dan hacca giden ve benim bedelime dahi manen hac etmeyi vaad eden o mübarek kardeşlerimizi has şakirtler dairesinde bütün manevi kazançlarımıza hissedar etmeye karar verdik. Cenab-ı Hak, onları iki cihanda mes ut eylesin. Amin.

Emirdağ Lâhikası / Dahiliye Vekili İle Bir Hasb-i Halden Bir Parçadır Hüve Nuktesi / 225

* * *

Alamescid imamı faal kardeşimiz İbrahim Edhem in kendi sisteminde tam Nurcu olarak bulduğu vaiz Ali Şentürk ün ve vaiz Osman Nuri nin samimi ve fedakarane ve Nur hizmetinde azimkarane mektuplarında arzu ettikleri tarzda has şakirtler dairesinde kabul olmuşlar. Cenab-ı Hak onları muvaffak eylesin. Amin.

Emirdağ Lâhikası / Dahiliye Vekili İle Bir Hasb-i Halden Bir Parçadır Hüve Nuktesi / 226

* * *

Üç mühim Nur merkezinde üç berber tam birbirine benzer bir tarzda Nura büyük hizmetleri, hem herbirisi çocuklarıyla Nura çalışmaları, beni mesrur eyledi. Berber Burhan, berber Hıfzı, berber Ali Osman, Nurun birer kıymetli kahramanlarıdır. Allah onları çoluk ve çocuklarıyla dünyada ve ahirette mes ut etsin. Amin.

Emirdağ Lâhikası / Dahiliye Vekili İle Bir Hasb-i Halden Bir Parçadır Hüve Nuktesi / 235

* * *

Ve onları öyle sevk eden zatlara da Allah razı olsun ve kalblerindeki muradları ne ise Cenab-ı Hak onları muvaffak eylesin deriz. Âmin

Emirdağ Lâhikası / Dahiliye Vekili İle Bir Hasb-i Halden Bir Parçadır Hüve Nuktesi / 236

* * *

Hüsrev in kalemi Dördüncü Söze başlamasına bin barekallah deriz. Allah muvaffak eylesin, amin.

Emirdağ Lâhikası / Dahiliye Vekili İle Bir Hasb-i Halden Bir Parçadır Hüve Nuktesi / 237

* * *

Elimizde hak var. Hakkımızı kuvvetle ve başka suretle aramaya Cenab-ı Hak mecbur etmesin. Amin.

Emirdağ Lâhikası / 242

* * *

Cenab-ı Hak sizleri iki cihanda mes’ut eylesin. Âmin.

Emirdağ Lâhikası / Afyon Hapsinden Sonra Emirdağı´nda Yazılan Mektuplar / 256

* * *

Hem Medresetü’z-Zehra şakirtlerini, hususan mübarekler heyetini ve Isparta vilâyetini merhum Hâfız Mustafa’nın vefatıyla tâziye ve Hâfız Mustafa’yı tam vazifesini yapmasıyla yirmi senede ikinci bir Hâfız Ali olarak yirmi seneden beri usanmadan, sarsılmadan Nurların neşrine çalışmasını bütün ruh u canımızla tebrik, hem onu, hem Isparta vilâyetini, hem Medresetü’z-Zehrayı tebrik ediyoruz. Hakikaten bu merhum kahraman kardeşimiz, aynen Hâfız Ali gibi vazifesini bitirdi, âlem-i nura ve berzaha, Hâfız Ali ve Hasan Feyzî gibi kardeşlerinin yanına gitti. Cenab-ı Hak Risale-i Nur’un hurufatı adedince onun defter-i hasenatına hayırlar yazsın ve ruhuna rahmet eylesin. Âmin.

Emirdağ Lâhikası / Afyon Hapsinden Sonra Emirdağı´nda Yazılan Mektuplar / 260

* * *

REİSİCUMHUR,

Zatınızı tebrik ederiz. Cenab-ı Hak sizi İslâmiyet ve vatan ve millet hizmetinde muvaffak eylesin. Âmin!

Emirdağ Lâhikası / Reis-i Cumhur Celal Bayar Ve Heyet-i Vükelasına / 264

* * *

Cenab-ı Hakka hadsiz şükrolsun, mahkemede üç sene hapsedilen Asâ-yı Mûsâ risalesinden ve Sikke-i Gaybiye risalesinden beş nüshayı kemÂl-i sürur ile aldık. Cenab-ı Hak sizlerden ebediyen razı olsun. Âmin.

Emirdağ Lâhikası / Gizli Anlaşmanın Entrikası / 283

yuksel dedi ki...

ikası / 283

* * *

Mübarekler köyünden Ali ile Hacı Süleyman ve Dinar tarafından Abdurrahman ve Himmet ve daha evvel gelen ehemmiyetli bir Nurcu hemşehrisi yanıma geldiler. Cenab-ı Hakka çok şükürler ediyorum ki, Mübarekler köyünde (Kuleönü) eskisi gibi Nurlara şiddetli alâkalarını muhafaza ediyorlar. Ve onların sadakat ve ihlâslarının bir kerametidir ki, kendime mahsus on mecmua kitaplarımı lüzumuna binaen Ankara’ya gönderdiğim ve çok ehemmiyetli ve uzak yerlerden benden kitapları istedikleri aynı zamanda Kuleönü mübarekleri kendilerine mahsus Nur mecmualarını gönderdiğim miktarın aynı olarak Medresetü’z-Zehranın bir hediyesi olarak bana getirdiler. Hususan birinci Abdurrahman olan Büyük Mustafa’nın kendi el yazısı olan bütün Mektubat ve Lâhikayı içinde buldum. Cenab-ı Hak o kitapların harfleri adedince her birisine mukabil bin rahmet ihsan etsin. Âmin.

Emirdağ Lâhikası / Gizli Anlaşmanın Entrikası / 289

* * *

Nurdan bana çok lüzumu bulunan Medresetü’z-Zehranın fütuhatçı mahsulâtını ve kahraman Tahirî’nin merhume haremiyle ve merhume iki kerimesi namına gönderdiği mecmualarını ve iki hafta evvel merhum Hâfız Ali’nin bir hayrülhalefi Mustafa’nın tam zamanında tamam Mektubat’ını ve Nurun metin bir kumandanı Refet Beyin kendi kalemiyle yazdığı mübarek mecmuasını ve pek güzel ve mânidar rüyalı mektubunu aldım ve çok sevindim. Onların her bir harfine Cenab-ı Erhamürrahimîn sizin her birinize bin hasene ihsan etsin. Merhume Hatice ve merhume Hicret’in ve merhume Âişe’nin ruhlarına ve kabirlerine binler rahmet eylesin. Âmin.

Emirdağ Lâhikası / 299

* * *

Erhamürrahimîn olan Rabbimizden daimî niyazım, aziz, muhterem ve müşfik Üstadımdan ebediyen razı olsun ve bütün maksadını hasıl eylesin. Âmin.

Emirdağ Lâhikası / Heyet-i Sıhhiyeye / 374

* * *

“Allah’ım, erkek ve kadın bütün mü’minleri bağışla.” Âmin!

Emirdağ Lâhikası / 394

yuksel dedi ki...


BARLA LÂHİKASI
Allahım! Efendimiz Muhammed’e ve âl ve ashabına Senin razı olacağın ve onun lâyık ve müstehak olduğu bir rahmetle ve pek kesretli bir selâmetle salât ve selâm et. Âmin.

Barla Lâhikası / Yedinci Risale Olan Yedinci Mesele / 18

* * *

Cenab-ı Hak bunların emsâlini ziyade etsin ve onları da muvaffak etsin ve tarik-i haktan ayırmasın. Âmîn.

Allahım, bizi ve bu ikisini ve kardeşlerimizden onların emsallerini, Kur’ân ve İmân hizmetinde, Senin muhabbet ve rızanı celb edecek şekilde muvaffak et-kendisine Kur’ân’ı indirdiğin o zat hürmetine ki, gece gündüz değiştikçe ve güneş ve ay döndükçe salât ve selâmın en üstünü onun üzerine olsun. Âmin!

Barla Lâhikası / Mukaddeme / 21

* * *

Hemen Cenab-ı Erhamürrâhimîn aziz Üstadımızı sıhhat ve âfiyette dâim ve ümmet-i Muhammed üzere kaim buyursun. Âmin, bihürmeti Seyyidi’l-Mürselîn.

Barla Lâhikası / Yirmi Yedinci Mektup ve Zeyilleri / 24

* * *

Allah çok razı olsun. Âmin!

Barla Lâhikası / Yirmi Yedinci Mektup ve Zeyilleri / 29

* * *

Allah’ım, bu dünyadan bizi ancak kelime-i şehadet ve imanla çıkar. Âmin!

Barla Lâhikası / Yirmi Yedinci Mektup ve Zeyilleri / 33

* * *

Altın yaldızla yazılması lâzımgelen eser-i âlînizde, Resul-i Müctebâ Aleyhi Ekmelü’t-Tehâyâ Efendimiz Hazretlerine dil uzatan hâin-i bîdin olan mülhid hâinlerin kuruyası dillerini, inâyet-i İlâhî ve ruhaniyet-i Peygamberî ve şeriat kılıcıyla kesmeye muvaffak olduğunuz şu eser-i bergüzîdenizi Cenab-ı Hak ind-i İlâhîsinde ve nezd-i Peygamberîde kabul eylesin. Şefâat-i Nebeviyeye efendimi ve fakiri de nâil eyleyip, sancak-ı Muhammedî (a.s.m.) tahtında cümlemizi ihvanlarımızla beraber haşreylesin. Âmin.

Barla Lâhikası / Yirmi Yedinci Mektubun Zeyli ve İkinci Kısmı / 39

* * *

Hal-i âlem müsait olsa da, hazine-i hassa-i Kur’ân’dan çıkararak tâbir-i âlinizce dellâllığını yaptığınız elmasları çok gözler görse! Görse de, sarhoşlar ayılsa, mütehayyirler kurtulsa, mü’minler sevinse, mülhidler, kâfirler, müşrikler imana, insafa, daire-i akla gelseler! Ve bu mes’ut ve ulvî neticeyi bizlere idrak ettirmesini eltaf-ı İlâhiyeden tazarru ve niyaz ediyorum. Âmin. Allah sizden ebeden razı olsun. Âmin!

Barla Lâhikası / Yirmi Yedinci Mektubun Zeyli ve İkinci Kısmı / 42

* * *

Allah’ım, Risale-i Nurla şereflenen bu dürr-ü yektâ müellifi muhafaza eyle. Onun ve kalbi hakikatlarla dolu olan Sabri’nin kalbine neşe ve sürur ver. Âmin!

Barla Lâhikası / Yirmi Yedinci Mektubun Zeyli ve İkinci Kısmı / 44

* * *

Bu eserler başlı başına, ayrı ayrı birer fâtihtir. İnşaallah, her cihetle feth ederek fâtih olacaktır. Cenab-ı Mevlâ âhirette cümlemizi sevabına nâil eyleyip şefaatine mazhar buyursun. Âmin.

Barla Lâhikası / İkinci Zeyl / 45

* * *

Cenab-ı Vâhibü’l-Atâyâdan dilerim ki, Nur bahçelerinin meyvelerinin hepsinden tatmaya arkadaşlarım gibi âcizlerini de muvaffak kılsın. Âmin!

Barla Lâhikası / İkinci Zeyl / 47

* * *

Cenab-ı Vâhibü’l-Atâyâdan dilerim ki, Nur bahçelerinin meyvelerinin hepsinden tatmaya arkadaşlarım gibi âcizlerini de muvaffak kılsın. Âmin! Hemen Cenab-ı Allah’tan dilerim, beni ve bütün kardeşlerimizi nefis ve cin ve ins ve şeytanların mekirlerinden muhafaza eylesin ve dalâlete sapanlardan eylemesin. Âmîn.

Barla Lâhikası / İkinci Zeyl / 49

* * *

Allah sizden çok razı olsun. Âmin! Nurlarla alâkadar olmak, Kur’ân’a hâdim olmak, Allah’a karşı haddini ve acz-i tam içinde bulunduğunu anlamak ve bütün mevcudiyetiyle kabul etmekle olur diye mütemadiyen mü’minleri bu kestirme, selâmetli ve saâdetli yola çağıran Üstadımızdan Allahü Zülcelâl Hazretleri ebeden razı olsun. Dünyevî, uhrevî bütün muradlarını hasıl etsin. Ümmet-i Muhammed’e bağışlasın. Âmin bihurmeti Seyyidi’l- Mürselîn.

Barla Lâhikası / İkinci Zeyl / 51

* * *

“Ya Rab! Bihakkı ismike’l azim ve bihakkı Kur’ani’l-Hakim ve bihakkı Habibike’l Ekrem, deryâ-yı nurun başkumandanı olan Üstadımı razı olduğun amel üzerine sâbit ve razı olacağı amelini teshil ve müyesser kıl. Âmin, bi hürmeti seyyidi’l-mürselîn.”

Barla Lâhikası / İkinci Zeyl / 55

yuksel dedi ki...

* * *

Rabbim, Üstadımızı iki cihanda aziz ve gayelerine vâsıl eylesin. Âmin.

Barla Lâhikası / Yirmi Yedinci Mektubun Üçüncü Zeyli / 58

* * *

Sevgili Üstadım, Allah sizden ebeden razı olsun. Âmin!

Barla Lâhikası / Yirmi Yedinci Mektubun Üçüncü Zeyli / 61

* * *

…bu azîm, kudsî hizmetinizin mükâfatını Cenab-ı Hak size pek lâyık bir tarzda ihsan etsin. Dünya ve âhirette sizden ve bizim gibi âciz ve kusurlu hizmetçilerinden razı olsun. Âmin.

Barla Lâhikası / Yirmi Yedinci Mektubun Üçüncü Zeyli / 63

* * *

Cenab-ı Hakkın bize inkişaf-ı kalbî ihsan buyurması hususundaki dua-yı hayriyelerini istirham eylerim, sevgili Üstadım Efendim. Âmin!

Barla Lâhikası / Yirmi Yedinci Mektubun Üçüncü Zeyli / 66

* * *

“Cenab-ı Zülcelâl ve’l-Kemal Hazretleri, muhterem Zat-ı Üstadânelerini dünyalar durdukça Nur Risalelerini rehberlikte, delâlette ve nur dellâllığında ilâ-âhiri’d-deveran kaim buyursun” Âmin!

Barla Lâhikası / Yirmi Yedinci Mektubun Üçüncü Zeyli / 67

* * *

Cenab-ı Hak sizden ebedî râzı olsun. Âmin!

Barla Lâhikası / 69

* * *

Rabbim yorgunluğunuza bedel bin ehl-i gazâ sevabı ihsan buyursun. Âmin.

Barla Lâhikası / 70

* * *

Sevgili Üstadım, “Cenab-ı Hak bu kıymetli eserleri kıyamete kadar mü’min kullarına yetiştirsin” duasıyla hatm-i kelâm eylerim, efendim. Âmin!

Barla Lâhikası / 72

* * *

Cenab-ı Hak gözlerimizin perdelerini kaldırsın, hakaiki hakkıyla bize göstersin. Âmin.

Barla Lâhikası / 75

* * *

Cenab-ı Hâlık-ı Lemyezel Hazretleri bu gibilere de tarik-i Hakkı nasîbedâr eylesin. Âmin, bihürmet-i seyyidi’l-mürselîn.

Barla Lâhikası / 76

* * *

Cenab-ı Hâlık ümmet-i Muhammed’in (a.s.m.) kalblerine ilham versin, ruhlarını nurlandırsın, saâdet-i dâreyn ihsan buyursun.

Barla Lâhikası / 77

* * *

Cenab-ı Hak, sizlere lâyık bir tarzda hayr-ı kesir ihsan eylesin. Âmin.

Barla Lâhikası / 78

* * *

Allahü Zülcelâl Hazretleri sizden ebeden razı olsun ve ümmet-i merhume-i Muhammediyeyi (a.s.m.) dalâletten kurtarmak ve şahrâh-ı Kur’ân’a delâlet eylemek hususundaki ihlâslı mücahede ve hizmetinizde dâim ve muvaffak buyursun. Âmin.

Barla Lâhikası / 83

* * *

Allah’ım, Mekkî, Medenî, Hâşimî ve Kureyşî olan Habîbinin hürmetine bizim arzumuzu ve Üstadımız Said Nursî’nin maksûdunu tahakkuk ettir. Âmin!

Barla Lâhikası / 84

* * *

Cenab-ı Hak sizi muvaffak etsin, fütur vermesin, şevkinizi artırsın. Âmin!

Barla Lâhikası / 87

* * *

Cenab-ı Hak, böyle Hüsrev’lerin adedini çoğaltsın ve daim arttırsın. Âmin.

Barla Lâhikası / 89

yuksel dedi ki...

* * *

Cenab-ı Lemyezel Hazretleri siz Üstadımı, bu ve bunun emsâli âsâr-ı bergüzîde telifinde, envâr ve hakikatler neşir ve dellâllığında çok zamanlar daim ve kaim buyursun. Ve siz Üstadımı, sizi sevenlerin ve dellâllığında bulunduğunuz nidalarınızı işitmek ve dinlemek, okuyup yazmak, mucibince hareket ve amel etmek heves ve iştiyakında bulunan kardeşlerimin başından eksik buyurmasın. Âmin, bihürmeti seyyidi’l-Murselîn.

Barla Lâhikası / 91

* * *

Ey aziz Üstadım, Allah sizden ebeden razı olsun. Amin!

Barla Lâhikası / 92

* * *

Allahü Zülcelâl Hazretleri dünyevî ve uhrevî bütün matlup ve maksudunuzu ihsan, bilhassa ümmet-i merhume-i Muhammediye (a.s.m.) hakkındaki dualarınızı dergâh-ı ulûhiyetinde kabul buyursun. Hakikaten Kur’ân’a, imana hizmetten başka birşey düşünmeyen aziz ve muhterem Üstadımızı bu ümmete bağışlasın ve rıza-i İlâhîsine nâil buyursun. Âmin, bihurmeti’l-Kur’âni’l-Mübîn ve bihurmeti İmami’l-Mübîn.

Barla Lâhikası / 94

* * *

“Heman Rabbim, hakikî verese-i Enbiyayı teksir, dünyevî ve uhrevî âmâl ve makasıdına muvaffak buyursun” Amin!

Barla Lâhikası / 96

* * *

Cenab-ı Hak, Feyyâz-ı Mutlak ve Hallâk-ı Azîm mevcudat ve câmidat ve zerreler adedince sizden razı olsun. Âmin. Yarın mahşerde, herkesten evvel Resul-i Ekrem ve Nebiyy-i Muhterem Efendimiz Hazretlerinin şefaatine mazhar ol, inşaallah. Âmin.

Barla Lâhikası / 100

* * *

Allahü Zülcelâl cümlesinden razı olsun ve neşr-i envâr-ı Kur’âniyede daimî muvaffakıyetlere mazhar buyursun. Amin!

Barla Lâhikası / 107

* * *

On Dördüncü Lem’anın Birinci Makamını teşkil eden iki mesele bence çok mühimdir. Bu dersin takrir ve tahririne vesile olan Refet Bey kardeşimizden Allah razı olsun. Amin!

Barla Lâhikası / 109

* * *

Âsâr-ı nurun bir zübdesi, hazâin-i nurun elmas anahtarı, resâil ve Mektubat’ın nurlu kapısı olan bu hayırlı telife sebep olanları da, müellifini de, Allahü Zülcelâl ve’l-Kemal Hazretleri saâdet-i dâreyne mazhar buyursun. Âmin.

Barla Lâhikası / 110

* * *

Cenab-ı Hak, sevgili Üstadımızı âfiyette dâim, ömürlerine bereket ve herbir umûrunda muvaffakiyet ihsan buyursun da, pek çok zamanlar başımızda tâc-ı zafer olarak taşıyalım ve hizmet-i Kur’ân’da çalışalım, yorulalım, yol alalım. Ve cümle mü’minîn de istifade etsin ve ehl-i bid’a ve mülhidlerin de başları yere gelsin. “O gençler mağaraya sığındıklarında, ‘Ey Rabbimiz,’ demişlerdi. ‘Bize yüce katından bir rahmet ver ve işimizde, Senin rızana erişmek için muvaffakiyet nasip et.” [Kehf Sûresi: 18:10.] Amin!

Barla Lâhikası / 112

* * *

Ey sevgili Üstadım, her hususta size yapılacak dua için kelimat bulamıyorum. Zât-ı Zülcemal, bu kadar güzelliklere, hazine-i rahmetinden binler güzellikleri size ihsan etmekle mukabele buyursun. Âmin.

Barla Lâhikası / 125

* * *

Cenab-ı Hak, hazine-i bînihayesinden emsâl-i sairesini ihsan buyursun. Âmin, bihurmeti Seyyidi’l-Murselîn.

Barla Lâhikası / 126

yuksel dedi ki...

“Ya Rab! Sen Üstadımızdan hoşnud olacağı tarzda razı ol!” Amin!

Barla Lâhikası / 127

* * *

Hemen Cenab-ı Kibriya, şu enhâr-ı kevseri hayat-ı bâkiye harmanı olan mahşere kadar akıtsın… Âmin.

Barla Lâhikası / 128

* * *

Cenab-ı Hak o zatı şefâat-i Kur’ân’a mazhar etsin. Amin!

Barla Lâhikası / 132

* * *

Cenab-ı Hak beni de, sizi de tarik-i Haktan şaşırtmasın. Âmin.

Barla Lâhikası / 133

* * *

Ya Rab! Yanımızda elçiniz ve dergâhınızda elçimiz olan reisimize merhamet et ki, bize sirayet etsin. Allah’ım, Senin kulun ve resulün olan efendimiz Muhammed’e ve onun bütün âl ve ashabına salât eyle. Amin!

Barla Lâhikası / Mesail-i Müteferrika / 151

* * *

“Ey Rabbimiz! Unutur veya hatâya düşer de bir kusur işlersek, bizi onunla hesaba çekme.” [Bakara Sûresi: 2:286.] Amin!

Barla Lâhikası / Mesail-i Müteferrika / 153

* * *

Cenab-ı Hak ona, o bana yazdığı Pencere Risalesinin hurufu adedince ruhuna rahmet, kalbine nur, aklına hakikat, malına bereket ihsan eylesin. Âmin, Âmin, Âmin.

Barla Lâhikası / Mesail-i Müteferrika / 159

* * *

Biraderzadem Halil Nâci’nin dünyevî musibeti, beni de cidden mahzun eyledi. Cenab-ı Hak onu da kurtarsın, size de sabır ve tahammül ihsân eylesin. Âmin.

Barla Lâhikası / Yirmi Sekizinci Mektubun Sekizinci Meselesinin Üçüncü Nüktesi / 164

* * *

Cenab-ı Hakkın rahmetine sığınmalıyız ki, nîrân-ı muhrika yapmasın, envâr-ı müşrikaya çevirsin. Amin!

Barla Lâhikası / Yirmi Sekizinci Mektubun Sekizinci Meselesinin Üçüncü Nüktesi / 165

* * *

Cenab-ı Hak sıhhat ve âfiyet versin. Mehmed Efendi bana yeniden bir levha yazması beni minnettar ediyor. Cenab-ı Hak yazdığı herbir harfe mukabil bin sevap ihsan eylesin. Âmin, Âmin.

Barla Lâhikası / Yirmi Sekizinci Mektubun Sekizinci Meselesinin Üçüncü Nüktesi / 167

* * *

Cenab-ı Hak yeni hayatınızı mübarek eylesin ve refika-i hayatınızı hayat-ı ebediyenizde, Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfının âhirlerindeki Üçüncü İşarette, refika-i hayata dair vaade ve sıfata mazhar eylesin, Âmin. Kardeşim, sen, Hüsrev, Âsım, nazarımda çok kıymettarsınız. Cenab-ı Hak sizleri ve sizin gibileri Kur’ân hizmetinde sâbit-kadem ve fedakâr ve kemal-i sadakatte dâim ve muvaffak eylesin. Âmin.

Barla Lâhikası / Yirmi Sekizinci Mektubun Sekizinci Meselesinin Üçüncü Nüktesi / 173

yuksel dedi ki...

Sekizinci Mektubun Sekizinci Meselesinin Üçüncü Nüktesi / 173

* * *

Cenab-ı Hak bize ve size tarik-i Hakta hizmet-i Kur’âniyede sebat ve metânet versin. Âmin.

Barla Lâhikası / Yirmi Sekizinci Mektubun Sekizinci Meselesinin Üçüncü Nüktesi / 174

* * *

Cenab-ı Hak muvaffak etsin. Amin!

Barla Lâhikası / Yirmi Sekizinci Mektubun Sekizinci Meselesinin Üçüncü Nüktesi / 175

* * *

Bedreddin’in küçüklüğüyle beraber, büyük talebeler dairesine dahil etmişim. O, küçüklerin büyüğüdür. Ve inşaallah Cenab-ı Hak onun emsâlini çoğaltsın. Amin!

Barla Lâhikası / Yirmi Sekizinci Mektubun Sekizinci Meselesinin Üçüncü Nüktesi / 176

* * *

Tenekeci Mehmed Efendinin hıfz-ı Kur’ân’a çalışmak niyeti çok mübarektir. Cenab-ı Hak onu muvaffak etsin. Amin!

Barla Lâhikası / Yirmi Sekizinci Mektubun Sekizinci Meselesinin Üçüncü Nüktesi / 180

* * *

Cenab-ı Hak onu sizlere medar-ı tesellî ve ünsiyet ve evinize küçük bir melâike hükmüne getirsin. Amin!

Barla Lâhikası / Yirmi Sekizinci Mektubun Sekizinci Meselesinin Üçüncü Nüktesi / 187

* * *

Cenâb-ı Haktan niyaz ediyorum ki, bundan sonra Cenâb-ı Hak bana o hizmete lâyık ihlâs ihsan etsin, ehl-i dünyaya tasannu ve riyâdan kurtarsın. Amin!

Barla Lâhikası / Onuncu Lem´a / 205

* * *

Allah affetsin. Amin!

Barla Lâhikası / Onuncu Lem´a / 206

yuksel dedi ki...

KASTAMONU LÂHİKASI
Dünya ve ahiret hayatınızdaki dakikaların âşireleri adedince Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun. Amin!

Kastamonu Lâhikası / Manevi Bir İhtarla Bir İki İnce Meseleyi Size Yazıyorum / 25

* * *

Hüsrev’in çok şirin ve fevkalade yazdığı Hastalar Lem’ası ile Esmâ-i Sitte Lem’ası, benim nazarımda elmasla yaldızlı yazılan ve onlar kadar uzun iki mektub-u sadâkat-medâr hükmünde bana göründü, Risale-i Nur’a çok ehemmiyetli hizmetlerini gözyaşıyla hatırlattı. Ve Firdevsî hediyenizdeki risalelerin harfleri adedince, Cenab-ı Erhamürâhimîn sizlere rahmet, bereket, saadet ihsan eylesin. Amin. Allah’ım, İmân ve Kur’an hizmetinde onu muvaffak eyle. Amin!

Kastamonu Lâhikası / Âhirzamandan Haber Veren Mühim Bir Hadis / 31

* * *

“Yâ Rab, bana bir mürşid-i kâmil ihsan buyur” Amin!

Kastamonu Lâhikası / 37

* * *

Allah sizlerden ebedî razı olsun. Amin. Ve sizi, hizmet-i imaniye ve Kur’aniyede muvaffak eylesin, Âmin.

Kastamonu Lâhikası / Birden İhtar Edilen Bir Mesele / 47

* * *

Bize, gönderdiğiniz Risale-i Nur’ların harfleriyle, bu Regaib Kandili, Miraç ve Kadir gecelerinin dakikalarındaki âşirelerin çarpımı adedince Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun, Cenab-ı Hak size bir o kadar sevap ve hasene ihsan etsin. Amin.

Kastamonu Lâhikası / Birden İhtar Edilen Bir Mesele / 56

* * *

Sizin bu defa nurlu hediyelerinizin her harfine mukabil Cenab-ı Erhamürrahimin defter-i âmâlinize bin hasene yazsın ve Âsım’ın ruhuna bin rahmet versin. Amin.

Kur’an-ı Mucizü’l-Beyânın ve Risale-i Nur’un hazinelerinin kerametli ve yaldızlı bir anahtarı olan kalem-i Hüsrevî, elhak, Mucizat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) gizli güzelliğini her göze gayet parlak ve güzel gösteriyor. Cenab-ı Hak bu kalemi, bu hizmette muvaffak ve dâim eylesin. Amin.

Mübarek heyetinin büyük bir kahramanı Büyük Ali’nin sisteminde Küçük Ali’nin Mucizat-ı Kur’aniyesi, Mucizat-ı Ahmediyenin tam mutabık bir bâki pırlanta tarzında mevki aldı. Erhamürrâhimîn, her harfine mukabil, yazana on sevap ihsan eylesin. Amin.

Mehmed Tahirî! Küçük Lûtfî’nin hayrü’l-halefi ve Atabey’in kahramanı, bu havaliye nurlu ve güzel hediyeleri çok kıymettardır. Rahmanür- Rahim, hazine-i rahmetinden ona ve pederine her hurufuna ve her kelimeye mukabil rahmet etsin. Amin.

Aydınlı Hasan Ulvi’nin kuvvetli kalemi inşaallah merhum Âsım’ın noksan bıraktığı vazife-i Nuriyeyi tekmil edecek ve o güzel kalemle Âsım’ın ve Lütfî’nin ruhlarını şâd edecek. Onun küçük hediyesi, ilerideki kıymettar hizmetlerini ihsas ederek büyük bir mevki aldı. Allah ondan razı olsun. Amin.

Kastamonu Lâhikası / Birden İhtar Edilen Bir Mesele / 57

* * *

Cenab-ı Hak herbir gecesini sizin hakkınızda leyle-i Mirac ve leyle-i Berat ve Leyle-i Kadir kadar kıymettar eylesin, Âmin.

Kastamonu Lâhikası / Birden İhtar Edilen Bir Mesele / 58

* * *

İnşaallah o Gül fabrikasının kalemi, buraları da bir gülistana çevirecek. Cenab-ı Hak, o kalem sahibine, yazdığı her harf-i Kur’an’a mukabil, leyle-i Kadir’deki gibi otuz bin sevap ve rahmet ve hasene versin. Amin, Âmin, Âmin.

Kastamonu Lâhikası / Birden İhtar Edilen Bir Mesele / 61

yuksel dedi ki...

* * *

Allah’ım! Bu Ramazan’da Leyle-i Kadrimizi bize ve sadık Risale-i Nur talebelerine bin aydan daha hayırlı kıl. Amin!

Kastamonu Lâhikası / Birden İhtar Edilen Bir Mesele / 62

* * *

Sizin bayramınızı, leyle-i Kadrinizi, Ramazan-ı Şerifte makbul dualarınızı bütün ruh u canımla tebrik ve tes’id ediyorum. Cenab-ı Hak, bu bayramın sürurunu, hakikî ve geniş ve umumî sürura mukaddeme ve vesile eylesin. Amin.

Kastamonu Lâhikası / Birden İhtar Edilen Bir Mesele / 70

* * *

Cenab-ı Hak, o kahramanlardan ebeden razı olsun, Âmin Cenab-ı Hak, onu ve onun gibi Risale-i Nur’a çalışan masumlara tevfik ve selamet ve saadet ihsan eylesin. Amin.

Kastamonu Lâhikası / Dört-Beş Kardeşlerime Ait Birer Kısacık Konuşacağım / 94

* * *

Cenab-ı Hak, onlardan ve o medresenin umum talebelerinden ve üstadlarından ebeden razı olsun. Amin!

Kastamonu Lâhikası / Dört-Beş Kardeşlerime Ait Birer Kısacık Konuşacağım / 96

* * *

“Yâ Rab, madem Isparta, Risale-i Nur’un bir Medresetü’z-Zehrâsıdır, sen oradaki fena memurları dahi ıslah eyle ve hüsn-ü âkıbet ver” Amin!

Kastamonu Lâhikası / Dört-Beş Kardeşlerime Ait Birer Kısacık Konuşacağım / 103

* * *

Cenab-ı Hak, ehl-i imanı ve Risale-i Nur şakirtlerini böylelerin şerrinden muhafaza eylesin. Amin.

Kastamonu Lâhikası / 113

* * *

Cenab-ı Erhamürrâhimîn bu Ramazan-ı Mübarekenin hürmetine, Rahmeten lil-Âlemîn olan Resul-i Ekrem Aleyhassülâtü Vesselamın ümmetine rahmetiyle imdat eylesin. Amin. Âsâr-ı gadab-ı İlahî olan âfât ve dalâletlerden muhafaza eylesin. Amin. Ve Risale-i Nur şakirtlerini neşr-i envâr-ı Kur’aniyede muvaffak eylesin. Amin.

Kastamonu Lâhikası / 116

* * *

Cenab-ı Hak bizi ve sizi, bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin, amin.

Kastamonu Lâhikası / 119

* * *

Cenab-ı Hak, fazl ve keremiyle, bu hizmette halisane, muhlisâne bizi ve umum Risale-i Nur şakirtlerini daim muvaffak eylesin. Amin.

Kastamonu Lâhikası / 122

* * *

Allahım, “Bizi doğru yola ilet [Fatiha Sûresi: 6]

• Kendilerine nimet ve ihsanda bulunduğun peygamberlerinin ve onlara tabi olan salih kullarının yoluna ilet, gazabına uğrayanların ve sapıtmış olanların yoluna değil. Amin [Fatiha Sûresi: 7]”

Kastamonu Lâhikası / Fatiha´nın Âhirinde İşaret Olunan Üç Yolun Beyanı / 124

* * *

Allah’ım, “Bizi doğru yola ilet.” [Fatiha Sûresi: 6]

Kastamonu Lâhikası / Hakiki Bütün Elem Dalâlette Bütün Lezzet İmandadır / 129

yuksel dedi ki...

* * *

Bizi mükâfâtlandır, bize merhamet et, bizi bağışla, bize muvaffakiyet ihsan et ve bizi doğru yoldan ayırma. Bu leyle-i Kadri, hakkımızda bin aydan hayırlı kıl. Amin!

Kastamonu Lâhikası / 138

* * *

Cenab-ı Hak, ehl-i imanı ve Risale-i Nur şakirtlerini bu musibetlerin şerrinden muhafaza eylesin. Amin.

Kastamonu Lâhikası / Küçük Hüsrev Ve Feyzi´nin Bir İstihracıdır / 151

* * *

Cenab-ı Hak, o validemizi mağfiret eylesin, Âmin. Cenab-ı Hak sana, sabr-ı cemîl ihsan ve o merhumeyi de garik-i rahmet eylesin. Amin.

Kastamonu Lâhikası / Küçük Hüsrev Ve Feyzi´nin Bir İstihracıdır / 155

* * *

Cenab-ı Hak bizi de onların hayırlı dualarına hissedar eylesin. Amin.

Kastamonu Lâhikası / Risale-i Nur Şakirtleri Tarafından Sorulan Suale Cevaptır / 162

* * *

Kardeşimiz Kâtip Osman’ın mektubu, ayrı ayrı çok meraklarıma bir merhem oldu. Cenab-ı Hak, onun gibi Risale-i Nur’a binler şakirtleri o medrese-i nuranîde yetiştirsin. Amin. On üç sene evvel Barla’da, beş misli bereketle keramet derecesine çıkan tatlı lokmaları ve o lokmaları hediye eden, çok mübarek Hacı Hafız’ı sürurla hatırımıza getiren bu yeni gelen tatlı lokmaları, beş çeşit tatlı geldi. Herbir tanesine sizlere Cenab-ı Hak Cennette binler Cennet tatlıları versin, Âmin.

Cenab-ı Hak, merhumeyi mağfiret eylesin. Ve sana ve onun evlâtlarına sabr-ı cemil ihsan eylesin.

Kastamonu Lâhikası / Tahlil / 178

* * *

Cenab-ı Hak, onlara, yazdıkları herbir harfe mukabil bin hasene versin. Amin.

Kastamonu Lâhikası / Tahlil / 185

* * *

Cenab-ı Hak sizi bu hizmet-i Nuriyede daima muvaffak eylesin, Âmin. Ve sizden ebeden râzı olsun, Âmin.

Kastamonu Lâhikası / Tahlil / 188

* * *

Cenab-ı Hak, o kalemlerin siyah nur olan mürekkeplerini, hadis-i sahihin nassıyla, herbir dirhemini, yüz dirhem şehid kanı kıymetinde yevm-i haşir ve mizanda defter-i hasenatlarına ilâve eylesin. Amin.

Cenab-ı Hak, onun akaribine sabr-ı cemil ve ona mağfiret-i kâmile ihsan eylesin. Amin.

Kastamonu Lâhikası / Tahlil / 189

* * *

Cenab-ı Hak, onları yazan o kalem sahiplerine, herbir harfine mukabil on rahmet eylesin, Âmin. Cenab-ı Hak, onlardan ve sizlerden ebeden razı olsun. Amin.

Kastamonu Lâhikası / Tahlil / 190

* * *

Cenab-ı Hak sizlere, hazine-i rahmetinden onların hurufatı adedince defter-i âmâlinize haseneler yazsın. Amin.

Kastamonu Lâhikası / Tahlil / 191

yuksel dedi ki...


Aziz, sıddık kardeşlerim ve hizmet-i imaniyede kuvvetli, metin, ciddi, sarsılmaz, fedakar arkadaşlarım ve seyahat-i berzahiye ve uhreviyede nuranî yoldaşlarım, Sizin, herbir dirhemi yüz dirhem şüheda kanı kadar kıymettar siyah nuru akıtan mübarek kalemlerinizin bu defaki kudsi hediyelerin herbir harfine mukabil, Cenab-ı Erhamürrâhimîn sizlere bin rahmet eylesin. Amin. Cenab-ı Hak sizlerden ebeden râzı olsun. Amin.

Kastamonu Lâhikası / Tahlil / 198

* * *

İsm-i Azamın hakkına ve Mucizu’l-Beyanın hürmetine ve Resulu Ekrem Aleyhissalatü Vesselamın şerefine bu mecmuayı bastıranları ve mübarek yardımcılarını Cennetü’l-Firdevste saadeti ebediyeye mazhar eyle. Amin. Ve defter-i hasenatlarına Kastamonu Lahikasının herbir harfine mukabil bin hasane yazdır. Amin. Ve Nurların neşrinde sebat ve devam ve ihlas eyle. Amin. Ya Erhamerrahimin! Umum Risale-i Nur Şakirtlerini iki cihanda mes’ud eyle. Amin. İnsi ve cinni şereflerinden mehafaza eyle. Amin. Ve bu aciz ve biçare Saidin kusuratını affeyle. Amin.

yuksel dedi ki...

in. Ve bu aciz ve biçare Saidin kusuratını affeyle. Amin.

Kastamonu Lâhikası / Dua / 209

SİKKE-İ TASDÎK-I GAYBÎ
Allahım, İsm-i Azamın ve Resul-i Ekremin (a.s.m.) hürmetine, alem-i İslamdaki insanlar arasında Risale-i Nur’un devamlı neşriyle bizim için Kur’an hizmetini kolaylaştır. Amin, amin, amin.

O gün Allah’ın, peygamberin maiyetinde bulunan müminleri utandırmayacağı gündür. O gün onların nûru önlerinden ve sağlarından koşarak Cennete yol gösterirken, onlar da ‘Ey Rabbimiz,’ derler. ‘Nûrumuzu tamamla ve bizi bağışla. [Tahrîm Sûresi: 66:8.]

Sikke-i Tasdik-i Gaybi / Birinci Şuâ / 81

* * *

“Yâ Rab, bu müthiş rüyayı hayra tebdil eyle”

Sikke-i Tasdik-i Gaybi / Birinci Şuâ / 85

* * *

“Yâ Rab, beni kurtar, emân ve emniyet ver”

Sikke-i Tasdik-i Gaybi / Sekizinci Şuâ / 116

* * *

Ey Rabbimiz! Unutur veya hatâya düşer de bir kusur işlersek bizi onunla hesaba çekme. [Bakara Sûresi: 2:286.]

Sikke-i Tasdik-i Gaybi / Sekizinci Şuâ / 119

* * *

Ey Halim olan Allah’ım! Senin yardımınla açıklığa kavuşan bir ilmin sırlarıyla bana bir kerem lutfet ey Celâl sahibi!

Sikke-i Tasdik-i Gaybi / Sekizinci Şuâ / 120

* * *

Gaybı Allah’tan başka kimse bilmez. Doğrusunu Allah bilir. Hata ve günahlarımdan, yanılgı ve yanlışlıklarımdan dolayı Allah’tan mağfiret diliyorum. Risale-i Nur’un okunan, yazılan ve havada temessül eden harflerinin dünyada, berzahta ve ahiretteki dakikalarının aşireleriyle çarpımından çıkan netice kadar, İmân ve Kur’an nimetinden dolayı Allah’a hamd olsun.

Allah’ım, Hz. Muhammed’e, onun Âl ve Ashabına da o kadar salât ve selâm eyle. Bize ve Nur Talebelerine de o kadar rahmet eyle. Âmin. Hamd alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.

Sikke-i Tasdik-i Gaybi / Sekizinci Şuâ / 122

Risaleara.com

yuksel dedi ki...

Kalk da abdest al, çünkü kamet zamanı yakındır.Tövbe et, çünkü kıyamet zamanı yakındır.
Hâce Abdullah-ı Ensâri (k.s)

Mevki dünyasının anahtarı bağımsızlıktır.
Etkili iletişim Teknikleri.
4.sınıf.sy.45.

yuksel dedi ki...

YAZILAR » YAZARLAR » VIDEO » PROGRAMLAR » İLETIŞIM

Dua Nedir? Niçin Yapılır? Dua ve Kulluk (Ubudiyet) Arasındaki İlişki Nedir?
SORU - CEVAP / TARIH 25 KASIM 2014 SAAT 07:00 /
Lügatte dua, “Allah’a yalvarma, birini çağırma, bir yere gönderme” mânâlarına gelir. Ubudiyyet ise, “Kulluk, kölelik, birine aşırı bağlılık” demektir.2 Dua, insan kalbinin Allah ile konuşması, Onun nimet ve yardımını istemesidir. İbadet insandan Allah’a doğru sonsuz bir konuşma yoludur. Namaz insanın Allah ile doğrudan alaka kurduğu bir ibadettir.

Dua, olağanüstü bir olay karşısında kulun Rabbine hitab etme düzeyine ulaşma­sıdır. 3

Allah’a ibadet etmek için yaratılmış olan insan kendini günah işlemekten her za­man koruyamaz. Bu açıdan zaman zaman Yaratan’ına yalvarmak, günahlarından tevbe ederek Ondan bağışlanmasını istemek durumundadır. 4

Dua, Müslümanın şahsiyetinin gelişmesini ve sağlam karekterli olmasını sağlayan bir ibadettir.5 “Ben öyle sağlam bir imana sahibim ki, Sen’den başka kimsenin önünde eğilmem. Sen benim Allah’ımsın, beni Sen yarattın” duasını daha küçük yaştan itibaren kalb ve diliyle tekrarlayan Müslümanın karakterini sağlamlaştıran bu dua, onun Allah’tan başkası huzurunda eğilmesine izin vermez.

Dua, kulun Allah nazarındaki değerinin bir ölçüsüdür:

yuksel dedi ki...

Ey Muhammed! De ki; Sizin duanız olmasa Rabbim size ne diye değer ver­sin.“6 Bu hususu teyit eden bir diğer âyette şöyle buyurulur:

“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.“7

“Dua et­mekten kibirlenenler hakir olarak cehenneme gireceklerdir.” 8

Yüce Rabbimiz bizden her zaman dua etmemizi istemiş, samimiyetle yalvardı­ğımız takdirde kabul buyuracağını bize duyurmuştur. “Allah katında duadan daha değerli bir şey yoktur“9 buyuran Hz. Peygamber (s.a.v.)Efendimiz de bunu vur­gulamıştır. Allah’a yapılan dua hiçbir zaman karşılıksız kalmayacaktır.10Aynı za­manda dua mü’minin silâhıdır.11

Kalitesi ve tekerrürüne göre ruh ve bedene tesir eden duanın, kutsiyet ve ahlâk duygusunu da aynı zamanda kuvvetlendirdiği bilinen bir gerçektir. Duanın doğur­duğu huzur tedavi için kuvvetli bir yardımcıdır.12

Dua ve ibadet insanı diğer canlı varlıklardan ayıran en büyük özelliktir. Dua, rız­kın genişlemesini, sağlığın artmasını, ömrün hareketli olmasını sağladığı gibi bazı felaketleri de önler.13

İnanmış insanın hayatında önemli bir yeri olan dua ancak yaşanarak bilinebilir, onun yazı ile anlatılması güçtür.

İnsanoğlu tarihin hiçbir döneminde dua etmek ihtiyacından uzak kalmamıştır. Duadan maksat, unutur gibi olduğumuz bir an Onun huzuruna yeniden çıkmak­tır

yuksel dedi ki...

Kur’ân dışında üçü muharref olmakla beraber dört ilahi kitap, insanları Allah’a duaya dâvet etmiştir. Nitekim, iptidai kabile insanları bile duygularını birtakım dua ve dans şeklinde ifadeye çalışmışlardır.

Büyük İslâm mutasavvıflarının dualarında orjinal yalvarma örnekleri bulunmak­tadır. Rabia Hatun’un, “Ey Rabbim, eğer ben cehennem korkusu ile sana ibadet ediyorsam beni o cehenneminde yak” diye başlayan duasındaki samimiyeti iyi an­lamak ve yaşamak lâzımdır.15

Vird ve zikir de duanın başka şekillerdeki tezahürü olarak değerlendirilmeli­dir.16

Dua ve Ubudiyyet birbirinden ayrılması mümkün olmayan iki mühim mefhum­dur. Mücerret mânâda, isteklerimizi Allah’a duyurmanın en mükemmel aracı olan dua, kulun Ubudiyyet vazifesinin bir ifa vasıtasıdır. Ubudiyyet ise ibadetlerle yerine getirilir.

Dinlere göre farklılıklar gösteren ubudiyyet inanç ve tatbikatı, o din mensu­bunca kendi şartlarında ve kendine has kaidelerine göre yerine getirilir. Bunun dı­şında yine her dinde, ubudiyyetin muayyen şartlarını yerine getirmekle yetinmeyen züht ve takva ehli kişiler vardır.

İnsanlarda fırsaten mevcut olan ubudiyyet, onların kalb ve imanlarını kuvvet­lendiren, ahlâkî ve fikrî yapılarını yücelten bir olgunluk alametidir.17

İnsanın mesud ve bahtiyar hayat sürmesini sağlayan, ona insanlığın şerefini idrak ettiren Dua ve Ubudiyyet, kulun aczini itiraf ederek Halık’ına karşı kulluk vazifeleri­nin en doruk noktasındaki tezahürüdür

yuksel dedi ki...

Hayatını öncelikle imanın kurtarılmasına hasreden Bediüzzaman Said Nursî (1876-1960) hemen bütün eserlerinde, çok çeşitli imanî ve İslâmî problemler ya­nında hususiyle Dua ve Ubudiyyet mevzularına geniş yer vermiştir. Ona göre fert, Allah’a kul olduğunu idrak ettiği ölçüde nefsini birtakım sultaların esaretinden kurta­rabilir. Bu da dua ile başlar, ubudiyyetle kemale erer.

Bediüzzaman imanı kuvvetlendirmek ve İslâmı bütün cemiyete maletmek yo­lunda giriştiği mücadelede ömrü boyunca haddi aşmaktan, siyaseti, mücadelesinin mihveri haline getirmekten son derece tevakki etmiş, biricik kurtuluşun Kur’ân’a sımsıkı sarılmak olduğunu vurgulamıştır.

Said Nursî uzun yıllar hapislerde kalmasına rağmen Risale-i Nur telif ve neşrini inkıtaa uğratmamıştır. Van’ın Erek Dağı’nda birkaç talebesiyle münzeri hayatından (1923-25) sonra Onun asıl çileli ömrü başlamıştır.18 Hayatını gönüllerde iman ve Kur’ân hakikatlerini yerleştirmekle geçirmiş, millet ve memleket için canını vermek­ten çekinmemiştir.19 Kendisine zulmedenlere bile bedduada bulunmaması Onun bir başka özelliğini teşkil etmektedir.

“Benim fıtratım zillet ve hakarete tahammül etmez” diyen Bediüzzaman’ın, ihlasla giriştiği ve ömrünün sonuna kadar aynı safiyette sürdürdüğü iman ve Kur’ân hizmeti ne yazık ki bazı kalem erbabınca anlaşılamamış, Onun mücadelesi bir siyasî ekole hizmet veya ayrı bir dinî cereyan gibi vasıflandırılarak neşriyat yapılmıştır.20

Bediüzzaman’ın yüz otuza ulaşan eserleri yalnızca Türkiye’de değil, dünyanın her tarafında okunmaktadır. Risaleler Arapça, İngilizce, Almanca, Fransızca, Urdu­ca vb. dillere tercüme edilmiştir.21 Eserleri üzerinde akademik mahfillerde (mas­ter, doktora) araştırma ve incelemeler yapılmıştır. Son yıllarda Risale-i Nur Külliya­tı’nın fihrist, lügatçe, iyi bir kâğıt mizampaj ve basım tekniği ile yapılan neşirleri, onlardan daha büyük istifadeyi temin etmiştir. Bu çalışmalara Türkçe yönünden daha da ağırlık verilmesi22 çok teferruatlı görülen başlıkların (nokta, hülasa, zeyl, mesele, burhan, şule, şemme, risale, zerre, habbe, hubab, katre, takriz, telvih, nük­te, lemeât, söz vb.) asgariye indirilmesi ihmal edilmemesi gereken bir husus olarak mutalaa edilmelidir.

yuksel dedi ki...


Asrın idrakine uygun bir üslup ve mantık dokusu içinde İslâmın günümüz insa­nına anlatılarak, iman boşluğunun evveliyetle doldurulması gerektiğine inanan Be­diüzzaman, bütün eserlerinde Kur’ân’ı esas almıştır. Onun eserlerine Kur’ân-ı Ke­rim’in mânevî bir tefsiri nazarıyla bakmak mümkündür. Dr. Muhammed İkbal ile aynı zamanlarda dünyaya gelmiş olan Said Nursî de Onun gibi Batı’nın aldatıcı ve parlak görünüşüne aldanmamış, Batı medeniyetinin iç yüzünü ortaya çıkarmanın lü­zumlu olduğunu müdafaa etmiştir.

İman hakikatlerini açıklamayı baş gaye edinen Risale-i Nur, mü’minlerin iman açısından yeniden yapılanmasında büyük rol oynamıştır. Sadece Türk tarihinde de­ğil, insanlık tarihinde de büyük inkılapların cereyan ettiği bir asırda, nerede ise bir yüzyıla yakın ömür süren Said Nursî, fikri hayatında zikzaklar çizmeyen bir âlimdir. Bu bakımdan Risale-i Nur, “Tasavvur değil, tasdiktir; teslim değil, imandır; marifet değil şahadettir; taklid değil, tahkikdir.“23 Ona göre asrımız insanını en büyük derdi iman zaafıdır; bunun neticesi sathileşen İslâmî idraktir. Öyle bir nesil yetişmeli ki, bu nesil ehl-i dalalete boyun eğmesin, nasıl hareket edeceğini bilsin, dünyayı avucuna alsın, fakat kalbinde ona asla yer vermesin!

Risalenin telifinden günümüze takriben yetmiş kusur yıl geçmiş bulunuyor. Bu­gün, yazıldığı döneme nisbetle, ülkemizde ve dünyada okuyanı, merak edeni, araş­tıranı her geçen gün artış kaydediyor. Bu alakayı celbeden en büyük hususiyetler­den biri Müslümanların vazifelerini ehemmiyet derecesine göre sıralayamamaları, iman ve Kur’ân hakikatlerini neşretmeyi ikinci, hatta üçüncü derecede mutalaa et­meleridir.24

Ona göre bugün İslâm âleminin üç büyük düşmanına (cehalet, ihtilaf, fakirlik) karşı girişilecek mücadelede muvaffakiyet sağlanmadıkça İslâm dünyası kendinden bekleneni tam mânâsı ile veremeyecektir.25

yuksel dedi ki...

en bekleneni tam mânâsı ile veremeyecektir.25

Tarihi seyri içinde çok çeşitli mevzuları nakli ve akli delillerle izah eden Bediüz­zaman, evveliyetle insana değer vermiş, onun imanî ve fikrî yapısının kemalini sağ­lamak istemiştir.26 Bu bakımdan kul Hâlikine karşı aczini itiraf ederek Dua ve Ubudiyyet’e sımsıkı bir şekilde sarılmalıdır. Takriben 6000 küsur sayfaya bâliğ olan Risale-i Nur Külliyatı’nın hemen her yerinde alaka kurulduğu nisbette Dua ve Ubu­diyyet mevzularına temas edildiği görülecektir.

Biz bu tebliğimizde Dua ve Ubudiyyet’in tali derecede ele alındığı bölümlerden çok, doğrudan Dua ve Ubudiyyet’i mevzu edinen bölümleri tesbitle çeşitli açılardan tahlil etmeye çalışacağız.

Umumi olarak incelendiği zaman Risale-i Nur Külliyatı’nda Dua’nın, Mektubat, Sözler ve Mesnevi-i Nuriye’de, Ubudiyyet’in de, Sözler ve Lem’alar’da mufassal bir şekilde yer aldığı görülür.27 Teferruata girildiği takdirde Külliyat’daki dualar şu başlıklar altında toplanabilir:

1- Âlemin yaratılış sebebi.

2- Cenab-ı Hakkın dua etmemizi isteyişi.

3- Bediüzzaman’ın bazı duaları, beddua etmediği.

4- Bidatlardan sakınmanın dua ile olacağı.

5- Kâinatta her varlığın dua ettiği.

6- Duanın bereketi, usulü, mânevî ilaç oluşu, tesiri.

7- Duanın, halis bir iman neticesi oluşu.

8- Fiili ve kavli dua.

9- Hz. Yunus, Hz. Eyyub, Hz. Peygamber (a.s.m.), Hz. Ali ve Veysel Karani’­nin duaları.

10- İmanın duayı lüzumlu kıldığı.

11- Duanın menbaı ve hastalıklı insanın duası.

12- Yağmur duası ve neticelerinin görülmesi.

13- Umumi duaların kabul şartları.

14- İnsanın asli vazifesinin iman ve dua olduğu.

15- Her duanın kabul edilip edilmemesi.

16- Hastalık hali ve bunun duayı gerektirdiği.

yuksel dedi ki...

6- Hastalık hali ve bunun duayı gerektirdiği.

Aynı şekilde ibadet ve ubudiyyet mefhumları Risale-i Nur Külliyatı’ndan araştı­rıldığı zaman belli başlı şu mevzuların yer aldığı görülür:

1- Allah’tan başka ibadet edilecek büyük yoktur.

2- Dünya-âhiret saadeti ibadetle kaimdir.

3- Kâinattaki bütün varlıklar Allah’a ibadet ederler.

4- Hastalık ve tefekkürün ibadetle alakası.

5- İbadetin ehemmiyeti ve faydaları.

6- İnsanların ve cinlerin Allah’a ibadet için yaratıldıkları.

7- İbadetin anlamı, şartları ve rekabet kabul etmeyişi.

8- Şahsî kemalâtın ibadetle elde edilebileceği, kalb, akıl ve hayal kuvvetlerini ibadetle meşgul etmek gerektiği.

9- Kur’ân okumanın başlıbaşına bir ibadet olduğu.

10- Bütün ibadetin fihristesinin namazda toplandığı.

11- Takvanın en mükemmel ibadeti teşkil ettiği.

12- Ubudiyyetin esasının insanın acz, fakr, kusur ve noksanını bilmek olduğu.

13- İbadetin tecrübe değil, teslimiyet gerektirdiği.

Dua ve ubudiyyetle alakalı mevzuları böylece ana hat

yuksel dedi ki...


Dua ve ubudiyyetle alakalı mevzuları böylece ana hatlarıyla tespit ettikten sonra şimdi aynı mevzuların teferruatlı olarak Risale-i Nur Külliyatı’nda nasıl geçtiğini, izah ve yorumunun nasıl yapıldığını görmek için Sözler’e bakalım:

Bediüzzaman bu eserinde28dua mevzuunu tetkikle, “De ki: Eğer duanız ol­masa Rabbim katında ne ehemmiyetiniz var?“29 âyet-i kerimesi ile başlıyor ve hemen sözün başında “İmanın duayı bir vesile-i kati olarak iktiza ettiği, fıtrat-ı insa­niye onu şiddetle istediği gibi, Cenab-ı Hak “Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?” diye ferman ediyor cümleleriyle dikkatleri çektikten sonra, “bana dua edin, size cevap vereyim“30 âyet-i kerimesi ile mevzuyu pekiştiriyor.

Malum olduğu üzere Onun eserleri her şeyden önce Kur’ân’ın bir tefsiri mahi­yetindedir ve mevzular iyi anlaşılsın diye temsil ve teşbihlere yer verilmiştir. “Risale-i Nur Külliyatı Kur’ân-ı Kerim’in cihanşumül bahçesinden derilen bir gül demetidir.“31

Risale-i Nur Külliyatı’nda dikkatimizi çeken diğer bir husus, mevzuların, yeri geldikçe soru-cevap şeklinde izah edilmesi, yeri geldikçe de mücmelen yazılan bö­lümün mufassal olarak ele alınmasıdır. Nitekim Dua mevzuuna da Bediüzzaman aynı tarzda girmiş ve: “Birçok defa dua ediyoruz, kabul olmuyor. Halbuki âyet umumi­dir, her duaya cevap var‘ dersen, işte benim cevabım” sözleriyle mevzuu şöyle tevcih etmiştir:

“Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her dua için cevap vermek var. Fakat kabul etmek, hem aynı matlubu vermek Cenab-ı Hakkın hikmetine tabidir. Hasta bir çocuk, hekime seslenerek ‘bana bak’ der. Hekim: ‘Ne istersin, cevap ver’ der. Çocuk: ‘Şu ilacı bana ver,’ der. Hekim, ya aynen çocuğun istediğini verir, yahut onun maslahatınabinaen ondan daha iyisini verir, yahut hastalı­ğına zarar olduğunu bilir, hiç vermez. İşte Cenab-ı Hakim-i Mutlak, hazır nazır olduğu için abdin duasına cevap verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini huzuruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir

yuksel dedi ki...

p verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini huzuruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir.”32

Bediüzzaman’a göre dua bir ubudiyyettir. Ubudiyyet ise, semerat-ı uhrevidir. Dünyevî maksatlar ise o nevi dua ve ibadetin vakitleridir. Mevzuu biraz daha tavzih etmek için yine aynı eserinde şöyle diyor:

“Meselâ yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vakti­dir, yoksa o ibadet ve dua yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyet ile olsa o dua, o ibadet hâlis olmadığından, kabule lâyık olmaz.

“Demek dua, bir sırr-ı ubudiyettir. Ubudiyyet ise, halisen livechillah olmalı, yalnız aczini izhar edip, dua ile Ona iltica etmeli; Rububiyetine karışmamalı. Ted­biri Ona bırakmalı, hikmetine itimat etmeli, rahmetini ittiham etmemeli.”

Bu izahlardan da gayet vazıh olarak anlaşılmaktadır ki, Bediüzzaman burada önce duayı açıklamakta, kulun vazifesini izah ettikten sonra dua-ubudiyyet alakasını belirtmektedir.

Yukarıda meali verilen âyeti tefsir sadedinde, “Bütün mevcudât, herbiri birer mahsus tesbih ve birer hususi ibadet, birer has secde ettikleri gibi, bütün kâinattan dergâh-ı ilâhiyeye giden bir duadır” ifadesiyle kâinatta her varlığın, kendine mahsus lisanıyla Cenab-ı Haktan talepte bulundukları, “fıtrî lisanlarıyla Cevâd-ı Mutlak’tan idame-i hayatları için bir nevi rızık hükmünde bazı metalibi istiyorlar” neticesine ulaşmaktadır. Ona göre, duanın dördüncü nevini teşkil eden dua, bizim duamızdır ve iki kısımdır:

1- Fiilî ve hâlî,

2- Kalbî ve kalî.

yuksel dedi ki...


“Meselâ eshaba teşebbüs dua-yı fiilidir. Esbabın ictimaı, müsebbibi icad etme için değil belki lisan-ı hal ile müsebbibi Cenab-ı Hak’tan istemek için bir vaziyet-i mar­ziye almaktır. Lisan ve kalbi ile dua etmek ise, eli yetişmediği bir kısım metalibi is­temektir.” Bu veciz açıklamadan sonra Bediüzzaman Sözler’deki dua mevzuunu şu cümleleriyle noktalamaktadır:

“İşte ey aciz insan! Dua gibi hazine-i rahmetin anahtarı ve tükenmez bir kuvve­tin medarı olan bir vesileyi elden bırakma, ona yapış… Bir abd-i külli ve bir vekil-i umumi gibi ‘Ancak senden yardım isteriz‘33 de; kâinatın güzel bir takvimi ol.” Bu izahta, beş vakit namazda okuduğumuz Fatiha sûresindeki bir âyete atıf yapılarak mevzuun ehemmiyeti bir kere daha pekiştirilmiştir.

