Kur’an. Kur’ân-ı Kerîm’de elli iki yerde halk kelimesi ve 200’ü aşkın yerde türevleri geçmektedir. Yaklaşık elli âyette göklerin ve yerin, 100 âyette insanın yaratılışından, elliye yakın âyette genel anlamda yaratmadan söz edilir. Diğer âyetlerde gece, gündüz, ay, güneş, bitki, hayvan, melek, cin, şeytan, hayat, ölüm, öldükten sonra dirilme gibi varlık ve olayların yaratılışıyla Câhiliye devrinde tanrı yerine konan putların hiçliği bağlamında halk kavramı kullanılmıştır (M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “ħlķ” md.). İki âyette bedî‘ Allah’ın sıfatı şeklinde geçer (el-Bakara 2/117; el-En‘âm 6/101). Her iki âyette Allah’ın göklerin ve yerin yaratıcısı olduğunun bedî‘ kelimesiyle ifade edilmesi bunun hâlik ile aynı anlamda kullanıldığını göstermektedir. Bâri’ “yaratıcı” anlamında iki âyette üç defa zikredilmiştir (el-Bakara 2/54; el-Haşr 59/24). Aynı kökten beriyye “yaratılmış, mahlûkat” mânasındaki halkın eş anlamlısı olarak (Taberî, I, 327-328; XII, 657) Beyyine sûresinde (98/6, 7) geçmektedir. Zer‘ masdarından fiiller altı âyette “yaratmak, türetmek” anlamında Allah’a nisbet edilmiştir (meselâ bk. el-En‘âm 6/136; en-Nahl 16/13; el-Mü’minûn 23/79). Kur’an’da yaratmayla ilgili kullanılan ve sanat, hilkat kelimeleriyle karşılanan fıtrat ile bunun fiil şekli olan “fatara” bir âyette yer alır (er-Rûm 30/30). Tefsirlerde, fıtrat kelimesinin bu âyetteki
cilt: 43; sayfa: 326 [YARATMA - Mustafa Çağrıcı]
bağlamı ve İslâm’ın insan tabiatına en uygun din olması dikkate alınarak buradaki fıtrata “Allah’ın dini, İslâm” mânası verilmiştir (Taberî, X, 182-184; Şevkânî, IV, 257). Fâtır “göklerin ve yerin yaratıcısı” anlamındaki ifade içinde altı, yine aynı kökten gelen değişik fiiller sekiz âyette tekrar edilmiştir. Bir âyette sun‘ fiili Allah’a nisbet edilmiştir (en-Neml 27/88). İnşâ ve aynı kökten kelimeler yirmi beş âyette Allah’ın fiili bağlamında kullanılır (M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “ħlķ” md.). Kur’an’da inşâ kavramının genellikle canlıların ve daha çok insanların yaratılışıyla ilgili olduğu görülür. İki âyette geçen, “O sizi topraktan yarattı” cümlesiyle (Hûd 11/61; en-Necm 53/32), Âdem’in yaratılışına işaret edilmiştir. Kur’an’daki “en-neş’ete’l-ûlâ” terkibi (el-Vâkıa 56/62) insanın ilk yaratılışını, “en-neş’ete’l-uhrâ” (en-Necm 53/47; krş. el-Ankebût 29/20) ölümden sonraki yaratılışını ifade eder (Taberî, X, 130; XI, 535, 652; Şevkânî, IV , 229). İhdas kavramı kelâm ve felsefedeki kozmolojik anlamıyla Kur’an’da yer almaz. İki âyette geçen muhdes kelimesi (el-Enbiyâ 21/2; eş-Şuarâ 26/5) vahyin Allah tarafından meydana getirildiğini anlatır (Taberî, IX, 3, 433). Fahreddin er-Râzî, Mu‘tezile’nin bu âyetleri Kur’an’ın mahlûk olduğuna delil gösterdiklerini belirterek bu görüşü eleştirir (Mefâtîĥu’l-ġayb, XXII, 140-141). “Allah’ın insana sûret vermesi” mânasında dört âyette (Âl-i İmrân 3/6; el-A‘râf 7/11; el-Mü’min 40/64; et-Tegābün 64/3) tasvir masdarından fiiller, bir âyette (el-Haşr 59/24) Allah’ın hâlik ve bâri’ isimlerinin arkasından musavvir kelimesi zikredilir. Taberî, “Sizi yarattık sonra size şekil verdik” meâlindeki âyette geçen (el-A‘râf 7/11) halk ve tasvire dair değişik yorumları aktardıktan sonra bu âyetin, “Babanız Âdem’i yarattık, sonra ona şekil verdik” mânasına geldiğini söyler (CâmiǾu’l-beyân, V, 436-438). Şevkânî ise âyeti, “Sizi nutfe olarak yarattık, bunun ardından da size sûret verdik” diye yorumlar. Şevkânî’nin naklettiği yorumlardan birinde halk ile ruhların yaratılması, tasvir ile de bedenlerin şekillendirilmesinin kastedildiği belirtilir (Fetĥu’l-ķadîr, II, 219-220). Allah’ın yaratma buyruğu olan “kün” (ol) emri, çoğu, “Allah bir şeye hükmettiğinde ona ‘ol’ der, hemen olur” anlamındaki ifade kalıbıyla sekiz âyette geçer (M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “kvn” md.). Mâtürîdîler, Allah’a nisbet ettikleri tekvin sıfatını bu âyetlere dayandırırlar. Taberî’ye göre bu ifade Allah’ın olmasına hükmettiği ve yarattığı her şeyi kapsar. Âyetteki söz dizilişinden
Âyetteki söz dizilişinden çıkabilecek, “Önceden var olmayan bir şeye nasıl ‘ol’ diye hitap edilir?” sorusu tartışma konusu olmuştur. Taberî’ye göre Cenâb-ı Hakk’ın bir şeyi varlık alanına çıkarma iradesi ve emriyle o şeyin var edilmesi arasında öncelik-sonralık ilişkisi düşünülemeyeceği için bu soru anlamsızdır (CâmiǾu’l-beyân, I, 557-558). Bir yoruma göre Allah’ın yaratmayı murat ettiği şey henüz yaratılmamışken O’nun ilminde mevcut olup “kün” emri ilminde olanın varlığa çıkmasını sağlar. Diğer bir yorumda bunun belli bir varlığa yönelik sözlü emir değil Allah’ın kendi iradesine bağlı hükmü olduğu belirtilir (Mâverdî, I, 178-179). Allah’ın yaratıcı eylemini ifade etmek üzere 100’ü aşkın âyette “ca‘l” masdarından isim ve fiiller yer almıştır. En‘âm sûresinin ilk âyetinde Allah’ın gökleri ve yeri yaratması için “halaka”, karanlıklarla ışığı yaratması için “ceale” fiilinin kullanılması bu iki kavramın aynı anlamı içerdiğini gösterir. Şevkânî’nin yorumuna göre âyette önce, “Gökleri ve yeri yarattı” ifadesiyle cevherlerin, ardından -cevherler arazsız olamayacağı için- “Karanlıkları ve ışığı yarattı” ifadesiyle arazların yaratılışına işaret edilmiştir (Fetĥu’l-ķadîr, II, 113). “Halaka” ile “ceale” arasındaki anlam birliği, Allah’ın insanları ve diğer canlıları çift yarattığı bildirilirken bu iki fiilden bazan birinin, bazan diğerinin kullanıldığı âyetlerde de görülür (ez-Zâriyât 51/49; en-Necm 53/45; krş. er-Ra‘d 13/3; el-Kıyâme 75/39). Allah’ın her şeyi bir ölçüye göre yaratması bir yerde “halaka” (el-Kamer 54/49) başka bir yerde “ceale” (et-Talâk 65/3) fiiliyle ifade edilmiştir. Yine Allah’ın ilk insanı yaratmadan önce bu iradesini meleklere bildirdiğine dair âyetlerin ikisinde hâlik (el-Hicr 15/28; Sâd 38/71), birinde aynı mânada (Taberî, I, 236) câil (el-Bakara 2/30) kelimesi geçer.
Kur’ân-ı Kerîm’de yoktan yaratmanın (ex nihilo) tam karşılığı olan bir ifade yoktur. Birçok âyette “min” edatıyla Allah’ın -her canlıyı sudan (el-Enbiyâ 21/30; en-Nûr 24/45), insanı topraktan (er-Rûm 30/20; Fâtır 35/11) yaratması gibi- bir şeyi bir şeyden yarattığı belirtilir. İblîs’in Âdem’in önünde secde etmeyi reddederken sebep olarak Allah’ın onu topraktan, kendisini daha değerli kabul ettiği ateşten yaratmasını göstermiştir (el-A‘râf 7/12; Sâd 38/76). Ancak Kur’an’daki bu tür ifadeler, Grek felsefesinde olduğu gibi bir varlığın başlangıçsız bir temel maddeden (arkhe, hyle) yaratıldığı anlamına gelmez. Çünkü Allah’ın gökler ve yer ile bunlarda bulunan ve mülk, halk, îcâd ve ibdâ‘ yönünden kendisine ait olan her şeyi (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, IV, 22), ortada herhangi bir asıl, örnek olmadan (Taberî, I, 556) yarattığını bildiren çok sayıdaki âyet (meselâ bk. el-Bakara 2/117; el-Hicr 15/85; el-Furkān 25/59; Fâtır 35/1) dikkate alındığında Kur’an’a göre Âdem’in yaratıldığı toprak, canlının yaratıldığı su ve İblîs’in yaratıldığı ateş dahil bütünüyle âlemin ve onda olanların başka bir asıl madde olmadan yoktan yaratıldığı, dolayısıyla yaratılan her şeyin önceli ve sonlu olduğu ortaya çıkar. Nitekim herhangi bir asıl, öz veya ilk madde belirtilmeden; “Her şeyi yarattı” (el-Bakara 2/29; el-En‘âm 6/101, 102; el-Furkān 25/2; ez-Zümer 39/62); “Dilediğini yaratır” (Âl-i İmrân 3/47; en-Nûr 24/45; el-Kasas 28/68) gibi mutlak yaratmadan söz eden çok sayıda âyet vardır. “Daha önce sen (Zekeriyyâ) hiçbir şey değilken seni de yaratmıştım” meâlindeki âyette geçen (Meryem 19/9) “hiçbir şey değilken” ifadesi “sırf yokluktan yaratma” şeklinde açıklanmıştır (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, XXI, 161). Âyetlerde genellikle varlığı, özel olarak insanı ilk defa Allah’ın yarattığı, sonunda onu yokluk haline veya bir başka varlık aşamasına yine O’nun çevireceği bildirilir (M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “bdǿe” md.). Taberî’nin naklettiğine göre aynı mahiyetteki bir âyete (el-Enbiyâ 21/104), “Hiçbir şey yaratmadan önce sadece biz vardık ve bizden başka bir şey yoktu; bunun gibi eşyayı helâk eder, yokluğa çeviririz” mânası verilmiştir (CâmiǾu’l-beyân, IX, 96-97).
Göklerin ve yerin yaratılmasıyla ilgili olarak on âyette yer alan “bi’l-hakkı” ifadesi “doğru ve isabetli” veya “hikmetli” şeklinde açıklanmıştır. Nitekim göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunanların boş yere (bâtıl) yaratılmadığını bildiren âyetlerdeki bâtıl kelimesine (Âl-i İmrân 3/191; Sâd 38/27), “anlamsız, amaçsız, eğlence olsun diye” mânası verilmiş (krş. el-Enbiyâ 21/16; ed-Duhân 44/38), bu âyetlerden evrenin ve evrendeki her şeyin yaratılışındaki hikmetin vurgulandığı belirtilmiştir (Taberî, III, 551; V, 233; Fahreddin er-Râzî, XIII, 26-27; Şevkânî, I, 458). Mü’minûn sûresinde (23/115) insanın yaratılışının da anlamsız olmadığı bildirilir. Birçok âyette ibadet, secde, tesbih gibi kavramlarla doğrudan veya dolaylı biçimde gerek insanların gerekse evrendeki her şeyin temel yaratılış sebebinin Allah’a kulluk olduğuna işaret edilmektedir (meselâ bk. el-Bakara 2/21; en-Nahl 16/49; el-İsrâ 17/44; Fussılet 41/37; ez-Zâriyât 51/56). Bununla birlikte -Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı bulunmadığından- O’nun kurduğu küllî
cilt: 43; sayfa: 327 [YARATMA - Mustafa Çağrıcı]
düzen içinde her varlığın yaratılış amacı bu düzenin işleyişine kendi konumuna göre katkıda bulunmaktır. Meselâ insanların kadın ve erkek olarak yaratılması beşer türünün devamı içindir (en-Nisâ 4/1; en-Nahl 16/72). Suyun yaratılışı canlıların meydana gelmesine ortam hazırlamıştır (el-Enbiyâ 21/30; en-Nûr 24/45). Güneş ışık ve aydınlık vermesi için (Yûnus 10/5; Nûh 71/16), gece insanların dinlenmesi, güneş ve ay zamanı ölçmeleri, yıldızlar yön bulmaları, yağmur bitkilerin oluşup gelişmesi için (el-En‘âm 6/96-99) yaratılmıştır. Ancak Kur’ân-ı Kerîm’de yaratılmışlarda son amacın insan olduğu bildirilmekte, ilgili âyetlerden bu amacın iki yönnün bulunduğu anlaşılmaktadır. 1. İnsan hayatına fayda sağlama, insan hayatını kolaylaştırma. Bu hususla ilgili birçok âyette gökler, yer, denizler, ırmaklar, nehirler, denizlerdeki gemiler, gece ve gündüz, ay ve güneş, yağmur, bitkiler, hayvanlar gibi yerde ve göklerde bulunanların hepsinin insanın emrine verildiği (müsahhar kılındığı) bildirilir (M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “caǾl”, “sħr” md.leri). Bunların yaratılış amaçlarından biri, insanlık âleminin Allah’ın tayin ettiği son vakit (ecel-i müsemmâ) gelinceye kadar kendisini kuşatan yaratılmışlardan istifade etmesidir. 2. İnsanın yaratıcıyı tanıması, O’nun varlığına, birliğine inanması ve O’na itaat etmesi. Çeşitli âyetlerde insanın kendi yaratılışı dahil gökler, yer ve bunlarda bulunanlar; gece, gündüz, güneş, ay, yıldızlar, rüzgâr, şimşek, bulut, yağmur, deniz, hayvanlar, bitkiler; cinsiyet, dil ve renk farklılıkları gibi insan bilgisinin ulaşabildiği bütün varlık ve olaylar Allah’ın birliğini, kudretini ve hikmetini gösteren, insanların ibret alması gereken işaretler (âyetler) olarak gösterilmiştir (el-Bakara 2/164; Âl-i İmrân 3/190; Yûnus 10/5-6; er-Rûm 30/20-25, 46; Fussılet 41/37; el-Câsiye 45/3-6). Sonuçta insanın, bilgisinin ulaşabildiği bütün yaratılmışlara ibret nazarıyla bakarak ilâhî hakikatin delillerini ve işaretlerini görmesi, doğru bir inancı benimsemesi ve hayatına buna göre düzen vermesi amaçlanmıştır.
Hadis. Hadislerde de yaratmayla ilgili en çok kullanılan kelime halktır. Bir hadiste aynı anlamda “berae” ve “źerae” fiilleri yer almıştır (Müsned, III, 419; el-Muvaŧŧaǿ, “ŞeǾar”, 12). Ayrıca esmâ-i hüsnânın zikredildiği rivayetlerde yaratmayla ilgili hâlik, bâri’, musavvir, bedî‘ ve fâtır isimleri geçer. Bazı hadislerde inşâ kavramı “yaratma” mânasında geçmektedir (Buhârî, “Tefsîr”, 50/1, “Tevĥîd”, 257; Müslim, “Cennet”, 36, 38). Buhârî göklerin, yerin ve diğer varlıkların yaratılışına ayırdığı bölümün girişinde (“Tevĥîd”, 27) “Allah sıfatları, fiilleri ve emriyle hâliktır, mükevvindir; O yaratılmamıştır; O’nun fiili, emri ve yaratmasıyla meydana gelen şeyler ise mef‘ûl, mahlûk ve mükevvendir” dedikten sonra Hz. Peygamber’in gece gökyüzüne bakarak, “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde akıl sahipleri için işaretler vardır” meâlindeki âyeti okuduğunu (Âl-i İmrân 3/190), ardından namaz kıldığını nakleder. Bir hadiste Allah için “yaratan, sonra sûret veren, sûreti en güzel yapan” ifadesi geçer (Müsned, I, 95, 102; Müslim, “Müsâfirîn”, 201, 202; Ebû Dâvûd, “Salât”, 119). “Her şey Allah’ın mahlûku ve mülküdür” (Müslim, “Ķader”, 10); “Yaratılmış her canlının yaratıcısı yalnızca Allah’tır” (Buhârî, “Tevĥîd”, 18; Ebû Dâvûd, “Nikâĥ”, 48; Tirmizî, “Nikâĥ”, 40) meâlindeki hadisler Allah’ın tek ve mutlak yaratıcı olduğunu ifade eder. Bir hadiste her mahlûkun sudan yaratıldığı bildirilir (Tirmizî, “Cennet”, 2). Melekler nurdan (Müsned, VI, 158, 168; Müslim, “Zühd”, 60), şeytan ateşten (Müsned, IV, 226; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 3) yaratılmıştır. İnsanlar Âdem’in çocuklarıdır; Âdem de topraktan yaratılmıştır (Tirmizî, “Menâķıb”, 74).
“Allah Âdem’i kendi sûretinde yarattı” hadisinde (Buhârî, “İstiǿźân”, 1; Müslim, “Birr”, 115, “Cennet”, 28) sûretin Allah’a izâfe edilmesi değişik yorumlara yol açmıştır. Râgıb el-İsfahânî’ye göre bu hadis Allah ile sûret arasında bütün-parça (ba‘zıyyet) ilişkisini ve benzerliği değil mülkiyet ilişkisini ifade eder (el-Müfredât, “śvr” md.; Lisânü’l-ǾArab, “śvr” md.). Diğer bazı kaynaklarda bu hadise iki farklı açıklama getirilmiştir. Burada ya özel olarak Âdem’in sûreti kastedilmiş, onun düzgün ve hilkati kâmil bir beşer olarak yaratıldığı anlatılmış veya -sûret kelimesi “sıfat” anlamında da kullanıldığına göre- hadiste Allah’ın Âdem’i kendi zâtında olan hayat, ilim, görme, işitme gibi sıfatlarla donattığı belirtilmiş, Âdem’in sûreti Allah’ın ismine izâfe edilerek Âdem’in şahsında insan türüne şeref bahşedilmiştir (İbn Hacer, XXIII, 3-4; Bedreddin el-Aynî, XVIII, 284). Hadislerde bazı yaratılışlar için zaman da zikredilir. Buna göre Allah dünyayı cumartesi günü (Müsned, II, 327; Müslim, “Münâfiķīn”, 27), Âdem’i cuma günü (Müsned, II, 1, 4; Müslim, “CumǾa”, 17, 18; Ebû Dâvûd, “Śalât”, 207) yaratmıştır.
Hz. Peygamber, çok soru sormanın sakıncalarına dikkat çekmek üzere insanların durmadan soru sorduklarını, sonunda işi, “Allah her şeyi yarattığına göre O’nu kim yarattı?” demeye kadar götürdüklerini (Buhârî, “İǾtiśâm”, 3), diğer bir rivayete göre benzer soruları insanları saptırmak için şeytanın onlara soracağını belirtmiş, böyle durumla karşılaşanlara, “Şeytandan Allah’a sığınırım” diyerek bu kuruntuyu zihinlerinden çıkarmalarını öğütlemiştir (Buhârî, “Bedǿü’l-ħalķ”, 11). Yaratılışın başlangıcına işaret eden bir hadiste, “Allah vardı ve O’nunla birlikte (diğer bir rivayete göre O’ndan başka) hiçbir şey yoktu; arşı su üzerindeydi; her şeyi levh-i mahfûza yazdı, gökleri ve yeri yarattı” denilmektedir (Buhârî, “Bedǿü’l-ħalķ”, 1; Müsned, II, 313, 501; V, 316, 321). İslâm âlimleri bu hadisi yoktan yaratmanın açık bir delili kabul ederler. Mu‘tezile âlimi Ebû Bekir el-Esamm’a göre Kur’an’da da geçen, “Arşı su üzerindeydi” ifadesi (Hûd 11/7) arşın suya bitişik olduğu anlamına gelmez; bu, “Gök yerin üstündedir” demeye benzer (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, XVII, 150). Tefsir ve hadis âlimleri bu ifadeden arşın ve suyun yer ve göklerden önce yaratıldığı mânasını çıkarmışlardır (Zemahşerî, II, 259; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, XVII, 150; Bedreddin el-Aynî, XII, 255-256). İbn Hacer el-Askalânî söz konusu hadisi şöyle açıklar: “‘Allah’tan başka’ ifadesi gösteriyor ki başlangıçta Allah’ın dışında ne su ne arş ne de başka bir şey vardı”. İbn Hacer, “Allah gökleri ve yeri yaratmadan elli bin yıl önce bütün ölçü ve hacim kriterlerini belirlemişti” diye başlayan hadisi (Müsned, II, 169; Tirmizî, “Ķader”, 18) dikkate alarak yukarıdaki hadisten şu mânayı çıkarır: “Arşı su üzerinde bulunduğuna göre Allah önce suyu, sonra arşı, sonra da gökleri ve yeri yarattı. Hadisteki ‘kâne’ fiili Allah’ın ezeliyetine, başka varlıkların da yokluktan yaratılmasına delâlet eder” (Fetĥu’l-bârî, XIII, 6-7). Âyet ve hadislerde yaratma bağlamında geçen arş ve kürsînin (el-Bakara 2/255; Müsned, I, 282, 296; V, 229; Dârimî, “Riķāķ”, 80) maddî bir varlığa tekabül etmeyip ilâhî saltanat, hâkimiyet, yücelik ve büyüklükten kinaye olduğu da belirtilmiştir. Başka bir hadiste, “Şanı yüce olan Allah’ın ilk yarattığı şey kalemdir. Sonra ona ‘yaz’ dedi; işte o anda kıyamete kadar olacaklar belirlendi” denilmektedir (Müsned, V, 317; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 16; Tirmizî, “Ķader”, 17). Bu hadisin kader konusunun sembolik bir ifadesini yansıttığı ve bu açıdan Allah’ın, yaratılmasını takdir ettiği şeyleri önce belirlediğini bildiren yukarıdaki hadisle aynı şeyi anlattığı dikkate alınırsa ilk yaratılanın su olduğuna
cilt: 43; sayfa: 328 [YARATMA - Mustafa Çağrıcı]
işaret eden rivayetlerle çelişmediği görülür. Bir rivayete göre Hz. Peygamber, “Rabbimiz mahlûkatı yaratmadan önce neredeydi?” sorusuna, “Amâda idi; onun ne altında ne üstünde hava vardı. Sonra Allah kendisinden başka hiçbir şey yokken su üzerinde arşı yarattı” şeklinde cevap vermiştir (Müsned, IV, 11, 12; Tirmizî, “Tefsîr”, 11/1; İbn Mâce, “Muķaddime”, 13). İlk dil âlimlerinden Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, Arapça’da amânın “bulut” anlamına geldiğini, ancak bu hadisteki mânasını bilmenin mümkün olmadığını söyler. Bu görüşe katıldığını belirten Ezherî’ye göre akılla kavranamayan şeye de amâ dendiğine göre hadisteki “amâda idi” ifadesinin, Allah’ın akılla kavranamayacak ve mahiyeti bilinemeyecek bir konumda bulunduğu şeklinde anlaşılması mümkündür (Lisânü’l-ǾArab, “Ǿamy” md.; ayrıca bk. AMÂ).
Kelâm. Kelâm literatüründe halk kavramına genellikle “bir şeyin şekil ve ölçüsünü belirlemek” (takdir) anlamı verilmiştir. Kādî Abdülcebbâr’ın naklettiğine göre Ebû Ali el-Cübbâî halkın takdirden ibaret olduğunu, mahlûkun da “yaratılıştan beklenen amaca göre mükemmel bir şekilde belirlenmiş fiil” anlamına geldiğini söylemiş, Ebû Hâşim el-Cübbâî ise halkı iradeyle aynı şey saymıştır (Şerĥu’l-Uśûli’l-ħamse, s. 548). Gazzâlî, Haşr sûresinde (59/24) ardarda gelen hâlik, bâri’ ve musavvir isimlerinin farklı anlamlar içerdiğini belirterek yokluktan varlığa çıkarılan bir şeyin oluşum sürecini takdir, icat ve tasvir şeklinde sıralar. Buna göre Allah takdir edici olarak hâlik, icat edici olarak bâri’, yarattıklarını en güzel biçimde şekillendirdiği için musavvirdir (el-Maķśadü’l-esnâ, s. 52-53). Fahreddin er-Râzî halkın hem “îcâd, ibdâ‘, yokluktan varlığa çıkarma” hem “takdir” mânasına geldiğini belirtir; takdiri de “bir şeyi belli bir ölçüye göre oluşturmak” (tekvin) şeklinde tanımlar. Râzî’ye göre takdirde üç unsur bulunur: Bir şeyi varlığa çıkaracak kudret, o şeyi belli ölçüde belirleyen irade, bu ölçü hakkındaki bilgi. Râzî, Mu‘tezile âlimlerinden Ebû Abdullah el-Basrî’nin, halk kavramında “düşünme” anlamının bulunması sebebiyle Allah hakkında hâlik isminin ancak mecaz yoluyla kullanılabileceği yönündeki fikrini halkın “îcâd ve ibdâ‘” mânasını da içermesi, ayrıca Allah’ın takdir için düşünmesinin şart olmaması sebebiyle reddetmiştir (LevâmiǾu’l-beyyinât, s. 208-214).