Risale-i Nur Külliyatı’nda Dua mevzuunu Mektubat eserinde şu şekilde ifade et­mektedir: “Mü’minin mü’mine en iyi duası nasıl olmalıdır?” Bu suale Bediüzzaman­’ın cevabı:

“Esbab-ı kabul derecesinde olmalı. Çünkü bazı şerait dahilinde dua makbul olur. Ezcümle dua edileceği vakit istiğfar ile mânen temizlenmeli, sonra makbul bir dua olan salavât-ı şerifeyi şefaatçi gibi zikretmeli ve ahirde yine salavat getirmeli­dir.“34

Bir âyet-i kerimede şöyle buyurulur:

“Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi Cehen­nem azabından koru.”35

Said Nursî, bu ve benzeri âyetlerle dua etmek, “Hem hulus ve huşu ile dua et­mek, her namazın sonunda bilhassa sabah namazından sonra, hususan mescidlerde, hususen leyali-i meşhurede, Ramazanda, Leyle-i Kadir’de dua etmek kabule karin olması Rahmet-i İlahiye’den kaviyyen me’muldür”36 sözleriyle, duanın adabını, makbuliyet şartlarını, vakitlerini, duaya istiğfar ile başlamak gerektiğini, kabul olması müjdelenen hususî anlarını, dua edilecek mahalleri, mübarek gecelerde dua etme­nin faziletini, âyet ve hadis-i şeriflerle dua etmenin bereketini mücmelen beyan et­mektedir.

yuksel dedi ki...


Bediüzzaman, Sözler (23. söz, 1. mebhas, 5. nokta)’de izah ettiği “De ki: Eğer duanız olmasa Rabbim katında ne ehemmiyetiniz var?“37âyet-i kerimesini bu kere Mektubat (24. mektubun 1. zeyli)’ında beş nükte halinde açıklamaktadır:

“1. Nükte: Dua bir sırr-ı azim-i ubudiyettir; ubudiyetin ruhu hükmündedir. Üç nevidir:

“1. İstidat lisanıyla dua; buna ictima-ı esbab bir nevi duadır, denir.

“2. İhtiyac-ı fıtrî lisanıyla dua; bütün zihayatların iktidar ve ihtiyarları dahilinde olmayan hacetleri için Halik-i Rahim’den bir nevi duadır.

“3. İhtiyaç dairesinde zîşuurların duasıdır ki bu da iki kısımdır. Halis kalbin lisa­nıyla ise, ekseriyet-u mutlaka iki makbuldur. İkinci kısım, meşhur duadır. Fiili ve kavlî diye ikiye munkasimdir; meselâ çift sürmek fiili bir duadır.

“2. Nükte: Duanın tesiri azimdir. Hususan duâ külliyet kesbederek devam etse, netice vermesi galiptir. Halik-i Âlem istikbalde o Zât’ı (Hz. Muhammed), nev-i be­şer nâmına, o gelecek duayı kabul etmiş, kâinatı halk etmiş. İşte ey Müslüman! Senin rûz-ı mahşerde böyle bir şefiin var. Bu şefiin şefaatini kendine celbetmekiçin Onun sünnetine ittiba et!

“3. Nükte: Dua-yı kavlî-i ihtiyarinin makbuliyeti iki cihetledir; ya aynı matlubu ile makbul olur veyahut daha evlası verilir. Meselâ birisi kendine bir erkek evlat is­ter, Cenab-ı Hak Hz. Meryem gibi bir kız evladını verir. ‘Duası kabul olunmadı’ denilmez; ‘daha evlâ bir sûrette kabul edildi’ denilir. Bazan kendi dünyasının sa­adeti için dua eder, duası ahiret için kabul olunur; ‘duası reddedildi denilmez’; belki ‘daha evlâ bir sûrette kabul edildi’ denilir. Biz Cenab-ı Hak’tan isteriz, O da hik­metine göre bizimle muamele eder. Meselâ hasta bal ister, tabib-i hâzık, sıtması için sulfata verir. Buna ‘Tabib beni dinlemedi’ denilmez. Belki ‘âh-u fîzarını dinledi, işitti, cevap da verdi, maksudun iyisini yerine getirdi’ denir.

yuksel dedi ki...

4. Nükte: Duanın en güzel, en lâtif, en leziz, en hâzır meyvesi şudur: Dua eden adam bilir ki, birisi onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir. Onun kud­ret eli herşeye yetişir. Bir Kerim Zât var, ona bakar, ünsiyet verir. Bu kişi Onun huzurunda kendini tasavvur ederek bir ferah, bir inşirah duyar, dünya kadar ağır yükü üzerinden atıp ‘Elhamdü lillah’38der.

“5. Nükte: Dua ubudiyetin ruhudur ve halis bir imanın neticesidir; çünkü dua eden adam, duasıyla gösteriyor ki, bütün kâinata hükmeden birisi var, en küçük işlerime ıttılaı var. Nitekim, ‘Rabbiniz buyurdu ki: Bana dua edin, size cevap ve­reyim.’39Eğer vermek istemeseydi, istemek vermezdi. Burada mantıkî bir cümle ile mesele en veciz şekilde anlatılmıştır.”

Umumi hatlarıyla bu beş nüktede izah edilen Dua ve Ubudiyyet kavramlarının insicamlı ve mantıkî bir silsile takip ettiği görülmektedir. Burada mevzua evveliyetle duanın, ubudiyetin büyük bir sırrı olduğu izah edilerek girilmekte, duanın büyük bir tesiri bulunduğu, âlemin yaratılış sebebini de duada aramak lüzumu vurgulanmak­tadır.

Halk arasında bazılarının “Dua ettim ama kabul olunmadı vb” tarzdaki serzeniş­lerine en güzel ve muknî cevaplar burada40verilmekte, bazı misaller getirilerek mevzuu avamın da anlaması temin edilmektedir. Burada (3. nükte) ehemmiyetle üzerinde durulan husus, “Cenab-ı Hak’tan isteriz, O da hikmetine göre bizimle mu­amele eder” cümlesinde özetlenmekte, “Meselâ hasta bal ister, tabib-i hazık, sıtması için sulfato verir” izahı ile de mesele vuzuha kavuşturulmaktadır.

Bediüzzaman’a göre “Duanın en güzel, en leziz, en hayırlı meyvesi onun bir dinleyeninin” bulunmasıdır. Yine Ona göre dua halis bir imanın neticesidir. Halis bir iman duayı, dua da imanı zaruri kılar. Burada Bediüzzaman’ın “bütün ehl-i imanın mütemadiyen kemal-i hulus, iştiyak ve dua ile istedikleri saadet-i ebediye onlara verilmesin, O Rahim-i Mutlak bütün onların duasını, kabul etmesin”41tarzındaki tespitlerine hassaten dikkatlerinizi çekmek isterim. Gayet vazıh olarak anlaşılmakta­dır ki, mü’min tam bir olgunlukla, inkıtasız şekilde duaya mülazemette bulunacak, mutlak kabulünü de yalnız Hâlık-i Kerim’inden bekleyecektir.

yuksel dedi ki...


Bediüzzaman bir başka eserinde,42 “Dualar, tevhid ve ibadetin esrarına nu­munedir; dua eden kimse de, kalbimde dolaşan arzu ve isteklerimi, Cenab-ı Hak işitir deyip Kâdir olduğuna itikat etmelidir” cümlesiyle, Dua mevzuuna bir başka zaviyeden bakarak, tevhid ve ibadet sırlarına duanın bir numune teşkil ettiğine dik­katimizi çekmektedir. İstek ve arzularımızı Cenab-ı Hakka arzetmenin yegane yolu­nun dua olduğu bu açıklamanın akabinde yer almaktadır. Yine aynı eserinin bir başka yerinde43“Bana dua edin size cevap vereyim“44âyetinin tefsiri sade­dinde şu izahatı veriyor:

“Bazı dualar icabete iktiran etmez diye iddiada bulunma. Çünkü dua bir ibadet­tir. İbadetin semeresi ahirette görülür. Dünyevî maksatlar ise, namaz vakitleri gibi, dualar ibadet için birer vakittirler, duaların semeresi değildirler. Keza, zâlim­lerin tasallutu ve belaların nuzulü bazı hususî dualara vakittir.“

“Bazıları herhangi bir arzusuna iletir iletmez Cenab-ı Hak’tan müsbet bir tecel­liye hemen mazhar olmak ister. Eğer arzusunun isâf biraz gecikirse, “Dua ediyo­rum, ediyorum, emelime kavuşamıyorum vb.” şekilde serzenişte bulunur, hatta yakınlarına artık bundan sonra duayı bırakacağını bile söyler. Yukarıdaki satırlar böyle düşünenlere karşı Risale-i Nur’un mantıkî, ilmî, psikolojik ve muknî cevapla­rıdır. Bu tür sual ve cevapları mütalaa edenler, hem imanlarını şüpheden kurtarmış, hem de kalblerini mutmain kılmış olurlar.

Mesnevî-i Nuriye’nin bir başka yerinde (s. 200) Dua üç kısma ayrılmaktadır:

1- İnsanın lisanıyla yaptığı kavli dua.

2- Nebâtât, eşcârın, bilhassa bahar mevsiminde lisan-ı ihtiyaçla yaptıkları ihtiyaç dualar.

3- Tahavvül, tekemmül şe’ninde olan şeylerin, lisan-ı istidat ile hissedilen istidadî duaları herşey Cenab-ı Hakkı tesbih ettiği gibi lisanıyla, ihtiyacıyla, istidadıyla dahi Allah’a dua eder

yuksel dedi ki...


Daha önce yeri geldiğinde açıkladığımız üzere burada da kâinattaki bütün varlık­ların kendi lisanlarıyla Cenab-ı Hakka niyazda bulundukları, dua ettikleri izah edil­mekte, mevzu ile alakalı âyet-i kerimelere bazan atıf yapılmaksızın zımnen dikkatler oraya çekilmektedir.

Risale-i Nur Külliyatı bir bütün olarak mutalaa edildiğinde görülecektir ki çoğu zaman Dua ve Ubudiyyet mefhumları birlikte izah edilmiş, bu iki terimin birbiriyle olan alâkasına dikkat çekilmiştir.

Bediüzzaman Lem’alar (s. 136)’da Ubudiyyet hakkında şu satırları kaleme almış­tır:

“Ubudiyyet bir emr-i ilahiye ve rıza-ı ilahiye bakar. Ubudiyyetin daisi emr-i ilâhi ve neticesi rıza-ı Hak’tır. Semerât-ı ve fevâidi uhreviyedir. Fakat ilel-i gaiye ol­mamak, hem kasten istenilmemek şartıyla dünyaya ait faydalar ve istenilmeden verilen semereler ubudiyete münafi olmaz.”

İslâm’da ubudiyet mühim bir yer işgal eder45ve Cenab-ı Hakka kulun yakın­lığının bir işareti sayılır. Kul ne kadar samimiyet ve ihlasla ubudiyete mülazemet ederse, o nisbette Kadir-i Mutlak’ın sevgilisi olur. Bu ehemmiyetli noktayı hemen bütün eserlerinde yeri geldikçe vurgulayan Said Nursî, burada da aynı ehemmiyeti bir kere daha izah ederek şöyle demektedir:

“İşte bu sırrı anlamayanlar, Evrad-ı Kudsiye-i Nakşibendi’yi veya Cevşen-i Ke­bir’i o faydaların bazılarını maksud-ı bizzat niyet ederek okuyorlar. O faydaları göremiyorlar, göremiyecekler ve görmeye de hakları yoktur… Onlar niyet etse, ihlası bir derece bozulur. Belki ubudiyetten çıkar ve kıymetten düşer

yuksel dedi ki...


Bediüzzaman’a göre “Ubudiyetin esası olan acz ve fakr, medar-ı necat ve ha­las yalnız ihlastır. İhlası kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlaslı amel, batmanlarla halis olmayana müreccahtır.”47

Diyebiliriz ki, Onun hemen bütün eserlerinde üzerinde durduğu en mühim husus ihlas olmuştur. İhlassız hiçbir müsbet neticenin alınamayacağı da bir hakikattir. Ubudiyetin tam mânâsıyla ifasında da kulun ihlaslı davranışının büyük ehemmiyetini izah eden Said Nursî, Ubudiyette aslolan bir diğer temel faktörü de şöyle açıkla­maktadır:

“Ubudiyette ancak teslimiyet vardır, tecrübe yoktur; çünkü seyyid, abdini imtihan edebilir; keza insan Rabbini tecrübe edemez.”48

Yine Bediüzzaman’a göre “İbadet, dünya ve ahiret saadetlerine vesile olduğu gibi dünya ve ahiret işlerini tanzime sebeptir; şahsî ve nev’î kemâlâta vasıtadır. Al­lah ile kul arasında pek yüksek bir nisbet ve şerefli bir rabıtadır.”49

Said Nursî ihlas sahibi bir kul Halikine ubudiyyetle yaklaşır ve Onun rızasını da yine bu yolla kazanabilir tesbitinden sonra:

“Ey nefis! İnsan, şecere-i hilkatin meyvesi olduğundan dünyaya bakan bir mahluktur. Ubudiyyet ise, onun yüzünü fenadan bekaya, halktan Hakka, çevi­ren mebde ve münteha ortasında bir nokta-i ittisaldir.”50

Hayat ve kâinat arasındaki alakaya çeşitli zaviyelerden dikkat çeken Risaleler, adeta bu iki mefhumun birbirini tamamlayışlarına önem verilmesi zaruretini dile getirmekte, kavramın bu iki ubudiyyetle olan bağlantısına veciz bir şekilde dikkat çekmektedir.

“Kâinatın neticesi hayat olduğu gibi, hayatın neticesi olan şükür ve ibadet dahi kâinatın sebeb-i hilkati ve neticesidir. Kâinatın Sani-i Hayy-ı Kayyûmu… zi­hayatlardan nimetlere karşı teşekkür ve evamir-i Rabbanisine karşı itaat ve ubu­diyyetle mukabele etmelerini ister.“51

yuksel dedi ki...


“Görmez misin ki, göklerde olanlar ve yerde olanlar, güneş, ay ve yıldızlar, dağlar, ağaçlar ve hayvanlar ve insanların birçoğu Allah’a secde eder…”52âye­tinin tefsiri hakkında Bediüzzaman Said Nursî şöyle diyor:

“Kur’ân-ı Hakîm tasrih ediyor ki, arştan ferşe, yıldızlardan sineklere kadar herşey Cenab-ı Hakka ibadet, hamd ve tesbih eder. Fakat ibadetleri mazhar ol­dukları esma ve kabiliyetlerine göre çeşit çeşittir.”53

Enteresan ve calib-i dikkat bir dua numunesi de Hz. Eyub’undur (a.s.). Bediüz­zaman’ın kaleminde okuyalım:

“Hz. Eyyub (a.s.) hastalığın azim mükâfatını düşünerek kemal-i sabırla taham­mül edip kalmış, sonra yaralarından tevellüd eden kurtlar kalb ve lisanına iliştikleri için: ‘Ya Rab! Zarar bana dokundu. Lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime halel veriyor’54diye münacaat edip, Cenab-ı Hak hâlis ve safi, gararsız, o müna­câatı kabul etmiş.“55

Said Nursî, Hz. Eyyub (a.s.) hakkındaki, Onun duasını ihtiva eden âyet-i kerimeyi kısaca beyan ettikten sonra sözü, cemiyetimizin içinde bulunduğu duruma getirerek şöyle bir neticeyi gözler önüne seriyor:

“Hz. Eyyub’un (a.s.) zâhiri yara hastalıklarının mukabili, bizim bâtınî, rûhi ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek Hz. Eyyub’tan daha ziya­de yaralı ve hastalıklı görüneceğiz; çünkü işlediğimiz herbir günah, kafamıza giren herbir şüphe, kalb ve ruhumuza yaralar açar.”56

Bu beliğ izahatla içtimaî bünyemizi neşterleyen Bediüzzaman’ın derman eylediği derin efkâr karşısında hissiz davranmak kâbil midir? Hangi mü’min bu muknî, içti­maî, ruhî ve mantıkî açıklamalardan nefsi bir ders çıkarmak lüzumundan kendini müstağni kılabilir?

yuksel dedi ki...


Said Nursî’nin birçok âyet-i kerime ve hadis-i şeriflere mantıkî, ruhî, tatminkâr ve mukni yorumlar getirdiğini ifade etmiştik. Şimdi arzedeceğimiz “Senden başka ilah yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendine zul­medenlerden oldum”57 âyet-i kerimesi de bunlardan biridir. Balığın karnında ka­lan Hz. Yunus’un (a.s.) Cenab-ı Hakka karşı bu büyük münacatı aynı zamanda mü­him bir vesile-i icâbe-i duadır. O vaziyette esbab bilkülliye sükut etmiştir; çünkü o halde Ona necat verecek öyle bir zât lâzım ki, hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye, hem cevv-i semaya geçebilsin.

Bediüzmaman bu âyet-i kerimeyi tefsirden sonra sözü yine cemiyetin içler acısı durumuna getirerek bir sosyolog edasıyla şu ibretamiz tabloyu dikkatimize sunuyor:

“Hz. Yunus’un (a.s.) birinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir vaziyet­teyiz. Gecemiz istikbaldir, istikbalimiz nazar-ı gafletle Onun gecesinden yüz de­rece daha karanlık ve dehşetlidir… Madem hakiki vaziyetimiz budur; biz de Hz. Yunus’a (a.s.) iktidaen, umum esbabtan yüzümüzü çevirip, doğrudan doğruya Müsebbibü’l-Esbab olan Rabbimize iltica ederek aynı duayı tekrarlamalıyız. Nasıl ki o münacatın neticesinde Hz. Yunus’a (a.s.) balık bir binek, bir denizaltı, deniz bir güzel sahra, gece mehtaplı bir lâtif sûret almış, biz dahi o münacatın sırrıyla bu duayı okumalıyız.“58

Bir evvelki âyet-i kerimede olduğu gibi Üstad bu âyet-i kerimeyi de günümüz şartları muvacehesinde tefsir etmekte kıyamete kadar baki Kitab-ı Mübinimiz’in bu vasfını daha ispata çalışmaktadır.

Bu tür nakillere daha fazla yer vermemekle beraber Külliyat’tan parça parça da istifade edilebileceğini meraklı her insanın zihnini kurcalayan dinî birçok suale içti­maî, ruhî, mantıkî ve tatminkâr cevapları bu eserlerde bulabileceğini belirtmeliyiz. Onun ilmi dayanağı, insicamlı mantık örgüsü, problemleri idrakı, ufkunun genişliği, ifadelerinin berraklığı, ihatalı bakış açısı vb. Risale-i Nurlara aksetmiş hususiyetlerden bazılarıdır.

yuksel dedi ki...


Sözlerimi Onun ibadetle alakalı şu veciz cümlesiyle59noktalamak isterim:

“İbadetin ruhu ihlastır, ihlas ise, yapılan ibadetin, yalnız emredildiği için yapıl­masıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir fayda ibadete illet gösterilirse, o ibadet bâ­tıldır.“

____________________

Doç. Dr. OSMAN CİLACI

Kaynakça;

1 Günümüz Dünya Dinleri, (1995).

2 Ferit Develioğlu, Osmanlıca-Türkçe Lugat, Ankara, 1971.

3 Dr. Toshihiko Izutsu, Kur’ân’da Allah ve İnsan, (Çev: S. Ateş) Ankara, 1975, s. 9.

4 en-Nevevi Muhyiddin, el-Ezkhar, Kahire, 1952; el-Makdisi Kitabu’l tevvabin, Beyrut, 1986.

5 Tahiru’l-Mevlevi Olgun, Müslümanlık’ta İbadet Tarihi, İstanbul, 1963, s. 79.

6 el-Furkan, 77. Buhari’nin belirttiğine göre (İman: 2) iman anlamına da gelen dua, bu âyete göre “…İma­nınız olmasaydı Rabbim size ne diye değer versin” şeklinde tefsir edilmiştir.

7 ez-Zâriyat, 56.

8 el-Mü’min, 60.

9 Tirmizi, Da’avât, hadis no: 3370.

10 “Bana dua ediniz, karşılığını vereyim…” (el-Mü’min, 60).

11 Keşfu’l-hafâ, I. 485.

12 Alexıs Carrel, dua, (Çev: M. Alper Yücetürk) İstanbul, 1962, s. 20.

13 Prof. Dr. M. Cemal Sofuoğlu, Açıklamalı Dua Kitabı, Ankara, 1992, s. 22.

14 Fenelon, Kızların Eğitimi, (Çev: B. Fırtına, İ. Öztürk) İstanbul, 1967, s. 74.

15 Cavit Sunar, Ana Hatlarıyla İslâm Tasavvufu Tarihi, Ankara, 1978, s. 17.

16 Osman Cilacı, İlahi Dinlerde Dualar, Konya, 1982, s. 24 vd.

17 Geniş bilgi için bkz. Prof. Dr. Suad Yıldırım, Kur’ân’da Uluhiyyet, İstanbul, 1987.

18 İsmail Kara, Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi, İstanbul, 1987, II, 314.

19 Eşref Edib, Bediüzzaman Said Nursî Hayatı, Eserleri, Mesleği, İstanbul, 1952; Necmettin Şahiner, Bi­linmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî,İstanbul, 1979; Cemal Kutay, Bediüzzaman Said Nursî,İs­tanbul, 1980.

20 Bkz. Prof. Dr. Neşet Çağatay, Türkiye’de Gerici Eylemler, Ankara, 1972; Dr. Neda Armaner, İslâm Di­ni’nden ayrılan Cereyanlar, Nurculuk,Ankara, 1964.

21 Hüseyin Aşûr, İslâm Dünyasının 20. Asırda Yeniden Yapılanması ve Bediüzzaman Said Nursî, (Milletlerrası Sempozyumu), İstanbul, 1992, (Bildiriler).

22 21. Bizzat Bediüzzaman “Kader bana Türkçeyi az vermiş, hatta hiç vermemiş, dikkatinizle bana yardım edin” (Volkan, 24.3.1909, sy.83) sözleriyle bunun zaruretine işaret etmiş bulunmaktadır.

23 Bediüzzaman, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 239.

24 Ahmet Akgündüz, İslâm Dünyasında Kimlik Problemi ve Bediüzzaman Said Nursî, (Bildiriler) İstanbul, 1992,s. 92.

25 Geniş bilgi için bkz. Necmettin Şahiner, Said Nursî ve Nurculuk Hakkında Aydınlar Konuşuyor, İstan­bul, 1977.

26 “Hz. Mevlânâ benim zamanımda gelseydi Risale-i Nur’u, ben O’nun zamanında gelseydim Mesnevi’yi yazardım. O zaman hizmet Mesnevi tarzındaydı, şimdi ise Risale-i nur tarzındadır” (Bediüzzaman Said Nursî).

27 Teferruat için bkz. İsmail Mutlu, Risale-i Nur Külliyatı Fihrist ve İndeksi, İstanbul, 1994.

28 Sözler,23. sözün I. Mebhas, 5. noktası.

29 el-Furkan, 77.

30 el-Mü’min, 60.

31 Ali Ulvi Kurucu, Asâ-yı Mûsa, s. 256.

32 Sözler, s. 287.

33 el-Fatiha, 5.

34 Mektubat,23. Mektup, 1. sual, s. 270.

35 el-Bakara, 201.

36 Mektubat, 270.

37 el-Furkan, 77.

38 el-Fatiha, 2.

39 el-Mü’min, 60.

40 Mektubat, s. 291.

41 Mektubat, s. 291.

42 Mesnevi-i Nuriye,s. 74.

43 Mesnevi-i Nuriye,s. 190.

44 el-Mü’min, 60.

45 Bir âyet-i kerimede, “Ey insanlar! İbadet ediniz…” (el-Bakara, 21) buyurulur.

46 Lem’âlar,s. 136.

47 Lem’âlar, s. 137.

48 Mesnevi-i Nuriye,s. 126.

49 İşârâtü’l-İ’câz, s. 140.

50 Sözler, s. 327.

51 Lem’âlar, s. 325.

52 el-Hac, 18.

53 Sözler, s. 317.

54 el-Enbiya, 83.

55 Lem’âlar, s. 14.

56 Lem’âlar, s. 14.

57 el-Enbiya, 87.

58 Lem’âlar, s. 13.

59 İşârâtü’l-İ’câz,s. 142.

yuksel dedi ki...

Hakkın emri olmaz ise sanma çöp deprenir.

Kader konusunda çok derinlere gitmemek gerekir.
Mahmud Esad Coşan
Akra.fm.
Hadisler Deryası.

yuksel dedi ki...

Sayfa: 462

1. "La ilahe illallahü halimül kerim, Subhanellahi Rabbil Arşil kerim, Elhamdülillahi Rabbil Alemin. Allahümmağfirli, Allahümme tecavez anni, Allahüm mağfu fe inneke afüvvün gafur." (Bu tesbih sıkıntı zamanlarında söylenir.)
Ravi: Hz. Abdurrahman İbni Cafer (r.a.)

2. "La ilahe illallah" kulları Allahın azabından korur, dünyalarını dinlerine tercih etmedikçe. Şayet dünyalarını dinlerine tercih ederler de sonra "La ilhe illallah" derlerse bu tevhid kendilerine red olunur ve Allah Teala onlara "Yalan söylediniz" buyurur.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)

3. "La ilahe illallah" Allah yanında mükerrem büyük bir kelimedir. Kim onu muhlisen derse Cennet kendisine vacib olur. Kim onu kaziben söylerse malını ve canını kurtarır amma sonu Cehennem olur.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)

4. "La ilahe illallahül hakimül kerim. Subhanellahi ve tebarekallahü Rabbül Arşil Azim. Velhamdülillahi Rabbil alemin."
Ravi: Hz. Ali (r.a.)

5. "La ilahe illallah" söyliyenden doksan dokuz belayı def eder ki, en aşağısı kaygı (hemm)dir.
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)

6. Kimsenin kimseye secde etmesini emretmem. Eğer bir kimsenin bir kimseye secde etmesini emretseydim, kadına, erkeğine secde etmesini emrederdim.
Ravi: Hz. İbni Abbas(r.a.)

7. Allah (z.c.hz.) den daha gayretli bir ferd yoktur ve bunun için fuhşiyatı men etmiştir. Onun aleni olanını da gizli olanını da. Allah'dan başka, "sena"nın kendisine daha sevimli geldiği bir kimse de yoktur. Bundan dolayı Kendisini "sena" etmiştir. Allah'tan daha ziyade, kendisinden özür istenmeyi seven de yoktur. Bu sebeble kitabı indirmiş ve Peygamberler göndermiştir. (Kullar özür dilesin diye.)
Ravi: Hz. İbni Abbas(r.a.)

8. Ümmetimden şu üç hasletten fazlasından korkmam:Malları çoğalır, birbirlerini çekemezler vuruşurlar. Kitab ilmini öğrenirler te'vile kalkarlar. Halbuki te'vilini Allah'dan başkası bilmez. (Aldıkları gibi amel etmeleri lazım) İlim sahiplerini görürler de, onlardan istifade etmezler ve onlara ehemmiyet vermezler.
Ravi: Hz. Ebû Malik el Eş'ari (r.a.)

9. Şefaat etmekte devam ederim ve şefaatim de kabul olunur: Öyle ki, "Ya Rabbi La ilahe illallah diyen hakkında şefaatimi kabul et deyinceye kadar." Bunun üzerine şöyle buyurulur: "Bu iş ne Sana ne de Senden evvelkilere aittir, bu Bana aittir." Ve "La ilahe illallah" diyen hiç kimse Cehennemde kalmaz.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)

yuksel dedi ki...

Sayfa: 181

1. Hangi adam ki, ödememek niyetiyle borç ederse, bu adam Allah'ın huzuruna hırsız olarak çıkar.
Ravi: Hz. Suheyb (r.a.)

2. Hangi bir adam ki, mihrini vermemeye niyet etmiş olarak, bir kadın alsa, öldüğü zaman zanidir. Hangi bir adam da birisinden, bedelini ödememeye niyet ederek, bir şey satın aldı ise, öldüğü gün haindir ve hainin yeri de Cehennemdir.
Ravi: Hz. Suheyb (r.a.).

3. Hangi bir çocuk ki hacca gitti, sonra da akil baliğ oldu. Tekrar hac yapmalıdır. Hangi bir bedevi ki (müşrik iken) hac etti, sonra muhacir oldu. Başka bir hac yapar. Herhangi bir köle ki hac etti, sonra azad edildi. Bunun üzerine de gene hac vardır.
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.a.)

4. Hangi Emir ki, ümetimden bir zümreye sahib oldu, onlara (din ve dünya hususunda) nasihat etmez ve kendi işi için çalıştığı gibi onlar için de çalışmazsa, Allah ona kıyamet gününde yüzü koyun Cehenneme atar.
Ravi: Hz. Makul (r.a.)

5. Hangi adam ki bir mal sattı, parasını da henüz almadan, satın alan kimse iflas etti ise ve o da malı o kimsenin yanında buldu ise, mal kendisinin olur. Bir miktar bedel almışsa "Gurema" (alacaklılar) sırasına girer.
Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)

6. Hangi köle ki, hür olmak için yüz dinara anlaşma yaptı. Doksanını ödemiş olsa bile, onunu ödeyemezse yine köle kalır.
Ravi: Hz. Amr İbni Suayb (r.a.)

7. Hangi cariye ki efendisinden çocuk doğurdu ise, o cariye, efendisinin ölümünde hür olur. Evvelce efendisi azad etmişse o zaten hürdür.
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)

8. Hangi kadın ki velisinin izni olmadan evlenmişse, nikahı batıldır. Nikahı batıldır. Nikahı batıldır. Zifaf olmuşsa kadın için mehir hakkı vardır. Bir kadın ki velisi yoktur. Velisi sultandır.
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)

9. Hangi adam ki bağışlaması ile, Allah'ın hadlerinden birinin tatbikini önlemiş (veya hafifletmiş ise) o işten geri dönünceye kadar Allah'ın gadabında kalır. Hangi bir adam da bilmediği bir husumet hakkında bir müslümana karşı öfkesini (şiddetlendirip sürdürürse) o adam, Allah'ın emrine karşı inadlık etmiş olur ve kıyamete kadar Allah'ın laneti onun üzerine olur. Hangi bir adam da bir müslüman aleyhinde, onda olmıyan bir şaiya çıkarır ve iftira ile o müslümanı küçük düşürürse, o kimse söylediğinden vaz geçinceye (nedamet duyuncaya) kadar, Allah onu Cehenneme yaklaştırır.
Ravi: Hz. Ebud Derda (r.a.)

yuksel dedi ki...


"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."05 22Ana SayfaAbonelikKünyeİletişimZiyaretçi Defteri
YENİ ASYA - Gerçekten haber verir...
GERÇEKTEN HABER VERİR17°20°/17°
Piyasalar
BİST:905.42 Altın:221,758 Dolar:5,5896 Euro:6,3794 BİST:905.42 Altın:221,758 Dolar:5,5896 Euro:6,3794

ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI, MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR28 EKİM 2018 PAZAR - YIL: 49
GÜNDEM
EKONOMİ
SPOR
YAZARLAR
VİDEO
FOTO
TÜMÜ


Celcelutiye ve Risale-i Nur

Süleyman KÖSMENE
fikihgunlugu@yeniasya.com.tr

WhatsApp
20 Aralık 2014, Cumartesi
Zübeyir Bey: “Celcelutiye hakkında bilgi verir misiniz? Celcelûtiye nedir? Nasıl bir eserdir?”
Dünkü yazımızda Celcelutiye’nin manası ve duâ hayatımız için önemi üzerinde durmuştuk. Bu gün kaldığımız yerden devam edelim.

CELCELUTİYE-RİSALE-İ NUR İLİŞKİSİ

Üstad Bedîüzzaman Hazretleri’nin, “İsm-i Azam veya İsm-i Azamın altı nuru” unvanıyla Otuzuncu Lem’a’da açıkladığı ve Hazret-i Ali (ra) için birer İsm-i Azam olduğunu beyan buyurduğu Ferd, Hayy, Kayyûm, Hakem, Adl ve Kuddûs isimlerinin Celcelûtiye’de geçen İsm-i Azam’dan olduğunu On Sekizinci Lem’anın satır aralarından çıkarabiliyoruz.1

Celcelûtiye’nin cifir ilmiyle haber verdiği birçok gizli işâretin Risâle-i Nûr’da ortaya çıkmış olması, mânâsı olan Bedî isminin Risâle-i Nûr müellifinin ismiyle bağdaşması, Risâle-i Nûr’un Hakîm, Rahîm ve Nûr isimleriyle birlikte Bedî ismine de mazhar olması,2 birçok beytinin açıktan Risâle-i Nûr’dan bahsetmesi ve Risâle-i Nûr’u haber vermesi, vahiy kaynaklı Celcelûtiye’nin mânâ ve müjdelerinin, asrımızda Risâle-i Nûr’da tecelli ettiğini gösteriyor.

HZ. ALİ-BEDİÜZZAMAN İLİŞKİSİ

Risâle-i Nûr Müellifi Bedîüzzaman Hazretleri, Yirmi Sekizinci Lem’a’da Hazret-i Ali (ra) ile mânâ âleminde yaptığı bir konuşmadan bahsediyor. Hazret-i Ali’ye (ra):

“Ercûze’nde benden bahisle “Kendini muhafaza et.” demişsin. Hem tam vaktinde emrinizi gördük. Fakat maatteessüf, kendimizi muhafaza edemedik. Bu belâya düştük. Şahsımdan binler defa daha ehemmiyetli olan Risale-i Nur’dan bahis ve işaretin yok mu?” diye soruyor.

Hazret-i Ali radiyallahü anh da şöyle cevap veriyor:

“Yalnız işaret değil; belki Celcelûtiye’mde tasrih ediyorum. (Açıkça bahsediyorum.)”

yuksel dedi ki...


CELCELUTİYE’NİN BİR HABERİ

Üstad Hazretleri bu soru-cevaptan sonra, Hazret-i Ali’nin kasidelerinden en meşhuru ve en esrarlısı olan Celcelûtiye kasidesinde;

“Tükâdü Siracü’n-Nûri sirran beyaneten

“Tükâdü Sirac’üs-Sürci sirran tenevveret”

Yani: “Sirâcü’n-Nûr (Risâle-i Nûr) gizli olarak yakılır ve aydınlatır!

Kandiller kandili gizli olarak tutuşturulur. O da her tarafı aydınlatır!”

fıkrâsını bulduğunu, bu fıkranın açıktan ve ismiyle Risâle-i Nûr’dan bahsettiğini ve gizli intişar edeceğini haber verdiğini kaydediyor.3

Celcelutiye Süryanice yazılmış açık ve anlaşılır bir duâ nazmıdır. Kimi beyitler peş peşe gelen bir iki beyitle özetlenmiş olarak verilmiş olduğundan, söz konusu beyitlerin müstakil meali verilmemiş gibi gözükse de, genel itibariyle bütün beyitlerin meali de verilmiştir.

Bize okuyup feyiz almak düşüyor.

CELCELUTİYE’DEN BİR DUÂ

Allah’ım! Hu ism-i şerifin hürmetine, bütün rızkımızda bize bereket ihsan eyle ve güçlük düğümlerini çöz de rahatlayalım.

Ey Gerçek Mabud! Ya Hu! Ve ya Hayre’l-Hâlıkîn! Ve ey bizim için rızıklar cömertliğinden coşup gelen! Her yönden gelen düşmanı Senin yardımınla defederiz. Sen de isminle onları uzaktan atar ve onları dağıtırsın.

Ey Celal Sahibi! Çöl kelerinin, yanına koşarak gelip şikâyetini arz ettiği Zatın (Hazret-i Muhammed’in –asm-) şanı hürmetine onları yüz üstü bırak.

Ya İlahi! Benim ümidim ve seyidim yalnız Sensin! Âmin.

Dipnotlar:

1 -Lem’alar, 193, 198.
2- Lem’alar, s. 326; Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 107.
3- Lem’alar, s. 424.

yuksel dedi ki...


Ereğli’den okuyucumuz: “Celcelutiye niçin Süryanice yazıldı? Vahiy Arapça gelmedi mi?”
Medeniyetler de, diller de insanlar gibidirler. Doğarlar, gelişirler, olgunlaşırlar, yaşlanırlar ve yerini başka dillere kaptırıp ölürler.

Süryanice, köken itibariyle dünyanın en eski dili kabul edilen ve eski Mezopotomya’da konuşulmuş olan Aramca’ya dayanan bir edebiyat dilidir. Rivayete göre Hazret-i Nuh Aleyhisselâm üç oğlu olan Sam, Ham ve Yafes’le birlikte gemiden inince bir ovada yerleşir ve çoğalırlar. Aram, Sam’ın oğludur ve konuştuğu dil, zamanla Sami dil ailesinin de kökenini teşkil etmiştir. Aram dili konuşuldukça zenginleşir ve lehçelere ayrılır.

Babil esaretinden sonra İbraniler kendi dillerini bırakıp Aramca konuşmaya başladılar. Sasaniler devrinde Aramca bütün ön Asya ülkelerinin milletler arası diplomatik dili haline geldi. Aramca’nın giderek ayrı bir dil hüviyetini kazanan lehçelerinden birisi Arapça, birisi Süryanicedir. Başka lehçeleri de vardır.

Hazret-i İsa Aleyhisselâm bütün vaazlarında ve gittiği her yerde Aramca konuştu. İncil’in aslı Aramca yazıldı. Fakat Aramca Hazret-i İsa’dan (as) sonra yedinci yüzyılda, arkasından gelen Sami ırkının dili olan Arapça’ya yenildi ve zamanla devlet dili olmaktan çıkarak köylüler arasında konuşulan mahallî bir dil haline geldi. Aramilerin egemen bir siyasî hayatı olmaması dolayısıyla bu uygarlık dili tahtını Arapça’ya ve Süryanice’ye kaptırdı.

Süryanice, Hazret-i İsa’dan (as) sonra 2. Yüzyılda Aramca’nın Urfa lehçesi olarak doğdu. Urfa o zamanlarda Doğu Hıristiyanlığının önemli merkezlerinden biri idi. Ve zamanla zengin bir dil hüviyetini kazandı. Asurlular, Süryanice ile zengin bir edebiyat oluşturdular.

Günümüzde Süryanice Ortadoğudaki bir çok Hıristiyan topluluğun dinî törenlerde kullandığı bir ayin dilidir. Harf ve havas ilmine uygun bir gramer özelliği vardır. Fakat medeniyet dili olan Arapça karşısında fazla bir gelişme gösteremedi. Bununla beraber ebced ve cifir ilmine uygunluğu dolayısıyla, ilim çevrelerince tercih edilir.

yuksel dedi ki...

Hazret-i Ali Efendimiz (ra) Celcelutiye’yi Arapça ve Süryanice üzerine yazdı. İki kardeş Sami dilini kerametvari bir şekilde mezc etti. Gramer olarak Arapça olmakla beraber, çoğu esma Süryanice, bir kısmı da İbranicedir.

Bunun bazı hikmetlerini şöyle ifade edebiliriz:

1- Peygamber Efendimiz’in (asm) tavsiyesi ve teşviki bu yönde olmuştur.

2- Süryanice yaklaşık 2000 yıllık köklü ve zengin bir dinî ve kültür mirasını taşıyor. Havas ilmine göre bazı gizli ilimlerin daha veciz ifadesine imkân veriyor. Arapça ile birlikte kullanıldığında mana derinliği artıyor.

3- Süryanice’yi etkin şekilde kullanan ehl-i kitap ile böylece iletişim kurulmuş ve Kur’ân’ın temel mesajları verilmiştir.

4- Bazı gizli tarihler, ihbarlar ve ilimler bu şekilde ifade edilerek, kıyamete kadar gelecek ilimde rasih olan ulema ile muhabere edilmiştir.

5- Celcelutiye’de aslında ahir zaman hadisatı deşifre edilmiştir. Fakat istikbalin hadisatı gayb ilmine girdiğinden, “la ya’lemu’l-gaybe illallah” hükmünü incitmemek, imtihan hikmetine zıt düşmemek ve teklif sırrına ilişmemek için, Süryanice ile sadece ehlinin anlayacağı mahrem bir perdeye sarılmıştır.

6- Öte yandan vahiy mana olarak geliyor; Hazret-i Ali (ra) aldığı manevî emre binaen, bu manayı Arapça’yı ve Süryanice’yi birlikte kullanarak nazma döküyor.

7- Celcelutiye Süryanice’de “Bedi” demektir. Ve Celcelutiye’de Bediüzzaman’a ve Risale-i Nur’a çok sayıda işaretler ve beşaretler mevcuttur. (Bkz. Sikke-i Tasdik-i Gaybî) Böylece ehl-i imandan başka, ehl-i kitabın da anlayacağı harf, şifre ve sembollerle Bediüzzaman ve Risale-i Nur, ehl-i kitaba müjdelenmiş ve tanıtılmıştır. Bediüzzaman’ın vazife-i kutsiyesi, ehl-i kitapla ortak bir dil kullanılarak tescil edilmiştir.

8- Süryanice ve İbranice, Müslümanlarca, Hıristiyanlarca ve Yahudilerce bilinen ortak bir lisandır. Bu ortak lisan kullanılarak ahir zamanda veraset-i nübüvvet sırrı Bediüzzaman’ın dâvâsında bulunduğu, üç semavi dinin sembolleriyle ve lisanlarıyla dünyaya tebliğ edilmiştir.

Rabbim feyiz almayı cümlemize nasip eylesin. Âmin.

yuksel dedi ki...

İmamı Ali Kerreme Allâhu Vechenin

Celcelutiye Kasidesi

BiSMiLLAHi’R-RAHMANi’R-RAHiM

1- Bede'tü bi bismillahi rûhî bihih tedet.

* İlâ keşfi esrârin bi bâtınihin'tevet.

Bütün Sırların hazinesi olan “Bismillah” ile başlarım. Ruhum içinde sırların gizlendiği hazineyi onunla keşfetti.

2- Ve salleytü bis'sânî alâ hayri halkıhî. *Muhammedin men zâhad dalâlete vel-ğalet.

Ardından mahlûkatının en hayırlısı, dalalet ve yanlışlıkların ortadan kaldırıcısı,Hz. Muhammed(sav)’e salâvat getiririm.

3- lekad aksemtü bismike dâıyen.

*Bi âcin mâ hûcin celet fetecelcelet.

ilahi Kusursuz olan Allah, Ehad, Bedi ve Kadir isimlerini şefaatçi kılıp niyazla Senden istiyorum.

4- Seeltüke bil ismil muazzami kadruhû.

*Ve yessir ümûri yâ ilâhî bi salmehet.

Kadri muazzam olan ism-i Azam’ın hürmetine Senden niyaz ediyorum Ya ilahi, işlerimi kolaylaştır.

5- Ve yâ hayyü yâ kayyûmu ed'ûke râciyen. *Bi âcin eyûcin celceliyyûtin helhelet.

Ya Hayy, ya Kayyum Allah’ım, Ehad, Bedi ve Basıt isimlerini şefaatçi kılarak ve ümitle Sana yalvarıyorum.

6-Bi samsâmin tamtâmin ve yâ hayra bâzihin. *Bimihrasi mihrâşin bihin nârü uhmidet.

Ey yaratma mertebelerinin en yükseğinde bulunan Allah’ım Sabit, Cebbar isimlerinin hakkı, uyumaz sıfatın ve ateşleri söndüren Halim ismin hürmeti için.

7- Bi âcin ehûcin yâ ilâhî mühevvicin.

*Ve yâ celcelûtin bil icâbeti helhelet.

Ey çabuk imdada koşan Rabbim Allah, Ehad, Basit isimlerin ve dualara süratle cevap veren Bedi ismin hürmetine Sana yalvarıyorum.

8-Li tuhyî hayâtel kalbi min denesin bihî. *Bi kayyûmin kâmes sirru fîhi ve eşrakat.

Kayyum ismin hürmetine, kalbimi bütün kirlerden temizleyerek ihya et. Ona Senin Kayyumiyet sırrın yerleşip ışık saçsın.

9- Aleyye dıyâün min bevârikı nûrihî.

*Felâha alâ vechî senâün ve ebrakat.

O sırrın nurunun parıltılarından üzerimde bir aydınlık bulunsun. Böylece kalbime ve yüzümde bir ışıltı zuhur edip parıldasın.

10- Ve subbe alâ kalbî şeâbî bû rahmetin. *Bi hıkmeti mevlânel kerîmi fe'entakat.

Kalbime rahmet sağanakları dökülsün de onu Kerim olan Mevla’mızın hikmet incileriyle dile getirsin.

11- Ehâtat biyel envâru min külli cânibin. *Ve heybetü mevlânel azimi binâ alet.

Her yandan beni nurlar kuşatsın da büyük Mevla’mızın heybeti bizi kaplasın.

yuksel dedi ki...

12-Fe sübhâneke'llâhümme yâ hayra hâlikin. *Ve yâ hayra hallâkın ve ekrame men beğat.

Sen her türlü noksandan münezzehsin, ey yaratma ve yoktan her an çoklukla var etme mertebesinin en yükseğinde bulunan ve ölüleri en kerimane tarzda dirilten ve rızıklandıran Allahım.

13- Fe belliğnî kasdî ve külle meâribi.

*Bi hakkı hurûfin bil hicâi tecemmeat.

Allahım Bir araya getirilmiş bütün heca harflerinin hakkı için beni maksadıma ulaştır ve her türlü ihtiyaçlarımı gider.

14- Bi sirri hurûfin ûdiat fî azimetî.

*Bi nûri senâil ismi ver rûhi kad alet.

Yüce ismi azamın ve Kuran’ın her tarafı kuşatan nuruyla irademe yerleştirilen harflerin sırrı hürmetine ve ismi Azamın nuru hürmetine .

15- Efıd lî minel envâri feydate müşrikın.

*Aleyye ve ahyî meyte kalbî be taytağat.

Nurlardan üzerime ışık saçacak bir feyiz akıt ve ism-i Hâkiminle, Nur isminle kalbimin cansızlığını giderip hayatlandır.

16- Elâ ve elbisennî heybeten ve celâleten.

*Ve küffe yedel a'dâi annî bi almehet.

Ne olur ism-i cebbarınla bana bir heybet ve celal giydir ve düşmanlarımın ellerini benden çektir.

17-Elâ vahcübennî min aduvvin ve hâsidin. *Bi hakkı şemâhın eşmehın sellemet semet.

Kadri yüce, Kadir,Selam, Aziz ve celil ism-i şeriflerinin hürmetine beni her türlü düşman ve hasetçiden ve kötülüklerden koru.

18-Bi nûri celâlin bâzihın ve şerantahın. *Bi kuddûsin berkûtin bihiz zulmetüncelet.

Allah’ım Celal.Celil. Rauf,Kuddüs ve Rahim isimlerinin nuru hürmetine bu karanlıkları nurunla aydınlığa çevir.

19-Elâ vakdı yâ rabbâhü bin nûri hâcetî.

*Bi nûri eşmehın celyen serîan kadinkadat.

Ey Rabbim İsmi Azam’ın nuru hürmetine O nur ile ihtiyaçlarımı gider. Selam ve Hayy ism-i şeriflerinle hacetimi süratle yerine getir.

20- Biyâhin ve yâyûhin nemûhin esâliyen.

*Ve yâ âliyen yessir ümûrî bi saysalet.

Ma’bud, Hu, Samed ve Şehid isimlerinin hürmetine ey Yüce Kâfi isminle benim bütün işlerimi kolaylaştır. Sen bana yetersin.

21- Ve emnahnî yâ zel celâli kerâmeten.

*Bi esrâri ılmin yâ halimü bikencelet.

Ey Celal sahibi Ve ey Halim Senin yardımınla açılacak bir ilmin sırrıyla bana bir ikram lütfeyle.

22- Ve hallısnî min külli hevlin ve şiddetin.

*Bi nassı hakimin kâtıis sırri esbelet.

yuksel dedi ki...


Sırları kesin ve inkişaf etmiş Kuran-ı Hâkim’in nurani ve açık ifadeleriyle beni her türlü korku ve sıkıntıdan kurtar.

23- Ve ahrisnî yâ zelcelâli bi kâfi kün.

*Eyâ câbirel kalbil kesiri minel habet.

Ey Celal sahibi ve ey kırık gönülleri üzüntüden kurtarıp canlandıran Allah’ım “Kün=ol” emrinin “ Kaf” harfinin sırrı hürmetine beni koru.

24-Ve sellim bi bahrin ve a'tınî hayra berrihâ.

*Fe ente melâzi vel kürûbi bikencelet.

Karanlıklar ve Tehlikeler deryasında beni güvende kıl ve o deryadan en hayırlı bir selamet sahiline çıkmayı ihsan eyle. Sensin benim sığınağım ve sıkıntılar ancak Seninle ortadan kalkar.

25- Ve subbe aleyyer rizka sabbete rahmetin.

*Fe ente recâül âlemine velev tağat.

Rahmet olan yağmurun sağanak hali gibi üzerime rızık yağdır. Her ne kadar günahta aşırıya gitselerde âlemlerin ümidi yalnız sensin.

26-Ve esmim ve ebkim sümme a'mi adüvvena. *Ve ahrishüm yâ zelcelâli bilhavsemet.

Ey Celal sahibi’ Basir ism-i şerifin hürmetine. İhsan ettiğin sayısız nimetlere karşı nankörlük eden düşmanlarımızı sağır, dilsiz, kör eyle.

27-Ve fi havsemin mea devsemin ve berâsemin. *Tehassantü bil ismil azimi minelğalet.

Âlim, Gani ve Sabur isimlerinle beraber herşeyi, kuşatan ismi Azam’ın kalesine sığınarak, her türlü yanlışlığa düşmekten korunurum.

28-Ve ellif kulübe'l-alemine cemiaha. *(Ala risaleti nuri ) Aleyye ve a'tıni'l-kabule bişelmehet.

Baştanbaşa bütün mahlûkatın gönüllerine ülfet ve ünsiyet bahşederek bana lütfunla çevir ve Fettah ism-i şerifinle bana makbuliyet elbisesini giydir.(üstad böyle okurmuş)- bütün âlemlerin kalplerini Risale-i Nura ısındır ve Fettah isminle ona makbuliyet ihsan eyle.

29-Ve yessir ümûri yâ ilâhî ve a'tıni.

*Minel ızzi vel ulyâ bi şemhın ve eşmehat.

Ya ilahi Ali, Ala ve Selam ism-i şerifin hürmetine bize izzet ve yücelik ver. Ve işlerimizi kolaylaştır.

30- Ve esbil aleynes setra veşfi kulûbenâ.

*Fe ente şifâün lil kulûbi minel ğaset.

Üzerimize afve mağfiret örtüsünü ger ve kalplerimize rahmetinle şifa ver. Kalpleri manevi hastalık kirlerinden temizleyip şifaya kavuşturan yalnız sensin.

31-Ve bârik lena'llâhümme fi cem'i kesbinâ. *Ve hulle ukûdel usri biyâyûhin irtehat.

Allah’ım Hu ismi şerifin hürmetine, bütün rızkımızda bize bereket ihsan eyle ve önümüzdeki bütün zorluk ve güçlükleri kaldır.

32-Biyâhin ve yâyûhin ve yâ hayra bâzihın. *Ve yâ men lenel erzâku min cûdihî nemet.

Ya ilahi, Ey gerçek Mabud, Ya Hu ve Ya Hayre’l-halıkîn Rızıklarımızı nihayetsiz cömertlikle bize gönderen Cevad isminle sana yalvarıyorum.

33-Neruddü bikel a'dâe min külli vichetin. *Ve bil ismi termîhim minel bu'di bişşetet.

Her yönden gelen düşmanı senin yardımınla defederiz. Sen de ismi Azam’ınla onları uzaklaştırır ve onları darmadağın edersin.

34-Ve ahzilhüm yâ zelcelâli bi fadli men.

*İleyhi seat dabbül felâti ve kad şeket.

yuksel dedi ki...


Ey Celal sahibi Çöl kelerinin, yanına koşarak gelip şikayette bulunduğu Hz. Muhammed’in (asm) şanı hürmetine düşmanlarımızı rahmetinden mahrum kılarak zelil eyle.

35- Fe ente recâi yâ ilahî ve seyyidî.

*Fe fülle lemîmel ceyşi in râme bî abet.

Ya ilahi.. Benim ümidim ve seyidim yalnız sensin. Beni tahkir etmek isteyen ordunun düzenini dağıt.

36-Ve küffe cemiâl mudırrîne keydehüm.

*Ve annî bi aksâmike hatmen ve mâ havet.

Kesin yeminlerin (Yeminle başladığın Kur’ân sûreleri ve âyetlerin) ve muhtevaları hürmetine, bütün zararlıların tuzaklarını benden defet.

37-Fe yâ hayra mes'ûlin ve ekrame men a'ta. *Ve yâ hayra me'mûlin ilâ ümmetin halet.

Ey eski ümmetlerden beri kendisinden dilekte bulunulanların en hayırlısı, ihsanda bulunanların en kerimi ve ümit kapılarının en değerlisi.

38-Ekıd kevkebî bil ismi nûran ve behceten. *Meded dehri vel eyyâmi yâ nûru celcelet.

Ey gizliliklere ilmiyle nüfuz eden Nur İsminle, yıldızımı çağlar ve asırlar boyu nurlu kıl ve parlamaya devam ettir.

39-Biâcin ehûcin celmehûcin celâletin.

*Celîlin celceliyyûtin cemâhin temehracet.

Ey Ehad, Bedi,Aziz ve Celil olan Allah’ım Sen’in bütün güzel isimlerin sonsuz haşmet ve azametiyle sürekli parlamaktadır.

40-Bi ta'dâdi ebrûmin ve simrâzi ebramin. *Ve behrati tebrîzin ve ümmin teberraket.

Ey Evvel ve Ahir olan Allah’ım bütün mahlukatın arzu ve ihtiyaçlarına cevap veren güzel isimlerini anarak onların bereketine sığınıyorum.

41-Tükâdü sirâcün nûri sirran beyâneten.

*Tükâdü sirâcüs sürci sirran tenevverat.

Nurun kandili gizliden gizliye tutuşturulup yakılıyor. Kandiller kandili perde altında yanarak nur saçıyor.

42-Bi nûri celâlin bâzihın ve şerantahin.

*Bi kuddûsi berkûtin bihin nâru uhmidet.

izzet, azamet, celal ve Kibriya sahibi münezzeh ve mukaddes olan Zat-ı Rahim’in nuruyla küfrün ateşi söndürülür.

yuksel dedi ki...


43-Biyâhin ve yâyûhin nemûhin esâliyen. *Bi tamtâmin mihrâşin li nâril ıdâ semet.

Ma’bûd-u bilhak (el-İlâh) Hû, Samed, Zü’l-Batş (Düşmanlarını kıskıvrak yakalayan), Cebbar (Hükmüne karşı konulmaz) ve Halim olan Zâtın yardımıyla (o nûr) düşmanlarının ateşini bastıracak

44- Bi hâlin ehîlin şel'ın şel'ûbin şâliın.

*Tahiyyin tahûbin taytahûbin tayettahet.

Gerçek Ma’bud, Hak olan ve hakkı gerçekleştiren, Cemil, Vedud ve Mucib olan Zatın yardımıyla insanlara kendisini sevdirecektir.

45-Enûhın bi yemlûhin ve ebrûhin uksimet. *Bi temlihi âyâtin şemûhin teşemmehat.

Ey Kayyum ve Vekil olan ve bütün ayetlerinin hikmetlerini yalnız kendisi bilen Allah’ım Hannan isminin hürmetine dualarımızı kabul et.

46-Ebâzîha beyzûhin ve zeymûhin ba'dehâ. *Hamârûhin yeşrûhin bi şerhin teşemmehat.

Ey bütün sırlara vakıf olan Allah’ım Mübdi ve Müid isimlerinin hürmetine bize şefkat ve merhametinle muamele et.

47-Bi belhın ve simyânin ve bâzûhın ba'dehâ. *Bi zeymûhın eşmûhın bihil kevnü ummirat.

Her hak sahibinin hakkını layıkıyla veren, her varlığın ihtiyacını adaletle gideren Adl. Ve haklıyı haksızdan ayıran, hüküm sahibi Hakem isimlerinin tecellisiyle dünya tahripten kurtulur ve tamir edilir.

48-Bi şelmehatin ikbel düâi ve kün mai. *Ve kün lî minel a'dâi hasbî fekad beğat.

Hak ism-i şerifin hürmetine duamı kabul buyur, benim yanımda ol, düşmanlarıma karşı bana kâfi gel, çünkü artık onlar çok ileri gittiler.

49-Fe yâ şemhasâ yâ şemhasâ ente şemlehâ. *Ve yâ aytalâ hetlur riyâhı tehalhalet.

Ey Rab ve Rahman olan Allah’ım Hiç şüphesiz sen Hak Ma’budsun. Ey kuvvetli mededkârım . Fitne, düşmanlık ve inkar fırtınalar peşi peşine kopmaktadır

50-Bikel havlü ve's-savlü'ş-şedîdü limen etâ. *Libâbi cenâbike veltecâ zulmetüncelet.

Kâfirlerden korunmak ve düşmana şiddetli hücum gerçekleştirmek ancak senin yardımınladır. Senin yüce kapına gelip sığınan kimsenin karanlığı dağılır.

51-Bi tâha ve yâsîn ve tâsîn kün lenâ.

*Bi tâsin mîm lis seâdeti akbelet.

Tâ Hâ, Yâ Sîn, Tâ Sîn, (Neml) ve Tâ Sîn Mîm, (Kasas ve Şuara) süreleri hürmetine bize yönelip gelen bir saadete ermek için bizim yardımcımız ol.

52-Ve kâfin ve hâyâin ve aynin ve sâdihâ. *Kifâyetünâ min külli aynin binâ havet.

Kâf Hâ Yâ Ayn Sâd (Meryem süresi) ile bizi dört bir yandan kuşatan kem gözlere karşı korunuruz ve bu bize yeter.

yuksel dedi ki...

53-Bi hâmîm aynin sümme sînin ve kâfihâ. *Himâyetünâ min külli süin bişelmehet.

Hâ Mîm Ayn Sîn Kâf (Şûrâ süresi) bizi koruyan sığınağımız olsun, onun karşısında dağlar bile sarsılır.

54-Bi kâfin ve nûnin sümme hâmîmin ba'dehâ. *Ve fî sûretid dühâni sirran kad uhkimet.

Kâf, Nûn ve Hâ Mîm sureleri hürmetine bu himayeyi gerçekleştir. Duhan suresinde de muhkem kılınmış bir sır vardır. Bu sır hürmetine bizi muhafaza eyle.

55-Bi elifin ve lâmin ven nisâi ve ukûdihâ. *Ve fî sûretil en'âmi ven nûri nüvvirat.

Elif Lâm ile başlayan sureler, Nisa suresi, Maide suresi, En’am suresi ve nurlu kılınmış Nur suresi hürmetine…

56-Ve elifin ve lâmin sümme râin bi sirrihâ. *Alevtü bi nûril ismi min külli mâ cenet.

Elif Lâm Râ ile başlayan (Yunus, Hûd, Yusuf, İbrahim, Hicr) sureleri sırrı ve İsm-i A’zam’ın nuruyla, işlediğim her günahtan vazgeçerek yükseldim.

57-Ve elifin ve lâmin sümme mîmin ve râihâ. *İlâ mecmeı'l ervâhı ver rûhi kad alet.

Elif Lam Mim Ra (Rad) suresiyle yüce olan ruhaniler ve melekler meclisine yükseldim.

58-Bi sirri havâmîmil kitâbi cemîıhâ.

*Aleyke bi fadlin nûri yâ nûru uksimet.

Kuran-i Hakim’de Hâ Mim ile başlayan bütün sürelerin sırrı hürmetine, beni her türlü nurun kaynağı olan Nur isminin fazlına ve tecellisine mahzar eyle.

59-Bi amme abese ven nâziâti ve târikı. *Ve fî vessemâi zâtil bürûci ve zülzilet.

Amme, Abese, Naziat, Tarik, Ve`s-Semai Zati’l-büruc ve Zilzal sureleri hürmetine.

60-Bi hakkı tebâreke sümme nûnin ve sâilin. *Ve fî sûretit tehmîzi veş şemsi küvvirat.

Tebareke, Nun, Seele Sailün, Tehmiz (Hümeze), ize`ş-Şemsu Kuvvirat sureleri hakkı için...

61-Ve bizzâriyâtiz zerri ven necmi iza hevâ. *Ve bıkterabet liyel ümûru tekarrabet.

Zariyat, Necm ve Kamer sureleri hürmetine işlerim bana kolaylaşsın.

62-Ve fî suveri'l-kur'âni hızben ve âyeten. *Adede mâ karael kârî ve mâ kad tenezzelet.

Kuran-i Hakim’deki Hizb hizb, ayet ayet okuyucuların okudukları ve inmiş olanlar adedince Kur`an sureleri hakkı için.

63-Fe es'elüke yâ mevlâye fî fadlikellezî. *Alâ külli mâ enzelte kütüben tefaddalet.

Ey Mevla’m Kendilerine kitap indirdiğin her peygambere ihsanda bulunan lütuf ve fazlını istiyorum.