Kelâm kaynaklarında âlemin yaratılması meselesi tartışılırken halk, ibdâ‘, îcâd gibi kelimelerin yanında konu çoğunlukla hudûs kavramı çevresinde ele alınmış, yaratma için ihdâs, yaratıcı için muhdis, yaratılan için hâdis ve muhdes kelimeleri kullanılmıştır. Bütün kelâm âlimleri çeşitli delillere dayanarak cevher ve arazların, dolayısıyla cisimlerin ve bütünüyle âlemin hâdis olduğunu, her hâdisin bir muhdise ihtiyacı bulunduğunu belirtip -çeşitli delillerle teselsülün imkânsızlığını da göstererek- buradan âlemin Allah tarafından yaratıldığı sonucunu çıkarırlar. Kelâm ilminde Allah’ın âlemi yoktan (ma‘dûm, lâ şey’, leys) yarattığı konusunda ittifak edilmekle birlikte ma‘dûmun “şey” olup olmadığı, bir varlığa tekabül edip etmediği meselesi önemli tartışmalara yol açmış; Ehl-i sünnet kelâmcıları şey’e “varlık” anlamı verdikleri için ma‘dûmu “lâ şey’” (şey değil) sayarken Mu‘tezile âlimleri onu şey kabul etmiş; bu da Ehl-i sünnet âlimleri tarafından âlemin önceden mevcut olan bir şeyden yaratıldığı, dolayısıyla Allah’tan başka ezelî bir gerçeğin var olduğu şeklinde anlaşılarak eleştirilmiştir. Mu‘tezile kaynaklarında, “Ma‘dûm şeydir” biçiminde açık bir ifadeye rastlanmaz. Kādî Abdülcebbâr, Ebû Abdullah el-Basrî’nin, “Ma‘dûm sürekli var olmayan, yok olandır” şeklindeki sözünü ma‘dûmların daha önce var olduğu fikrine götürdüğü için reddetmiş, kendisi ma‘dûmu “mevcut olmayan mâlûm” diye tanımlamış ve bu tanımın Allah’ın dışında ikinci bir kadîmin varlığını akla getirmeyeceğini söylemiştir (Şerĥu’l-Uśûli’l-ħamse, s. 176-177). Buna karşılık Hişâm b. Amr el-Fuvatî hariç Mu‘tezile âlimlerinin ma‘dûmları gerçek şeyler saydıklarını, onların ezelî ve sonsuz olduğuna inandıklarını bildiren İbn Hazm bunun sınırsız, ezelî ve yaratılmamış şeylerin varlığını tasdik etme anlamına geldiğini ve âlemin ezelîliğini kabul eden (dehrî) bir görüş olduğunu belirtir (el-Faśl, IV, 202). Nitekim bu tartışmaları değerlendiren H. Austryn Wolfson, ma‘dûmun bir şey olduğuna inanan bütün Mu‘tezile âlimlerini; Platoncu düşüncedeki önceden mevcut ezelî madde inancını takip ettiğini söylemektedir (Kelâm Felsefeleri, s. 280). Öte yandan Ehl-i sünnet âlimlerinin Allah’ın sıfatları konusundaki görüşleri de Mu‘tezile’nin benzer itirazıyla karşılaşmıştır. Ehl-i sünnet âlimleri Allah’ın diğer sıfatları gibi halk sıfatının da ezelî olduğunu düşünürken Mu‘tezilîler bu görüşün birden fazla kadîm varlık bulunduğu (taaddüd-i kudemâ’) sonucuna götüreceğini, dolayısıyla tenzihe
tenzihe aykırı olduğunu ileri sürmüştür. Ancak Mu‘tezile âlimlerinin Allah’ın zâtından ayrı gerçeklikler olarak sıfatların varlığını reddetmeleri kendi aralarında da Allah’ın ezelde yaratıcı olup olmadığı konusunda görüş ayrılığına yol açmıştır. Nitekim Eş‘arî’nin verdiği bilgiye göre Abbâd b. Süleyman, “Allah ezelde yaratıcıydı” demenin de, “O ezelde yaratıcı değildi” demenin de mümkün olmadığını, aynı durumun diğer fiilî sıfatlar için de söz konusu olduğunu söylemiş, Cübbâî ve mezhebin Bağdat kolu mensupları ile Basra kolu mensuplarının bir bölümü, “Allah ezelde yaratıcı ve râzik değildi” derken diğer sıfatlar hakkında farklı görüşler ileri sürmüştür (Maķālât, s. 186-187).
İslâm Felsefesi. İslâm felsefesi kaynaklarında yaratmayla ilgili halk, ibdâ‘, îcâd, sun‘, hudûs gibi kavramlar yanında sudûr, feyiz ve işrak da kullanılmakta ve yaratıcı sâni‘, bâri’, mübdi‘, muhdis, fâil, evvel gibi isimlerle anılmaktadır. İlk İslâm filozofu, aynı zamanda Mu‘tezile kelâmcısı olarak bilinen Ya‘kūb b. İshak el-Kindî, daha sonra geliştirilecek olan Yeni Eflâtuncu sudûr teorisinin aksine âlemin Allah’ın iradesiyle yoktan yaratıldığını ve onun son bulacağını kaydetmiş (Resâǿil, I, 114 vd.), “ilk gerçek bir” diye andığı Allah’ın bütün oluşların yoktan yaratıcısı (mübdi‘) olduğunu, bütün yarattıklarının O’nun varlıkta tutması sayesinde mevcudiyetlerini sürdürebildiklerini belirtmiştir (a.g.e., I, 162). Kindî gerçek anlamda fiili “varlıkları yokluktan var etme” şeklinde tanımlar ve bu anlamdaki fiilin Allah’a mahsus bulunduğunu, “bir şeyi yokluktan varlığa çıkarma” diye açıkladığı ibdâ‘ kavramının da bu mânadaki fiiller için kullanılabileceğini ifade eder (a.g.e., I, 165, 182-183). Buna karşılık Ebû Bekir er-Râzî’nin Eflâtun felsefesinden ilham alıp ileri sürdüğü (Mâcid Fahrî, s. 93-96), yaratıcı, nefs, heyûlâ (mutlak madde), halâ (boşluk, mutlak mekân) ve dehr (mutlak zaman) ilkelerinden oluşan “el-kudemâü’l-hamse” (beş ezelî prensip) hakkındaki düşüncesi, İslâm inanç ve düşünce geleneğinde değişik yorumlarıyla benimsenen yaratma fikrine aykırı görülmüş, birçok müslüman âlim ve düşünürün ağır eleştirisine hedef olmuştur (Resâǿil felsefiyye, s. 165-216; DİA, XXXIV, 481). İhvân-ı Safâ Allah için hâlik, yaratılmışlar için mahlûk sıfatlarını kullanmakla birlikte daha ziyade yoktan ve örneksiz yaratmayı ifade eden ibdâ‘, ihdâs, ihtirâ‘ gibi kavramları tercih etmiştir. Bununla birlikte başka yerlerde de görüldüğü gibi bu konuda da kavramları gerçek anlamlarının dışına taşıdığı görülmektedir.
cilt: 43; sayfa: 329 [YARATMA - Mustafa Çağrıcı]
Nitekim Allah’ın kerem ve cömertliğinin ifadesi olan yaratıcılığını Yeni Eflâtuncu feyiz ve sudûr kavramlarıyla açıklar ve yaratıcıdan ilk sudûr edenin akıl olduğunu, ardından yine feyiz yoluyla küllî nefs, ilk madde ve nihayet diğer varlıkların yaratıldığını ileri sürer. İhvân-ı Safâ’ya göre aklın da ibdâ‘ gücü bulunmakla birlikte ona bu özelliği bahşeden Allah’tır. Bütün varlıkların formları akılda mevcut olup sudûr sürecinde akıl bu formları ruhanî cevher olan küllî nefse aktarır ve sonuçta eşya küllî nefs aracılığıyla var edilir (er-Resâǿil, II, 127; III, 517; IV, 206-207; er-Risâletü’l-câmiǾa, s. 51, 377, 481, 491).
Fârâbî kâinatın meydana gelişini Yeni Eflâtuncu feyiz ve sudûr teorisiyle sistemleştirmiş, daha sonra bu anlayış başta İbn Sînâ olmak üzere aynı çizgideki diğer düşünürlerce devam ettirilmiştir. Öte yandan sudûr teorisine karşı özellikle Gazzâlî’nin başlattığı güçlü eleştiriler İbn Rüşd, Ebü’l-Berekât el-Bağdâdî, Fahreddin er-Râzî, İbn Teymiyye gibi ünlü düşünürler tarafından sürdürülmüştür. Buna karşılık sudûrcu yaratma teorisi Sühreverdî el-Maktûl, Muhyiddin İbnü’l-Arabî gibi mistik düşünürlerin yaratılış düzenini açıklamalarına farklı derecelerde ilham kaynağı teşkil etmiştir. Yaratmanın ezelîliği konusunda değişik bir görüş İbn Rüşd tarafından benimsenmiştir. İbn Rüşd, Eş‘ariyye’nin varlığın sonradan yaratıldığı ve sonlu olduğu yönündeki düşüncesini ve kanıtlarını eleştirirken kendisi âlemin fâili olan Allah’ın varlığı gibi fiilinin de ezelî olmasını mâkul ve mümkün görmüş, her varlığın başlangıcı ve sonu bulunduğunu, ancak var olmanın (yaratılışın) sonsuz bir süreç olduğunu söylemiştir (Tehâfütü’t-Tehâfüt, s. 182-185, 428-429, 431-434; Faślü’l-maķāl, s. 85-87). Aynı fikri benimseyen İbn Teymiyye’ye göre İbn Rüşd’ün bu açıklaması, hem geçmişte ve gelecekte sonu olmayan varlığın imkânsızlığını savunan kelâmcıların görüşünü hem de cisimlerin hareketlerinin başlangıçsız ve sonsuz olarak devam ettiğini, dolayısıyla semavî cisimlerin yaratılmamış bulunduğunu ileri süren filozofların iddialarını çürütmektedir. Sonuçta İbn Rüşd gibi İbn Teymiyye de tek tek varlıklarla tür bakımından varlığı birbirinden ayırmak gerektiğini, fertleri hâdis olan bir türün tür olarak sürekli olabileceğini ileri sürmüştür (Derǿü teǾârużi’l-Ǿaķl, IX, 101-103).
TASAVVUF. İlk sûfîler yaratılış başta olmak üzere Tanrı-âlem ilişkisini bir inanç meselesi olarak görmüş, bu hususta Ehl-i sünnet’in ve özellikle Eş‘arî kelâmcılarının açıklamalarını kendileri için geçerli ve bağlayıcı kabul etmiştir. Cüneyd-i Bağdâdî’nin öncülüğünde gelişen bu tasavvuf anlayışı Serrâc, Kelâbâzî, Hücvîrî, Abdülkerîm el-Kuşeyrî gibi sûfî müellifler tarafından sürdürülmüş, tasavvufun akaide dair meselelere ancak dolaylı biçimde müdahale edebileceği fikri kabul edilmiştir. İlk dönem sûfîleri Ehl-i sünnet’in yaratılış görüşüyle bu görüşü dayandırdıkları Allah’ın kudret ve iradesiyle âlemi yoktan var ettiği, âlemde zorunlu bir nedensellik bulunmadığı gibi düşünceleri genelde benimserler (Kelâbâzî, s. 63). Hücvîrî sûfîlerin yaratılış görüşünü özetlerken göklerin, yerin, dağların, çöllerin, feleklerin, ölümün, hayatın, kısacası her şeyin bir yaratıcısının bulunduğunu, O’nun muhtar ve kādir olduğunu söyler, ardından Ehl-i sünnet’in Allah’a nisbet ettiği sıfatları zikreder. Bununla birlikte Hücvîrî, kendi devrinde İslâm dünyasında çeşitli yaratılış teorileriyle sûfîlere ait görüşleri birbirinden ayırmaya çalışır. Bu bağlamda sûfîlerin karanlıkla nur fikrini kabul eden Seneviyye’den, Ehrimen ve Yezdân ikiliğini benimseyen Mecûsiyyûn’dan, tabiat ve kuvvet fikrine sahip tabîiyyûndan, yedi yıldızın yaratılışını kabul eden felekiyyûn/eflâkiyyûndan, “iki yaratıcının varlığına inanan” diye tanımladığı Mu‘tezile’den farklı düşündüklerini belirtir (Keşfü’l-maĥcûb, s. 521).
Sûfîler, Ehl-i sünnet’in yaklaşımını benimsemekle birlikte bu konuda bazı yeni düşünceler de geliştirmişlerdir. Bunların en önemlisi, Cüneyd-i Bağdâdî’nin bezm-i elestte ruhların yaratılıp yaratılmadığı hakkındaki görüşüdür. Cüneyd’e göre tasavvufun maksadını teşkil eden tevhid derecesine ancak beşerî özelliklerden bütünüyle kurtulup fenâ haline ermekle ulaşılabilir. Ona göre fenâ, yaratılmadan önceki hale dönüşü ifade eder. Buradan hareketle Cüneyd’in insanın yaratılışını veya dıştaki varlığını (kevn) önceleyen bir hakikat fikrine sahip olduğu belirtilir. Aynı yaklaşım Hallâc-ı Mansûr’da da görülmektedir. Bu görüşlere paralel olarak bazı menkıbelerde, sûfîlerin bezm-i eleste ve bu âlemdeki mîsâka atıfta bulunduklarından tasavvuftaki seyrüsülûkün maksadını mîsâkı hatırlamak diye zikrettikleri kaydedilir. Bu düşünceler, sûfîlerin insanın fiilen yaratılmadan önce bir hakikate sahip olduğunu ve bunu ruhlar âleminde veya elest bezmindeki varlık diye ifade ettiklerini gösterir. İlk dönem sûfîleri tarafından nazarî çerçevesi çizilmeden ileri sürülen bu imalar, özellikle Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve takipçilerinin sıkça atıfta bulundukları bu konular tasavvufun farklı devirlerini birbirine bağlayan düşünceler olmuştur.
Yaratılışla ilgili olarak sûfîlerin üzerinde durduğu diğer bir görüş yaratılışta bir amacın bulunup bulunmadığı hususudur. Ebû Tâlib el-Mekkî’nin, “Felek âdemoğlunun nefesleriyle döner” sözü insanın kâinattaki yerini belirtir. Ona göre insan âlemin varlık sebebidir. Bu bağlamda ilk sûfîlerde âlemin veya insanın kıdemi fikri görülmese de ruhun ölümlü olup olmadığı hususunda aralarında bazı görüş ayrılıklarının varlığı zikredilmektedir. Kelâbâzî sûfîlerin ruh hakkında yaratılmış olduğu ve yaratılmış olmadığı şeklinde iki gruba ayrıldıklarını belirtir (Taarruf, s. 100).
Bundan dolayı fenâ-bekā, fark-cem‘, ayrıca vuslatın anlamı bu konudaki görüşlerle doğrudan irtibatlıdır. Kuşeyrî, sûfîlerin büyük çoğunluğunun ruhun yaratılmış olup bedene yerleştirildiğini kabul ettiğini söyler. Âhirette ruh bedenle birlikte yeniden yaratılacaktır. Ona göre ruhun yaratılmamış olduğunu kabul edenler sapıklık içindedir (Risâle, s. 234).
Yaratılışla ilgili diğer bir konu âlemdeki nedensellik problemidir. Yaratma kudret ve iradeyle gerçekleştiğine göre âlemde ilâhî kudreti sınırlayan bir sebeplilik bulunmamalıdır. Sûfîler tevekkül, sabır, fenâ ve tevhid gibi hususlara dair görüşlerini açıklarken nedensellik hakkındaki düşüncelerini de ortaya koymuşlardır. İlk sûfîler için nedensellik, üzerinde hiç konuşulmaması gereken bir şeydir. Onlar Allah’ın mutlak kudret sahibi olduğunu, sebeplerin O’nun fiilini sınırlamayacağını ve bir nedensellikten söz edilemeyeceğini belirtirler (a.g.e., s. 345 vd.; Sühreverdî, s. 194 vd.). Öte yandan bazı ilk sûfîler hastalanınca tedavi olmayı, insanlardan gelecek bir yardımı kabul etmeyip her şeyin Allah’tan isteneceğini söylerken nedensellik fikrine karşı çıkmışlardır. Sûfîler, tasavvufî hallere dair fikirlerinde Allah’ın âlemdeki fâilliğini ve ilâhî kudretin sınırsızlığını vurgulamış, kulun O’nun fiili karşısındaki mutlak edilgenliğini idrak etmesini tasavvufun bir gereği saymıştır (Abdülkerîm b. Hevâzin el-Kuşeyrî, s. 355; Ebû Tâlib el-Mekkî, III, 94 vd.). Âlemdeki sebepliliği reddeden böyle bir hal anlayışı çerçevesinde insan sürekli Hakk’ın fiilinin tesiri altındadır ve bu fiili sınırlayacak hiç bir güç yoktur. Sûfîlere göre tevekkül, rıza, teslimiyet, tefvîz, inâbe ve sabır Allah’ın kulu için her şeyin en iyisini yaratacağı inancına dayanır (a.g.e., III, 152).
Tasavvuf, Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve takipçileriyle birlikte nazarî bir dile ve sistematik bir yapıya kavuşmuş, kelâm ve felsefenin alanı sayılan konular sûfîler tarafından ele alınmış ve ilk defa bir yaratılış teorisinden söz edilir hale gelinmiştir. İbnü’l-Arabî’nin yaratılış teorisi kelâm ve felsefenin yaratılış ve sudûr teorilerinin izlerini taşıyan, bunun yanında âyet ve hadislerden çıkarılmış pek çok kavram ve ifadenin yorumlandığı zengin bir dile sahiptir. Aynı zamanda bu teori süratli geçişlerle ahlâktan metafiziğe, tabiattan fıkha, kelâma ve diğer din bilimlerine doğrudan ve dolaylı atıfların bulunduğu geniş bir zeminde üretilip dile getirilmiştir. Teorinin takibi felsefe ve kelâm metinlerine göre güçlük arzetse de özellikle cedel üslûbundan uzak kalan dili diğerlerine göre daha anlaşılır bir yapıya sahiptir. İbnü’l-Arabî’nin yaratılış anlayışı kelâmdaki yaratılışla felsefedeki sudûr teorisinin bir eleştirisi olarak da yorumlanabilir. Bundan dolayı yaratılış Sadreddin Konevî tarafından metafiziğin çerçevesine dahil edilmiştir (Tasavvuf Metafiziği, s. 10). Yaratılış meselesi ayrıca İbnü’l-Arabî döneminde ve daha sonra ilâhî isimler, insanın ahlâkî bir varlık olarak gelişimi, âlemin anlamı gibi hususların ana çerçevesini belirlemiştir.
Her şeyden önce sudûr teorisinin Tanrı ile âlem arasındaki süreklilik ilişkisiyle “birden bir çıkar” ilkesi (a.g.e., s. 14) İbnü’l-Arabî’nin yaratılış teorisinde muhafaza edilmiştir. Sûfîler sudûr teorisinin bu yönünü reddetmezken benzer bir akıl yürütmeyle Tanrı’yı mutlak varlık olarak kabul etmişlerdir (Demirli, İslâm Metafiziğinde Tanrı ve İnsan, s. 169 vd.). İbnü’l-Arabî düşüncesinin metafizikçilerin düşüncesiyle örtüştüğü birinci nokta budur. Bu durumda yaratılış, mutlak varlığın mümkinlerin hakikatlerinde tecellîsi veya onlara varlık vermesinden ibarettir (Sadreddin Konevî, Tasavvuf Metafiziği, s. 31). Bu da İbnü’l-Arabî’nin vahdet-i vücûd olarak bilinen varlık anlayışının ana cümlelerinden biridir. Âlemin yaratılış sürecinde dile getirilen akıllar, felekler, semavî varlıklar, tabiat içindeki süreklilik ve ilişkiler, müvelledât-ı selâse, semavî varlıklarla yer arasındaki irtibat da sudûr teorisindeki şekliyle muhafaza edilmiştir. Ancak İbnü’l-Arabî söz konusu teoriyi vahiy ekseninde yorumlarken onun özünü ve içeriğini oluşturan nedensellik ilkesini ortadan kaldırmış, “vesileci sudûr” diye ifade edilebilecek bir düşünceyi savunmuştur. Vesileci sudûr Tanrı-âlem ilişkisini sudûr teorisiyle yorumlayan, fakat bu teorinin özünü teşkil eden zorunlu nedensellik zincirini Tanrı ile her bir varlık arasında bulunan, “vech-i has” diye adlandırılan merkezî bir kavramla aşan yeni bir yaratılış felsefesidir (Demirli, İslâm Metafiziğinde Tanrı ve İnsan, s. 214).
4). Sûfîlere göre sudûr teorisinin hatası Tanrı ile cüz’îler arasında mevcut doğrudan irtibatı göz ardı etmiş olmasıdır. Bu tutum, hem Tanrı hem varlıklar açısından bilgiyi sadece nedensellik zincirine hapseden epistemolojideki temel bir sapmadır. Bu eleştiri, daha önce kelâmcıların Allah’ın cüz’îleri bilmesi hakkında filozoflara yönelttikleri eleştirinin bir devamıdır. Ancak İbnü’l-Arabî ve Konevî, kelâmcılara göre meseleyi daha derin bir tahlile tâbi tutarak yaratılış teorisi değişmeden bu sorunun aşılamayacağını öngörmüşlerdir. Kelâmcılar meseleyi bir bilgi sorunu olarak ele alırken İbnü’l-Arabî konunun yaratılış anlayışından kaynaklandığını düşünmüş, bundan dolayı yaratılış teorisini temelden değiştirecek vech-i has kavramını kullanmış, bu sayede her cüz’înin Tanrı ile doğrudan ve dolaylı olmak üzere iki irtibatı bulunduğunu belirtmiştir. Bu şekilde her şey Tanrı’ya hem sudûr silsilesi hem vech-i has yoluyla bağlanır (Sadreddin Konevî, Sadreddin Konevî ve Nasireddin Tûsî Arasında Yazışmalar, s. 72; Demirli, Bilgi ve Varlık, s. 227). Böyle bir anlayış İslâm filozoflarının sudûr teorisini bozmak, aynı zamanda sudûr zincirindeki her varlığın bir sonraki için teşkil ettiği nedenselliği vesileye çevirmek demektir. Sudûr teorisinin vesileci sudûr anlayışına dönüştürülmesi İbnü’l-Arabî’nin “yaratmak” anlamında kullandığı tecellî, zuhur, sudûr, hurûc, îcâd, ihtira‘, tasvir gibi pek çok kavramı açıklamaya imkân verir (Demirli, İslâm Metafiziğinde Tanrı ve İnsan, s. 177). Ayrıca İbnü’l-Arabî, Eş‘arîler gibi yaratılış konusunu durağan bir iş veya bir defada olmuş bir hadise olarak görmez. Ona göre âlem her an yenilenen veya yeniden yaratılan arazlardan meydana gelir (Fusûsu’l-hikem, s. 169). İbnü’l-Arabî, Eş‘arîler’in bu anlayışını iki açıdan çelişkili bulmaktadır. Birincisi değişimin ardındaki sürekliliği açıklayamaması, daha tutarlı olan ikincisi de sürekli değişen arazlardan oluşan âlemin toplamını değişmez saymasıdır. İbnü’l-Arabî bir araz hakkında verdiği hükmü bütün âleme teşmil ederek, “Bütün âlem her an yeniden yaratılır” der (a.g.e., s. 169).
Yaratmanın her an yeniden gerçekleştiğini kabul eden sûfîler “tecdîd-i halk” fikrini savunmuştur. Tecdîd-i halk Eş‘arîler’in cevher-araz görüşüyle irtibatlıdır ve kavram daha önce onlar tarafından kullanılmıştır. Sûfîlerin tecdîd-i halk telakkisini Eş‘arîler’in görüşünden ayıran nokta teceddüd-i emsâl ve bu tabirin bağlı olduğu a‘yân-ı sâbite fikridir. Her şey yeniden yaratılırken sürekliliği sağlayan şey İbnü’l-Arabî’ye göre yaratmanın teceddüd yoluyla gerçekleşmesidir. İbnü’l-Arabî’ye mahsus olan teceddüd-i emsâl fikri yine ona ait olan a‘yân-ı sâbiteden çıkmıştır. A‘yân-ı sâbite, İbnü’l-Arabî’nin yaratılış düşüncesinin, “Varlık olmak bakımından varlık Hak’tır” esasından sonra dayandığı ikinci önemli kavramdır ve her şeyin ilm-i ilâhîde
sabit olan hakikati demektir. Yaratılış Tanrı’nın sürekli biçimde bu a‘yân-ı sâbiteye tecelli etmesinden veya kelâmcıların tabiriyle Hakk’ın a‘yân-ı sâbiteyi bilmesinden ibarettir. Bu kavramın yaratılışla ilgili diğer bir yönü de yaratılışın, yani bir zaman içinde gerçekleşen hudûsun ezelle ilişkili olmasıdır. Zira her şey kadîmde bir taayyüne sahiptir ve her şey ezeldeki haline göre dışta varlık kazanmaktadır. Bu yaklaşım kısmen Mu‘tezile’nin ma‘dûmât, kısmen İslâm filozoflarının mahiyet fikriyle irtibatlı olsa da genelde Eş‘arîler’in sıfatlar teorisiyle ilgilidir. İbnü’l-Arabî’ye göre sudûrun ortaya çıkardığı bazı sorunlar da ancak a‘yân-ı sâbite ile çözülebilir. A‘yân-ı sâbite sürekli olarak ilâhî ilimdedir ve dıştaki âlem a‘yân-ı sâbitenin gölgelerinden ibarettir.
İbnü’l-Arabî yaratılışın gayesi meselesini de ele almıştır. Ona göre âlem bir maksat için var olmuştur. Ancak İbnü’l-Arabî bu görüşlerini açıklamak üzere bazı âyetleri, bir kısmı zayıf veya mevzû olan hadisleri yorumlamıştır. Buradan hareketle sûfîler “kenz-i mahfî” tabirini üretmişlerdir. Bu kavram, “Ben gizli bir hazine idim, tanınmayı murat ettim; mahlûkatı yaratıp kendimi tanıttım, böylece onlar da beni tanımış oldu” anlamındaki rivayete dayanmaktadır (bu rivayetin mevzû oluşu hakkında ittifak edilmiştir, bk. Aclûnî, II, 155). Vahdet-i vücûd merkezinde gelişen tasavvuf düşüncesinde bu kavram Tanrı’ya işaret eder. Bu tabir ekseninde dile getirilen düşünce âlemin varlık sebebini ilâhî kemalin feyezanı şeklinde görmektir ve bu düşünce bir ölçüde sudûr teorisinin kemal-mükemmel fikriyle irtibatlı görünmektedir. İnsan bu maksadın gerçekleşmesinin vasıtası sayılır. İbnü’l-Arabî insanın bu yönünü anlatmak için, “İnsan ilk maksatla amaçlanan varlıktır” der (Fusûsu’l-hikem, s. 26) ve insanı âlem aynasının cilâsı kabul eder. Burada insandan kastedilen insân-ı kâmil (Hz. Peygamber) olsa da vekâleten bütün insanlar bu kapsama girer. Sûfîler hakîkat-i Muhammediyye, nûr-ı Muhammedî, akl-ı evvel gibi terkipleri bu bağlamda yorumlamışlardır. Yaratılışla ilgili düşüncelerden biri de varlık mertebeleridir. İbnü’l-Arabî’ye göre yaratma veya taayyün belirli mertebelere göre ortaya çıkar. Mertebeler düşüncesi “bir” ile “çokluk” sorununu açıklamayı hedefler ve her mertebeyle ilgili çeşitli sorunlar üzerinde durulur (DİA, XX, 500). Mertebeler fikri özellikle tecerrüd, fenâ, mi‘rac gibi tasavvufî bilginin merkezî kavramlarını açıklamada belirleyici rol oynar. Bu sebeple bir insanın kemale ermesi demek olan mi‘rac veya terakkî yolculuğu bütün yaratılış mertebelerini geçerek ilk taayyün mertebesine dönmesiyle gerçekleşir.