64-Bi âhiyyen şerâhiyyen ezûnâyi sabvetin. *Esbâvüsin âli şeddâye aksemtü bi tay tahat.

Ey Hayy ve Kayyum olan Allah’ım Sen’in her şeye gücü yeten ve kudretiyle bütün varlık alemini kuşatan Kadir ve Cebbar isimlerinin üzerine kasem ve yemin ederek sana yalvarıyorum.

yuksel dedi ki...

53-Bi hâmîm aynin sümme sînin ve kâfihâ. *Himâyetünâ min külli süin bişelmehet.

Hâ Mîm Ayn Sîn Kâf (Şûrâ süresi) bizi koruyan sığınağımız olsun, onun karşısında dağlar bile sarsılır.

54-Bi kâfin ve nûnin sümme hâmîmin ba'dehâ. *Ve fî sûretid dühâni sirran kad uhkimet.

Kâf, Nûn ve Hâ Mîm sureleri hürmetine bu himayeyi gerçekleştir. Duhan suresinde de muhkem kılınmış bir sır vardır. Bu sır hürmetine bizi muhafaza eyle.

55-Bi elifin ve lâmin ven nisâi ve ukûdihâ. *Ve fî sûretil en'âmi ven nûri nüvvirat.

Elif Lâm ile başlayan sureler, Nisa suresi, Maide suresi, En’am suresi ve nurlu kılınmış Nur suresi hürmetine…

56-Ve elifin ve lâmin sümme râin bi sirrihâ. *Alevtü bi nûril ismi min külli mâ cenet.

Elif Lâm Râ ile başlayan (Yunus, Hûd, Yusuf, İbrahim, Hicr) sureleri sırrı ve İsm-i A’zam’ın nuruyla, işlediğim her günahtan vazgeçerek yükseldim.

57-Ve elifin ve lâmin sümme mîmin ve râihâ. *İlâ mecmeı'l ervâhı ver rûhi kad alet.

Elif Lam Mim Ra (Rad) suresiyle yüce olan ruhaniler ve melekler meclisine yükseldim.

58-Bi sirri havâmîmil kitâbi cemîıhâ.

*Aleyke bi fadlin nûri yâ nûru uksimet.

Kuran-i Hakim’de Hâ Mim ile başlayan bütün sürelerin sırrı hürmetine, beni her türlü nurun kaynağı olan Nur isminin fazlına ve tecellisine mahzar eyle.

59-Bi amme abese ven nâziâti ve târikı. *Ve fî vessemâi zâtil bürûci ve zülzilet.

Amme, Abese, Naziat, Tarik, Ve`s-Semai Zati’l-büruc ve Zilzal sureleri hürmetine.

60-Bi hakkı tebâreke sümme nûnin ve sâilin. *Ve fî sûretit tehmîzi veş şemsi küvvirat.

Tebareke, Nun, Seele Sailün, Tehmiz (Hümeze), ize`ş-Şemsu Kuvvirat sureleri hakkı için...

61-Ve bizzâriyâtiz zerri ven necmi iza hevâ. *Ve bıkterabet liyel ümûru tekarrabet.

Zariyat, Necm ve Kamer sureleri hürmetine işlerim bana kolaylaşsın.

62-Ve fî suveri'l-kur'âni hızben ve âyeten. *Adede mâ karael kârî ve mâ kad tenezzelet.

Kuran-i Hakim’deki Hizb hizb, ayet ayet okuyucuların okudukları ve inmiş olanlar adedince Kur`an sureleri hakkı için.

63-Fe es'elüke yâ mevlâye fî fadlikellezî. *Alâ külli mâ enzelte kütüben tefaddalet.

Ey Mevla’m Kendilerine kitap indirdiğin her peygambere ihsanda bulunan lütuf ve fazlını istiyorum.

64-Bi âhiyyen şerâhiyyen ezûnâyi sabvetin. *Esbâvüsin âli şeddâye aksemtü bi tay tahat.

Ey Hayy ve Kayyum olan Allah’ım Sen’in her şeye gücü yeten ve kudretiyle bütün varlık alemini kuşatan Kadir ve Cebbar isimlerinin üzerine kasem ve yemin ederek sana yalvarıyorum.

yuksel dedi ki...


65-Bi sirri büdûhin echezetın betadin zehecin. *Bivâhıl vehâ bil fethi ven nasri esraat.

Ey Allamü’l-Ğuyub olan Allah’ım Fetih kapılarını ve gayb alemlerinin sırlarını açan Fettah isminin nuruyla ve Sen’in inayetinle fetihler nasip olur.

66-Bi nûri feceşin maa sezhazin yâ seyyidî. *Ve bil âyetil kübrâ eminnî minel fecet.

Ya Seyyid’im Varlık ve birliğini güçlü delillerle ispat eden Ayetü’l Kübra’daki hakikatlerin nuruyla beni her türlü felaket ve tehlikelerden emin kıl.

67-Bi hakkı fekacin maa mahmetin yâ ilâhena. *Bi esmâikel hüsnâ ecirnî mineş şetet.

Ey İlah’ımız Fettah ve Rezzak isimlerinin hürmetine ve Esma-i Hüsna diye tarif edilen bütün güzel isimlerinin hakkı için beni dağınıklık ve perişaniyetten kurtar.

68-Hurûfün li behrâmin alet ve teşâmehat. *Ve'smü asâ mûsâ bihiz zulmetün celet.

Bu harfler ‘nur harfleri’ dir. Ve Merih yıldızı gibi yüksek ve âlidir. Asa-yi Musa ismiyle Manevi karanlıklar dağılır.

69-Tevesseltü yâ rabbi ileyke bi sirrihâ. *Tevessüle zî züllin bihin nasühtedet.

Ya Rabbi Bu harflerin yüce manalarını şefaatçi yaparak sana niyaz ediyorum ki, bu dua ve yakarışlarım, zillet ve aczini izhar ederek hidayete erenlerin duası nevinden olsun.

70-Hurûfun bi ma'nâhâ lehel fadlü şürrifet. *Meded dehri vel eyyâmi yâ rabbin hanet.

Ey merhametli Rabbim Bunlar öyle harflerdir ki, manaları sebebiyle çağlar ve zamanlar boyu üstünlük kendilerine bahşedilmiş ve faziletle yüceltilmişlerdir.

71-Da'vetüke yâ Allâhü hakkan ve innenî. *Tevesseltü bil âyâti cem'an bimâ havet.

Ey Allah’ım Kur’an-ı Hakim’in bütün ayetlerini ve ihtiva ettiği hakikatleri vesile kılarak, Sana yalvardım.

72-Fe tilke hurûfun nûri fecma' havâssahâ. *Ve hakkık meânîhâ bihel hayru tümmimet.

işte onlar, nur harfleridir. Onların hasiyet ve meziyetlerini (bende) topla, manalarını gerçekleştir. Her türlü hayır onlarla tamamlanır.

73-Ve ahdırnî avnen hadîmen müsehharan. *Tuheymefeyâîlü bihil kürbetün celet.

Bana itaat eden yardımcı bir hizmetçi gönder. Onunla tüm gam, keder ve sıkıntım ortadan kalksın.

74-Fe sehhırlî fîhâ hadîmen yütiuni. *Bi fadli hurufi ümmil kitâbi ve mâ telet.

Ümmü`l-Kitap olan Fatiha suresi ve arkasından gelen sureler hürmetine bu konuda bana itaat edecek bir hizmetçi musahhar kil.

yuksel dedi ki...


75-Fe es'elüke yâ mevlâya fismikellezî. *Bihî izâ duıye cem'ul umûri teyesserat.

Ey Mevla’m! Kendisiyle çağrıldığında bütün işlerin kolaylaştığı isminle ismi Azam’ınla Sana yalvarıyorum.

76-İlâhi ferham da'fi vağfirlî zelleti. *Bi mâ kad deatkel enbiyâü ve tevesselet.

ilahi Peygamberlerin Sana manen yaklaşmak için kendilerine şefaatçi kıldıkları kelimeler hürmetine güçsüzlüğüme merhamet et. Günahlarımı bağışla.

77- Eyâ hâliki yâ seyyidî ıkdı hâcetî.

*İleyke ümûrî yâ ilâhî tesellemet.

Ey Yaratıcım ve Seyyidim (Efendim), ihtiyacımı yerine getir. işlerim sana havale ediyorum.

78-Tevesseltü yâ rabbî ileyke bi ahmedâ. *Ve esmâikel husnelletî hiye cümmiat.

Ya Rabbi Hz. Muhammed (sav)`i ve burada toplanan güzel isimlerini şefaatçi kılarak Senden niyaz ediyorum. Yalvarıyorum.

79-Fe cüd va'fü vasfah yâ ilâhî bi tevbetin. *Alâ abdikel miskîni min nazratin abet.

Ya ilahi Günah ve yersiz bir bakışa varıncaya kadar bütün hatalarımdan tevbe etmeyi şu miskin kuluna lütf eyle ve affınla muamela et.

80-Ve veffıknî lil hayri ves sıdkı vettükâ. *Ve eskinennil firdevse maa firkatin alet.

Beni hayır, ihlas ve takvaya muvaffak kıl ve yüce toplulukla birlikte beni Firdevs cennetine yerleştir

81-Ve kün bî raûfen fî hayâti ve ba'demâ. *Emûtü ve elkâ zulmetel kabrin celet.

Hayatımda ve ölüp kabrin karanlığına vardığımda bana merhametli ol ve kabir karanlığını Üzerimden atarak beni aydınlığa çıkar.

82-Ve fil haşri beyyıd yâ ilâhî sahîfetî. *Ve sekkıl mevâzînî bi lutfike in haffet.

Ya ilahi Ne olur, Mahşerde amel sahifemi lütfunla ak eyle, Ve eğer hafif gelecek olursa sevap terazimi lütfunla ağır getir.

yuksel dedi ki...


83-Ve cevviznî haddes sırâti mûhervilen. *Ve ahminî min harri nârin ve mâ havet.

Beni, keskin olan sırat köprüsünden koşarak geçir ve o büyük Cehennem ateşinden ve içindeki dehşetli azaptan koru.

84-Ve sâmihnî min külli zenbin ceneytühû.

*Vağfir hatiati'l ızâme ve in alet.

işlediğim her günahtan dolayı beni affet. Çok da olsa büyük günahlarımı hata ve kusurlarımı bağışla.

85-Fe yâ hâmilel ismillezî celle kadruhû. *Tevekkâ bihî küllel ümûri tesellemet.

Ey kadri yüce ismi Azamı taşıyan, onun bereketiyle Bütün tehlikeli işlerden kurtuldun ve selamete erdin.

86-Fe kâtil ve lâ tahşe ve hârib ve lâ tehaf. *Vedüs külle ardın bil vühûşi teammerat.

Savaş, korkma! Harbet, çekinme! Vahşi ve yırtıcı hayvanlarla dolu her yere gir.

87-Ve akbil ve la tehrab ve hasım men teşaü. *Ve la tahşe be'sen li'l-müluki velev havet.

Saldır, kaçma! Dilediğin düşmanla mücadele et! Dört yanını kuşatmış da olsa hiçbir kralın gücünden korkma!

88-Fe lâ hayyetün tahşâ ve lâ akrabün terâ. *Ve lâ esedün ye'ti ileyke bi hemhemet.

Ne bir yılandan korkarsın, ne de bir akrep görürsün. Ne de bir aslan gürleyerek sana gelir.

89-Ve lâ tahşe min seyfin ve lâ ta'nin hancerin. *Ve lâ tahşe min rumhin ve lâ şerrin eshemet.

Ne bir kılıçtan, ne bir hançerin yaralamasından, ne bir mızraktan ve ne ortalığı almış kötülük ve tehlikeden korkma.

90-Cezâ men kara hâzâ şefâatü ahmedâ. *Ve yühşeru fil cennâti maa hûrin suffifet.

Bunu okuyanın mükâfatı Hz. Muhammed'in (a.s.m.) şefaatidir. Saf saf dizilmiş hurilerle birlikte Cennette toplanır.

91-Va'lem bi ennel Mustafâ hayru mürselîn. *Ve efdalü halkıllâhi men kad teferrakat.

Bil ki, Muhammed Mustafa (a.s.m.) en üstün Peygamberdir. Allah'ın yeryüzüne yayılmış kullarının en faziletlisidir.

92-Ve saddir bihî min câhihî külle hâcetin. *Ve selhü likey tencü minel cevri vettağat.

Yüce şanından dolayı her dileğinin başında onu an, onu şefaatçi yap ve her türlü zulüm ve tecavüzden korunmak için O’nu (asm) vesile kıl.

93-Ve salli ilâhi külle yevmin ve sâatin. *Alel mustafa'l muhtâri mâ nesmetün semet.

Yâ ilâhî Her gün, her an ve her rüzgâr estikçe o seçkin Muhammed Mustafa'ya (asm) salât eyle.

94-Ve salli alel muhtâri vel âli küllihim. *Ke addi nebâtil ardı ver rihi mâ seret.

O seçilmiş Muhammed'e (a.s.m.) ve bütün Âline yeryüzünün bitkileri ve kıyamete kadar esen rüzgârın esintileri adedince salât eyle.

yuksel dedi ki...


95-Ve salli salâten temleül arda ves semâe. *Kevebli ğamâmin maa ruûdin tecelcelet.

Parıldayan şimşeklerle birlikte bulutlardan dökülen yağmurlar adedince ve yeri göğü dolduracak kadar salât eyle.

96-Fe yekfîke ennellâhe sallâ bi nefsihî. *Ve emlâkehû sallet aleyhi ve sellemet.

Bizzat Hz. Allah'ın ve meleklerinin ona salât ve selâm getirmesi (Onun (asm) şanının büyüklüğünü göstermesi bakımından) sana yeter.

97-Ve sellim aleyhi dâimen mütevessilen. *Meded dehri vel eyyâmi mâ şemsün eşrakat.

O halde sen de, yıllar ve günler sürdükçe ve güneş ışık saçmaya devam ettikçe, sürekli olarak ve şefaatini dileyerek ona salât getir.

98-Ve sellim alel ethâri min âli hâşimin. *Adede mâ haccel hacîcü ve sellemet.

Âl-i Hâşim'den (Haşim Oğullarından) o paklara, hacılar Kâbeyi ziyaret edip onu selâmlamaları adedince selâm eyle.

99-Varda yâ ilâhî an ebî bekrin maa omera. *Varda alâ osmâne maa haydari's sebet.

Yâ İlâhî Hz. Ebû Bekir ve Ömer'den, Hz. Osman ve sarsılmaz Haydar'dan da (Allah'ın Arslanı Hz. Ali'den) razı ol.

100-Kezel âlü vel ashâbü cem'an cemîuhum. *Maal evliyâi ves sâlihine ve mâ havet.

Aynı şekilde bütün Âl ve Ashabından, evliya ve salihlerden ve bunlara tâbi herkesten razı ol.

101-Mekâlü aliyyin vebni ammi muhammedin. *Ve sirru ulûmin lil halâikı cümmiat.

Bu, Hz. Muhammed'in (a.s.m.) amcası oğlu Hz. Ali'nin sözleridir. Onda mahlûkat için ilimlerin özü ve sırrı toplanmıştır. ALLAH c.c. Hz. Emeği Geçenlerden Razı Olsun inşallah

yuksel dedi ki...



HAVVÂSS'UL CELCELÛTİYYE : Celcelûtiye, Süryânîce “Bedî” demektir. Resûl-i Ekrem Efendimiz Aleyhissalâtü vesselâma Hazret-i Cebrâil (as) tarafından indirilen ve içinde İsm-i Azam’ı da taşıyan yüksek mânâlar, Hazret-i Ali radiyallahü anh tarafından Celcelûtiye adıyla ve cifir ilmine göre bir çok tarih de düşürülerek Süryânî diliyle nazmedilmiş ve kaside haline getirilmiştir. Yüksek ve tesirli bir duâdır. Bir isimler hazinesidir. Allah’ın rahmetini celb etmesi hasebiyle bir rahmethazinesi veya bir Cennet hazinesi demek de mümkündür. Allah’ın en büyük ismi olan İsm-i Azam bu duânın içerisinde gizlenmiş olduğundan, bu duâyı okuyarak Allah’a sığınan kimsenin, dünya ve âhiret işlerinde çok kolaylıklar ve bereketler göreceği müjdelenmiştir. İmam-ı Gazâlî hazretleri nakleder ki: Cebrâil Aleyhisselâm Peygamber Efendimiz’e (asm) dedi ki: “Yâ Muhammed Rabb’in sana selam ediyor ve selâmın en mükerremini sana tahsis buyuruyor. Sana bu hediyeyi ihsan buyurdu.” Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (asm): “Ey kardeşim Cebrâil! Bu hediye nedir?” dedi. Cebrâil Aleyhisselâm: “Bu hediye, içinde İsm-i Azam ile en kapsamlı kasem bulunan büyük duâdır.” Diye cevap verdi. Peygamber Efendimiz (asm): “Ey kardeşim Cebrâil! Bu duânın adı nedir? Keyfiyeti nasıldır diye sordu.Cebrâil Aleyhisselâm dedi ki: “Yâ Muhammed! Bu duânın adı Bedî’dir (Celcelûtiye). İçinde en yüksek kasem ve İsm-i Azam vardır. O İsm-i Azam ki: 1- Arş-ı Alâ’nın kenarına yazılmıştır. Eğer yazılmış olmasaydı, Allah’ın arşını taşıyan melekler bu arşı kaldıramazlardı. 2- Güneşin kalbine yazılmıştır. Eğer yazılmış olmasaydı, güneşin ışığı ve nûru olmazdı. 3- Ay’ın kalbine yazılmıştır. Eğer yazılmış olmasaydı, ay ışık veremezdi. 4- Cebrâil Aleyhisselâm’ın kanadına yazılmıştır. Eğer yazılmış olmasaydı, Hazret-i Cebrâil yeryüzüne inemez, semaya çıkamazdı. 5- Mîkâil Aleyhisselâm’ın başına yazılmıştır. Eğer yazılmış olmasaydı yağmurlar ve damlalar ona itaat etmezlerdi. 6- İsrâfîl Aleyhisselâm’ın alnına yazılmıştır. Eğer yazılmış olmasaydı sur üfleyemezdi. 7- Azrâîl Aleyhisselâm’ın elinin üzerine yazılmıştır. Eğer yazılmış olmasaydı, mahlûkâtın canlarını alamazdı. 8- Yedi kat göklere yazılmıştır. Eğer yazılmış olmasaydı gökler yükselemezdi. 9- Yedi kat yerlere yazılmıştır. Eğer yazılmış olmasaydı, yedi kat yerler, şimdi olduğu gibi sâbit olmazdı Bu ismi Âdem Aleyhisselâm okumuştur!” İsm-i Azamı içinde saklayan ve Celcelûtiye’ye kaynaklık eden yüksek mânâların, yeşil bir atlas üzerinde yazılı olarak Cebrâil Aleyhisselâm tarafından Peygamber Efendimiz’e (asm) semâdan indirildiği nakledilir. Hazret-i Ali radiyallahü anh demiştir ki: “Ben Cebrâil’in şahsını gök kuşağı sûretinde gördüm. Sesini işittim. Sahifeyi aldım. Bu isimleri içinde buldum!” Üstad Bedîüzzaman hazretlerinin, “İsm-i Azam veya İsm-i Azamın altı nuru” unvanıyla Otuzuncu Lem’a’da açıkladığı ve Hazret-i Ali (ra) için birer İsm-i Azam olduğunu beyan buyurduğu Ferd,Hayy, Kayyûm, Hakem, Adl ve Kuddûs isimlerinin Celcelûtiye’de geçen İsm-i Azam’dan olduğunu On Sekizinci Lem’anın satır aralarından çıkarabiliyoruz. Celcelûtiye’nin cifir ilmiyle haber verdiği bir çok gizli işâretin Risâle-i Nûr’da ortaya çıkmış olması, mânâsı olan Bedî isminin

yuksel dedi ki...

liyoruz. Celcelûtiye’nin cifir ilmiyle haber verdiği bir çok gizli işâretin Risâle-i Nûr’da ortaya çıkmış olması, mânâsı olan Bedî isminin Risâle-i Nûr müellifinin ismiyle bağdaşması, Risâle-i Nûr’un Hakîm, Rahîm ve Nûr isimleriyle birlikte Bedî ismine de mazhar olması, bir çok beytinin açıktan Risâle-i Nûr’dan bahsetmesi ve Risâle-i Nûr’u haber vermesi, vahiy kaynaklı Celcelûtiye’nin mânâ ve müjdelerinin, asrımızda Risâle-i Nûr’da ortaya çıktığını gösteriyor. Risâle-i Nûr Müellifi Bedîüzzaman Hazretleri, Yirmi Sekizinci Lem’a’da Hazret-i Ali (ra) ile mânâ âleminde yaptığı bir konuşmadan bahsediyor. Hazret-i Ali’ye (ra): “Ercûze’nde benden bahisle “Kendini muhafaza et.” Demişsin. Hem tam vaktinde emrinizi gördük. Fakat maatteessüf, kendimizi muhafaza edemedik. Bu belâya düştük. Şahsımdan binler defa daha ehemmiyetli olan Risale-i Nur’dan bahis ve işaretin yok mu?” diye soruyor. Hazret-i Ali radiyallahü anh da şöyle cevap veriyor: “Yalnız işaret değil; belki Celcelûtiye’mde tasrih ediyorum. (Açıkça bahsediyorum.)”Bediüzzaman hazretleri bu soru-cevaptan sonra, Hazret-i Ali’nin kasidelerinden en meşhuru ve en esrarlısı olan Celcelûtiye kasidesinde; “Sirâcü’n-Nûr (Risâle-i Nûr) gizli olarak yakılır ve aydınlatır! Kandiller kandili gizli olarak tutuşturulur. O da her tarafı aydınlatır!” fıkrâsını bulduğunu, bu fıkranın açıktan ve ismiyle Risâle-i Nûr’dan bahsettiğini kaydediyor. Celcelutiye Süryanice yazılmış açık ve anlaşılır bir dua nazmıdır. Kimi beyitler peş peşe gelen bir iki beyitle özetlenmiş olarak verilmiş olduğundan, söz konusu beyitlerin müstakil meali verilmemiş gibi gözükse de, genel itibariyle meali verilmeyen beyti yoktur. Bize okuyup feyiz almak düşüyor

yuksel dedi ki...

Sayfa: 182

1. Hangi köle ki efendisinden kaçmıştır, Allah rızası için de ölmüş olsa Cehennemliktir.
Ravi: Hz. Câbir (r.a.)

2. Hangi müslüman ki Allah yolunda bir ok attı, ister isabet etsin, ister etmesin, o müslüman için, İsmail (a.s) oğullarından bir köle azad etmenin ecri gibi, ecir vardır. Hangi bir kimse ki, Allah yolunda beyazlaştı (ihtiyarladı), o beyazlık ona nurdur. Hangi bir müslüman ki müslüman bir köleyi azad etti, azad edilenin her azası, azad edenin her bir azasına ateşten fidye olur. Her hangi bir kimse ki namaz kılmak maksadı ile uykudan kalkar, abdest azalarına suyu dökünce mevcut günah ve hatalarından kurtulur. Namaz kılarsa, Allah Teala o namaz sebebile derecesini yükseltir ve sonra da uyursa, salimen uyur.
Ravi: Hz. Amr İbni Abbas (r.a.)

3. Hangi kul ve kadın ki, vâkıf olmadığı halde, cariyesine zâniye derse, o cariye, onlardan hakkını kıyamet gününde alır. Çünkü dünyada almak hakkı yoktur.
Ravi: Hz. Amr İbni As (r.a.)

4. Hangi bir kul ki başına, Allah'ın kendisini ondan men ettiği bir şey (günah) geldi ve sonra da cezası (haddi) kendisine verildi ise, bu had o adama bu günah için kefaret olur.
Ravi: Hz. Huzeyme İbni Sabit (r.a.)

5. Hangi vali ki valiliğini rıfk ve yumuşaklıkla yaptı ise, Allah ona ahirette rıfk ile muamele eder.
Ravi: Hz. Âişe (r. anha)

6. Hangi bir adam ki islamdan çıkarsa, önce onu tövbeye davet et. Ederse kabul et. Tövbe etmezse boynunu vur. Hangi kadın ki islamdan dönerse onu tövbeye davet et. Ederse kabul et, etmezse esir et.
Ravi: Hz. Muaz (r.a.)

7. Hangi bir adam ki, ihtiyarlığını saklamak için, beyaz kıllarını yolar, bu kıllar kıyamet gününde süngü olur ve ona batırılır.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)

8. Hangi bir müslüman kimse müslüman kardeşini kirletmeden sünnet üzere gasleder, avretine bakmaz, onun ayıbını söylemez, sonra onu teşyi eder (ve haberini yayar) ve namazını kılar, sonra da kabre konuluncaya kadar orada oturursa, günahlarından sıyrılmış olur.
Ravi: Hz. Ali (r.a.)

yuksel dedi ki...

Sayfa: 463

1. Cariyesini ölüye ağlattırmak islamda yoktur. Mehirsiz almak ve ona mukabil mehirsiz vermek de yoktur. Mezara ve temele kurban kesmek de İslam'da yoktur. Mükellefleri ayağına çağırıp tahsilat yapmak yoktur. Yarışta hayvan yetiştirmek, yarışta hayvan kızıştırmak da İslamda yoktur. Yağmacılık yapan da bizden değildir.
Ravi: Hz. Ömer (r.a.)

2. Bunu söyliyenleri yalancı saymam: Arası gerginleşen iki kişinin arasını düzeltmek gayesile söylediği söz; Harpte düşmanı şaşırtmak için söylenen ve kadının kocasının gönlünü yapmak ve kocanın hanımının gönlünü yapmak için söylediği söz.
Ravi: Hz. Ümmi Gülsüm binti Ukbe (r.a.)

3. Emanete riayeti olmıyanın imanı ve ahdi olmıyanın da dini yoktur.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)

4. Emanete riayeti olmıyanın imanı ve ahdi olmıyanın da dini yoktur. Muhammed (s.a.v) in nefsi kudret elinde olan Zata yemin ederim ki, kulun dili dürüst olmadıkça dini dürüst olmaz. Kalbi dürüst olmadıkça dili dürüst olmaz. Komşusu "beraika"sından emin olmıyan Cennete giremez. Denildi ki: "Ya Rasulallah beraika nedir?" Buyurdu ki eziyeti ve zulmüdür. Hangi adam ki haramdan mal kazanır da ondan infak ederse ona sevap verilmez. Eğer sadaka verirse kabul olmaz. Elinde kalan da Cehennem bakımından gidişini artırır. Zira habisi habis örtmez. Lakin habisi temiz ve helal olan şey temizler.
Ravi: Hz. İbni Mes'ud (r.anhüma)

5. Emaneti olmıyanın imanı, tahareti olmayanın namazı ve namazı olmayanın da dini yoktur. Namazın dindeki yeri, başın gövdedeki yeri gibidir.
Ravi: Hz. İbni Ömer (r.anhüma)

6. Bir adam dedi ki: "Ya Resulallah ben edeb yerime elledim ve de namaz kıldım." Bunun üzerine Resulullah; zararı yok o senin bir azandır buyurdu.
Ravi: Hz. Ebû Ümâme (r.a.)

7. Beis yok reyhanıdır koklıyabilir. (Oruçlu iken ailesini öpen birisi hakkında sorulduğunda bu hadis varid oldu.)
Ravi: Hz. Enes r.a

8. Muttaki olana zenginlikten beis yok. Lakin sıhhat, mutteki olana, zenginlikten hayırlıdır. Gönül hoşluğu (hoş hatırlık) da nimettendir.
Ravi: Hz. Yesar İbni Abd (r.a.)

9. Bir kimse din kardeşine zalim de olsa, mazlumda olsa yardım etsin. Eğer zalimse men etsin bu ona yardımdır. Eğer mazlumsa ona yardım etsin.
Ravi: Hz. Câbir (r.a.)

10. Söz naklinde, manayı değiştirmezse takdim tehirde zarar yoktur.
Ravi: Hz. Vasıla (r.a.)

11. Bir adamın satın alacağı cariyeyi çevirip bakmasında mahzur yoktur. Yanlız avret mahalli hariç. Onun avdeti de dizleri ile izarının düğümlendiği yere kadardır.
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)

yuksel dedi ki...

Gök mekfuf bir dalgadır (yani, bir alan içinde hapsolmuş akıntısı olmayan bir duyun dalgası gibidir.
Tirmizi, Tefsiru Sureti'l-Hadid: Müsned, 2: 370.

Sonra iradesini semaya yöneltti ve gökleri yedi tabaka olarak tanzim etti.O herşeyi hakkıyla bilendir.
Bakara Suresi, 2: 29.
Riale-i Nur'da Geçen Ayet ve Hadis Mealleri.
On ikinci Lem'a
sy.232.

yuksel dedi ki...

Sayfa: 464

1. İzarınızı (alt elbiseyi) yarı baldır ve topuğa kadar uzatmakta beis yoktur. Sizden evvelkilerden biri ağır elbiselerle kibirili olarak evinden çıktı da, Allah ona Arşının üstünden nazar etti ve ona gazab etti. Arza emretti ve arz onu alaşağı etti. O kimse arz içinde hala batmakta devam etmektedir. Öyleyse Allah'ın gazabından hazer edin.
Ravi: Hz. Câbir İbni Süleym (r.a.)

2. Belanın nüzulünden evvel ve nüzulünden sonra, Kur'an dan bir şey yazıp da takmakta beis yoktur.
Ravi: Hz. Âişe (r.anha)

3. Kabir ehline yapılan iyilikten efdal ihsan yoktur ve onu ancak mü'min yoklar.
Ravi: Hz. Câbir(r.a.)

4. Evlere gelirken kapının karşısından gelmeyin. Lakin onlara yandan gelin ve izin isteyin. Size izin verilirse içeri girin, yoksa dönün.
Ravi: Hz. Abdullah İbni Busr (r.a.)

5. Sadakayı fıtır (zekat, öşr) ancak şu dört şeyden olur. Arpa, buğday, kuru üzüm, hurma.
Ravi: Hz. Ebû Mûsa (r.a.)

6. Bir dinarı iki dinara, bir dirhemi iki dirheme, bir ölçeği iki ölçeğe almayın. Zira Ben sizin için ribadan korkarım.
Ravi: Hz. İbni Ömer (r.anhüma)

7. Halkın mallarının kıymetlerini seçip almayın. Yaşlı deveyi de, gencini de ayıplısını da alın (zekat hususunda)
Ravi: Hz. İbni Ömer (r.anhüma)

8. Uyuyana ve konuşana iktida etme.
Ravi: Hz. Mücahid (r.a.)

9. Halk için iyi veya kötü, bir hükümet lazımdır. Amma iyisi taksimde adalet yapar, ganimeti aranızda eşit taksim eder. Facire gelince; mü'min onda mübtela kılınır. Halbuki facir hükümet bile "herc"den daha hayırlıdır. Denildi ki; "Herc nedir Ya Resulallah?" Buyurdu ki, öldürme ve yalandır (anarşi)
Ravi: Hz. İbni Mes'ud (r.anhüma)

10. Gerek yere batmak, suret değiştirmek ve gerekse taş yağmak zaruridir. Dediler ki; "Ya Resulallah bu ümmete mi?" Buyurdu ki evet, onlar şarkıcı cariyeler edindiklerinde, zinayı helal saydıklarında, riba yediklerinde, Harem (Mekke)de avlanmayı ve ipek giymeyi helal saydıklarında ve erkekler erkeklerle, kadınlar kadınlarla yetindiklerinde.
Ravi: Hz. İbni Ömer (r.anhüma)

11. "Kıyamül leyl" lazımdır. Deve sağımı veya koyun sağımı kadar olsa da. Yatsıdan sonra yatmadan evvelde yapılan (kılınan namaz) "Kıyamül leyl" den maduttur.
Ravi: Hz. İyas İbni Muaviye (r.a.)

12. Rivayeti (Hadisi) şehadetini kabul edeceğiniz kimselerden alın.
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)

yuksel dedi ki...

Sayfa: 183

1. Herhangi bir adamın canı bir şey çekti de, sonra onu aldı ve tercihan başkasına verdi ise, Allah o kimseyi mağfiret eder.
Ravi: Hz. İbni Ömer (r.anhüma)

2. Hangi kul ki, "La ilahe illallahül kerimül halim, sübhanellahi Rabbil arşil azim, Velhamdülillahi Rabbil alemin." dedi. O kimseye Cehennemi haram etmek Allahü Teala'nın üzerine haktır.
Ravi: Hz. Ali (r.a.)

3. Hangi cenazede buhurdanlık, ateş ve tütsü bulunmaz ise, o cenazeyi yetmiş bin melek teşyi eder.
Ravi: Hz: Yemirül Bedevi (r.a.)

4. Hangi belde ki, orada ashabımdan biri vefat etti ise, o sahabe kıyamet gününde o belde halkına kumandan ve nur olur.
Ravi: Hz. Büreyde (r.a.)

5. Ey insanlar! Sanki bu dünyada ölüm bizim için değil de bizden başkasına yazılmış. Hak da sanki başkasına vacib gibi imiş. Bize göre -az miktardaki- ölüleri götürüyoruz. Komşuya götürüyormuş gibi. (Evleri kabirleri imiş gibi) Miraslarını yiyoruz. Sanki biz ölmiyecekmişiz gibi. Ne mutlu o kimseye ki, kendi ayıbı onu meşgul eder de, başkasının ayıbını görmez. Ne mutlu o kimseye ki, kendi nazarında kendini hor görür de başkasına noksanlık atfetmez. Meskenete düşmeden Allah için tevazu eder ve helalinden kazandığı malı infak eder. Düşkün ve miskin kimseleri hoş tutar. Fıkıh ve Hikmet ehli ile düşüp kalkar. Ne mutlu o kimseye ki, kendini hor görür. Kazancı helal gidişi salih olur ve kimseye bir zararı dokunmasın diye dikkat eder ve insanlardan uzlet eder. Ne mutlu o kimseye ki, ilmi ile amel eder. Malının fazlasını infak eder, sözünün fazlasını ise tutar.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)

6. Ey insanlar! Kimin yanında (ganimet malından veya diğer haklardan) ne varsa, vakti geçti, "rezil olurum" demesin. Getirsin versin. Haberiniz olsun ki, dünya rezilliği ahiret rezilliğinden ehvendir.
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)

7. Ey insanlar! İlim ancak çalışmakla öğrenilir. Fıkıh da öyle, gayretle elde edilir. Kime ki Allah hayır murad ederse onu dininde "fakih" kılar. Kulları içinde, Allah'dan, ancak alimler haşyet duyarlar.
Ravi: Hz. Muviye (r.a.)

8. Ey insanlar! Ben artık ağırlaştım. Beni rüküda ve secdede geçmeyin. Ben sizi geçeyim. Siz geçene yetişebilirsiniz.
Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)

9. Ey insanlar! Kadınlar sizin yanınızda yardımcıdırlar. Siz onları, Allah'ın emaneti olarak aldınız ve onlara yaklaşmanız da Allah'ın kelimesi ile helal kılındı. Sizin için onların üzerinde hak vardır. Ve onlar içinde sizin üzerinizde hak vardır. Yatağınızı kimseye çiğnetmemeleri ve maruf olan hususlarda size baş kaldırmamaları onlar üzerindeki haklarınızdandır. Onlar, bu haklarınıza riayet ederlerse, maruf üzere rızıklandırılıp giydirilmeleri onların hakkıdır.
Ravi: Hz. İbni Ömer (r.anhüma)

yuksel dedi ki...

Sayfa: 184

1. Ey insanlar! Peygamberliğin tebşiratından olarak salih rüyadan başka kalmadı. O rüyayı, ya müslüman kendi görür veya onun hakkında başkaları görür. Agah olun ki, rüku ve secdede Kur'an okumaktan men edildim. Rükuda Rabbi tazim edin. Secdede ise duaya gayret edin. Zira, bu duanız kabule layıktır.
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)

2. Ey insanlar! Yemin ederim ki, Ben size ancak Allah (z.c.hz)'lerinin emrettiğini emrediyorum. Ve nehyettiklerinden de nehyediyorum. Rızkı da iyi yoldan talebedin. Ebul Kasım'ın nefsi kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eceliniz sizi nasıl takip ederse, rızkınız da öylece takip eder. Ve rızıktan yana bir sıkıntınız olursa, Allah Azze ve Cellenin taati dairesinde hareket ediniz.
Ravi: Hz. Hasan İbni Ali (r.anhüma)

3. Ey insanlar! Uhud şehidlerinizi ziyaret ediniz. Ve geliniz, selam veriniz. Nefsim kudret elinde Olana yemin ederim ki, kıyamete kadar, bir müslüman onlara selam verirse, selamını alırlar.
Ravi: Hz. Ubeyde İbni Umeyr (r.a.)

4. Ey insanlar! Dünya, peşin verilen bir metadır. İyi de kötü de ondan nasibini alır. Ahiret ise sadık (değişmez) bir vaaddır. Orada Kadir olan Melik hükmeder. Hak yerini bulur. Batıl ise zail olur. Ey insanlar! Ahiret evladı olun, dünya uşağı olmayın. Zira evlat anaya tabidir. (Yani dünya çocuğu olursanız., dünya gibi mahvolmaya layık olursunuz) Allah'tan korku üzerine amel ediniz Biliniz ki, amelleriniz sizinle yüzleştirilecektir. Ve yine sizler, mutlaka Allah'a mülaki olacaksınız. Kim, zerre miktarı hayır yaparsa onu görecek ve kim de zerre miktarı şer yaparsa onu görecek.
Ravi: Hz. Şeddad İbni Uveys (r.a.)

5. Ey insanlar! Şirkten sakının. Zira bu, karıncanın ayak tıpırtısından daha gizlidir. "Nasıl sakınalım Ya Resulallah?" diye sordular. Buyurdu ki: "Allahümme inna ne'ûzu bike en nüşrike bike şey'en na'lemuhû ve nestağfirüke lima la na'lem." (Yarabbi! Bilerek şirk yapmaktan sana sığınır ve bilmiyerek yaptıklarımızdan da mağfiretini isteriz.)
Ravi: Hz. Ebû Mûsa (r.a.)

6. Ey insanlar! Allah'dan korkun. Allah'a yemin ederim ki, bir mü'min bir mü'mine zulmederse, kıyamet gününde Allah mutlaka ondan mazlumun intikamını alır.
Ravi: Hz. Ebû Said (r.a.)

yuksel dedi ki...

Sayfa: 465

1. Kadın kocasını izni olmadan eve kimseyi alamaz ve izni olmadan döşeğinden kalkıp nafile kılamaz.
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)

2. Gelip de selam vermiyeni içeri almıyabilirsiniz.
Ravi: Hz. Câbir (r.a.)

3. Sabah şafağı böylece-ellerini yayarak uzattı- gözüne gözükmedikçe ezan okuma.
Ravi: Hz. Bilal (r.a.)

4. Allah'ın kullarına eza etmeyin. Onları ayıblamayın ve gizli ayıblarını aramayın. Zira kim müslüman kardeşinin ayıbını ararsa Allah da onun ayıbını arar. Hatta öyleki, evinden çıkmasa da onu rezil eder.
Ravi: Hz. Sevban (r.a.)

5. Bir kadın kocasına dünyada eza ederse, o adamın hurilerden olan zevcesi şöyle der: "Allah kahretsin eza etme ona. Üç günlük koltuğa sığınmış senin yanında muvakkattır o. Kısa zaman sonra seni terkedecek." der.
Ravi: Hz. Muaz (r.a.)

6. Dayanarak yemek yeme, kalbur üstünde de yeme. Camide de ayni yerde namaz kılmayı adet etme. Cuna günü de herkesi çiğneyip geçme. Yoksa kıyamette Allah seni onlara köprü yapar.
Ravi: Hz. Ebud Derda (r.a.)

7. Boğulmuş hayvanı yeme. Zira o şeytanın kestiğidir.
Ravi: Hz Ebu Hureyre ra

8. -Baş parmakla şehadet parmağını göstererek- Bunlarla yemeyin. Şu üçle yeyin, zira bu sünnettir. Beşle de yemeyin, zira o bedevi arabinin yemesidir.
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)

9. Sol elinizle yemeyin, sol el ile içmeyin, zira şeytan sol eli ile yer, solu ile içer.
Ravi: Hz. İbni Ömer (r.anhüma)

10. İki kişiye amir olma ve onların önüne geçme.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)

11. İyice öğrenmeden ve emir olunanı bilmeden "Emri bil maruf ve nehyi anil münker" yapmaya kalma.
Ravi: Hz. İbni Ömer (r.anhüma)

12. İmamdan evvel hareket etmeyin. Tekbir alınca alın. "Veleddâllîn" deyince "amin" deyin. Rüku edince rüku edin, "Semiallahu limen hamideh" deyince "Allahümme Rabbena ve lekel hamd" deyin ve imamdan evvel başınızı kaldırmayın.
Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)

13. Kadın kadına mübaşerette bulunursa ikisi de zaniye olur. Erkek erkeğe de mübaşeret ederse onlar da zanidir.
Ravi: Hz. Ebû Mûsa (r.a.)

14. Bir yığın götürü zahireye mukabil götürü zahire satılmaz. Muayyen bir kileye de yine götürü zahire satılmaz.
Ravi: Hz. Hovat İni Cubeyr (r.a.)

yuksel dedi ki...

Yokluk ispat edilmez.
Hak daima üstün gelir; hakka galebe edilmez.
Buhari, Cenaiz:79.
Dostluk gözü hiçbir ayıbı görmez.
Risale-Nur'da Geçen Ayet ve Hadis Mealleri.sy.234.
Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefs daima kötülüğe sevk eder, ancak Rabbim rahmet ederse o başka...
Yusuf Suresi 12:53.

Paraların içine değeri ölçüsünde altın katılırsa belki de değerini kaybetmeyebilir.

yuksel dedi ki...

(Hazret-i Muhammed (S.A.V.) in ahiret ve dünya arasındaki yeri Makbere-yi mutahharalarıdır. Fakat, Mahşer yerinde, Arasat'taki yeri Makam-ı Mahmud ve Arş-i İlahi'nin sağ yönüdür. Cennetlerdeki yeride Vesile Makamıdır.)

Cebrail ismi Süryani dilinde Cebir ile il kelimelerinden gelmiştir. Cebir kul manasındadır.İl de Allah yahud Rahman, yahud aziz demektir.Böylece Cebrail, Abdullah, Abdurrahman ve Abdulaziz demektir.
Kara Davud
Delail-i Hayrat Şerhi.sy.787,789.

yuksel dedi ki...


M. ES'AD COŞAN
M. Es'ad Coşan Hocaefendi'nin hayatının birbirini bütünleyen iki yönü vardır. İlkinde o; öğretici, bilen, yazan, konuşan bir alim, bir hoca, bir şeyhtir. İkincisinde ise halka karışan, dünyaya açılan, organizasyonel çalışmalar gerçekleştiren, kalabalıklar içinde (yalnız) bir derviştir. Her iki hâlinde de o "hâl"den anlayan bir tasavvuf ehlidir.

Bildiğini bilenlere yakın; bilmediğini bilenlere de (yol) gösteren/anlatandır. O "çokluk içinde birliğin" (kesrette vahdet), bir arada olmanın sadece dinî bir esas olduğunu öne süren bir alim değil, aynı zamanda insanların da bunun şuurunda olmasını ikaz eden bir yol göstericidir.

Hocaefendi her şeyden önce bilinçli bir müslüman ve tasavvuf geleneğinin yirminci yüzyıldaki önemli bir temsilcisi ve gönül adamıdır. İyi yetişmiş bir ilim adamı ve saygın bir akademisyendir. Pazusunu, kafasını ve kalbini birleştirmiş bir ruh sanatkârıdır. Sevgi misyonunu yüklenmiş, vizyonu bütün evreni kuşatmıştır. İnancının verdiği ruhla bütün kabiliyet ve birikimini Rabbinin rızası yolunda, sevdiklerine adamıştır. Onun misyonunun aracısı hizmettir. Bunun içinde insana hizmet vardır, hayvana hizmet vardır, çevreye hizmet vardır?

Hocaefendi bir toplum fedâisidir. Kendisini öncelikle içinde bulunduğu toplumun sonra da sırasıyla bütün müslümanların ve dünyadaki bütün insanların hizmetine adamıştır. Onların her türlü dinî ve insânî meseleleriyle ilgilenmiş çözümler bulmaya çalışmıştır. Onun düşüncesinde insan Allah'a gerçek mânada kul olup yaklaşmak için yaratılmıştır. İnsan Yaradan'a yaklaştığı oranda O'nun var ettiklerinin içine girer. Bu yüzden toplumsallık, sosyallik inancın vazgeçilmez bir şartıdır. O, bütün yaratılmışların aslında Allah'ın birer mü'min kulu olduğunu bilir; onlarla el ele gönül gönüle verir; konuşur, söyleşir, hâlleşir, dertleşir. Buna kemâl denir. Diğer bir söyleyişle, insan, yaratılmışlarla hemhâl olması, onlara hizmet etmesi oranında yaratanına yaklaşır. Bu bir gerçeğin iki yüzü gibidir. Hocaefendi bu ruh halini yaşamış büyük insanların yolundadır. Hz. Peygamber mi'râca çıktığı, Rabbisi'ne en fazla yakın olduğu bir gecenin sabahında, kendisinin hizmetine muhtaç olan toplumun içine geri dönmemiş miydi?

Hocaefendi'ye göre kâmil insan ve mükemmel toplumun ana esasları Peygamberimiz tarafından çizilmiştir. O yüzden onun hayatı ve öğretileri iyi kavranmalı, bugüne taşınmalı ve hayata hakim olmalıdır.

Es'ad Coşan Hocaefendi'de düşünce ile aksiyon, ilim ile amel atbaşıdır. O, hâli yaşayan bir îman ve aksiyon adamıdır. O sadece tebliğ odaklı değil aynı zamanda temsil odaklı bir çalışma tarzına sahiptir. Çünkü insanlar önlerinde en iyiyi yapan model şahsiyetler ararlar.

yuksel dedi ki...


Hocaefendi'ye göre hizmetin kişilere bağlı olmaması topluma mâl edilmesi ve devamlılığının sağlanması lazımdır. Bu da kurumlaşmayla mümkündür. Bu yüzden, çok yönlü bir kişiliğe sahip olan Hocaefendi, her kademeden hizmete talip olmuş, psikolojik, pedagojik ve tıbbî meselelere varıncaya kadar geniş bir hizmet alanında insanların her türlü ihtiyaçlarını temine dönük çalışmalar yapmış ve bunların kurumsallaşmasına özen göstermiştir.

Hocaefendi, gösterişten uzak, Allah rızası odaklı, melâmet neş'esi çizgisinde, hayatın dinamikliğini göz ardı etmeyen, cami ve/veya onun fonksiyonlarını yüklenecek bir tasavvuf ve hizmet anlayışına sahiptir. Bu yönüyle, tasavvuf telakkisinin, yaşadığı zamanda halk ve entelektüel kesim tarafından benimsenmesine vesile olmuş, tekke sonrası veya başlangıca dönüş anlamında takip edilmesi gereken önemli ufuklar açmış bir şahsiyettir.

Hocaefendi'ye göre, bu dünyanın, bu hayatın, yaşanabilir hâle gelmesi için ilme ve tekniğe büyük ölçüde ihtiyaç vardır. Fakat ona göre bu, bir ilim ve teknik makyavelizmine de yol açmamalıdır. Çünkü insanın gerçek tatmini mânevî dünyadadır.

İnsanın mânevî dünyasının gelişmesinin temel şartlarından biri de sosyal vazifeleri icra etmesidir. Salih insan olmak yetmez; aynı zamanda muslih insan olmak makbuldür. Ferdin ıslahı ve toplumun gelişmesi aynı realitenin iki yüzüdür. İslâm, toplumu bütünleştirebilen kıymet hükümlerine sahiptir. Ona göre insan kadar, sosyal vazifeler, âdâb-ı muâşeret, cemiyet hayatı, düzeni, refahı, salâhı, felâhı da çok mühimdir. Toplumu mutluluğa götüren her şey sevap, huzuru bozan her şey de günahtır. Bu yüzden günlük hayat onun için kutsaldır.

Hocaefendi'ye göre, dünya bir ibadet mâbedi/mahalli, âsumân (gökyüzü) da onun kubbesidir. Cami bunun bir nevi küçük bir prototipidir. Cami insanı bu bilinç düzeyine ulaştıracak argümanlara sahiptir.

Kendi benliğini silen güçlü bir kişiliğe sahip olarak, kitleleri omuzlarında taşıma pahasına kemikleşmiş değerleri değiştirip kendisiyle ve toplumuyla barışık insan tipini yetiştirmeyi hedeflemiş, toplumu iyiye, güzele yönlendirmiştir. Bunu Kur'an ve hadis metinlerini dikkatli bir şekilde okuyan ve bunları pratik hayata aktarma kabiliyeti yüksek olan bütün çağların yükselen değeri tasavvuf ve onun temel öğretisi olan sevgi ile yapmıştır.

yuksel dedi ki...



Hocaefendi, bir ayağı Kitab ve Sünnet'e sıkı sıkıya bağlı diğer ayağıyla da dünyayı dolaşan misyon ve vizyonuyla, yaşadığı zamanın gereği olan hizmet alanlarını üretmiş bir salih ve muslih müslümandır. Hedeflerinden önemli bir bölümünü gerçekleştirdiği, geride pek çok kurum ve o kurumlara ait hizmetler bıraktığı görülür. Daha da önemlisi, geliştirdiği projelerle toplumsal faaliyetlerin hem yürütülüş tarzı hem de muhtevaları bakımından çığır açıcı ve ilham verici adımlar atmış, bir anlayış yenilenmesine zemin hazırlamıştır. İslâm'ın salt bireysel bir inanç olmadığını, toplumsal düzeyde yaşanabileceğini ve bunun toplum ve ülke açısından son derece faydalı sonuçlar üretebileceğini de fiilen göstermiştir.

yuksel dedi ki...

Âhiret inancı,dinin temeli, sorumluluk duygusunun ve dolayısıyla dünyadaki bütün iyiliklerin asıl kaynağıdır.Çünkü inanan bir kul buradaki bütün iş ve hareketlerinden, eksiksiz olarak sorguya çekileceğini, hesap vereceğini bilir.Bu sebepten hayırlarını artırmaya, kötülüklerden uzak durmaya çalışır.
Ahiret İnancı
Başmakaleler 4.
İdeal Yol
Prof.Dr.Mahmud Esad Coşan.
sy.46.

yuksel dedi ki...

Her Tembelliğin, Her İhmalin, Her Günahın Cezası Gelir
M. Es'ad Coşan
Her tembelliğin, her ihmalin, her günahın cezası gelir.

Müslüman ülkelere bakıyorsun, felaket üstüne felaket!..
Neden?

Birlik yok, dirlik yok, ihlâs yok, takvâ yok!

Suçlar birikiyor birikiyor; Allah bir ceza gönderiyor. Ya içerden bir fitne ya dışardan bir düşman oluyor.

Çare?

Bütün içtimaî, siyasî, beynelmilel dertlerin çaresi Allah’a güzel kulluk etmek! Çare, Allah’ın dinine dönmektir! Çare, tevbe edip güzel kulluğa yönelmektir; başka çare yok!

Eski ümmetlerin başına gelen felaketlerin neden geldiğini öğrenmek lazım. Âd kavmi niçin helâk oldu, Semûd kavmi niçin helâk oldu, Firavun’un kavmi nasıl helâk oldu, Nemrud nasıl mahvoldu?.. Bunları bilmek lazım. Yeryüzüne ibretle yayılıp incelemek lazım

yuksel dedi ki...

Kalp Eğitimi Yapacağız
M. Es'ad Coşan
“Muhammed’in canı, nefsi elinde olan Allah’a yemin olsun ki.”

Lâ yestekîmü dînü abdin hattâ yestakîme lisânüh. “Kişinin dili doğru düzgün olmadıkça dini doğru düzgün bir din olmaz.”
Doğru sözlü olacak, söyledi mi doğru söyleyecek, sözü senet olacak.

Ve lâ yestekîmü lisânühû hattâ yestakîme kalbühû. “Dilin doğruluğu da kendi kendine olan bir şey değil. Kalbi, gönlü doğru olacak da, söylediği söze dikkat edecek de dili o zaman doğru olacak.”

Temel; gönlün, kalbin temiz olması.

Kalbin temizliği için de çalışmak lazım. Kalbin temizliği tasavvufla, mânevî eğitimle oluyor.

Onu yapmıyor, ona düşman oluyor, ona saldırıyorlar.

Öyle bir eğitim olmayınca kalbi müstakim olmuyor. Kalbi müstakim olmayınca dili de müstakim olmuyor. Halbuki dilin müstakimliği, kalbin müstakimliğine bağlı!

Kalp eğitimi yapacağız; gönül eğitimi, iç eğitimi, vicdan eğitimi yapacağız.

Nefsimizi ıslah edeceğiz

yuksel dedi ki...

Resûlullah’a İtaatin Şekli Nedir?
M. Es'ad Coşan
“Resûlullah’a itaatin şekli nedir? Ben Resûlüllah’a nasıl itaat edeceğim hocam?”

Resûlullah’ın sünnetini kitaplardan okuyacaksın, öğreneceksin, hayatını ona göre düzenleyeceksin, ona göre yaşayacaksın. Ne emretmişse yapacaksın!
Onun için Ramazanda kardeşlerim bana soruyorlar:

“Ne okuyalım?”

“Riyâzu’s-sâlihîn’i okuyun!” diyorum.

Sahih hadîs-i şerîflerin anlatıldığı bir kitap, kolay bir kitap. Herkesin evinde var, tercemesi var, İngilizcesi var. Şerhleri, açıklamaları var, Türkçesi var. Alın, okuyun, kurtulursunuz. Riyâzu’s-sâlihîn’i okursanız, kurtulursunuz.

Hocamız Gümüşhânevî Ahmed Ziyâüddin Efendimiz’in Râmûzü’l-ehâdîs’i var. O büyük bir mürşid-i kâmil olduğundan, kendisinin uygun gördüğü başka hadîs-i şerîfleri de almış. Onlara bazıları itiraz ediyor. Benim talebelerimden üniversitede hoca olan bazı kimseler;

“İşte bu hadisin senedi şöyle. Bu hadisin senedi böyle.” diyorlar.

“Pekiyi güzel, senin de bu itirazını mâzur göreyim ama sen sahih olan hadislere kendi hayatını uyduruyor musun? Bırakalım senin itiraz ettiğin hadîs-i şerîfleri kenara, onların münakaşasını sonra yapalım. Sen sahih olduğuna kendinin de kânî olduğun hadîs-i şerîfleri uyguluyor musun? Giyiminde, kuşamında, tıraşında, oturmanda, kalkmanda, düğününde, selamlaşmanda… her şeyinde sünnet denilen şeyi yapıyor musun? Gece teheccüde kalkıyor musun, Peygamber Efendimiz’in tavsiye ettiği tesbihleri çekiyor musun? Kendini tam müslüman sanıyorsun da, herkesi kusurlu görüyorsun da senin tam müslümanlığın yüzde kaç, binde kaç? Binde bir mi, binde on mu, binde onbeş mi, ne?” diye onlara sormak lazım!.

yuksel dedi ki...

Biz Ne Yapmak İstiyoruz
M. Es'ad Coşan
Allah âhir zamanın fitnelerine bulaştırmasın. Nefse esir, şeytana da maskara etmesin. Peygamber Efendimiz’in yolunda, Kur’ân-ı Kerîm’in yolunda yürütsün.

Biz ne yapmak istiyoruz?
Sizi Kur’an’ın yoluna, Peygamber Efendimiz’in yoluna sokmak istiyoruz; onu öğretmeye çalışıyoruz.

Siz Kur’an’ın ehli olun ne mutlu! Peygamber Efendimiz’in sünnetinin yoluna girin, Efendimiz’e has ümmet olun, ne mutlu! Biz bunu istiyoruz. Başka hiçbir şey istemiyoruz. Sizden para istemiyoruz. Bizim paramız pulumuz çok, size de verebiliriz! Allah’ın izniyle paraya ihtiyacımız yok, para istediğimiz yok.

Elhamdülillah, Allah bizi kimseye muhtaç etmemiş, maddî menfaat istemiyoruz, rey istemiyoruz, oy istemiyoruz, mevkî istemiyoruz, makam istemiyoruz!..

Ne istiyoruz?

“Allah aşkına, Allah’ın has kulları olun! Kur’an ehli olun, Kur’an’a hizmet edin, Peygamber Efendimiz’in sünnetine sıkı sarılın! Aman sapıtmayın, aman şeytana uymayın, namazlarınızı, ibadetlerinizi ihmal etmeyin!..” diyoruz.

Kurtlar kapmasın diye, çoban gibi sizi korumaya çalışıyoruz.

Allah sizi kurtlara kaptırtmasın, yolundan ayırmasın. Ömrünüz boyu hep sevaplı işler yapmanızı nasip etsin; günahlardan, haramlardan korusun.

İşler çatallaştığı, karıştığı, müphemleştiği zaman, hakkı hak olarak görmeyi nasip etsin, basiret sahibi etsin. Batılı, yanlışı yanlış olarak görüp ondan korunmayı, her işinizi Allah rızasına uygun yapmanızı nasip etsin.

Her türlü haramdan korusun, kazancınızın helal olmasını bilhassa nasip etsin. Çünkü insan haram lokma yediği zaman dengesi bozulur. Hapı yuttuğunun resmidir. Bir insan haram lokma yedi mi artık onu kimse kurtaramaz!

yuksel dedi ki...

Müslümanın Yaşayış Tarzı Nasıl Olacak
M. Es'ad Coşan
Müslümanın yaşayış tarzı nasıl olacak?

Eve çabuk gelecek, akşam namazında evde olacak. Ekseriyetle oruçlu olurlar. Evin ailenin prensibi akşamleyin herkesin evde olması. Delikanlı da, baba da ötekisi de gelecek. Akşam namazından sonra sofrada aile toplanacak. Yatsıyı kılacaklar. Yatsıdan sonra oyalanmayıp yatacaklar. Teheccüd namazına kalkacaklar, teheccüd namazından sonra camiye cemaate gelecekler. Çünkü yatsı namazıyla sabah namazını cemaatle kılmayı başaran bir insanın bütün günü ibadetle geçmiş gibi sevaplı olur. Sevabı o kadar çok olur.
Onun için sabah namazını, yatsı namazını kaçırmamak lazım. Peygamber Efendimiz;

“Yatsı namazına, sabah namazına münâfıklar gelemez, gelmeye güç yetinemez!” diyor.

Neden?

Ya yorgundur, ya yemekten sonra rehavet çökmüştür ya da yataktadır da sabah namazına kalkmak zor gelmiştir. Müslüman öyle olmayacak.

Müslümanın yaşam tarzı böyle!

yuksel dedi ki...

Alim İthal Edin
M. Es'ad Coşan
Alim ihtiyacı bir insana sudan, havadan, ekmekten, gıdadan önce gelir. Yoksa getireceksiniz.

“Bizim beldede hiç vaiz yok, hiç hoca yok. Hiç Arapça bilen, bize meselemizi sorduğumuz zaman cevaplandıracak insan yok.”
İthal edin. Avrupa’dan Mercedesi ithal etmesini biliyorsun. Filanca makineyi, kamerayı, aleti, edevâtı, mutfak mikserlerini, levazımâtını, elektrikli fırınları, buzdolabını, her şeyleri ithal etmesini biliyoruz. Alim ithal edin, dininizi öğrenin. Çünkü alim size dininizi öğretecek, Kur’an’ı öğretecek; âhireti kazandıracak, cenneti kazandıracak.

Allah bizi inşaallah bu şuurda eylesin

yuksel dedi ki...

Adil İmam
M. Es'ad Coşan
Peygamber Efendimiz; “Kıyamet gününde azap bakımından en şiddetli azaba mâruz olacak kimse.” İmâmun câirun. “Cevredici, cevr ü cefâ edici imamdır.” buyurmuş.

“Ha cami imamları demek ki zulmederse çok büyük azaba uğrayacaklar.”
Hayır.

İmam; Arapça’da “bir kavmin, bir ümmetin önüne geçen, başkanlık eden kimse” demek. İmam sadece camide namaz kıldıran kimse değil. İmam bir ümmetin başına geçen kabile reisi, devlet başkanı, hükümdar, padişah, melik vs. Ümmetin idarecisi, yani bir grup insanın başına geçip ona başkan olmuş olan kimse.

Adı ne olursa olsun; ister “Kayser” de, ister “Sezar” de, ister “Kisra” de, istersen “melik” de, ister “padişah” de, ister “şah” de, ne dersen de, bir kavmin başında mı, idareci mi, güç kuvvet elinde mi; askeri var, şusu var, busu var, öteki insanlar ona tâbi...

Eğer o gücünü kuvvetini hayra kullanırsa, adaletle hükmederse Allah indinde en makbul insan olur.

Allahu Teâlâ hazretleri adaletli imamın duasını bile reddetmez. Adaletli imamın, önderin, başkanın karşısına çıkıp da onu üzene bir beddua etti mi, Allah o beddua edileni tepe taklak aşağı götürür.

Adaletle hükmettiği zaman o kadar duası makbul insanlardan birisidir. En büyük sevabı alır. Çok büyük ecirler kazanır.

Ama zulmettiği, cevr ü cefâ ettiği zaman da en büyük azaba uğrayacak olanlar onlardır.

“Sen dünyada iken elinde fırsat vardı, o zavallıcıklara, yoksullara zulmettin; fazla vergi aldın, hapse tıktın…”

Orada hesabını verecek çünkü bunun bir de öbür tarafı var.

yuksel dedi ki...

Niyet Okla Nişan Almak Gibidir
M. Es'ad Coşan
Niyet okla nişan almak gibidir. Niyetin doğru olursa hedefi vurursun, niyetin eğri olursa hedefe vurmazsın. Ok, “vın” der, başka yere gider, olmaz. Onun için müslüman her şeyde mutlaka niyetini kontrol edecek.

Namazı kılıyorsun, neden?

Allah emretti, O’na kulluğumu arz edeyim diye.

Oruç tutuyorsun, niye?

Allahu Teâlâ hazretleri emretti, “Oruç tutun.” buyurdu, ondan... Nefsim ıslah olsun, takvâ ehli olmayı ve nefsimi tutmayı öğreneyim, irademi kuvvetlendireyim, iyi kulluk yapayım diye.

Parayı neden veriyorsun?

Allah emretti. Zenginin malında fukarânın gözü var, hakkı var. “Zekat verin” demiş, vermek de zor geliyor ama Allah emretmiş.

Niye askere, cihada gidiyorsun?

Can kıymetli ama Allah rızası daha kıymetli... Allah, “Yeri gelince canınızı verin.” demiş, ondan gidiyorum.

İlmi neden öğreniyorsun?

Allah’ın rızasını öğreneyim de kendim Allah’ın rızasını kazanayım, başkasını da o yola çekeyim.

Her şey Allah rızası için olacak. Kim Allah rızası için alırsa, verirse, kızarsa, severse o insan imanını kemale erdirmiş olur, gerisi boştur, bir işe yaramaz.

Allah için seveceksin, Allah için kızacaksın.

Şu adama neden kızıyorsun?

Sorma, bu adam bana iyilik de yaptı ama Allah’a âsi geliyor, Allah’ın emirlerine aykırı geliyor. Bana istediği kadar menfaati olsun, Allah’a âsi geliyor, ondan sevemiyorum. Düzelsin ayağının turabı olayım, hak yola gelsin ayağını öpeyim, başımın tâcı olsun. Ama şimdi yanlış yolda…

Peki, şu fukarâyı neden seviyorsun?

O fukarânın üstü başı perişan ama altın gibi, elmas gibi bir kalbi var, ondan seviyorum. Çok iyi ve gözü yaşlı bir müslüman o. Giyim kuşamı güzel değil ama Kur’an okurken gözyaşlarını tutamaz, gücünün yettiği kadar hayır yapmaya çalışır… Yüzü isterse kara olsun, isterse saçı kıvırcık Arap olsun, zenci olsun, çirkin olsun kalbi pırlanta gibidir. Ondan seviyorum.

İnsan o hâle gelirse Müslümanlık odur. Yoksa dış görünüşe aldandı mı yandı.

yuksel dedi ki...

Elimden Gelse Önce Kur’an’ı Ezberletirim
M. Es'ad Coşan
Mühim olan, bizim yıllardır söylediğimiz husus;

“Aman! Kur’an’a sımsıkı sarılın! Çünkü imanın hakikatleri, Allah’ın rızası Kur’an’a sarılmakta, Kur’an’ın içinde. İmanın hakikatleri, bütün iman gerçekleri orada; aman Kur’an’a iyi sarılın!”

Bana kalsa ben elime geçen yetiştirdiğim çocuklara öğretmeye, ezberletmeye Kur’an’dan başlarım. Önce Kur’an’ı ezberletirim. Sonra hadîs-i şerîfleri öğretirim. Tabi hadîs-i şerîf Kur’ân-ı Kerîm’i en iyi şekilde izah ediyor ve bir de teferruatı bize bildiriyor. Kur’ân-ı Kerîm’de olmayan incelikleri, teferruatı bize tafsil ediyor, açıklıyor.

“Kur’ân-ı Kerîm’de olmayan” deyince, yanlış anlaşılmasın. Mesela Kur’ân-ı Kerîm’de Allahu Teâlâ hazretleri şöyle buyuruyor:

وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَءَاتُوا الزَّكَاةَ

Ekîmu’s-salâte ve âtü’z-zekâh. “Ey mü’minler! Namazı kılınız ve zekâtı veriniz!”1

Biz namazı nasıl kılıyoruz, düşünün: Abdest alıyoruz, ondan sonra geliyoruz, âzâlarımızı yıkıyoruz, kıbleye dönüyoruz, ondan sonra Allahu Ekber deyip namaza duruyoruz. Namazın kılınış şeklini hatırlayın. Bu teferruatın hepsi Kur’ân-ı Kerîm’de yok. Bu teferruat Peygamber Efendimiz tarafından bize bildirilmiş.

yuksel dedi ki...

Sayfa: 466

1. Ümmü veled satılmaz.(Ümmü velet: Çocuk annesi olan cariye)
Ravi: Hz. Havvat İbni Cubeyr r.a

2. Salahı zahir oluncaya kadar meyva (ağacında iken) satılmaz.
Ravi: Hz. İbni Ömer (r.anhüma)

3. Salahı zahir olmadıkça ve afet ondan gitmedikçe meyvayı satın almayın.
Ravi: Hz. İbni Ömer (r.anhüma)

4. Taş atmaca alış veriş yapmayın. Birinin fiatı üzerine de fiat vermeyin. El koymaca da (görmeden, bakmadan) alış veriş yapmayın. Kim, sütü sağılmadan bırakılmış bir hayvanı alır da hoşlanmayıp geri verecek olursa bir ölçek de zahire versin.
Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)

5. Birbirinize karşı buğz etmeyin, münasebetlerinizi kesmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, çekememezlik yapmayın. Ey Allah'ın kulları Allah (z.c.hz.)nin emrettiği gibi kardeş olun. Bir müslümanın, kardeşini üç günden fazla terk etmesi helal olmaz.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)

6. Selamdan evvel söze başlamayın. Kim selamdan önce söze başlarsa ona cevap vermeyin.
Ravi: Hz. İbni Ömer (r.anhüma)

7. Şarkıcı cariye satmayın, onları satın da almayın. Onlara öğretmeyin. Bunların alış verişinde hayır yoktur. Parası da haramdır.
Ravi: Hz. İbni Ömer (r.anhüma)

8. Secdede ellerini avucunun üstüne dayayıp koltuklarını da böğürlerinden açarsan, her azan seninle secde etmiş olur.
Ravi: Hz. İbni Ömer ra.

9. Ağlama ya Ebu Hureyre, dünyada açlık çekip, Allah'ın mağfiretini ümid eden kimse, kıyamette şiddetli azaba maruz kalmaz.
Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)

10. Ağlama (Ey Osman r.a) Nefsim yed-i kudretinde Olana yemin ederim ki, yüz kızım olsa ve vefat etseler bir tane kalmayıncya kadar sana verirdim. Ve işte Cibril (a.s), Allah (z.c.hz.)nin ölen kızım yerine kardeşini sana vermemi emrettiğini, mehrini de aynen yapmamı haber verdi. (BunuHz. Osman (r.a.)'ya söylemişti)
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)

11. Ağlama, zira Cebrail (a.s) Bana haber verdi ki, humma ümmetimin Cehennemden payıdır.
Ravi: Hz. Âişe (r.anha)

12. Ağlama ya Ömer (r.a) dağların altın olarak hareket etmesini dilesiydim, hareket ederlerdi. Eğer dünyanın Allah'ın indinde sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı kafirlere ondan bir şey vermezdi.
Ravi: Hz. Ataa (r.a.)

13. Umuru diniyyeyi ehli ele aldığı zaman dine ağlamayın ve lakin onu ehli olmıyan üzerine alırsa ona ağlayın.
Ravi: Hz. Ebû Eyyub (r.a.)

14. Bir dinarı iki dinara, bir dirheme, bir Saa'yı iki Saa'ya satmayın. Zira Ben sizin üzerinize ribadan korkarım. Denildi ki; "Ya Resulallah adam bir atı bir çok at karşılığında satıyor. Cins deveyi de alalade deve karşılığında satıyor." Buyurdu ki, peşi olursa zararı yok.
Ravi: Hz. İbni Ömer (r.anhüma)

yuksel dedi ki...

Sayfa: 185

1. Ey insanlar! İki şey vardır ki, onların şerrinden Allah'ın koruduğu kimse, Cennete girer. Bunlar; iki çene arası ile iki bacak arasıdır.
Ravi: Ensardan biri (r.a.)

2. Ey kayıbını ilan eden kimse! Onu bulmak sana nasib olmasın. Camiler, bunun için inşa edilmedi. (Kayıbını yüksek sesle mescidde ilan eden bir kimse için bu hadis buyurulmuştur.)
Ravi: Hz. Ebû Bekir İbni Muhammed (r.a.)

3. Ey ümmet; Sizin bilmediklerinizden korkmam. Bakınız, bildiklerinizi nasıl yapıyorsunuz? (Buna dikkat edin)
Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)

4. Allah'dan korkun. Ashabım hakkında Allah'dan korkun. Benden sonra onları hedef edinmeyin. Kim ki onları severse, Bana olan muhabbetinden sever. Ve kim de onlara buğz ederse, Bana Buğz etmiş demektir. Ve kim onlara eza ederse, Bana eza etmiş ve kim de Bana eza etmiş ise Allah'a eza etmiş olur. Ve onu da Allah'ın perişan etmesi yakındır.
Ravi: Hz. Abdullah İbni Mugaffel (r.a.)

5. Allah'dan korkun, ashabım hakkında Allah'dan korkun. Kim ki onlara buğz ederse Bana buğz etmiş demektir. Kim de onları severse, Bana olan muhabbetinden sever. "Ey Allahım! Onları seveni sev. Ve onlara buğz edene buğz et."
Ravi: Hz. Enes (r.a.)

6. Allahu ekber. Harab oldu Hayber. "Biz, bir kavmin sahasına konaklarsak, o korkutulanların sabahı ne fena olur."
Ravi: Hz. Ebû Talha (r.a.)

7. Yarabbi! Hacıları ve onların dua ettiklerini de mağfiret et.
Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)

8. Yarabbi: Barastan, cinnetlerden, cüzzamdan ve kötü hastalıklardan sana sığınırım.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)

9. Yarabbi; Medine'ye, Mekke'deki bereketin iki mislini ver.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)

10. "Ey Allahım! Ey insanların Rabbi! Sıkıntıların gidericisi, şifa ver. Sen Şafisin, Senden başka şafi yoktur. Şifa ver. Öyle bir şifa ki, hiç bir hastalık bırakmasın. (Hastaya okunacak duadır)
Ravi: Hz. Enes (r.a.)

11. Yarabbi; Ahiret hayrından başka hayır yoktur. (başka bir rivayette, ahiret hayatından başka bir hayat yoktur) Ensar ve muhacirlere mağfiret et. (Hendek günü buyurulmuş)
Ravi: Hz. Enes (r.a.)

12. Yarabbi! Muaviye'ye (r.a) kitabı öğret, hesabı, (feraizi) de öğret ve azabtan da koru onu.
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)

yuksel dedi ki...

“Diyanet Din Dışı Yönelişlere Müdahale Etmeli” - Altınoluk
Sayı : 391 - Eylül 2018 - Sayfa : 6
İstanbul Müftüsü Prof. Dr. Hasan Kâmil Yılmaz ile....
Cemaat, Tarikat, Örgüt vs. üzerine…

“Diyanet Din Dışı Yönelişlere Müdahale Etmeli”

Tarikat ve benzeri yapılar Diyanetle irtibatlandırılmalı ama Diyanet Damoklesin kılıcı gibi herkesin kafasının üstünde değil, uzaktan yanlış yapanı takip ve rehberlik etmeli.

ALTINOLUK: Cemaat, tarikat, örgüt ya da teşkilat… Bunlar İslam toplumlarında artan yoğunlukta gündeme gelen kelimeler. Belki her biri bir toplumsal yapılanmayı ifade ediyor. Son zamanlarda gündeme gelişi daha çok problem niteliği ile oluyor. Yok edilsin, denetlensin gibi yaptırım çağrılarının yanında “bunlar niye var?” gibi sorgulamalarla ya da her toplumda bunlar olur, İslam toplumlarında da bir ihtiyaca tekabül ediyorlar, şeklinde savunmalarla gündeme geliyorlar. Zatıaliniz hem tasavvuf alanında kendini yetiştirmiş bir ilim adamı hem de devletin bu alanları tedvir etmek için oluşturduğu bir müessesede Diyanet’te önce başkan yardımcılığı yapmış halen de İstanbul gibi çok çok önemli bir şehrimizde müftülük görevini deruhte eden bir kişi olarak bizce pek çok konuya açıklık getirecek konumdasınız. Onun için en baştan başlayarak soralım. En müspet manasıyla bir İslam toplumu için cemaat, tarikat, sivil toplum kuruluşu olarak örgüt ya da teşkilat nereye oturuyor? Yani peşinen bir negatif bakış mı? Yoksa bir tabii oluşum hadisesi olarak mı görmeliyiz bu yapılanmaları?
PROF. DR. H. KAMİL YILMAZ: Bismillahirrahmanirrahim. Ve bihi nestain. Efendim, tarikat, cemaat, teşkilat ve örgüt bunların hepsi öncelikle insan vakıasıyla alakalı. İnsan dediğimiz varlık ictimai ve sosyal bir varlık olarak tanımlandığına göre insanoğlu, paylaşmaya, bir arada bulunmaya ihtiyacı olan bir varlık. Ve bu ihtiyaca cevap vermek üzere oluşan kurumlar, ki bunların başında da din gelmektedir. Bu tür sosyal arayışlara cevap verecek kurumlardır

yuksel dedi ki...

Aslında Efendimiz aleyhisselatü vesselamın Mekke’deki davetinde bile böyle bir arayış içerisinde olduğunu biliyoruz. Mabed; yâni Kâbe buna müsait olmadığı için, Erkam’ın evinde sahabesini toplamış, orada cem olmuşlar, göz göze gelmişler, diz dize oturmuşlardır. Böylece duygular transfer oluyor, heyecanlar paylaşılıyor, öfkeler paylaşılıyor, yara açılmışsa yaralar tedavi ediliyor. Konuşularak bir çözüm üretilmeye çalışılıyordu. Yani herkesin derdi kendi içinde saklı kalmıyor veya bir kişinin çözümü varsa o da kendine ait kalmıyor, ortak çözümlerle sosyolojik problemlere çözüm aranıyor. Aslında insanoğlunda, Batılıların taç badi (touch body) dedikleri bedensel dokunmaya ihtiyaç var. Bu, fıtrȋ bir ihtiyaç. Bir araya geliş, insanların birbirine dokunması demek, bu musafaha ile olabilir, muanaka (kucaklaşma) ile olabilir, konuşma veya göz teması ile olabilir. Yani bunun bir şekilde olması gerekiyor.
Bu ihtiyaca cevap vermek üzere Mekke döneminde Erkam’ın evinde başlayan buluşmalar, Medine’ye bile varmadan Kuba’da bir mescitle taçlanıyor. Nihayet Rasulullah Efendimiz Medine’ye varır varmaz, bir medeniyet merkezi gibi Mescid-i Nebiyi kuruyor. Ashabın hayatının büyük kısmı mescitte inşa ediliyor. Yani sadece namaz yeri değil mescid. Orası aynı zamanda meşveret yeri, aynı zamanda devlet umûrunun görüşüldüğü yer, aynı zamanda mahkemelerin görüldüğü yer, aynı zamanda bir istirahat yeri. Dolayısıyla Asr-ı Saadetten itibaren bu fıtrȋ ihtiyacı karşılamak, daha çok cami merkezli düşünülmüş ve camii civarında şekillenmiştir. Ama gelişen toplum yapısı, yeni fetihlerle oluşan farklı değerler vs. caminin dışında da bir takım yapılanmalara ihtiyaç olduğu gerçeğini gündeme taşımıştır. İşte medreseler, tekkeler, hânkâhlar, fütüvvet teşkilatı dediğimiz, gençlere yönelik örgütlenmeler bu sosyal ihtiyacın bir devamı olmak üzere İslam toplumunda, ta baştan beri, yani Efendimizin vefatını müteakip hemen, hicri ikinci-üçüncü asırlarda oluşmaya başlamıştır.

yuksel dedi ki...

ALTINOLUK: Şu tarz itirazlar var mı? Cami var, niye ayrı bir hânkâhta, tekkede buluşuyorsunuz diye.
H.K. YILMAZ: Olabilir. Ama şu var: İslam ülkelerindeki insan yapılarının hepsinin fıtratları, meşrepleri aynı değil. Yani bunlar cami gibi ortak mekânda, günde beş defa, haftada bir defa buluşabilirler. Ama bunların birbirlerinden duygu transfer etmesi, birbirlerinin ortak değerlerini paylaşması için daha özel mekânlara ihtiyacı olduğu âşikar. Bu mesleki arayış için de düşünülebilir. Bir şair, şair meclislerinden hoşlanacaktır. Bir edip keza yine öyle. Bir sanatkâr, sanat meclislerinden hoşlanacak, oralarda arayış içerisinde olacaktır. Dolayısıyla bunu biraz o fıtri temayüller, kabiliyetler ve arayışlarla alakalı olarak görmek lazım. Zaten bütün İslam tarihi boyunca bu tür tekke, tarikat, cemaat vesaire gibi farklı arayışların ortak paydası hep cami olagelmiştir. Yani cami olmazsa olmaz olarak zaten ortada duruyor. Ana buluşma yeri cami ama, tâlȋ olarak bu tür yerlerde de buluşulduğu olmuştur. Efendimizi de düşündüğümüz zaman, Asr-ı Saadette de uygulamaları var bunun. Asr-ı saadette Efendimizin beş vakitte buluştuğu sahabileri var . Bunlar hakikaten kâffeten âmme bütün sahabiler; kadınlar, erkekler ve çocuklar. Bir de ashab-ı suffe var. Ashab-ı suffe daha özel bir grup. Namaz vakitleri dışında da onlar orada. Hatta orada yatıyorlar. Hazreti Peygamber (s.a.v.) Mescidi saadetten çıkıyor, “bir uğrayayım şuraya” diyor icabında. Elinde süt tasıyla geliyor. Onlara süt ikram ediyor. Konuşmalarını dinliyor, derslerini takip ediyor. Efendimizin özel ilgilendiği, özel görüştüğü bir grup onlar.
ALTINOLUK: Sanki sahabenin özel zikir meclisleri yaptığı şeklinde bilgiler de var.
H.K. YILMAZ: Tabi hem zikir var, hem ders var. Hatta meşhur bir hâdisedir, Efendimizin yanında durumlarına göre bir yanda duâ, kelime-i tevhid veya tesbihat ile meşgul olan sahabiler var, diğer tarafta da ilmi müzakere yapan sahabiler var. Bir onlara bakıyor Peygamberimiz bir onlara bakıyor ve: “Ben muallim olarak gönderildim” diyerek ilim talim edenlerin yanına oturuyor. Dolayısıyla Mescid-i Nebide her sahabinin ortak buluşması diye bir durum yok. Ortak payda var. O ne? Mabed ve cami. İbadet olarak orada hep beraberler. Beş vakit namazda, Cuma namazında beraberler. Ama namazın dışındaki zamanlarda kimisi ticarethanesine gidiyor, işine bakıyor. Kimisi ailesinin yanına gidiyor. Bir kısmı da orada kalarak başka işlerle meşgul olmaya devam ediyorlar. Bu süreç daha sonra, tabiri caizse daha da ihtisaslaşıyor. Medreseler doğuyor, küttab dediğimiz özel medreseler doğuyor…

yuksel dedi ki...

ALTINOLUK: Bu farklılaşmalar hangi alanlarda oluşuyor. Mabedden ayrı hangi alanlarda yeni yapılar ortaya çıkıyor?
H.K. YILMAZ: İlim meclisleri doğuyor, irfan meclisleri, sanat meclisleri, gençlik yani fütüvvet teşkilatları doğuyor. Bu fütüvvet teşkilatları hicri üçüncü asırda başlıyor ve beşinci asırda iyice teşkilatlanan örgütler haline geliyor. Bunu şunun için söylüyorum; bu tür örgütlenme ve cemaat gibi yapılanma hususiyeti insan fıtratıyla doğrudan alakalı. İnsanların arayışları olduğu için, İslam toplumu da bu arayışları çözmek üzere yeni şeyler üretmiş, yeni yapılar sunmuş. Ama taa baştan beri de bu tür oluşumları kontrol edecek mekanizma var. Mesela benim hatırladığım tarihteki en eski Şeyh’üş-Şüyûh unvanını alan, Avârifü’l Meârif müellifi Sühreverdi, Bağdat’ta Halife Nâsır-Lidînillâh tarafından bütün şeyhlerin şeyhi olarak tayin ediliyor. Yani Abbasiler döneminde ona bir tedvir ve denetleme görevi de veriliyor.
ALTINOLUK: Şöyle bir tespiti yaparak devam edelim. Yani İslam içinde, mabet dışında bir yapılanma olması, toplumların sosyolojik akışı içinde bir zaruret.
H.K. YILMAZ: Tabi ki, bir de şu var, onu da ifade etmeliyim; Arapça konuşan toplumlarla, Müslüman olup ama Arapça bilmeyen toplumların dini öğrenme imkânları da birbirlerinden farklı. Arapça konuşanlar bir şekilde Kur’an’ın mesajını, Hazreti Peygamber (s.a.v.)’in söylediklerini az veya çok anlayabilecek yapıdalar. Ama Arapça hiç bilmeyen İranlı Farslar, Orta Asya’daki Türkler, Endonezya’daki, Malezya’daki Müslümanlar veya başka coğrafyadaki insanlar gibi, olanların böyle bir şansları yok. Dolayısıyla özellikle bunların, bu tür rehberlere, mürşidlere, Arapçayı bilen, dini kaynağından öğrenen ve onlara kendi dillerince ve tavırlarınca bunu anlatacak insanlara ihtiyacı var. Baktığımız zaman tarikatların ve cemaatlerin bizim coğrafyamızda, Orta Asya coğrafyasında böyle bir ihtiyaçtan doğduğu anlaşılıyor. Arapça bilmeyen, badiyede yaşayan, sahrada at üstünde koşturan, hırçın tabiatlı insanlara, onların dilini konuşan insanların ancak bir mesaj vermesi mümkün. Nitekim Ahmed Yesevi ve benzerlerinin bunu yaptığını görüyoruz.

yuksel dedi ki...

benzerlerinin bunu yaptığını görüyoruz.
ALTINOLUK: Oralar için daha hayati hale geliyor bu tür yapılanmalar…
H.K. YILMAZ: Kesinlikle öyle. Arapça bilmeyen toplumlar için tasavvuf, tarikat ve cemaatleşme çok daha önemli hale geliyor. Çünkü dini o toplumun içinde öğreniyor. Belki manasını bilmiyor okunan Kur’an’ı Kerim’in, hatta belki okunan ilahilerin manasını bilmiyor. Onun fonetiği, onun musikisi, onun ruhaniyeti onu etkiliyor. Oradan haz almaya başlıyor ve böylece bir dindarlık duygusu oluşuyor onda. Eğer onu bu tarafa çekecek, gönlüne dokunacak, içinde musiki ve ahenk olan şeyler olmasa, dil bilmediği için onun dinden diyanetten hiç nasibi olmayacak. Dolayısıyla böylece İslam’ın yayılması adına farklı bir alan açılmış oluyor. Farklı alanlardaki duyarlılığı İslam’a kanalize etmek için farklı alanlar açılıyor böylece…
ALTINOLUK: Hocam isterseniz şunu da biraz netleştirelim; tarikat nedir, cemaat nedir? Bunlar arasındaki farklar nelerdir? Sanıyorum kamuoyunda biraz bir bilgi zaafı da var. ‘Tarikat nedir’ bilinmiyor. ‘Cemaat nedir’ bilinmiyor. Tarikatın cemaatleşmesi diye bir olay var ve sizler de onun üzerinde düşünmüş, fikir yürütmüş bir insansınız. Bunları da bir netleştirelim. Tarikat nedir, İslam içinde nereye oturuyor?
H.K. YILMAZ: Hazreti Peygamber aleyhissetü vesselamın Cibril hadisi diye bilinen bir hadisi şerifi var. O hadiste Cebrail Aleyhisselamın Peygamber Efendimize sorduğu üç önemli konu var: İslam nedir? İman nedir? İhsan nedir? diye. Peygamber Efendimiz İslam’ı, İslam’ın beş şartıyla, imanı amentü esaslarıyla tanımlıyor. Ondan sonra ihsanı; Allah’ı görüyormuşçasına kulluk etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da, O seni görüyor duygusu ile kulluk etmendir, diye tanımlıyor. İşte bu üç sorunun cevabından, İslam tarihi boyunca, üç önemli ilim doğmuştur.
Birincisinden, yani ‘İslam nedir’ sorusundan fıkıh ilmi doğmuştur. İbadetlerin, muamelatın nasıl öğrenilip, nasıl anlatılacağı meselesi bize İslam hukukunun ve İslam fıkhının zeminini hazırlamıştır.

yuksel dedi ki...

Birincisinden, yani ‘İslam nedir’ sorusundan fıkıh ilmi doğmuştur. İbadetlerin, muamelatın nasıl öğrenilip, nasıl anlatılacağı meselesi bize İslam hukukunun ve İslam fıkhının zeminini hazırlamıştır.
‘İman nedir?’ sorusunun cevabı da akaid ve ilmi kelamın zeminini hazırlamıştır.
‘İhsan nedir?’ sorusunun cevabı da tasavvuf ilminin temel yapısını oluşturan bir nirengi noktası olmuştur. Dolayısıyla İslam’a baktığınız zaman, ibadetlerin zahiri, dıştan görünen, bedeni tarafı vardır. Bir de ruhi, manevi tarafı vardır. Mesela bir namaz ibadetini ele alacak olursak, namaz ibadetinin fıkhın bize öğrettiği kadarıyla on iki farzı var. Altısı içinde altısı dışında. Bu on iki farzdan sadece bir tanesi ruhi ve manevidir, diğerleri bedenidir. Hadesten taharet, necasetten taharet, setri avret, istikbal-i kıble, vakit… hepsi bedenidir. Ruhi olan, niyet ve huşudur. Ama namazı namaz yapan odur. İçini o doldurur. Veya o doldurduğu zaman bir anlamı olur. Dolayısıyla Efendimizin Cibril hadisinde geçen üç önemli tanım, birbirine geçmiş halkalar gibidir. Bunları birbirinden ayırmak mümkün değildir. Dolayısıyla ihsan olmadan kılınan ne namazın, ne orucun, ne muamelâtın, ne diğerlerinin, insanı inşaa edecek, insana yön verecek, insanı haramdan - günahtan sakındıracak özelliği olmaz. Bu özelliği;
≈ÊÒÓ «‰’ÒÓ‰Ó«…Ó ÓÊÚÁÓÈ ŸÓÊ «‰Ú•ÓÕÚ‘Ó«¡ ËÓ«‰ÚÂÔʄӗ ËÓ‰Ó–„Ú—Ô «‰‰ÒÓÁ √Ó„Ú»Ó—Ô ËÓ«‰‰ÒÓÁÔ ÍÓŸÚ‰ÓÂÔ ÂÓ« Ó’ÚÊÓŸÔËÊÓ
(Muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar. (Ankebut, 45)) meydana gelmesi ihsan kıvamını yakalamaya bağlı. İhsan kıvamını yakalamak üzere de, Peygamber Efendimizin kendi hayatına baktığımız zaman, Allah ile ilişkilerinin bir manevi, ruhi tarafı var ki ona ihsan diyebiliriz. İnsanlarla ilişkilerinde ruhani bir tavrı var, ona merhamet ve şefkat diyebiliriz. Çünkü Kur’an’ı Kerim’de;
ËÓ‰ÓËÚ „ÔÊÚ Ó •ÓÿÒΫ ⁄Ó‰ÍÿÓ «‰Ú‚Ó‰Ú» ‰Ó«ÊÚ•Ó÷ÒÔË« ÂÊÚ ÕÓËÚ‰„Ó ۖ •Ó»ÂÓ« —ÓÕÚÂÓ…Ì ÂÊÓ «‰‰ÒÓÁ ‰ÊÚ Ó ‰ÓÁÔÂÚ …” diyor Allah Teala.
Yani, “Sen, Allah’ın rahmeti sayesinde onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi.”

yuksel dedi ki...


Demek ki, Efendimizin insanlarla ilişkilerinde en önemli ruhani tavrı merhametidir.
Üçüncüsü, dünya nimetlerine karşı olan tavrıdır, ona da zühd diyoruz.
İşte bu, Hazreti Peygamberin Allah ile ilişkilerinde, insanlarla olan münasebetlerinde ve dünyaya bakışındaki ruhani tavrı, daha sonra bizim karşımıza irfan mektebi, tasavvuf ve tarikat olarak çıkmaya başlıyor.
ALTINOLUK: Yani tarikat bu eğitimin verildiği mektep gibi, bir tür manevî eğitim kurumu oluyor.
H.K. YILMAZ: Aynen öyle. Aslında işin temeli özü, tevhittir. Bunun dışındaki her türlü ibadet, taat, muamelat, tarikat, tasavvuf onu korumaya yöneliktir. Şeriat bile gaye değildir. Şeriat tevhidi korumak üzere gelir. Yani tevhid inancını, Allah’ın birliği ilkesini hayata egemen kılmak üzere gelir. Bizim ibadetlerimiz de o tevhide yöneliktir. Dolayısıyla tasavvufun ürettiği tarikat dediğimiz, kalp eğitimi dediğimiz yol ve yöntemler de bize şeriat bilgisiyle birlikte tevhidi korumaya yönelik bir dinamizm kazandırmak içindir. Onu hayata egemen kılmak içindir. Dolayısıyla tarikat dediğimiz şeyin ‘Allah’ı görüyormuşçasına kulluk etmek’ gibi bizim gönlümüze dokunan bir tarafı vardır.
ALTINOLUK: O zaman bir şekilde bu kalp eğitiminin alınması olmazsa olmazıdır.
H.K. YILMAZ: Kesinlikle olmazsa olmazıdır. Bu saydığımız vasıflar eğer İslam’ın olmazsa olmazı ise, ihsan olmazsa olmazıysa, takvâ ve tezkiye olmazsa olmazıysa, o zaman Müslüman olmanın şartlarından birisi de, bu tezkiyeye, ihsana, takvâ ve Rabbaniliğe ulaşmaktır…
ALTINOLUK: Bunu, mesela sokaktaki insana, ‘tarikat olmazsa olmaz’ mı diyorsunuz? Yani orada neyi vurguluyorsunuz?
H.K. YILMAZ: Tarikat konusunda bir hassasiyet var. İnsanlar günümüzde tarikat kelimesine çok farklı manalar yükledikleri için, ‘tarikat olmazsa olmaz’ dediğiniz zaman başka şey anlaşılıyor. Biz orada tarikatı kastetmiyoruz. Tarikat zaten bir gaye değil. Bence tarikat olmasa da olabilir. Ama tarikatın öğrettiği o tevhidi koruyacak ana iksir olan ihsan kıvamını bulmalı insan. O ihsan kıvamını sana tarikat sağlıyorsa tarikatla, cemaat sağlıyorsa cemaatle, okumak sağlıyorsa okumakla, oruç tutmak sağlıyorsa oruç tutmakla yakala. Yani mesele ihsana ermek ve namaza durduğun zaman huşûu yakalamak

yuksel dedi ki...

‚ÓœÚ √Ó•Ú‰ÓÕÓ «‰ÚÂÔƒÚÂÊÔËÊÓ «‰ÒÓ–ÍÊÓ ÁÔÂÚ •Í ’Ó‰Ó« ÁÂÚ ŒÓ«‘ŸÔËÊÓ “ Mü’minler, gerçekten kurtuluşa ermişlerdir. Onlar, namazlarında huşû duyanlardır. (Mü’minun, 1-2)” Bunun adı cemâat olur, tarikat olur, tasavvuf olur, irfan olur veya başka bir şey olur. Mesela, selefi inancına sahip bazı âlimlerimiz var ki, tarikatla ilgisi yok. Ama hakikaten kendisini zühde, taate vermiş o hazzı yakalamış. Tasavvuf ve tarikatla değil, başka bir şekilde yakalamış. O yüzden tarikat diye ısrar etmenin veya bunda direnmenin anlamı olmadığını düşünüyorum. O mü’minlerin bulduğu bir yöntemdir, faydalanılacağı zaman faydalanılır. Hakkında ayet olan, olmazsa olmaz olan bir şey değildir. Bence esas olmazsa olmaz olan takvâ ve ihsandır. Yani Efendimizin öğrettiği ihsan duygusudur. Bu söylediklerimiz, ihsana götüren vesilelerdir. Tarikat ta, cemaat te böyledir.
Peki cemaat ne? Cemaat tarikatten farklı bir şey. Cemaate yüklenen birkaç mana var. Cemea, yecmeu, cem’an ve cemâaten… Cami kelimesi de oradan geliyor.
Cemaat kelimesinde, kalplerin, gönüllerin, bedenlerin cem olmasına yönelik bir anlam vardır. Camide buluşan müminlere cemaat demişiz. İlk manası bu…
Cemaat kavramı diğer dînî ve milli gruplar için de kullanılmış. Mesela Ermeni cemaati, Rum cemaati, Ortodoks cemaati gibi… Yani toplanma ve bir araya gelmeden kinaye olmak üzere, onlar adına da kullanılır olmuş. Ama çağımızda ve günümüzde cemâat kelimesi sosyolojik vakıa olarak biraz daha farklılaşmaya başlamış ve toplum içerisinde farklı özellikleri olan, farklı ortak değerleri ve ortak amaçları bulunan gruplara cemaat denilmeye başlanmıştır. Bu mana tarikatten farklıdır. Dini alanda giyim kuşamlarıyla, konuşmalarıyla, hayata bakışlarıyla, dini uygulayışlarıyla, takke-tespihleriyle, yani görünürdeki emareleriyle bir cemaat olgusu ortaya çıkmıştır. Bu cemaat daha çok sosyolojik bir cemaattir. Cami cemaatinden farklıdır. Burada düşünce yapısında, tavırlarda, tercihlerde bir yakınlık ve benzeşme söz konusudur.

yuksel dedi ki...

Biliyorsunuz bir cemiyet var, bir de cemaat var. Cemiyetin daha kapsamlısıdır cemâat. Cemiyet daha küçük sivil bir yapılanma, cemâat ise kitlesel bir hareket ve örgüttür. Cemiyetle işe başlayıp cemâatleşen kitleler vardır. Cemâat yapılanmalarında sosyolojik ve ekonomik bir dayanışma söz konusudur. 20. asrın ekonomiyi öne çıkaran, hayatı daha çok madde ekseni üzerinde yorumlayan gidişinin bunda büyük tesiri olmuştur. Dolayısıyla ortak değerler arasına ortak çıkarlar da girmeye başlamıştır. Yani birbirimizi nasıl koruruz, nasıl korunuruz çabası ve gayreti devreye girmiştir. Bu da ekonomik işbirliği, ticari alışveriş ve birbirine destek olmaya yönelik adımlar atma sonucunu doğurmuştur. Cemaatlerde kitle haline gelme iradesi daha fazladır. O yüzden, insanları cemâate çağırırken o kişinin bizim düşüncemize ve grubumuza ne kadar katkısı olur fikrinin öne çıktığı sıkça görülmektedir.
Tarikatlerde ise başlangıçta, tarikate adam devşirme kaygısı yoktu. Gönüllülük esastı. İnsanların daha çok kendisinin gelmesi beklenirdi. Adı üstünde mürid, irade eden, arzusuyla gelen demektir. Bu gün tarikatlerde cemâatleşme yönelişi gözlenmektedir.
ALTINOLUK: Bir tarikat ya da cemaat içinde bozulmalar nerede başlıyor sizce?
H.K. YILMAZ: Benim kanaatimce bozulmalar güç zehirlenmesiyle başlıyor. Sayısal ve ekonomik olarak bir güce erdiğinizde ve bu güçle pek çok şeyi yapabilmeye kâni olduğunuz zaman güç zehirlenmesi başlıyor. Güce erince cemâatler, uluslararası güçlerin ve istihbârât örgütlerinin de ilgi alanına girmeye başlıyor herhalde. O zaman gücünüzü kendi insanlarınızı yetiştirmek kadar, başkaları üzerinde egemen olmak noktasında kullanma duygusu da gelişiyor herhalde.
ALTINOLUK: Başlangıçta bir grup insan İslami hassasiyetlerle “şu alanlara hizmet etmek lazım.” gibi bir iyi niyetle yola çıkamaz mı? Bu fakir fukara hizmeti olur, talebe yetiştirme hizmeti olur... Diyelim ki İmam Hatip Okulu, Kur’an kursu yaptırmak için bir araya gelebilirsiniz. Böyle bir iyi niyetle başlama ihtimalini dikkate alıyor muyuz?
H.K. YILMAZ: Bunları dikkate alıyoruz elbette. Ancak bu tür hizmetler cemiyet ve dernek hizmetidir. Cemâat hizmeti değildir. Burada tehlikeli olan bu hizmetler sonucunda: “Biz artık bir güç haline geldik, herkesi etkileyebilecek ve bizim dışımızdakilere alan bırakmayacak güce eriştik” duygusudur.

yuksel dedi ki...


ALTINOLUK: Şöyle sorayım o zaman, bütün cemaat yapılanmaları böyle bir güç zehirlenmesi durumuna gitmek durumunda mıdır? Şöyle bir şey oluşuyor çünkü toplumda; “Kardeşim bu iş cami cemaati işidir. Başka alanlarda cemaatleşme boştur, hepsi tehlikeli bir yola girer.” Yaşanan bazı kötü örneklerden de yola çıkarak toplumda böyle bir algı oluşuyor. Onun için şöyle bir şeyi çıkaralım diyorum. Bir; doğru gidebilir bu cemaatler.. İki, gitmeyeceği yerler varsa nelerdir?
H.K. YILMAZ: Elbette doğru gidebilir. İyi kontrol edildiği zaman çok doğru gidebilir. Nitekim Türkiye’de cami cemaatinden oluşan cemaatler, İmam Hatip okullarını kurdular, İlim Yayma Cemiyeti’ni kurdular, başka sistemleri kurdular. Ve Türkiye’de bugün islamȋ birikimin büyük bir kısmı bunlar vasıtasıyla gelişmiş ve bu noktalara ulaşmıştır. Benim burada şahsen riskli gördüğüm, liyakati bir tarafa bırakarak “bizim çocuklarımız sorumluluk almalı, bizim çocuklarımıza yetki verilmeli” şeklindeki paralel yapılanma talep ve ısrarlarıdır.
ALTINOLUK: Bir de şunun açıklığa kavuşması lazım, sanıyorum Hocam. Bazı kurumlarımızın hem tarikat boyutu hem cemaat boyutu var. Aynı yapı içerisinde de bunlar olabiliyor. Diyelim ki Afrika’ya hizmet vereceksiniz. Bunun için de bir takım mahalli zaruretler var. Şu kadar kurban götürürseniz şu kadar insana ulaşabiliyorsunuz. Şu kadar öğrenciyi eğitiyorsunuz. Yani sadece ekonomik güce ulaşmak da tek başına tehlike anlamına gelmiyor. Hem tarikat hem cemaat, nerede “yanlış” diyeceğimiz noktaya geliyorlar?
H.K. YILMAZ: Bence büyük tehlike diğerlerini; farklı tarikat ve cemaatleri ötekileştirmektir. “Biz varız başkası yok. Biz hakikatiz onlar dalalet.” Bence bir büyük sapma da burada. Hiç kimse kendisini hakikatin tek temsilcisi gibi görmemeli, göremez. Kur’an’a göre de göremez, Peygamber Efendimiz aleyhisselatu vesselama göre de göremez.
Biz bizliğe talibiz. Her gün 40 defa okuduğumuz Fatiha’da ne diyoruz;
≈ÍÓÒ«„Ó ÊÓŸÚ»ÔœÔ ËÓ≈ÍÓÒ«„Ó ÊÓ”Ú ÓŸÍÊÔ (Biz yalnız sana ibadet eder, ve ancak Sen’den yardım dileriz.) Nerede diyoruz bunu, tek başımıza namaz kılarken de diyoruz. Yani biz cemaat olmak istiyoruz.

yuksel dedi ki...

Kosova’daki bir melami şeyhi vaktiyle bana çok güzel bir şey söylemişti. “Hocam melamilik üç kelimedir” dedi. Nedir dedim? “Bir ene’dir. İki nahnü’dür. Üç ‘Hu’dur.” Ne demek yani anlamadım, dedim. “Hocam biz eneyi aşmak isteriz, yani ben demekten kurtulmak isteriz. Nahnü’ye ulaşmak isteriz. Sonra onu da aşıp, Hu’ya O’na varmak isteriz. Çünkü gerçek kudret sahibi O’dur. Ben yok, biz yok, O var.” Dedim ki sen tam tevhide ulaştın şimdi işte. Hakikaten önemli olan bu. Ötekileştirme olmamalı. Yani ben varım, biz varız. Siz yoksunuz değil, hepimiz varız. Ve O’na talibiz. O’nun rızasına talibiz. Bence arıza burada bu benlik bahsinde başlıyor.
ALTINOLUK: Genel bir zaaf mı bu hocam?
H.K. YILMAZ: Aslında insanın fıtri bir zaafı. Ama kontrol edilebilir bir zaaf. İnsan okuduğu ayetlerin manasını düşünür, Asrı Saadette uygulananları görürse kontrol edebilir.
ALTINOLUK: Şöyle bir şey var, diyelim ki İslam’a hizmet için Allah yoluna hizmet için yola çıkıyorsunuz ama bir süre sonra oradan kayıyorsunuz.
H.K. YILMAZ: Mezlaka-i akdâm, ayakların kayması bu işte. Hubb-i riyaset denilen şey böyle bir şey. Baş olma sevdası bir süre sonra insana, ‘menem diger nist’ dedirtiyor. Yani ‘ben varım, başkası yoktur.’ Allah korusun. Dolayısıyla insanın öteki ile mücadelede ötekinin varlığını kabulde problemi var. İnananlar ve inanmayanlar kim olursa olsun. Daima ötekinin varlığını da ötekinin hak sahibi olduğunu da, inanmasa bile onun da yaşama hakkı olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.
ALTINOLUK: Altınoluk Dergisinde ‘grup nefsinin terbiyesi’ diye bir sayı yapmıştık.
H.K. YILMAZ: Dediğiniz gibi grubun da bir nefsi var. Bunu da aşmak lazım. Bazen cemaatlerde grup nefsi çok daha diri hale geliyor.
ALTINOLUK: Bu tür bir sapmanın nasıl doğduğunu düşünüyorsunuz?
H.K. YILMAZ: Onu ben hep güç zehirlenmesinde görüyorum. Güce ulaştıkça “biz bunları yapabiliyoruz, daha fazlasını da yapabiliriz. Bu güç var bizde, gibi gibi meydan okumalar başlıyor. Bizim hedefimiz ne, rızayı Bari mi, Allah’ın rızası mı? O zaman niye ötekini yok ederek buna ulaşmak gibi bir şeye ihtiyaç hissediyoruz ki. Onunla beraber de yapabiliriz bunu. Vaktiyle, (1995 yılında) bugün artık kriminolojik vakıa haline gelen grubun adamları, bana bizzat “Biz artık vakıf ve dernek değil devletlerle pazarlık ediyoruz” demişlerdi. Orada başlamıştı bu. Ben o zaman, bunların gidişi gidiş değil demiştim. Dolayısıyla bu noktada insanın kendini frenlemeyi bilmesi gerekiyor

yuksel dedi ki...

ALTINOLUK: Bu tür yapıların zaman içerisinde küresel bir takım güçler tarafından kullanılabileceğini ihtimal dâhilinde görüyor musunuz?
H.K. YILMAZ: O her zaman mümkün. Geçtiğimiz günlerde Cidde’de İslam İşbirliği Teşkilatı’nın, Afganistan iç Savaşının durdurulması için yaptığı bir toplantıya katıldım. Afganistan’da olanları anlattılar, çarpıldım. Afganistan’da ehli sünnet vel cemaat, Maturidi, Hanefi insanlar gruplar halinde birbiriyle savaşıyorlar. Orada patlatıyorlar 200 kişi ölüyor burada patlatıyorlar 150 kişi ölüyor. Vuran da Allahuekber diyor vurulan da... Orada bir iç savaş var biliyordum ama bu kadar bilmiyordum. Çok üzüldüm. Ben sanki çok farklı gruplar savaşıyor zannediyordum, hiç değilmiş. Camiler ayrı cemaat haline gelmiş ve bir başsızlık var. Biraz önce bunu söyleyecektim, Türkiye’de, Afganistan ve Pakistan gibi durumların olmamasının, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir çatı kuruluşun varlığıyla alakalı olduğunu düşünüyorum. Türkiye de Pakistan ve Afganistan’daki bu parçalanmaya, camilerin ayrı cemaate dönüşüp birbirleriyle boğuşmasına sahne olabilirdi. Ama Türkiye’de öyle veya böyle devleti kuran iradenin Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurumun varlığına karar vermesi ve birtakım yetkilerle dini hayatın tedvirini onun eline vermiş olması bunları engelledi. Bu sebeple ben, yaşanan tecrübelerden de yola çıkarak Diyanet veya benzeri bir kurumla tarikat ve cemâatlerin denetlenmesi gerektiğini ifade ediyorum.
ALTINOLUK: Hocam denetim konusuna geçmeden önce, tarikatlardaki duruma da baksak, derim. Şöyle ki: Tarikat çok halis niyetlerle oluşuyor. Oradaki sapmalar nasıl ortaya çıkıyor? Oradaki problemli alan ne? Uzmanlık alanınız bu, el Lüma’yı tercüme ettiniz. Oradaki sapma alanlarını da anlattınız.

yuksel dedi ki...

H.K. YILMAZ: Efendim insanın ayak kaymaları daha çok ferdi, nefsi şeylerle oluyor. Tabii tasavvuf ve tarikat daha çok insan unsuru ile gerçekleşen bir hizmet olduğu için işin başındaki insanların tavırları, başarıları, zekâları ve istidatları ile çok doğrudan alakalı. Hakikaten olayları iyi okuyan, insan unsurunu iyi tanıyan ve belli bir eğitimden geçmiş, seyri sülük almış bir mürşid insanları kendine değil Allah’a taşıyor. Burada en büyük yanlışlık insanları kendine taşıması. Allah korusun. Mürşit konumundaki birisi, tarikat kurucusu, insanları kendinde bırakırsa ihanet etmiş olur. Onları Allah’a taşıyacak. Yani kendi olmayacak devrede. Kesinlikle kendisini put haline getirmeyecek. Hatta yokluğunu ve hiçliğini anlatacak onlara. Biz aciziz, aciz kullarız diye onlara anlatması lazım. Ama o kendisini, lâyuhtî-hata yapmayan, erişilmez, ulaşılmaz gibi hissettirirse, böyle bir duygu verirse, bunun konuşulmasına izin verirse insanlar gizemliliği, olağanüstü şeyleri seviyorlar. Bundan sonra onlara birtakım olağanüstülükler izafe etmeye başlıyorlar.
Tasavvufun en çok tenkit edilen taraflarından birisi de, menkıbe ve keramet türü şeylerdir. Halbuki tasavvuf büyüklerinin ta baştan beri en çok vurguladıkları şey, “nefsin senden keramet ister. Sen kerameti bırak istikamete bak. En büyük keramet istikamettir.” •Ó«”Ú Ó‚ÂÚ „ÓÂÓ« √ÔÂ—Ú Ó “Emredildiğin gibi dosdoğru ol!” buyurulmuştur.
Gerçekten bu çok önemli ve anlamlı. Sonuçta insanız yani her insan, bu tip, taabbudi davranışlar, ihtiramlar, ta’zimat gibi şeyler gösterildikçe bir süre sonra inanmaya başlar. “Hakikaten bende bir şeyler var galiba” demeye başlar. Şeyh konumunda da olsa, halife konumunda da olsa kendinde bir şeyler vehm etmeye başlar. En büyük tehlike bu. Dolayısıyla bu işin başında olan insanlar buna dikkat etmeli.

yuksel dedi ki...


Sevgi, saygı güzel bir şey ama onun da sınırını iyi koymak lazım. Allah Resûlü -sallallahu aleyhi ve sellemin- ısrarla ‘ben beşerim, kulum. Sizin gibi bir kulum, insanım’ demiş olması bence çok anlamlı ve önemli. Haa! O sıradan bir beşer değil, biz ona inanıyoruz. O Muhammedül Emin bir beşer, Rab değil, ilah değil. Bu ayrıntıyı iyi görmek lazım. Şimdi saygı telkin edeceğiz, ihtiramla kalplerde sevgi doğuracağız derken bazen dengeler bozulmuş, bozulabiliyor. Onun için şeriatın koyduğu ölçülere riayet ve dikkat ederek kişileri Rabbına yönlendiren mürşitler her zaman kazandırır.
ALTINOLUK: Burada belki bir cemaate, bir tarikata bağlanan insanların tavrı da önem kazanıyor. Bakıyorsunuz dini bir hareket gibi başlıyor, ondan sonra, tarih boyunca yaşadığımız çok örnekleri var, İslam’la hiç alakası olmayan alanlara giriliyor. Ve taabbudi ölçüde bağlılıklar oluşuyor. Hani diyorlar aklı kiraya vermiş. Sanki bütün tarikatlerde bütün cemaatlerde insanlar aklını kiraya vermiş gibi bir algı oluşuyor toplumda. Ama insanlar da uyarmıyorlar. Bağlılığı sürdürüyor. Bakıyorsunuz yanlışlıklar var, çok açık şeri ihlaller var ama bağlılık sürüyor. O ‘aklı kiraya verme’ konumuna karşı, en azından bağlılar nasıl bir hassasiyet içinde olmalı? Size gelse bir insan, ‘ne oluyor hocam nasıl bir bağlılık bu?’ dese bir müftü olarak ne diyorsunuz?
H.K. YILMAZ: Elbette ki insanın insanı sevmesi, hocanın talebesini, talebenin hocasını sevmesi beşeri bir duygu olarak normal ve hakikaten kabul edilebilir bir şey. Ama bunun taabbudi bir bağlılığa dönüşmesi ve ihtiram ettiği kimseyi lâyuhtî yâni hatasız, günaha düşmeyen bir varlık olarak algılayacak şekilde görmeye başlamış olması, bizim islamȋ değerlerimizle, ölçülerimizle asla bağdaşmayan bir husustur. Bence öncelikle bunu söylemek lazım. Benim esas takıldığım ve üzüldüğüm taraf, şeyh konumunda olan insanların, “ben de sizin gibi bir insanım” diyebilmeleri gerekirken, bu tür anlayışlara fırsat vermeleri. Halbuki “ben günahkar bir kulum” diyebilmeliler. Mütekamil şeyhler bunu yapıyor. Tarihte bunu yapmışlar bugün de yapanlar var. Zaten insan bunu yaptığı zaman küçülmez, hatta büyür. Bir şeyh efendi; ‘Bir sürü günahımız var yapmayın. Biz de sizin gibi bir insanız. Biz sizin gece ne yaptığınızı bilmeyiz. Bizi de vebale sokmayın. Ama siz de adam gibi iyi çalışın’ deyiverse, ne olur? Hiçbir şey olmaz, gözlerde büyür. ‘Bak ne kadar büyük tevazu gösteriyor şeyhimiz’ der insanlar.

yuksel dedi ki...

ALTINOLUK: Burada şeyhin karizmasının zaafa uğraması gibi bir riskten mi endişe ediliyor acaba?
H.K. YILMAZ: Muhtemelen öyledir. İnsanoğlu böyle bir kusuru kendisine izafe etmekten imtina ediyor. Oysa sonuçta insan. Bunu ona hissettirmesi lazım. ‘Ben de insanım. Benim de sizin gibi zaaflarım, eksiklerim var. Ben de acıkırım, ben de susarım. Sizin gördüğünüz tabii ihtiyaçlar benim için de olmazsa olmaz mesabesindedir. Siz belki de beni farklı gözle görmek istiyor, görüyorsunuz sağ olun ama, keşke öyle olsam’ dese mesela, onu yüceltir. Hakikaten duyanlar da memnun olur. Fakat bu olmuyor çoğu zaman. Bu olmayınca da bu sefer şeyhler çok yukarı mertebelere konumlandırılıyor. Bu sefer hikmet aramaya, keramet aramaya, şunu mu demek istedi, arkasından bunu mu ima etti gibi karizmatik izafelere soyunuyor insanlar. Bence buna gerek yok. Şeyhi insan gibi görmek lazım, Kendi konumunda görmek lazım. Efendimizin uygulamaları bu noktada.
ALTINOLUK: Bir de son günlerde tarikatleri, cemaatleri Diyanet’in denetleme meselesi çok konuşuluyor. Bunun çerçevesi nasıl düşünülüyor?

yuksel dedi ki...


H.K. YILMAZ: İsterseniz öncelikle şuradan başlayalım. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra Diyanet İşleri Başkanlığı nezdinde bir toplantı gerçekleştirildi. Cumhurbaşkanımızın da katıldığı toplantı. Kamuoyunda bütün cemaat ve tarikatlerin gelişmelerden etkileneceği yönünde bir intiba oluştu. O toplantıda bunların birbiriyle karıştırılmaması, hepsinin aynı kefeye konulmaması gerektiği ifade edildi. Bunların farklılıklarını anlatacak ve birbirinden ayıracak, özellikle salim yapı içerisinde bugüne kadar gelmiş ve toplumda da hakikaten bir çimento değeri taşıyan yapıların zarar görmemesi adına bir çalışma yapalım ve bunlarla görüşelim diye bir karar alındı. Bu tür bir algı yanılmasına ve ayakların kaymasına sebep olmamak için ne yapılabilir diye toplumda kabul görmüş, insanların saygı duyduğu cemaatlerin önde gelen insanlarıyla bir görüşme yapılması öngörüldü. Bu görüşmeleri yapmak üzere o günün Diyanet İşleri Başkanı üç kişiyi görevlendirdi. Birisi Din İşleri Yüksek Kurulu başkanı Ekrem Keleş, ikincisi başkan yardımcısı olarak ben ve üçüncüsü de Raşit Küçük bey. Ben Başkan Yardımcısı iken, belli başlı gruplarla görüştük. Sonra İstanbul müftüsü olunca bunu devam ettirdik. Görüşmelerimiz 35 gruba ulaştı. Tarikat ve cemaat yapıları olan gruplar ile görüştük. Şunu sorduk: “Türkiye’deki cemaatlerin FETÖ benzeri bir algı ile yanlış anlaşılmasını önlemek ve sapmaların önüne geçmek adına Meclisi Meşayih gibi bir yapılanma olsa nasıl bakarsınız?” Görüştüğümüz insanların tamamına yakını böyle bir yapılanmanın yararlı olacağını ve böyle bir yapılanmanın içerisinde bulunmak isteyeceklerini ifade ettiler. Ve nihayet 02 Nisan 2018 tarihinde, yeni Diyanet İşleri Başkanımızın katılımıyla, bu 35 grupla Bahariye Mevlevihanesi’nde bir toplantı yapıldı.
Bunun devam ettirilmesi gerekiyor. İnsanlar kamuoyunda tartışılan, matbuatta yazılan çizilenlerden de etkilenerek ve endişelenerek, hakikaten bazı cemaatlerde katılımların düştüğü hatta geri çekilmelerin olduğunu görüşmelerimizde ifâde ediyorlar. Dolayısıyla hem o grupları korumak adına hem de bu grupların içerisinde ayağı kayma ihtimali olanların da önüne geçmek adına böyle bir yapı düşünüldü.

yuksel dedi ki...


Osmanlı’da 19. yüzyılın ortasında Meclisi meşayih diye bir yapı kurulmuş. Bu yapı şeyhülislamlık dairesine bağlanmış. Belli başlı tarikat liderleri de o meclisin üyesi haline getirilmiş. Boşalan şeyhliklere atamalar yapılması, atamaların sınavla yapılması, vakıf mallarının nasıl harcandığı, vakıfların gelirlerinin nerelerden geldiği, nerelere gittiğine varıncaya kadar pek çok denetleme esaslarının da bulunduğu bir sistem kurulmuş aslında. Güzel bir sistem bu. Yani hem onları çok baskı altında tutup boğmayacak ama aynı zamanda da başı boş bırakmayacak, toplumdaki yanlış algıları önleyecek bir sistem kurulmuş. Meclisi meşayihin arşivi de, karar defterleri de bizim müftülüğümüzün bünyesinde.
Böyle buna benzer bir yapı bugün de olsa iyi olur diye düşünülüyor. Ancak tabii burada bir engel var. Nedir o engel? 677 sayılı yasa. 1924 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı kurulduğunda biliyorsunuz şeyhülislamlık kaldırılıyor. Dört yetki Diyanete devrediliyor. Mesâcid, cevâmi’, tekâyâ ve zevâyanın yönetim ve idaresi, dolayısıyla Diyanet İşleri Başkanlığı kurulduğunda, cami ve mescitlerle birlikte tekke ve zaviyeler de Diyanete bağlı. 1924’ten 1925 yılı sonuna kadar, yani 2 yıl. 1925 yılı sonunda 677 sayılı tekke ve zaviyelerin kapatılmasına dair yasa çıkıyor. O kanundan sonra tekkeler kapandığı için Diyanet’in uhdesinden çıkıyor. Ama o güne kadar tekke şeyhlerinin atanması, azilleri gibi konularda Meclisi Meşayih yerine Diyanet İşleri Başkanlığı fonksiyon görüyor. Dolayısıyla Diyanet İşleri Başkanlığı’nın iki yıl da olsa tekke şeyhlerinin yönetimi ve denetimi ile ilgili böyle bir tecrübesi olmuştur.
Cemâat ve tarikatların denetlenmesi işi meclis-i meşâyıh geleneğini ihya ederek Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde olabilir. Ama 677 sayılı tekke ve zaviyelerin kaldırılmasına dair yasa buna engeldir. Bu engelin kaldırılması lazım.Yasa ya düzenlenecek ya da tamamen kaldırılacak.
Bir başka yol daha var; Şu an Türkiye’deki tarikat ve cemaatler ya dernektir ya vakıftır. Batılı manada sivil toplum örgütü niteliğindedir. Bu sivil toplum örgütlerinin birleştirilerek konfederasyon şekline getirilip RTÜK benzeri bir üst yapılanmayla kendi kendilerini kontrol edebilecek bir mekanizma oluşturulabilir. Zaten devlet bugün sivil toplum kuruluşlarına bir takım teşvikler veriyor. Bu teşvikleri alabilmek için de o üst yapının referansları devreye girerse, kendi iradeleri ile o yapılanmanın içerisinde yer alarak bu kontrol mekanizması kendiliğinden sağlanmış olabilir.

yuksel dedi ki...


Burada önemli olan ister tarikat ister dernek ister cemaat, cemiyet hangi vasıfta olursa olsun kurumların şeffaf olması gereken alanlar var. Şeffaf olması gereken alanlardan birincisi bunların hedefleridir. Tarikat, cemaat, vakıf veya dernek ne yapmak istiyor. Amaçları ne, bu amaçları dışında gizli amaçları olmamalı. Onlar net olmalı. Sonra mensuplarının sayısı ve nerede yaşadıkları, hangi bölgelerde bulundukları net ve açıkça beyan edilmeli. Gizlemeye hacet kalmamalı. Devlet de bu imkânı vermeli. Üçüncüsü de ekonomik gelirleri nereden geliyor. Üyelerinden aidat mı alıyor, kurumları mı var, fabrikaya mı ortak, tahvilleri mi var. Bunları da beyan etmeli ki devlet, şunu şunu niye yapmadın, şunu niye eksik yaptın diyebilsin. Veya onun bu manada önünü açıp destek olabilsin. İster Meclisi Meşayih yoluyla ister biraz önce söylediğimiz üst kurul yoluyla bu gerçekleştirilebilirse toplumdaki bu algı yönetilmiş ve cemâatler nereye gidiyor diye sorma ihitiyâcı kalmaz. En azından devletin denetimi ve gözetimi üzerlerinde olur.
ALTINOLUK: Bu tür oluşumlar toplum nezdinde riskli yaklaşımlar olarak algılanıyor. Bunlara siz de vakıfsınızdır. Muhtemelen görüşmelerinizde de söyleyenler olmuştur. Bu tür oluşumların daha çok baskı aracı olarak kullanıldığı bir vakıa. Yani siyasi iktidarların tavrı, yargının kimi ünitelerinin tavrı, kimi emniyet mensuplarının uygulamaları biliniyor. Malum İslami alan, hizmet alanı çok rahat yürüyüşlerle gelmiş bir alan değil. Şu tarz bir değerlendirme, bir kural dışılık ortaya çıktığında devlet müdahale etsin deniliyor. Herkes diyor ki şu kadar zamandır Adnan Oktar, isim de verelim haydi, niye bu işleri yaptı? Devlet buna mani olamaz mıydı sorusunu soruyor insanlar. Fiilen oluşmuş başka alanlar var. Resmen bazı şeylerin ihlali anlamına gelen uygulamalar olmuş. Onları engellemesi lazım ama olmamış. Buna mukabil bakıyorsunuz en masum alana müdahale edilmiş.
H.K. YILMAZ: Belki bu tür mekanizmalar olsa, belirli yerlere ‘bak burada belli kaymalar görünüyor’ diye müdahale edilebilirdi. Böyle bir gücü veya böyle bir sorumluluğu olan bir mekanizma olsa müdahale edilirdi. Ama şimdi kimse bundan sorumlu değil, kimsenin yetkisi de yok. Devlet kendi yetki ve iradesi ile çıkarsa ne ala.

yuksel dedi ki...