Kelâbâzî, Taarruf (Uludağ), s. 63, 100; Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtü’l-kulûb: Kalplerin Azığı (trc. Muharrem Tan), İstanbul 1999, III, 94 vd., 152; Hücvîrî, Keşfü’l-maĥcûb (nşr. İs‘âd Abdülhâdî Kındîl), Beyrut 1980, s. 521; Abdülkerîm b. Hevâzin el-Kuşeyrî, Risâle (trc. Dilaver Selvi), İstanbul 2005, s. 234, 345 vd., 355; Sühreverdî, Avârif, s. 194 vd.; İbnü’l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye (trc. Ekrem Demirli), İstanbul 2006, I, 23; a.mlf., Fusûsu’l-hikem (trc. Ekrem Demirli), İstanbul 2006, s. 26, 169, 429; Sadreddin Konevî, Tasavvuf Metafiziği: Miftâhu gaybi’l-cem ve’l-vücûd (trc. Ekrem Demirli), İstanbul 2002, s. 10, 14, 31; a.mlf., Sadreddin Konevî ve Nasireddin Tûsî Arasında Yazışmalar: el-Mürâselât (trc. Ekrem Demirli), İstanbul 2002, s. 64, 72; Aclûnî, Keşfü’l-ħafâǿ (nşr. Yûsuf b. Mahmûd el-Hâc Ahmed), Dımaşk 1421/2000, II, 155; A. Avni Konuk, Fusûsü’l-hikem Tercüme ve Şerhi (haz. Mustafa Tahralı - Selçuk Eraydın), İstanbul 1987, I, 39; Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1992, s. 283; Ebü’l-Alâ el-Afîfî, İslâm Tasavvufu: İslâm’da Mânevî Hayat (trc. Ekrem Demirli - Abdullah Kartal), İstanbul 1996, s. 185; Ekrem Demirli, Sadreddin Konevî’de Bilgi ve Varlık, İstanbul 2005, s. 54, 227; a.mlf., İslâm Metafiziğinde Tanrı ve İnsan: İbnü’l-Arabî ve Vahdet-i Vücûd Geleneği, İstanbul 2008, s. 169 vd., 177 vd., 214; M. Erol Kılıç, “İbnü’l-Arabî, Muhyiddin”, DİA, XX, 500.
Maturide 'ye göre ayette geçen her ümmete bir şeriat kılınması, önceki ümmetlerin şeriatlerinde olan ya da olmayan, hevalarına uyarak alışkanlık haline getirdikleri bası hususların nesh edilmesi anlamındadır. Bu bakımdan mensuh olan bir hükümle amel etmek haramdır. İmâm Maturidi. Uluslararası sempezyum Tebliğler kitabı.sy.193.
Ancak Maturidi'ye göre burdaki nesh, Yahudilerin anladığı şekliyle beda değildir. Zira nesh, bir hükmün uygulanış zamanının sona erdiğinin beyanıdır. İmâm Maturidi Uluslararası Sempezyum Tebliğler Kitabı.sy.193.
bed': Başlayış ilk. bed: 1.Fen, kötü çirkin, yaramaz.2. Kötülük fenalık.3. Ateş tutuşturmaya mahsus yarı yanmış paçavra. beda: Hayret verici, yenilik ve iyliklerde üstünlük, güzellik. Osmanlıca Türkçe Lügat.sy.121.
A’lâ, “en yüce” demek olup sûre Mekke döneminde nâzil olmuştur. 19 âyettir. Adını ilk âyetindeki aynı ifadeden almıştır.
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
1-2-3-4-5. Rabbinin yüce adını tesbih et (“Sübhâne Rabbiye’l A’lâ” de). O (her şeyi) yaratıp düzenine koyan (her şeyi) takdir ed(ip yarat)an ve ona göre de uygun yolu (ilham edip) gösteren,[1] (yemyeşil) otlağı çıkaran, sonra da onu, kararmış/siyahımsı çer çöp haline çevirendir.[2]
6-7. (Resûlüm!) Sana (Kur’an’ı) okutacağız; artık sen asla unutmayacaksın. Yalnız Allah’ın (nesh etmek için) dilediği başka. Çünkü O, açığı da bilir, gizliyi de.
8. Seni en kolay olana muvaffak kılacağız.
9. O halde sen öğüt (ve hatırlatmak)ya fayda verirse, diye öğüt verme (ve hatırlatma işi)ne devam et.
10. (Allah’a) saygısı olan, öğüt alacak (emrine uygun yaşayacak)tır.
11-12-13. Âsî/kötü olan kimse de ondan kaçınacak ama o en büyük ateşe girecektir. Sonra orada o, ne ölecek ne de yaşayacaktır. [krş. 4/56; 20/74; 25/14]
14-15. Doğrusu, hem (günahlardan) temizlenen hem de Rabbinin adını (tesbih, tehlil ve tekbirle) anıp namaz kılan mutluluğa/kurtuluşa ermiştir.
(Bu iki âyette sırasıyla amellerin üç derecesi ve böylece mutluluk formülü verilmektedir.)
16-17. Fakat! (Ey gafiller!) Siz, (geçici) dünya hayatını üstün tutuyorsunuz. Âhiret ise, hem daha hayırlı hem de devamlı (ve sonsuz)dur.
18-19. Muhakkak ki bu (öğütler)[3] evvelki sahîfelerde, İbrahim ve Musa’nın sahîfelerinde de vardır. [krş. 53/36-37]
[1] Her şeyin bir kaderi olduğuna dair bk. 25/2; 54/49.
[2] Âyetteki “ğusâ” kelimesi, sel köpüğü anlamına da gelmektedir. O zaman tercüme şöyle olur: “Sonra da onu (otlağı) siyahımsı bir sel köpüğü haline çevirendir.” Belki uzun zaman sonra bunlar yer altında petrol ve kömür haline gelmiş olabilir.
Mekke döneminde nâzil olmuştur. 15 âyettir. Şems, “güneş” demektir. Adını ilk âyetteki ilgili kelimeden almıştır.
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
1-2-3-4-5-6-7-8. Güneşe ve onun ışığına, (ışık bakımından) onu takip ettiğinde aya,[1] (güneş) açıp parlattığında gündüze, onu(n ışığını) örttüğü zaman geceye, göğe ve onu bina edene, yere ve onu (hayata elverişli olarak) ‘yayıp döşeyene’, her bir nefse ve onu (insan şeklinde) düzenleyene, sonra da ona, hem kötülüğü, hem de ondan sakınmayı/ korunmayı ilham eden (onlara bilme kabiliyeti veren)e andolsun ki!
9-10. O (nefsi)ni (günahlardan)[2] tertemiz yapan, muhakkak kurtulup umduğuna ermiştir. Onu (günahlarla) örtüp gömen de elbette ziyana uğramıştır. [krş. 92/12-18]
11. Semûd (kavmi) azgınlığı yüzünden (peygamberleri Salih’i) yalanladı.
12. Hani onların en bedbaht olanı (mucize olarak verilen deveyi öldürmek için) ayaklanmıştı.
13. Allah’ın peygamberi (Salih) onlara: “Allah’ın dişi devesine ve onun su içmesi (nöbeti)ne dokunmayın.” demişti. [bk. 7/73; 26/155; 54/28]
14. Fakat onu yalanladılar, onu (deveyi) de (ayaklarından biçerek) devirip kestiler. Rableri de onları, günahları yüzünden, (gazabıyla) kırıp geçirdi, orayı dümdüz etti.[3]
15. Bunun sonucundan (yere batırmasından) da, O korkacak değildir.
[1] Ay, hareket bakımından dünyaya, ışık bakımından güneşe bağlıdır. Ayın güneşe uyması ve ona benzemesi de 14-15’inde dolunay günlerinde olur ki doğuşu, güneşin batışını takip eder.
[2] Şirkten, ibadetsizlikten, kötü duygu ve fiillerden.
[3] İnsanlar başıboş yaratılmamıştır. Yaptığı günah işler kimsenin yanına kâr kalacak değildir. İyiliği emir ve kötülükten menetmenin yapılmadığı ve günahkârlığa devam edilen yerlerde, ferdin veya bir grubun âsîliğine karşı, ceza umûmî gelir. [bk. 8/25]
Mekke döneminde nâzil olmuştur. 19 âyettir. İnsanın alak’tan yaratıldığını ifade etmekte ve aynı kelimeyle adlandırılmaktadır.
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
1-2. Yaratan Rabbinin adıyla (Rabbin adına sana okunan şekliyle) oku (ve bildir insanlara).[1] O insanı bir alak’tan (rahim duvarına asılmış zigottan/aşılanmış yumurtadan) yarattı. [bk. 22/5; 23/13-14]
3-4-5. Oku, insana bilmediğini öğreten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin en büyük kerem sahibidir.
6-7. Ama doğrusu insan, kendisini müstağnî (Allah’a karşı ihtiyaçsız) görmesiyle azar (tâğûtlaşır, rablaşır/kendini tanrılaştırır).
8. Şüphesiz dönüş ancak Rabbinedir.
9-10. Gördün mü, namaz kılarken bir kulu men edeni(n hali nice oldu)?
(Kureyş kabilesi içinde önemli bir mevkiye sahip olan ve kendisini yeterli görüp Allah’a ihtiyaç duymayan Ebû Cehil, Hz. Peygamber namaz kılarken boynuna basıp ona engel olmak istemişti. Fakat daha yanına varınca gözüne ateş hendeği ve bazı kanatlılar gözükünce titreyerek geri dönüp kaçtı.)
11. Söyle bana! Ya o (namaz kılan kul) doğru yol üzerinde ise!
12. Yahut takvâyı (Allah’ı tanıyıp O’nu emirlerine uygun yaşamayı) emrediyorsa!
13. Söyle bana! Ya o (biri de hakkı) yalan sayıyor ve (imandan) yüz çeviriyorsa (hali nice olur)?
15-16. Sakınsın o. Yok eğer (inkârından ve bu tutumundan) vazgeçmezse, andolsun ki (onu) perçem(in)den, o yalancı, günahkâr perçem(in)den yakalayıp (cehenneme) sürükleriz.
17-18. Artık o (kendisine yardım ede cek) grubunu çağırsın. (Biz de) zebânîleri çağıracağız.
19. Sakın, (seni ibadet ve taatten menedene korkup) boyun eğme; (Allah’a) secde et ve (böylece başkalarına kulluktan kurtulup O’na) yaklaş. [2]
[1] Hz. Peygamber okuma yazma bilmemekle beraber, Arap müşriklerinde okuma yazma vardı. Hatta şiirlerindeki edebî sanat üst seviyede idi. Fakat öğrenimlerinin temelinde “Bismi’l-Lât ve’l-Uzzâ” gibi putlarını anma, onları yüceltme ve onlar adıyla okuma vardı. Bu âyet-i kerîme ile artık putlar ve onları yüceltme adına değil, Allah’ın yüceliğini hâkim kılma ve O’nun adıyla okuma inkılâbı yapılmış oldu. Burada mef’ûl (nesne/okunacak şey) kaldırılmış olduğundan rızasına uygun bütün okumaları da içine almaktadır. İnsanın aklını, düşüncesini aydınlatan fen bilimleridir. Gönlünü, duygularını aydınlatan ise din ilimleridir. Sadece fen bilimleri ile beslenen insan genelde hile, şüphe ve çıkarcılığa yönelir. Ancak din bilimleriyle birlikte insan yücelir, mutluluğa erer.
Medine döneminde nâzil olmuştur. Sekiz âyettir. Mekke döneminde indiği de söylenir. Beyyine, “açık delil” demektir. Birinci âyette geçen bu kelime sûreye ad olmuştur.
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
1. Ehl-i Kitab olan kâfirler ile müşrikler, kendilerine apaçık bir delil gelinceye kadar (kendi küfürlerinden) ayrılacak değillerdi. [bk. 5/17, 72; 9/30; 13/36]
2-3. (İşte bekledikleri apaçık delil:) Allah tarafından gönderilen, içinde payidar kalacak (doğru) yazılar (hüküm ve bilgiler) bulunduran, (batıldan) arınmış sayfaları okuyan (son) bir Resûldür (ki o da gelmiştir). [bk. 3/105]
4. (Böyle iken) Kitab verilenler ancak kendilerine apaçık delil (Kur’an ve Peygamber) geldikten sonra ayrılığa düştüler.
5. Halbuki onlar, ‘Allah’ı birleyerek’ (O’na) kulluk etmek, bu dini yalnız Allah’a has kılmak,[1] namazı dosdoğru kılmak ve zekâtı vermekten başka bir şey ile emredilmediler. İşte bu da en doğru/sağlam dindir.
6. Şüphesiz ki gerek Ehl-i Kitab’dan, gerek (Allah’tan başkalarına bağlanıp onları tabulaştırarak/ilâhlaştırarak) müşriklerden olsun (böylece) küfre sapanlar/kâfirlikte kalanlar, içinde devamlı kalmak üzere cehennem ateşindedirler. İşte halkın en kötüsü/en şerlisi, onlardır. [krş. 2/165]
7. Doğrusu iman edip de sâlih amel işleyenler, işte yaratılanların en iyisi onlardır.
8. Rableri katında onların mükâfatları, içinde devamlı kalacakları, alt tarafından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Allah onlardan razı olmuş, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. Bu (mükâfat), Rabbine (itaatle) içi ürpererek saygı gösteren kimselere mahsustur. [krş. 89/27-30]
[1] Dini Allah’a has kılmak/dinde ihlaslı olmak; dini, kendine veya başkalarına göre değil, Allah’ın emrine uygun yaşamak, O’nun emrine aykırı olan emirleri ondan üstün tutmamaktır. Aynı zamanda akla ve nefse uygun gelen şekli ile algılanan ve yaşanan İslâm da, Ehl-i Kitab’ınki gibi, Allah’ın dini olmaktan çıkar. [bk. 1/4; 39/2-3]
Mekke döneminde nâzil olmuştur. Üç âyettir. Adını ilk âyetteki aynı kelimeden almıştır.
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
1-2. Asra[1] yemin olsun ki muhakkak insan kesin bir ziyan içindedir.
3. Ancak iman edip de sâlih (sevaplı) amel (ve hareket)lerde bulunanlar, hem de birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler hariçtir (onlar ziyandan kurtulmuşlardır).
(Ashâb-ı kirâm bu sûreyi okumadan birbirlerinden ayrılmazlardı. Hakkı tavsiyede iyiyi, doğruyu ve tevhidi; sabrı tavsiyede ise ibadetlere devamı, nefse uymamayı ve ilâhî imtihanlara katlanmayı tavsiye vardır. İmam Şâfiî şöyle der: “Kur’an’da başka hiçbir sûre nâzil olmasaydı, şu kısacık sûre bile insanların dünya ve âhiret saadetini temine yeterdi.”)
[1] Yüksek fazîletleri dolayısıyla ikindi namazına, yahut Peygamberimiz’in asrı olan saadet çağına veyahut da dehre (sürekli zaman) (Beydâvî; Celâleyn).
Mekke döneminde nâzil olmuştur. Dokuz âyettir. Hümeze, “birini arkasından durmadan çekiştirip inciten kimse” demektir.
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
1-2. (İnsanları) arkadan çekiştir(ip küçük düşür)en, (el, kaş ve göz işaretleriyle) alaycı davranışta bulunan her kişinin vay haline! O ki malı toplayıp durmadan sayar. [krş. 49/11-12]
(İslâm’ın tebliğine/insana ulaşmasına, onun hayata geçirilmesine engel olunmadıkça ve saldırılmadıkça prensip böyledir. Yoksa dinlerini onaylamak için değildir.)
[1] Ebû Cehil ile bazı Kureyş müşrikleri, Resûlullah’a amcası aracılığıyla cazip teklifler yapmışlar, “İsterse kendisine başkanlık verelim. Yeter ki putlarımıza söz söylemesin. Bir yıl o bizim putlarımıza tapsın/saygılı olsun; bir yıl da biz onun Allah’ına ibadet edelim.” demişlerdi. İşte inen bu sûre ile Allah Resûlü onlara Allah’ın red cevabını bildirdi. Putlara saygı ve tapınma ile beraber uzlaşmacı ve tavizci beraberliğe girmedi. O’na, şirke girmemek için Allah’ın hâkimiyetine, Rabliğine/tevhide aykırı bulunan şeylerde hiçbir taviz ve uzlaşma ruhsatı verilmemiştir. Resûlullah’ın tatbikatı da bu olmuştur. Fakat bundan sonra müşrikler daha sertleşmeye başladılar. Zaten bütün peygamberlerin mücadelesi, dinsizlerden ziyade, Allah’ın varlığını kabul ettikleri halde tâğûtlara kulluk eden, fikrî veya şeklî putları yücelten, onları öne geçiren şirk dini mensuplarıyla olmuştur.
Mekke döneminde nâzil olmuştur. Dört âyettir. Kur’an’ın ve İslâm’ın özü olan sûredir. Bu sebeple bu adla anılmıştır.
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
1. De ki: “O Allah, birdir.”
2. Allah Samed’dir (her varlık O’na muhtaçtır, O hiçbir şeye muhtaç değildir, başvurulup yardım istenilecek tek varlık O’dur).
3. (O) baba olmadı ve doğmadı da.[1]
4. Hiçbir şey O’na denk (ve benzer) değildir.
(Allah, zât-ı ulûhiyetinde, mülkünde, kudretinde, hükmünde, hâkimiyetinde ve bütün sıfatlarında birdir. Eşi, dengi ve benzeri yoktur.
Bu sûrenin bir adı da Tevhid sûresidir. Bundan dolayı hadîs-i şerîfte, İhlâs sûresinin, Kur’an’ın üçte birine denk olduğu bildirilmiştir.)
[1] İncillere hıristiyanlarca yazılan: “Allah babadır, oğul Allah da İsa’dır.” şeklindeki küfür ve şirk inancı bu âyetle reddedilmiştir. Allah ezelî ve ebedîdir. O, ne doğmuş çocuk olarak aciz bir varlık ne de çocuğa muhtaç bir varlıktır. O, Samed’dir.
Bu ve sonraki sûre Medine’de nâzil olmuştur.[1] Beş âyettir. Adını içerisinde geçen “felak” kelimesinden almıştır. Bu ve bundan sonraki sûreye, birlikte “el-Muavvizeteyn” denilir. Allah’a sığınmayı ifade eder.
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
1-2-3-4-5. (Resûlüm!) De ki: “Yarattığı şeylerin şerrinden, karanlık çöktüğü zaman gecenin (içinde işlenenlerin) şerrinden, düğümlere üfleyen (büyücü)lerin şerrinden ve hased et(meye başla)dığı zaman hasetçinin şerrinden, tanyerini ağartan Rabbe sığınırım.”
(Haset, insanı huzursuz eder ve ahlâkı bozar. Resûlullah (sas.): “Haset etmekten (çekememezlikten) sakının. Çünkü ateşin odunu/otu yediği gibi haset de iyi amelleri yer bitirir.” buyurmuştur.)
[1] Bu sûrelerin Mekkî olduğu da söylenmiştir. İbni Abbas ve Katâde’den gelen rivayete göre Medine’de nâzil olmuştur. Bu her iki sûre varlıkların kötülüklerinden, büyücülerin ve çekemeyenlerin şerrinden korunmak için de okunur ve onlar okunarak Allah’a sığınılıp güvenilir.
Medine’de nâzil olmuştur. Altı âyettir. Adını içerisinde geçen “nâs” kelimesinden almıştır.
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
1-2-3-4-5-6. (Resûlüm!) De ki: “İnsanların gönüllerine vesvese veren (günaha teşvik eden, ibadetlerden alıkoyan, Allah’a sığındıkça geri çekilen) o sinsi vesvese verici insan ve cin (şeytanlar)ın şerrinden insanların Rabbine, insanların melikine (hükümdarlar hükümdarına ve sahibine), insanların (Allah’ı olan) İlâh’ına sığınırım.”
(Sûrede görüldüğü gibi Allah: Rab’tır, Melik (hükümran)’dır ve İlâh’tır. Ancak böyle inanmakla Allah’a inanılmış olunur.)
Ayrilik muhabbete zarar vermez. Bir daha dunyaya gelirsek farsca okurduk mahmud efendi Beyazid Bestami hz murakabadayken selam verdiler. Almadi. Bitirdikten sonra aldi son anlarindaydi Fare deligini tika sonra ambara bugday taşi Carsafi bozanlarla harp ederiz Mahmud Efendi hz (ks) İmami Azama haber geldi bir koyun calindi. Bu yuzden 16 sene et yemedi Mecunun el pence divane durur sorarlar neden boylesin. Leylanin koyünden 1 kopek gecti ondan dedi.isra surasinin subhanallah diye baslamasinin sebebi Rasulullah (s.a.v.) miracinda Allah Tealanin mekandan munezzeh noksanliklardan munezzeh olasina dikkat cekilmistir Musa as tevrat Cibril as olmaksizin indirildi Kelimullah oldu. Acikmak ilmine perdedir. Tasavvufta İmam Rabbani (ks) besmelenin besinin noktasina 24 mana vermistir. Kurani kerim portakal gibidir. Biz sıktık posasını attik Mevlana suyu (tefsiri) ( posasi mealcilik) mutesabih ayetlere mana veremeyiz. 70 yil ibadet bir anlik murakabaya denktir. Anani babani tanimadigin o kiyamet gununde mürşid muridi kalbindeki deliklerden taniyacak. (Allah derdinden) bir adam ayiyi vurmak istedi sonra bu ayiyi tekrar tekrar ates etmekle onu anca oldurebilirsin. Sohbet dinlemeklede nefis boyle yenilir. Anlayalim anlamayalim hergün kudsiyye okuyalim. Kudsiye okuyanda Evliyalik alameti vardir.( Ali haydar Efendi) Arapca alimi mektubattan 50 sayfa okumus. Hicbir sey anlamadim demis İmami Rabbani hz Mektubatini Arapca bilen alamaz tarikati bilen anlar. Fenafillah olana hediye olarak ilmi ledün verilir. Namaza doyamayan insanin ruhu mirac etmistir. Bu kapiya calismakla gayret etmekle olmaz sadiklikla olur. Sadiklik: rabita yapmak sozunu tutmak eski ummetler 100.000 lailaheillallah 'i 12 saatte cekiyordu. Kiyamet sabahina kadar bu hizmetler devam edecek Ruhla hizmet devam edecek Emir etmek iyi degil. Sizin birinizi dünyalara değismem Efendi hz ks Harflere dökülen bütün ilimler sûretadır.( Sukutun faziyetini 3 sat anlatmak gibi)cah Bene takilan karşisindakine zarar verir. Usulsuz vusul olmaz. Allah feyzi gostermek icin bizi yaratti. Akil akil olsaydi adi gönül olurdu gönül gönlü bulsaydi bozkirlar gül olurdu. Nfk Allahu Teala Dunyayi yarattiginda kainata kurani oğretti. Kuranin tesir ettigi her sey dönüyör. Tesirle döndüğü için kimse kimseye zarar vermiyor. Hirada ilk vahyden once Rasulullah sav in kalbine 40 gün gizli gizli bir sekilde indirildi. Sözü söylemeden önce kalbine indirsin. Fuat kalbin gozune denir kalp gözünün yöz bebeği kalblerin gunesi asla batmaz. İlk kadin Mutasavvife hz Fatima ra dir insan kuranin ikizidir. 4 kitaptada takke var.
Yine denild ki: ilimde rasih olan demek, ilminde şu dört şey bulunan kimse demektir: 1- Allah c.c.ile kendisi arasında takvâ. 2- Mahlukat ile kendisi arasında tevâzu, 3- Dünya ile kendisi arasında zühd, 4- Nefsiyle kendisi arsında mücâhede. Tevhide Giriş. Hace Muuhamed Parsâ Pars korumak demektir.Sonndaki elif, nisbet ifâde eder.Bu yüzden parsa "nefsini günahlardan koruyan"demektir. sy.23.
Bu ayet bağlamında Mâturidi, dinin aslında ilk peygamberden itibaren değişmediğini ancak her ümmete verilen şeriatın Allah c.c.ın bir imtihanına yönelik olarak bazı taraflarının değişebileceğini dile getirmektedir. İmâm Maturidi Uluslararası Sempozyum Tebliğler Kitabı sy.193
Cennetin İsimleri. Kur’ân-ı Kerîm’de müfred, tesniye ve cemi şekilleriyle 147 defa geçen cennet kelimesi yirmi beş yerde dünyadaki bağ bahçe, altı yerde Âdem ile Havvâ’nın iskân edildiği mekân, bir yerde Hz. Peygamber’in, yanında Cebrâil’i gördüğü sidretü’l-müntehânın civarında bulunan me’vâ cenneti (en-Necm 53/13-15), diğer yerlerde de âhiret cenneti anlamında kullanılmıştır (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “cennet” md.). Cennet çeşitli hadislerde de hem bahçe hem âhiret cenneti anlamında yer almıştır. İslâm literatüründe cenneti ifade etmek üzere kullanılan isimleri şu şekilde sıralamak mümkündür:
1. Cennet. Ebedî saadet yurdunu ifade etmek üzere Kur’ân-ı Kerîm’de, muhtelif hadislerde ve diğer İslâmî eserlerde yer alan isimler içinde en çok kullanılan, içindeki bütün mekân ve imkânları kapsayacak şekilde muhtevası geniş olan bir terimdir. İslâm literatüründe ebedî saadetle ilgili vaadler, özendirici anlatım ve tasvirler genellikle cennet ismi etrafında yoğunlaşmış, dil ve edebiyat alanında da daha çok bu kelimeye yer verilmiştir. Diğer isimler tekil olarak kullanıldığı halde cennetin çok sayıdaki âyette çoğul şekliyle de (cennât) yer alması, saadet yurdunun belli bir bölgesinin değil tamamının adı olduğunu gösterir. “Bol su kaynaklarına sahip bulunan yeşil bahçe” anlamındaki ravza cennât kelimesine muzaf olduğu gibi (eş-Şûrâ 42/22) bir âyette cennet kelimesi yerine tek başına da kullanılmıştır (er-Rûm 30/15). Cennetü’l-huld ile cennetü’l-me’vâ terkiplerini her ne kadar bazı âlimler müstakil birer isim telakki etmişlerse de (bk. İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 142; L. Gardet, II, 447) bu terkiplerde yer alan “huld” (ebediyet) ile “me’vâ” (sığınılıp barınılacak yer) kelimeleri cenneti niteleyen tamamlayıcı kavramlardır. “Müttakiler emin bir makamda, cennetlerde ve pınar başlarında olacaklardır” (ed-Duhân 44/51-52) meâlindeki âyette yer alan makam-ı emînin de müstakil bir isim olarak kabul edilmesi isabetli görünmemektedir. Çünkü ikinci âyet makam-ı emînden cennetin kastedildiğini açıklamakta ve böylece iki âyet birbirini tamamlamaktadır. Sâd sûresinde müttakilere “hoşa gidecek bir yuva” vaad eden âyetteki hüsn-i meâbın (38/49) ebedî saadet yurdunun müstakil bir adı olmayıp sadece adn cennetini nitelediği bir sonraki âyetten anlaşılmaktadır.
2. Cennetü’n-naîm. Bu terkip on âyetin üçünde tekil, diğerlerinde çoğul şekliyle (cennâtü’n-naîm) geçmektedir. Arapça’da “refah, huzur, mutlu hayat” anlamına gelen ni‘met kelimesinden daha kapsamlı bir muhtevaya sahip olan naîm, insana mutluluk veren maddî ve mânevî bütün güzellikleri ifade etmektedir. Buna göre cennâtü’n-naîm “mutluluklarla dolu cennetler” mânasına gelir. Naîm kelimesinin bir âyette cehennemin isimlerinden olan cahîmin mukabilinde kullanılması (el-İnfitâr 82/13), diğer bir âyette de cennetle ilgili tasvirin baş tarafında tek başına yer alması (el-Mutaffifîn 83/22), onun cennet isimlerinden biri gibi kabul edilebileceğini göstermektedir.
3. Adn. En belirgin anlamı ile “ikamet etme” veya “ikamet edilen yer” demek olan adn, on bir âyette cennât kelimesiyle birlikte tekrarlanarak (cennâtü adn) “ikamet edilecek cennetler” mânasında kullanılmıştır. Adnin cennetin belli bir bölümünün adı olduğunu veya çoğul şeklinde kullanılışına bakarak onun tamamını ifade eden bir isim durumunda bulunduğunu söylemek mümkündür (bk. ADN).