ALTINOLUK: Şimdi bütün alanlarda şöyle bir algı ortaya çıkıyor; yani falanca cemaat ile ilgili misin ki senin üzerinde soru olsun. Devletin herhangi bir kurumuna girişte böyle bir algı ortaya çıkıyor. Bunlar da sağlıklı değil. Liyakatli ise adam işe girsin. İşi yaparken cemaatine yontuyorsa yargıla onu. Tarikatına yontuyorsa yargıla onu. Çok kaygan alanlar var. Devlet denetlesin, Diyanete bağlansın gibi genel hükümler toplumda endişelere yol açıyor. Ne dersiniz buna?
H.K. YILMAZ: Tabi o ölçüleri çok iyi koymak lazım. Ama çok serâzâd, başıboş vaziyette oldukları zaman da, hem onlar itham altında kalıyor, nezih olanlar zarar görüyor hem de, biraz önce örneğini verdiğiniz gibi, yoldan çıkmış adam bir başka alanda yürüyüp gidiyor. Bir şekilde bu tür ayağı kayanlara müdahale edebilecek birileri olmalı.

yuksel dedi ki...


ALTINOLUK: Başka örnekler de konuşulabilir burada. 28 Şubat döneminde Kur’an kursuna yardım eden insanlar irtica ile ilişkilendirilerek takibata uğradılar. O tarz olaylara Türkiye yabancı değil. Onun için kaygıları yabana atıyor musunuz?
H.K. YILMAZ: Kaygıları hiçbir zaman yabana atmıyoruz. Hatta kaygıları azaltmak için neler yapılabilir derdimiz o. Benim Diyanet vurgumun sebebi şu; Diyanet gibi bir kurumun olması sebebiyle Türkiye’de Afganistan, Pakistan benzeri bir olaylar yaşanmamıştır. Diyanet’in bu işte çok önemli bir yeri var. O yüzden cemâat ve tarikatler, Diyanetle irtibatlandırılmalı ama Diyanet Damoklesin kılıcı gibi herkesin kafasının üstünde değil, uzaktan yanlış yapanı takip ve rehberlik edecek şekilde olmalı; özgürlükler kısıtlanmamalı. Diyanet’in Din İşleri Yüksek Kurulu diye devasa bir kurumu var. En azından kurul, bunların yapıp - ettikleri ile ilgili dosya tutmalı, yanlış işlere girdiği zaman bu bilgileri ilgililer ile paylaşabilmeli. Yoksa her defasında kafasına vuran değil. Ayak kaymasına sebep olacak beyanlar, uygulamalar ve işler varsa onları ilgili kurumlarla paylaşmalı ve ‘dini bakımdan artık zararlı hale gelmeye başladı’ bilgisini vermeli Diyanet. Bu bilgi diğer devlet kurumlarını rahatlatır. Diyanet kurumunun imzalamadığı şeyler elbet o söylediğiniz 28 Şubat gibi uygulamalara sebep olabilir. Onu istemeyiz hiçbir zaman. Yani Diyanet bunlar artık dini bakımdan da zararlı olmaya başlamışlardır şeklinde bir tespitte bulunmalı. Onun için ben Diyanet diyorum. Çünkü bunlar din diye ortaya çıkıyorlar. Öyleyse dine hizmet ediyorlar mı, yoksa zararlı olmaya mı başladılar? İşte Diyanet burada devreye girmeli ve kendilerine yerine göre rehberlik edebilmeli. Yoksa Diyanet Emniyetin yapacağı işi yapmamalı. Diyanet’in yapacağı iş, bunlar dinle problemli olmaya başladılar, dinle insanları kandırıyorlar, dinle ekonomik güç devşiriyorlar, şeklinde olmalı.
ALTINOLUK: Çok teşekkür ederiz hocam.

yuksel dedi ki...

ALTINOLUK: Çok teşekkür ederiz hocam.

Diyanet Siyasi Etki Altında Kalır mı?

ALTINOLUK: Bir de şunu sormazsam olmaz; genel islamî kamuoyunda Diyanet’in de siyasi etki altında kalma riski gündemde tutulur. Diyanette bu siyasi etkiyi nasıl görüyorsunuz?
H.K. YILMAZ: Şöyle söyleyeyim Diyanet İşleri Başkanlığı tabii Türkiye’de devletin bir kurumudur. Devlete bağlı bir kurumun devletten vareste olması düşünülemez. Ama bu süreç içerisinde Diyanet’in kendi refleksleri oluşmuştur. Diyanet karar verirken başındaki insanı tek başına bırakmamış. Bir Din İşleri Yüksek Kurulu var. Kararların Din İşleri Yüksek Kurulu’nun kararı olarak uygulamaya konulması istenmiştir. Mesela 12 Eylül ve 28 Şubat sürecinde başörtüsü ile ilgili olarak defaatle talep gelmiş başkana. Başkan; ‘ben tek başıma böyle bir karar veremem. Bizim Din İşleri Yüksek Kurulu diye bir kurulumuz var. Ben oraya bunu sunarım. Orada âlimlerimiz var, Onlar müzakere ederler ve ben ancak onların verdiği kararı size tebliğ ederim.’ diye cevap vermiş. Kurul da “Allah böyle buyuruyor, Peygamber böyle söylüyor. Dinin emri bu, farz olan bu.” deyince başörtüsü talebi geçmemiş. Bu manada Diyanet’in kendini savunma refleksleri var. Din İşleri Yüksek Kurulu vasıtasıyla siyasetin doğrudan şöyle yapacaksın dediklerine, “Pardon bir dakika” diyebilir. Başkan, “Ben Diyanet İşleri Başkanı’yım ama kurulun önünde başkan değilim. Onların sadece sözcüsü gibiyim” diyebilir. Ve geçmiş süreçte de demiştir. Bu şekilde bir savunma refleksi ile kurulu da, dini de koruma imkânı var. Ama çok ters zamanlar gelir, Kurulu da değiştirir o ayrı mesele ama o çok uçuk bir düşünce. O kadar da olmaz. En zor zamanlarda bile olmadı çünkü. Bundan sonra hiç olmaz inşallah.

yuksel dedi ki...

Sayfa: 187

1. Ey Allahım, kabrimi kendisine (karşı) namaz kılınan bir put kılma. Peygamberlerinin kabirlerini mescid edinen kavme karşı Allah'ın gadabı şiddetli olur.
Ravi: Hz. Zubeyr İbni Eslem (r.a.)

2. Şu anda kıtal geldi. Ümmetimden Hak üzerine çarpışan ve kafirler üzerine galib gelen bir kavim hiç bir zaman eksik olmaz. Allah, onlar için diğer kavimlerin kalblerini kaydırır ve daraltır. Kafirlerle savaşırlar. Allah onları rızıklandırır. Allah'ın emri gelene (onların ömürleri son buluncaya) kadar bu böyle devam eder. O günde mü'minlerin evlerinin yeri Yam'dır. Hayr, kıyamete kadar, atların nasiyesine bağlıdır. Bana vahyolunduğuna göre, Ben (dünyada) çok kalıcı değilim. Yakında gidiciyim. Siz de Beni yaşlanarak takip edeceksiniz. Ve bazınız, bazınızın boynunu vuracaktır. Kıyametten önce iki büyük hadise vardır. Şiddetli Veba ve sonra da zelzeleli yıllar vardır.
Ravi: Hz. Seleme (r.a.)

3. Bakara suresinin sonunda iki ayet vardır ki, kim onların geceleyin okursa, onlar o kimseye kafi gelir.
Ravi: Hz. Ebû Mesud (r.a.)

4. Bu ümmet içinde Ebdallar otuz kişidir. Bunların kalbleri İbrahim (a.s)'ın kalbi gibidir. Onlardan biri vefat edince Allahü Teala, onun yerini başka biriyle doldurur.
Ravi: Hz. Ubâde İbni Samit (r.a.)

5. Ümmetimde Ebdallr otuzdur. Dünya onlar sayesinde ayakta durur. Yine onlar sayesinde yağmur yağdırılır. Ve Allah Tealanın yardımı, onlar sayesinde gelir.
Ravi: Hz. Ubâde İbni Samit (r.a.)

6. Ebdallar Şamdadırlar, Kırk kişidirler. Biri vefat ettiğinde Allah teala onun yerine başkasını getirir. Onlar sayesinde yağmur yağdırılır, düşmanlara karşı galib gelinir ve yine onlar sayesinde Şam ehlinden azab kaldırılır.
Ravi: Hz. Ali (r.a.)

7. Ebdallar kır erkek, kırk da kadındır. Bunlar bir erkek vefat ettiğinde, Allah Teala onun yerine bir erkek ve kadın vefat ettiğinde de Allah teala onun yerine bir kadın getirir.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)

8. Ebdallar Şam ehlindendir. Onların sayesinde yardım görülür. Ve onlar sayesinde rızıklanılır.
Ravi: Hz. Avf İbni Malik (r.a.)

9. Ebdallar altmış kişidir. Onlar sözü çok derinleştirmezler. Bid'at sahibi değildirler. Batıl ve günah sözlere dalmazlar. Ve ucub sahibi de değildirler. Onlar nail oldukları bu dereceye çok namaz kılmak, çok oruç tutmak ve sadaka vermekle ulaşmamışlardır, lakin nefislerinin cömertliği, kalblerinin selameti, insanlara yaptıkları nasihatler sayesinde elde etmişlerdir. Ey Ali (r.a) onlar ümmetimin içinde kibrit-i ahmerden daha azdır.
Ravi: Hz. Ali (r.a.)

yuksel dedi ki...

Sayfa: 467

1. Kendisinde can olan mahluku hedef edinmeyin. (Nişan için)
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)

2. Camileri yol edinmeyin, meğer zikir veya namaz için ola.
Ravi: Hz. İbni Ömer ra

3. Evlerinizi kabir edinmeyin, evde de namaz kılın. Zira şeytan Bakara suresinin okunduğu evden kaçar.
Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)

4. Evinizde uyuyacağınız zaman ateşi kapatın ve söndürün.
Ravi: Hz. Salim (r.a.)

5. Namazı kasden terketmeyin, ey kadın. Kim namazı kasden terkederse, Allah ve Peygamberin zimmetinden çıkar.
Ravi: Hz. Ümmü Eymen (r.a.)

6. Düşmanla karşılaşmayı istemeyin. Allah'dan afiyet isteyin. Onlarla karşılaşınca da Allah'ı çok zikredin. Eğer onlar direnir, gürültü ve şamata yaparlarsa siz sükut edin.
Ravi: Hz. İbni Amr (r.a.)

7. Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin. Allah'dan afiyet isteyin. Zira siz onlarla beraber neyin imtihan edildiğini bilmezsiniz. Onlarla karşılaşınca "Allahümme ente Rabbına ve Rübbühüm ve mevasına vemevasihim bi yedike ve inneme taktülühüm etne." deyin ve yere çökün. Ne vakit üzerinize yürürlerse kalkın ve tekbir alın.
Ravi: Hz. Câbir (r.a.)

8. Bevlettiğiniz helada abdest almayın. Zira Mü'minin abdest suyu hasenatı ile beraber mizana girer.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)

9. Kur'anla mücadele etmeyin. Allahın kitabının bazı kısımlarını bazısına yalanlatmayın (tezat aramayın) Vallahi; mü'min onunla mücadele ederse yenilir. Münafık onunla mücadele ederse, galip geldiğiniz zannetse bile mahkum olur. (Galebesi necat sebebi olmaz)
Ravi: Hz. Abdurrahman ibni Cubeyr (r.a.)

10. Evlerinizi kabir etmeyin. Hiç şüphe yok ki şeytan, sure-i Bakara okunan evden çıkar gider.
Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)

11. Benim kabrimi bayramlık etmeyin (sık gidin) Evinizi de kabir yapmayın. Nedere olursanız olun olduğunuz yerde selatü selam getirin. Sizin selatü selamınız Bana ulaşır.
Ravi: Hz. Hüseyin (r.a.)

12. Şu namazı, öğle namazının ilk ve son sünneti gibi yapmayın. Sünneti ile farzı arasını aralayın. (Sabah namazını sünneti ile farzını biraz aralayın)
Ravi: Hz. Abdullah İbni Büceyne r.a

13. Beni yolcunun (su kabı) gibi yapmayın. Yolcu kabını su ile doldurur. İhtiyacı olursa onu içer, icap etmezse içmez döker. Beni sözünüzün başında, ortasında ve sonunda anın.
Ravi: Hz. İbni Mes'ud (r.anhüma)

yuksel dedi ki...

Sayfa: 468

1. Şehidin kanı yerde kurumadan onun Cennetteki zevceleri, ayrıldıkları yerde yavrularını bırakmış iki kuş gibi koşuşurlar. Her birinin elinde Cennet elbiseleri ile, Öyle ki yanlız onlar bütün dünya ve içindekilerden hayırlıdır.
Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)

2. Yol uğraklarında oturmayın. Oturmanız lazımsa selam alın. Kadınlara ve haramlara bakmayın. Yol soranlara gösterin ve yüklerine yardım edin.
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)

3. Her alimin meclisinde oturmayın, ancak şu beş şeyden diğer beş şeye davet eden alimin yanında oturun: Şekden yakine, kibirden tevazua, münaferet ve husumetten hayırhahlığa, riyakarlıktan ihlasa ve dünyaya yönelmiş olmaktan zühde .
Ravi: Hz. Câbir (r.a.)

4. Kabirler üzerine oturmayın ve onlara karşı namaz da kılmayın.
Ravi: Hz. Vasile İbni Eska (r.a.)

5. Taze hurma ile kuru hurmayı, hurma ile üzümü karışık olarak şıra yapmayın.
Ravi: Hz. Câbir (r.a.)

6. Varise vasiyet olmaz. Verese isterse o başka.
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)

7. Hain erkek ve kadının, zani erkek ve zaniye kadının, İslamda kardeşine kin sahibi olanın şahidliği caiz olmaz.
Ravi: Hz. Amr İbni Şuayb (r.a.)

8. Hain erkek ve kadının, had vurulmuş erkek ve kadının, kardeşine kini olanın, yalancı şahidliği tecrübe edilenin, ev halkına tabi olanların (hizmetçiler gibi) akrabalık olması ve velilik ihtimali olanın şehadetleri caiz olmaz.
Ravi: Hz. Âişe (r.anha)

9. Kocasının izni olmadan, kadının kendi malını hibe etmesi caiz olmaz, kocası ismetine sahib olduğu müddetçe.
Ravi: Hz. Amr İbnni Şuayb (r.a.)

10. Yabancı milletten insanların birbirine şehadeti caiz değildir. Yanlız müslüman milleti hariç. Zira müslümanların diğer bütün milletlere şehadeti caizdir.
Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)

11. Her hadisi herkese söylemeyin, aklı alacak adama söyleyin.
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)

12. Bir veya iki defa emmek süt mahremliğini tesis etmez. (Hanefi mezhebinde ediyor. Bir defa da olsa)
Ravi: Hz. Âişe (r.anha)

13. Perşembe günü hacamat olmayın. Zira kim o gün hacamat olur da başına hoşa gitmiyecek bir şey gelirse, kabahatı kendinde bulsun.
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)

yuksel dedi ki...

Fakirleri sevmek cennetin anahtarıdır.
Bazı arifler demiştir.

İbni Ömer (r.a.) dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Rasulullah şöyle buyurmuştur:
399-"Herşeyin anahtarı vardır, cennetin anahtarı ise miskin ( düşkün kimse) leri sevmektir!Sabırlı fakirler; kıyamet günü Allah-u Te'âlâ'nın meclis arkadaşları ancak onlardır!"
Ruhu'l Furkan Tefsiri.sy.558.

yuksel dedi ki...

Feridettün Attar (k.s.) şöyle buyurmuştur:
Dervişlere muhabbet cennetin anahtarıdır.
Onlara düşman olanlara da lânet lâyıktır.
(Pend-i Attar, beyit no: 174)

Murad Molla Şeyhi es-seyyid Hâfız Muhammed Murâd Nakşibendi (k.s.s.)Hazretlerinin be6anı şeriflerine göre:
Devişleri sevmek ve (onlara) muhabbet etmek, Cennet-i a'lâ'nın anahtarıdır ve Firdevs Cenneti'nin kapısının âçılmasına sebeptir.
Ruhu'l Furkan Tefsiri
Cilt 13.sy.558.

yuksel dedi ki...

Zengin olan kimse(nin kendisinden iyilik olmayınca), malı sebebiyle kimseden daha iyi (ve üstün) olmaz.
Atlas çula bürünse de eşek yine eşektir (,çünkü üstüne örtülen atlas örtü ona şeref verip, eşeklikten çıkarmaz).
397-"Ey Allah c.c.! Suretimi güzel ettin, ahlakımı da güzel et" diye dua ederdi.
Allah-u Teâlâ Habibini:
Muhakkak sen elbette ( mâhiyeti kimse tarafından idrak edilemeyecek kadar) pek büyük bir ahlâk üzeresin!"(Kalem Suresi:4) kavl-i şerifiyle methetmiştir.
Ruhu'l Furkan Tefsiri
Cilt.13.sy.556,557.

yuksel dedi ki...

Mevlânâ (k.s.) Mesnevi'de fakirlere hüsn-ü zan hakkında şöyle buyurmuştur:
Gerçi dilenciler (Genelde) tamahkâr ve çirkin huyludur ama,
Sen (yine de) gönül sahibini karnı açların arasında ara.
Deniz dibinde inci, taşlarla karışmıştır,
İftiharlar ise, utançlar içine sıkışmıştır.
Ruhu'l Furkan Tefsiri
Cilt.13.sy.559.

yuksel dedi ki...

Bununla birlikte, mümini imanından ötürü sevmek düpedüz imandır ve yine (mümine) imânından ötürü buğz (öfke, kin) ve adâvet (düşmanlık) etmek düpedüz kafirliktir. Hele bir de buğz olunan kişi hakiki bir derviş ve kamil mümin olursa !?(Vay o buğz eden bedbahtın haline!) Hakiki derviş, külliyen dünyayı terk eden ve Mevlâ Teâlâ'ya yönelen kimsedir.
Ruhu'l Furkan Tefsiri.
Cilt 13.sy.559.

yuksel dedi ki...

2018-10-24 02:24:00
Tekrar İş Bankası


Yıllardır İş Bankası’nı yazıp konuşuyorum. Defalarca bu konu ile ilgili yargılandım. Gelinen noktada çok şükür Erdoğan bu işe el attı. Bana kimsenin bir şey sorduğu yok ama yine de ben bildiklerimi, düşündüklerimi bir kez daha kısaca yazayım:

Bu konuda Meclis Başkanı, Başbakan, Maliye Bakanı, Diyanet İşleri Başkanı, Merkez Bankası yetkilileri çalmadığım kapı kalmadı. Nasip bugüneymiş.

İş Bankası meselesi, sadece Hindistan Hilafet Fonundan gelen paraların Mustafa Kemal tarafından İş Bankasına aktarılması ve bu hisselerin kendi ve arkadaşlarının üzerine tescilinden ibaret değil.

Bu işi takip edecek kişiler, bu konuda Hindistan’daki ve Pakistan’daki büyükelçiliğimizden Hindistan Hilafet Fonunda bu konu ile ilgili kayıtları bulup göndermeleri sağlanmalı.

Bu işin içinde bir de İttihat Terakki tarafından kendi kurdukları İtibarı Milli Bankasına hazineden aktarılan paralar var. Bu konu iyi incelenmeli, çünkü İş Bankası, İttihatçıların İtibarı Milli Bankası modeli üzerine kuruldu. İtibarı Milli Bankası’nın nakid ve emvali de İş Bankasına devredildi. Hazine’ye ait olan pay bu olmalı. Burada özel kişilerin hissesi varsa onlar da ayrıca hesap edilmeli. Bu bankanın kurucuları Malta’ya sürüldü, sonra geri gelmelerine izin verildi. Bunlar döndükten sonra, Afyon Terakki Bankasını kurdular. O bankanın da para ve malına el konuldu ve İş Bankasına devredildi. Yani o akıl, İş Bankasını bugünkü TMSF gibi kullandı.

Daha bitmedi. Bir de Anadolu’daki CHP teşkilatları marifeti ile Anadolu’daki iş adamlarından paralar toplandı. Hem bu bankaya ortak olacaklar. Hem de bu banka onlara kredi verecekti. Bu paraların bazıları CHP il yöneticilerinin üzerinde kaldı ve onlar adına hisse olarak tescil edildi. Bazıları sahiplerine hisse olarak verildi ise de, bunların bazıları banka kasasında muhafaza edilirken, adamlar öldükten sonra bu hisseler birilerinin üzerine geçirildi.

yuksel dedi ki...


Bu konuda doktora yapan arkadaşlar var. Bu konu ile ilgili bir “Finansal Tetikçilikle Mücadele Platformu” var. Onlardan bazıları da sanık oldu. Devam eden davaları var.

“Finansal Tetkçilikle Mücadele Platformu”nda, son değerli bir bankacı var. Hem kamu bankacılığını biliyor, hem özel bankacılığı, kredi kartını Türkiye’ye ilk getiren kişi, hem de Katılım Bankacılığını bilen, artık emekli olan bir isim: Demir İnal. Kamudakiler ya da özeldekiler, neden bu arkadaştan yararlanmazlar bilmiyorum. Bankacılık konusunda kendinden en çok yararlandığım kişi bu.

Platformla ilişki kuran, İş Bankası ile ilişkili birçok kişi var.

Benim bildiği İtibarı Milli ve Afyon Terakki Bankası ile ilgili ellerinde hisse senetleri olan 2000 civarında kişi var ve bunların açtıkları dava devam ediyor.

Bu işi takip edecek arkadaşlar, mutlaka bu kişilerin avukatları ile görüşmeli. Bu konuda mağdur edilen CHP’liler de var. Mesela, Mersin’de yaşayan Burhan Ocakoğlu da bunlardan biri. Durumu çok farklı.

yuksel dedi ki...

Madem İş Bankası’na el atılıyor, tarihi gerçekler ortaya çıkartılmalı ve herkes hakkını almalı. Kesinlikle konu hukuki bir zemine oturtulması, bu konuda taraf olan, görüşü olan herkesten görüş alınmalı. CHP de dahil.

Mesela, 12 Eylül sonrası İş Bankasının sermaye tezyidi sırasında, Kenan Evren tarafından Hazineden İş Bankasına aktarılan para da var.

1960 darbesi öncesi, Menderes döneminde İş Bankası ile ilgili yapılan bir düzenleme var. Bu düzenleme ile ilgili belgeler de ortaya çıkartılmalı.

Efradına cami, ağyarına mani bir iş yapılmalı. İtibarı Millideki Osmanlı hazinesinin payı hazineye aktarılmalı. Afyon Terakkinin payı hak sahiplerine verilmeli. CHP’lilerin payı CHP’lilere verilmeli, Hilafet Fonundan gelen paralar Diyanete aktarılmalı. Diyanet hisseleri kesinlikle ayrı hesaplanmalı, önce Hazineye aktarılsa bile, Hazine bu payı daha sonra sahibine iade etmeli. Yoksa bu konu ileride yine sorun olur!?

Hazineye aktarılacak yayın neması yine Dil ve Tarih Kurumuna verilebilir. Bu iki kurum da belki bir devlet üniversitesi ile ilişkilendirilebilir. Ama bu iki kurum tepeden tırnağa yeniden yapılandırılmalı.

yuksel dedi ki...

Kesinlikle bu konuda İş Bankası ile davalı olanların avukatlarının dinlenmesi ve dava dosyasının incelenmesi gerek.

Bu konuda Türk Tarih Kurumu da bir araştırma yapsın. Kesinlikle İş Bankası Yönetim Kurulu Başkanı da dinlenmeli ve İş Bankası arşivleri de incelenmeli.

Bu konu aceleye getirilmemeli, geç de kalınmamalı. Belki acil olarak, bankaya yönelik bir tedbir uygulanabilir. CHP de sorun çıkarmamalı. Bu tartışmanın devamı, seçim öncesi CHP’yi tahminlerinden çok daha fazla üzebilir.

Öte yandan; Diyanet ve dini vakıflarla ilgili Vakıflar Genel Müdürlüğü de kendi pozisyonları açısından konuyu değerlendirmeleri gerekir.

Bana kalırsa, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının başkanı olacağı, Yargıtay ve Sayıştay üyeleri ve ihtiyaç duyulan uzmanların da katılımı ile bir muhakkik heyeti, inceleme yapmak ve rapor sunmak üzere tayin edilebilir. Konu ile ilgili bir sivil uzman olarak Demir İnal’dan yararlanılabilir.

Diyanete devredilecek hisse ile ilgili bir sorun var. Diyanet dini hassasiyetleri olan bir kurum. Bir riba kurumunun ortağı olamaz. Bu hisselerini nakit ve gayrimenkul olarak alıp, Diyanetin büyük ortağı olacağı ya da tek sahibi olacağı yeni bir katılım bankası kurularak, Müslümanların hukuki statüye sahip olduğu 110 ülkede örgütlenebilir. İş Bankası’nın iştiraki olan kuruluşlardaki payını da muhafaza edebilir. Bu Türkiye için de önemli bir hizmet olur.

yuksel dedi ki...


Tabi, geçen süre içinde dağıtılan kâr paylarından mahrum bırakılmış olduğu için Diyanete ayrıca, enflasyon farkı da gözetilerek bir tazminat da ödenebilir.. Bu hak Hazine ve diğer hak sahipleri açısından da önemli.

Selam ve dua ile.

yuksel dedi ki...

2018-10-16 01:42:00
Hilafet, imamet, liderlik üzerine


Dün kaldığımız yerden bugün de devam ediyoruz.

Bakın bizde Halife “Norm koyan” biri değil. İnsanların aslında şu “Normal” dedikleri şey, bir Norm’un herkes tarafından kabul edilmesi şeklinde anlaşılıyor. Bizim bu “Norm” denilen şeyi konuşmamız gerek. Bu “Evrensel Norm” dedikleri şeyler ne kadar Hakka uygun, hakkı koruyan şeyler aceba!. Uluslararası sözleşmeler, AB beyannamesi, bunlar hep birer norm’dur. “Norm” aslında insan aklının eseridir.

Biz bu konular üzerinde çok okuyup, düşünmediğimiz için, şikayet ettiğimiz şeylerin yerine neyi koyacağımız konusunda zorlanıyoruz. Çoğu kez yerine koyduğumuz şey de beklenen faydayı sağlamıyor. Batıda da bu sorun çözülmüş değil. Yahudilik, Hıristiyanlık, ruhani otorite ile siyasi otoritenin ilişkisi ve iktidar paylaşımı konusunda tartışmalar devam ediyor. Laisizm, Sekülerizm, Teokrasi, Bizantinizm başlığı altında birçok tartışma hâlâ devam ediyor. İslam dünyasında Hilafet ve İmamet tartışması devam ediyor.

Bu tartışma bugünden yarına bitmeyecek. Geçmişi tümden red edemeyiz, geçmişle yüzleşmeden ve ciddi bir özeleştiri yapmadan daha ileriye de gidemeyiz. Hele bugünkü Sisi’yi “Ulul emr” kabul eden Vehhabi kafası, kendi mezhebini dinin aslı kabul eden Safevi Şiası kafası, kendi şeyhini beni İsrail peygamberlerinden üstün gören “Köklerinden koparılmış modern Sufi” kafası, devleti insanlar üzerinde “hüküm koyma” ve onları “terbiye etme” makamı olarak gören siyasetçi kafası ile bu işleri rayına oturtmak kolay olmasa da, Tevhid temelinde Akaid ve Fıkheden bir mü’min feraseti ile Alemlere rahmet olarak gönderilen bir peygamberin ümmeti anlayışı ile Müslümanların vahdeti, temelinde ve yeryüzünde adalet, barış ve hürriyetin tesisi için Allah, Resul ve Kitab’a sadakatle yürüyüşümüzü sürdürmemiz gerekiyor

yuksel dedi ki...

Bırakın sadece Müslümanlar arası ittihadı, biz tüm erdemli insanlar ve mazlumlarla müttefik, değer üreten herkesle mütelif olacağız ya hu! Bunu gerçekleştiririz ya da gerçekleştiremeyiz, o benim sorunum değil, benim sorumluluğum bu yönde yürümektir. Yaşadığım zamana ve mekana şahid olarak istikamet ve eylem sahibi olmak! Sıratı müstakim budur!

Halife bizde insanın Allah’a nisbet edilmesi, “kulluk” ile birlikte “Onun rızasının tecellisinin vesilesi”olması ile ilgili, “yaratılış gayesi”nin pratik hayattaki tezahürünü ifade eden bir isimlendirmedir. Siyasi anlamda İmamet ve Hilafet “devlet başkanlığı” yerine de kullanılmıştır. Bu kavramların haşa “Zıllullah” anlamında kullanılması doğru değildir. Mecazi anlamda Allah’ın halifesi yukarıda izah ettiğim şekilde, her insan cevher olarak bu potansiyele sahip olsa da, yaratılış gayesine uygun yaşayan insandır. Siyasette ise Halife, imam, Hz. Peygambere nisbet edilir. Aynı zamanda dayanağı risalet de olsa, pratikte insanların maslahatını gözeten, mal, can, namus, akıl, inanç ve nesil emniyetlerini teminat altına almak için ümmetin örgütlenmesi anlamına gelir.

yuksel dedi ki...


“Raina” demeyeceğiz, “Unzurna” diyeceğiz!. Yani “öl de ölelim, vur de vuralım” yok. Aklımızı kiraya vermeyeceğiz, kimsenin önünde “Musalla taşındaki meyyid” gibi olmayacağız. Rehberiyet, ilim ve irfanla, maslahatla, çizilen bir çerçeve ile sınırlıdır. Had’ler vardır. Haddin / hudud’un dışına çıkmak fahşa / haddi aşmak’dır. Emirin tasarrufu da verilen yetki ile sınırlıdır. Onun şartları, hedefi, usulü ve çerçevesi olduğu gibi bir de dünya ve ahiret hesabı vardır. Emir, Amir, Memur, “imar”la mükelleftir, “ifsad” ile değil. Bizim ahdimiz Allah’adır, diğer bütün ahidler, ona nisbetledir. Allah’a olan sadakatımız, devlete, emir’e olan sadakatımız’ın da çerçevesini çizer. Allah’a olan sadakatımız, bu anlamda devlete olan sadakatımız’ın istinatgahı olacaktır. Bunun dışındaki rehberlik ve imamet, hilafet iddiaları, Rububiyet’tir. Uluhiyet iddiasıdır. Firavun “bana sormadan nasıl böyle bir şey yaparsınız” dediği için kibrinden dolayı, cehenneme kadar yol açtı kendine. Onun o işi onu cehenneme yuvarladı. Biz ise dün olduğu gibi “La ilahe” diyoruz. La ilahe illallah! Allah’tan başka Rabbimiz ve İlahımız yoktur. Onun için de kula kulluk etmiyoruz. Biz sonuçta birbirimizin velileriyiz. Biz gökteki yıldızlar gibi. Her birimiz, bir başka konuda birbirimizden üstünüz. Parmak uçlarımız gibi farklıyız. Farklılıklarımız zenginliğimiz olmuştur. Her birimiz bir elmasın parlayan bir başka penceresini oluştururuz. Bizim geleneğimizde “Emir “olan kişi, eğer görevini hakkı ile yapmıyorsa, o cehenneme gidebilir ya da derecesi çok düşük olabilir. Ama onun yanında çalışan hizmetlisi görevini tam ve eksiksiz yapıyorsa o cennete gidecektir. Allah kimsenin makamına, rütbesine bakmaz. Verdiği nimetleri kim nasıl kullanıyor ona bakar. O dilerse Talut ve Calud’un askerleri ve silahları ile değil, Hz. “Davud’un sapan taşı” ile bitirir işi. Her şey O’nun iradesi içindedir, Şeytan da. Amerika da, Papa’da, İsrail de, Kraliçe de, ben, sen ve onlar da.. Biz O’nun rızasına tabi olalım. O zaman O’nun rahmeti ve yardımı bize ulaşır. Biz hep birlikte Allah’ın ipine tutunalım, Veresetül enbiya olalım. Ve bizi Allah’a çağıran, resullerin yoluna, kurtuluşa çağıranların davetine uyalım ki, yeryüzü bize mescid kılınsın, Allah bizi yeryüzünün varisi kılsın, O’nun rızasının tecellisinin vesilesi olalım.

yuksel dedi ki...


Yoksa “müstekbir”lerden oluruz. “La yüs’el” oluruz. “Mütrefin”lerden oluruz. Ötekilerden bir farkımız kalmaz.

Bir insanı haddinden fazla övmek ve yüceltmek, o kişiye iyilik değildir. Kibire kapı aralar. Peygamberimiz yanında bulunan bir kişi hakkında o mecliste bulunan bir arkadaşı çok mübalağalı bir şekilde övünce, Allah’ın Resulü, oturdukları yerden bir avuç toprak alıp önlerine doğru dökerek, biz hepimiz Adem’in çocuklarıyız, Adem ise topraktandı diye uyarmıştı.

Din ve devlet büyüklerimizi İLAH ve RAB edinmeyeceğiz. Onları mutlaklaştırmayacağız. Yoksa o “İDOL”ünüz olur. PUT’laştırmış olursunuz. “O olmasaydı, bunlar böyle olmazdı” demeyeceğiz.

Bakın birini çok yüceltmek, mutlaklaştırmak, bütün bir toplumu aşağılamak anlamına da gelir..

Bir tek gerçek var: O da, biz bu dünyada imtihan oluyoruz. Ne Allah’ı kıyamete zorlayabiliriz, ne de iktidara! Kadere, rızga ve ecele hükmeden o Allah bizi bu dünyada mallarımız, canlarımız ve sevdiklerimizle, kimi zaman artırarak ve kimi zaman eksilterek imtihan etmektedir. Bu dünyada tartışıp durduğumuz bazı şeylerin hakikatinin bize gösterileceği bir gün var. O bize hayır gibi gelen şeylerde “şer”, şer gibi gelen şeylerde “Hayır” da murat etmiş olabilir. Biz bilmeyiz Allah bilir!

Haşa, hiç kimse Allah’ın yetmeyen gücüne güç, yetmeyen parasına para, yetmeyen aklına akıl yetirecek değildir. Allah kimseye muhtaç değildir. O iradesini gerçekleştirmek konusunda muktedirdir. Eğer O’nun rızasını kazanmak ve yardımına kavuşmak istiyorsanız, O’nun yardımının bize ulaşmasını engelleyen engelleri kaldırın ortadan. Bu anlamda biz kendimizi değiştirelim ki, Allah’ın yardımı bize ulaşsın. Değilse, hiç kimsenin elinde böyle bir güç yok. İlk değişmesi gereken biziz biz, başımızdakiler değil.

yuksel dedi ki...


Allah’ın yardımını almak istiyorsak, İttihad üzre olmalıyız. Müellefe-i kulûbumuz olan tüm erdemli insanlar ve mazlumlarla müttefik olmalıyız ve değer üreten herkesle nimet ve külfet dengesine dayalı itilaflar gerçekleştirmeliyiz. Bunun için de “El Emin” olmalıyız. Din kardeşlerinin bile güvenmediği birine bir başkası nasıl güvenir bir düşünelim. Fasıklar, münafıklar, kibir küpü muhterislerden yakamızı kurtaralım ki, Allah’ın yardımının bize ulaşmasını engelleyen bu engellerden kurtulalım. Eba Zer ile övünen, ama Karun gibi kazanan ve onun gibi yaşayan ihtiras ve kibir yüklü cahillerden olmayalım. Onlar gibi olacaksanız, yakın olan bir azabı bekleyin. Veresetül enbiya olacaksanız o zaman, zafer inananlarındır ve zafer yakındır. Unutmayın karanlığın en koyu anı aydınlığa en yakın olduğu zamandır. Selâm ve dua ile.

yuksel dedi ki...

Sayfa: 470

1. Kocası vefat eden kadın, kınalanmasın, sürme çekmesin, koku sürmesin, boyalı elbise giymesin, süs ve ziynet takmasın (4 ay 10 gün)
Ravi: Hz. Ümmü Seleme (r.a.)

2. Saflarınızda ileri geri durmayın. Öyle durursanız kalbleriniz de öyle aykırı olur. Allah (z.c.hz.) ve melekleri ön saftakilere selat ederler.
Ravi: Hz. Bera (r.a.)

3. Çakıl av avlamaya ve düşman tenkiline yaramaz. Diş kırmak, göz sakatlamak gibi sebebiyet verir.
Ravi: Hz. Abdurrahman İbni Muğaffel (r.a.)

4. Mescidden çıkma. Ta ki sana Benden önce Davud oğlu Süleyman (a.s)den başka hiç birisine nazil olmayan bir sureden bir ayet öğreteyim. Namazına ve okumana ne ile başlarsın? De ki: "Bismillahirrahmanirrahim". Buyurdu ki, bak işte bu odur.
Ravi: Hz. Büreyde (r.a.)

5. Peygamberleri birbirine tafdil etmeyin. Muhakkak ki insanlar (birinci surda) düşerler de Ben yerin yarılıp da baas olanların ilki olurum. Bir de bakarım ki, Musa (a.s) Arşın direklerinden birine tutunmuş. Bilmem ki ilk sayhada (surda) düşüp ölenler arasında mı idi, yoksa Tur dağındaki "Sayka" da muhasebesi yapıldımıydı? (Yahudinin birisi Musa (a.s)ı tafdil eden bir şekilde kasem etmiş. Müslümanın birisi de Hz. Muhammed (sa.v)den de mi demiş ve ona bir tokat vurmuş. Onun üzerine yukarıdaki hadis varid olmuştur.)
Ravi: Hz. Ebû Said (r.a.)

6. Evine müttekiden başkasını sokma, ikram da mü'minden başkasına yapma.
Ravi: Hz. Âişe (r.anha)

7. İçinde çan olan eve melek girmez ve içinde çan olan kafileye de melek yoldaşlık etmez.
Ravi: Hz. Âişe (r.anha)

8. İçinde resim veya heykel gibi bir şey olan eve melaike girmez.
Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)

9. Kendisinde, suret, köpek ve cünüb bulunan eve melek girmez.
Ravi: Hz. Ali (r.a.)

10. Bir adamın kalbine iman tatlılığı girmez, ta ki doğru dahi olsa bir takım lakırdıları, yalan olması tehlikesine karşı, terketmedikçe ve haklı dahi olsa bazı mücadeleden sakınmadıkça.
Ravi: Hz. Ebû Mûsa (r.a.)

11. Nefislerine zulüm edip de helak olan kavmin meskenlerine girmeyin. Ancak (mecbursanız), onlara isabet edenin benzerinin size de isabet etmesinden sakınarak ağlar bir tarzda girin.
Ravi: Hz. İbni Ömer (r.anhüma)

12. (Hz. Ali'ye hitaben) Heykelleri, suretleri imha et. Yüksek yapılmış kabirleri de dümdüz et.
Ravi: Hz. Ali (r.a.)

13. Akşam yemeğini bırakma, bir avuç hurma da olsa. Zira onu terketmek insanı çabuk kocaltır.
Ravi: Hz. Câbir (r.a.)

14. Akşam yemeğini bırakmayın, velev bir avuç kuru ekmek de olsa. Zira onu terketmek ihtiyarlatıcıdır.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)

15. Kendinize beddua etmeyin, ancak hayırla dua edin. Zire melaike dediğinize "amin" der.
Ravi: Hz. Ümmü Seleme (r.a.)

16. Kendiniz çocuklarınız, hiçmetçiniz veya malınız hakkında fena dua etmeyin. Olur da saatına rastlar Allah tarafından kabul olunur.
Ravi: Hz. Câbir (r.a.)

yuksel dedi ki...

Sayfa: 189

1. İslam zelûldür ve Zelûle mal olur. (Uyması kolaydır.)
Ravi: Hz. Enes (r.a.)

2. İslam artar, eksilmez. (Dahil olanlarla artar. Mürtedlerle eksilmez)
Ravi: Hz. Muaz (r.a.)

3. İslam çıplaktır. Giyimi haya, zineti vefa, mürüvveti ameli salih, diğeri de verâdır. Her şeyin bir temeli vardır. Müslümanlığın temeli de ashabı ve Ehli Beytimi (Resulallaha nisbeti olanı) sevmektir.
Ravi: Hz. Hüseyin İbni Ali (r.a.)

4. İslam, Allah'a şirk etmeksizin, Ona ibadet etmekliğin, namazı kılmaklığın, zekatı vermekliğin, orucu tutmaklığın, hacca gitmekliğin, emri bil- maruf ve nehy-i anilmünkerle emretmekliğin ve ehline selam vermekliğindir. Bunlardan birini terketmek, İslamiyet sehiminden birini terketmek demektir. Kim ki hepsini bırakırsa, müslümanlığa arkasını çevirmiş bir adam olur.
Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)

5. İslam, ahlak güzelliğidir. (İslamın emrettikleri şeyler yapılırsa ahlak güzelleşir.)
Ravi: Hz. Ebû Said (r.a.)

6. İslam, aşikare olan şeylerdir. İman da kalbdedir. Takva buradadır. Takva buradadır, diyerek eliyle göğsüne işaret buyurdu.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)

7. İslam bundan izzetlidir. (Müşriklerle dostluktan) İslamiyet üsttedir, bunun üstüne çıkılmaz. (Galibtir. Mağlub olmaz.)
Ravi: Hz. Aziz İbni Amr (r.a.)

8. İslamiyet on sehimden ibarettir. Kendisinde bir tanesi noksan olan kimse hüsrandadır: "La ilahe illallah (diye) şehadet etmek ki, bu millet (din)dir. İkincisi, namaz ki o fıtrattır. Üçüncüsü, Zekat ki o temizliktir. Dördüncüsü, oruç ki o kalkandır. Beşincisi, Hac ki o şeriattır. Altıncısı, Cihad ki o Urve (sarılmak)dır. Yedincisi, Emri bil-maruf ki o vefadır. Sekizincisi, nehy-i anil münker ki o hüccettir. Dokuzuncusu, cemaattir ki, o ülfettir. Onuncusu, Taattır ki o da ismettir.
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)

9. Şerliler, hayırlılardan sonra yüz elli senedir. Dünya ehlinin hepsine hakim olurlar. Onlarda Türklerdir.(Türklerden maksad: Çinliler ve tatarı kebirdir ki, sonunda dünya bunların üzerinde kalacakmış)
Ravi: Hz. İbni Ömer (r.anhüma)

10. Şerbetler beş şeyden yapılır. Buğdaydan, Arpadan, hurmadan, kuru üzümden ve baldan. Bu şerbetlerden hangisi aklı mahmur ederse, o içkidir.
Ravi: Hz. Numan İbni Beşir (r.a.)

yuksel dedi ki...

.


FURKAN

الفرقان

Hakla bâtılı ayırma, bu ayrılmayı sağlayan Allah’ın koyduğu ölçü, gönderdiği kitap; kurtuluş ve zafer gibi anlamlara gelen bir Kur’an terimi.

Sözlükte “iki şeyin arasını ayırmak” mânasına gelen fark kökünden masdar olup “hakla bâtılı, imanla küfrü, helâl ile haramı... ayırıp belirlemek” anlamında kullanıldığı gibi zıt değerlere sahip olan şeylerin birbirinden seçilip ayrılmasını sağlayan ölçüyü de ifade eder (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “frķ” md.). Bu genel anlamından hareketle gerçeği kanıtlayan delil veya sezgiye, doğru bilgilere ve şüpheden kurtuluşa da furkān denilir. Nitekim Seyyid Şerif Cürcânî furkān’ı “hakla bâtılı birbirinden ayıran ayrıntılı bilgi” şeklinde tarif etmiştir (et-TaǾrîfât, “furķān” md.).

Gerek tefsirlerde gerekse sözlük kitaplarında furkān kelimesi, Kur’an’da yer aldığı yedi âyetten her birindeki konumu dikkate alınarak “Kur’an, Tevrat veya üç büyük kitap, delil, yardım, Mûsâ ve kavminin kurtulması için denizin yarılıp açılması, Bedir zaferi, kurtuluş ve başarı” gibi anlamlarla açıklanmıştır (Lisânü’l-ǾArab, “frķ” md.; Tâcü’l-Ǿarûs, “frķ” md.; Kāmus Tercümesi, “furkān” md.).

İbnü’l-Cevzî, müfessirlerin Kur’an’da geçen furkān kelimesine üç değişik anlam verdiklerini belirtir (Nüzhetü’l-aǾyün, s. 459-460). 1. Başarı ve zafer (el-Bakara 2/53; el-Enfâl 8/41); 2. Dalâletten ve şüpheden kurtuluş (el-Bakara 2/185; Âl-i İmrân 3/4; el-Enfâl 8/29); 3. Kur’ân-ı Kerîm (el-Furkān 25/1). Ancak İbnü’l-Cevzî’nin bu genellemesi isabetli bulunmamıştır. Zira müfessirler, aynı âyetlerde geçen furkān kelimesine farklı anlamlar verdikleri gibi verilen anlamlar da yeterince açık görünmemektedir. Şu var ki, başta Taberî olmak üzere (meselâ bk. CamiǾu’l-beyân, II, 146; III, 167; XVIII, 179) müfessirlerin çoğunluğu furkān kelimesine içinde yer aldığı âyetin konusuna göre farklı anlamlar vermekle birlikte bunların “hakla bâtılı ayırma” şeklindeki temel anlamla ilişkisini kurmaktadır. Bu asıl mânayı dikkate alarak bütün ilâhî kitapları furkān kapsamına sokanlar da vardır (Zeccâc, 1, 375).

yuksel dedi ki...


Furkan iki âyette (el-Bakara 2/53; el-Enbiyâ 21/48) Allah’ın Hz. Mûsâ’ya verdiği bir şey olarak tanıtılmakla birlikte bunun ne olduğu açık değildir. Kaynaklarda bunlardan ikincisiyle hakla bâtılı ayırt eden Tevrat’ın kastedildiği belirtilir. İlk âyette Tevrat’a “kitap” kelimesiyle ayrıca işaret edildiği için buradaki furkān’a “hak ile bâtılın ayırımı” şeklinde açık olmayan bir anlam verilmiştir (meselâ bk. Taberî, I, 284). Zeccâc, bu âyetteki furkān’dan da “kitab’ın (Tevrat) kastedilmiş olabileceğini, Tevrat’ın hakkı bâtıldan ayırma işlevini vurgulamak için tekrar edildiğini söyler (MeǾâni’l-Ķurǿân, I, 134). Şevkânî ise farklı açıklamaları sıraladıktan sonra bunların içinde, “Mûsâ’ya mûcize olarak verilen deliller” şeklindeki yorumu tercih eder (Fetĥu’l-ķadîr, I, 92-93). A‘râf sûresinin 151-156. âyetlerinin muhtevası, Hz. Mûsâ’nın bir duasını içeren Mâide sûresinin 25. âyetindeki “fark” kökünden bir kelimenin kullanılışıyla birlikte değerlendirildiğinde Mûsâ’ya verilen furkān’ı, Allah’ın, Mûsâ’ya inanıp günah işlemekten korunanları veya günahlarına tövbe edenleri inkârcılardan ve özellikle buzağıya tapanlardan farklı tutması, onlarla birlikte cezalandırmaması, inananları inanmayanlardan seçip ayırması şeklinde anlamak mümkündür (Watt, s. 146).

Enfâl sûresinin iki âyetinde geçen furkān ın bu sûrenin esas konusu olan Bedir zaferiyle bağlantılı olduğu anlaşılmaktadır. Bunlardan birinde, “Eğer Allah’tan sakınırsanız O size bir furkān yaratır” (8/29) denilmektedir. Fahreddin er-Râzî bu âyetteki furkān a maddî ve ruhî, dünyevî ve uhrevî bütün nimet ve imkânları kapsayan çok geniş bir açıklama getirmiş ve Allah’ın bu nimetlerle müminleri kâfirlerden ayırmasına dikkat çekmiştir (Mefâtîĥu’l-ġayb, XV, 153-154). Halbuki daha önce Taberî buradaki furkān’ı sûrenin ana konusuna uygun olarak, “Allah’ın, hakkı tercih eden müminlere yardım edip zafere ulaştırmak suretiyle onları kendilerine kin besleyen düşmanlarından kurtarması” şeklinde açıklamıştır (CâmiǾu’l-beyân, IX, 225-226). Zemahşerî’nin tercih ettiği yorum da Bedir zaferiyle ilgilidir (el-Keşşâf, II, 154). Aynı sûrenin 41. âyetinde ise Bedir olayına “furkān günü” denilmektedir. Her iki âyetteki furkān , Râgıb el-İsfahânî’nin de işaret ettiği gibi çok ileri düzeydeki bir ayrılmayı ifade eder. Gerçekten müslümanlar içtimaî, siyasî ve askerî anlamda ilk defa Bedir zaferiyle Mekke müşriklerinden ayrı, bağımsız, güçlü ve onurlu bir toplum haline geldiklerini kanıtlamışlardır.

yuksel dedi ki...


cilt: 13; sayfa: 221
[FURKAN - İbrahim Çelik]

Üç âyette furkān “hak ile bâtılı birbirinden ayıran” anlamında Kur’ân-ı Kerîm’in bir ismi veya niteliği olarak kullanılmıştır. Bakara sûresinin 185. âyetinde kelime, Kur’an’ın hakkı bâtıldan ayırma ve belirginleştirme işlevini ifade etmektedir. Diğer iki âyette ise (Âl-i İmrân 3/4; el-Furkān 25/1) Kur’an yerine onu ifade etmek üzere kullanılmıştır. Bundan dolayı bazı hadis mecmualarında ve Kur’an ilimleriyle ilgili kaynaklarda furkān kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’in başlıca isimleri arasında gösterilmiştir (meselâ bk. Müsned, II, 357, 415; Tirmizî; “Ŝevâbü’l-Ķurǿân”, 1; Ma‘mer b. Müsennâ, I, 3, 18; Süyûtî, I. 143, 147).

BİBLİYOGRAFYA:

Râgıb el-lsfahânî, el-Müfredât, “frķ” md.; Lisânü’l-ǾArab, “frķ” md.; et-TaǾrîfât, “furķān” md.; Tâcü’l-Ǿarûs, “frķ” md.; Kāmus Tercümesi, “furkān” md.; M. F. Abdülbâkî, el-MuǾcem, “frķ” md.; Wensinck, el-MuǾcem, “frķ” md.; Müsned, II, 357, 415; Tirmizî, “Ŝevâbü’l-Ķurǿân”, 1; Ma‘mer b. Müsennâ, Mecâzü’l-Ķurǿân (nşr. M. Fuad Sezgin), Beyrut 1401/1981, I, 3, 18; Taberî, CamiǾu’l-beyân, Beyrut 1405/1984, I, 284; II, 146; III, 167; IX, 224-226; X, 8-9; XVIII, 179; Zeccâc. MeǾâni’l-Ķurǿân ve iǾrâbüh (nşr. Abdülcelîl Abduh Şelebî), Beyrut 1408/1988, I, 134, 375; Zemahşerî, el-Keşşâf (Kahire), II, 154; İbnü’l-Cevzî, Nüzhetü’l-aǾyün, s. 459-460; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, XV, 153-154; Süyûtî, el-İtķān (Ebü’l-Fazl), I, 143, 147; Şevkânî, Fetĥu’l-ķadîr, Beyrut-Dımaşk 1412/ 1991, I, 92-93; W. M. Watt, Bell’s Introduction to the Qur’ān, Edinburgh 1970, s. 145-147.

İbrahim Çelik

yuksel dedi ki...



FURKÂN SÛRESİ

سورة الفرقان

Kur’ân-ı Kerîm’in yirmi beşinci sûresi.

Mekke devrinin sonlarına doğru nâzil olan sûrelerdendir. Abdullah b. Abbas’a isnat edilen bir rivayette 68, 69 ve 70. âyetlerin Medine devrinde nâzil olduğu belirtilmektedir. Kaynaklar bu sûrenin Yâsîn ile İsrâ sûresi arasında nâzil olduğunu bildirmektedir. Hz. Peygamber’in, olaylı geçen Tâif yolculuğundan sonra sırasıyla Cin, Yâsîn, Furkān ve İsrâ sûreleri inmiştir. Buna göre Furkān sûresi, mi‘rac olayı öncesinde ve muhtemelen Mekke döneminin onuncu yılında nâzil olmuştur (Abdullah Mahmûd Şehhâte, I, 259). Daha önce müşrikler müslümanlara sosyal boykot uygulamışlar ve Hz. Peygamber’in dine davetini çeşitli yollarla engellemeye çalışmışlardı. Mekkeli ya da taşralı hiç kimsenin Resûl-i Ekrem ile görüşmesine izin vermiyorlardı. Bu yolla istedikleri sonucu elde edemeyince başka çarelere başvurdular. Hz. Peygamber’i gözden düşürmek için bir iftira kampanyası başlattılar, hakkında akıl almaz yalanlar uydurdular. Bu sûre de müşriklerin, Hz. Muhammed’in peygamberliği ve genel olarak peygamberlik kurumuyla ilgili çeşitli iddia ve iftiralarına cevap vermek ve Hz. Muhammed’in hak peygamber olduğunu ortaya koymak üzere nâzil olmuştur. Furkān sûresi yetmiş yedi âyet olup fâsıla*sı elif (ا) harfidir; sadece on yedinci âyetin fasılası lamdır (ل).

Sûre, ismini birinci âyette geçen ve “hak ile bâtılı birbirinden ayırma” anlamına gelen “furkân” kelimesinden alır. Kur’ân-ı Kerîm’e furkān denilmesinin sebebi itikadda hak ile bâtılı, haberde doğru ile yalanı, amelde gerçek ile sahteyi birbirinden ayırmış olmasından dolayıdır (ayrıca bk. FURKAN).

yuksel dedi ki...


Kulu Muhammed’e “Furkān’ı” indirmiş ve onu bütün âlemleri uyarmak üzere peygamber yapmış olan Allah’a övgüyle başlayan sûrede Hz. Muhammed’in risâletinin evrenselliği, vahiy ve peygamberliğin kul isteği ve seçimiyle olmayıp Allah’ın takdir ve iradesiyle gerçekleştiği vurgulanır. Müşriklerin Hz. Muhammed’in peygamberliğini ve âhiret günündeki büyük hesabı inkâr hususunda gösterdikleri inat üzerine nâzil olan sûrenin başında vahiy ve nübüvvetin dindeki yerini ve önemini belirten bir bölüm yer alır. İnkârcılar vahyin alelâde masallardan, peygamberin de sıradan insanlardan pek farklı olmadığını öne sürüyor, bir peygamberin insan üstü nitelikler taşıması gerektiğini söylüyorlardı. Hz. Peygamber’in yemek yemesini, çarşıda pazarda gezip dolaşmasını bahâne ederek onun bu hallerini kendi inkârlarına gerekçe gösteriyorlardı. Sûrede inkârcıların ileri sürdükleri bu tür iddialar delil mahiyetinde misallerle tek tek cevaplandırılır ve çürütülür. Esasen Mekkeli müşriklerin Resûl-i Ekrem’i inkâr için öne sürdükleri gerekçeler, temelde bütün çağlarda peygamberleri inkâr için ortaya atılan isnat ve iftiralardan ibarettir. Bu iftira ve isnatların onların dilinden Kur’an’da yer almış olması bu bakımdan çok anlamlıdır.

Sûrenin baş taraflarında, kuluna Furkān’ı indiren Allah’ın aynı zamanda gökleri ve yeri yarattığı, tek hükümran olarak her şeyi kendisinin takdir ve tayin ettiği bildirilir. Böylece göklerde ayrı tanrılar, yeryüzünde ayrı tanrılar bulunmadığını ortaya koyarak inkârcıları kendisine tapmaya, buyruklarına boyun eğmeye ve peygamberine uymaya davet eder. Onların, ne bir şey yaratacak ne de fayda veya zarar verecek konumda olmayan âciz varlıklara, putlara tapmalarını ayıplar. Bu ayıp kendilerine yetmiyormuş gibi bir de Allah’ın gönderdiği vahye ve Peygamber’e dil uzatmalarını kınar. “Peygamber’e başkaları yardım ediyor” (âyet 4) diyerek iftirada bulunmalarının büyük bir haksızlık ve yalan olduğunu, “Bunlar eskilerin efsaneleridir” şeklindeki hezeyanlara karşı da Kur’an’ın bütün sırları bilen Allah tarafından indirilmiş bir vahiy olduğunu bildirir. Daha sonra Hz. Muhammed’in hak peygamber olduğunu bildiren âyetlere yer verilir. Resûl-i Ekrem’in yiyip içtiği, gezip dolaştığı, aslında bir peygamberin yanında birtakım meleklerin bulunması veya kendisine gökten defineler indirilmesi gerektiği (âyet 7, 8) yolundaki itirazlara cevap olarak daha önceki peygamberlerin de aynı şekilde yiyip içen, çarşıda pazarda gezip dolaşan insanlardan seçilmiş olduğu hatırlatılır (âyet 20). Bu hatırlatmadan, Mekke putperestlerinin muhtemelen yahudiler ve hıristiyanlarla olan ticarî münasebetleri sayesinde eski peygamberler hakkında az çok bilgi sahibi oldukları anlaşılmaktadır. En’âm sûresinin 91. âyetinde

yuksel dedi ki...


cilt: 13; sayfa: 222
[FURKÂN SÛRESİ - Emin Işık]

belirtildiğine göre onların okur yazar olanlarından bir kısmı yahudi kutsal metinlerinden bazı parçaları yazıp saklıyorlardı. Şu halde Hz. Muhammed’de gördükleri ve sözde yadırgadıkları beşerî niteliklerin o peygamberlerde de bulunduğunu bilmeleri gerekirdi.

İnkârdan doğan bu tür itirazların vahyin niteliğine (âyet 4, 5), geliş tarzına (âyet 32) ve Hz. Peygamber’in şahsına (âyet 7, 8, 9) ait olmak üzere üç noktada toplandığı görülür. Sûrede bu itirazlara ayrıntılı olarak cevaplar verilir; ayrıca inkârcıların ruh halleri tahlil ve tasvir edilerek Allah huzurunda hesap verilmeyeceğini sananların kendilerine melekler gönderilmemesini ve Tanrı’nın görünmemesini bahâne ettikleri, bunun da onların kibirlerinden ileri geldiği vurgulanır. Suçluların ve kötülük yapmaya meyilli olanların Kur’an’daki uyarılara hiç gerçekleşmeyecekmiş gibi baktıkları ve bu yüzden peygamberlere düşman oldukları ortaya konur (âyet 31). Kur’an’ın niçin toptan indirilmeyip âyet âyet nâzil olduğunu soranlara, müminlerin kalbine daha iyi yerleşmesi için bu yöntemin seçildiği bildirilir (âyet 32). Bu cevap, Kur’an’ın içerdiği bilgilerin, gerçeklerin ve amelî prensiplerin gerektiği şekilde kavranıp benimsenmesi ve hayata geçirilebilmesinde zaman, ihtiyaç ve kapasite gibi faktörlerin dikkate alınmış olduğunu göstermesi bakımından büyük önem taşır.

yuksel dedi ki...

35 - 39. âyetlerde, peygamberlerini red ve inkâr eden bazı eski kavimlerin nasıl cezalandırıldığına kısaca işaret edildikten sonra bunların kalıntılarını gördükleri halde ibret almayan Mekkeli putperestlerin Hz. Peygamber’le alay ederek aynı hatayı işledikleri ve inkârcılıklarını ısrarla sürdürdükleri, bu halleriyle de hayvanlara benzedikleri, hatta daha da aşağı oldukları ifade edilir (âyet: 40-44). Bundan sonraki âyetlerde kozmolojik delillerden bazı örnekler verilerek dünyanın da âhiretin de tek hâkiminin Allah olduğu açıklanır (âyet 45-57).

Sûrenin son kısmında, şanı yüce ve ölümsüz olan Allah’a inanmanın, O’na güvenmenin ve huzurunda secde etmenin insana gerek bu dünyada gerekse âhirette neler kazandırdığına temas edilir. İyi hal sahibi müminlerin bazı örnek davranışlarına yer verilir. “Rahmân’ın kulları” tabiriyle taltif edilen müminler yürüyüşleri, geceleyin ibadet etmeleri, konuşmaları, sataşmalara esenlik dileğiyle karşılık vermeleri, Allah’a yalvarışları, yardım severlikleri, bununla beraber israftan uzak durmaları, Allah’tan başkasına boyun eğmekten, cana kıymaktan, zina etmekten, yalan söylemekten ve yalan yere şahitlik etmekten kaçınmaları ve iyilik yolunda önderlik etme arzusu taşımaları gibi meziyetleriyle toplumun yüz akı insanlar olarak örnek gösterilirler. Böylece sûre yalnızca vahye karşı çıkan inkârcıların ruhî durumlarını ve acınacak hallerini İfade ekmekle kalmaz, vahye inanan insanların örnek özelliklerini de dile getirir ve bu iki tip insan arasındaki farkları açık şekilde

yuksel dedi ki...

almaz, vahye inanan insanların örnek özelliklerini de dile getirir ve bu iki tip insan arasındaki farkları açık şekilde ortaya koyar. Özellikle 63. âyet bu iki tipin ahlâkî yapısının bir özetidir. Nitekim bütün tefsirlerde, burada sözü edilen “câhillerin sataşmaları Câhiliye barbarlık ve küstahlığını, ağır başlı müslümanların bu sataşmalara selâmla karşılık vermeleri de onların, İslâm ahlâkında genellikle “hilim” terimiyle karşılanan ağır başlı, uzlaşmacı, yapıcı ve barışçı karakterlerini ifade edecek şekilde açıklanmıştır (meselâ bk. Taberî, XIX, 32-35; Zemahşerî, III, 99). Sûre şu âyetle sona erer: “De ki: Sizin yalvarmanız olmasa rabbim size ne diye değer versin? Siz -resulün bildirdiklerini- kesinkes yalan saydınız; onun için azap yakanızı bırakmayacaktır”.

Hz. Peygamber’den rivayet edildiği bildirilen ve bazı tefsirlerde yer alan (meselâ bk. Zemahşerî, III, 234; Beyzâvî, II, 172), “Furkān sûresini okuyan kimse kıyamet gününde Allah’ın huzuruna o günün geleceğine şüphesiz inanmış olarak çıkar ve kolayca cennete girer” meâlindeki hadisin mevzu olduğu kabul edilmiştir (İbnü’l-Cevzî, I, 239-241; Zerkeşî, I, 432

yuksel dedi ki...

urkān sûresinin tefsiri ve muhtevasının tahlili mahiyetinde özel çalışmalar yapılmış olup bazıları şunlardır: Ebüssuûd Efendi, Tefsîru sûreti’l-Furķān (Süleymaniye Ktp., Süleymaniye, nr. 1026/ 3, vr. 20-49); Sırrı Paşa Giridî, Sırr-ı Furkān: Tefsîr-i Sûre-i Furkān (İstanbul 1312); Muhammed b. Saîd el-Bârûdî, ed-DaǾve ve’d-dâǾiye fî đavǿi sûreti’l-Furķān (Cidde 1987); Rif‘a Ahmed Salih el-Gāmidî, Śıfâtü Ǿibâdi’r-raĥman kemâ śavverahâ sûretü’l-Furķān (yüksek lisans tezi, er-Riâsetü’l-âmme li-ta’lîmi’l-benât, Mekke 1405); İbnü’ş-Şerîf, Eđvâǿ Ǿalâ sûreti’l-Furķān (Kahire 1986); Abdülvehhâb Abdül‘âtî Abdullah, ǾAkīdetü’l-îmân fî žılli sûreti’l-Furķān (Kahire 1987); Abdurrahman Hasan Habenneke el-Meydânî, Tedebbürü sûreti’l-Furķān fî vaĥdeti’l-mevżûǾ (Dımaşk 1412/ 1991); Ebülfazl Mîr Muhammedî, “Tefsîr-i Sûre-i Furķān”, Nûr-i Ǿİlm (Mihr, Kum 1342 hş., s. 55-58; Dî, 1342 hş., II, 39-45; Hordâd 1343, IV, 25-32).

BİBLİYOGRAFYA:

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “frķ” md.; Lisânü’l-ǾArab, “frķ” md.; Buhârî, “Tefsîr”, 25/ 1-5; Tirmizî, “Tefsîr”, 25/1-2; Taberî, CâmiǾu’l-beyân, Beyrut 1405/1984, XIX, 32-35; Zemahşerî, el-Keşşâf (Kahire), III, 99; a.e., Kahire 1383/ 1953, III, 234; İbnü’1-Cevzî, el-MevżûǾât (nşr. Abdurrahman M. Osman), Medine 1386/1966, I, 239-241; Beyzâvî, Envârü’t-tenzîl, İstanbul 1314, II, 172; Zerkeşî, el-Burhân, I, 432; Fîrûzâbâdî, Beśâǿir (nşr. M. Ali en-Neccâr), Beyrut, ts. (el-Mektebetü’l-İlmiyye), IV, 186-189; İbn Hacer, el-Kâfi’ş-şâf (Zemahşerî, el-Keşşâf içinde), Kahire 1383/1953, III, 234; Süyûtî, Esbâbü’n-nüzûl, Kahire 1986, s. 148-149; a.mlf., Tenâsüķu’d-dürer fî tenâsübi’s-süver (nşr. Abdülkādir Ahmed Atâ), Beyrut 1406/1986, s. 104-106; a.mlf., el-İtķān (Bugā), I, 28, 29, 31, 34, 37, 47; Âlûsî, Ruĥu’l-meǾânî, XVIII, 230-255; XIX, 2-58; Elmalılı, Hak Dini, V, 3557-3616; Ömer Rıza Doğrul, Tanrı Buyruğu, İstanbul 1947, II, 575-585; Abdullah Mahmûd Şehhâte, Ehdâfü külli sûre ve maķāśıdühâ fi’l-Ķurǿâni’l-Kerîm, Kahire 1986, I, 259-265; Abdurrahman Hasan el-Habenneke el-Meydânî, Tedebbürü sureti’l-Furķān, Dımaşk 1412/1991, s. 17-37.

Emin Işık

yuksel dedi ki...

Sayfa: 189

1. İslam zelûldür ve Zelûle mal olur. (Uyması kolaydır.)
Ravi: Hz. Enes (r.a.)

2. İslam artar, eksilmez. (Dahil olanlarla artar. Mürtedlerle eksilmez)
Ravi: Hz. Muaz (r.a.)

3. İslam çıplaktır. Giyimi haya, zineti vefa, mürüvveti ameli salih, diğeri de verâdır. Her şeyin bir temeli vardır. Müslümanlığın temeli de ashabı ve Ehli Beytimi (Resulallaha nisbeti olanı) sevmektir.
Ravi: Hz. Hüseyin İbni Ali (r.a.)

4. İslam, Allah'a şirk etmeksizin, Ona ibadet etmekliğin, namazı kılmaklığın, zekatı vermekliğin, orucu tutmaklığın, hacca gitmekliğin, emri bil- maruf ve nehy-i anilmünkerle emretmekliğin ve ehline selam vermekliğindir. Bunlardan birini terketmek, İslamiyet sehiminden birini terketmek demektir. Kim ki hepsini bırakırsa, müslümanlığa arkasını çevirmiş bir adam olur.
Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)

5. İslam, ahlak güzelliğidir. (İslamın emrettikleri şeyler yapılırsa ahlak güzelleşir.)
Ravi: Hz. Ebû Said (r.a.)

6. İslam, aşikare olan şeylerdir. İman da kalbdedir. Takva buradadır. Takva buradadır, diyerek eliyle göğsüne işaret buyurdu.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)

7. İslam bundan izzetlidir. (Müşriklerle dostluktan) İslamiyet üsttedir, bunun üstüne çıkılmaz. (Galibtir. Mağlub olmaz.)
Ravi: Hz. Aziz İbni Amr (r.a.)

8. İslamiyet on sehimden ibarettir. Kendisinde bir tanesi noksan olan kimse hüsrandadır: "La ilahe illallah (diye) şehadet etmek ki, bu millet (din)dir. İkincisi, namaz ki o fıtrattır. Üçüncüsü, Zekat ki o temizliktir. Dördüncüsü, oruç ki o kalkandır. Beşincisi, Hac ki o şeriattır. Altıncısı, Cihad ki o Urve (sarılmak)dır. Yedincisi, Emri bil-maruf ki o vefadır. Sekizincisi, nehy-i anil münker ki o hüccettir. Dokuzuncusu, cemaattir ki, o ülfettir. Onuncusu, Taattır ki o da ismettir.
Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)

9. Şerliler, hayırlılardan sonra yüz elli senedir. Dünya ehlinin hepsine hakim olurlar. Onlarda Türklerdir.(Türklerden maksad: Çinliler ve tatarı kebirdir ki, sonunda dünya bunların üzerinde kalacakmış)
Ravi: Hz. İbni Ömer (r.anhüma)

10. Şerbetler beş şeyden yapılır. Buğdaydan, Arpadan, hurmadan, kuru üzümden ve baldan. Bu şerbetlerden hangisi aklı mahmur ederse, o içkidir.
Ravi: Hz. Numan İbni Beşir (r.a.)

yuksel dedi ki...

Sayfa: 471

1. Umeranıza fesatla dua etmeyin. Zira onları iyiliğini sizin iyiliğiniz, onların fenalığ sizin fenalığınız demektir.
Ravi: Hz. İbni Ömer (r.anhüma)

2. Cüzzamlıya sürekli nazar etmeyin. Ve onlarla konuştuğunuzda sizinle aralarında bir mızrak kadar mesafe olsun.
Ravi: Hz. Ali (r.a.)

3. Benim ashabımın kusurlarını zikretmeyin. Yoksa kalbleriniz onların aleyhine ihtilaf eder. Ashabımın iyiliklerini zikredin ki kalbleriniz ülfet etsin.
Ravi: Hz. İbni Ömer (r.anhüma)

4. Üç yerde Beni zikretmeyin; Yemek besmelesinde, hayvan keserken ve aksırma sırasında.
Ravi: Hz. Abdurrahman İbni Zeyd (r.a.)

5. Muaviye (r.a) mülk sahibi oluncaya kadar günler ve geceler geçmez.
Ravi: Hz. Ali (r.a.)

6. Dünya gitmez, kadınlar kadınlarla, erkekler erkeklerle iktifa etmeyince. Bu "sihah" kadınlar için de zina mahiyetindedir.
Ravi: Hz. Vesile (r.a.)

7. Develeri içiripte salmayın. Memelerini bağlayın. Yoksa şeytana yarar.
Ravi: Hz. Seleme ibni Akva ra.

8. Hayvan ve çocuklarınızı güneş battıktan sonra salmayın, yatsının koyu karanlığı geçinceye kadar. Zira güneş battıktan yatsının karanlığı gidinceye kadar ki zaman şeytanların boşandığı zamandır.
Ravi: Hz. Câbir (r.a.)

9. Beni hakkımın fevkine yükseltmeyin. Zira Allah Teala Beni Kendine Resul etmeden kul edinmiştir.
Ravi: Hz. Ali İbni Hüseyin (r.a.)

10. Deniz vasıtalarına, ancak Allah yolunda gaza veya umre veya hac edenler olarak binin. Muhakkak ki denizin altında ateş vardır, ve ateşin altında da yine deniz vardır. Sultandan dolayı başı sıkılmış adamdan da bir şey almayın.
Ravi: Hz. İbni Ömer (r.anhüma)

11. Cehenneme (cehennemlikler) atılmaya devam ettikçe o şöyle der; "Daha var mı?" İzzet sahibi Rab ayağını ona koyuncaya (tecelli edinceye) kadar. O zaman bir kısmı küçülür de, "İzzet ve keremin hakkı için pes pes" der. Cennette ise fazla yer bulunmaya devam eder. Hatta öyleki, Allah başka mahlukat yaratır da Cennetin fazla yerlerine onları iskan eder.
Ravi: Hz. Enes (r.a.)

12. Ümmetimden bir taife Hak üzerine mücadele etmekte, kıyamete kadar galib olarak devam edecektir.
Ravi: Hz. Câbir (r.a.)

yuksel dedi ki...

Sayfa: 191

1. İmam "damin" (kefil), müezzin ise "mü'temen" (emniyet edilen)'dir. Ey Allahım, imamları irşad et, müezzinleri de mağfiret et.
Ravi: Hz. İbni Ömer (r.anhüma)

2. Emanet rızkı, hıyanet ise fakirliği celbeder.
Ravi: Hz. Ali (r.a.)

3. Emirler Kureyştendir, emirler Kureyştendir, emirler Kureyştendir. Onlar şu üç şeyi yaptıkça, sizin onlar üzerinde, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Hükmettikçe adalet etmeleri, merhamet istendiğinde merhametli olmaları ve ahidlerinde vefa göstermeleri. Onlardan kim, bu üç şeyi yapmazsa, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun.
Ravi: Hz. Ebû Berze (r.a.)

4. Peygamberlerin hepsi, Davud oğlu Süleyman (a.s)'dan kırk sene önce Cennete girerler. Müslümanların fakirleri de zenginlerinden kırk sene önce Cennete girerler. Kulların salihleri de diğerlerinden kırk sene önce girerler Cennete. Şehirliler ise köy halkından kırk sene önce Cennete girerler. Bunun sebebi, şehirlerin, cemaatin ve oradaki zikir halkalarının fazileti ve bela geldiğinde, önce şehirlilere gelmesidir.
Ravi: Hz. Muaz (r.a.)

5. Peygamberler, baba bir ana ayrı kardeşlerdir. Dinleri de birdir. Meryem oğlu İsa (a.s) da Benim kardeşimdir. Ve aramızda başka Peygamber yoktur. O, tekrar yeryüzüne gelecektir. Onu gördüğünüzde tanırsınız. Orta boylu, kırmızı-beyaz renkli bir zattır. Üzerinde Mısır kumaşından iki parçalı elbise vardır. Su isabet etmediği halde başında damlalar görülür. (Geldiğinde) putu kırar, domuzu öldürür, cizyeyi kaldırır ve milletleri islama davet eder. İslamdan başka din kalmaz. Arslanlar develerle, kaplanlar sığırlarla, kurtlar koyunlarla beraber dolaşıp otlarlar. Ve çocuklar yılanlarla oynar ve hiç biride diğerine zarar vermezler. O kırk sene yaşayacak ve ölecektir. Cenazesini müslümanlar kaldıracaktır.
Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)

6. Peygamberler kılavuz ve fakihler efendilerdir. Onların meclisinde bulunmak ilmi artırır. Ömrünüz mahfuz olduğu halde, siz her geçen gece ve gündüzle geçmekte olan ecele bağlısınız. Ve ölüm size ansızın gelir. Kim, hayır ekerse neşe ile biçer ve kim de şer ekerse kederle biçer.
Ravi: Hz. Ali (r.a.)

yuksel dedi ki...


ARAMA
Kelime ara veya sayfa getir:

Kelime
SayfaAra
Sayfa Sıra Hadis-i Şerif Ravi
515 1 Allah (z.c.hz.) buyurur: "Beni bir gün zikredeni veya bir makamda benden korkanı ateşten çıkarın." Hz. Enes (r.a.)
515 2 Allah (z.c.hz.) buyurur: "Benim yolumda mücahid olan kimse Benim uhdemdedir. Ruhunu Kabzedersem onu Cennete varis ederim. Memleketine döndürürsen sevab veya ganaimle döndürürüm." (Ganimette ecirsiz değil.) Hz. Enes (r.a.)
515 3 Allah (z.c.hz.) buyurur: "Muhakkak ki, Ben ehli arza azab etmeye kast ederim de, evlerine devam edenlere, Benim için birbirini sevenlere, seherlerde istiğfar edenlere baktığım zaman ondan sarfı nazar ederim." Hz. Enes (r.a.)
515 4 Allah (z.c.hz.) kıyamet gününde kullarına hüküm vermek için kürsüsünün üzerinde ulemaya şöyle buyurur: "Ben ilmimi, hilmimi size ancak sizi affetmek için verdim. Sizden olana aldırmam." Hz. Salebe İbni Hakem (r.a.)
515 5 Allah (z.c.hz.) buyurur: "Kullarıma dört hasletle in'amda bulundum; Zahireye güve musallat ettim, yoksa zenginler bunu altın gümüş saklar gibi saklarlardı. Cesede kokmayı musallat ettim, böyle olmazsa dost dostu ebediyyen gömmezdi. Mahsun olmaya teselliyi musallat kıldım, yoksa nesil kesilirdi. Ecele hükmettim, emeli uzattım, yoksa dünya harap olurdu. Maişet sahibi maişeti işine önem vermezdi." Hz. Bera (r.a.)
515 6 Allah (z.c.hz.) buyurur: "Benim için böyle tevazu edeni ben de öyle yükseltirim." Hz. Ömer (r.a.)
515 7 Allah (z.c.hz.) buyurur: "İzzetim, Celalim, cömertliğim ve halkımın Bana ihtiyacı makamının izzinde yükseltmem hakkı için, Ben muhakkak ki islamda ihtiyarlayan erkek ve kadın kuluma azab etmekten haya ederim." Sonra Resûlallah ağladı. Denildi ki: "Ya Resûlallah seni ağlatan nedir?" Buyurdu ki: Allah'ın kendisinden haya ettiği halde, Allah'tan haya etmeyen kimseye ağlıyorum. Hz. Enes (r.a.)
515 8 Allah (z.c.hz.) buyurur: "Ey Adem oğlu, Cenneti Cehennem üzerine tercih edin. Ve amellerinizi iptal etmeyin. Yoksa ebedi olarak tepesi aşağı Cehenneme atılırsınız." Hz. Ali (r.a.)
515 9 Allah (z.c.hz.) buyurur: "Ey Adem oğlu, ne ile insafa geleceksin? Ben sana nimetlerimle sevgimi izhar ediyorum. Sen ise isyanlarınla Beni gazablandırıyorsun. Benim hayrım sana iniyor, senin şerrin ise Bana yükseliyor. Bir kerim melek her gün ve her gece Bana senden çirkin bir amel getiriyor. Ey Adem oğlu, biri senin vasfını, senin olduğunu bildirmeyerek saysa ilk kızan sen olursun. Hz. Ali (r.a.)

yuksel dedi ki...


ARAMA
Kelime ara veya sayfa getir:

Kelime
SayfaAra
Sayfa Sıra Hadis-i Şerif Ravi
214 1 Ağırbaşlılık, güzellik, teenni ve iktisad, Peygamberliğin yirmi dört cüz'ünden bir cüzdür. Hz. Abdullah İbni Serces (r.a.)
214 2 Dinlemek ve itaat etmek her müslümana borçtur. Hoşlansa da, hoşlanmasa da, Ancak, günahla emrolunmadıkça, Eğer masiyetle emrolunursa ne dinler, ne de itaat eder. Hz. İbni Ömer (r.anhüma)
214 3 Sinameki ile kimyon, bunlar her derde devadır. Hz. Ebû Ubeyyil Ensari (r.a.)
214 4 Sünnet ikidir: Gönderilmiş bir Peygamberin sünneti, İmam-ı Adilin sünneti. Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
214 5 Sünnet ikidir: Farizada sünnet, gayri farizada sünnet, Farizadaki sünnetin aslı Kitabullahtandır. Yapmak hidayet, terketmek ise dalalettir. (cemaat ve ezan gibi) Allah'ın kitabında olmıyan sünnete gelince, onu yapmak fazilet, terkedilmesi ise hata değildir. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
214 6 Kedi canavardır. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
214 7 Misvak ağız için temizliktir. Ve Aziz ve Celil olan Allah'ın rızasına sebebtir. Hz. Ebû Bekir (r.a.)
214 8 Misvak, erkeğin fesahatını artırır. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
214 9 Misvak ve Cuma guslü, her müslümana vacibtir. Hz. İbni Amr (r.anhüma)
214 10 Misvak, ağız için temizlik, Allah (z.c.hz)'lerinin rızasına sebeb ve gözlere de ciladır. Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
214 11 Sual sormak ilmin yarısıdır. Rıfk, geçimin yarısıdır. İktisadlı kişi fakir olmaz. Humma ölüm kılavuzudur. Dünya da müminin zindanıdır. Hz. Enes (r.a.)
214 12 Çarşı, gaflet ve sehiv yurdudur. Kim Allah'ı orada bir kere tesbih ederse, Allah ona bir milyon sevab yazar. Kim ki "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ Billah" derse, akşama kadar Allah'ın emanında bulunur. Hz. Ali (r.a.)
214 13 "Esselamü aleyküm yâ ehlel kubûri, minel mü'minîne vel müslimin. Yağfürullahü lena ve leküm, entüm selefüna ve nahnü bil ısri" (kabir duası) Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
214 14 Esselamü aleyküm ey mü'minler kavminin yurdu. Biz ve siz yarın bize vaad edilene kavuşacağız. Ey Allahım! Ehli Baki'ye mağfiret et. Hz. Âişe (r. anha)

yuksel dedi ki...

47. Ey kitap verilenler! Biz bir takım yüzleri belirsiz (dümdüz) arkalarına çevir(erek tıpkı enseleri gibi yap)mazdan evvel veya kendilerine lanet ettiğimiz Cumartesi ashâbı (Cumartesi gününe saygı göstermeyen yahudiler) gibi olmadan, yanınızdaki (kitapların asılları)nı tasdik edici olarak indirdiğimiz (Kur’ân-ı Kerîm’)e inanın (yoksa Allah sizi ters yüz eder/insanlık vasfınızdan çıkarır). Allah’ın emri daima yerine gelir.

48. Şüphesiz ki Allah, (sıfatlarında, İlâhlık ve Rabliğinde) kendisine ortak koşulmasını (tevbe etmeden) asla bağışlamaz, bundan başkasını da dilediği kimselerden bağışlar. Kim de (Allah’tan başkalarına bağlanıp onun dine aykırı buyruklarına itaatle) Allah’a ortak koşarsa, çok büyük bir günah işleyerek iftira etmiş olur.

(Şirk; yani Allah’a ortak koşmak, bir olan Allah’ın zât ve sıfatlarına imanda, O’na ibadet ve itaatte, O’nun mutlak hâkimiyetinde, otorite ve gücünde, haram ve helalleri (dini ilgilendiren konulardaki serbestlik ve yasaklar) tayin etmede ve kurtarıcılığına sığınmada başka varlıkları O’na denk tutmak veya Allah’ın rızasını değil de başkalarının hoşnutluğunu kazanmaya çalışmaktır. Fitnenin ve bütün zulümlerin başı şirktir. “Lâ ilâhe illallâh” lafzı ile İslâm, şirkin tümüyle savaşır. Şirk oldukça İslâm’dan ve tevhidden söz edilemez. Çünkü şirk en büyük günah ve en büyük zulümdür. Bütün güzel amelleri boşa çıkarır.) [bk. 4/116; 9/31; 3/135; 39/38]

49. (İnkâr ve isyanlarını, İslâm’a uymayan müslümanlıklarını unutarak) kendilerini temize çıkaranları görmedin mi? Halbuki ancak Allah dilediği kimseyi temize çıkarır. Onlar hurma çekirdeğinin incecik ipliği kadar bile haksızlığa uğratılmazlar.

(Allah kişilerin niyet ve amellerinde ihlaslı/halis olup olmadıklarını bilir.)

yuksel dedi ki...


60. (Ey Muhammed!) Sana indirilen (Kur’an’)a ve senden önce indirilen (kitaplar)a (sözde) inandıklarını iddia edenleri görmedin mi? Kendilerine onu inkâr (ve red) etmeleri emredildiği halde yine de tâğûtta (Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyenler tarafından) muhakeme olmak (yargılanmak) isterler. Zaten şeytan da onları (böylece hidayetten) uzak bir sapıklıkla büsbütün saptırmak ister. [bk. 2/256 ve açıklaması; 5/49, 50; 16/36 ve açıklaması]

(İbni Kesîr bu âyetin tefsirinde, “Allah’a iman ettik diyenler herhangi bir anlaşmazlık halinde çözüm için Allah’ın kitabına ve Resûlü’nün sünnetine başvurmazlarsa bu onların içlerindeki küfürdendir.” dedikten sonra, nüzûl sebebi hakkında da şunu nakleder: “Medineli sözde kendini müslüman gösteren bir (münâfık) ile bir yahudi arasında anlaşmazlık çıktı. Bunu çözümlemek için yahudi, Hz. Peygamber’in hakemliğinde, münâfık ise yahudi kâhin Ka‘b b. Eşref’in hakemliğinde muhakeme olmak istemişti. Bunun üzerine her şeyden haberi olan Rabbimiz, Resûlü’ne durumu bu âyetle bildirmiş, sonra Hz. Ömer bu münâfığın cezası için gerekeni yapmıştır.”)

61. Kendilerine: “Haydi (hakem olarak) Allah’ın indirdiği (Kur’ân-ı Kerîm’i)ne ve Resûlü’ne gelin!” denildiği zaman, münâfıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün.

62. Fakat elleriyle yaptıkları (kötülükler) yüzünden kendilerine bir felaket geldiği vakit: “Biz iyilik etmek ve uzlaştırmaktan başka (bir şey) istemedik.” diye, nasıl da Allah’a yemin ederek (ve özür dileyerek) sana gelirler.

63. Onlar, Allah’ın kalplerinde olan (yalan)ı bildiği kimselerdir. Onlara aldırma, onlara yine de öğüt ver ve kendileri hakkında tesirli söz söyle.

yuksel dedi ki...

Kur'an-ı Kerim
Nisa Suresi

yuksel dedi ki...

65. Hayır! Öyle (dedikleri gibi) değil. Rabbine andolsun ki (onlar) aralarında ihtilaf ettikleri meselelerde seni hakem yapmadıkça, sonra da verdiğin hükümden içlerinde bir sıkıntı (ve şüphe) duymadan, (sana) tam teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.

(Allah’ın ve Resûlullah’ın hükmüne razı olmayan, tanımayanların Allah’a iman etmemiş olduğu bildirilmektedir (İbni Kesîr (Çetiner), I, 159 ve ilgili âyetler). Hulâsatü’l-Beyân’da ise “Şu halde âyet, Allah’ın kitabına ve Resûlullah’ın sünnetine uygunluk dışında bir şeyin hükmüne razı olmanın küfür olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh, Allah’ın ve Peygamber’in hükümlerinden bir şeyi ister beğenmeyerek, ister küçümseyerek kasten reddetmek İslâm’dan çıkmaktır.” denilmektedir.) [Râzî, III, 960; Elmalılı, V, 21-22, 449]

66. Eğer biz onlara (İsrâiloğulları’na dediğimiz gibi): “Kendinizi[26] öldürün yahut yurtlarınızdan çıkın.” diye yazmış (farz kılmış) olsaydık, içlerinden pek azı hariç onu yapmazlardı. Oysa onlar, kendilerine verilen öğütleri dinleyip uygulasalardı, kendileri için elbette daha hayırlı ve (imanlarını) daha kökleştirici olurdu.

67. O takdirde elbette biz de kendilerine katımızdan büyük bir mükâfat verirdik.

68. Ve elbette onları dosdoğru bir yola iletirdik.

yuksel dedi ki...


118-119. (O şeytan) ki; Allah ona lanet etti (rahmetinden kovdu). O da şöyle dedi: “Elbette senin kullarından belirli bir pay (ve intikam) alacağım. Onları elbette saptıracağım, mutlaka boş umut (ve arzu)lara düşüreceğim. Onlara mutlaka emredeceğim (onlar da putlar için ayıracakları kurbanlık) hayvanların kulaklarını yaracaklar. (Yine) Allah’ın yarattığı (tabii şekil ve halleri)ni değiştirmelerini emredeceğim ve onlar da bunu yapacaklar.” (İyi bilin ki) kim de Allah’ı bırakıp şeytanı (ve benzerlerini) dost edinir (onun hoşlandığı şeyleri yapar)sa gerçekten o apaçık bir ziyana uğramıştır.

(Tefsirlerde yapılan açıklamalara göre, şekilce kadını erkek, erkeği kadın yapmaya çalışacaklar. Bıyıklarını ve sakallarını yolacaklar, suratlarını boyayacaklar, her iki cins de kılıklarını değiştirecekler. Organlarını yaratılış vazifelerinin dışında ve tersine kullanacaklar. Nikâhlılık yerine sefil hayatı yaşayacaklar. Güzel olsun diye vücutlarına dövme, estetik ameliyat gibi görünümlerini değiştirecek şeyler yapacaklar. Bazı kadınlar kimi yerde soyunacak veya sokaklarda yarı çıplak giyimleri ile haya ve utanma duygularını öldürecekler. DNA ile oynayıp bozarak, farklı yaratık elde etmeye çalışacaklar. Mahlûku Hâlık yerine koyacaklar, Allah’ı sever gibi onları sevecekler (2/165). Tevhidden çıkacaklar, izm’leri/ideolojileri din haline getirecekler, dinî yaşantıyı bırakıp batıl fikrin, şeytan ve tâğûtun peşinden koşacaklar. Allah’ın yaratışının değiştirilemeyeceğini ve kendilerine lanet olunduğunu bilmeyecekler.) [bk. 7/17]

120. (Şeytan,) o (kendisine dost ola)nlara söz verir ve onları boş umutlara düşürür. Şeytanın onlara söz verdiği hususlar, bir aldatmacadan başka bir şey değildir.

yuksel dedi ki...

[25] Bu âyet-i kerîmede önce, “Allah’a itaat ediniz, Resûlü’ne itaat ediniz.” denildiği halde, “ulü’l-emre de” denilmekte, “itaat” kelimesi üçüncü defa tekrar edilmemektedir. Çünkü Allah (cc.) ve Resûlü’ne itaat mutlaktır, kayıtsız şartsızdır. Ulü’l-emre itaat ise mutlak değildir. İslâm’a göre seçilmiş ulü’l-emr, meseleleri kendi arzularına göre değil, Allah ve Resûlü’nün emirleri doğrultusunda çözecektir. Ulü’l-emre itaat ise onun Allah ve Resûlü’ne itaati olduğu müddetçedir. Resûlullah (sas.), “Allah’ın emirlerine aykırı işlerde kimseye itaat yoktur.” buyurmuştur (İbni Kesîr (Çetiner), I, 58). Ulü’l-emr için “sizden olacaktır” kaydı vardır. Çünkü Allah’ın hükümlerini beğenmeyerek ve kabul etmeyerek kâfir olanlar, “sizden” ifadesi içine girmez. Buna göre ulü’l-emr, İslâm imanını taşıyacak ve Kur’an’a uygun yaşayacak kimse olmalıdır (7/24; 33/36; 42/10-21). Âyette insanlar arasında geçen anlaşmazlık konularının Allah’ın Kitabı ve Resûlü’nün sünneti ile halledilmesi emredilmektedir. İmam Şâfiî, er-Risâle’sinde, “Sadece Kitab’la yetinmek, sünneti terketmiş nasipsizlerin görüşüdür.” demektedir. Çünkü Sünnet’i kabul etmemek İslâm’ı yıkmaktır. Resûlullah (sas.), “Yalnız Kur’an’a sarılın, bize Allah’ın Kitabı yeter, biz onda gördüklerimize uyarız.” diyenlerin çıkacağını haber vermiş ve onlardan sakındırmıştır. Böyle diyenlerin dinden çıkacağı hakkında icmâ vardır. [bk. 3/164; 4/60, 64 ve dipnotları ile 14/44]

yuksel dedi ki...




el-ǾÂlim ve’l-müteǾallim

العالم والمتعلم

İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin (ö. 150/767) akaide dair risâlelerinden biri.

İmâm-ı Âzam’ın talebelerinden Ebû Mukātil Hafs b. Selm’in rivayet ettiği ve bazı müsteşriklerin İmâm-ı Âzam’a ait olmadığını ileri sürdükleri bu risâle Mâtürîdî, İbnü’n-Nedîm, İbn Fûrek, İsferâyînî, Ali b. Muhammed el-Pezdevî, Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî, Abdülazîz el-Buhârî ve Bezzâzî gibi birçok âlim tarafından Ebû Hanîfe’ye nisbet edilir. Kâtib Çelebi, İsmâil Paşa, Carl Brockelmann ve Fuat Sezgin de bu görüşe katılırlar. Ebû Hanîfe’nin diğer risâleleriyle birlikte el-ǾÂlim ve’l-müteǾallim’i de metinlerin asıllarını değiştirmeden kelâm kitaplarındaki tertibe göre düzenleyip şerheden Beyâzîzâde Ahmed Efendi, adı geçen risâlede yer alan birçok meseleyi, Necmeddin Ömer en-Nesefî, Bezzâzî (Kerderî) ve Hârizmî’nin Ebû Hanîfe hakkında yazdıkları menâkıb kitaplarında kendisine nisbet ederek zikrettiklerini nakleder (bk. İşârâtü’l-merâm, s. 22). Hatîb el-Bağdâdî, adlarını belirtmemekle birlikte İmâm-ı Âzam’ın bazı eserler telif ettiğini bildirir (bk. Târîhu Bagdâd, XIII, 338, 342). Bezzâzî, Taşköprizâde ve Zebîdî bunu teyit ederek, Ebû Hanîfe’yi kendi mezheplerinden göstermeye çalışan Mu‘tezile’nin ona ait hiçbir eser bulunmadığını, el-ǾÂlim ve’l-müteǾallim ile diğer dört risâlenin Ebû Hanîfe el-Buhârî’ye ait olduğunu öne sürdüklerini, bunu da sözü edilen eserlerin kendi mezheplerine zıt görüşler ihtiva ettiği için yaptıklarını kaydederler. Eserin Ebû Hanîfe’ye nisbet edilmesi konusunda sadece Zehebî farklı bir görüş nakleder ve Ahmed b. Ali es-Süleymânî’nin, Ebû Mukātil Hafs b. Selm’den el-ǾÂlim ve’l-müteǾallim adlı eserin sahibi olarak söz ettiğini zikreder (bk. Mîzânü’l-iǾtidâl, I, 558). Müsteşrik Schacht, Zehebî’nin naklettiği bu bilgiye eklediği bazı delillere dayanarak el-ǾÂlim ve’l-müteǾallim’in Ebû Hanîfe’ye nisbet edilmesinin yanlış olduğunu öne sürer (bk. Oriens, XVII, 96-102). W. Madelung da bu görüşe katılır (bk. St.I, XXXII, 233). Schacht’ın dayandığı deliller şunlardır: 1. Eserin başında yer alan isnad

yuksel dedi ki...

Eserin başında yer alan isnad zinciri, bu risâlenin Ebû Hanîfe’ye ait olmasını imkânsız kılar. Çünkü bu rivayet zinciri, İbn Kadı’l-asker olarak bilinen ve 651’de (1253) ölen Ali b. Halîl ile başlayıp dört nesil râvi ile Mâtürîdî’ye (ö. 333/944) ulaşır. Aradaki 318 yılın beş nesil râvi ile kapanması ise imkânsızdır. 2. Eserde yer alan soru ve cevaplar aynı üslûbu taşır. Bundan dolayı bir talebesinin sorularına verdiği cevaplardan oluştuğu söylenen eser Ebû Hanîfe’ye ait olamaz. 3. Eserin mukaddimesindeki üslûp ve ifade Ebû Hanîfe döneminde kullanılan üslûba benzememektedir. 4. Eserde muhtelif itikadî mezhepler arasında cereyan eden tartışmalar yer almaktadır. Halbuki bunlar Ebû Hanîfe’nin yaşadığı dönemde mevcut değildi. Bu husus onun hicrî II. asrın ikinci yarısından itibaren yazılmış olabileceğini gösterir. 5. Eserin üslûbu ile Ebû Hanîfe’ye nisbet edilen el-Fıkhu’l-ebsat, ve er-Risâle’nin üslûbu tamamen farklıdır.

Schacht’ın ileri sürdüğü bu görüşler eserin Ebû Hanîfe’ye ait olmasını imkânsız kılmaz. Çünkü beş nesil râvinin 318 yılı kapsaması mümkündür. Nitekim 911’de (1505) vefat eden Süyûtî’nin âlî isnadları on bir râvili olup her bir râvi nesli ortalama seksen iki yılı kapatırken yukarıda söz konusu edilen isnad zincirinde bu rakam altmış üç yıla düşer. Ayrıca Mâtürîdî’ye ait olduğu şüphe götürmeyen Teǿvîlâtü’l-Kurǿân’da bizzat Mâtürîdî el-ǾÂlim ve’l-müteǾallim’i Ebû Hanîfe’ye nisbet etmektedir (vr. 828b). Soru ve cevapların aynı üslûbu taşıması eserin Ebû Hanîfe’ye ait olmadığını değil, sadece soru ve cevapların aynı müellifin kaleminden çıktığını ortaya koyar. Zira talebelerin hocalarına ait takrirleri yazıya geçirip rivayet etmeleri ilk dönemlerin bir özelliğidir. Eserin baş tarafında (hutbesinde) bulunan kelime ve ifadelerin ilk devirlere ait olmadığı iddiası, İbn Fûrek’in bu konudaki değerlendirmesi ile çelişir durumdadır. Zira İbn Fûrek bu hutbeyi eserin Ebû Hanîfe’ye ait olmasının açık bir delili sayarak böyle bir hutbeyi ancak onun gibi büyük bir imamın yazabileceğini ifade eder (bk. Şerhu’l-ǾÂlim ve’l-müteǾallim, 160b). Eserde yer alan tartışmaların hicrî II. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya çıkan konular üzerinde olabileceği iddiası ise herhangi bir temele dayanmamaktadır. Çünkü mezhep tartışmaları hicrî I. asrın sonu ile II. asrın başlarında çok canlı bir şekilde mevcuttu. Hatta itikadî mezhep tartışmalarının aşırı

yuksel dedi ki...


cilt: 02; sayfa: 462
[el-ÂLİM ve’l-MÜTEALLİM - Yusuf Şevki Yavuz]

dereceye varmasından rahatsız olan İmâm-ı Âzam’ın olabildiğince bunlardan uzak kalmaya çalıştığı bilinmektedir (bk. Taşköprizâde, II, 154). Ayrıca, ona ait oldukları kabul edilen el-Fıkhu’l-ebsat, ve er-Risâle ile el-ǾÂlim ve’l-müteǾallim’in üslûpları arasında değişik müellifler tarafından yazıldıklarını gösterecek derecede bâriz bir farklılık da yoktur. Her üçünde yer alan görüşler ise birbirini destekleyici ve tamamlayıcı mahiyettedir. Bunun yanında, eserde geçen ircâ kelimesinden hareketle Schacht’ın el-ǾÂlim ve’l-müteǾallimi Mürcie’nin ilk kaynaklarından sayması ve müellifinin kendi zümresine Mürcie adını verdiğini öne sürmesi de doğru değildir. Zira müellif ircâ kelimesini, “büyük günah işleyenin dinden çıkmadığını ve küfre girmediğini ummak” anlamında kullanmıştır. İddia edildiği gibi o bu terimi, mezhepler tarihindeki yaygın mânasıyla, büyük günahın işleyene zarar vermeyeceği (bk. Şehristânî, I, 139) anlamında kullanıp kendi zümresine de Mürcie adını vermiş değildir. Buna göre, Schacht’ın delillerine dayanarak tevâtür derecesine varan bir rivayeti reddetmek ve el-ǾÂlim ve’l-müteǾallimin Ebû Hanîfe’ye ait olmadığını söylemek mümkün değildir.

Bazı yazmalarda kaydedildiğine göre Hafs b. Selm’in, diğer bazı yazmalara göre ise Ebû Mutî‘ el-Belhî’nin, hocası Ebû Hanîfe’ye sorduğu soruların cevaplarından oluşan risâle, adını diyalogda kullanılan el-âlim (hoca) ve el-müteallim (öğrenci) kelimelerinden alır. Bazı müellifler eserdeki soru ve cevapların Ebû Hanîfe tarafından düzenlendiğini ileri sürüyorsa da gerçekte her ikisinin de onun takrirlerini yazan talebelerinden birinin kaleminden çıkmış olması kuvvetle muhtemeldir.

Risâle kırk üç soru ve cevaptan meydana gelmiştir. İtikad konularında kendisine sorulan bazı sorulara cevap veremediğini, ancak doğru olduğuna inandığı iman esaslarını savunamamakla birlikte bunları terketmediğini, bu sebeple hak mezhebin temel prensiplerini öğrenmek ihtiyacında olduğunu açıklayan müteallime, ilim öğrenmenin önemi ve ilimle birlikte amel-i sâlih işlemenin üstünlüğü anlatılarak risâleye başlanır. Daha sonra, sosyal ve kültürel şartların değişmesi sebebiyle, ashabın araştırmaya girmediği itikadî konuları incelemenin kaçınılmaz olduğu, ortada dolaşan görüşlerin hak ve bâtıl olanlarını birbirinden kesin çizgilerle ayırmanın ve bir taraftan hak mezhebi benimserken diğer taraftan da Şîa, Havâric ve Mürcie’ye ait görüşlerin yanlışlığına hükmetmenin gerekli olduğu, zira bunların öne sürdükleri naklî delillerin iddialarını ispatlayıcı nitelikte olmadığı, Hz. Peygamber’in insanları fırkalara ayırmak için değil birleştirmek için gönderildiği ifade edilir.

yuksel dedi ki...



Ardından, sorulan sorulara verilen cevaplarda amelden ayrı olan imanın, netice itibariyle hepsi de aynı mânaya gelen “tasdik”, “mârifet”, “yakın”, “ikrar” ve “İslâm” unsarlarından ibaret olduğu, peygamberlerle melekler de dahil olmak üzere müminlerin imanları arasında mahiyet bakımından bir fark bulunmadığı belirtilir ve meseleleri kıyasla çözmenin önemine işaret edilerek kebîre* konusuna geçilir. Burada şirkin dışında bütün günahların bağışlanabileceğine, ancak kebîreye nisbetle küçük günahların daha kolay affedilebileceğine, bütün günahlar için tövbe etmenin gereğine, günahkâr müminlerin Allah düşmanı kabul edilemeyeceğine, zira günahın inkârdan değil ihmal, şehvet duygusu, tövbeden sonra affedilme ümidi gibi beşerî zaaflardan kaynaklandığına temas edilerek küfrün mânası açıklanır ve sınırı çizilir. Hz. Muhammed’in peygamberliğini reddetmek, Allah’a evlât nisbet etmek, inkâr ve tekzip* ifadeleri kullanmak, kâfirlere ait dinî kıyafetleri giymek, nimetlerin Allah’tan olduğunu inkâr etmek, dinin herhangi bir esasını reddetmek, bütün hadiselerin gerçek sebebinin Allah olduğuna inanmamak küfre girmenin sebepleri ve küfür alâmetleri olarak sayılırken dil ile ikrar edip kalp ile inkâr etmenin münafıklık olduğu kabul edilir. Allah’ın varlığını ve Hz. Muhammed’in nübüvvetini dil ile ikrar etmek, kıbleye yönelmek, camiye gitmek ve İslâmî kıyafet giymek de imanın alâmetleri arasında zikredilir. Ayrıca bir mümine kâfir diyenin kâfir değil yalancı kabul edilmesinin gerektiğine işaret edilir. Risâlenin daha sonraki kısmında Hz. Peygamber’in cennetle müjdelediklerinin cennete gidecekleri, müşriklerin ise cehenneme girecekleri, bunların dışında kalan ehl-i tevhîdin doğrudan cennete girmesi konusunda kesin bir hüküm vermeksizin hem af ümidi hem de azap korkusunun bahis konusu olduğu belirtilir. Havâric’in tekfir* konusunda delil olarak öne sürdüğü bazı hadislerin sahih olamayacağı ifade edilir. Çünkü bu tür rivayetler, bir kebîre olan zina fiilini işleyen müminlerden bu fiilleri sonunda da “mümin” vasfını kaldırmayan Kur’an âyetleriyle (bk. en-Nûr 24/2) çelişmektedir. Allah’ın peygamberler vasıtasıyla değil, peygamberliğin Allah’ın bildirmesi yoluyla bilindiğine de temas eden risâle iman, amel ve küfürle ilgili diğer bazı hususların açıklanmasıyla sona erer.

yuksel dedi ki...



el-ǾÂlim ve’l-müteǾallim, kelâm ilminin bazı mühim meselelerini vazedip bunları Ehl-i sünnet’e göre açıklayan ilk eserlerden sayılır. En önemli özelliklerinden biri, iman esaslarını açıklamakta kıyası kullanması ve zihnî kavramları müşahhas hale getirerek bunları herkesin anlayacağı bir üslûpla ifade etmesidir.

Risâle orta boy otuz dört sayfa olup İstanbul’da (ts.), Haydarâbâd’da (1349) ve M. Zâhid Kevserî tarafından Kahire’de (1949) yayımlanmıştır. Muhammed Revvâs Kal‘acî ile Abdülvehhâb el-Hindî en-Nedvî eseri tahkik ederek neşretmişlerdir (Halep 1972). Ayrıca Mustafa Öz’ün Türkçe tercümesiyle birlikte de basılmıştır (İstanbul 1981).

Beyâzîzâde Ahmed Efendi’nin İşârâtü’l-merâm’ından başka, bilindiği kadarıyla, müstakil olarak yapılan tek şerhi İbn Fûrek’e aittir. İbn Fûrek, dinde müslümanların imamı kabul ettiği Ebû Hanîfe’ye nisbet edilen el-ǾÂlim ve’l-müteǾallimin kendisine hasen isnadla ulaştığını, muhtevasından büyük bir âlime ait olduğunun anlaşıldığını, akaid problemlerini delilleriyle açıkladığını, baş tarafında yer alan ve Allah’ın sıfatlarıyla ilgili olan girişin Ebû Hanîfe’nin tevhid ilminde diğer imamlara karşı olan üstünlüğünü gösterdiğini belirtmiş ve çok kısa olan bu girişi uzun uzadıya şerhetmiştir. Burada Mu‘tezile, Cehmiyye, felâsife ve Bâtıniyye’nin sıfat* telakkilerini aklî ve naklî delillerle reddetmiş, Allah’ın tenzîhî sıfatları üzerinde önemle durmuş ve her iki grup sıfatın ihtiva ettiği mânalara değinmiştir. Söz konusu görüşlere yapılmış veya yapılması muhtemel itirazları da zikredip cevaplandırmıştır. İbn Fûrek “el-âlim” ve “elmüteallim” kelimelerinin, kelâm ilminde çok kullanılan “Eğer biri itiraz ederse ona şöyle cevap verilir” (فان قيل ... يقال له ...) şeklindeki telif tarzına tekabül ettiğini söyler ve böylece eserdeki soru-cevapların İmâm-ı Âzam tarafından kaleme alındığına işaret ederek mukaddimeden sonra esas metnin şerhine geçer. Burada taklidin reddi, nazar* ve tefekkürün lüzumu, kelâm ilmiyle uğraşmanın önemi, imanın tarifi, mahiyeti, rükünleri, mârifet ve amelle ilişkisi, hak ve bâtılın birbirinden ayırt edilmesi , İman-İslâm

yuksel dedi ki...


cilt: 02; sayfa: 463
[el-ÂLİM ve’l-MÜTEALLİM - Yusuf Şevki Yavuz]

ayırımı, dinin tarifi ve mânaları, şeriatlarda nesih meselesi, imanda derece farkları, sevginin itaat ve isyanla alâkası, Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul etmedikçe imanın gerçekleşmeyeceği, peygamberlere karşı işlenecek suçların hükmü, kebîre sahibinin durumu, iman ve küfrün sınırları, kimlere kâfir denilebileceği, münafıklığın gerçek mânası, kebîrenin amel-i sâlih üzerindeki tesirleri (ihbât), kulların fiilleri ile Allah’ın sıfatları arasındaki münasebet gibi konulara yer verir. Her konuda değişik mezheplerin görüşlerini delilleriyle birlikte tahlil edip tenkide tâbi tutan İbn Fûrek, şerhin sonunda, kitabın başından sonuna kadar yaptığı açıklamalarla, İmâm-ı Âzam’a iftira ederek onu kendi mezheplerinden göstermek isteyen Mu‘tezile, Havâric, Kaderiyye ve Kerrâmiyye gibi bid‘at fırkalarının iddialarını çürüttüğünü, böylece İmâm-ı Âzam’ın mezhebine bağlı olan Ehl-i sünnet mensuplarını uyarmak istediğini bildirir. Orta boy altmış altı varak olan şerhin bilinen tek nüshası Murad Molla Kütüphanesi’nde mevcuttur (nr. 1827).

BİBLİYOGRAFYA:

Ebû Hanîfe, el-ǾÂlim ve’l-müteǾallim, Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 5392; Âşir Efendi, nr. 412/2; Yenicami, nr. 1190/8; Mâtürîdî, Tevîlât, Üsküdar Selim Ağa Ktp., nr. 40, vr. 828b; İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s. 256; İbn Fûrek, Şerhu’lel-ǾÂlim ve’l-müteǾallim, Murat Molla Ktp., nr. 1827, vr. 159b, 160b; Hatîb, Târîhu Bagdâd, XIII, 338, 342; İsferâyînî, et-Tebsîr, s. 113; Pezdevî, el-Usûl (Keşfü’l-esrâr içinde), İstanbul 1308, I, 8; Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî, Usûlü’d-dîn (nşr. Hans Peter Linss), Kahire 1383/1963, s. 4; Şehristânî, el-Milel (Kîlânî), I, 139; Abdülazîz el-Buhârî, Keşfü’l-esrâr, İstanbul 1308, I, 8; Zehebî, Mîzânü’l-iǾtidâl, I, 558; Bezzâzî, Menâkıbü Ebî Hanîfe, Beyrut 1401/1981, s. 122; Süyûtî, Tedrîbü’r-râvî, s. 360; Taşköprizâde, Miftâhu’s-saǾâde, II, 154-159; Beyâzîzâde Ahmed Efendi, İşârâtü’l-merâm (nşr. Yûsuf Abdürrezzâk), Kahire 1369/1949, s. 21-23; M. Zâhid Kevserî, “Kelime an İşârâti’l-merâm”, a.e., Mukaddime, s. 6; Zebîdî, İthâfü’s-sâde, II, 1314; Keşfü’z-zunûn, II, 1437; Hediyyetü’l-Ǿârifîn, II, 495; M. Ebû Zehre, Ebû Hanîfe, Kahire 1366/1947, s. 167, 182-183; Brockelmann, GAL Suppl., I, 287; Sezgin, GAS, I, 418; İnâyetullah İblâğ, Ebû Hanîfe el-Mütekellim, [baskı yeri yok] 1390/1971, s. 111; Müneccid, MuǾcem, IV, 48; M. Revvâs Kal‘acî, MevsûǾatü fıkhi ǾAlî b. Ebî Tâlib, Dımaşk 1403/1983, s. 650; J. Schacht, “An early Murdjiite treatise: The Kitab al-ǾÂlim wal-MutaǾallim”, Oriens, XVII, Leiden 1964, s. 96-102; a.mlf., “Abu Hanıfa al-NuǾman”, EI² (Fr.), I, 127; W. Madelung, “Early Sunnı Doctrine Concerning Faith as Reflected in the Kitab al-Iman of Abu ǾUbayd al-Qasım b. Sallam (d. 224/839)”, St.I, XXXII (1970), s. 233.

Yusuf Şevki Yavuz

yuksel dedi ki...

ÂHİR ZAMAN

آخر الزمان

Dünyanın son günleri veya sonu anlamında kullanılan bir terim.

Dinler, zamanın başlangıcı ve sonu meselesinde iki gruba ayrılmıştır. Zamanın devrî olduğunu kabul eden dinlere göre (Eski Mısır, Aztek, Sumer dinleri ile Hinduizm ve Budizm) zaman, birbirini takip eden devrelerden oluşur ve bu devreler sonsuza kadar sürüp gider. Âlemin fâni olduğunu ve zamanın düz bir hat şeklinde akıp gittiğini kabul eden dinlere göre ise (Zerdüştîlik, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm), âlemle beraber içinde yaşanılan zaman da sona erer ve yeni bir âlemle birlikte sonsuz zaman başlar. Ancak her iki grup dinin benimsediği bir gerçek var ki bu da insanın içinde yaşadığı devre veya devrelerin “sonlu” olmasıdır. Âhir zaman, zamanın devrî oluşunu kabul eden dinlerde insanın içinde yaşadığı devrenin son dönemini, âlemin ve insanın fâni olduğunu kabul eden dinlerde ise dünya hayatının kıyametten önceki son zamanlarını ifade eder.

Yahudilik’te dünyanın genel ömrü haftanın her günü bin sene kabul edilerek 7000 yıl sayılır. Bununla beraber dünyadaki faal yıl 6000 olup ikişer bin yıllık üç devreye ayrılır. Bunların birincisi karışıklık, ikincisi hikmet ve şeriat, üçüncüsü ise mesih devresidir. Âlemin yenileşmesi yani kıyametin kopması

yuksel dedi ki...


cilt: 01; sayfa: 543
[ÂHİR ZAMAN - Günay Tümer]

7000 yılın geçmesiyle olacaktır. Kıyamet öncesinde başka bir deyişle kötülüklerin yaygınlaşacağı kriz devresinden sonra gelen mesih döneminde İsrail’in düşmanlarından hiçbiri yahudilere zarar veremeyecek, onlar yeniden Eden bahçesindeki saadete dönecekler ve insanlarla vahşi hayvanlar barış içinde yaşayacaklardır. Mesih gelmeden önce seller, zelzeleler, harpler, ihtilâller, güneşin ve ayın kararması, yıldızların dökülmesi gibi fevkalâde olaylar vuku bulacaktır. Yahudi inanışına göre, başından sonuna kadar insanın yeryüzündeki tarihini önceden düzenleyen Tanrı’dır. Mesih gelmeden mesihî devrede vuku bulacak hadiseler yahudiler için âhir zaman olaylarıdır.

Hıristiyanlık’ta zaman tasavvuru Yahudilik’tekine benzer. Bu dine göre de üç devre söz konusudur: 1. Yaratılıştan önceki devre (bk. Korintoslular’a Birinci Mektup, 2/7). 2. Yaratılış ile Hz. Îsâ’nın ikinci gelişi arasındaki devre (bk. Galatyalılar’a Mektup, 1/4). 3. Ebedî hayat (bk. Efesoslular’a Mektup, 1/21, 2/7 vd.). Hz. Îsâ beklenen mesihtir. Onun ikinci gelişinden önce milletler milletlere karşı çıkacak, zelzeleler ve kıtlıklar olacak, irtidadlar, fitneler, dinsizlikler ve fesat yaygınlaşacaktır (bk. Selânikliler’e İkinci Mektup, 2. bab; Matta, 24/26; Markos, 13/24-31; Luka, 21/25 vd.). İşte bütün bunlar, “son”u getirecek olaylardır.

İslâm literatüründeki âhir zaman terimi, dinler tarihindeki eskatoloji (âhiret bilgisi) ile alâkalıysa da aynı değildir. Eskatoloji, kozmolojide bir safhadır; buna karşılık âhir zaman terimi kıyamete yaklaşan son devreyi, zamanın ve âlemin sonunu veya son günlerini ifade eder. İslâm inancına göre âlemin başı olduğu gibi sonu da vardır. Ancak bu sonu bilmek beşer gücünün dışındadır. İnsanın eceli gibi âlemin de ecelini belirlemek ve belirlediği şekilde gerçekleştirmek Allah’a aittir. Fakat art niyetli bazı kimseler gayelerine ulaşmak için, diğer bazıları da bilgisizlik sebebiyle bu konuda tarih vererek veya tahminde bulunarak Kur’ân-ı Kerîm’e aykırı iddialar ortaya atmışlardır. Halbuki aşağıda meâli verilen âyetler bu gibi iddiaların yersiz ve anlamsız olduğunu açıkça göstermektedir: “Kıyametin ne zaman kopacağını sana sorarlar. De ki: Onun bilgisi sadece rabbimin nezdindedir. Onun vaktini kendisinden başka kimse açıklayamaz” (el-A‘râf 7/187). “Kıyametin ne zaman kopacağını bilmek ancak Allah’a aittir” (Lokmân 31/34). “Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka kimse bilemez” (en-Neml 27/65). Kur’an’ın bu açıklamalarını da göz önünde bulunduran hadisçiler, dünyanın ömrünün 7000 sene olup Hz. Peygamber döneminin son bin seneyi içine aldığı şeklindeki rivayetleri asılsız kabul etmişlerdir (bk. Ali el-Karî, s. 452-454). Bununla beraber bazı İslâm bilginleri bu konuda üç devreden söz etmişlerdir. Başlangıçtan Tevrat’ın nüzûlüne kadar olan ilk devre, İslâm’ın zuhûruna kadar geçen zaman ikinci devre, hicretten kıyamete kadar devam edecek olan zaman dilimi ise son devredir (bk. Elmalılı, V, 3739). Fakat süre belirlemeden bu son devreye âhir zaman denilebilir. Çünkü çeşitli hadislere göre âhir zaman Hz. Peygamber’in bi‘setiyle başlamıştır (bk. Buhârî, “Rikak”, 39; Müslim, “Fiten”, 132-139). Ancak ne zaman biteceğini Allah’tan başka kimse bilmemektedir.

yuksel dedi ki...


Son peygamber (hâtemü’l-enbiyâ) olması dolayısıyla Muhammed aleyhisselâma İslâm literatüründe “âhir zaman peygamberi” de denilmiştir. Zira ondan sonra artık peygamber gelmeyecektir ve kıyamete kadar sürecek olan devrede Allah yoluna yapılacak davet onun adına olacaktır. Bu hususta Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulmaktadır: “Muhammed sizlerden herhangi birinin babası değildir. Ancak o, Allah’ın resulü ve peygamberlerin sonuncusudur” (el-Ahzâb 33/40). Bu âyette geçen “hâtem” (mühür) kelimesi kıraat imamlarınca böyle okunduğu gibi “hâtim” (mühürleyen, sona erdiren) şeklinde de okunmuştur. Mühür bir şeyin sonuna basıldığına göre Hz. Peygamber, her iki kıraat açısından da nübüvvet silsilesinin sonuncusu, nübüvvet zincirinin son halkası olmaktadır.

Âhir zaman terimi Kur’ân-ı Kerîm’de yer almıyorsa da hadislerde çokça kullanılmıştır. Hz. Peygamber’in, dinî hayatın zayıflaması ve ahlâkın gerilemesi şeklindeki kıyamet alâmetlerine temas eden hadislerinde “âhirü’z-zamân” terimi kullanıldığı gibi bu anlamı ifade eden “ سيأتي على الناس زمان ” (insanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki ...) ibaresine de sık sık rastlanır (bk. Wensinck, Mu‘cem, “Zamân” md.). Hadis literatüründeki bu kullanılış müslümanların zamana, olaylara ve geleceğe bakışlarına tabii olarak tesir etmiş ve onları, özellikle ahlâk kurallarına aykırı düşen davranışlarla beklenmedik olayları âhir zaman alâmeti olarak değerlendirmeye sevketmiştir (ayrıca bk. KIYAMET ALÂMETLERİ).

yuksel dedi ki...

evketmiştir (ayrıca bk. KIYAMET ALÂMETLERİ).

BİBLİYOGRAFYA:

Buhârî, “Rikak”, 39; Müslim, “Fiten”, 132139; Ali el-Karî, el-Esrârü’l-merfûa fi’l-ahbâri’l-mevzûa (nşr. Ali es-Sabbâğ), Beyrut 1391/1971, s. 452-454; Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul 1935, V, 3739; Wensinck, Mu‘cem, “zamân” md.; a.mlf., “The Semitic New Year and the Origin of Eschatology”, Acta Orientalia, I, Copenhagen 1923-1924, s. 158-199; Bowman, “Eschatology of the NT”, IDB, II, 135-140; S. G. F. Brandon, “Eschatology”, DCR, s. 262-263; Ebû Bakr Siraj ed-Din, “The Islamic And Christian Conceptions of the March of the Time”, The Islamic Quarterly, I, London 1954, s. 229-235; Kâmil Miras, “Âhir Zaman”, İTA, I, 170-171; J. A. Macculloch, “Eschatology”, ERE, V, 373-391; K. Kohler, “Eschatology”, JE, VI, 209-218; G. Scholem v.dğr., “Eschatology”, EJd., VI, 860-886.

Günay Tümer


ÂHİRET

الآخرة

Dünya hayatından sonra başlayıp ebediyen devam edecek olan ikinci hayat.

Âhiret, evvelin mukabili ve “son” mânasındaki âhirin müennesi olup Kur’an’da 110 yerde geçer. Bunun yirmi altısında müzekker ve el-yevm kelimesine sıfat şeklinde el-yevmü’l-âhir (son gün), dokuzunda dâr ile sıfat veya isim tamlaması halinde ed-dârü’l-âhire, dârü’l-âhire (son ikamet mahalli), birinde enneş’etü’l-âhire (ikinci yaratılış, son hilkat) tarzında, elli yerde de dünya ile (ikisinde dünya mânasındaki ûlâ ile) mukabele edilmiş olarak zikredilir. el-Âhirenin, yalın olarak kullanıldığı yerlerde de ed-dârü’l-âhire tamlaması mânasında olduğu kabul edilir. Bu kullanılış şekillerinden de anlaşılacağı üzere âhiret mefhumu ile dünya mefhumu arasında sıkı bir münasebet vardır. Âhiret dünya hayatını takip eden, ona benzer fakat daha değişik ve ölümsüz bir hayattan, ebediyet âlemine ait çeşitli merhaleler ve hallerden ibarettir.

yuksel dedi ki...