4. Firdevs. Arapça’ya Farsça’dan girmiş olması muhtemel olan firdevs kelimesi, özellikle “içinde üzüm bulunan bağ bahçe” anlamına gelir. Bir âyette cennât kelimesiyle (el-Kehf 18/107), bir âyette de “âhiret cenneti” mânasına tek başına (el-Mü’minûn 23/11) kullanılmıştır. Firdevs cennetin tamamını ifade eden bir isim olabileceği gibi onun ortası, en yüksek ve en değerli bölgesinin özel adı da olabilir (bk. FİRDEVS).
5. Hüsnâ. İyilik yapanlara Allah tarafından daha büyük bir iyilikle karşılık verileceğini, ayrıca buna bir de ilâve (ziyade) yapılacağını ifade eden âyetteki (Yûnus 10/26) hüsnâ (daha güzel, daha iyi, en güzel, en iyi) kelimesinin cennet anlamına geldiği müfessirlerin büyük çoğunluğu tarafından kabul edilmiştir. Bunlara göre aynı âyetteki “ziyade”den maksat da cennette Allah’ı görme şerefine nâil olmaktır (Taberî, XI, 73-76). Hüsnâ kelimesine bu âyetin dışında yer aldığı on civarındaki âyette de bu mânayı vermek mümkündür.
6. Dârüsselâm. “Maddî ve mânevî âfetlerden, hoşa gitmeyen şeylerden korunmuş olma” mânasındaki selâm ile “ev, yurt” anlamındaki dâr kelimesinden oluşan bu terkip iki âyette cennetin adı olarak zikredilmiştir (el-En‘âm 6/127; Yûnus 10/25). Cennetin esenlik yurdu olduğu şüphesizdir. Allah’ın seçilmiş kulları olan müminlerin ölüm sonrası hayatlarının hem kendi aralarında, hem de kendileriyle melekler ve Allah arasında geniş kapsamlı bir “selâm” kavramı içinde sonsuza kadar sürüp gideceği ondan fazla âyette ifade edilmiştir (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “selâm” md.). Râgıb el-İsfahânî, gerçek esenliğin ancak cennette bulunabileceğini, çünkü sonsuz sürekliliğin, ihtiyaç bırakmayan zenginliğin, zillete yer vermeyen şeref ve üstünlüğün, ârızasız bir sıhhatin sadece orada mevcut olduğunu söyler” (el-Müfredât, “slm” md.).
7. Dârülmukāme. “Asıl durulacak yer, ebedî ikamet edilecek yurt” mânasındaki bu terkip de cennete girenlerin Allah’a hamd ve şükür sırasında bulundukları mekân için kullanacakları bir tabir olmalıdır (bk. Taberî, XXII, 92).
Diğer İsimleri. “Ev, konak, şehir, ülke” anlamına gelen dâr kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’de ed-dârü’l-âhire, dârü’l-âhire (âhiret yurdu), âkıbetü’d-dâr, ukbe’d-dâr (dâr-ı dünyanın sonu) terkipleriyle ve müfessirlerin çoğunluğuna göre bir âyette (Sâd 38/46) tek başına cennet anlamında kullanılmıştır (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “dâr” md.; Taberî, XXIII, 110-111). Bu tür kullanımlar, asıl huzur ve saadet ülkesinin mümin kullar için yalnız âhiret yurdu olduğu esasına dayanmaktadır. Mutaffifîn sûresinde iyilerin amel defterlerinin illiyyîn*de olduğu ifade edilmektedir (83/18). Bazı müfessirler, muhtemelen cennetin yükseklerde bulunduğu genel telakkisine dayanarak illiyyîni cennetin isimlerinden biri olarak kabul etmişlerdir. Ancak Taberî’nin de belirttiği gibi (Câmiʿu’l-beyân, XXX, 65-66) “yükseklikler” mânasına gelen illiyyînin cennetten ibaret olduğunu söylemek için elde güçlü bir delil mevcut değildir. Nitekim ilgili âyetin devamında illiyyîn, “gözde meleklerin müşahede ettiği yazılmış kitap” şeklinde açıklanmaktadır. İbn Kayyim el-Cevziyye’nin, Kamer sûresinin son âyetinde yer alan mak‘adü sıdk (54/55) terkibini cennet isimlerinden biri olarak kabul etmesi de (Hâdi’l-ervâh, s. 146) isabetli görünmemektedir. Çünkü bir önceki âyette müttakilerin cennetlerde bulunacağı ifade edildiğine göre “hak meclisi veya yüksek makam” anlamındaki mak‘adü sıdk da cenneti niteleyen bir tabir olmalıdır. “Konak, köşk” mânasına gelen gurfe (çoğulu guref, gurufât) kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de cennetle birlikte ve onun bölümleri anlamında kullanıldığı gibi cennet adının yerine tek başına da kullanılmıştır. Bundan başka ecr (mükâfat, sevap), rahmet, rahmetullah, rızkun kerîm (değerli nimet) kelime ve terkipleri de bulundukları âyetlerin anlatım özelliklerine göre cennet mânasını ifade etmektedirler.
Tasviri. Başta Kur’ân-ı Kerîm olmak üzere İslâm literatüründe cennet tasvirleriyle ilgili metinler çok geniş hacimlere ulaşmakta ve cehennemle ilgili tasvirleri aşmaktadır. Bu durum, hâlik ile mahlûk arasındaki münasebet ve insanın kâinat içindeki yeri konusunda İslâm’ın benimsediği ana temanın bir gereği olmalıdır. Çünkü ilâhî ruhtan üflenerek yaratılan insana İslâm’ın ilk emri (okumak) tebliğ edilirken ulu yaratıcının sonsuz lutuf ve kerem sahibi olduğu bildirilmiştir (el-Alak 96/1-5). İslâm’ın öğretisine göre Allah ile kul arasındaki münasebetin odak noktası Allah nezdinde rahmete, kul seviyesinde tâzime dönüşen sevgiden ibarettir. Allah kâinatın yaratıcısı ve yöneticisidir; insan ise Kur’an’da göklerin ve yerin hizmetine verildiği merkezî varlık olarak tanıtılmıştır. Ancak Allah’ın, insana olan sevgisinin rahmete dönüşüp yine insana yönelmesi bakımından ulûhiyyet âleminde hiçbir aksama olmazken insanın tâzim duygularında bozulmalar vuku bulması yüzünden ilâhî rahmet alanının dışına çıkılmaktadır. Bunun için olacaktır ki İslâm’ın insana yönelik ikinci hitabı uyarılmak (inzâr) şeklinde olmuş ve ondan kalbini ilâhî rahmeti kabullenecek hale getirmesi istenmiştir (el-Müddessir 74/1-4; bk. Taberî, XXIX, 91-92). Kurân-ı Kerîm’de Hz. Muhammed ve diğer peygamberler için daha çok “müjdeleyici ve uyarıcı” (beşîr ve nezîr) kavramları kullanılarak müjde ve rahmetin esas olduğuna işaret edilmiştir. Aslında uyarmanın gayesi patalojik korku ve dehşete sevketmek değildir; aksine önceden varılan bir anlaşmanın gereği olarak muhatabın üstlendiği şerefli görev ve sorumluluğu ona hatırlatmaktan ibarettir.
Cennetin tasviri konusu ile tefsir, hadis ve kelâm âlimleri meşgul olduğu gibi tasavvuf ehli, edebiyatçılar, geniş halk kitlelerine hitap etmeyi amaçlayan eğitimciler de ilgilenmişlerdir. Cennet, insanlık tarihi boyunca ardı arası kesilmeyen dünya sıkıntıları içinde kıvranan, hayattan zevk alamayan, idealindeki mutluluğu yaşadığı düzen içinde bulamayan insanların özlediği bir âlem olmuştur. Bu sebeple birçok müellif tarafından yapılan cennet tasvirlerinin bir kısmı naslara dayalı olmaktan çok kendi ideal veya hayallerinin ürünü niteliğinde olmuş ve özledikleri mutluluk âleminin çizgilerini taşımıştır. Mutahhar b. Tâhir el-Makdisî, cennet ehlinin cinsî hayatıyla ilgili olarak Hz. Peygamber’e ve tâbiînden Hasan-ı Basrî’ye yöneltildiği rivayet edilen sorulara verilen cevapları içeren bazı metinleri zikrettikten sonra bu tür rivayetleri, halk arasında yaygın olduğu ve bu sebeple de doğruluklarını ispat edecek belgelere gerek görülmediği için kaydettiğini söylemek suretiyle (el-Bedʾ ve’t-târîh, I, 191-193) cennet tasvirinin bu özelliğine işaret etmektedir. Muhyiddin İbnü’l-Arabî, sekiz dolgun sayfalık bir hacme varan ve Hz. Ali yoluyla Resûlullah’a kadar ulaştığı ileri sürülen benzer bir metni naklederken (el-Fütûhât, IV, 436-447; V, 78-82), Şa‘rânî de el-Yevâkıt ve’l-cevâhir’in sonunda cennetin kuruluşunu ve cennet hayatını konu edinen on iki sayfalık sorulu-cevaplı açıklamalarını yaparken aynı bakış açısını benimsemişlerdir. Mârifetnâme sahibi Erzurumlu İbrâhim Hakkı’nın, sekiz cennetin tasviri sırasında on satırlık bir metin içinde on dört defa 70.000 sayısını tekrar ederken herhangi bir nassa dayanmış olması mümkün değildir. Bu sebeple on asrı aşkın bir zaman dilimi içinde müslüman müelliflerin çeşitli maksatlarla kaleme almış oldukları eserlerde cennetin (ve dolayısıyla cehennemin) tasviriyle ilgili açıklamalarının tamamını İslâm’a mal etmek doğru değildir. Carra De Vaux’nun, İslâm telakkisi çerçevesinde cennet tasviri yaparken sekiz katlı piramit veya koni şeklindeki yapılardan başka “cevherler denizi, lutuf denizi, rabbin denizi” gibi ünitelerden söz etmesinin dayanağı (EI, II, 1015), herhalde söz konusu rivayetler türünden eserler olmuştur.
Kur’ân-ı Kerîm’de cennet tasvirine dair âyetler (daha çok Rahmân, Vâkıa, İnsân ve Gāşiye sûrelerinde) cehenneme dair olanlara nisbetle daha fazladır ve epeyce bir yekün tutmaktadır. Hadis olarak rivayet edilen metinlerin içinde sahih olanlar genellikle cennete girmeyi gerektiren veya oradan mahrum olma sonucunu doğuran hareket ve davranışlarla cennet ehlinin vasıflarını konu edinmiştir (meselâ bk. Miftâhu künûzi’s-sünne, “el-cenne” md.). Ebû Nuaym el-İsfahânî, cennetle ilgili olarak rivayet edilen hadisleri bir araya getiren eserinde 454 kadar metni senedleriyle birlikte kaydetmiştir. Ancak A. Rızâ Abdullah tarafından ilmî neşri yapılan eserin dip notlarında da görüleceği gibi tasvirle ilgili rivayetlerin çoğu zayıf hadis grubuna girmekte, bir kısmı da mevzû kabul edilmektedir. Söz konusu eser bu yönüyle Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî ve Süyûtî gibi müelliflerin mevzû hadis kitaplarında da bazı değerlendirmelere konu teşkil etmiştir (Ebû Nuaym, I, 8). Cennet tasviriyle ilgili bazı rivayetlerin tâbi tutulduğu değerlendirmeler İbn Kayyim el-Cevziyye’ye ait Hâdi’l-ervâh, ile (meselâ bk. s. 267-334) İbn Kesîr’e ait en-Nihâye’de de (bk. II, 390-391, 399, 411, 465) görülmektedir. Şüphe yok ki duyu organlarının ve akıl yürütme alanlarının tamamen dışında kalan ve yegâne bilgi kaynağı nakilden ibaret olan âhiret hayatı, cennet ve cehennemle ilgili rivayetlerin sahih ve güvenilir olması vazgeçilmez bir zarurettir.
Dinler tarihine dair araştırmalar, hemen her din ve inanç sisteminde ölüm sonrası hesaplaşmanın, ceza veya mükâfatın varlığının kabul edildiğini göstermiştir (yk.bk.). İslâm’dan önce Araplar’ın inancında da bu telakki mevcut olmakla birlikte Câhiliye edebiyatında cennet ve cehennem tasvirlerini dile getiren anlatımlar mevcut değildir. Ümeyye b. Ebü’s-Salt’a nisbet edilen bir şiirdeki tasvirler ise şüphe ile karşılanmaktadır (bk. Makdisî, I, 202-203; krş. Cevâd Ali, VI, 678-680). Carra De Vaux gibi bazı şarkiyatçıların Kur’an’daki cennet tasvirlerini, Hz. Muhammed’in ve “onun bilinmeyen üstatları”nın hıristiyan minyatür ve mozaik sanatında yer alan melek figürlerinden etkilenmesiyle açıklamaya çalışmaları, tarihî gerçekler ve Kur’an’ın erişilmez anlatım gücü karşısında gülünç iddialar seviyesinde kalmaktadır.
Geniş halk kitlelerine hitap etmeyi amaçlayan vaaz ve irşad kitapları ile derunî duyuş ve sezişleri yansıtan telakkiler bir yana, genel olarak İslâm bilginlerinin cennet tasviri hakkında benimsedikleri görüş onun mahiyetinin bilinemeyeceği şeklindedir. Çünkü mümin kullar için âhiret hayatında hazırlanmış mutluluk vesilelerinin hiç kimse tarafından tahayyül edilemeyeceğini ifade eden âyetten başka (es-Secde 32/17) kudsî hadis olarak rivayet edilen meşhur metin de bu hususu açıkça belirtmektedir: “Ben sâlih kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir beşer zihninin tasavvur edemeyeceği mutluluklar hazırladım” (Buhârî, “Tefsîr”, 32/1; Müslim, “Cennet”, 2-5). Dünya hayatında beş duyu ve akıl alanlarındaki idrakler tabiat şartlarıyla kayıtlı olduğuna göre naslarda geçen tasvirleri aynı şartlar çerçevesinde veya hayal gücüyle değiştirerek algılamak gerekir. Nitekim bazı âyetlerde, cennet ve nimetleriyle ilgili dünya ve âhiret idrakleri arasında benzerliklerin bulunduğu ifade edilmiştir (bk. el-Bakara 2/25; Muhammed 47/6). İbn Abbas’tan yaygın olarak rivayet edilen, “Cennette isimlerden başka dünyayı andıran hiçbir şey yoktur” (Makdisî, I, 194) ifadesi, ikisi arasındaki mahiyet farklılığını belirten bir söz olsa gerektir.
Âhiret cenneti sadece bağ ve bahçelerden ibaret olmayıp bunların yanında kendilerine has maddelerden oluşan nesneleri ve tesisleri de mevcuttur. İman ve iyi davranış sahibi kimselerin ebediyet âleminde “cennetlerin has bahçeleri”nde (ravzâtü’l-cennât) yaşayacaklarını ifade eden âyette (eş-Şûrâ 42/22) yer alan ve sözlük anlamları bakımından her ikisi de “bahçe” anlamına gelen ravzât ile cennât kelimelerinden ikincisine “tesis” mânasını vermek gerekir. Birçok âyette iyilere vaad edilen cennetin çoğul şekliyle kullanıldığına bakılırsa birden fazla tesisin bulunduğu ve her mümine bir mesken hazırlandığı anlaşılır. Cennetin göklerin ve yerin “arz”ı kadar olduğunu ifade eden âyetlerin (Âl-i İmrân 3/133; el-Hadîd 57/21) tefsiri için şu farklı görüşler ileri sürülmüştür: 1. Cennetin tasavvur edilemeyecek kadar geniş olduğunu ifade eden bir benzetmedir. Buna göre arz “en” yani genişlik demektir. Bir alanın dar cephesini genellikle onun genişliği oluşturduğuna göre cennetin uzunluğu bu teşbih çerçevesinde çok daha fazla olacaktır. 2. Cennet, dünya hayatında insanoğlu tarafından kavranabilen kâinat kadar değerlidir (Râzî, IX, 5-6). 3. Madde âleminin insan idrakine sunuluşu gibi cennet de onun bilgi ve idrakine sunulmuştur (Şa‘rânî, II, 165-166). Bu yorumlar içinde en çok tercih edilen birinci görüştür.
Cennetin sekiz kapısının olduğu ilk dönemlerden beri kabul edilegelmiştir. Ancak cehenneme ait yedi kapının mevcudiyeti Kur’ân-ı Kerîm’de açıkça zikredildiği halde (el-Hicr 15/44) cennetin sadece kapılarının (ebvâb) bulunduğu ifade edilmiş ve sayıları hakkında herhangi bir işarette bulunulmamıştır. Zümer sûresinde (39/73), kıyamet günü cennet kapılarının açılışından bahseden âyette “vav” harfinin sekiz sayısını ifade ettiğini (vâv-ı semâniyye) ileri sürenlerin ilmî bir delile dayanmadıkları kabul edilmiştir (Kurtubî, s. 535; İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 82). Ancak bir kısmı Kütüb-i Sitte’de de yer alan çeşitli hadislerde cennetin sekiz kapısı olduğu belirtilmektedir (bk. Miftâhu künûzi’s-sünne, “elcenne” md. [s. 128]; İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 87-89). Aynı hadis kaynaklarının, derledikleri rivayetlere dayanarak kapıların genişliği için verdikleri çok uzun mesafelere bakılırsa cennet kapıları aynı zamanda onun bölümlerini de ifade etmiş olmalıdır. Nitekim bazı eserler sekiz cennet kapısının adlarını kaydederken bazı küçük farklarla cennetin isimlerini zikretmişlerdir. İbnü’l-Arabî de el-Fütûhât’ında (V, 70-72) cennetin sekiz kapısını sayarken onun bilinen isimlerini sıralar ve en üstün bölümü diye kabul ettiği adn cennetini müminlerin Allah’ı görecekleri sırada bulunacakları yer olarak kaydeder. Bunun da üstünde “vesîle cenneti” bulunur ki burası Hz. Muhammed’e aittir. Kurtubî’nin, hadis olarak zikrettiği bazı rivayetlere dayanarak cennet kapılarını on üçe çıkarmasına (et-Tezkire, s. 533-535) İbn Kesîr karşı çıkmakta ve onun bu görüşü için yeterli delili olmadığını söylemektedir (en-Nihâye, II, 359-367). Herhalde Kurtubî cennet kapılarının sayısını çoğaltırken onun bölümlerinden ziyade bölümlerinin içindeki bazı özel mekânlara yol veren girişleri kastetmiştir. Sahih hadislerin belirttiğine göre bu mekânlara belli amel sahipleri girebilecektir. Meselâ namaz kılanlar namaz kapısından, cihada katılanlar cihad kapısından, Allah yolunda harcama yapanlar sadaka kapısından, oruç tutanlar da “reyyân” (suya kandıran) kapısından gireceklerdir. Cennet kapılarının cehenneminkinden daha fazla ve cennetin tasavvur edilemeyecek kadar geniş olması, cennet ehlinin cehennemliklerden çok olacağını gösterir. Nitekim bir hadiste, cennete gireceklerin yerlerini aldıktan sonra orada yine boş yer kalacağı, bunun için Cenâb-ı Hakk’ın yeniden bazı nesiller yaratıp cenneti dolduracağı ifade edilmiştir (Buhârî, “Tefsîr”, 50/1; Müslim, “Cennet”, 34).
Kur’ân-ı Kerîm’de cennet için “güzel meskenler” (et-Tevbe 9/72; es-Saf 61/12), “üst üste kurulmuş konaklar” (ez-Zümer 39/20) ve “ev” (et-Tahrîm 66/11) kavramları kullanılmak suretiyle onun maddî mânada eleman ve tesislerden oluştuğu belirtilmiştir. Cennet hayatıyla ilgili bazı tasvirler de (aş.bk.) bu gerçeği vurgulamaktadır. Naslardan anlaşıldığına göre cennet ehli için çadırlar da kurulacaktır (er-Rahmân 55/72; Müslim, “Cennet”, 23-25). Onlar cuma günleri güzel kokular saçan rüzgârların estiği bir çarşıyı dolaşacaklar, bu şekilde zarafetlerine zarafet katacaklardır (Müslim, “Cennet”, 13).
Rahmân sûresinde, “Rabbinin huzuruna suçlu olarak çıkmaktan korkan kimseler için iki cennet (cennetân) vardır” (55/46) denildikten sonra bu cennetlerin imkânlarından bahsedilmekte, ardından, o iki cennetten başka (veya onların altında) iki cennet daha bulunduğu (55/62) belirtilerek bunların da benzer imkânları tasvir edilmektedir. Müfessirler bu iki (veya dört) cennet hakkında cin ve insan türlerine verilecek cennetler, cismanî ve ruhanî cennetler, iyiliklerin yapılması ve kötülüklerin terkedilmesine karşılık verilecek iki cennet, iman ve sâlih amel için verilecek cennet ile lutf-ı ilâhî olarak fazladan ikram edilecek cennet gibi bazı yorumlar yapmışlarsa da tatminkâr bir açıklama getirememişlerdir. Hz. Peygamber bir hadisinde, âhiretteki iki cennetten birinin kapkacak ve madenî eşyasının altından, diğerinin de gümüşten olacağını ifade etmiştir (Buhârî, “Tevḥîd”, 34, “Tefsîr”, 55/1-2; Müslim, “Îmân”, 296). Sonuç olarak bir mümine birden fazla cennetin veriliş hikmeti açık bir şekilde anlaşılmadığı gibi bunların kaç tane olacağı da bilinmemektedir. Rahmân sûresindeki bu ifadenin âhenkle, yani genellikle “elif-nun”la (“ân” sesiyle) biten buradaki âyetlerin son hecelerinin ses uyumu ile açıklanması da (EI, II, 1015) tutarlı görünmemektedir. Söz konusu âyetlerde geçen cennet kelimelerini sözlük anlamlarından hareketle “bahçe” mânasına almak mümkündür. Nitekim her iki cenneti tasvir eden daha sonraki âyetler akan pınarlardan, meyvelerden, çadırlardan bahsetmektedir.
Dünya hayatında müminlerin Allah’a itaat ve bağlılıklarının aynı derecede olmadığı bilinmektedir; bunun sonucu olarak ceza ve mükâfat da farklı derecelerde uygulanacaktır. Nitekim muhtelif naslarda cennete girmeye hak kazanmış kulların mükâfat derecelerinin aynı olmayacağı haber verilmektedir (meselâ bk. en-Nisâ 4/96; el-Enfâl 8/4). Bununla ilgili bir hadiste, Allah yolunda cihad edenlere hazırlanan cennetin “yüz derece” olduğu ve her derecenin gökle yer arasındaki mesafe kadar birbirinden uzak bulunduğu haber verilmiştir (Buhârî, “Cihâd”, 4; Müslim, “İmâre”, 116). Sahip oldukları nimetler açısından farklı mekânlar olduğu anlaşılan bu derecelerin imanın hasletleri (şubeleri) kadar yetmiş küsur olacağı, bu hasletleri kendisinde toplayanların bütün dereceleri elde edeceği de söylenmiştir (Şa‘rânî, II, 176).
Cennetteki binaların yapı taşları hususunda “bir tuğlası altından, bir tuğlası gümüşten” şeklinde hadis olarak nakledilen rivayetlerin doğrulukları tartışılmıştır. Buhârî ve Müslim’de yer alan iki ayrı hadise göre cennetin kubbeleri inciden olup toprağı misk gibi kokan, halis buğday unu gibi beyaz bir maddedendir. Bunun za‘feranla karışarak harç vazifesi gördüğü de rivayet edilmiştir (Ebû Nuaym, I, 170-176; İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 195-199). Adn cennetinin yapısı hakkında rivayet edilen uzunca bir hadiste bu cennette inciden yapılmış bir köşk içinde yakutla örülmüş yetmiş ev, her evde de yeşil zümrütten inşa edilmiş yetmiş oda bulunduğu, her odada genellikle yetmiş sayısıyla ifade edilen nimetlerin yer aldığı anlatılırsa da muhaddis İbn Kesîr, bu hadisin mevzû derecesinde zayıf olduğunu kaydetmiştir (en-Nihâye, II, 390-391).
Cennet tasviriyle ilgili hadislerin içinde firdevs ile adnin özel durumları olduğu görülür. Rahmân sûresinde ayrı ayrı tasvir edilen iki çift cennete (yk.bk.) bir açıdan açıklık getiren bir hadise göre firdevs cennetleri dört adet olup ikisinin bütün süsleri ve eşyaları altından, ikisinin de gümüştendir; müminlerin cemâl-i ilâhîyi müşahede edecekleri yer ise adndir. Aynı hadisin devamında cennetteki dört nehrin fışkıracağı yerin adn olduğu zikredildiği halde (Dârimî, “Riḳāḳ”, 101), Buhârî’nin de dahil bulunduğu diğer muhaddislerin rivayetleri bunu firdevs olarak gösterir (Buhârî, “Tevḥîd”, 22; Tirmizî, “Ṣıfatü’l-cenne”, 4).
Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan cennet tasvirleri içinde, kelimenin çoğul olarak kullanıldığı âyetlerin ekserisinde altlarından nehirlerin aktığı ifade edilmiştir. İbn Kayyim’in de belirttiği gibi bu âyetlerde geçen “taht” (alt) zarfı, cennet toprağının görünmeyen alt tabakası demek olmayıp ağaçların, binaların ve benzeri tesislerin zemini ve eteği anlamına gelir. Dolayısıyla bazı müfessirlerin ileri sürdüğü gibi nehirlerin toprak altından aktığını söylemek veya “taht” zarfını “cennet halkının emri altında” şeklinde tevil etmek doğru değildir (İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 255-256; krş. Taberî, I, 132-133). Hadis olarak da nakledilen bazı rivayetlerden faydalanan âlimler, cennetteki nehirlerin nehir yataklarında değil yüzeyde aktıkları kanaatine varmışlardır. Cennet nehirlerinin mevcudiyetini belirten âyetler onların mahiyetleri hakkında bilgi vermezken Muhammed sûresindeki âyet (47/15) farklı bir tasvir yapar. Buna göre cennette içimi bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen süt ırmakları, içenlere zevk veren şarap ırmakları ve süzülmüş baldan ırmaklar vardır. Buhârî ile Tirmizî’nin birbirini tamamlar mahiyette naklettikleri bir hadiste Hz. Peygamber, firdevsin cennetin ortasını ve en üst kısmını teşkil ettiğini, dört nehrin de oradan çıktığını haber vermektedir (Buhârî, “Tevḥîd”, 22; Tirmizî, “Ṣıfatü’l-cenne”, 4). Burada sözü edilen dört nehir Muhammed sûresinde anlatılan nehirler olmalıdır. Öyle anlaşılıyor ki bu özel nehirler diğer birçok âyette tekrarlanan genel nehirlerden ayrıdır. Kur’ân-ı Kerîm’in 108. sûresine adını veren ve “çok şey” anlamına gelen “Kevser”den ne kastedildiği müfessirler arasında tartışmalıdır. Taberî, Kevser’e “cennetteki bir nehir, birçok meziyet (hayr-ı kesîr), cennetteki bir havuz” mânalarını veren âlimlerin görüşünü kaydettikten sonra kendisinin, Kevser’in bir nehir adı olduğu tarzındaki görüşü tercih ettiğini söyler (Câmiʿu’l-beyân, XXX, 207-210). Fahreddin er-Râzî ise Selef âlimlerince meşhur ve yaygın olduğunu kaydettiği “nehir” mânasından başlamak üzere Kevser için on beş yorum sıralar ve Kevser’in cennetteki hem bir nehrin hem de bir havuzun adı olduğu kanaatine temayül gösterir (Mefâtîhu’l-gayb, XXXII, 124-126). Muhtelif rivayetlerle nakledilen hadislerde Hz. Peygamber cennette Kevser adında bir nehrin kendisine verileceğini, bu nehrin iki kenarında inciden yapılmış kubbelerin bulunacağını, akan suyunun da halis misk gibi koku salacağını beyan etmiştir (İbn Kesîr, II, 400-407; hem cennet hem de dünya ile ilgisi olduğu rivayet edilen nehirler için bk. SİDRETÜ’l-MÜNTEHÂ). Cenneti tasvir eden bazı âyetler orada su pınarlarının da bulunduğunu haber verir: “Kötülüklerden korunanlar bahçelerde, gölgelerde ve pınarların başında bulunacaklardır” (el-Hicr 15/45; el-Mürselât 77/41). Rahmân (55/50, 66) ve Gāşiye (88/12) sûrelerinde akan pınarlardan söz edilmekte, diğer bazı âyetlerde de cennet ehlinin bu pınarlardan su içeceği haber verilmektedir (el-İnsân 76/6, 18; el-Mutaffifîn 83/28; bk. SELSEBÎL).
Sözlük anlamı “bağ, bahçe” olan cennette ağaçların bulunması tabiidir. Çeşitli âyetlerde gölgelerden, dallardan, sarmaş dolaş olmuş koyu yeşilliklerden, meyveleri kolayca toplanabilen ağaçlardan bahsedildiği gibi (bu âyetler için bk. İbn Kesîr, II, 412) özel olarak hurma, nar, reyhan, kiraz, muz gibi ağaç ve bitkilerden de söz edilir (er-Rahmân 55/12, 68; el-Vâkıa 56/28-29). Buhârî ile Müslim’in rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber cennette, idmanlı ve hızlı bir at binicisinin, gölgesinde yüz yıl koştuğu halde sonuna ulaşamayacağı kadar büyük bir ağacın bulunduğunu ifade etmiştir (Buhârî, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 8; Müslim, “Cennet”, 6-8). Hadisin çeşitli rivayetlerini nakleden İbn Kesîr’in Ahmed b. Hanbel’den aktardığı bir rivayette söz konusu ağaç “şeceretü’l-huld” olarak adlandırılmıştır (en-Nihâye, II, 414-417). Hadiste zikredilen ağacı bir ağaç türü olarak anlamak, “yüz yıl”ı da çokluktan kinaye saymak mümkündür. Daha çok halka hitap eden dinî-edebî eserlerde söz konusu edilen tûbâ ağacının mevcudiyeti ise kesin değildir. İman ve güzel amel sahipleri için iyi bir ebediyet hayatının hazırlandığını ifade eden âyet-i kerîmedeki “tûbâ” kelimesi (er-Ra‘d 13/29) sözlükte “iyilik ve güzellik, iyi ve güzel karşılanan her şey” anlamına gelir. Müfessirlerin bu kelimeye verdikleri yedi sekiz kadar mânadan biri de tûbâ ağacıdır. Râzî’nin de dolaylı olarak belirttiği gibi (Mefâtîhu’l-gayb, XIX, 52) kelimeyi sözlük anlamından çıkarıp dar bir alana tahsis etmek doğru değildir. Bunun yerine “ebedî saadete vesile olan her güzel şey” mânası verildiği takdirde bağ, bahçe ve ağaçlar da dahil olmak üzere her imkân kelimenin kapsamına alınmış olur. Kütüb-i Sitte içinde tesbit edilemeyen bir rivayete göre Hz. Peygamber tûbânın cennette bir ağaç olduğunu ifade etmiştir. Bunun şeceretü’l-huldun başka bir adı olması mümkündür. Şa‘rânî, Hz. Âdem’in bütün insan türünün atası olduğu gibi tûbânın da bütün cennet ağaçlarının aslı olabileceğini kaydeder (el-Yevâkıt ve’l-cevâhir, II, 172). İbn Ebü’d-Dünyâ’nın Resûlullah’a nisbetle rivayet ettiği uzunca bir metinde, cennetteki tûbâ ağacının büyüklüğü, yaprakları, çiçekleri, meyveleri ve çeşitli özellikleri belirtildikten sonra gölgesinde bulunan cennetliklerin fevkalâde niteliklere sahip atlara binerek Allah’ı ziyaret edişleri anlatılmaktadır. Ancak İbn Kesîr, bu hadisin eski âlimlerden birinin indî görüşü iken yanlışlıkla hadis diye Resûlullah’a nisbet edilmiş olabileceğini söyler (en-Nihâye, II, 520-523). Erzurumlu İbrâhim Hakkı’nın Mârifetnâme’sinde (s. 8) olağan üstü niteliklerle tasvir edilen tûbâ ağacı da aynı türden bir hayal ürünü olmalıdır.
Cennet Hayatı. İnsanın Tanrı inancına sarılıp O’na bağlanmasında, en büyük kaygı ve korkusu olan yok olmaktan kurtulma ve Tanrı’nın kendisine tükenmeyecek bir hayat bahşetmesi ümidinin büyük etkisi vardır. Nitekim insanların kendi kendilerine yetmediklerini ve Allah’a muhtaç olduklarını, Allah’ın dilerse onları yok edip yerlerine başka varlıklar yaratabileceğini ifade eden âyetlerde (Fâtır 35/15-16) bu hususa da bir işaret vardır. Bütün dinler cennet arzusuna cevap vermeyi amaçlamış ve cennet hayatını vaad etmiş olmakla birlikte, elde mevcut mukaddes metinler ve bu metinler etrafında oluşan edebî tasvirler içinde her halde İslâm’ınkinden daha zengin ve tatminkâr olanı mevcut değildir. Ebedî mutluluğun simgesi olan cennete kavuşma ümidi, bütün müslümanlar için hayatın birçok güçlüklerine göğüs germeyi, fedakârlıklar göstermeyi göze aldıran bir faktör olmuştur. İlk İslâm şehidleri Sümeyye-Yâsir ailesinin bu uğurda çektikleri çilelerden günümüz İslâm dünyasındaki mücadelelere kadar müslümanların davranışlarında cennet idealinin en önemli etken olduğu şüphesizdir.
İslâm dini Allah’ın seçkin kullarına nasıl bir cennet hayatı vaad etmektedir? Bu hayatın konu ile ilgili nasların birleştiği ve önemle vurguladığı iki özelliği vardır: Arzulanan her şey, ebediyet. Bir âyet-i kerîmede şöyle denilmektedir: “Gönüllerin özleyeceği, gözlerin hoşlanacağı her şey orada vardır. Ve siz orada ebediyen kalacaksınız” (ez-Zuhruf 43/71). Dünya hayatında duyu organlarıyla algılanamayan meleklerin insanlara hizmet ettiği, onları koruduğu, Allah yolunda yürüyenler için esenlik dilediği Kur’an’ın çeşitli beyanlarından anlaşılmaktadır. Âhiret âleminde melekler inançlı ve dürüst insanlara görünmeye başlayacaklar ve yeni hayata intibakları sırasında korku ve üzüntüye düşmemelerini telkin ederek onlara şöyle diyeceklerdir: “Biz dünya hayatında da âhirette de sizin dostlarınızız. Canlarınız ne isterse, gönlünüz ne dilerse burada sizin için hazırdır. Bütün bunlar, yarlığayıcı ve esirgeyici Allah’ın bir ikramıdır” (Fussılet 41/30-32). Hz. Peygamber, çeşitli münasebetlerle cennetteki sınırsız imkân ve mutluluklardan söz ettiğinde yanında bulunanlar zaman zaman cennette at, deve vb. şeylerin de bulunup bulunmadığını sormuşlar, o da, “Allah sizi cennete koyarsa orada canınızın arzuladığı ve gözünüzün hoşlandığı her şeyi bulursunuz” şeklinde cevap vermiştir (Tirmizî, “Ṣıfatü’l-cenne”, 11; krş. İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 366-369). Hz. Peygamber, cennet hayatının imkân ve nimetlerinin genel anlamda fevkalâde olduğunu belirtmekle birlikte ayrıntılı tasvirlere girmemiştir. Meselâ cennette pek üstün yetenek ve özelliklere sahip atların ve develerin bulunduğunu ifade eden rivayetler doğru kabul edilmemiştir. Ebû Hüreyre’den nakledilen ve cennette ekin ekmek isteyenlerin bile bulunacağını belirten hadis Buhârî’nin el-Câmiʿu’ṣ-ṣaḥîḥ’inde yer aldığı halde (“Tevḥîd”, 38) İbn Kayyim, “Cennette ekin ekmekten söz eden başka bir hadisin mevcudiyetinden haberdar değilim; işin gerçeğini Allah bilir” şeklinde ihtiyatlı bir ifade kullanmıştır (Hâdi’l-ervâh, s. 253-254). Cennet halkının arzu ettiği her şeyin gerçekleşeceği ilkesine karşı, “Başkalarına zarar verici, erdemsiz, çelişkili oluşu sebebiyle imkânsız şeyler talep edilirse durum ne olacak?” şeklinde teorik olarak bir itiraz ileri sürülebilirse de cennete girecek insanlar fizyolojik ve psikolojik kusurlardan arınmış olacaklarından pratikte böyle bir talebin vuku bulmayacağı açıktır (aş.bk.).
Kur’ân-ı Kerîm ve sahih hadislerde mevcut beyanlara dayanarak cennet nimetlerinin ana özelliklerini şu şekilde tesbit etmek mümkündür: 1. Sonsuz lüks ve konfor. 2. Sürekli barış ve huzur. 3. Cennet ehlinin hem bedenî hem ruhî bakımdan son derece güçlü ve yetenekli olmaları. 4. Mânevî tatmin (rızâ). 5. Allah’ı görmek, O’nunla konuşmak. 6. Bütün bunları saran bir ebediyet.
İnsan türünün yaratılıştan itibaren mânevî bir tekâmül çizgisi takip ettiği, genellikle semavî dinlerin ve özellikle İslâmiyet’in benimsediği bir telakkidir. İlâhî ruhun üflenişiyle (nefha) hayat sahnesine çıkarılan ilk insanın meleklerden bilgili ve onların tâzimine mazhar olacak kadar değerli olduğu çeşitli beyanlardan anlaşılmaktadır. İnsanın ikinci ve ebedî hayat sahnesine çıkarılışının da benzer bir nefha ile (sûra üfleniş) olacağı Kur’an’da haber verilmiştir (ez-Zümer 39/68). Bu iki nefha arasında dünya hayatı ile berzah* âlemi vardır. İnsanın irade ve tercihini kullanarak tekâmülünü sürdürebileceği yer dünya hayatıdır ve buradaki mânevî tekâmül iman ve sâlih amel ölçüsüne bağlanmıştır. Bir bekleyiş merhalesi olan berzah döneminden sonra başlayacak âhiret hayatında, dünyada tekâmüllerini sekteye uğratmayanlar, öyle anlaşılıyor ki, fizyolojik ve psikolojik yönlerden son bir operasyon ve arındırmaya tâbi tutulduktan sonra cennete alınacaklardır. Müslim’in rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber kıyamet günü cennet kapısını ilkin kendisinin çalacağını ve ondan önce bu kapının kimseye açılmayacağını söylemiştir (“Îmân”, 333). Cennete giriş sırasında bütün müminler görevli melekler tarafından karşılanacak ve, “Selâm olsun sizlere! Saadetler içinde olun, bir daha çıkmamak üzere cennete buyurun!” (ez-Zümer 39/73) diyeceklerdir. Buhârî, Müslim ve Tirmizî’nin çeşitli rivayet kanallarından aktardıkları hadislere göre (Buhârî, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 8; Müslim, “Cennet”, 14-22; Tirmizî, “Ṣıfatü’l-cenne”, 7), müminler dolunay veya parlak yıldızlar gibi ışıklar saçarak cennete girecekler, orada diledikleri gibi yiyip içtikleri halde abdest bozma ihtiyacı hissetmeyecekler, sümkürüp tükürmeyeceklerdir. Aldıkları gıdaların sindirimi hoş kokulu geğirti ve terden başka bir külfet getirmeyecektir. Cennet halkına yorgunluk ve usanç gelmeyeceği için (Fâtır 35/35) uykuya da ihtiyaç duymayacaklardır. Cennet ehlinin imkânlarını dile getiren bir hadiste onlara şöyle nida edileceği kaydedilir: “Daima sağlıklı olup asla hastalanmayacaksınız, sonsuza kadar yaşayıp ölmeyeceksiniz, gençliğinizi koruyup hiçbir zaman ihtiyarlamayacaksınız, sürekli nimetler içinde olacak ve güçlükle karşılaşmayacaksınız” (Müslim, “Cennet”, 22). Konu ile ilgili hadislerin bazı rivayetlerinde cennete girecek erkeklerin ataları Âdem’inki gibi bir bünyeye sahip olacakları, hatta 60 arşın boyunda bulunacakları anlatılır. Ayrıca bu erkeklerin daima otuz üç yaşında olmakla birlikte bıyıkları yeni terlemiş sakalsız gençler görünümü arzedeceklerinden de söz edilir. Kadınların ise çok güzel tenli ve çok değerli elbiselere bürünmüş halde bulunacakları ifade edilir.
Cennet ehlinin ruhî portreleri konusunda en çok vurgulanan özellik, onların gönüllerinde kin ve nefretin bulunmayacağı hususudur. “Gönüllerindeki kini söküp atacağız” (el-A‘râf 7/43) şeklindeki ifadeler, cennete gireceklerin mânevî bir arındırma operasyonuna tâbi tutulacağının delilidir. Yine ilgili âyet ve hadislerin beyanına göre cennette kusursuz bir ahlâkî hayat yaşanacak, cennetlikler arasında anlamsız ve gereksiz konuşmalar, suçlamalar olmayacak, tam bir dostluk ve kardeşlik hayatı hüküm sürecektir (el-Hicr 15/47; el-Vâkıa 56/25; Müslim, “Cennet”, 16-17). Kötülüklerden korunmayı başaranlar meleklerden gelen iltifatlarla cennete girecekleri sırada şöyle diyeceklerdir: “Bize karşı vaadini gerçekleştirip dilediğimiz yerinde yerleşebileceğimiz cennete bizleri vâris kılan Allah’a hamdolsun!” (ez-Zümer 39/74). Âyetin ifade tarzından, müminlerin yerleşim açısından serbestlik içinde olacakları anlaşılmaktadır. Rahmân sûresinde sözü edilen iki veya dört cennetin bir anlamı da bu olmalıdır. Cennet meskenlerindeki yaygı, sergi vb. ev eşyasının son derece lüks olması yanında yiyecek ve içeceklerin, ayrıca giysilerin de olağan üstü zevk verici özelliklere, temizlik ve zarafete sahip olacağı muhtelif âyetlerde yer yer ayrıntılı olarak tasvir edilir (ilgili âyet, hadis ve yorumları için bk. İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 267-293). Hadislerde belirtildiğine göre cennet ehline ilk verilecek yemek havyar ziyafetidir (Buhârî, “Enbiyâʾ”, 1; Müslim, “Münâfiḳīn”, 30). Cennet konusuyla ilgili olarak aşılmaz bir eser kaleme almış bulunan İbn Kayyim el-Cevziyye, cennet ehlinin yiyecek ve içeceklerine temas eden âyet ve hadisleri kaydettikten sonra bu naslara göre cennette ekmek, et, meyve, tatlı, ayrıca su, süt ve şarap gibi yiyecek ve içecekler mevcut olmakla birlikte bunların dünyadaki benzerleriyle isimden başka bir münasebetinin bulunmadığını söyler (Hâdi’l-ervâh, s. 274). Nitekim fevkalâde zevk veren cennet şarabı kadehler dolusu içileceği halde sarhoşluk ve rahatsızlık vermeyecektir (es-Sâffât 37/45-47; Muhammed 47/15). Cennet halkının beslenme rejiminde meyvelerin önemli bir yer tuttuğu çeşitli âyetlerin beyanlarından anlaşılmaktadır.
Cennet hayatının nimetlerini dile getiren nasların ayrıntılı anlatımları ve bunların hayal ettirdiği cismanî zevkler, bazı yabancı araştırmacıların eleştirilerine konu olmuştur. Halbuki cennet hayatının nimetleri bu cismanî zevklerden ibaret değildir. Cennet halkı asıl mutluluğu mânevî tatminde bulacak, onlar nefes alıp vermek kadar tabii bir şekilde Allah ile irtibat kuracak, cemâlini müşahede ederek O’nunla konuşacaklardır (aş.bk.). Aradaki derin mahiyet farkına rağmen uhrevî hayat dünya hayatına benzer şekilde devam edeceğine göre oradaki konfor da buradaki konforla bir bakıma bağlantılı olacaktır. Gazzâlî’nin de işaret ettiği gibi deney dünyasından aldığı izlenimler sayesinde idrak gücüne sahip olan insana bu idrakin sınırlarını aşan kavramlarla herhangi bir konuda fikir vermek mümkün değildir. Dünya hayatındaki cismanî zevklerin ruhun yücelişine engel teşkil ettiği genellikle kabul ediliyorsa da bunun uhrevî hayatta aynı mahiyette olacağı söylenemez. Kitlelere hitap eden dinlerin duyulur dünya ile paralellik arzeden bu üslûp ve metotlarının özendirici ve etkileyici özellikler taşıdığı da bilinen bir gerçektir.
Cinsiyetin insan hayatında önemli bir yer tuttuğu şüphesizdir. Kur’ân-ı Kerîm’de de vurgulandığı üzere (er-Rûm 30/21) karşı cinsler hayatlarını birleştirmekle bedenî ve ruhî tatmin bulmaktadırlar. Aynı tatminin uhrevî hayatta da devam etmesi tabiidir. Cennet tasviriyle ilgili çeşitli âyet ve hadislere göre cennette hem dünya kadınları hem de hûriler bulunacaktır. Âyetlerde geçen “tertemiz zevceler” ifadesi (el-Bakara 2/25; Âl-i İmrân 3/15), hûrilerle birlikte dünya kadınlarını da kapsamına almaktadır. Cennete giriş öncesinde müminlere uygulanacak bedenî ve ruhî arındırma operasyonu sonunda, kadınların cinsî hayatlarına olumsuz etki yapan, mutluluklarını bölen fizyolojik ârızaların ve ruhî depresyonların tamamen giderileceği anlaşılmaktadır. Çeşitli âyet ve hadislerde cennet kadınlarının güzelliği, zarafeti ve çekiciliği konusunda canlı tasvirler mevcuttur. Ancak âlimler bu tasvirlerden hûri kaydını taşımayanların bile hûrilere münhasır olduğunu kabul etmişlerdir. Tirmizî’nin el-Câmiʿu’ṣ-ṣaḥîḥ’inde yer alan (“Ṣıfatü’l-cenne”, 24) ve Kurtubî tarafından tamamlanan (et-Tezkire, s. 555) bir rivayette ise hûriler kendi ayrıcalıklarından söz edecekleri bir sırada cennetteki dünya kadınları, dünya hayatında işledikleri güzel ameller sebebiyle onlardan üstün olduklarını ifade edecekler ve onları susturacaklardır. Kurtubî’nin Hz. Peygamber’e nisbet ettiği başka bir hadiste de cennete giren dünya kadınlarının hûrilerden 70.000 kat üstün olduğu ifade edilmiştir. Bu hadisin doğruluğu tevsik edilememiş olsa da bilginler arasında böyle bir telakkinin bulunması dikkat çekicidir. Bir erkeğin kaç eşe, özellikle kaç dünya kadınına sahip olacağı hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Konuya çeşitli açılardan bakış yapan İbn Kayyim’in de ifade ettiği gibi (Hâdi’l-ervâh, s. 334) bu mevzuda sahih olan rivayet Buhârî ile Müslim’de yer alan hadistir. Buna göre cennetteki her erkeğe “zarif ve şeffaf tenli” iki kadın verilecek ve orada evlenmemiş kimse kalmayacaktır (Buhârî, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 8; Müslim, “Cennet”, 14). Kadınların ikisi de hûri veya dünya kadını olabileceği gibi birinin hûri, birinin de dünyalı olması muhtemeldir. Müslim’in rivayetinde geçen ilâve bilgiden anlaşıldığına göre râvi Ebû Hüreyre söz konusu hadisi, cennette kadınların mı yoksa erkeklerin mi daha fazla olacağı hususunun tartışılması münasebetiyle nakletmiş ve dolaylı olarak dünya kadınlarından iki eşin verileceğini ifade etmiştir.
“İri gözlerinin beyazı saf, siyahı koyu, gümüş berraklığında beyaz tenli kızlar” anlamına gelen hûrilerin cennet erkekleri için farklı bir yapıya sahip kılınarak yaratıldığı ve “erkeklerine düşkün, başkalarında gözü olmayan, kimse tarafından dokunulmayan, inci tenli, yakut yanaklı, yaştaş genç kızlar” gibi kavramlarla vasıflandırıldıkları muhtelif âyetlerde görülür (bk. İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 316-328). Bir yandan pedagojik amaçların, öte yandan konu ile ilgilenenlerin kendilerine has estetik duygu ve hayallerin etkisiyle hûrilerin yapısı ve câzibesine dair çeşitli yorumlar yapılmıştır. Bunlardan biri de onların za‘ferandan yaratılmış olduğu iddiasıdır (Ebû Nuaym, III, 224-226). İbn Kayyim, hadis diye nakledilen ve eleştirilere konu olan rivayetleri sıraladıktan sonra en güzel endama sahip insanın yaratılışı topraktan olmuşken za‘ferandan yaratılacak bir mahlûkun ne önemi olacağını hayretle sorar (Hâdi’l-ervâh, s. 336-337). Hûrilerin sayısı hakkında da değişik ve doğrulukları sabit olmayan rivayetler mevcuttur. Genel eğilim, her erkeğe dünya hanımlarından iki, hûrilerden ise birkaç tane verileceği yolundadır (bk. İbn Kesîr, II, 454-458; İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 334; ayrıca bk. HÛRİ).
Cennetteki cinsî hayatla ilgili tasvirlerde güzellik, çekicilik vb. faktörler kadınlara nisbet edildiği halde bu tür tasvirlerin sağladığı özendirici sonuç ve avantajların genellikle erkekler için söz konusu edildiği ve kadının âdeta erkeğin zevklerini tatmin eden bir vasıta olarak gösterildiği şeklinde bir itirazın ileri sürülmesi mümkündür. Arap dilinde kadınlı erkekli bir topluluğa hitap edilirken veya onlara yönelik açıklamalar yapılırken müzekker sîgaların kullanıldığı bilinmektedir. Ayrıca hemen bütün milletlerin sanat ve edebiyatlarında kadın zarafet ve câzibenin odak noktası olarak kabul edilmiş, aşk şiirleri ve diğer sanat alanlarının ana teması kadın olmuş, büyük bir çoğunlukla kadın talep eden değil talep edilen konumunda bulunmuştur. Aynı üslûp ve yaklaşımın cennetteki cinsî hayatın tasvirinde de hâkim olduğu anlaşılmaktadır. Kimsenin bekâr kalmayacağı cennet hayatında erkeğe -biri dünya kadını, biri de hûri olmak üzere- en az iki eş verileceği halde kadının birden fazla kocaya sahip bulunmaması da aynı temaya bağlı olmalıdır. Gerçekten dünya hayatında kadın psikolojisi üzerinde sürdürülen çalışmalar, yapılan anket ve araştırmalardan onun monogam olduğu, gönül ve hayal âleminde sadece bir erkeğe yer verdiği anlaşılmıştır. Bu aynı zamanda insan türünün devamını sağlayan ana rahminin korunması, dolayısıyla nesebin tayini ve neslin bekası için de gereklidir (bk. ÇOK EVLİLİK).
İslâmiyet’te dini kabullenme ve ilâhî buyrukları yerine getirme hususundaki sorumluluk ferdîdir, kimse diğerinin dinî yükümlülüğünü taşımadığı gibi bunun olumlu veya olumsuz sonuçlarına da muhatap olmaz (Fâtır 35/18). Ancak iman ve ameliyle cennete girmeye hak kazanmış aile fertleri arasında Allah katında değeri en üstün olanın diğerlerini yanına alabileceği kabul edilmektedir (Taberî, XXVI, 15-17). Dünyada birden fazla erkekle evlenmiş kadının cennette bunlardan hangisinin eşi olacağı meselesi ashaptan itibaren düşünülmüştür. Bâkire olarak ilk evlendiği erkekle veya son kocasıyla bulunacağı şeklinde iki ayrı kanaat yanında, hadis olduğu ileri sürülen iki farklı rivayete dayanılarak huyu daha güzel olanla veya tercih edeceği bir kocasıyla beraber bulunacağı söylenmiştir (Kurtubî, s. 560-561; İbn Kesîr, II, 548). Dünya hayatında meşrû evlenmelerle kurulan ailelerin cennette aynen devam etmesi nazarî olarak mümkün görülmekle birlikte cennete girmeye hak kazanamayanların, birden fazla evliliklerin veya evlenmeden ölen kadın ve erkeklerin durumu farklılıklar meydana getirecektir. Bu bakımdan cennetteki aile hayatını dünyadakinin devamı gibi telakki etmek isabetli görünmemektedir. Cennette bulunacak dünyalı kadın ve erkek kesimi arasında evlenme açısından kendiliğinden bir denkliliğin oluşması muhtemeldir. Bir hadiste belirtildiğine göre Allah cennet için yeniden bazı nesiller (kadın ve erkekler) yaratacaktır. Kadınlı erkekli eşlerin sayısını tamamlamak ve dengeyi sağlamak için bu yeni nesillerden faydalanılması mümkündür. Dünya hayatında önemli bir mutluluk vesilesi olan çocuk yapmanın ve dolayısıyla üremenin cennette de olup olmayacağı tartışmalıdır. İbn Kayyim, dünyadaki gibi bir üremenin cennette mümkün olamayacağını on delil ile ispata çalışır. Bununla birlikte aynı müellife göre çocuğun ana karnında oluşumundan gençlik çağına ulaşıncaya kadar bütün evreleri bir anda tamamlaması suretiyle bir üreme imkân dahilindedir (Hâdi’l-ervâh, s. 348-357). Ancak cennet sakinlerinin çevresinde, saçılmış inciler gibi çocuklar ve hizmet elemanları daima bulunacaktır (et-Tûr 52/24; el-İnsân 76/19).
Güvenilir bir kaynağa dayanmamakla birlikte cennette konuşulacak dilin Arapça olacağı şeklinde yaygın bir kanaat vardır. Cennete girmeden önceki kıyamet merhalelerinde Süryânîce konuşulacağı da ileri sürülmüştür. Cennet hayatı için düşünülen mânevî zevk ve ruhî tatmin yollarından biri de müziktir. Bu konuda hadis kaynaklarında da bazı rivayetler yer almıştır. Hûrilerden söz eden bir kısım hadislerde onların bir nevi konser vereceği ifade edilmektedir (Tirmizî, “Ṣıfatü’l-cenne”, 24). İman edip faydalı işler yapanların cennette zevk ve neşe içinde yaşatılacaklarını ifade eden âyetin (er-Rûm 30/15) tefsirinde buradaki ruhî tatminin müzikle olacağını söyleyen bilginler mevcuttur (Taberî, XXI, 19-20). Cennet müziğinin ağaç yapraklarının birbiriyle teması veya İsrâfil’in sûru yoluyla oluşacağı da düşünülmüştür. Cennet ehlinin beden yapısı ve yeteneklerinden bahseden hadislerde, müminlerin Allah’a olan övgü ve tâzimlerini (tesbih ve tahmid) derin bir sevgi ve samimiyetle dile getireceklerinden söz edilmesi yanında, Allah ile yapacakları konuşmalarda müzik nağmelerinden duyulan bir coşku ve bediî zevk halini yaşayacakları belirtilir. Cennet hayatındaki müziğin melekler, hûriler ve insanlarla ağaçların, kuşların... katılacağı evrensel bir âhenk niteliğinde olacağı da düşünülebilir.