Âhiret Hayatının Varlığı. Âhiret inancı, iptidai kavimler dahil, tanrının varlığını kabul eden hemen hemen bütün din ve düşünce sistemlerinde mevcut olmakla beraber, ölümden sonraki bu hayatın mahiyeti ve tasviri hakkında birbirinden farklı görüşler benimsenmiştir. Eski Ahid’de dünya hayatından sonra ruhun ölmezliğine ve dünyada işlenen günahların tesbit edildiğine işaretler

yuksel dedi ki...


cilt: 01; sayfa: 544
[ÂHİRET - Bekir Topaloğlu]

bulunduğu gibi ölümden sonra Allah’ın görüleceği, yapılan amellere karşılık verileceği de ifade edilir (bk. Eyüb, 14/14-22, 19/25-29; Daniel, 12/2). Bununla beraber Matta İncili’nde (22/23-30), Sadûkı mezhebine bağlı yahudilerin Hz. Mûsâ’dan naklettikleri bir meseleyi tartışma konusu yaparak âhireti inkâr fikrine meylettiklerinden bahsedilir. Yeni Ahid’de âhiret ve mücâzat inancı açık bir şekilde mevcuttur (bk. Matta, muhtelif bablar; Markos, 12/18-27; Luka, 20/27-38). Kur’an’da Hz. Nûh, İbrâhim, Yûsuf, Mûsâ, Îsâ ve diğer peygamberlerin kendi ümmetlerine âhiret akîdesini telkin ettikleri ifade edildiği gibi (bk. Yûsuf 12/101; Meryem 19/33; Tâhâ 20/55; eş-Şuarâ 26/81-102; Nûh 71/17-18), Allah’a ve âhiret gününe inanan yahudi, Nasârâ ve Sâbiîler’in kurtuluşa erecekleri beyan edilmekte (bk. el-Bakara 2/62; el-Mâide 5/69) ve “kendisinden önceki ilâhî kitapları doğrulayıcı” olarak gönderilen Kur’an’ı âhirete inananların kabul edeceği haber verilmektedir (bk. el-En‘âm 6/92). Kur’ân-ı Kerîm’den önceki semavî kitapların gerek otantik gerekse apokrif kabul edilen nüshalarında âhiret inancına yer verilmekle beraber, konu hiçbir zaman Kur’an’daki kadar açık ve müessir bir şekilde ifade edilmiş değildir. Bundan dolayı, E. Rosenthal tarafından ileri sürüldüğü gibi, İslâm âhiret inancına ait malzemenin Yahudilik ve Hıristiyanlık’tan alınmış olması ihtimal dahilinde değildir (bk. Judaism and Islam, s. 17-18). Semavî dinlerin temel esaslarından birini oluşturan âhiret inancının bazı noktaları arasında bir benzerliğin veya paralelliğin bulunması tabiidir. Çünkü hepsinin kaynağı ilâhî vahiydir. Şayet Kur’an’dan önceki ilâhî kitaplar tahrife uğramasalardı muhakkak ki söz konusu benzerlikler daha büyük çapta olacaktı.

yuksel dedi ki...



Kur’ân-ı Kerîm’de yüzden fazla terim ve deyim kullanılarak âhiret akîdesi işlenmekte (bk. Gazzâlî, IV, 516-517; Zebîdî, X, 462-465), konuyla ilgili âyetler hem Mekkî hem de Medenî sûrelerde sık sık tekrarlanmaktadır. Bu tekrarın, konunun önemini vurgulamak, sorumluluk duygusunu pekiştirmek, dünya ile âhiret arasındaki psikolojik mesafeyi kısaltarak müminin ruhunu yüceltmek ve hayatını ebedîleştirmek gibi hedeflere yönelik olduğunu söylemek mümkündür. Birçok sûrede kâinatın, özellikle insanın yaratılışından, evrenin idare edilişinden ve hayatın akışından bahseden âyetlerle âhiret hayatını tasvir eden âyetler yan yana yer almıştır (bk. Mülk, İnsân, Mürselât, Nebe’, Nâziât, Târık, A‘lâ sûreleri). Kur’an’ın tasvirine göre dünya hayatı bir “oyun ve eğlence”, bir “süs ve öğünüş”tür; “mal, evlât ve nüfuz yarışı”dır. Netice itibariyle o geçici bir faydalanış ve aldanış vesilesidir. Asıl hayat âhiret hayatıdır, huzur ve sükûn sadece ölümsüz âlemdedir (bk. el-Ankebût 29/64; el-Mü’min 40/39; el-Hadîd 57/20). Her ne kadar ölüm geride kalanlar için acı ve hasret dolu bir olay ise de imanlı gönüller için fânilikten ebedîliğe geçişi sağlayan bir vasıtadır. Nitekim birçok âyette ölüm ve âhiret hayatı “buluşmak, sevdiğine kavuşmak” anlamındaki likaa (likaullah, likaü’l-âhire) kelimesiyle ifade edilmiştir (bk. M. F. Abdülbâkı, Mu‘cem, “likāǿ” md.). Aynı noktaya temas eden bir başka âyette de Allah’ın dostları olduklarını ileri süren yahudilere şöyle hitap edilmiştir: “Eğer samimi iseniz ölmeyi temenni edin” (el-Cum‘a 62/6). Gerçi insan, yaratılış itibariyle yaşama sevincine sahiptir ve ondaki bu duygu hayat mücadelesinin en önemli güç kaynağını teşkil etmektedir. Bu sebeple ölüm tabii olarak ürkütücü bir şeydir. Ancak asıl hayatın ikinci âlemde başlayacağına inananlar, ölümün ebedî yokluk olmadığını kabul ederler. Henüz hayattayken âdeta bu yeni hayatın özlemini duyarlar. Kütüb-i Sitte’de yer alan bir hadise göre Hz. Peygamber, “Kim Allah’a kavuşmayı arzu ederse Allah da ona kavuşmayı ister; kim Allah’a kavuşmayı istemezse Allah da ona kavuşmayı istemez” buyurmuş, yanında bulunanlar, “Hiçbirimiz ölümü hoş karşılamayız” deyince sözlerine şöyle devam etmiştir: “Durum sandığınız gibi değil. Gerçek şu ki, mümin olan bir kimsenin son nefesleri yaklaşınca Allah’ın hoşnutluğu ve lutuflarıyla müjdelenir; artık ona göre Allah’a kavuşmaktan daha sevimli bir şey bulunamaz” (Buhârî, “Rikak”, 41; Müslim, “Zikr”, 14, 16-18).

yuksel dedi ki...



Fahreddin er-Râzî’ye göre âhiret konusunun aklî ve naklî olmak üzere iki yönü vardır. İnsan vücudunun ve içinde yaşadığımız kâinatın fâni olduğunu, öldükten sonra tekrar dirilmenin de imkân dâhilinde bulunduğunu kabul etmek konunun aklî yönünü, kıyametin nasıl kopacağı ve âhiret hayatının nasıl başlayıp devam edeceği hususu ise naklî yönünü oluşturur (bk. Mefâtîhu’l-gayb, I, 8). İlk dönemlerden itibaren filozoflar da eskatoloji ile meşgul olmuşlardır. Onların konuyla ilgilenmesi inanç açısından değil, yaratılış felsefesi, ahlâk anlayışı ve ruhun ölmezliği açısındandır. Âhiret hayatı beş duyunun idrakleriyle sınırlı bulunan pozitif ilimlere konu teşkil etmez. Bu sebeple onunla ilgili olarak ilim adına kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Ne var ki ilim adamı da düşünen ve duyan bir insandır. Şahsî temayülleri ve ilmî yorumları sonunda âhiret konusunda müsbet veya menfi bir kanaate varabilir.

Kur’ân-ı Kerîm’in âhireti ispat metodu, “Nereden geldim, nereye gidiyorum?” sorusuna tatminkâr bir cevap bulmaya dayanır. Düşünen her insanın sormaya mecbur olduğu bu sorunun birinci kısmında materyalist izahı benimsemeyen, kendisine ve içinde yaşadığı tabiata hâkim, mutlak kudrete sahip bir yaratıcının varlığına inanan kimse, söz konusu sorunun ikinci kısmında da aynı düşünce tarzını devam ettirerek öbür âlemin ölümsüzlüğünü kolaylıkla benimser. Bundan dolayı Allah’a imanla âhiret gününe iman Kur’an’da sık sık ve birlikte zikredilmek suretiyle bunun ne kadar önemli bir ilke olduğuna dikkat çekilmiştir. Dünyaya ilk gelişinde pek âciz bir canlı olan insan, hayatının daha sonraki devrelerinde fizyolojik ve psikolojik yönden gelişip tabiatın en mükemmel varlığı haline gelir. Ondaki ruhî ve fikrî gelişme devam ederek kendisinde ebediyet duygusu meydana getirir. İnsanın, iyi düşünmeden, ilk bakışta yok oluş (fenâ) gibi telakki ettiği ölümden korkması veya öbür âleme inanmayanlarla ona hazırlıklı olmayanların ölümden ürkmesi de bu ebediyet duygusuna bağlanabilir. O halde daha mükemmel ve ölümsüz bir âlem olan âhiretin varlığını benimsemek insanın tabii yaratılışında bulunan bir özelliktir. Ancak dünya hayatının câzibesi, kişinin fıtratındaki ölümsüzlük duygusunu unutturup tabiatındaki seyri durdurabilir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de âhireti inkâr etmenin bu gayri tabiiliğine şöyle işaret edilmektedir: “İyi bilin ki Allah’ın lâneti, kişileri Allah yolundan döndüren, onu eğriltmek isteyen ve âhireti inkâr eden zalimlerin tepesinedir” (Hûd 11/18-19).

yuksel dedi ki...


Genel olarak insandaki fıtrî özelliklerden biri de adalet duygusudur. Dünyanın hiçbir yerinde ve hiçbir dönemde sürekli olarak adaletin hâkim olduğunu söylemek mümkün değildir. Haksızlığı görüp de derinden rencide olan insan büyük bir hesap gününün gerçekleşeceğine

yuksel dedi ki...


cilt: 01; sayfa: 545
[ÂHİRET - Bekir Topaloğlu]

inanmak ister. İyi ile kötünün, zalim ile mazlumun hesaplarının görüleceği o gün Kur’an’ın ilk sûresinde yevmü’d-dîn (amellere karşılık verileceği gün) diye vasıflandırılmış ve bu sûrenin beş vakit namaz içinde okunması emredilmiştir. Kur’an’da kıyametin daha çok, adalet ve hesap verme mefhumlarıyla birlikte tasvir edilmesi de bu gerçeğin bir başka şekilde ifadesi sayılmalıdır.

Kâinatın akıllara durgunluk veren bir incelik ve âhenk içinde kuruluş ve işleyişi öteden beri düşünürlerin ilgisini çekmiş, tabiat ilimlerindeki gelişmelerden sonra ise bilginlerin bu konudaki duyguları hayranlığa dönüşmüştür. Kur’ân-ı Kerîm’de, insanın da bir parçasını teşkil ettiği kâinatın gayesiz yaratılmadığı (bk. el-Enbiyâ 21/16; Sâd 38/27), yeri, göğü, ayı, güneşi, kısacası bütün imkânlarıyla onun insanın emir ve hizmetine verildiği (teshîr) ifade edilmiştir (bk. İbrâhîm 14/33; el-Hac 22/65). Bu mertebeye yüceltilmiş olan insanın hemcinslerine ve yaratanına karşı elbette ki bazı görevleri olacaktır. O, bu ulvî duyguyu vicdanının derinliklerinde hisseder ve bu görevleri yerine getirmek için hayatı boyunca çaba harcar. Böylesine kâmil bir iman ve iyi amel sahibi olan bir kimsenin mükâfatını tam olarak alması aklın ve vicdanın bir gereğidir. Üstelik dünya hayatı boyunca insanlar zekâ, kabiliyet, sağlık, servet vb. bakımlardan eşit durumda değildir. Fakru zaruret acılarıyla ölenler olduğu gibi zenginlik zevkleri içinde gözlerini hayata kapayanlar da vardır. Şayet fakir kötü, zengin iyi bir insan idiyse adalet yerini bulmuş denebilir; fakat durum tersine ise, ömrünü acılar içinde geçiren dürüst ama fakir insanın mükâfat göreceği ikinci bir hayat gereklidir. Âhiretin varlığını zaruri kılan başka sebepler de vardır. Hakikat ve kemal anlayışlarını bunlar arasında saymak mümkündür. İnsanların birçok konuda farklı görüşlere sahip oldukları ve herkesin kendi görüşünün doğruluğuna inandığı bir realitedir. Çelişen görüşlerin hepsini doğru kabul etmek de mümkün değildir. O halde hakikatin bütün açıklığıyla ortaya çıkacağı ve herkes tarafından anlaşılıp benimseneceği bir gün olmalıdır. Öte yandan insan, diğer varlıkların aksine, kemalini kendi gayretiyle (iktisabî) elde eder. Bilgi veya mârifet ile elde edilecek olan bu kemal, ölünceye kadar bedenin çeşitli fonksiyonlarıyla gerçekleşir. Bu fonksiyonlar bitince kemale erme son noktasına ulaşır ve çekilen bunca zahmetin karşılığını görme, yani ruhun mânevî hazları tatma dönemi başlar. Bu da ancak ölümden sonra gerçekleşecek bir husustur. Şu halde ruhu bu lezzetten mahrum bırakmak, ne kemal ne de adalet prensibiyle bağdaşır (bk. Fuzûlî, s. 79-80).

yuksel dedi ki...


Her şeye rağmen âhiret vâkıasının doğrudan idraki -bir inanç konusu olduğu, duyuların ötesinde bulunduğu ve her yaşayana göre şu anda mevcut olmayıp gelecekte gerçekleşeceği için- mümkün değildir. Konuyla ilgili olarak sıralanan bütün deliller akla ışık tutmaktadır; kabul veya red kararı akıl ile kalbin iş birliğine bağlıdır. Ufku dar, iç dünyası fakir olanlar sathî bir düşünüşle, “Çürümüş, zerresi kalmamış kemikleri kim diriltebilir?” tarzındaki bir şüpheye kapılabilir. Böyle bir tereddüdün, “Nereden geldim, nereye gidiyorum?” şeklinde ifade edilen başlangıç ve sonuç (mebde ve meâd) probleminin sonuç kısmıyla ilgili olduğu şüphesizdir. Kur’ân-ı Kerîm, “Onları ilkin yaratan, tekrar diriltir” (Yâsîn 36/79) demek suretiyle problemin başlangıç felsefesine dayanır ve ateist bir telakkiden veya mantıksız bir düşünüşten çıkan söz konusu itiraza cevap verir. Başlangıca inanan sonucu da kabul etmek zorundadır. Yani tabiatın kendi kendine değil, tabiat üstü mutlak kudret sahibi bir hâlik tarafından yaratılıp idare edildiğini kabul edenler, onun ikinci hayatı da yaratıp devam ettireceğine inanmakta güçlük çekmezler. Bundan dolayı mesele, D. B. Macdonald’ın zannettiği gibi (bk. İA, VI, 777), “Peygamber devrindeki iptidai Arap telakkisine bağlı basit bir konu” değildir. Burada hareket noktası olarak kabul edilen ana fikir, tarihin muhtelif devirlerinde olduğu gibi bugün de varlığını hissettiren inkârcı görüşün mahkûm edilmesinden ibarettir.

İslâm akaidinin üç ana esasından (Allah, peygamber, âhiret) birini teşkil eden âhiret inancı her şeyden önce insanda sorumluluk duygusu meydana getirmekte ve bu yönüyle hem hukukî hem de ahlâkî müeyyide olmaktadır. Dünya hayatında insanın zorluklarla, haksızlıklarla mücadele ettiği halde bunları ortadan kaldıramadığı, neticede elem çektiği bir gerçektir. Mutlak adaletin tecelli edeceği, iyiliğin mükâfatlandırılması için bütün engellerin ortadan kalkacağı ebediyet âleminin varlığına inanmak, insan için büyük bir teselli kaynağı ve yaşama sevincidir. Cenâb-ı Hak, insanların atası olan Âdem’i “kendi eliyle” yarattığını, ona ruhundan üflediğini ve onu meleklerin secdesine vesile kılıp yeryüzünde kendi halifesi tayin ettiğini beyan etmektedir (bk. el-Bakara 2/30; Sâ‘d 38/71-75); bu mânada Allah’tan gelen insanın fenâ bulmayıp yine ona dönmesi kaçınılmaz bir sonuçtur. Yaratılış hikmetini unutmayan ve insanlık şuurunu yitirmeyen kişinin ruhu bundan başka hiçbir şeyle tatmin bulamaz.

yuksel dedi ki...

kişinin ruhu bundan başka hiçbir şeyle tatmin bulamaz.

Kur’ân-ı Kerîm, diğer ilâhî kitaplarla mukayese edilemeyecek kuvvette âhiret akîdesini telkin etmektedir. Bununla birlikte İslâmiyet dünyadan el etek çekmeyi hiçbir zaman tasvip etmez. Dünya başlangıç, âhiret sonuç olduğuna göre ikisi arasında denge kurmak gereklidir. İnsan âhirete hazırlanırken dünya nimetlerinden nasip almayı da unutmamalıdır (bk. el-Kasas 28/77). Önemli olan, dünyanın cazibesine kapılıp âhiret saadetini ihmal etmemektir. Çünkü, “dünya âhirete nisbetle geçici ve değersiz bir metâdan ibarettir” (er-Ra‘d 13/26). “Âhiret yurduna gelince, asıl hayat, huzur ve sükûn oradadır” (el-Ankebût 29/64; el-Mü’min 40/39). Hz. Peygamber’in, “Allahım! Asıl hayat âhiret hayatıdır, asıl saadet ebediyet saadetidir!” (Buhârî, “Cihâd”, 33; “Salât”, 48) tarzında başlayan duası bu gerçeğin bir ifadesidir.

Âhiretin gerçekliği konusu, insanın psikolojik muhtevasında ve dış dünyada bulunan bunca delile rağmen yine de inkâr edilebilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm, inkâr sebeplerinin başında dünya sevgisini zikreder. Ölümsüz âlemin nimetlerine nisbetle son derece değersiz olan dünya nimetlerinin hemen ele geçirilebilir olması onları cazip hale getirmiştir. Bu cazibeye kapılan gönüller fâni hayatı ebedî hayata tercih eder. Genellikle servet ve mevki sahibi insanların oluşturduğu bu tipler dünya hayatının çekici görünümüne aldanır, servetlerine, toplumdaki siyasî ve sosyal mevkilerine güvenerek mağrur olurlar. Hatta bu anlayış giderek onlarda bir inanç haline dönüşür (bk. el-Mü’minûn 23/33-38; en-Neml 27/1-5; el-Câsiye 45/34-35). Halbuki onların bu davranışı selim yaratılışlarına ters düşmektedir. Âhirete inanmayanların tatmin edici hiçbir delilinin bulunmadığını, bu konudaki iddialarının bir kuruntudan ibaret olduğunu şu âyetler veciz bir şekilde ifade etmektedir

yuksel dedi ki...


cilt: 01; sayfa: 546
[ÂHİRET - Bekir Topaloğlu]

“Onların bu konuda hiçbir bilgisi yoktur. Sadece zan ve kuruntuya dayanırlar. Halbuki zan, gerçek karşısında hiçbir şey sağlamaz. Bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başkasını arzu etmeyen kimselere önem verme! Onların ilim adına varabildikleri son nokta işte bundan ibarettir” (en-Necm 53/28-30).

Birçok âyette Allah’a imanla âhirete iman beraber zikredildiği gibi âhireti inkâr edenlerin Allah’ı da inkâr durumuna düştükleri ifade edilir (bk. en-Nisâ 4/38; er-Ra’d 13/5). Çünkü sorguya çekileceği ve dünyada yaptıklarının karşılığını göreceği ikinci bir hayata inanmayan kimsenin Tanrı’nın varlığını kabul edişi, çoğu zaman kozmogoni anlayışının gerektirdiği felsefî bir kanaatten öteye geçemez. Felsefî kanaatler kalbin değil fikrin ürünleridir ve kişinin davranışlarına yön verme gücünden genellikle yoksundur. Emir altına girmek, davranışlarını insan üstü âlemden gelen prensiplere göre düzenlemek ve ileriki bir hayat programı çerçevesinde sorumluluk almak istemeyen insanlar, âhiret realitesini inkâr ederler. Hatta buna engel olacak vicdanlarının sesini bile kısmaya çalışırlar.

Kur’ân-ı Kerîm âhireti inkâr eden bazı tipleri de kibirli ve katı yürekli olarak tasvir eder. Maddî hazlara düşkün ve bayağı arzularını tatmin için kalbini karartan, kibirli, mütecaviz, merhametsiz, yetimi itip kakan, fakire bizzat yardımcı olmadığı gibi başkaları nezdinde de bu konu için gayret göstermeyen kimse, “din günü”nü yani âhireti inkâr eder (bk. en-Nahl 16/22; el-Müddessir 74/43-47; el-Mütaffifîn 83/10-14; el-Mâûn 107/1-3).

Kısa bir dünya hayatından sonra ölümle her şeyin son bulduğunu iddia etmek, insan ruhunu sonu belirsiz bunalımlara sürükler. Düşünen kafa ve duyan gönüllerin bunu kabullenmesi kolay değildir.

yuksel dedi ki...


Âhiret Halleri. İnsanın ölümüyle onun âhiret hayatı başlamış olur. Bir hadiste, kabrin âhiret duraklarının ilki olduğu belirtilmiştir (bk. Tirmizî, “Zühd”, 5; İbn Mâce, “Zühd”, 32). Kıyametin kopmasına kadar sürecek olan bu zamana berzah* hayatı denilmiştir. Ancak çeşitli merhaleleri ve kendine has halleriyle tasvir edilen âhiretin gerçekleşmesi, bugünkü dünya nizamının bozulmasından sonra olacaktır.

Âhiret hayatını kıyametin kopması, hesabın görülmesi ve hesap sonrası ebedî hayatın başlaması şeklinde üç merhalede ele alıp incelemek mümkündür.

a) Kıyametin kopması Kur’ân-ı Kerîm’de saat* kelimesiyle ifade edilmiş ve bu anı Allah’tan başka hiç kimsenin bilemeyeceği belirtilmiştir. Beklenmedik bir zamanda ve çok süratli olarak gerçekleşecek olan bu olayın dehşetine gökler de yer de dayanamayacak, o günün şiddetinden çocukların saçları ağaracak, emzikli kadınlar bebeklerini unutacak, hamileler çocuklarını düşürecek ve bütün insanlar şaşkına dönecektir (bk. el-A‘râf 7/187; el-Hac 22/1-2; el-Müzzemmil 73/17). Kur’ân-ı Kerîm’de kıyametin tasviriyle ilgili âyetlerden anlaşıldığına göre, bu olay kâinatta mevcut kozmik düzenin bozulmasıyla başlayacaktır. Fakat bunun ne zaman olacağı kimseye bildirilmemiş, sadece “belki de yakın olduğu” ifade edilmiş (bk. el-Ahzâb 33/63); eş-Şûrâ 42/17) ve alâmetlerinin belirdiği haber verilmiştir (bk. Muhammed 47/18). Hz. Peygamber de orta parmağıyla şahadet parmağını göstererek kendi dönemi ile kıyametin kopmasının iki parmağı gibi birbirine yakın olduğunu söylemiştir (bk. Buhârî, “Rikak”, 39; Müslim, “Fiten”, 133-135). Ancak naslarda geçen bu tür zaman belirlemelerini, birkaç bin yılın önemsiz bir küsür sayıldığı jeolojik ve kozmolojik zaman kavramı içinde yorumlamak gerekir. Buna göre kıyametin kopuşu gibi büyük bir kozmik olayın ne zaman gerçekleşeceğini söylemek, hatta tahmin etmek mümkün değildir. Zaten İslâm literatüründe konuyla ilgili ciddi sayılabilecek herhangi bir zamanlama da mevcut değildir.

yuksel dedi ki...


Hadis literatüründe, kıyametten önce ortaya çıkacak olan “kıyamet alâmetleri”yle ilgili oldukça geniş bilgi vardır. Bir kısmının sağlamlık bakımından tenkide tâbi tutulabileceği bu tür rivayetlerin muhtevasını iki grupta mütalaa etmek mümkündür. Bunlardan birincisi dinî emirlerin ihmal edilmesi ve ahlâkın bozulması tarzındaki mânevî faktörlerdir. İkincisi ise deccalin ortaya çıkışı, Hz. Îsâ’nın dünyaya dönüşü, kozmik düzenin bozularak güneşin batıdan doğup doğudan batması gibi mevcut tabiat kanunlarını aşan olaylardır. İslâm tarihinin erken devirlerinden itibaren, sosyal ve siyasî çalkantılar yüzünden dinî ve ahlâkî hayatın zayıflamaya başladığı tarzındaki şikâyetlerin ortaya çıktığı bilinmektedir. Bu tür şikâyetlerin gittikçe artış gösterdiği de bir gerçektir. Ancak bu nevi sosyal olaylardan hareket ederek dünyaya ömür biçmek ve kıyametin gelişi için zaman belirlemek isabetli olmaz. Dünyanın son günlerinde meydana geleceği haber verilen olağan üstü hadiseler de ancak kendi dönemleri ve oluşum şartları içinde değerlendirilebilir; bu tür olaylar hakkında önceden zaman belirleyici tahminlerde bulunmak mümkün değildir.

Kıyametin nasıl kopacağı hususu Kur’an’da ayrıntılı sayılacak bir şekilde anlatılmıştır. Buna göre görevli melek tarafından sûr*a üflenecek, Allah’ın diledikleri hariç, göklerde ve yerde kim varsa düşüp ölecek, ikinci üfleyişte ise herkes diriltilip mahşere (toplanma yerine) gitmeye hazır olacaktır (bk. ez-Zümer 39/68). Birçok âyet kıyametin kopuşunu büyük bir kozmik değişim olarak tasvir eder: Gök yarılacak, güneş dürülecek, yıldızlar dökülecek, denizler kaynayıp kabaracak, dağlar yerinden kaldırılıp yürütülecek ve ufalanıp atılmış yün haline gelecek; kısacası hem yer hem de gökler şekil değiştirecektir (bk. İbrâhîm 14/48; Tâhâ 20/105-107; et-Tekvîr 81/1-3; el-İnfitâr 82/1-3; el-Karia 101/1-5).

b) Âhirette hesabın başlaması, sûra ikinci üfleyişten sonra kabirlerdekilerin tekrar diriltilmesi ve mahşerde toplanmasıyla olacaktır. Kur’ân-ı Kerîm’de hesap meydanına hareketin bir davetçinin (İsrâfil) çağrısıyla olacağı, kişilerin çağrıya karşı koymadan koşuşan çekirgeler gibi belli bir hedefe doğru ilerleyeceği ifade edilir (bk. el-Kamer 54/6-8; el-Meâric 70/43-44). Bu yolculuğun tasviri hakkında çeşitli hadisler de rivayet edilmiştir (bk. İbn Kesîr, I, 228-232). İslâm inancına göre kıyamet gününde insanların hesaba çekilmesi belli kayıtlara bağlı olarak yapılacaktır. Bunlara Kur’an’da kitâb (yazılı belge) adı verilmekte (bk. el-İsrâ 17/13-14), Türkçe’de ise amel defteri olarak bilinmektedir. Amel defteri, yazıcı melekler (Kirâmen Kâtibîn) tarafından tutulmakta ve kişinin dünyadaki bütün söz, fiil ve bazan da niyetleri hayır ve şer olarak değerlendirilerek bu deftere geçirilmektedir (bk. el-Kehf 18/49; el-İnfitâr 82/10-12). Söz konusu yazılı belgenin mahiyeti hakkında (kâğıt üzerinde bir yazı mı, bir mikrokart veya film mi, hücreyi oluşturan gende saklı bir sır mı vb.) herhangi bir şey söylemek mümkün değildir. Allah Teâlâ, hiçbir

yuksel dedi ki...


cilt: 01; sayfa: 547
[ÂHİRET - Bekir Topaloğlu]

vasıta ve malzeme kullanmadan her şeyi kuşatan sınırsız bir ilme, muhasebe ve muhakemeye ihtiyaç hissettirmeyecek mutlak bir adalete sahip olduğu halde, onun hesap günündeki icraatını bu tarzda yürütmesi, bütün sırların ortaya çıkarılacağı o gündeki aleniyeti sağlama ve gerçeklerden herkesi haberdar etme hikmetine bağlı olsa gerektir.

Kıyameti tasvir eden ve kula ait sorumluluk sınırlarını çizen çeşitli âyet ve hadislerden anlaşılacağı üzere, bütün mükellefler (insanlar ve cinler) her şeyden önce imandan sorguya çekilecektir. Bundan sonra kul haklarının, daha sonra da Allah ile kul arasındaki hakların hesabı görülecektir. Müslüman âlimlerin çoğunun kanaatine göre, ilâhî vahye samimiyetle inananlar, kul hakkı veya diğer günahları sebebiyle bir süre cezalandırılsalar da sonunda kurtuluşa ereceklerdir. Fakat kendilerine bildirildiği halde ilâhî tebligata inanmayanlar ebedî hüsrana uğrayacaklardır.

c) Âhiret gününde kulun tâbi tutulacağı hesabın sonucu, Kur’ân-ı Kerîm’de, “terazilerin (tartıların) ağır yahut hafif gelmesi” şeklinde ifade edilmiştir. Nasıl olacağını Allah’tan başka kimsenin bilmediği bu terazide “tartılar”ı ağır gelenler kurtuluşa erecek ve mutlu bir hayat süreceklerdir. “Tartılar”ı hafif gelenler ise kendilerini hüsranda bulacaklardır (bk. el-A‘râf 7/8-9; el-Mü’minûn 23/102-103; el-Karia 101/6-8). Kur’an terminolojisinde kurtuluş (felâh) cennet, rızâ ve cemâli, hüsran da cehennem, elem ve mahrumiyeti ifade eder. Rızâ, kurtuluşa erenlerin Allah’tan, O’nun da kendilerinden hoşnut olmasıdır ve bütün maddî nimetlerin üstündedir (bk. et-Tevbe 9/72; el-Fecr 89/27-30; el-Beyyine 98/8). Cemâl de Cenâb-ı Hakk’a bakmak ve O’nu görmektir (bk. el-Kıyâme 75/22-25; el-Mütaffifîn 83/15). Hüsrana uğrayanlar bu nimetlerden mahrum olacakları gibi çeşitli elem ve azaplara da mâruz kalacaklardır.

yuksel dedi ki...


Cennet ve cehennem hayatını tasvir eden birçok âyet ve hadisin ve ayrıca âhiret hayatıyla ilgili diğer nasların üslûp ve muhtevasına bakıldığı takdirde, bu ikinci hayatın sadece ruhlar âleminde başlayıp süreceğini ileri sürmek, bu hayat içinde bedenlerin rol almayacağını söylemek aşırı bir te’vil olur. Bu sebepledir ki Gazzâlî “haşr-i cismânî”yi inkâr eden filozofların bu kanaatini İslâm dışı telakki etmiştir. Âhiretle ilgili nasların ihtiva ettiği maddî unsur ve tasvirler, insanlar tarafından idrak edilebilmesi için dünyadakilere benzetilirse de bunların temel özellikleri itibariyle tamamen ayrı şeyler olduğu şüphesizdir. Ebedî âlemin kanunlarını fâni âlemin kanunlarıyla mukayese etmek ve birinin şartlandırdığı mantıkla diğeri hakkında hüküm vermek elbette ki yanlıştır (bk. es-Secde 32/17; Buhârî, “Bedü’l-halk”, 8; Müslim, “Îmân”, 312).

Cennet ile cehennemin ve âhiret hayatının ebedîliği hemen hemen bütün İslâm âlimlerinin benimsediği bir husustur. Saadet yurdu olan cennetin ebedîliğine itiraz edilmemekle beraber, elem ve azapla dolu cehennem hayatının sona erebileceğini veya cehennem halkının azaba karşı bağışıklık kazanabileceğini ileri sürenler olmuştur. Hz. Ömer, İbn Mes‘ûd, Ebû Hüreyre ve Ebû Saîd el-Hudrî tarafından benimsendiği rivayet edilen bu görüşe taraftar olanlar arasında İbnü’l-Arabî, İbn Teymiyye, İbn Kayyim el-Cevziyye de bulunmaktadır (bk. İbn Kayyim, s. 280-315) (âhiret hayatının çeşitli ayrıntıları için bk. A‘RÂF, CEHENNEM, CENNET, HAŞİR, KIYAMET).

İslâm inancının temel konularından birini teşkil eden âhiret mevzuu çeşitli İslâmî eserlerde ele alınarak işlenmiştir. Konularına göre düzenlenmiş muhtelif hadis kitapları, kıyamet alâmetleri ve âhiret hallerine çeşitli bölümler ayırmışlar (fiten ve melâhim, sıfâtü’l-kıyâme, sıfâtü’l-cenne, sıfatü cehennem gibi) ve konu ile ilgili birçok hadisi bu bölümlerde toplamışlardır. Kelâm ilmi, genellikle İslâm inancına veya Ehl-i sünnet akîdesine karşı yapılan itirazlara cevap mahiyetinde ortaya çıktığından, ilk döneme ait kelâm kitaplarında, tartışmalı konular arasına girmeyen âhiret mevzuuna fazla yer verilmemiştir. Mütekâmil devirden itibaren yazılan kelâm kitaplarında ise âhiret konusu daima kendine has yerini almış ve daha çok İslâm filozoflarıyla Mu‘tezile ve Havâric gibi bid‘at fırkaları arasında anlaşmazlık konusu olan meseleler tartışılmıştır. Tasavvuf ve irşada yönelik İslâmî eserlerde de âhiret konularına yer verilmiştir.

yuksel dedi ki...



İslâm âlimleri âhiret inancıyla ilgili müstakil eserler de meydana getirmişlerdir. Bu eserlerin bir kısmı, ölümden veya dünyanın yıkılışından itibaren cennet ile cehennemin ebedîliğine kadar bütün âhiret hayatını içine almaktadır. Bunlar arasında Ebû Dâvûd es-Sicistânî’ye ait el-Bas (nşr. Muhammed es-Saîd b. Besyûnî Zağlûl, Beyrut 1407/1987), Gazzâlî’ye ait ed-Dürretü’l-fâhire, İbn Abdüsselâm’a ait Beyânü ahvâli’n-nâs yevme’l-kıyâme (bk. Keşfü’z-zunûn, I, 260), Kurtubî’ye ait et-Tezkire, Süyûtî’ye ait el-Budûrü’s-sâfire, İbn Kesîr’e ait en-Nihâye ve Seyyid Kutub’a ait Meşâhidü’l-kıyâme fi’l-Kur’ân (Beyrut, ts., Dârü’ş-Şurûk) adlı eserleri zikretmek mümkündür. Âhiret hayatıyla ilgili olarak kaleme alınan eserlerin bir kısmı da bu hayatın belli konularını kapsar. Meselâ kıyamet alâmetleri konusunda Şemseddin es-Sehâvî’ye ait el-Kanâa fî mâ yahsünü’l-ihâta bihî min eşrâti’s-sâa (nşr. Mecdî es-Seyyid İbrâhim, Kahire, ts., Mektebetü’l-Kur’ân), Berzencî’ye ait el-İşâa ve Sıddık Hasan Han’a ait el-İzâa li-mâ kâne ve mâ yekûnü beyne yedeyi’s-sâa (Kahire 1379/1959) adlı eserler; kabir hayatı konusunda İbn Kayyim’in er-Rûh, İbn Receb’in Ehvâlü’l-kubûr ve ahvâlü ehlihâ ile’n-nüşûr (nşr. Muhammed es-Saîd b. Besyûnî Zağlûl, Beyrut 1405/1985), Süyûtî’nin Şerhu’s-sudûr bi-şerhi hâli’l-mevtâ ve’l-kubûr (Kahire, ts., Halebî baskısı) ve Süleyman Toprak’ın Ölümden Sonraki Hayat-Kabir Hayatı (Konya 1986) adlı eserleri zikredilebilir. Cennet ile cehennemin tavsifi konusu muhtelif hadis kitaplarında ve kelâma dair eserlerde yer aldığı gibi, ilk dönemlerden itibaren kaleme alınan müstakil eserlerde de işlenmiştir. Bunlar arasında şu kitapları saymak mümkündür: Abdülmelik b. Habîb el-Kurtubî, Kitâbü Vasfi’l-firdevs (Beyrut 1407/1987); İbn Kayyim, Hâdi’l-ervâh; İbn Receb, et-Tahvîf mine’n-nâr ve’t-tarîf bi-hâli dâri’l-bevâr (Beyrut 1405/1985); Sıddık Hasan Han, Yakazatü üli’l-itibâr mimmâ verede fî zikri’n-nâr ve ashâbi’n-nâr (Kahire 1398/1971). İslâm âlimleri, âhiret hayatında müminlerin erişeceği en büyük lutuf olan rü’yetullah* konusunda da müstakil eserler kaleme almışlardır. Bunlar arasında Âcurrî’nin et-Tasdîk bi’n-nazar ilallahi Teâlâ fi’l-âhire (nşr. Semîr b. Emîn ez-Züheyrî, Beyrut 1408/1988); Ebü’n-Nehhâs Abdurrahman b. Ömer’in Kitâb fî rüyetillâhi tebâreke ve teâlâ (nşr. Mahfüzurrahman b. Zeynullah es-Selefî, Mecelletü’l-Câmiati’l-İslâmiyye, Medine 1401, XIII, sy. 50-51, s. 253-264) ve Süyûtî’nin İsbâlü’l-kisâ ale’n-nisâ (Beyrut 1405/1984) adlı eserlerini zikretmek mümkündür.

yuksel dedi ki...


cilt: 01; sayfa: 548
[ÂHİRET - Bekir Topaloğlu]

BİBLİYOGRAFYA:

Buhârî, “Bed‘ü’l-halk”, 8, “Salât”, 48, “Cihâd”, 33, “Rikak”, 39, 41; Müslim, “Îmân”, 312, “Zikr”, 14, 16-18, “Fiten”, 133-135; İbn Mâce, “Zühd”, 32; Tirmizî, “Zühd”, 5; Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd (nşr. Fethullah Huleyf), Beyrut 1970 → İstanbul 1982, s. 323-365; Kadî Abdülcebbâr, el-Mugnî, XVI (nşr. Emîn el-Hûlî), Kahire 1380/1960, s. 431-433; a.mlf., Şerhu’l-Usûli’l-hamse (nşr. Abdülkerîm Osman), Kahire 1384/1965, s. 734-738; Bağdâdî, Usûlü’d-dîn, İstanbul 1346/1928 → Beyrut 1401/1981, s. 228-239, 242-246; Cüveynî, el-Akıdetü’n-Nizâmiyye (nşr. M. Zâhid Kevserî), Kahire 1367/1948, s. 58-64; Gazzâlî, İhyâ, Kahire 1332 → Beyrut 1402-1403/1982-83, IV, 516-517; Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, Kahire 1934-62 → Beyrut, ts. (Dâru İhyâi’t-türâsi’l-Arabî), I, 8; Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Tebsıratü’l-edille, Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 2907, vr. 213a-219b; İbn Kayyim el-Cevziyye, Hâdi’l-ervâh, Kahire, ts. (Mektebetü Nehdati Mısr), s. 280-315; Lisânü’l-Arab, “âhiret” md.; İbn Kesîr, en-Nihâye (nşr. Tâhâ Muhammed ez-Zeynî), Kahire 1389/1969, I, 228-232; Teftâzânî, Şerhu’l-Akāǿid, İstanbul 1315 → İstanbul 1966, s. 132-151; Fuzûlî, Matlau’l-i‘tikad (nşr. Muhammed b. Tâvit et-Tancî), Ankara 1381/1962, s. 77-87; Tehânevî, Keşşâf, “âhiret” md.; Zebîdî, İthâfü’s-sâde, Kahire 1311 → Beyrut, ts. (Dâru İhyâi’t-türâsi’l-Arabî), II, 213-221; X, 462-465; Keşfü’z-zunûn, I, 260, 1163; Îzâhu’l-meknûn, I, 59, 107, 171, 275; II, 168, 410; E. I. J. Rosenthal, Judaism and Islam, London 1961, s. 17-18; M. F. Abdülbâkı, Mu‘cem, “likāǿ”, “âhiret” md.leri; Hasan el-Mustafavî, et-Tahkık fî kelimâti’l-Kur’âni’l-Kerîm, “âhiret” md.; Akkad, el-Kur’ân ve’l-insân (Mevsûa içinde), Beyrut 1390-91/1970-71, IV, 189-190; Ferid Vecdî, DMİ, I, 89-103; Mehmet Aydın, Din Felsefesi, İzmir 1987, s. 184-209; Ö. R. Doğrul - İ. H. İzmirli, “Âhiret”, İTA, I, 158-170; D. B. Macdonald, “Kıyâmet”, İA, VI, 776-780; A. S. Tritton, “Akhira”, EI² (Fr.), I, 335.

Bekir Topaloğlu

yuksel dedi ki...



AKL-ı SELÎM

العقل السليم

Hüküm ve kararlarında doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayıran akıl, sağ duyu.

Her insanda az veya çok duyarlık, hâfıza ve hayal gücü gibi akl-ı selîm de vardır. Déscartes, “doğruyu yanlıştan ayırma gücü” diye tarif ettiği akl-ı selîmi (le bon sens) akıl ile aynı kabul eder ve bunun bütün insanlarda eşit olduğunu söyler. Buna göre akl-ı selîmin Kur’an’da (bk. er-Rûm 30/30) ve hadislerde geçen fıtrat ile yakın alâkası olduğu söylenebilir. Müfessirler fıtratı genellikle, “bütün insanların yaratılışında bulunan hak dini ve onun mesajlarını kabul etmeye müsait olan kabiliyet” şeklinde yorumlamışlardır. Hz. Peygamber de, “Her çocuk fıtrat üzere doğar; sonra ebeveyni

yuksel dedi ki...


cilt: 02; sayfa: 276
[AKL-ı SELÎM - Süleyman Hayri Bolay]

onu yahudi, hıristiyan veya Mecûsî yapar” (Müslim, “Kader”, 22) buyurmak suretiyle insanın yaratılıştan akl-ı selîm sahibi olduğuna işaret etmiş ve aklın bu özelliğinin çevre tesirleri ile bozulabileceğini belirtmek istemiştir. İbn Sînâ, selim olan insan fıtratının akıl diye isimlendirildiğini belirtir. Fahreddin er-Râzî ise aklın doğru bilgiye ulaşabilmesi için hiss-i selîme muhtaç olduğunu söyler.

Kur’an’da bir de “kalb-i selîm” geçmektedir (bk. eş-Şuarâ 26/89). Bundan bahseden âyet, mühürlendiği için isabetli düşünmekten mahrum kalmış kalplerden bahseden (bk. Muhammed 47/24) âyetle birlikte değerlendirilecek olursa, kalb-i selîmin akl-ı selîme yakın bir mâna taşıdığı veya en azından aklın selâmetini koruyabilmek için yaratılıştaki saflığını ve istikametini devam ettiren bir kalbe yahut da vicdana sahip bulunmak gerektiği sonucuna varılabilir (bk. KALB).

BİBLİYOGRAFYA:

İsmail Fennî, Lugatçe-i Felsefe, “bon sens” md.; Müslim, “Kader”, 22; İbn Sînâ, en-Necât (nşr. Mâcid Fahrî), Beyrut 1405/1985, s. 99; Fahreddin er-Râzî, Kitâbü’n-Nefs ve’r-rûh, (nşr. M. Sagır Hasan el-Ma‘sûmî), Tahran 1406, s. 52-54, 79-80; A. Lalande, Vocabulaire Technique et Qritique de la Philosophie, “sens” md.; Cemil Salîbâ, el-MuǾcemü’l-felsefî, Beyrut 1982, I, 467-468; II, 84.

Süleyman Hayri Bolay

yuksel dedi ki...



ALÂMET

العلامة

Bir hükmün varlığının işareti olan, ancak o hükmün ne varlığıyla ne de gerekli olmasıyla ilgisi bulunmayan şey anlamında bir usûl-i fıkıh terimi.

Alâmet, lugatta “emâre, nişan; iki toprak parçası arasındaki sınır” ve “yollara dikilen işaretler” gibi mânalara gelir. Fıkıh usulü kitaplarında genel olarak “vaz‘î hükümler” çerçevesinde veya kıyas bahsinde illet* konusu işlenirken ele alınmaktadır. Hanefî âlimleri alâmeti sebep, şart ve illetle birlikte vaz‘î hükümlerden saymışlardır. Buna göre hükmün taalluk ettiği şey hükmün varlığına müessirse illet, müessir olmayıp hükme ulaşmada vesile ise sebep, ne müessir ne de vesile olup hükmün varlığı onun varlığına dayanıyorsa şart, varlığı ve gerekliliği ona dayanmayıp da hükmün varlığına bir işaretse alâmet denilmiştir.

Diğer fıkıh usulü âlimlerinden bir kısmı vaz‘î hükümleri teklîfî hükümler çerçevesinde mütalaa edip ayrı bir grup olarak ele almamışlar, bir kısmı da bunları hüküm değil, hükmün varlığına delâlet eden birer alâmet saymışlardır. Bu bakımdan alâmeti Hanefîler gibi özel bir mânada değil genel mânasıyla zikretmişlerdir. Esasen vaz‘î hükümler arasındaki sıkı ilişki ve benzerlik de göz önüne alındığında, vaz‘î hükümleri teklîfî hükümlere delâlet eden birer işaret olarak düşünmek mümkündür.

Hanefîler’in yaptığı tarif ve tasnife göre alâmetler dört kısma ayrılmaktadır:

1. Sırf alâmet olanlar. Bunlar şart ve illetle ilgisi olmayıp sadece hükmü bildiren işaretlerdir. Ezanın namaz vaktinin geldiğine, intikal tekbirlerinin namazda bir rükünden diğerine geçildiğine işaret etmesi, telbiye*nin hac ve umrenin

yuksel dedi ki...


cilt: 02; sayfa: 336
[ALÂMET - Hasan Ali eş-Şâzelî]

sembolü olması gibi. Bir tasarruf için tayin edilen tarih de böyledir. Meselâ bedeli ramazandan on gün önce ödenmek üzere yapılan satışta “ramazan” kelimesi, ödemenin yapılacağı tarihe işaret eden bir alâmettir.

2. Şart mânası taşıyan alâmetler. Bir yönüyle hükmün şartı gibi görünmekle birlikte gerçekte o hükmün alâmeti olan şeylerdir. Burada alâmet, ya illetteki gizliliği kaldırarak onun gerçekleştiğini veya illetin vasfındaki gizliliği kaldırarak o vasfın gerçekleştiğini gösterir. Bu nevi alâmet bir yönüyle şart yerindedir. Çünkü illetin kendisinin veya vasfının gerçekleşmiş olduğunu başka şekilde anlamak mümkün değildir. İllet de hükmün şartı olduğuna göre bu alâmet doğrudan doğruya hükmün şartı olmuş olur.

İlletin gerçekleştiğini gösteren alâmete misal olarak doğum hadisesi gösterilebilir. Doğum, her ne kadar nesebin tahakkukunun illeti gibi görünüyorsa da bu konuda esas illet, sperm ve yumurtanın ana rahminde birleşmiş olmasıdır. Dolayısıyla doğum nesebin illeti değil, illetin gerçekleşmiş olduğunu gösteren bir alâmettir. Bu sebeple Ebû Yûsuf ve Muhammed doğum hususunda yalnızca ebenin şahitliğini yeterli görmüşlerdir. Çünkü doğum sadece bir alâmet olduğundan nesebin sübûtu hükmüyle bir ilgisi yoktur. Ancak nesep de buna bağlı olarak sabit olduğu için, yalnızca ebenin şahitliğini nesebin sübûtu için yeterli kabul etmişlerdir. Ebû Hanîfe ise doğumu nesebin şartı (şart-ı mahz) saydığından nesebin sübûtu için doğum hadisesinin ya bir erkekle iki kadının ya da iki erkeğin şahitliği ile ispat edilmesini gerekli görmüştür

yuksel dedi ki...


İlletin vasfının gerçekleştiğini gösteren alâmete misal ise ihsan*dır. Âkıl bâliğ bir müslümanın sahih nikâhla evli olduğu eşiyle cinsî münasebette bulunmuş olması mânasına gelen ihsan, recm cezası bakımından şart mânası taşıyan bir alâmettir. Zina yapan kimse, eğer ihsan vasfına sahip olarak bu fiilde bulunmuşsa cezası recm*dir. Bu bakımdan ihsan recmin yapılabilmesi için şart olmaktadır. Gerçekte ise ihsan zina fiilinden önce mevcut olan övgüye değer iyi bir vasıftır. Zina bu vasfa sahip olarak yapıldığı takdirde recm cezası gerekeceğinden ihsan, zâninin taşıdığı özelliği ortaya çıkaran bir alâmet olmaktadır. Çünkü şart, kendisi tahakkuk etmedikçe şeklen var olan bir illetle hükmün tahakkuk etmesi mümkün olmayan şeydir. Buna göre eğer ihsan vasfı bir alâmet değil de recm cezasının doğrudan bir şartı olsaydı, zinadan sonra zâninin bu vasfı kazanmasını beklemek gerekirdi. Oysa zinadan sonra kazanılacak ihsan vasfı ile recm cezası verilemez. Bu yönüyle ihsan, recm hükmünün dayandığı zina illetinin vasfını açığa çıkaran bir alâmet olmaktadır. İhsanın, zina suçu sabit olduktan sonra bile iki erkek veya bir erkek ve iki kadının şahitliği ile ispatlanabilmesi de onun mutlak mânada bir şart değil, şart mânasını taşıyan bir alâmet olmasındandır. Yine bundan dolayı, ihsan konusunda şahitlikte bulunanlar şahitlikten dönecek olsalar, suçlunun recmedilmesine sebep oldukları için tazminat cezasına çarptırılmazlar.

3. İllet mânası taşıyan alâmetler. Şer‘î hükümlerin bizce bilinen illetleri de aslında birer alâmettir. Meselâ vakit namazın, satım akdi bir mala sahip olmanın, kasten adam öldürme kısasın illetidir. Fakat aslında bu illetler o hükümlerin birer işareti, birer alâmeti yerindedirler. Çünkü asıl müessir bunlar değil, Allah Teâlâ’dır. Ancak Allah Teâlâ’nın hükümlerini kullarının vasıtasız olarak bilme imkânı olmadığı için, onların birer alâmeti olarak bu illetler vazedilmiştir.

yuksel dedi ki...


3. İllet mânası taşıyan alâmetler. Şer‘î hükümlerin bizce bilinen illetleri de aslında birer alâmettir. Meselâ vakit namazın, satım akdi bir mala sahip olmanın, kasten adam öldürme kısasın illetidir. Fakat aslında bu illetler o hükümlerin birer işareti, birer alâmeti yerindedirler. Çünkü asıl müessir bunlar değil, Allah Teâlâ’dır. Ancak Allah Teâlâ’nın hükümlerini kullarının vasıtasız olarak bilme imkânı olmadığı için, onların birer alâmeti olarak bu illetler vazedilmiştir.

4. Mecazen alâmet olanlar. Hakiki illetler ve hakiki şartlar bir yönleriyle de alâmet, yani bir şeyin varlığının işareti sayılırlar. Meselâ güneşin doğması gündüzün varlığının illeti olduğu gibi alâmeti de sayılabilir. Aynı şekilde, bir nikâhta şahitlerin varlığı nikâhın şartı olduğu gibi o nikâhın sahih olduğunun bir işareti ve bir alâmetidir.

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü’l-ǾArab, “alm” md.; Tehânevî, Keşşâf, “alâmet” md.; Kamus Tercümesi, “alem” md.; Serahsî, el-Usûl, II, 320, 328, 331-332; Gazzâlî, el-Müstasfâ, II, 280; Habbâzî, el-Mugnî, s. 351-353; Abdülazîz el-Buhârî, Keşfü’l-esrâr, İstanbul 1308, IV, 169-174, 226-229; Ebü’s-Senâ el-İsfahânî, Beyânü’l-Muhtasar (nşr. M. Mazhar Beka), Cidde 1406/1986, I, 325-328; İsnevî, Nihâyetü’s-sûl, Kahire 1343, I, 61-67; Emîr Bâdişâh, Teysîrü’t-Tahrîr, Kahire 1350-51/1932, IV, 74-75; Abdülazîz b. Abdurrahman er-Rebîa, es-Sebeb inde’l-usûliyyîn, Riyâd 1399/1980, I, 94-100, 142, 147; II, 65-70; Süleyman Dâvûd, Nazariyyetü’l-kıyâsi’l-usûlî, İskenderiye 1404/1984, s. 69.

yuksel dedi ki...



KALB

(القلب)

Sözlükte “bir şeyin içini dışına çıkarmak, altını üstüne getirmek, ters çevirmek, bir şeyi başka bir şeye dönüştürmek ve değiştirmek” gibi anlamlara

yuksel dedi ki...


cilt: 24; sayfa: 230
[KALB - Süleyman Uludağ]

gelen kalb kelimesi (Cevherî, I, 204; Lisânü’l-ǾArab, “ķlb” md.) vücutta kan dolaşımını sağlayan organın adıdır. Kalb, dinî ve tasavvufî bağlamda bilgi ve düşüncenin kaynağı veya aracıdır. Bir et parçasından ibaret olan kalble bir ilişkisi olmakla birlikte ondan ayrı olan bu anlamdaki kalbe “rabbânî latife” ve “ilâhî cevher” de denir.

Kur’an’da ve hadislerde fuâd, sadr, lüb, nühâ ve rû’ gibi terimler genellikle kalb mânasında kullanılmıştır. Fuâd bazılarına göre kalb ile eş anlamlıdır; bazılarına göre ise kalb ondan daha özeldir. Mütercim Âsım Efendi’ye göre kalbin Türkçe karşılığı gönül, fuâdınki yürektir (Kāmus Tercümesi, I, 445). Kur’an’da yüreğe (fuâd) metanet vermek için önceki peygamberlerin kıssalarından bahsedildiği belirtilir (Hûd 11/120). Kalbin (fuâd) göz ve kulak gibi sorumlu olduğunu bildiren âyette ise (el-İsrâ 17/36) fuâd kalb anlamına gelir. “Göğüs” mânasındaki sadr, “Allah göğüslerde olanı bilir” (Âl-i İmrân 3/119, 154) ve, “Allah bir kimsenin hidayetini dilerse göğsünü İslâm’a açar” (el-En‘âm 6/125; ez-Zümer 39/22) meâlindeki âyetlerde mecaz yoluyla kalb mânasında kullanılmıştır. “Ülü’l-elbâb” (Âl-i İmrân 3/7, 190) ve “ülü’n-nühâ” (Tâhâ 20/54, 128) ifadeleriyle kalp sahiplerine hitap edilmiştir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “Lüb”, “Nühâ”, “Śadr”, “Fuǿâd” md.leri). Kur’an’da akletme (düşünme) fiili kalbe nisbet edilmiş (el-Hac 22/46), yani düşünmenin kalbin bir işlevi olduğu belirtilmiştir. Aynı şekilde fıkhetmenin de (anlama) kalbin bir işlevi olduğuna dikkat çekilmiştir (el-A‘râf 7/179).

yuksel dedi ki...



Rabbânî latifeye kalb denilmesi bu mânevî cevherin vücuttaki kalp ile ilişkisinin bulunması, işlevlerinin onun aracılığıyla gerçekleşmesi dolayısıyladır. Kalb çok değişken olduğu için bu ismi almıştır (Tâcü’l-Ǿarûs, “ķlb” md.; Gazzâlî, İĥyâǿ, III, 3, 44). Kur’an’da ve hadislerde kalbin mahiyeti ve tarifi üzerinde değil işlevleri ve nitelikleri üzerinde durulmuştur. Kur’an ve hadiste geçen kalb kelimesi insanın anlama, kavrama, düşünme ve şeylerin hakikatini bilme yönünü, başka bir ifadeyle insanı insan yapan ve diğer canlılardan ayıran temel niteliğini dile getirir. İnsanın idrak eden, bilen ve kavrayan tarafı olduğu için kalb ilâhî hitaba muhataptır, yükümlü ve sorumludur. Dinî ve insanî hayatın merkezinin kalp olduğu Kur’an ve hadislerde açıkça ifade edilmiştir. “Kalbleri var ama onunla bir şey anlamıyorlar” (el-A‘râf 7/179); “Akletmek için onlarda kalb yok mu?” (el-Hac 22/46); “Kalbi olanlar için bunda öğüt vardır” (Kāf 50/37) meâlindeki âyetler kalbin idrak, ilim, mârifet ve düşünme aracı olduğunu ortaya koymaktadır. Bundan dolayı kalb (fuâd) sorumludur (el-İsrâ 17/36; el-Ahzâb 33/5).

Kalbin bir özelliği de değişken olması (Müsned, IV, 408; VI, 302), renkten renge girmesidir. Bu husus duygu, düşünce ve inançların değişmesini beraberinde getirir. Bundan dolayı bir hadiste, “Ey kalbleri değiştiren, evirip çeviren Allah, kalbimi dinin ve taatin üzerine sabit kıl” şeklinde dua edilmesi tavsiye edilmiştir (Müsned, II, 168, 173; Müslim, “Îmân”, 1, 2; Tirmizî, “DaǾavât”, 89, 124). Kalbleri sabit kılan Allah’tır (İbn Mâce, “Muķaddime”, 13). “Kalbler Allah’ın iki parmağı arasındadır” (Müslim, “Ķader”, 17; İbn Mâce, “Muķaddime”, 13; Tirmizî, “DaǾavât”, 89, “Ķader”, 7) hadisi de Allah Teâlâ’nın kalbleri değiştirdiğini ve yönlendirdiğini göstermektedir (ayrıca bk. el-En‘âm 6/110; Gazzâlî, İĥyâǿ, III, 44). Kalb duygu, düşünce ve inanç bakımından çok çeşitli renklere girmeye ve şekiller almaya elverişlidir. İmanın mahalli kalbdir (el-Hucurât 49/7, 14; el-Mücâdile 58/22); samimi bir şekilde kalb ile tasdik ederek kelime-i tevhid getiren kişi müslüman olur (Buhârî, “Ǿİlim”, 33, 39). İman kalbin tasdikidir. Temiz kalb çok önemlidir (el-Mâide 5/41; el-Ahzâb 33/53). Kalbleri nurlandıran Allah’tır (Buhârî, “DaǾavât”, 9; Müslim, “Müsâfirîn”, 181). Dinde önemli bir yeri bulunan takvânın mahalli kalbdir (el-Hac 22/32; Müsned, V, 71, 379). Kalblere sekînet, itminan, sebat ve huzur veren Allah olduğu gibi (el-Bakara 2/260; Âl-i İmrân 3/126; el-Mâide 5/113; el-Enfâl 8/10; er-Ra‘d 13/28; el-Feth 48/4, 18) kalblere hidayet veren, kalbleri kaynaştıran, merhametli, şefkatli ve insaflı kılan da O’dur (Âl-i İmrân 3/103; el-Hadîd 57/27; et-Tegābün 64/11).

yuksel dedi ki...


Öte yandan kalb olumsuz yönde de değişir ve türlü renklere girer. Kur’an’da kalb körlüğünden (el-Hac 22/46), kalb kasvetinden ve taşlaşmış yüreklerden (el-Bakara 2/74; el-Mâide 5/13; el-En‘âm 6/43; ez-Zümer 39/22) bahsedilmiş; kalblerin mühürlenmesi (el-Bakara 2/7; en-Nahl 16/108; el-Câsiye 45/23), gerçeği algılamaktan alıkonulması (el-A‘râf 7/101; Yûnus 10/74), kilitlenmesi ve üstüne perde çekilmesi (el-Bakara 2/88; el-En‘âm 6/25; el-İsrâ 17/46; Muhammed 47/24; el-Mutaffifîn 83/14) üzerinde de durulmuştur. Allah yoldan sapanların kalblerini saptırır (es-Saf 61/5), yani insan kendi iradesiyle kötülüğü tercih edip o yönde teşebbüse geçerse Allah da onu kötü yola düşürür. Kalbin en iyisi iman, en kötüsü küfür ve inkâr olan çok çeşitli halleri vardır. Kalb hem rahmânî hem de şeytânî kuvvetlerin mücadele alanıdır. Bir hadiste bu husus, “Kalbde iki dürtü vardır, biri melekten, diğeri şeytandandır” (Tirmizî, “Tefsîrü’l-Ķurǿân”, 2/35) şeklinde ifade edilmiştir (Gazzâlî, İĥyâǿ, III, 26).

Kalbin İslâm’daki büyük önemi iman ve inkâr mahalli olmasındandır. Bütün İslâm âlimleri imanın aslî şartının kalbin tasdiki olduğu hususunda ittifak etmiştir (a.g.e., I, 121; Fahreddin er-Râzî, el-Muĥaśśal, s. 174; Teftâzânî, II, 249). İman gibi inkâr ve red de kalbin bir fiilidir. İslâm’da vahyin mahalli de kalbdir. Cebrâil Kur’an’ı Hz. Peygamber’in kalbine indirmiştir (el-Bakara 2/97; eş-Şuarâ 26/193-194). Resûl-i Ekrem’in gördüğü rüyalar ve aldığı ilham kalble ilgilidir. Sûfîlerin büyük değer verdikleri keşif ve mârifetin kaynağı da kalbdir.