Büyük insan kitlelerine hitap etmeyi amaçlayan dinler bütün tâlimat ve telkinlerinde, özendirici ve caydırıcı tedbirlerinde onların duygu, düşünce ve idrak seviyelerini hesaba katmışlardır. Bu sebeple semavî dinlerde, özellikle İslâmiyet’te naslar çerçevesinde yer alan cennet-cehennem tasvirlerini söz konusu bakış açısından değerlendirmek gerekir. Bedenî ihtiyaçları gideren ve cismanî zevkler sağlayan cennet nimetleri aslında cennet sakinleri için amaç değildir. Ulaşılmak istenen asıl hedef Allah rızâsıdır. İnsan için bu rızâya nâil olmak, Allah’ın kendi katından bedene bahşettiği ruhu (el-Hicr 15/29) yine O’na yöneltmek, O’nu müşahede etmek, O’nunla konuşmaktır. Müslümanlar arasında minnet ve şükran duygularını dile getirmeye vesile olan en samimi ve en yaygın dua ifadesi, “Allah râzı olsun!” cümlesidir. Allah’ın dostları O’na en yakın olan, O’nun rızâ ve muhabbetini kazanan, O’nu gönülden sevip rızâ ve teslimiyetle en büyük mutluluğa erenlerdir. Cennet ve Allah rızâsı münasebetini dile getiren bir âyette, “Allah mümin erkeklerle mümin kadınlara içlerinde ebedî kalacakları, zeminlerinden ırmaklar akan cennetler, adn bahçelerinde güzel meskenler vaad etti. Allah’ın rızâsı ise hepsinden daha üstündür. İşte en büyük saadet de budur” (et-Tevbe 9/72) denilerek uhrevî saadetin bu mânevî unsurunun, maddî içerikli kavramlarla anlatılan diğer bütün nimetlerden daha değerli olduğu açıkça ifade edilmiştir. Sahih hadislerde belirtildiği gibi bütün müminler cennetteki yerlerini aldıktan sonra Cenâb-ı Hak kendilerine hitap ederek hallerinden memnun olup olmadıklarını soracak, onlar da son derece memnun olduklarını ifade edeceklerdir. Bunun üzerine Allah, “Size bundan daha değerli bir şey veriyorum: Size rızâmı bezlediyorum, artık size gazabım bir daha dokunmayacak” diyecektir (Müslim, “Cennet”, 9).
Cennetin yapısı, kuruluşu ve bölümleriyle cennet hayatı ve nimetleri hakkında yapılan tasvirlerin genel seyrinden anlaşılacağı üzere cennet, dolayısıyla cehennem ve âhiret hayatı sadece ruhlar âleminde değil ruh ve bedenden oluşan, ayrıca bağı bahçesi, nehri, yapısı vb. bulunan bir maddeler ve realiteler dünyasında başlayıp devam edecektir. Sadece Kur’an âyetleri çerçevesinde bile mevcut nasların içerdiği maddî unsurları, mânevî ve ruhî anlatımlar veya sembollerle te’vil etmek mümkün değildir. Nitekim bütün kelâm âlimleri bu yönde düşünmüşler, buna karşılık filozofların çoğunluğu ile bazı mutasavvıflar âhiret hayatının cismanîliğini kabul etmediklerinden İslâmî naslardaki cismanî tasvirleri te’vil etmek gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Gazzâlî’nin filozoflara yönelik ağır eleştirilerinden sonra İbnü’l-Arabî de kelâmcıların görüşünü benimsemiş ve bir kısım sûfîlerin, cennet ehlinin fevkalâde değişim kabiliyetlerine sahip olacaklarını, halbuki maddî bedenin buna elverişli olmadığını öne sürerek cesetlerin değil ruhların haşrolunacağına hükmetmelerini hatalı bulmuştur. Sûfîler tefekkürlerinde keşf* mertebesine ulaşabilselerdi âhiret âleminde, dünyadakinin aksine, ruhların cisimlere zarf teşkil ettiğini görecekler ve hükmün cisimlere değil ruhlara ait olduğunu kabul edeceklerdi (bk. Şa‘rânî, II, 175). Gazzâlî cennet zevklerinin hissî, hayalî ve aklî olmak üzere üçe ayrıldığını ve herkesin kendi kabiliyetine göre bunların tamamından veya bir kısmından faydalanacağını kabul etmiştir. Dünya hayatında özellikle hayalî ve aklî zevklerin kusuru olan kesintiler (inkıtâ) âhirette bertaraf edilip bu zevkler süreklilik kazandığında son derece cazip olurlar (el-Madnûn, IV, 159-161). İbnü’l-Arabî de Rahmân sûresindeki “iki cennet” (55/46, 62) ifadesine dayanarak hissî ve mânevî olmak üzere iki türlü cennetin bulunduğunu söyler. Eğer cennet sadece mânevî olsaydı dünyada dinî hayatlarını ilâhî ölçülere (mîzan) göre sürdüren müminlere amellerinin tam karşılığı verilmemiş olurdu. Ancak cennetliklerin yemesi, içmesi açlık ve susuzluğu gidermek için değil, Allah’ın hiçbir ihtiyacı olmadığı halde bir şeyi murad etmesi gibi, zaaftan ve ihtiyaçtan doğmayan bir zevkten ibarettir. Ona göre cennetteki yeme, içme, cinsiyet, elbise, güzel koku, müzik, güzel manzara, güzel kadın, renkler, ağaçlar, nehirler gibi maddî zevkleri hem zâhid hem de ârifler tattığı halde mânevî zevkler sadece âriflere mahsustur (el-Fütûhât, V, 60-61; IX, 338-339).
İslâm âlimleri cennette Allah’ın görülüp görülemeyeceği (rü’yetullah) konusunu başta gelen dinî ve fikrî meselelerden biri olarak incelemiş ve tartışmışlardır. Rü’yetullah konusuna duyulan bu çok canlı ilgi ve merak, müslümanların, insanın en yüce gerçeği görerek tanıma şeref ve mutluluğuna lâyık seçkin bir varlık olduğu yolundaki temel değerlendirmelerini göstermesi bakımından da ayrıca önem taşır. Kur’ân-ı Kerîm’de ölümün gayb perdelerini kaldıran vesilelerden biri olduğu ifade edilir (Kāf 50/22). Müminler ölüm sonrasındaki hayatta Allah’a yaklaştırılmış kullar olduklarına göre ulûhiyyet âleminin bazı sırlarına vâkıf olmalı, o muazzam gerçeklerin perdeleri onlar için aralanmalıdır. Bu sebeple sayıları pek az olan bazı Mu‘tezilî bilginler dışında bütün İslâm âlimleri cennet ehlinin Allah’ı göreceğini kabul etmiş ve bunu insanoğlunun erişebileceği en büyük mutluluk olarak görmüşlerdir. Seçkin peygamberlerin bile dünya hayatında Allah’ı görememesi, bazı Batılı yazarların zannettiği gibi (EI, II, 1015) ebedî hayatta da göremeyeceğinin bir delili sayılmamalıdır. Çünkü mahiyetleri itibariyle bu iki âlem tamamen birbirinden farklıdır. Allah’ın görülmesi meselesini, bu konuya dair yedi âyeti, yirmi altı sahâbînin naklettiği hadisleri, ayrıca birçok sahâbî, tâbiîn ve mezhep imamının görüşlerini de dikkate alarak inceleyen İbn Kayyim (Hâdi’l-ervâh, s. 402-474), eserinde Allah’ın cennet ehli ile konuşmasına da yer vermiştir (s. 478-485). Müminlerin Allah’ı nasıl göreceği hususu da tartışılan önemli konulardan biri olmuştur. Allah maddenin taşıdığı bütün nitelik ve özelliklerden münezzehtir. Halbuki insan kendisine nisbetle belli bir açı içinde, belli bir mesafede bulunan ve görülme engeli bulunmayan cisimleri görebilir. Kelâm âlimleri, görme ve görülme şartlarının belli tabii kanunlara bağlı olduğunu, ancak ebediyet âleminde görme olayının vukuu için bunların mevcudiyetinin gerekmediğini kabul etmişlerdir. Müminlerin Allah’ı görmesi, O’nun zâtının şu anda bilinmeyen şartlar çerçevesinde kendilerine tecelli etmesi şeklinde olacaktır. İbnü’l-Arabî, hiçbir beşer idrakinin cennetteki fevkalâdelikleri kavrayamayacağı prensibinden hareketle, söz konusu tecellînin nasıl gerçekleşeceği hususuna ilgi çekici bir yaklaşım denemesi yapmıştır (el-Fütûhât, V, 7678; ayrıca bk. RÜ’YETULLAH).
Cennet Ehli. Cennet Kur’ân-ı Kerîm’de genellikle “iman ve sâlih amel” sahiplerine vaad edilmiştir. Ancak bu temel prensibin dışında kalan bazı grupların da cennete girecekleri, çok yönlü tartışmalara rağmen âlimler tarafından umumiyetle benimsenmiştir. Bunlar çocuklar, deliler ve fetret dönemlerinde yaşayan insanlardır. Müslüman ailelerinin ergenlik çağına gelmeden ölen çocuklarının cennete gireceği âlimlerin çoğunluğu tarafından kabul edilmekte, ancak müşriklerin çocukları için tereddütler bulunmaktadır. Mutlak adâlet, nihayetsiz lutuf ve rahmet sahibi olan Allah, mükellef olmayan kullarını cehennemle cezalandırmayacağına göre çocukların ve delilerin ebediyet âlemindeki yerlerinin cennet olacağı kabul edilmelidir. Hak dinin varlığından ve peygamberlerin tebliğlerinden haberdar olmayan insanlar da (bk. FETRET) akıllarıyla kâinatın yaratıcısı ve yöneticisini idrak etseler bile onun emir ve yasakları hususunda bilgi sahibi olamayacaklardır. Bu husus dikkate alınarak onların da dinî yükümlülük açısından çocuklar ve deliler gibi mâzur görülecekleri düşünülebilir (bk. Halîmî, s. 175-182; Kurtubî, s. 591-600).
Cennete girmenin temel şartı olan iman, Allah ile kul arasında mevcut sevgi bağının kuldaki yansımasından ibaret olup hiçbir şekilde yokluğu düşünülemez. “Faydalı işler” anlamına gelen sâlih amellere gelince, insan hayatı boyunca dinî ölçüler açısından yapılması veya terkedilmesi gereken şeyler olmak üzere iki gruba ayrılan bu fiillerin hem sayısı çok hem de işleniş biçimleri değişiktir. Bir kişinin bunların tamamını yerine getirmesi fiilen imkânsızdır. İbn Kayyim el-Cevziyye, cennete girmeye vesile olan amelleri âyetlere dayanarak saydıktan sonra Mâûn sûresinin son âyetlerinden de (107/6-7) faydalanarak bunları iki noktada özetler: Yaratanın kulluğunda samimiyet, yaratılmışlara şefkat. Bu da nihaî olarak bir noktada yoğunlaşır: Allah ile O’nun sevdiği bütün hususlarda uyum içinde olmak (Hâdi’l-ervâh, s. 549-551). Bir âyette ebediyet nimetlerinin peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlihlere ait olacağı ifade edilirken (en-Nisâ 4/69) cennetin semâvât ve arz kadar geniş olduğunu belirten başka bir âyette, kötülüklerden sakınma yanında bollukta ve darlıkta başkalarına yardım etme, öfkeyi yenme, insanların kusurlarını bağışlama ve işlediği günahlarda ısrar etmeyip Allah’tan af dileme hasletleri sıralanır (Âl-i İmrân 3/134-135). Birçok hadiste cennete gireceklerin vasıfları farklı şekillerde dile getirilmiştir (bk. Miftâhu künûzi’s-sünne, “el-cenne” md.). Hz. Peygamber cennetin üst derecelerini tasvir ettiği bir sırada yanında bulunan sahâbîler, cennetin bu seçkin yerlerine olsa olsa peygamberlerin yerleşebileceğini söylemiş, Resûl-i Ekrem ise şöyle demiştir: “Evet öyle; bir de Allah’a inanan ve peygamberleri tasdik eden kişiler” bu derecelere nâil olabilir (Buhârî, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 8; Müslim, “Cennet”, 11). İslâmî naslar, cehenneme girmeye müstahak olanları kaba, kibirli, cimri, katı yürekli gibi vasıflarla, cennetlikleri de bunun tam aksi niteliklerle tasvir eder. Bir hadiste cennet ehli, adaletli ve cömert hükümdar, yakınlarına ve bütün müslümanlara karşı merhametli ve yufka yürekli insan, bir de aile fertleri kalabalık olduğu halde başkasına el açmayan kişi olarak belirtilmiş; bir diğerinde de cennete kalpleri kuşlarınki kadar ürkek ve hassas olanların gireceği ifade edilmiştir (Müslim, “Cennet”, 27, 63). Hz. Peygamber’den, cennete giremeyecek tipleri tasvir eden birçok hadis rivayet edilmiştir. Bu tipler arasında, kalbinde zerre kadar da olsa kibir bulunan, kovculuk yapan, hısım akraba ile ilişkisini kesen, komşusuna eziyet veren insanlar ile halkına karşı samimi davranmayan öğüt dinlemez devlet adamı da vardır (Miftâhu künûzi’s-sünne, “el-cenne” md.). Ehl-i sünnet âlimleri bu tür hadislerin terbiyevî amaçlar taşıdığını, imanı olan kişilerin bir süre cehennemde azap görseler bile eninde sonunda cennete gireceklerini kabul ederler. Cennet kapısının ilkin kendisi tarafından açılacağını ifade eden hadisinin bir rivayetinde Hz. Peygamber şöyle der: “Cennet kapısını ilk açacak olan benim; ancak bir kadın benden önce onu açmaya çalışır. Kendisine, ‘Ne yapıyorsun, sen kimsin?’ diye sorarım. Şöyle cevap verir: Ben yetimlerine bakmak için evlenmeyen dul bir kadınım” (Müslim, “Îmân”, 333; Heysemî, VIII, 172).
Bir kısmına burada temas edilen sâlih ameller, aslında doğrudan cennete girmeyi gerektirmeyip sadece Allah’ın rahmet ve muhabbetine nâil olmayı sağlar. Ne var ki O’nun engin muhabbet ve merhametinin tecellîleri içinde şüphe yok ki cennet de vardır. Hz. Peygamber, amel ve ibadette aşırı gitmeyi menettiği hadislerinin birinde ilâhî rahmet olmadan kimsenin cennete giremeyeceğini beyan ederek orta yolun takip edilmesini ve ümitli olunmasını tavsiye etmiştir (Müslim, “Münâfiḳīn”, 78). Bu tür tavsiyelerin, zâhidlerin amellerine güvenmemeleri ve kendilerini Allah’ın azabından emin telakki etmemeleri gibi dolaylı bazı uyarıları da kapsadığı şüphesizdir. Buhârî ile Müslim’in eserleri de dahil olmak üzere çeşitli hadis kaynaklarında, Muhammed ümmetinden azımsanmayacak bazı grupların hesaba tâbi tutulmadan cennete gireceklerini ifade eden hadisler bulunmaktadır. Bu gruplar için sayılan özelliklerin başlıcaları şunlardır: Vücutlarına dövme yaptırmamak, üfürükçülükle uğraşmamak, uğursuz nesne ve olayların mevcudiyetine inanmamak ve yalnız Allah’a tevekkül edip başkasından korkmamak (İbn Kesîr, II, 147-160). Burada sayılan hususların, İslâm’dan önceki dönemde puta tapıcılık çerçevesinde yer alan inançlara işaret ettiği anlaşılmaktadır.
Dünya hayatında insanları en çok meşgul eden konulardan biri olan ekonomik farklılığın cennet hayatını da ilgilendirdiği görülmektedir. İmam Müslim’in de katıldığı bazı muhaddisler, fakir müminlerin zenginlerden önce cennete gireceklerini dile getiren hadisler rivayet etmişlerdir (Müslim, “Zühd”, 37; İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 168-170). Fakat İbn Kayyim’in de belirttiği gibi bu durum, fakirlerin zenginlerden mutlak mânada üstün oluşundan değil zenginlerin hesaplarının uzun sürmesinden kaynaklanacaktır. Zira vecîbelerini yerine getiren zengin dinî hayatı itibariyle fakirden üstün olabilir. Cennet sakinlerinin yarısını veya daha fazlasını tek başına Muhammed ümmetinin oluşturacağının umulduğunu ifade eden hadisler Kütüb-i Sitte’de yer almış bulunmaktadır (bk. Miftahu künûzi’s-sünne, “el-cenne” md.). Böyle bir telakki, sınırlı zaman ve mekânlarda görev yapan ve tâbileri az olan peygamberlerin inanmış ümmetlerinin de az olacağı düşüncesinden ileri gelmektedir. Nitekim Hz. Mûsâ’nın tâbileri az bir yekün teşkil ettikten başka yahudiler Mûsevîliği millî bir din çerçevesinde tutarak onun yayılmasını engellemişlerdir. Kur’ân-ı Kerîm’in ifadesiyle, “biz hıristiyanız” diyen (el-Mâide 5/14) ve kalabalık bir nüfus oluşturan Hz. Îsâ bağlılarına gelince Kur’an’ın, kendilerini müslümanlara en çok sempati duyan din mensupları olarak kabul etmesine rağmen onlar son peygamber Hz. Muhammed’i tasdik etmemiş, bunun yanında tevhid ilkesini ihlâl etmiş, kendi dinlerinin gereklerini de yerine getirmemişlerdir.
Allah’ın rahmeti gazabından kat kat fazladır. Çok geniş mekânlara sahip olan cehennem ile cennetin her biri, kendisine lâyık olanları bünyesine aldıktan sonra dolmayacak ve fazlasını talep edecektir. Sahih hadislerde belirtildiği gibi Allah cehennemi dürüp bükmek suretiyle küçültecek ve orada boş yer kalmayacaktır. Cennet için de yeniden bazı nesiller yaratacak ve onu bunlarla dolduracaktır (Buhârî, “el-Eymân ve’n-nüzûr”, 12, “Tevḥîd”, 7; Müslim, “Cennet”, 35, 37). Allah’ın yaratacağı bazı nesillerle cehennemi de dolduracağı tarzında Buhârî’de yer alan diğer bir rivayetin ise (“Tevḥîd”, 25) hatalı olduğu, hadis metnini nakleden bazı râvilerin bu metni cennetle ilgili benzer bir ifade ile karıştırdığı kabul edilmiştir (İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 536; Aynî, XI, 570). Çünkü âdil-i mutlak olan Allah’ın suç işlemeyeni cezalandırması söz konusu değildir. Cennet için yeni nesiller yaratmasında, oradaki erkek ve kadın sayısının denkleştirilmesi açısından da hikmetler mevcuttur.
Halen Mevcut Olup Olmadığı ve Ebediyeti. Cennetin halen mevcut olup olmadığı hususu tartışmalıdır. İbn Kayyim, onun mevcudiyetini kabul edenlerin Âdem kıssasını delil olarak göstermelerini eleştirmekte ve Âdem’in iskân edildiği yerin ebediyet cenneti olup olmadığı konusunun bilginler arasında tartışmalara yol açtığını söylemektedir (Hâdi’l-ervâh, s. 51). Halbuki yaygın telakkiye göre cennetin varlığı Âdem kıssası ile sabit olmakta, cehennemin halen mevcudiyeti de onunla kıyaslanmaktadır (bk. CEHENNEM). Cennetin halen mevcudiyeti kabul edildiği takdirde bu defa nerede bulunduğu meselesiyle karşılaşılmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de genişliği göklerle yer kadar olduğu ifade edilen (Âl-i İmrân 3/133) cennetin bu âlemdeki mekânı için belirgin bir şey söylemek mümkün değildir. Ebediyet âlemindeki yeri hakkında ise mutlak mânada gökte, dördüncü veya yedinci semada, yahut yedi semanın üstünde ve arşın altında bulunduğu yolunda rivayet edilen çeşitli hadislerin doğruluğu tevsik edilememiştir (bk. Ebû Nuaym, I, 165-170). Yalnız cennetin yukarıda, yükseklerde bulunduğu kanaati yaygındır. Nitekim hem konu ile ilgili hadislerde yer alan “semâ” kelimesinde hem de “illiyyîn” kelimesinde bu anlam vardır. Bazı âyetlerde de cennet “yüksek” (âliye) kavramı ile nitelendirilmiştir (el-Hâkka 69/22; el-Gāşiye 88/10). İbnü’l-Arabî âhiret için güneş, ay ve yıldızları da ihtiva eden bir cehennem âlemi tasavvur etmekte, cenneti de bunun üzerine yerleştirmektedir. Ona göre güneşin cisimleri etkilemesi dünya hayatında yukarıdan aşağıya doğru iken âhirette, tıpkı tencerenin altındaki ateş gibi, aşağıdan yukarıya doğru olacaktır ve cennetin ısıya muhtaç besinleri cehennemin hararetiyle olgunlaşacaktır (el-Fütûhât, XIII, 437-438). İbnü’l-Arabî’nin, cennetin cehennemden daha geniş olacağı telakkisini de yansıtan bu görüşüne paralel açıklamalara ve hayalî bazı şekillere Erzurumlu İbrâhim Hakkı ile (Mârifetnâme, s. 9, 12, 22-23) Yazıcıoğlu Mehmed Efendi’nin (Muhammediyye, s. 4-5, 340-341) eserlerinde de rastlanmaktadır. Bu tür yorumların İslâmî naslara değil de müslüman müelliflerin şahsî telakkilerine dayandığı şüphesizdir.
İslâm âlimleri ebediyeti yetkinlik, fenâyı da eksiklik olarak kabul etmişlerdir. Ebediyet rahmet ve saadet, fenâ ise gazap ve felâkettir. Seçkin kullara nihayetsiz saadet vaad edildiğine göre cennet, rızâ-yı ilâhî, Hakk’ın cemâlinin müşahede edilmesi gibi saadet vesileleri hiçbir zaman kesintiye uğramamalı, sona ermemelidir. Hz. Âdem’e üflenen ilâhî ruh ile varlık sahnesine çıkarılan insanlık âlemi yokluğa mahkûm edilmemelidir. Nitekim çeşitli âyetlerde cennetliklerin oradan çıkarılmayacağı, ölümü tatmayacakları, cennet nimetlerinin tükenmeyip sürekli olacağı ifade edilmiştir (el-Hicr 15/48; ed-Duhân 44/56; er-Ra‘d 13/35; Sâd 38/54). Hûd sûresinde (11/106-108) cehennem azabı için ebediyet kaydı yer almadığı halde cennet hayatı için “tükenmeyen ve kesintiye uğramayan lutuf” ifadesi kullanılmıştır. İslâm âlimleri cehennemin veya azabının ebediyeti hususunda ashaptan itibaren ihtilâf ettikleri halde, Cehm b. Safvân hariç, cennetin ebediyeti konusunda ittifak etmişlerdir. Cehm b. Safvân’ın ilgi görmeyen bu fikri Allah’ın ilim, kudret ve rahmet sıfatlarını sınırlandırdığı gibi ebediyet kavramını da ortadan kaldırmaktadır (bk. BEKĀ; TECEDDÜD-i EMSÂL).
Literatür. Kur’ân-ı Kerîm’in çeşitli sûrelerinde cennetle ilgili pek çok âyet vardır. Bunlar genellikle cennete girmeye vesile olan davranışları belirtmekte, zaman zaman cenneti tasvir etmekte, cennet hayatı ve nimetlerinden bahsetmektedir. Hadis kaynaklarında da cenneti konu edinen birçok rivayet mevcuttur. A. J. Wensinck’in teşebbüsüyle düzenlenen alfabetik hadis indeksinin W. Raven ve J. J. Witkam tarafından hazırlanmış özel isimler cildinde “cennet” kelimesinin kaynakları yedi sütuna yaklaşmaktadır (VIII, 309-312). Buna cennetin diğer isimlerinin kaynaklarını da ilâve etmek gerekir (VIII, 323, 326). Hadis imamlarından Müslim ile Tirmizî el-Câmiʿu’s-sahîh, adlı eserlerinde cennete müstakil birer bölüm (kitab) tahsis etmişlerdir (Müslim, 51. kitab, “el-Cenne ve ṣıfatü naʿîmihâ”; Tirmizî, 36. kitab, “Ṣıfatü’l-cenne”). Ayrıca Buhârî’nin Sahîḥ’inde “Kitâbü Bedʾi’l-halk”ın 8 ve 9. babları, Ebû Dâvûd’un es-Sünen’inde “Kitâbü’s-Sünne”nin 21-23. babları, İbn Mâce’nin es-Sünen’inde “Kitâbü’z-Zühd”ün 39. babı, Dârimî’nin es-Sünen’inde de “Kitâbü’r-Rikāk”ın 86-87 ve 97-118. babları cennetle ilgilidir.
İslâm literatüründe cennetle ilgili bir çok eser telif edilmiştir. Cennet konuları bazı kitaplarda cehennemle birlikte veya genel olarak âhiret bahisleri içinde işlenmiştir. Bu tarzda kaleme alınan başlıca eserleri şöylece sıralamak mümkündür: Gazzâlî, ed-Dürretü’l-fâhire fî ʿulûmi’l-âhire (Beyrut 1407/1987); Kurtubî, et-Tezkire fî ahvâli’l-mevtâ ve umûri’l-âhire (Beyrut 1405/1985); Takıyyüddin es-Sübkî, el-İʿtibâr bi-bekāʾi’l-cenneti ve’n-nâr (Dımaşk 1347; Kahire 1987); İbn Kesîr, en-Nihâye (Kahire 1389/1969); Abdülganî en-Nablusî, Lemaʿâtü’l-envâr fi’l-maktûʿ lehüm bi’l-cenneti ve’l-maktûʿ lehüm bi’n-nâr (baskı yeri yok, Dârü Bedr, 1983); Fazl Abdürrâzık Mahmûd, Mûcibâtü’l-cenneti ve’n-nâr (Kahire 1986); Ni‘met Sıddîkī, el-Cezâʾ: el-Cennetü ve’n-nâr (Kahire 1976); Ziyâüddin el-Makdisî, Ṣıfatü’l-cenneti ve’n-nâr (Îżâḥu’l-meknûn, II, 69). Şiî literatüründe müstakil eserlerden başka akaidle ilgili eserlerin âhiret bahisleri içinde cennet konularına da yer verilmektedir. Ali b. Muhammed el-Kûfî’nin Kitâbü’l-Cenneti ve’n-nâr (a.g.e., II, 286); İbn Fuddâl el-Kûfî’nin Kitâbü’l-Cenneti ve’n-nâr (a.g.e., II, 286); Hâşim b. Süleyman el-Bahrânî’nin Nüzhetü’l-ebrâr ve menârü’l-efkâr fî halki’l-cenneti ve’n-nâr (a.g.e., II, 634) adlı eserleri yanında Muhammed Bâkır el-Meclisî’nin Bihârü’l-envâr’ında cennet konularına ayrılan 150 sayfalık kısım birçok Şiî rivayetini bir araya getirmiştir (VII, 116-222). Ancak hadis diye nakledilen 217 rivayetin içinde sahih olanlar pek azdır. Ehl-i beyt’in ve mensuplarının cennet hayatındaki üstünlüklerini ifade eden bu rivayetlerin hayal ürünü olduğu anlaşılmaktadır.