Gazzâlî kalb, ruh, akıl ve nefsin farklı anlamları olduğunu, fakat aynı zamanda bu terimlerin rabbânî latife denilen bir kavrama müştereken delâlet ettiğini, insanın hakikatinin de bundan ibaret olduğunu, aynı şeye filozofların “nefs-i nâtıka” dediklerini anlattıktan sonra onun niteliklerini “bilen, tanıyan, algılayan, sorumlu ve yükümlü olan” şeklinde tesbit eder. Gazzâlî’ye göre rabbânî latife insanı diğer canlılardan ayıran ve onlara üstün kılan insanın hakikati olup duruma göre ona bazan akıl, bazan ruh, bazan nefis, bazan kalb denir. Ona verilen isimler değişik olsa da mahiyeti değişmez (İĥyâǿ, III, 3-5). Kalb ile rabbânî latife arasındaki ilişki cevher-araz, sıfat-mevsuf, yöneten-yönetilen, alet-usta, mekân-mekânda bulunan nesne ilişkisi gibidir. Bu ilişkinin mahiyeti konusunda akıl hayrete düşer. Hz. Peygamber ruh (kalb) üzerinde konuşmaktan kaçındığından (Buhârî, “Ǿİlim”, 47; Müslim, “Münâfıķīn”, 32) bu konuda açıklama yapmak doğru değildir, bunun pratik bir faydası da yoktur (Gazzâlî, İĥyâǿ, III, 3).

Fahreddin er-Râzî kalbin hakkı bâtıldan, doğruyu yanlıştan ayırt etme ve iyi ile kötü arasında tercih yapma özelliğine işaret ettikten sonra bilgi, algı, düşünce ve inancın merkezinin kalb olduğunu belirterek bunun delillerini anlatmış,

yuksel dedi ki...


cilt: 24; sayfa: 231
[KALB - Süleyman Uludağ]

düşünce ve bilginin merkezinin beyin olduğunu söyleyen bazı eski filozofların görüşlerini ve dayandıkları delilleri aktararak eleştirmiştir (Mefâtîĥu’l-ġayb, V, 541, 544).

Hz. Peygamber ruh ve kalbin mahiyeti üzerinde fazla durmadığından sahâbe ve tâbiîn döneminde bu konu araştırılmamıştır. İlk dönemde kelâmcılar daha çok akıl ve istidlâl, fakihler kıyas ve re’y, sûfîler de kalb ve onun ürünü olan keşif ve ilham üzerinde durmuşlardır. Sûfîlerin ilgi alanı kalb ve kalbin tasfiyesi olduğundan tasavvufa ilmü’l-kulûb, ma‘rifetü’l-kulûb; sûfîlere de ehlü’l-kulûb, ashâbü’l-kulûb, erbâbü’l-kulûb ve ehl-i dil gibi isimler verilmiştir.

Zâhidler ve ilk sûfîler dinî ve ahlâkî açıdan kalbin önemi, kalb temizliği, bunun sonucu olan ibadet ve iyi davranışlar üzerinde yoğunlaşmış, Allah’ın huzuruna kalb-i selimle (eş-Şuarâ 26/89; es-Sâffât 37/84) çıkmanın uhrevî kurtuluşun şartı olduğunu vurgulamışlardır. Hâris el-Muhâsibî kalb temizliği, kalbin huşûu ve kalble işlenen günahlar konusuna dikkat çekmiş, kalbin çeşitli hallerini, uğradığı değişimleri, buna etki eden hususları ve bunların sonuçlarını inceleyerek kalb ve nefisle ilgili çok önemli psikolojik tahliller yapmış, Allah’a kalble yaklaşılacağını belirtmiştir (el-Veśâyâ, s. 129, 197, 291; er-RiǾâye, s. 109-115, 120, 136, 197, 291). Sehl b. Abdullah et-Tüsterî ise kalbi arşa, sadrı kürsîye benzetmiştir (Gazzâlî, İĥyâǿ, III, 4). Daha sonra sûfîler Allah’ı daha çok kalb arşında aramışlar ve kalbi beytullah (Allah’ın evi) olarak adlandırmışlardır. Sehl’e göre Allah’ın kıblesi Kâbe, kalbin kıblesi niyet, bedenin kıblesi de kalbdir.

Ebü’l-Hüseyin en-Nûrî Maķāmâtü’l-ķulûb adlı eserinde kalb, lüb, sadr ve fuâd kelimelerini incelemiş, Ebû Saîd el-Harrâz da Kitâbü’ś-Śıdķ isimli eserinde kalb terimi üzerinde durmuştur. Daha sonra Hakîm et-Tirmizî Kitâbü’l-Farķ beyne’ś-śadr ve’l-ķalb ve’l-fuǿâd ve’l-lüb isimli eserinde (Kahire 1954) kalb ve onunla aynı anlama gelebilen terimleri ele alarak bunlar arasındaki farkları belirtmiştir. Ona göre nefis, sadr ve kalb iç içe geçmiş üç halka gibidir; altta nefis, ortada sadr, üstte kalb bulunur. Sadr nefis ve kalbin buluştuğu ortak alandır. Nefisten ancak kötülük doğar. Sadra feyiz kalbden gelir. Kalbin iki yüzü vardır; biriyle Hakk’a, diğeriyle halka bakar. Kalb Allah’ın arşıdır, yerlere ve göklere sığmayan Allah mümin kulunun kalbine sığmıştır (Ħatmü’l-evliyâǿ, s. 130, 269, 270, 374; İbnü’l-Arabî, el-Fütûĥâtü’l-Mekkiyye, I, 101-102). Hakîm et-Tirmizî, Kitâbü’r-Riyâże ve âdâbü’n-nefs adlı eserinde (Kahire 1366) bu konuları işlemiştir. Tasavvuf kitaplarında sıkça geçen, yere ve göğe sığmayan Allah’ın mümin kulunun kalbine sığdığını belirten ifade kutsî bir hadis olarak da rivayet edilir (Aclûnî, II, 99-195).

yuksel dedi ki...


Mutasavvıflar insanların fiillerini beden ve kalbin fiilleri olarak ikiye ayırmışlar, bedenin fiillerini zâhirî ameller, kalbin fiillerini, bâtınî ameller diye adlandırmışlardır. Bedenle ilgili fiillere uygulanan farz, haram, mekruh, mubah gibi şer‘î hükümler tasavvufta aynen kalbin fiillerine de uygulanmış ve bunlara bâtınî hükümler denilmiştir. Tasavvufun bir bakıma bâtınî fiilleri ve bunlara ilişkin şer‘î-bâtınî hükümleri tesbitten ibaret olduğu söylenebilir.

Kalbin fiillerinin namaz, oruç, hac, zekât, abdest gibi bedenin fiillerinden üstün olduğu konusunda din âlimleri görüş birliği içindedir. Hadislerde, “Vücutta bir et parçası vardır; o iyi olursa bütün beden iyi, kötü olursa bütün beden kötü olur, bu et parçası kalbdir” (Buhârî, “Îmân”, 39; Müslim, “Müsâķāt”, 107); “Allah sizin şeklinize ve malınıza değil kalbinize bakar” (Müsned, II, 285; Müslim, “Birr”, 32; İbn Mâce, “Zühd”, 9) denilmesi, Kur’an’da selim kalbin ve Allah’a gönül vermenin vurgulanması (eş-Şuarâ 26/89; Kāf 50/33) söz konusu görüş birliğinin dayandığı delillerdir. Tasavvufun tavizsiz bir muhalifi olan İbn Teymiyye de itikad, irade, recâ, rızâ, inâbe, kibir ve hased gibi hallerin kalbe ait olduğunu, kalbin hallerine ilişkin bilgilerin bâtın ilmini oluşturduğunu, âyetlerin çoğunda bu ilmin anlatıldığını ifade etmiş, sûfîler gibi o da dinin temelinin bu bilgiler olduğuna dikkat çekmiştir (et-Tuĥfetü’l-ǾIrâķıyye fi’l-aǾmâli’l-ķalbiyye, II, 1-65; a.mlf., MecmûǾu fetâvâ, X, 91-137, 148; XIII, 233, 270; İbn Kayyim el-Cevziyye, er-Rûĥ, s. 217, 243, 248, 250).

Kalb tasavvufta bilgi (mârifet) kaynağı olması bakımından da önemlidir. Sûfîlere göre dinî hakikatler ve ilâhî sırlar hakkında bilgi edinmenin en güvenilir yolu kalbdir. Akıl bu alanda yetersizdir (Kelâbâzî, s. 63; Gazzâlî, el-Münķıź, s. 16, 75). Ancak kalbin doğru ve güvenilir bilgi vermesi için olgunlaşması, günah kirinden, bilgisizlikten, taklid ve taassuptan temizlenmesi gerekir. Mutasavvıflar, kalb tasfiyesi veya nefis tezkiyesi denilen bir yöntemle temizlenen kalbin dinî ve ilâhî hakikatleri doğrudan ve aracısız olarak bileceğine inanırlar (Gazzâlî, İĥyâǿ, III, 19-21; Mevlânâ, I, 344). Onlara göre vahiy gibi ilham da kalbe gelir. Kalbin gayb âlemine bakan bir penceresi vardır. Buna kalb gözü denir. Üzeri günah kiri ve bilgisizlik pası ile örtülü olan bu göz mücâhede ve riyâzet denilen bir usulle temizlendiği takdirde mânevî âlemi ve oradaki gerçekleri görebilir. Bu yolla kazanılan bilgilere mârifet, irfan, ilham, bâtınî ve ledünnî ilim gibi isimler verilmiştir (Nifferî, s. 71; Gazzâlî, Mişkâtü’l-envâr, s. 43-49; İbnü’l-Arabî, el-Fütûĥâtü’l-Mekkiyye, IV, 26). Mutasavvıflar kalbin bilgi kaynağı olduğunu göstermek için, “Eğer takvâ üzere olursanız Allah size bir furkan (ilham) verir” (el-Enfâl 8/29); “Fetvayı kalbinden iste” (Müsned, IV, 194, 224; Dârimî, “BüyûǾ”, 3; Aclûnî, I, 124) meâlindeki âyet ve hadislere dayanmışlardır.

yuksel dedi ki...


Kalbin çeşitli mertebelerinden, bu mertebelerden her birinin nitelik ve hükümlerinden bahseden mutasavvıflar böyle bir ayırım yaparken âyet ve hadislerden esinlenmişlerdir. Kur’an’da bazı kalblerin imanlı, nurlu, bazılarının ise katı ve mühürlü olduğundan bahsedilmektedir. Bir hadiste müminin kalbi pürüzsüz, kâfirin kalbi ters dönmüş, münafıkın kalbi kilitli olarak nitelenmiş, bazı kalblerin de kapalı olduğu belirtilmiştir (Müsned, III, 172; Ebû Tâlib el-Mekkî, I, 233). Müminlerin kalblerinin ihlâs, amel, ibadet ve yeteneklerine göre farklı mertebelerde olduğunu söyleyen mutasavvıflar bunlara atvâr-ı dil veya atvâr-ı seb‘a adını vermişlerdir. Bunlardan sırasıyla sadr İslâm, kalb iman mahallidir, akletme kalbin işlevidir; şegaf (dış kalb zarı) sevgi ve şefkat mahalli (Yûsuf 12/30), fuâd temaşa, habbetü’l-kalb ilâhî aşk, süveydâ gaybı mükâşefe, ilm-i ledün ve ilâhî sırların mahallidir; mühcetü’l-kalb ise (kalbin derunu) ilâhî sıfatların nurlarının tecelli ettiği yerdir (Necmeddîn-i Dâye, s. 110; Ebü’l-Bekā, s. 280). Ferîdüddin Attâr Manŧıķu’ŧ-ŧayr’da bu yedi tavrı yedi vadi olarak tasvir etmiştir. Melâmet ehli bu tavırları nefis, kalb, sır, ruh şeklinde sıralamıştır. Nakşibendiyye’de ise letâif-i hamse denilen bu tavırlar kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ olarak sıralanmaktadır.

Mutasavvıflar kalbin yedi tavrını bedenin yedi organına benzetmişler ve bedenin yedi organ üzerine secde etmesi gibi kalbin de bu yedi tavrın her biri üzerinde secde ettiğini söylemişlerdir (Gazzâlî, İĥyâǿ, III, 7). Sehl b. Abdullah et-Tüsterî’ye göre bu secde sürekli ve ebedîdir (Hakîm et-Tirmizî, Ħatmü’l-evliyâǿ, s. 270;

yuksel dedi ki...


cilt: 24; sayfa: 232
[KALB - Süleyman Uludağ]

İbnü’l-Arabî, el-Fütûĥâtü’l-Mekkiyye, I, 101). Bazı mutasavvıflar Kur’an’da geçen kandil, lamba, fânus, yağ (mişkât, misbâh, zücâce, şecere, bk. en-Nûr 24/35) gibi kelimeleri de kalbin çeşitli tavırları olarak yorumlamışlardır (Gazzâlî, Mişkâtü’l-envâr, s. 12; Molla Sadrâ, Tefsîr-i Âyet-i Mübâreke-i Nûr, Tahran 1362 hş./1403).

Tasavvufta bilginin kaynağı kalbdir. Ancak kalb aklın karşıtı değildir; bir yere kadar akılla iç içedir. Akletme kalbin bir işlevidir, düşünceyi üreten aklın kaynağı kalbdir. Metafizik konularda kalbin aklı aştığını söyleyen sûfîler bu konularda kalbin sezgisini esas almışlardır. Onlara göre sözlükte “bağlamak” anlamına gelen aklın faaliyet alanı dar ve sınırlı, buna karşılık kalb âlemi çok daha geniştir (İbnü’l-Arabî, el-Fütûĥâtü’l-Mekkiyye, II, 155, 394; IV, 25; a.mlf., Fuśûś, s. 128). Âşıkane tasavvuf edebiyatının temel konusu kalbdir (bk. GÖNÜL).

BİBLİYOGRAFYA:

Cevherî, eś-Śıĥâĥ, Beyrut 1979, I, 204; Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “Lüb”, “Nühâ”, “Śadr”, “Fuǿâd” md.leri; Lisânü’l-ǾArab, “ķlb” md.; et-TaǾrîfât, “Ķalb”, “Lüb”, “ǾAķl”, “Nefs” md.leri; Tehânevî, Keşşâf, II, 970, 1175; Tâcü’l-Ǿarûs, “ķlb” md.; Kāmus Tercümesi, I, 445; Müsned, II, 168, 173, 285; III, 172; IV, 194, 224, 408; V, 71, 379; VI, 302; Dârimî, “BüyûǾ”, 3; Buhârî, “Îmân”, 39, “Ǿİlim”, 33, 39, 47, “DaǾavât”, 9; Müslim, “Îmân”, 1, 2, “Ķader”, 17, “Birr”, 39, “Müsâķāt”, 107, “Müsâfirîn”, 181, “Münâfıķīn”, 32; İbn Mâce, “Muķaddime”, 13, “Zühd”, 9; Tirmizî, “DaǾavât”, 89, 124, “Ķader”, 7, “Tefsîrü’l-Ķurǿân”, 2/35; Hâris el-Muhâsibî, el-Veśâyâ, Beyrut 1406/1986, s. 129, 197, 291; a.mlf., er-RiǾâye li-ĥuķūķillâh, Kahire 1970, s. 109-115, 120, 136, 197, 291; Ebû Saîd el-Harrâz, Kitâbü’ś-Śıdķ, London 1937; Ebü’l-Hüseyin en-Nûrî, Maķāmâtü’l-ķulûb (nşr. P. Nwyia, Mélanges de l’Université Saint Joseph içinde), XL, Beyrut 1968, s. 115-154 (aynı risâle için bk. Ahmet Subhi Furat, “Abu’l-Huseyn an-Nūrī ve Makāmāt al-Kulūb Adlı Risalesi”, İTED, VII/1-2 [1978], s. 339-355); Hakîm et-Tirmizî, Kitâbü’l-Farķ beyne’ś-śadr ve’l-ķalb ve’l-fuǿâd ve’l-lüb, Kahire 1954; a.mlf., Ħatmü’l-evliyâǿ, Beyrut 1965, s. 130, 269, 270, 374; Nifferî, Kitâbü’l-Mevâķıf, Kahire 1934, s. 71; Serrâc, el-LümaǾ, Kahire 1960, s. 107, 116, 126, 299, 430; Kelâbâzî, et-TaǾarruf, s. 63; Ebû Tâlib el-Mekkî, Ķūtü’l-ķulûb, Kahire 1961, I, 225-262; Sülemî, Ŧabaķātü’ś-śûfiyye, Kahire 1966, s. 144, 208, 267, 286, 371, 400, 433, 503; Kuşeyrî, er-Risâle, Kahire 1966, s. 242; Hücvîrî, Keşfü’l-mahcûb (Uludağ), s. 178, 207, 425; Gazzâlî, İĥyâǿ, Kahire 1939, I, 121; III, 3, 4, 7, 19-21, 26, 44; a.mlf., Mişkâtü’l-envâr, Kahire 1964, s. 12, 43-49; a.mlf., Mîzânü’l-Ǿamel, Kahire 1964, s. 221-226; a.mlf., el-Münķıź mine’đ-đalâl, İstanbul 1960, s. 16, 75; Reşîdüddîn-i Meybüdî, Keşfü’l-esrâr ve Ǿuddetü’l-ebrâr, Tahran 1330-39 hş., VII, 416; VIII, 411; Aynülkudât el-Hemedânî, Temhîdât (nşr. Afîf Useyrân), Tahran 1962, s. 141-168, 360, 505; Abdülkādir-i Geylânî,

yuksel dedi ki...

lkādir-i Geylânî, el-Ġunye li-ŧâlibi ŧarîķi’l-ĥaķ, Beyrut 1288, I, 89; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, İstanbul 1307, II, 65; III, 212; V, 540-544; a.mlf., el-Muĥaśśal (nşr. Tâhâ Abdürraûf Sa‘d), Kahire 1323, s. 174; İbnü’l-Arabî, el-Fütûĥâtü’l-Mekkiyye, Kahire 1293, I, 101-102; II, 155, 394; III, 263; IV, 25, 26; a.mlf., Fuśûś (Afîfî), s. 88, 122, 128; Necmeddîn-i Dâye, Mirśâdü’l-Ǿibâd, Tahran 1352, s. 105-117; Mevlânâ, Mesnevî (trc. Veled İzbudak), İstanbul 1942, I, 344; İbn Teymiyye, et-Tuĥfetü’l-ǾIrâķıyye fi’l-aǾmâli’l-ķalbiyye (MecmûǾatü’r-resâǿili’l-münîriyye içinde), Beyrut 1264, II, 1-65; a.mlf., MecmûǾu fetâvâ, I, 95; X, 91-137, 148; XIII, 233, 270; XXXVI, 191-192; Kâşânî, Iśŧılâĥâtü’ś-śûfiyye, s. 145; İbn Kayyim el-Cevziyye, er-Rûĥ, Kahire 1966, s. 217, 243, 248, 250; a.mlf., Risâle fî emrâżi’l-ķulûb, Riyad 1983; Teftâzânî, Şerĥu’l-Maķāśıd, İstanbul 1305, II, 249; Tecrid Tercemesi, I, 3; Aclûnî, Keşfü’l-ħafâǿ, I, 124; II, 99-195; Molla Sadrâ, Tefsîr-i Âyet-i Mübâreke-i Nûr, Tahran 1362 hş./1403; Subh-i Âzâdegân, Ķalb ü Fuǿâd der Ķurǿân, Tahran 1362, s. 5-11; Ebü’l-Bekā, el-Külliyyât, Kahire 1253, s. 280; Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, Ĥüccetullāhi’l-bâliġa, Kahire 1966, s. 341, 446; Şevkânî, İrşâdü’l-fuĥûl, Kahire 1937, s. 248; Muhammed Ali el-Cevzî, Mefhûmü’l-Ǿaķl ve’l-ķalb fi’l-Ķurǿân ve’s-Sünne, Beyrut 1980; el-MuǾcemü’ś-śûfî, I, 122; Celâleddîn-i Âştiyânî, Şerĥ-i Muķaddime-i Fuśûśü’l-ĥikem-i Ķayserî, Tahran 1370 hş., s. 805; Selmân Zeyd Selmân el-Yemânî, el-Ķalb ve şifâǿüh fi’l-Kitâb ve’s-Sünne, Demmâm 1994; Dihhudâ, Luġatnâme, XXI/B, s. 392-394.

Süleyman Uludağ

yuksel dedi ki...



GÖNÜL

Farsça dil, derûn; Arapça kalb, hâtır; Türkçe yürek kelimeleriyle de karşılanan gönül Türk edebiyatının divan, halk ve dinî-tasavvufî mahsullerinin en önemli ve en çok işlenen konularından biridir. Divan edebiyatında teşhis ve tecrid yoluyla âdeta ikinci bir âşık hüviyetinde ele alınır: “Etse Nefî‘n’ola ger gönlüyle dâim bezm-i hâs / Hem kadeh hem bâde hem bir şûh sâkîdir gönül” (Nef‘î). Gönül âşık gibi ağlar, kanlı göz yaşı döker; yaralıdır, aşkın ve gamın merkezidir. “Dil-i gamgîn, dil-i gamhâr, dil-i sûzân, dil-i pürsûz” gibi tabirler bunu ifade eder. Ahmed-i Dâî’nin şu beyti bu anlayışın örneğidir: “Gam yeme ey şikeste dil bu dahi böyle kalmaya / Firkat içinde hasta dil bu dahi böyle kalmaya”.

Gönül birçok teşbih ve mecaza da konu olmuştur. Bunlardan memleket, iklim, il, vilâyet, şehir, Bağdat ve Mısır gibi unsurlar sevgilinin padişaha, aşk derdinin de orduya benzetilmesi esasına dayanır. Sevgili gönül ve aşk ülkesinin sultanıdır. Aşk derdi bu ülkeyi sık sık yağmalamaktadır. “Bir ülkede iki padişah olmaz” atasözü uyarınca âşığın gönlünde padişah olarak sevgilinin aşkının yeterli olduğu ifade edilir: “Gam değil bende isen Mısr-ı dile sultansın / Bir azîzin kuludur Yûsuf-ı Ken‘ân-ı Mısr” (Ahmed Paşa). Bazan âşığın kendisi gönül mülkünün sultanı olarak gösterilir; âh ateşinin kıvılcımları asker, sevgilinin aşkı da sancak kabul edilir.

Sevgili gönül tahtının sahibi, gönül sarayında misafir kalan bir sultan şeklinde düşünülerek gönül de kul, saray, taht,

yuksel dedi ki...


cilt: 14; sayfa: 151
[GÖNÜL - Cemal Kurnaz]

divan, padişah meclisi olarak ele alınır. Hayalî Bey’in, “Cihanda başıma sultân iken benim servim / Kul oldu sen şehe âzâd gördüğün gönlüm” beyti bu anlayışa örnektir. Gönül bazan da o sultanın peşinden giden asker olur.

Gönül sevgilinin cefası, ona karşı hasret çekmesi ve gamzesi oklarından dolayı hastadır, yaralıdır. Bu sebeple kırmızı rengi ve ortasındaki siyahlık yönünden lâleye benzetilir: “Aks-i hâlin bu dil-i pürhûnda tutmuştur karâr / Lâlenin ol günde kim bağrında dâğın yaktılar” (Hayâlî Bey). Gonca da içi kan dolu bir gönlü hatırlatır. Gönlün hasta, bîmar, sayrı, yaralı oluşu, aşk derdinin tabibi olan sevgilinin gelmesini sağlamak içindir. Çünkü hasta ziyareti âdettir. Böylece gönül ilâç, tiryak, şifa ve tabip olan dudaklarla yani vuslatla tedavi edilecektir. Aksi takdirde daha çok hasta olur. Bu durumda gönül deli, şeydâ, mecnun, şûrîde, vâlih, divane şeklinde ifade edilir: “Onu hoş tut garibindir efendim işte biz gittik / Gönül derler ser-i kûyunda bir dîvânemiz kaldı” (Hayâlî Bey). Bu benzetme zincir, ay, ateş, efgan ve perişanlık münasebetine dayandırılır. Delileri zincire vurmak âdet olduğu için âşığın gönlü sevgilinin saçı zincirine tutulmuştur. Gönlün divane oluşunda peri gibi güzel sevgilinin de rolü vardır. Zira periler çok güzel varlıklar olup sadece delilerle yakınlık kurarlar. İnsanlara pek görünmez, görününce de onların delirmesine sebep olurlar. Gönül de peri gibi güzel sevgiliyi görünce deli divane olur. İnsanlar sihir ve büyü ile de delirirler. Gönlün delirmesinin bir sebebi, sevgilinin cadıya benzeyen gamzelerinin büyü yapmasıdır.

Gönül hırsız, esir, mahpus, bağlı, berdâr olarak da ele alınır: “Bugün berdâr eder dilber giriftar Ahmed’in gönlün / Anunçun zülfü çengâlin eder geh doğru gâh eğri” (Ahmed Paşa). Sevgilinin zindana benzeyen çene çukuruna düşen gönül böylece mahpus olmuş veya darağacına çekilmiştir: “Şol gönül kim göricek zülfünü cân etti fedâ / Ermedi darda Mansûr onun pâyesine” (Hayâlî Bey). Gönlün Hz. Yûsuf ve Hallâc-ı Mansûr’a benzetilmesi de bu münasebetledir.

yuksel dedi ki...


Sevgilinin geceye benzeyen siyah saçlarına düşkün olan gönül gidecek başka yeri olmayan bir gariptir: “Bu sebepten dil karâr eyler kara zülfünde kim / Şâm eriştiği mahalde edinir me’vâ garîb” (Ahmed Paşa). Gece dolaşmanın tehlikelerini göze alan gönül miskin, âvâre, bînevâ, nâtüvan, perişan ve sadpâre, sevgiliden vuslat metâını almak için canını teklif eden garip bir müşteridir. Şebrev, kumarbaz, mest oluşu da bununla ilgilidir.

Gönlün en çok teşbih edildiği bir unsur da çocuktur. Aşk ve güzellik bir mektep, yüz mushaf, zülüf dal veya lâm, ağız mim, boy elif, gönül de bunları okumaya çalışan bir mektep çocuğudur: “Tıfl-ı dil kaddin görüp aşka eliften başladı / Rabbi yessir ve lâ tüassir rabbi temmim bi’l-hayr” (İbn Kemal). Gönül de çocuk gibi sonunda tehlike olduğunu bilmeden olur olmaz her şeye heveslenir.

Sevgilinin teşrifi için hazırlanmış bir ev, hâne, hücre ve harim olan gönülde sevgili teşrif etmediği için daima gam misafir kalmaktadır. Bundan dolayı gönlün gıdası genellikle gam ve kederdir. Sevgilinin saçlarının tuzak, benlerinin dâne, kendisinin avcı olarak tasavvuru sonucu gönül de sevgiliye tutulan bir kuş kabul edilir: “Zülfüne gönül düştü görüp hâl-i siyâhın / Dil murgunu dâme düşüren dâne midir bu” (Cem Sultan). Öte yandan aşk ateşiyle yanıp kebap olan gönül ten kafesinde mahpustur.

Gönül aşk ateşiyle eriyen bir mum veya çerağ, göz yaşı da yağıdır: “Firâkın odunu gördükçe mum-tek eridi / Sebât ü sabrda fûlâd gördüğün gönlüm” (Fuzûlî). Bu sebeple ağladıkça aşk ateşinin daha parlak olacağı düşünülür. Gönül bazan sevgilinin etrafında çırpınan bir pervane, bazan da gamze okları için bir hedeftir.

Kırılma, paslanma, tozlanma ve hediye edilme gibi özellikleri dolayısıyla gönül aynaya benzetilir. Sevgiliye ayna hediye etmek âdet olduğu için âşık ona lâyık bir armağan olarak gönül aynasını verir. Gönül çok hassastır, çabuk kırılır. Sırça, şişe, kâse, sâgar, câm-ı cihannümâ oluşu bu münasebetledir: “Yâhud bu şîşe-i nâzik-mizâc gönlümüze / O seng-dilden eren inkisârı mı diyelim” (Ahmed Paşa). Gönül aşk derdiyle sürekli âh edip inlediğinden ney, tambur, ud gibi müzik aletlerine de teşbih edilir. Hazine veya definelerin viranelerde bulunmasından hareketle gönül de sevgilinin aşkını veya hayalini hazine gibi kendinde saklayan bir virane şeklinde tasavvur edilir: “Bu hârâbatta sâbit olamam sultânım / Dil-i vîrânemi yapsan da yıkılsam gitsem” (Sâbit). Gönül için en çok kullanılan sıfatlar perişan, kaygılı, hayran, zâr, bîçâre, harap, sergeşte, sadpâre, şikeste ve gamgîndir: “Estikçe bâd-ı subh perîşansın ey gönül / Benzer esîr-i turra-i cânansın ey gönül” (Nedîm).

yuksel dedi ki...


Aşk ve güzellikle ilgili her ıstırabı gönülden başka tam olarak duyan ve çeken yoktur: “Hey kıyâmet gel hisâbın gönlüme sor zülfünün / Elli bin yıldan uzundur her şeb-i hicrân ona” (Ahmed Paşa).

Türk halk edebiyatında da birçok atasözü ve deyime konu olan gönül (Eyüboğlu, I, 105-108; II, 193-204) türkü, mâni, halk hikâyeleri ve masallarda yaygın olarak yer almakta, divan edebiyatındaki gibi âşıktan ayrı bir varlık olarak kabul edilmektedir.

Gönül kavramının en çok kullanıldığı alanlardan biri de dinî-tasavvufî edebiyattır. Bir ülkeye benzetilen gönül bazan mâmur, bazan da viran olur: “Artık harâbe gönlün mânend-i mülk-i âlem / Ma‘mûr olur mu yoksa vîrân olur kalır mı?” (Celâli). Gönül hangi durumda bulunursa bulunsun onu ancak aşk sultanı alabilir, aşk askeri yağmalayabilir. Aşk ateşiyle yanmayan gönül sürekli karanlığa mahkûm ve ilâhî nurdan mahrumdur. Bu mahrumiyet Kâbe’de kıble aramaya benzer: “Bir sîne ki o nâr-ı mahabbet eseri yok / Zulmettedir ol nûr-ı Hudâ’dan haberi yok” (Çengî Yûsuf Dede).

Tasavvuf ehli her an her yerde Allah’ın hikmetini, sanat ve kudretini, sıfatlarının tecellisini görmek ister. Allah’ın rahmân ismiyle gönül arasında bir münasebet vardır. Rahmân kalp yufkalığıdır. Gönül de yaygın olarak “rahmet ve yumuşaklık” anlamlarında kullanılır. Bu durum gönülde rahmân isminin tecellisi bulunduğunu gösterir. İmanın ve küfrün merkezi kalptir. Kalp iman nuru ile dolduğunda gönül, inkâra ve küfre yöneldiğinde ise nefistir. Gönül ulviyete, nefis süfliyete yönelir. Mâna âlemini kuşatan gönül Hak yolcusunun varacağı son merhaledir. İlâhî aşk ve tevhid sırrı burada tecelli eden bir zümrüdüankadır. Gönül hem çok yüce hem de çok hassastır. Kırılınca kolay kolay tamir edilemez: “Kopunca bir teli bağlansa da düğümlü kalır / Dokunma gönlüme şart-ı mahabbet öyle değil” (Muhyiddin Râif).

Gönül bir kitaptır, gerçek aşk hikâyesi bu kitaptan okunur. Bunun için gönlü aşk ile doldurmak gerekir. Ancak bu feyizle onun gerçek servet ve kudrete, hakiki huzur ve mutluluğa kavuşması

yuksel dedi ki...


cilt: 14; sayfa: 152
[GÖNÜL - Cemal Kurnaz]

mümkün olur. Aşk deryasına girenin, vahdet âlemine ulaşanın gönlü sadece bir mescid değil Mescid-i Aksâ’dır. Gönül manevî bir kıble, uçsuz bucaksız bir deryadır: “Gönül ki sâhil-i deryâ-yı bî-nihâyettir / Dil bahri hurûş eyler onda nice dalgam var” (Erzurumlu İbrâhim Hakkı). Derya vahdetin, dalgalar kesretin yani mahlûkatın, fâni olanın işaretidir. Beden bir sedef, gönül de o sedefin içinde ilâhî feyizler denizinde teşekkül eden bir incidir: “Ey bahr-i halâvet sen hoş terbiyyet eylersin / Misl-i sedef olmuş ten dürr ü güher olmuş dil” (Erzurumlu İbrâhim Hakkı).

Gönül Tûr dağıdır. Hz. Musa’ya Cenâb-ı Hakk’ın tecellisi orada vuku bulmuştur. Bilhassa âşık gönlünde de ilâhî tecellî her an zuhur edebilir. Zaman zaman da kuş, bülbül, gonca, gül, gül bahçesi olan gönül ârif kişiyi kesretten vahdet sırrına, halktan Hakk’a ulaştırarak halvette mâşukuna kavuşturur. Gönül bir meyhanedir. Orada aşk şarabıyla sarhoş olunur. Meyhaneci veya sâkî mürşidin yani insân-ı kâmilin, şarap ise ilâhî aşkın remzidir. Gönül nazargâh-ı ilâhîdir, beytullahtır, mukaddestir: “Dil nazargâh-ı Hudâ’dır sâf kıl kim dola nûr” (Erzurumlu İbrâhim Hakkı). Yerlere, göklere sığmayan Allah mümin kulunun gönlüne sığmıştır. “Gönülde eyle sefer ger Hudâ’yı istersen” (Erzurumlu İbrâhim Hakkı) mısraında belirtildiği gibi varlık âleminde iken yokluk âlemine sefer etmek ancak gönülde olur. Gönül bir irfan hazinesidir. Tasavvuf gönüller ilmidir: “İlm-i kulûb oldu çünkü ilm-i tasavvuf / Kalbini sâf eyle çekme bâr-ı tekellüf” (Erzurumlu İbrâhim Hakkı).

Tasavvufta kalbin önemi büyüktür. Türk tasavvuf edebiyatında kalp ve dil terimlerinin yanında Türkçe gönül kelimesi de kullanılmış, bazı tasavvufî kavramlar bu terimle ifade edilmiştir. Genellikle gönül “tasavvuf”, gönül ehli de “sûfîler” anlamına gelir. Gönül haline varmak râbıta ve murakabe halinde olmak demektir. Melâmet ehli, Hakk’ı daima hatırda tutmaya ve onun türlü tecellilerini temaşa halinde olmaya “gönül beklemek” derler. Gönül gözetmek ve gönül kırmamak tasavvufun ahlâkî yönünü ifade eder. Gönül ehlinin, dil aracılığı olmadan uzak mesafelerden birbirinin haline âşinâ olması ve mânevî bir iletişim kurması, “Gönülden gönüle yol var” deyimiyle ifade edilir. “Dil dili var dilden dile” sözü de aynı fikri anlatır (ayrıca bk. KALB).

yuksel dedi ki...


BİBLİYOGRAFYA:

Mehmed Çavuşoğlu, Necâti Bey Dîvânı’nın Tahlili, İstanbul 1971, s. 204-206; Nihad Sâmi Banarlı, Türkçenin Sırları (İstanbul 1972), İstanbul 1975, s. 78-82; Harun Tolasa, Ahmed Paşa’nın Şiir Dünyası, Ankara 1973, s. 321-340; E. Kemal Eyüboğlu, Şiirde ve Halk Dilinde Atasözleri ve Deyimler, İstanbul 1973-75, I, 105-108; II, 193-204; Abdülbâki Gölpınarlı, Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri, İstanbul 1977, s. 134-138; Cemâl Kurnaz, Hayâlî Bey Dîvânı (Tahlili), Ankara 1987, s. 327-346; a.mlf., Halk ve Divan Şiirinin Müşterekleri Üzerine Denemeler, Ankara 1990, s. 77-85; a.mlf., “Yüzük Oyunu Mazmûnu”, TKA, XXIV/2 (1986), s. 173-179; Büyük Türk Klâsikleri, V, 457; İskender Pala, Ansiklopedik Dîvân Şiiri Sözlüğü, İstanbul 1989, I, 359-362; Âmil Çelebioğlu, “Erzurumlu İbrahim Hakkı Divanı’nda Gönül”, TK, XVI/185 (1978), s. 26-38; Mustafa Kutlu, “Gönül”, TDEA, III, 359-363.

Cemal Kurnaz

yuksel dedi ki...

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
SÜBHANALLAH
ELHAMDÜLİLLAH
ALLAHUEKBER
ALLAHÜMME SALLİ ALA SEYYİDİNA MUHAMMED
ESTAĞFİRULLAH

yuksel dedi ki...

Çağdaş dünyada, müslüman kadın ve erkeklere yüklenen imaj; onların bedenî ve rûhî dünyalarında çok şeyi değiştirmiştir. Müslüman insanlar;

«Siz müslümanlar şöylesiniz, böylesiniz!..» gibi olumsuz yakıştırmalardan kurtulmak için, kendi değerlerinden vazgeçerek farklı bir kimlik ortaya koymuşlardır. Zaman içinde müslümanlar önce savrularak sonra istenene dönüşerek maalesef o olumsuzlukların kurbanı olmuşlardır. Sonuç olarak kimlik yönüyle içi boşaltılmış, sadece görüntüye mahkûm olmuş sözde müslümanlar (!) türemiştir.

Müslüman olarak; fikrinizde, yüreğinizde ve gönlünüzde inançlarınıza, değerlerinize uygun bir hayat şekliniz olmazsa; o zaman başkalarının size uygun gördüğü hayat tarzına râzı olur ve bu akışa karşı koyamazsınız. Hattâ gün gelir, bir vakitler o beğenmediğiniz yanlış akışa kapılıp gidersiniz. Bu sebeple zihnî ve fikrî uyanıklık şarttır. Müslümanlar olarak, senelerdir üzerimizde oynanan sinsî oyunların farkında olmak gerekiyor.

Mü’minler kendi önem verdiklerini bir türlü hayatlarına koyma fırsatı bulamadan hep önlerine dayatılan sunî gündemlerle karşılaşmışlardır. O zaman şu soruları sormak gerekir:

Müslümanlar olarak önceliklerimiz nelerdir? Bugün çok çeşitli olumsuzlukların yaşandığı, maddenin öncelendiği bir dünyada mü’minler olarak neleri kaybettik ve nasıl toparlanabiliriz? Müslümanların iç dinamiklerini kaybetmelerinin ve kimlik buhranı yaşamalarının sebepleri ve çareleri nelerdir?

Asrımızda yoğun bir îman problemiyle muhatabız. Ne yazık ki dînin sağlaması modern hayat üzerinden yapılıyor. Modern hayat şimdiye kadar ne batıya ne de onu taklit eden insanlara huzur ve mutluluk sunamamıştır. İnsanların ahlâkî seviyelerindeki düşüş, her türlü hakka tecavüz, adâletsizlik, zulmün her çeşidi artık had safhadadır. Bu durum, insanî değerlerin ayaklar altına alındığını gösteriyor. Böylesi bir karmaşada mü’minlerin hâli ise yaşantı ve davranışlarıyla ayna gibi ortadadır. Hâlbuki bir zamanlar;

«Mü’min mü’minin aynası» idi. Hâsılı modern hayat ve çağdaş hayat kültürü insanların ve mü’minlerin iflâhını kesmiş vaziyettedir.

Bugün maddenin hayatın merkezine oturtulduğu bir dünyada, hep dış âlem yani zâhirî görüntü ön plândadır. Bu yanlışı hiç sorgulamadan alıp, benimseyip hayatına koyan müslümanlar; maalesef zaman içinde güzel hasletlerini bir bir kaybettiler. Meselâ gösteriş tüketimi, kardeşlik şuurumuzu zayıflattı. Tüketimi hedef alan hayat, inanç değerlerimizi aşındırdı. Kadınların resmî dairelerde çalışması, ailede rollerin değişmesi, annenin çocuklarına vakit ayıramaması ve onlara tam da dîni prensiplerin benimsetileceği yaşlarda annenin işyerinde bulunması, pek çok problemin ortaya çıkmasına sebep oldu.

Bu hengâmede mü’minlerin doğru fikirlerini bozmak adına her türlü fırsat değerlendirildi. İnsanlarımıza hep dış güzellikler telkin edildi; iç âlemler dikkat ardı edildi, önemsenmedi, beslenmedi, ihmal edildi. Gerçek şu ki, medya tahrip etmek istediği şeyleri «estetik zevk» diye ortaya dökerek konuyu çocuk oyuncaklarına kadar indirerek her hususta âdeta bir «estetik terörü» oluşturdu. Yanlış «rol-model»ler insanlara altın tepsiler içerisinde takdim edildi. Oysaki yeni nesillere daha doğru, fazîletli, erdemli bir hayat yaşayan İslâm büyükleri «rol-model» yapılmalıydı. Bizler bizi biz yapan kendi dinamiklerimize tutunmalı, var olana sahip çıkmalıydık ve çıkmalıyız da.

yuksel dedi ki...

Müslüman; kendi değerleriyle hayatın içinde olurken, mutlaka öncelikleri olmalı ve ne pahasına olursa olsun önceliklerinden vazgeçmemelidir. O; vakarıyla önüne dayatılan sunî gündemlere değil, kendine has gündemi kendisi belirleyebilme kararlılığında olmalıdır. Kendisini küçük görenlere, hor bakanlara aldırmadan ve kendisine yakıştırılanlara aldanmadan yoluna devam etmelidir.

Bu çerçevede, sanki aşağılık kompleksine kapılmışçasına günümüzde müslüman hanımlar; çevrelerinde başörtülü hanımlara ait farklı bir alan oluşturma gerekçesiyle; «Şimdiye kadar annelerimizin giydikleri giyim tarzını terk edelim daha modern bir giyim tarzı oluşturalım.» fikrine kapıldılar. Fakat zaman gösterdi ki; bu hususta bir farkındalık oluşturalım derken, bizzat kendileri bu değişimden etkilendiler. Bu fikirde olanlar; kıyafetleriyle, imajı ön plâna çıkararak gelenekçi tavır sergileyenlerden farklı bir şekil çizerken, bu sefer dînî önceliklerini kaybettiler. Tesettürler sadece başörtüsü olarak görülmeye başlandı. Sonraları başörtülü hanımlar, başörtüsüz kadınlara benzeme gayretine girdiler. İşleyen süreç içinde ruhlar da beslenmeyince, maalesef müslüman hanımların içleri boşaldı ve onlar da hızla akan menfî hayattan fazlasıyla nasiplendiler. Hâlbuki başörtünün temsil ettiği ulvî gaye ve inanç her şeyin fevkindeydi. Bugün yalnızca başörtüsüne indirgenen, aslında kadının dış görüntüsünü tümüyle kapsayan tesettür; Hazret-i Allâh’ın emridir (el-Ahzâb, 59 / en-Nûr, 31) ve bu kutsî hüküm Rabbin rızâsı için yapılır. «İnsanlar tarafından fark edilelim.» diye; «Biz klâsik örtülü hanımlardan daha değişik ve daha süslü olalım.» diye yapılmaz.

Bugün tesettürü sadece başörtüsü olarak gören gençler, ne yazık ki; diğer çağdaşlar gibi erkek arkadaş edinmekte, gece geç saatlere kadar dışarıda kalabilmekte, facebooklarda mahrem resimlerini paylaşabilmekte, karşı cinsten tanımadığı kişilerle saatlerce chatleşmekte bir sakınca görmemekteler. Ve bu gençler yasaklanmamış alanlarda, yasakçı zihniyetlerin onlara takdim ettiği her yanlışı fütursuzca işlemekteler.

yuksel dedi ki...

Tesettürün içini boşaltmak için şer mihraklar otuz seneyi geçkin zamandır uğraşıyorlar. Bu iş; tesettür defileleri, başörtüsü reklâmları ile başlamıştır. Başörtülü hanımların dînî muhtevâ kapsamındaki kıyafetleri bugün; «takvâ» erdeminin dışına çıkıp «israf» ve «gösteriş»e yönelmiştir. Altta daracık kot pantolon, üstünde vücut hatlarını tümüyle ortaya koyan yapışık bluzlar (giyinik çıplaklar), yüzde makyaj ve başta başörtüsü ile her türlü tahrike açık, örtünme gayesinin dışına çıkmış bu gençler, acaba tesettüre uygun giyindiklerini mi sanıyorlar? Böyle düşünmek için, ancak İslâm’ı ayaklar altına almak gerektir. İslâm’ın tesettür anlayışı kesinlikle bu değildir!

Bu hususta İslâm büyükleri ve âlimler;

“Tesettürler, «Bak bana!» dememelidir.” diyorlar. Çağdaşlıkla kol kola gezen böylesi bayanlar İslâm’ı kendi kafalarına göre yorumlama yanlışlığına düşüyorlar. Bunlar âhiret hayatından değil, adına modern dünya denilen bugünkü hayat tarzından hareket ediyorlar. Ne yazık ki bu hanımlar, toplumdaki mü’mine hanımefendi nezâhetini ve saygınlığını kaybettirdiler. Yine bu bayanlar; «Ye kürküm ye!» misali dış görünüşlerini allayıp pullayıp birilerinin yanlış amaçlarına hizmet ediyorlar. Ve sonunda bu modern görünümlü, tesettürü sadece ufacık bir başörtüsüne indirgeyen bayanlar; müslümanların en ehemmiyet verdiği mahremiyet değerlerini altüst ettiler. Bu tablo, hakikaten hazin bir tablodur.

Eskiden kıyafetler daha sade ve mütevâzı olup fıtrata uygundu. Erkekler bugün olduğu gibi kadınlaşmaz, kadınlar da erkekleşmezdi. Çünkü o zamanlarda zihinler sade, davranışlar mütevâzı idi. Yürekler ve gönüller huzurluydu. Şimdilerde fikirlerde, kafalarda, hareketlerde ve ruhlarda bir karmaşa var. Bu karmaşa «moda» ismiyle kıyafetlere yansıdı. Moda adı altında her türlü ahlâksızlık, medya vasıtasıyla son derece sevimli ve teşvikkâr bir tarzda insanlara sunulmakta! Tesettür reklâmlarıyla piyasaya takdim edilen yüzleri, gözleri, tırnakları boyalı, son derece alımlı bayanların giydikleri giysilerin İslâmî ölçülerle uzaktan yakından alâkası yoktur. Anlaşılacağı üzere her şey gösterişe ve göze hitap etmekte. Sözde dindar hanımların da (!) bunları seyrede seyrede; beyinleri, zihinleri yıkanıyor. Nefse hitap eden ama değerlerimize hiç mi hiç hitap etmeyen bu kıyafetler önce yadırganıyor, sonra da; «Neden olmasın?» deniyor. Neticede kadının mahremiyeti sıfırlanıyor. Müslümanlar olarak bunların yanlış olduğunu konuşmak hususunda dahî hemfikir olamıyoruz.

yuksel dedi ki...

Biz de diyoruz ki; artık müslümanlar olarak uyanmalı ve şuurlanmalıyız. Çağdaş olma hatırına müslüman kimliğimizi yitirmemeliyiz. Modern hayatta; gösteriş, âlâyiş, süs-püs gibi şeylere itibar etme sanki bugün ruhlara girmiş ur gibidir. Modern insanlar, şimdiye kadar «takvâ» kavramını müslümanların gündeminden çıkarmak için ellerinden geleni yaptılar. Çağdaş düşüncede, kadın; görüntüsüyle, gösterişiyle devamlı görünürde ve gündemde olmalıdır. Takvâda ise kadın görünürde ve göz önünde bulunmaz. Takvâ ile yüce Yaratıcı’ya yaklaşılarak O’nun dostluğunu kazanmak hedeftir. Gösteriş ile yalnızca insanların sahte dostluğuna erişilir. Takvâya ulaşmak; yüce Hak katında en makbul olan hâldir, hiçbir şeye değişilmez. Kılık-kıyafette, amellerde, ibâdetlerde takvânın öncelendiği nice güzel günlere ulaşmak temennîsiyle…

yuksel dedi ki...

Yüzakı dergisi kasim 2015 sy: 64

yuksel dedi ki...

külür.

ARAMA
Kelime ara veya sayfa getir:

Kelime
SayfaAra
Sayfa Sıra Hadis-i Şerif Ravi
215 1 Esselamü aleyküm ey müminler kavminin yurdu. Siz önden gidicisiniz, biz de peşinizden, size kavuşacağız. Ey Allahım! Onların ecrinden bizi mahrum etme. Ve onlardan sonra bizi fitneye uğratma. Hz. Âişe (r. anha)
215 2 Esselamü aleyküm ey müminler kavminin yurdu. Biz size kavuşacağız. "İnnâlillah ve innâ ileyhi râci'ûn." Sizler büyük bir hayra nail oldunuz. Ve dünya şerrini de atlattınız. Hz. Beşir (r.a.)
215 3 Selam, sözden evveldir. Hz Cabir (r.a.)
215 4 Selam sualden evveldir. Selamdan evvel sual sorarlarsa cevap vermeyin. Hz. İbni Ömer (r.anhüma)
215 5 Selam, Allah (z.c.hz)'lerinin isimlerinden büyük bir isimdir. Onu halkı arasıda zimmet kılmıştır. Bir müslüman bir müslümana selam verdi mi, artık onu, hayırdan başka türlü yad etmek haramdır. Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
215 6 Esselamü aleyküm ey çocuklar. (Efendimiz(s.a.v) çocuklara rastladığında kendilerine selam vermiştir.) Hz Enes (r.a.)
215 7 Kılıçlar Cennetin anahtarıdır. Hz. Yezid İbni Şecere (r.a.)
215 8 Kılıçlar, mücahidlerin ridalarıdır. (Kılıç, kendisini şeref verici bir şeydir.) Hz Ebu Eyyub (r.a.)
215 9 Evde bir koyun bir berekettir. İki koyun iki, üç koyun da üç berekettir. Hz .Ali (r.a.)
215 10 Evde koyun berekettir. İki koyun iki, üç koyun da üç berekettir. Hz. Ali (r.a.)
215 11 Şam, Allah (z.c.hz) lerinin beldeler içinde seçtiği bir beldedir. Şam'dan başka yere giden kimse, Onun gadabı ile çıkar. Dışarıdan Şam'a gelen ise Rahmetle gelir. Hz. Ebû Ümâme (r.a.)
215 12 "Şâhid" arefe günü ve Cuma günüdür. "Meşhûd" ise kıyamet gününde vaad olunandır. (Burç suresindeki "Şahid" ve "Meşhud" kelimelerinin izahıdır) Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
215 13 Gençlik, delilikten bir şube ve kadınlar da şeytanın tuzağıdır. Hz. İbni Mes'ud (r.anhüma)
215 14 Kış Müminin baharıdır. Hz. Ebû Said (r.a.)
215 15 Kış müminin baharıdır. Gündüzü kısa olur, oruç tutar. Gecesi uzundur, gece ibadeti yapar. Hz. Ebû Said (r.a.)
215 16 Şirk, ümmetimde, düz taşta karanlık gecede karıncaların gezinişinden daha gizlidir. Alameti, adaletsizlikten dolayı muhabbet ve adaletten dolayı da buğz etmektir. Ve din, Allah için sevgi ve Allah için Buğz'dan başka nedir? Allah Teala buyurdu ki: "Eğer siz Allah'ı seviyorsanız Bana tabi olun ki Allah da sizi sevsin." Hz. Âişe (r. anha)
215 17 Bir adamın mevkii dolayısıyla amelde bulunmak gizli şirk olur. Hz. Ebû Said (r.a.)
215 18 Abdest suyunun artanından içmek yetmiş türlü derde devadır. Bunun en aşağısı da "Hem" dir. Hz. Ebû Ümâme (r.a.)

yuksel dedi ki...


Sayfa Sıra Hadis-i Şerif Ravi
516 1 Allah (z.c.hz.) buyurur: "Ben kendimi haya ediyor buluyorum, kulum Bana elini kaldırsın da Ben onu boş çevireyim." Melekler dediler ki: "Ya Rabbi o istiyor amma ehli değil" Allah buyurur ki: "Ben takva ve mağfiret ehliyim. Sizi şahid tutarım ki onu affettim." Hz. Enes (r.a.)
516 2 Allah (z.c.hz.) buyurur: "Ben izzetim ve Celalim hakkı için zulmedenden er veya geç intikamımı alacağım. Ve mazlumu görüp de yardıma gücü yettiği halde yardım etmeyenden de intikamımı alacağım." Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
516 3 Allah (z.c.hz.) buyurur: "İzzetim hakkı için kulumun üzerinde iki korkuyu ve iki eminliği toplamam. Dünyada Benden emin olursa kıyamet günü onu korkuturum. Dünyada Benden korkarsa kıyamet günü onu emin kılarım." Hz. Hasan (r.a.)
516 4 Allah (z.c.hz.) buyurur: "Bir kimsenin iki gözünü giderdiğimde o sabreder ve halis olursa onun için Cennetten başka bir sevab vermeye razı olmam." Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
516 5 Rab tebareke ve teala buyurur: "Kimi Kur'an ve Benim zikrim, Benden istemekten meşgul ederse, ona, isteyenlere verdiğimin en efdalini veririm." Allah'ın kelamının sair kelamlara fazileti, Allah'ın bütün mahlukatına üstünlüğü gibidir. Hz. Ebû Said (r.a.)
516 6 Allah (z.c.hz.) buyurur: "Bir kimse mahlukatımdan zaif bir kimseye bir iyilikte bulunur da, onun da kendisini mükafatlandırmaya gücü yetmezse, ona karşılık kendisini mükafatlandıracak olan bizzat Ben olurum." Hz. Dinar (r.a.)
516 7 Allah Tebareke ve Teala kıyamet gününde şöyle buyurur: "Ey Adem kalk, ümmetinden binde dokuz yüz doksan dokuzunu Cehenneme, birini de Cennete ayır." O zaman ashab yere uzanarak ağlamaya başladı. Buyurdu ki: "Başlarınızı kaldırın. Nefsim yed-i kudretinde Olana yemin ederim ki, ümmetim, ümmetler içinde siyah öküzün cildindeki beyaz tüy gibidir." Hz. Bera (r.a.)
516 8 Allah (z.c.hz.) buyurur: "Benden ötürü birbirine sevgi gösterenlere Benim muhabbetim haktır. Benden ötürü birbirlerini ziyaret edenlere Benim muhabbetim haktır. Benden ötürü birbirlerine bezledenlere Benim muhabbetim haktır. Benden ötürü birbirlerine olan nezirlerine sadakat gösterenlere muhabbetim haktır. Benden ötürü birbirlerine yardım edenlere muhabbetim haktır." Bir mü'min erkek veya mü'mine kadın yoktur ki, sulbünden buluğa ermemiş üç evladı Allah'a takdim etsin de, o çocuklara rahmetinin fazlı sebebiyle, kendilerini Cennete sokmasın, bu olmaz. Hz. Amr İbni Abase (r.a.)

yuksel dedi ki...

uksel27 Kasım 2018 03:47
Öyle ilim vardır ki, gizlenmiş inci gibidir.Onu, ancak Allah c.c.ı bilen âlimler bilirler.Onu söyledikleri zaman Allah c.c.a karşı mağrur ve muğber olanlardan başkası inkâr etmez buyurmuşlardır.
Peygamberimiz s.a.v.
Bakara Suresi Tefsiri.sy.95.

YanıtlaSil

yuksel27 Kasım 2018 10:07
Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün Gizli, Gerçek Vasiyetnamesini okumak için Risaletün Nur Külliyatı Sikke-i Tasdiki Gaybiye Müracaat Edebilirler

yuksel dedi ki...


İslâmî kaynaklarda yaratmayla ilgili ibdâ‘, ber’, zer‘, fatr, sun‘, inşâ’, ihdâs, îcâd, tasvîr, tekvîn, ihtirâ‘, ca‘l gibi kavramlar da yer almaktadır. “Yapmak, inşa etmek, ihdas etmek; başlamak, ilk olmak” anlamlarındaki bed‘ kökünden ziyâdeli masdar olan ibdâ‘ Allah’a nisbet edildiğinde “önceden bir örneği olmadan bir şeyi yaratmak” (Cevherî, eś-Śıĥâĥ, “bdǾa” md.; Lisânü’l-ǾArab, “bdǾa” md.); “alete, maddeye, zamana ve mekâna bağlı kalmadan bir şeye varlık kazandırmak” (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “bdǾa” md.); “bir şeyi yoktan var etmek, bir şeyden başka bir şey oluşturmak” (et-TaǾrîfât, “ibdâǾ” md.) gibi farklı şekillerde açıklanmıştır. Aynı kökten bedî‘ Allah’ın isimlerindendir. “Benzersiz yaratmak, her bir varlığı fiilen meydana getirmek, açığa çıkarmak” şeklinde açıklanan ber’ kelimesinin halktan farklı olarak özellikle canlıların yaratılması hakkında kullanıldığı belirtilir (Lisânü’l-ǾArab, “brǿe‘” md.). Aynı kökten türeyen bâri’ de Allah’ın isimlerindendir. İbn Manzûr, “yaratmak, yaratarak çoğaltmak” anlamındaki zer‘ kökünden türeyen zâri‘i bâri’in eşanlamlısı diye gösterir (Lisânü’l-ǾArab, “zrǿe” md.). Asıl mânası “yarmak” olan fatr Allah’a nisbet edildiğinde “varlığı yaratmak, ortaya çıkarmak”, fıtrat ise “ilk baştan yapmak, yaratmak; çocuğa anne karnında Allah’ın verdiği ilk yapı, hilkat, temiz tabiat; insanın özündeki Allah’ı tanıma yeteneği” gibi anlamlara gelir (Lisânü’l-ǾArab, “fŧr” md.). Sun‘ kelimesini “iş yapmak” diye izah eden Râgıb el-İsfahânî, her fiilin sun‘ fakat her sun‘un fiil olmadığını, hayvanlara ve cansız varlıklara sun‘ nisbet edilmeyeceğini” söyler (el-Müfredât, “śnǾa” md.). Sun‘ kökünden türeyen sâni‘ Allah lafzı veya hâlik yerine kullanılır. “Canlanmak, hayat bulmak, büyüyüp gelişmek, gençlik çağına girmek” anlamındaki (el-Müfredât, “nşǿe” md.) neş’/

yuksel dedi ki...

Canlanmak, hayat bulmak, büyüyüp gelişmek, gençlik çağına girmek” anlamındaki (el-Müfredât, “nşǿe” md.) neş’/neş’e kökünden türeyen inşâ kelimesine İbn Manzûr, “yaratmaya başlamak” mânasını verir (Lisânü’l-ǾArab, “nşǿe” md.). Râgıb el-İsfahânî kelimenin daha çok canlılar hakkında kullanıldığını belirtir (el-Müfredât, “nşǿe” md.). “Yokken var olmak, vuku bulmak, sonradan meydana gelmek” anlamındaki hudûs/hadâse kökünden türeyen, bilhassa kelâm ve felsefede yaratma konusunda çok sık kullanılan kelimelerden olan ihdâs “bir şeyi yok iken var etmek” (Lisânü’l-ǾArab, “ħdŝ” md.), “zaman içinde var etmek” (et-TaǾrîfât, “İhdâŝ” md.) diye açıklanmıştır. Vücûd kökünden îcâd da “varlık vermek, örneksiz yaratmak” anlamında daha çok kâinatın yaratılışı bağlamında sıkça kullanılan felsefe terimlerindendir. “Şekil, biçim, örnek, bir şeyin dış görünüşü, yapısı, hakikati, mahiyeti, özü” anlamındaki sûretten gelen tasvir, İbn Manzûr’a göre Allah’a nisbet edildiğinde “her bir varlığa özel bir sûret vermek, başka varlıklardan ayırt edilmesini sağlayan bir yapı kazandırmak” mânasına gelir (Lisânü’l-ǾArab, “śvr” md.). “Var olmak, vuku bulmak, meydana gelmek” anlamındaki kevn/kiyân kökünden türeyen tekvin Allah’ın sıfatı olarak “varlığı meydana getirmek, oluşturmak, yaratmak, icat etmek” anlamındadır. Cürcânî tekvini “bir şeyi maddî bir asıldan icat etmek” şeklinde tanımlar (et-TaǾrîfât, “Tekvîn” md.). Râgıb el-İsfahânî birçok kelâmcının tekvini “ibdâ‘” mânasında kullandığını belirtirken (el-Müfredât, “kvn” md.) Cürcânî bir şeyin maddî bir asla ve zamana bağlanmadan var edilmesine ibdâ‘, madde ve olaylara bağlı olarak zaman içinde var edilmesine tekvin denildiğini söyler. İhtirâ‘ kelimesi “yarmak, yırtmak, parçalamak” anlamındaki har‘ kökünden türemiş olup kelâm ve felsefede “yaratmak, yeni bir şey ortaya çıkarmak, inşa etmek” mânasında (Cevherî, eś-Śıĥâĥ, “ħrǾa” md.; Lisânü’l-ǾArab, “ħrǾa” md.) Allah’ın varlığını kanıtlamak için geliştirilen delillerden biridir. “Koymak, bir şey yapmak, icat etmek, bir şeyden başka bir şey meydana getirmek, bir nesnenin durumunu değiştirmek” anlamlarını içeren ca‘l yaratmanın farklı tarzları için kullanılır (el-Müfredât, “caǾl” md.).

«En Eski ‹Eski   3001 – 3200 / 6405   Yeni› En yeni»