Müstakil olarak yalnız cenneti konu alan eserler de mevcut olup bunların en önemlileri şunlardır: Ebû Nuaym el-İsfahânî, Ṣıfatü’l-cenne (I-III, Beyrut 1407-1408/1987-1988); İbn Kayyim el-Cevziyye, Hâdi’l-ervâh ilâ bilâdi’l-efrâh (Beyrut 1411/1991) ve bunun muhtasarı olan et-Tarîk ile’l-cenne (Kahire, ts.); Süyûtî, Miftâhu’l-cenne fi’l-ihticâci bi’s-sünne (Kahire 1985); Ebü’l-Abbas Muhammed Ali, Nisâʾü ehli’l-cenne (Kahire 1987); Süleyman Hasan Ratrût, el-Cenne fi’l-Kurʾâni’l-Kerîm: Evsâfühâ ehlühâ ve naʿîmühâ (Zerkā 1989); Abdüllatîf Aşûr, Naʿîmü’l-cenne fi’l-Kurʾân ve’s-sünne (Tunus 1983); Mahmûd Ali Karaa, Naʿîmü’l-cenne (Kahire 1984); Yûsuf b. Saîd es-Safetî, Nüzhetü’l-ervâh fî baʿzi evsâfi’l-cenneti dâri’l-efrâh (Kahire 1277, 1305); Abdülganî en-Nablusî, İsbâgu’l-minne fî enhâri’l-cenne (Îzâhu’l-meknûn, I, 69).
İlk defa M. Wolf tarafından Kitâbü Ahvâli’l-kıyâme adıyla ve Almanca tercümesiyle birlikte neşredilen (Leipzig 1872) kitabın metnini daha sonra J. Macdonald Ebü’l-Leys es-Semerkandî’ye nisbet ederek “Islamic Escatology” başlığıyla makaleler halinde yayımlamıştır (IS, III/3 [1964], s. 285-308; V/4 [1966], s. 330-383). Bu metin müellifi belirtilmeden Dekāʾiku’l-ahbâr fî zikri’l-cenneti ve’n-nâr adıyla da basılmıştır (Beyrut 1984). Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî’ye nisbet edilen Kitâbü Şecereti’l-yakın de (Madrid 1987) aynı metni ihtiva etmektedir. Brockelmann, Eş‘arî ekolünün kurucusu Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî’ye ait olması mümkün görülmeyen ve çeşitli isimlerle anılan bu kitabın Şehâbeddin Ebü’l-Hasan Ahmed b. Muhammed’e (ö. 600/1203) ait olduğunu kaydeder (GAL Suppl., I, 346, 765). Keşfü’z-zunûn zeylinde Ebü’l-Leys es-Semerkandî’ye nisbetle Dekāʾiku’l-ahbâr fî zikri’l-cenneti ve’n-nâr adlı bir kitap kaydediliyorsa da (Îzâhu’l-meknûn, I, 474) Kâtib Çelebi bu eseri zikrederken müellifini belirtmeden sadece müterciminin Abdürrahîm b. Ahmed olduğunu nakletmekle yetinmiştir (Keşfü’ẓ-ẓunûn, I, 757).
Şeyh Ebu Abdirrahman es-Sülemi der ki: .... Onlar her an Allah c.c. ile meşguldürler ve ancak Allah c.c. ile teselli bulurlar. Onlar kendilerini Allah c.c. a vakfetmedikçe Allah c.c. da onlara sırlarının hazinelerini açmamış, Allah c.c. dan başka herşeyi terkedince de sonsuz hazineleri onlara açılmıştır. Tevhide Giriş. Hace Muhammed Parsa sy.32.
Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-buyurmuşlardır ki: Herkes ne için yaratıldı ise o iş ona kolay gelir.Herkes ne için yaratıldıysa o işe müsâiddir.Hıkati, fıtratı neye müsaidse onu yapmak zor gelmez. Tevhide Giriş Hace Muhammed Parsa. sy.45.
.... Sen bunları toplayıp bir mecmua halinde tertibe kalkışır, sözleri söyleniş sebeblerinden ve hâdisenin oluş sebeblerinden ve şartlarından ayırarak mutalâa ve nakledersen işin zahirinde kalıp bâtınına inemedeğin bir meselenin hucceti olarak göstermeye teşebbüs edersin. Böylece meseleleri birbirine karıştırır, hakka perde yapmış olursun. Tevhide Giriş Hace Muhammed Parsâ. sy.44.
Rasulullah s.a.v buyurdular ki: "Bilirmisin imânın hangi tür temizliği en emindir?"Dedim ki: Allah ve Rasulü en bilendir.Rasulullah s.a.v. dedi ki: "İmânın en sağlam ve temiz olanı, dostluğun Allah c.c. için sevginin Allah c.c. için, buğzun da Allah c.c. için olanıdır." Tevhide Giriş Hâce Muhammed Parsa sy.74.
Rasulullah s.a.v. devamla, "Ey Abdullah ibn Mesud!"dedi. Buyurunuz ya Rasulellah! dedim.Bunu üç defa tekrar ettim.Yine buyurdu ki: "Bilirmisin, insanların hangisi en üstündür?"Ben de: Allah Rasulu en bilendir dedim.Rasulullah s.a.v. buyurdu ki: İnsanların en üstünü, bildiğini en iyi anladıktan sonra onu en güzel yaşayandır. Tevhide Giriş Hâce Muhammed Parsa. sy.74.
Rasulullah s.a.v. yine, Ey Abdullah İbn Mesud! dedi Ben yine, Buyurunuz yâ Rasulellah dedim. Yine üç defa tekrar ettim. Buyurdular ki: Bilirmisin, insanların en alimi hangisidir? Ben de: Allah c.c. ve Rasulu s.a.v. en bilendir dedim. Buyurdular ki: "İnsanların en âlimi, insanlar bir mesele üzerinde ihtilâf ettikleri zaman hakkı en iyi görendir.Amel cihetinden taksiri olsa, birkaç vechi bulunan kavle dayansa bile." Tevhide Giriş Hâce Muhammed Parsa sy.75.
Para birliğinde amaç, tek bir para biriminin birlik içinde kullanılmasının sağlanmasıdır.Bu ise sonuçta politik birleşmeye yol açar. Uluslararası ekonomi Teori politika sy.674.
Devran sanki tersine döndü ve tekrar câhiliyyet dönemi başladı. Vahşetin maharet sayıldığı, vicdanların kuruduğu bir dönem. Rasûlullah Efendimiz’in bize tebliğ ettiği kıyâmet alâmetlerinden biri bu.
Eyvah;
İnsanlık insanlığa vedâ etti, şeref ve şânını kaybetti, çünkü merhameti unuttu.
Eyvah;
Zalim canavarlar, masum kitleleri paramparça ediyor. Tüm cihanın bütün devleri de buna sadece seyirci kalıyor. Çünkü hepsi de, merhameti unuttu.
Eyvah;
Bir köpek balığını kurtarmak için pek çok insanla beraber neler neler seferber edenler, bombalar altında can verenler için kıllarını bile kıpırdatmıyorlar. Çünkü merhameti unuttular.
Eyvah;
Huzur bencilliğe bağlandı. Rahat tembelliğe kapılandı. Akıllar ve gönüller, oportünist ve pragmatist felsefelere boğuldu. Çünkü merhamet unutuldu.
O unutulunca da;
Zevk u safâ içinde yaşayanlar, savaşların ortasında mahvolan, harap olan ve dünyanın dört bir yanına yuvarlanan mazlumlar, masumlar, kimsesizler, garipler, muzdaripler ve muhtaçlar karşısında duyarsızlaştı, hissizleşti. Karıncaları bile ağlatan acı manzaralar önünde bile kaskatı kaldı. Lâkayt durdu.
Bu donukluk ve lâkaytlık, yıllar öncesinden Mehmed Âkif’i, toprağa serilmiş cansız bedenler karşısında mahcubiyet içinde isyan ettirdi. Arsız zalimlere, dîni karalayan kasıtlı gafillere, dışı göz kamaştırırken içi leşten beter olan kimselere karşı gösterilmesi gereken tavrı tek kelimeye sığdırdı:
‒Tükürün!
Perişan cesetlerini toprakta bırakarak semâya yükselen ruhlara seslendi:
Ey, bu toprakta birer na‘ş-ı perîşan bırakıp, Yükselen, mevkib-i ervâh! Sakın arza bakıp; Sanmayın: Şevk-ı şehâdetle coşan bir kan var… Bizde leşten daha hissiz, daha kokmuş can var!.. Bakmayın, hem tükürün çehre-i murdârımıza! Tükürün: Belki biraz duygu gelir ârımıza! Tükürün cebhe-i lâkaydına Şark’ın, tükürün! Kuşkulansın, görelim, gayreti halkın, tükürün! Tükürün milleti alçakça vuran darbelere! Tükürün onlara alkış dağıtan kahbelere! Tükürün Ehl-i Salîb’in o hayâsız yüzüne! Tükürün onların aslā güvenilmez sözüne! Medeniyyet denilen maskara mahlûku görün: Tükürün maskeli vicdânına asrın, tükürün! Hele îlânı zamânında şu mel‘un harbin, «Bize efkâr-ı umûmiyyesi lâzım Garb’ın; O da Allâh’ı bırakmakla olur!» herzesini, Halka îman gibi telkîn ile, dînin sesini Susturan aptalın idrâkine bol bol tükürün!.. Yine hicrân ile çılgınlığım üstümde bugün…
Yüz sene önce yazılan bu sancılı satırlar, hâlâ aynı sahnelere ve gerçeklere şahit.
Müslümanlara revâ görülen zulümler, iki yüz yıldır devam ediyor bütün acımasızlığıyla. Bu bir medeniyet midir? Acımasızlığı kendilerine medeniyet yapanlara hangi tabiri kullanmalı? Bütün hâlleri, insan sûretinde canavar câhiliyyet. Çünkü merhameti unuttular.
Bin dört yüz küsur sene önceki Câhiliyyet Dönemi ile bugünkü câhiliyyetin tek farkı, geometri. Yapıların değişen geometrisi. Giysilerde ve coğrafyalarda da değişiklik var. Fakat vicdanlar, aynı gaddarlık içinde. Müslümanlarda da ihlâs ve takvâ kaybolunca, câhiliyyet erbabına gün doğdu. Çünkü merhamet unutuldu.
Kaba kuvvet alkışlandı, zayıflar dışlandı. Güçsüzler linç edildi. Çünkü merhamet unutuldu.
Hazret-i Peygamber, dünyaya bir merhamet peygamberi olarak geldi. Merhameti tesis etti. Merhametle yaşadı. Merhametten hiç ayrılmadı. Merhamete yöneltti. Malûm; O’nun sayısız orduları yoktu. Hazineleri de yoktu. En büyük hazinesi illâ merhametti. Etrafında da daima O’ndaki eşsiz merhamete koşan garipler, yalnızlar, kimsesizler ve köleler vardı. Efendimiz j, o zayıf ve âciz kullarla, bütün dünyada muazzam bir çığır açtı. Çünkü bütün daveti; merhamete ve rahmeteydi, hak ve hukukaydı.
Dünya şimdi;
Yine o merhameti arıyor.
O emsalsiz rahmeti, o hiç şaşmayan hak ve hukuku arıyor.
Cûdî Efendi’nin yıllar önce aynı vaziyette haykırdığı;
“‒Kalk ey insanlığın efendisi, kıyâmet kopmaktadır!” ifadeleriyle arıyor.
Bütün mesele;
Dünyaya tekrar merhameti hatırlatmak ve öğretmek.
Çünkü;
Merhameti öğrenen bir Ömer, bütün vahşî duygularından arındı. Öyle arındı ki adâletiyle ve şefkatiyle meşhur bir halîfe oldu. Önceleri kızını gömen gaddar bir babaydı. Sonra;
Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu, Gelir de adl-i ilâhî sorar Ömer’den onu!
diyen ve yüreği merhametle çarpan bir ehl-i gönül oldu.
Hâsılı;
Onu Hazret-i Ömer yapan sır, merhamettir.
Adâletinin de yegâne terazisi, merhamettir.
İnsanlığı kurtaracak olan ruh, merhamettir.
Yavrulara kabir değil kundak uzatan yüce el, merhamettir.
Savaşları gerçekten durduracak olan da ancak merhamettir.
Her yana sıçrayan gözyaşlarını ve kanları silecek olan mendil, merhamettir.
(Peygamberimiz s.a.v. doğduğunda) İran hükümdarı Kisra'nın yirmi iki şerefeli ve kubbeli köşkünün ondört şerefe ve kubbesi yıkıldı.Sekiz kubbe ve şerefesi kaldı. Kara Davud. Delail-i Hayrat Şerhi. sy.178.
Hollanda Rotterdam İslam Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Bediüzzaman Said Nursi'nin anne soyunun İslam Peygamberi Hz. Muhammed'in torunlarından Hz. Hüseyin'e, baba soyunun ise Hz. Hasan'a dayandığının arşiv belgeleriyle ispatladığını savundu.
35 YILLIK BİR ÇALIŞMA Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Osmanlı Araştırmaları Vakfı işbirliğiyle, İstanbul WOW Otel Center'da, Bediüzzaman Said Nursi'nin talebelerinden Abdullah Yeğin, Hüsnü Bayram ve Mehmet Fırıncı'nın katıldığı basın toplantısında, 35 yıllık bir çalışmanın sonucunda ulaştıklarını belirttiği Bediüzzaman Said Nursi'nin ayrıntılı soy ağacını katılımcılarla paylaştı.
Akgündüz, zekat almaları yasak olan, "ehl-i beyt", "sadat", "evlad-ı resul" gibi isimlerle anılan Hz. Muhammed'in, Hazreti Ali ve Fatıma'nın evliliğinden devam eden soyundan gelenlere, Osmanlı'nın büyük önem verdiğini hatırlattı.
Özellikle Fatih Sultan Mehmet döneminden itibaren Osmanlı Devleti'nin, Peygamber soyundan gelen kişilerin işlerine bakması için, "bakan" statüsünde "nakib-ül eşraf" ismi verilen görevlinin tayin edildiğini açıkladı.
NÜFUS VE TAPU KAYITLARI TAMAMEN İNCELENDİ Bu kişilerin "seyit ve eşreflerin" askerlikten ve bazı vergilerden muaf tutulması için isimlerini kaydettiğini ifade eden Akgündüz, sözlerine şöyle devam etti: "Bediüzzaman Hazretleri'nin mübarek neslini Osmanlı Arşivleri ve İstanbul Müftülüğü'nde bulunan Nikabet-ül Eşraf belgeleri arasında bulmaya çalıştık. Bitlis ve Hizan'daki nüfus ve tapu kayıtlarını tamamen inceledik. Ancak istediğimiz neticeye ulaşamadık. Daha sonra bir ara Bitlis'in de Musul'a bağlı kaldığını hesaba katarak ve de Osmanlı döneminde mevcut nakib-ül eşrafların aynen devam ettiğini öğrenerek himmetimizi Irak'a çevirdik. Kıymetli kardeşim Adnan Budak Bey'in de gayretleriyle Üstad'ın şeceresi ile belgeye aylar sonra Üstad'ın dedelerinin mezarlarının bulunduğu Sincar'a bağlı Hıyal köyü yakınlarında oturan tarih araştırmacısı Dr. Mahmud Said Bey vasıtasıyla ulaştık. Osmanlı arşiv belgeleri ve özellikle Tapu Tahrir kayıtlarıyla teyit edilen bu şecerenin yazılış tarihi 1935'lere varmaktadır. Yaptığımız araştırmalar sonucunda Bediüzzaman Said Nursi'nin baba tarafından Abdülkadir Geylani'nin torunu Hazreti Hasan'ın neslinden ve şerif olduğunu ortaya çıkardık. Diğer taraftan da annesi tarafından Hazreti Hüseyin neslinden seyyit olduğu ortaya çıkmıştır."
İddialarının tümünün belgeli olduğunu ifade eden Akgündüz, belgeli olmayan hiçbir konuya kitaplarında yer vermediğini ifade etti.
"OSMANLI TERMİNOLOJİSİNDE BEDİÜZZAMAN SEYYİT DEĞİL, ŞERİFTİR" Said Nursi'nin neden seyyit olduğunu açıkça söylemediğine ilişkin soruyu Akgündüz, şöyle cevapladı: "Bediüzzaman şahsiyetini çürütmüş, iman ve Kur'an-ı Kerim hakikatlerini her zaman zirveye yükseltmiştir. 'Ben bir kuru çubuk hükmündeyim, şahsıma yönelmeyin, benim tercümanı olduğum Kur'an'ın hakikatlerine yönelin' dediğine ağabeyler şahittir. Bir nokta daha var: 'Ben seyyit olduğumu bilmiyorum' diyor. Doğrudur. Genel manada seyyit deyince Hasan ve Hüseyin'in torunlarına deniyor. Ama Osmanlı terminolojisinde Bediüzzaman seyyit değil, şeriftir. Çünkü anne tarafından gelen seyyitlik kabul edilmiyor. Abdülkadir Geylani de öyledir. Baba tarafından şeriftir, annesi seyyittir ama genel anlamda 'seyit denilir mi?' elbette ki denilir. Bir de çok önemli hadise, Bediüzzaman bunu kamuya açıklamamıştır. Çünkü kendisine bir kısım makamlar isnat edip, hükümet zaten mahkemeler başında, 30 sene sürgünden sürgüne gönderilmiş, bunu ortaya çıkarmamıştır. Ancak talebelerine de hakikati söylemekten asla geri durmamıştır. En önemli şahidimiz Hulusi Yahyagil Ağabeyimiz. Bu üstadın 1 numaralı talebesidir, 'Kardeşim sen de ben de seyyitlerdeniz' demiştir."
"NURSİ KÜRT MÜYDÜ?" Prof. Dr. Akgündüz, "Said Nursi Kürt müydü? Bunu net olarak söyleyebilir misiniz?" şeklindeki soruyu ise şöyle cevapladı: "Bediüzzaman Hz. Muhammed'in özbe öz torunudur. Hem Hazreti Hasan'ın torunu olması hasebiyle şerif, hem Hazreti Hüseyin'in torunu olması münasebetiyle seyyittir. Kürtlük konusunu soruyorsanız şu an Siverek'te yaşayan ve özbeöz Kayı boyundan olan 'Kara Keçilililer' ne kadar Kürt ise, Bediüzzaman da o kadar Kürt'tür. Yani Bediüzzaman Kürtçe konuşulan bir köyde doğmuştur. O dili konuşarak büyümüştür. Normal olarak o dilin yayılması için teşviklerde bulunmuştur ama evlad-ı resul olmasına bu mani değildir."
Said Nursi ile ilgili çalışmalarını sürdüreceğini ifade eden Akgündüz, bir gazetecinin "Mehdiyet meselesinde ne dersiniz?" sorusuna ise "Onun için ayrı bir basın toplantısı gerekir" şeklinde cevap verdi.
SAİD NURSİ'NİN TALEBELERİ Basın toplantısının sonunda Bediüzzaman Said Nursi'nin talebeleri de düşüncelerini paylaştı. Abdullah Yeğin, Kur'an-ı Kerim'in "İman edenler kardeştir" dediğini ifade ederek, "Türkçülük, Kürtçülük, Arapçılık siyasilerin uydurmasıdır. Bu ırkçılığı uyandıran kimdir? Avrupa değil mi? Bizi müstemleke yapmaya çalışanlar değil mi? Bizi birbirimize düşman etmek istiyorlar. Bizler Allah'ın kuluyuz, Müslümanız. Irkçılığa kulak asmayız. Bunu akıl böyle ilan eder, iman böyle ilan eder" ifadelerini kullandı.
Hüsnü Bayram ise Akgündüz'ün yaptığı çalışmayı takdir ettiğini belirtti.
Mehmet Fırıncı ise "Risale-i Nur zaten bize kim olduğunu anlatıyordu. Akgündüz Hocamız'ın bu çok meşakkatli çalışmayı ortaya koyması her türlü takdirin üzerindedir" dedi.
"olağanüstü" teriminin İngilizce Türkçe Sözlükte anlamları : 64 sonuç Kategori Türkçe İngilizce 1 Yaygın Kullanım olağanüstü splendid s. 2 Yaygın Kullanım olağanüstü extraordinary s. 3 Genel olağanüstü doozy i. 4 Genel olağanüstü lulu i. 5 Genel olağanüstü portentous s. 6 Genel olağanüstü exceeding s. 7 Genel olağanüstü paramount s. 8 Genel olağanüstü abnormal s. 9 Genel olağanüstü sheenful s. 10 Genel olağanüstü spectacular s. 11 Genel olağanüstü dreamy s. 12 Genel olağanüstü uncanny s. 13 Genel olağanüstü supernormal s. 14 Genel olağanüstü marvellous s. 15 Genel olağanüstü magnificent s. 16 Genel olağanüstü marvelous s. 17 Genel olağanüstü necromantic s. 18 Genel olağanüstü supernatural s. 19 Genel olağanüstü unaccountable s. 20 Genel olağanüstü fantastical s. 21 Genel olağanüstü terrific s. 22 Genel olağanüstü outstanding s. 23 Genel olağanüstü fabulous s. 24 Genel olağanüstü above the ordinary s. 25 Genel olağanüstü glorious s. 26 Genel olağanüstü extreme s. 27 Genel olağanüstü remarkable s. 28 Genel olağanüstü raving s. 29 Genel olağanüstü rare s. 30 Genel olağanüstü incredible s. 31 Genel olağanüstü wonderful s. 32 Genel olağanüstü sublime s. 33 Genel olağanüstü prodigious s. 34 Genel olağanüstü out of the ordinary s. 35 Genel olağanüstü fantastic s. 36 Genel olağanüstü superior s. 37 Genel olağanüstü shining s. 38 Genel olağanüstü extra s. 39 Genel olağanüstü unusual s. 40 Genel olağanüstü classical s. 41 Genel olağanüstü exceptional s. 42 Genel olağanüstü smashing s. 43 Genel olağanüstü unearthly s. 44 Genel olağanüstü miraculous s. 45 Genel olağanüstü huge s. 46 Genel olağanüstü special s. 47 Genel olağanüstü breathtaking s. 48 Genel olağanüstü extraordinary s. 49 Genel olağanüstü phenomenal s. 50 Genel olağanüstü preternatural s. 51 Genel olağanüstü uncommon s. 52 Genel olağanüstü prodigiously zf. 53 Genel olağanüstü extraordinarily zf. 54 Genel olağanüstü exceptionally zf. 55 Konuşma Dili olağanüstü uber 56 Konuşma Dili olağanüstü way-cool 57 Konuşma Dili olağanüstü far out 58 Deyim olağanüstü far out 59 Deyim olağanüstü out of this world 60 Konuşma olağanüstü it is incredible 61 Argo olağanüstü hellaciously 62 Hukuk olağanüstü abnormal 63 İngiliz Argosu olağanüstü fanfuckingtastic 64 İngiliz Argosu olağanüstü fanfuckingtastical
sonuç Kategori İngilizce Türkçe 1 Genel foetus i. anne karnındaki bebek 2 Genel foetus i. dölüt 3 Genel foetus i. cenin 4 Medikal foetus fötus 5 Medikal foetus dölüt 6 Medikal foetus fetüs 7 Medikal foetus dölük 8 Medikal foetus cenin 9 Medikal foetus fetus 10 Psikoloji foetus fetüs
İngilizce 1 Genel cenin embryo i. 2 Genel cenin fetus i. 3 Genel cenin foetus i. 4 Genel cenin foetal s. 5 Genel cenin fetal s. 6 Teknik cenin embryo 7 Medikal cenin fetus 8 Medikal cenin embryo 9 Medikal cenin foetus 10 Deniz Biyolojisi cenin embryon 11 Latince cenin en ventre sa mere
Âlimin hatası geminin parçalanması gibidir, hem kendini, hem de yanındakileri batırır. Hz. Ali Kerremallâhu vecheh Kaynak: 19.Kasım 2013.salı. Fazilet takvimi. Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye 1876 yılında ikinci Abdülhamid Han zamanında mahkemelerde tatbik edilmiştir.
Esir:Atomların içini ve bütün uzay boşluğunu doldurduğu var sayılan, uzaktan çekme ve itme kuvvetlerinin, ışık ve diğer ışınların (radyasyonların) manyetik ( mıknatıs alanı oluşturan) kuvvetlerin iletimini sağlayan, atom parçacıklarının yaratılmasında hammadde ve kaynak görevini yapan çok ince yapılı bir çeşit madde. Risale-i Nur'un büyük lügatı.sy.239.
Efendimiz’den: LİDERLİK ve İDARECİLİK DÜSTURLARI 7 Şubat 2016 YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com
h_kubra_ergin_yuzakidergisi_subat2016
Ülkemizin gündeminde uzunca bir süreden beri anayasa değişikliği ve başkanlık sistemi konuları üzerine tartışmalar yapılıyor. Başkanlık sisteminin diktatörlüğe hattâ padişahlığa yol açacağı iddiası dillendiriliyor.
Bizim gençliğimizde marş ve ezgiler söyler; «Anayasa Kur’ân!» derdik. Büyüdük ilâhiyat fakültesinde okutulan ders kitabında;
“Anayasa; bir devletin idare şeklini, hangi organlarla ve hangi usulle yöneteceğini, bu organların nasıl teşekkül ettirilip denetleneceğini belirleyen temel yasadır. Kur’ân bir anayasa değildir. Kur’ân-ı Kerim bir idarede bulunması gereken hukuk, adâlet, insanların ıslahı için gerekli tedbirlerin alınması gibi ahlâkî nitelikleri bildirir.” diyordu.
Elbette bu bir İslâm ülkesinin anayasa ve yasalarının, Kur’ân hükümlerinden bağımsız olabileceği mânâsına gelmez. Ama öte yandan bir gerçek de var; bugün kanunlarında İslâm ahkâmını uyguladığını ileri süren ülkelerin birçoğunda ırkçılık, baskıcılık, sorgulanamayan yetkilerin kullanımı, yolsuzluk, adam kayırmacılık ve hayatın her sahasında adâletsizliğin sebep olduğu moral bozukluğu var. Yönetim bozukluğu; ülkede herkesin çalışarak, üreterek, hak ettiğini kazanmasına engel oluyor ve bu da İslâm âleminin her alandaki geriliğinin en önemli sebeplerinden birini teşkil ediyor.
Bugün dünya üzerinde altmışa yakın, halkının çoğunluğu müslüman olan tam bağımsız devlet mevcut. Bunların her biri, kraliyetten tek partili diktatörlüğe, yarı başkanlıktan parlamenter sisteme, farklı siyasî sistemlerle idare ediliyor. Üzücü olan şu ki; halkı müslüman olan ülkelerin hiçbirinin idarecilerinde, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in idarecilik hayatında sergilediği üstün nitelikleri göremiyoruz. Bu sebeple İslâm’da idarenin adından çok, niteliklerinin önem kazandığını düşünmek de pekâlâ mümkün.
Peygamber Efendimiz’in yöneticiliğine baktığımız zaman, gerçekten de büyük bir başarı görüyoruz. Bugün, liderlik ve idarecilik sanatını inceleyen ilim adamlarının; «İyi bir liderin vasıfları nelerdir?» «İyi bir idareci nasıl olur?» sorularına vereceği cevapları, Peygamberimiz’in hayatında en yüksek örnekler hâlinde görebiliyoruz.
Meselâ akıllı bir adam;
“İyi bir lider; halkının önünde yürüyen, onlara örnek olandır. Kendiniz yapmadıkça bir şeyi söylemekle başkalarına yaptıramazsınız. Çünkü bir ipi iterek hareket ettiremezsiniz, ancak çekerek istediğiniz tarafa götürebilirsiniz.” demiş. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın hayatında tam da bunu görürüz. Allah Rasûlü; insanlara emrettiği şeyleri en yüksek seviyede kendisi yapmış, ailesine tâlim ve tatbik etmiş, sonra halkına örnek olarak öğretmiştir.
Peygamber Efendimiz; insanları bir vazifeye çağıracağı zaman, onlarla istişâre ederek ve kendisi en büyük fedâkârlıkları yaparak gönüllü katılımlarını sağlamıştır. Meselâ Bedir Harbi öncesinde, Peygamberimiz ashâbıyla istişâre yaptı. Sahâbenin ileri gelenleri, Rasûlullâh’ın kararı ne olursa olsun râzı olduklarını ifade ettiler. Nihayet Sa‘d bin Muâz -radıyallâhu anh-;
“Bize şu denizi hedef gösterip dalsan biz de Sen’inle dalarız, hiçbirimiz geride kalmaz.” diyerek ashâbı coşturdu. Ertesi gün büyük bir zafer kazanıldı. (İbn-i Hişâm, Sîre, II, 267)
Bugün yöneticilik tecrübelerinin araştırılıp ilmî kurallara ulaşılması neticesinde görülüyor ki; yönetmek sadece bazı emirler vermek, kurallar koymak, yaptırımlar tatbik etmekten ibaret bir iş değil. İdarecilik sanatı; yönetilenlerin gönüllü katılımını sağlamayı, kendilerini o beraberliğin bir parçası olarak hissettirmeyi de ihtivâ ediyor.
Şüphesiz her kuruluşun idaresinin kendine mahsus vasıfları vardır. Meselâ bir orduyu yönetmek, kesinlik ve itaat ister. Ama bir okulun, bir şirketin, bir belediyenin idaresi daha farklıdır. Bunlarda yönetici; birtakım görevlendirmelerde bulunduktan sonra, o işin nasıl yapılacağını artık işin ehline bırakır. Çünkü idarecinin her bir işin inceliklerini bilmesi mümkün değildir. İşini iyi yaptığı sürece, her vazifeli kendi işini en iyi bildiği şekilde yapar. Burada yöneticiye düşen; hedef göstermek, motive etmek, başarıyı takdir edip başarısızlık sebeplerini sorgulamak ve problemleri çözmektir.
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, devamlı ashâbının arasındadır. Onlarla görüşe, danışa kararlar verir. Hazret-i Âişe’nin;
Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyuruyor:
“İdarecileriniz hayırlılarınızdan, zenginleriniz cömertlerinizden olur ve işleriniz de aranızda istişâre ile yürürse yerin üstü sizin için yerin altından daha hayırlıdır.” (İbn-i Kesîr, en-Nihâye Fi’l-Fiten 1, 24)
Peygamberimiz istişâre meclislerinde; herkesin fikrini serbestçe ifade etmeleri için teşvik eder, kendi görüşüne zıt görüşler ortaya koymaktan çekinmemeleri için şöyle derdi:
“…Şunu bilin ki; ben de bir insanım, söylediklerimde isabet de ederim, hata da ederim. Ben vahiy gelmeyen hususlarda sizden biriniz gibiyim.” (Heysemî, Mecmau‘z-Zevâid 1, 178; 9, 46)
Peygamberimiz sahâbe-i kirâmına; bu şekilde söz hakkı verdiği için, onlar da hakkında vahiy inmemiş konularda Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in görüşünden farklı görüş ileri sürmekten çekinmemişlerdi. Peygamberimiz; bilhassa herkesi ilgilendiren, savaş, barış gibi hususlar söz konusu olduğunda izlenecek usûl konusunda herkesin görüşünü rahatça söyleyebildiği bir meclis tertiplerdi. Bu meclislerde bazen Hazret-i Selmân’ın hendek kazılması fikrini ortaya atması gibi, çok faydalı görüşler de ileri sürülürdü.
Peygamber Efendimiz’in hayatında istişârenin farklı uygulamalarını görmek mümkündür. Peygamberimiz bazı hususları sadece ashâbının seçkinleriyle baş başa görüşmüştür. Çünkü bazı istişâreler; ancak o mevzuyu iyi bilen, bilgi ve tecrübeye sahip kişilerle görüşüldüğü zaman sağlıklı neticeye ulaştırır. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh, Peygamberimiz’in istişâre için Hazret-i Ebûbekir ile birçok geceler boyu baş başa kalıp görüştüğünü bildirir. Kendisinin de bazen böyle görüşmelere iştirak ettiğini anlatmıştır. (Hâkim, el-Müstedrek 2, 227)
Buradan da anlıyoruz ki, istişârenin muhakkak geniş katılımlı bir meclisle yapılması gerekmez. Bazen konunun uzmanı olmayan, konuyla ilgili tecrübesi olmayan kişilerin de katıldığı meclislerde sağlıklı bir karar almak mümkün olmaz. Hisleriyle hareket eden çoğunluk, ilimle hareket eden azınlığa galip gelebilir. Bu sebeple bazen danışma meclislerini, sadece aklı eren birkaç kişiyle tertiplemek daha verimli olur.
Peygamberimiz işleri yürütürken en fazla Hazret-i Ebûbekir ve Hazret-i Ömer ile istişâre ederdi. Sahâbe-i kiram onlara; «Peygamber’in vezirleri» derdi. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de;
“Muhakkak ki benim yer ehlinden iki vezirim, gök ehlinden de iki vezirim vardır. Yer ehlinden iki vezirim Ebûbekir ve Ömer -radıyallâhu anhümâ-, gök ehlindeki vezirim ise Cibril ve Mikâil’dir -aleyhimesselâm-.” (Tirmizî, Menâkıb, 44) buyurmuştur.
Peygamberimiz o ikisinin yanı sıra; Hazret-i Ali, Hazret-i Osman, Hazret-i Talha, Hazret-i Zübeyr, Sa‘d İbn-i Ubâde, Hazret-i Üseyd İbn-i Hudayr, Hazret-i Sa‘d İbn-i Muâz ve Muâz İbn-i Cebel -radıyallâhu anhüm ecmaîn-’in de aralarında yer aldığı, daha geniş bir danışma meclisi teşkil ederek görüşlerini dinlerdi.
Sahâbe-i kirâmın hayatlarından sahneleri okuduğumuzda, onların delikanlılık çağındaki çocuklarını dahî bu istişâre meclislerine götürdüğünü görüyoruz. İstişâre meclisleri, gençler için bir mektep vazifesi görür. Bu meclislerde herkesin kendi görüşünü nasıl mantıklı bir şekilde izah ettiğini, karşısındakinin görüşünü saygıyla dinlediğini, karşı çıkacak olsa bile güzel bir üslûpla itirazını dile getirdiğini görür. İlk zamanlar; sadece dinleyip usûl ve âdâbı öğrenen genç, zaman içinde kendisi de bu mecliste fikir beyan etme hevesi duyar ve o da akıllıca görüşler üretmeye çalışır.
İslâm’daki istişâre anlayışı; kaba saba, çoğunluğa dayanan demokrasi gibi değildir. İstişârelerde esas gaye ve niyet, daima Allâh’ın rızâsına en uygun olanı ortaya koymak ve tatbik etmek olmalıdır. Bu niyet olmazsa; istişâre meclisleri, nefislerin birbirini ayartmasına da sahne olabilir. Mevlânâ’nın dikkat çektiği gibi:
“Akıl, bir başka akılla çift oldu mu; ışık çoğaldı, yol belirdi demektir.
Fakat nefis, bir başka nefisle sevindi mi; karanlık artar, yol belirsiz olur.”
Bu sebeple istişâreler, liderler için bağlayıcı değildir. Gerekirse yönetme sorumluluğu üstlenmiş olan lider; ağırlığını koyar, doğru olan kararı uygular ve herkes de haklı olan emre itaat eder. İlim sahipleri de bu hususta ümerâya yardımcı olur, yol gösterir. Allah Teâlâ buyuruyor ki:
“İyilik ve takvâ hususunda yardımlaşın, günah ve düşmanlık yolunda yardımlaşmayın. Allah’tan korkun, çünkü Allâh’ın cezası çetindir.” (el-Mâide, 2)
Tam mânâsıyla İslâmî bir idare şekline bir türlü ulaşamayışımız belki de, bu yolda İslâmî usul ve nebevî ahlâka yeterince sarılmamızdan kaynaklanmaktadır. Ne dersiniz?
Haram kazanılan aş aşdan sayılmaz. Hak için akmayan yaş yaştan sayılmaz. Kişi başım var diye övünmesin, secdeye varmayan baş baştan sayılmaz. Necip Fazıl Kısakürek
"Allah içte dışta her an hepimizi tamama erdirmeye çalışıyor. Tek tek her birimiz tamamlanmamış birer sanat yapıtıyız. Yaşadığımız her olay, atladığınız her badire eksikliklerimizi gidermek için tasarlanmıştır. Rab eksiklerizmizle ayrı ayrı uğraşır. Çünkü insanlık denen yapit kusursuzluğu hedefler." Mevlana
Akıl umutsuzluk yoluna gider mi hiç? Aşk gerek ki o yana koşsun. Hiçbir şeye aldırmayan aşktır. Akıl değil. Akil yararlanacağı şeyi arar. Aşk yılmaz canını sakınmaz. Unutma nedir bilmez. Değirmen taşının altına gitmiş dertlere uğrar. Sabreder. Öyle pek yüzlüdür ki hiç arkasına dönmez. Mevlana
Adalet olmadıkça yönetimin edep olmadıkça asaletin cömertlik olmadıkça zenginliğin faydası olmaz. Hz.Ömer İyi amellerim arasında en değerli bulduğum salih bir zata olan sevgimdir. Abdullah el-Müzeni (rahmetullahi aleyh) Şu üç sınıf insanla arkadaş olmaktan ictinab ettim: Gafil alimler, dalkavuk kariler ve cahil mutasavviflar Yahya bin Muaz (ra) Üç durumda din kardeşinizi yalnız bırakmayın: Hastalandıklarında ziyaret edin, meşguliyetlerinde yardım edin,unutkanlarında hatırlatin. Ata Ibni Meysere el-Horasani(ra) Sefih ve cahil bir kimse konuşunca ona cevap verme. Şüküt etmek, ona cevap vermekten daha hayırlıdır. Imam-i Şafii Lalegül dergisi ocak 2019
"hükmü kalmamış anlaşma" teriminin İngilizce Türkçe Sözlükte anlamları : 1 sonuç Kategori Türkçe İngilizce 1 Konuşma Dili hükmü kalmamış anlaşma a dead letter Hükmü kalmamış anlaşma Lozan anlaşması. Lozan a dead letter.
Teknoloji SpaceX uzaya ilk askeri uydusunu gönderdi SpaceX uzaya ilk askeri uydusunu gönderdi 24 Aralık 2018 09:12 SpaceX uzaya ilk askeri uydusunu gönderdi
ABD'li uzay mekiği ve roket üreticisi SpaceX, Uluslararası Uzay İstasyonu'na ilk kez askeri navigasyon uydusu taşıyan bir roket gönderdi.
ABD'li uzay mekiği ve roket üreticisi SpaceX, Uluslararası Uzay İstasyonu'na ilk kez askeri navigasyon uydusu taşıyan bir roket gönderdi. ABD Hava Kuvvetleri için GPS III uydusu taşıyan Falcon 9 roketi, yaklaşık bir haftalık gecikmenin ardından sabah saatlerinde Florida'daki Cape Canaveral Hava Üssü'nden uzaya fırlatıldı. Yaklaşık 500 milyon dolar değerindeki askeri uydu, ABD'nin Uluslararası Uzay İstasyonu'na "ulusal güvenlik alanında gönderdiği ilk uydu" olma özelliğini taşıyor.
"mikroçip" teriminin İngilizce Türkçe Sözlükte anlamları : 5 sonuç Kategori Türkçe İngilizce 1 Genel mikroçip chips i. 2 Teknik mikroçip microarray 3 Teknik mikroçip integrated circuit 4 Teknik mikroçip microchip 5 Bilgisayar mikroçip microchip "mikroçip" teriminin diğer terimlerle kazandığı İngilizce Türkçe Sözlükte anlamları : 2 sonuç Kategori Türkçe İngilizce 1 Teknik mikroçip kapsülleme microchip encapsulation 2 Biyoloji dna mikroçip dna microarray
Mikroçip:Milimetrik yüzeyler üzerinde on binlerce devre elemanından oluşan ve son derece karmaşık elektronik devrelerin yerleştirildiği, genellikle silikon benzeri yarı iletken malzeme,çip, yongo. Türkçede Batı Kökenli Kelimeler Sözlüğü.sy.995.
Ayasofya Camii Hakkında Bilgi ve Ayasofya'nın Türk Tarihi Bizans İmparatorluğu'nun sonrasında Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fetihinden sonra Ayasofya camiye çevrilmiştir. 1453'e kadar 916 yıl boyunca kilise olarak ibadette olan Ayasofya, Fatih Döneminde eklenen tuğla minare ile camileştirilmiştir. II. Andronikos’un (1282-1328) yaptırdığı destek duvarları Mimar Sinan tarafından yenilenerek ve yenileri eklenerek yapıda dayanıklı bir hal sağlanmaya çalışılmıştır. Yapının içindeki mihrap, minber, müezzin mahfili ve vaaz kürsüsü gibi Osmanlı ekleri, 16-17. yüzyılların klasik mermer işçiliği örnekleridir. Ayasofya'nın ana mekanında görülen iki mermer küp, III. Murat (1574-1595) döneminde Bergama’dan getirtilmiştir. Mihrabın iki yanında duran tunç kandillerini, Kanuni Sultan Süleyman Ayasofya’ya armağan etmiştir. 1739’da I. Mahmut (1730-1754) tarafından yapının güney tarafına kütüphane inşa edilmiştir. Kütüphane çok eski yıllara ait İznik, Kütahya, Tekfur Sarayı ve İtalyan çinileriyle süslenmiştir. 1. Mahmut döneminde ise yapının ön avlusuna Sıbyan Mektebi yaptırılmıştır.
Ayasofya’nın güney avlusunda padişah türbeleri yer almaktadır. Mimar Sinan tarafından 1577 yılında II. Selim Türbesi yapılmıştır. 16. yüzyıl sonunda yapılan küçük ve yalın görünüşlü Şahzadeler Türbesi’nin de Mimar Sinan’ın eseri olduğu sanılır. Mimar Davut Ağa, 16. yy'ın sonunda yapıya III. Murat Türbesi'ni eklemiştir. Aynı avluda bulunan III. Mehmet Türbesi de 1608’de Mimar Dalgıç Ağa’nın eseridir. Ünlü Hattat Kazasker Mustafa İzzet Efendi tarafından Ayasofya ana mekânının duvarlarındaki yuvarlak büyük levhalar üzerine altın yaldızla Allah, Hz. Muhammed, Ebubekir, Ömer, Osman, Ali ve Hasan, Hüseyin adları yazılmıştır.
Gerçek müslümanın ruhu cömert ruhtur.Bu ruhta haset yok takdir vardır.Kıskançlık yok gıbta imrenme vardır.Gurur yok,vakar vardır.Zillet yok,tevazu vardır.Zem veya gıybet yok,hakikati yerinde ve gereğinde söylemek vardır. Sezai Karakoç.
Takvadan daha üstün bir azık,susmaktan daha güzel bir erdem, cehaletten daha zararlı bir düşman, yalandan daha büyük bir hastalık yoktur. İmam Cafer-i Sadık (rah.)
Vâkıa Sâlimiyye'nin temsilcisi İbn Sâlim'in el-Lüma'da Celâcili'den naklettiği bir söz, bu grubun şeriata olan bağlılığına bir delil sayılabilir:"Tevhid imânı, imân şeriatı, şeriat edebi gerektirir.Edebi olmayanın şeriatı, şeriatı olmayanın imânı, imânı olmayanında tevhidi yoktur. Ebu Nasr Serrâc Tusi el-Lüma' İslâm Tasavvufu.Serrâc'ın Hayâtı
Hikmet, iradenin, adaletin, rahmetin, ihsânın, cömertliğin, iyiliğin ve en güzel yönleriyle eşyâyı yerli yerine koymanın kemâlini içermektedir. Hikmet ilimlerin en yücesidir.İlmin yüceliği malumun yüceliği ile ölçülür.Aynı zamanda hikmet daha özeldir, çünkü ilim hikmetin düzenlediği tarzda gerçekleşir. Nihayetinde her hikmet sahibi âlimdir, lâkin her âlim hâkim değildir. Allah c.c.ın yarattığı herşeyde bir ilim ve sır hikmet gizlidir.Kendine mâlum olan ve bildirdiğinin bildiği bir sır. (Yusuf)erginlik çağına erişince, ona (isabetli) hükmetme (yeteneği) ve ilim verdik.İşte güzel davrananları biz böyle mükafatlandırırız.(Yusuf,22.)
Zira her hikmet hükümdür, fakat her hüküm hikmet değildir.Hikmete "Kur'an tefsiri, Kur'an ilmi" ve "nübüvvet" karşlılıklarıda verilmiştir.(el-müfredât,"hkm"md.) TDV İslâm Ansiklopedisi. Hikmet
ra Hadis-i Şerif Ravi 296 1 Ben ve duası kabul olunmak şanından olan her Peygamber, şu yedi sınıf insana lanet etmiştir: Allah'ın kitabına ilavede bulunan. Allah'ın kaderini tezkib eden. Allah'ın haram kıldığını helal sayan. Ehli beytim hakkında Allah'ın haram kıldığını helal sayan. Sünnetimi küçümseyerek terk eden. Ganimette hak gözetmeyen. Mevkiini suistimal ederek, Allah'ın aziz ettiğini zelil ve zelil ettiğini aziz eden. Hz. Amr İbni Şeğavi (r.a.) 296 2 Allah, kıyamet gününde, yedi kimsenin yüzüne bakmaz, onları tezkiye etmez ve onları alemlerle birlikte ilk girenlerle beraber Cehenneme sokar; meğer tevbe ederler, meğer tevbe ederler, meğer tevbe ederler. Kim de tevbe ederse Allah onun tevbesini kabul eder. Bu yedi sınıf kimse şunlardır: Elini nikah eden, erkek erkeğe yakınlaşan (fail ve mef'ul) içkiye devamlı olan, ana babasını yardım istiyecek kadar döven, lanet edilinceye kadar komşusuna eza eden, komşusunun karısı ile zina eden. Hz. Enes (r.a.) 296 3 Yedi şey vardır ki, ecri, kul öldükten sonra da kabrinde olduğu halde, kendi hesabına yazılmakta devam eder: Bir ilim öğretmek, bir ark açmak, bir kuyu kazmak, hurma ağacı yetiştirmek, mescid yaptırmak, mushaf miras bırakmak, ölümünden sonra kendisine istiğfar edecek salih evlad bırakmak. Hz. Enes (r.a.) 296 4 Yedi yerde namaz caiz olmaz: Beytullahın üstünde, kabristanda, mezbelede, mezbahada, hamamda, deve yatan yerde, cadde ortasında. Hz. Ömer (r.a.) 296 5 Yedi haslet vardır ki, onlar bütün hayırları toplamıştır: İslamiyeti ve ehlini sevmek, onlarla hem meclis olmak. Emin olmamak lazım dır ki, şer üzerinde olan bir adam ola ki hayra döner ve hayır üzerinde ölür. Yine emin olmamalıdır ki, hayır üzerinde olan bir adam da şerre döne ve şer üzerinde öle. Binaenaleyh, senin kendi nefsin hakkında bildiklerin (kusurların) seni başkalarıyla meşgul olmaktan alıkoysun. Hz. Ebû Zerr (r.a.) 296 6 Altı meclis vardır ki, onlardan birinde bulunan mümini Allah tekeffül eder: Mescidde cemaatte bulunma, hasta ziyaretinde bulunma, cenazede bulunma, müslümanın kendi evinde oturması, tazim ettiği ve saygı duyduğu adil hükümdarın yanında bulunma ve ona yardım etme. Hz. İbni Amr (r.a.) 296 7 Altı şey kıyamet alametlerindendir: Benim ölümüm, Kudüsün fethi, bir adama bir dinar (altın para) verildiği halde azımsaması, her müslümanın evinde ateşi duyulan fitne, koyun boynuzu kıvrımları gibi insanlar arasında ölüm çokluğu, Rumun gadri. Şöyle ki; her biri oniki bin kişilik seksen sancakla müslümanların üzerine yürümeleri. (Amik ovasında vukua gelecek hadise) Hz. Muaz (r.a.) 296 8 Ey ümmet! Altı şey vardır ki, onlar olmadan kıyamet kopmaz: Peygamberinizin vefatı. Aranızda malın artması. Öyle ki, bir adama onbin dirhem (gümüş para) verilecek de yine öfkelenecek. Sizden her erkeğin evine bir fitne. Koyun boynuzu kıvrımları gibi ölüm çokluğu, Beni esferle aranızdaki sulh. Öyle ki, kadının hamileliği süresi gibi dokuz ay toplanırlar, sonra söze gadirlik yaparlar. Medine'nin fethi. Denildi ki: "Hangi Medine?" Buyurdu ki, Kostantaniyye (Roma'nın fethi) Hz. İbni Amr (r.a.)
if Ravi 297 1 Şu altı haslet hayırdandır: Allah'ın düşmanlariyle kılıçla cihad etmek, yaz gününde oruç tutmak, musibet esnasında iyi sabır etmek, haklı olduğu halde mücadeleyi terketmek, bulutlu günde namazı erken kılmak, kış günlerinde abdesti güzel almak. Hz. Ebû Malik (r.a.) 297 2 Altı şey haramdandır: Emirin rüşvet alması ki, bu sayılanların hepsinin en fenasıdır. Köpek parası, kısrak aşım parası, zinakarın aldığı para, kan alanın kazancı, kahinin kazancı. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.) 297 3 Altı şey amelleri mahveder: Halkın ayıbı ile meşgul olmak, kalb katılığı, dünya sevgisi, haya azlığı, uzun emel, zalimin zulmüne devam etmesi. Hz. Adiyy (r.a.) 297 4 Dehr içinde altı günün orucu mekruhtur: Şaban'ın son günü oruçlu olarak Ramazana erişmek. Misafirin, hastanın, çocuğuna zarar gelmesinden korkan hamile kadının, oruca gücü yetmiyen çok yaşlı kimsenin, çok zayıf olduğu için oruç tutarsa öleceğinden korkan kimsenin oruç tutması da mekruhtur. Hz. Enes (r.a.) 297 5 Altı sınıf Cehenneme hesapsız girer: Zulmü sebebiyle Umera, lrkçılık asabiyeti sebebilye Arab, kibirleri sebebiyle rençber, yalanı sebebiyle tüccar, hasedi sebebiyle Ulema, hasisliği sebebiyle zengin. (Cehenneme hesapsız girecek dereceye kadar gelebilirler) Hz. İbni Ömer (r.anhüma) 297 6 Altı şey güzeldir, lakin şu altı sınıf insan da daha güzeldir: Adalet güzeldir, lakin Umerada daha güzeldir. Cömertlik güzeldir, lakin zenginde daha güzeldir. Verağ güzeldir, lakin alimlerde daha güzeldir. Sabır güzeldir, lakin fıkarada daha güzeldir. Tevbe güzeldir, lakin gençlerde daha güzeldir. Haya güzeldir, lakin kadınlarda daha güzeldir. Hz. Ali (r.a.) 297 7 Yakında Hadramut'tan veya Hadramut denizinden bir ateş çıkacak ve kıyametten evvel insanları toplıyacak. Dediler ki: "Ya Resulallah, bize ne emredersin?" Buyurdu ki: "Siz Şam'a gitmeye bakın. Hz. İbni Ömer (r.anhüma) 297 8 Yakında, Benden sonra ümmetim içkiyi içecekler, içki ismi vermeksizin (içki saymaksızın) ve onu içmiye yardımcıları da emirleri olacak. Hz. Ebû Eyyub (r.a.) 297 9 İnsanın elbisesini çıkarırken "Besmele" çekmesi, cinlerin gözü ile Adem oğlunun avreti arasında perde olur. Hz. Enes (r.a.)
Şerif Ravi 298 1 Yakında siz Rumlarla emin bir sulh yapacaksınız. Sonra siz gaza edeceksiniz. Onlar da gerinizde sizin gaza ettiğinize düşman olacaklar. O harpten muzaffer çıkacak ve ganimet alacaksınız. Sonra yeşil bir ovaya konacaksınız. Orada bir Rum neferi salibini kaldıracak ve diyecek ki: "Haç galib geldi" Ona müslümanlardan biri karşı koyup kendisini öldürecek. Bunun üzerine Rumlar muahedeyi bozacak ve gadredecekler. Büyük muharebeler olacak. Sizin için toplanacaklar ve seksen sancak halinde üstünüze gelecekler. Her bir sancak altında onbin (onikibin) kişi olarak. (Amik ovasında önlenecek olan hadise) Hz. Zu Mihmer (r.a.) 298 2 Yakında size Horasan tarafından siyah bayraklılar gelecek. Kar üzerinde emekliyerek olsa da onlara iltihak ediniz. Zira onların arasında Allah'ın halifesi "Mehdi" vardır. Hz. Sevban (r.a.) 298 3 Sizin için dünya feth olunacak. Evlerinizi kabe ziynetlenir gibi süsleyeceksiniz. Lakin bu günkü şu haliniz o günden hayırlıdır. Hz. Ebû Huzeyfe (r.a.) 298 4 Size dünya feth olunacak. Eğer bir menzilde muhayyer kılınırsanız Şam denilen şehre bakın. Zira orası Melhamelerde müslümanların toplandığı yerdir. Onun kalbgâhı da "Ğûta" denilen yer olacaktır. Sahabelerin bazılarından 298 5 Yakında İskenderiye ve Kazvin ümmetime feth olunacaktır. Bu ikisi Cennet kapılarından iki kapıdır. Kim ki, bunlardan ikisinde veya birinde, yalnız bir gece nöbet tutarsa, günahlarından annesinden doğduğu gün gibi sıyrılmış olur. Hz. Ali (r.a.) 298 6 Benden sonra büyük şehirler zabtedecek ve çarşılarında meclisler kuracaksınız. O zaman bunların hakkını verin. Yani, selamı alın, nâmahremden gözünüzü çekin. Mazlumun hakkını verin ve ona yardımcı olun. Âmâya da yol gösterin. Hz. Vahşi İbni Harb (r.a.) 298 7 Yakında bir takım umerâ peydah olacak. Onların bazı şeylerini iyi, bazı şeylerini ise fena göreceksiniz. İyiyi iyi, fenayı fena görenler iyi, lakin (fenayı iyi görenler) razı olup ona tabi olanlar, fesada uğrayanlardır. Dediler ki: "Onlarla mukatele etmiyelim mi?" Buyurdu ki: "Namazlarını kıldıkları müddetçe hayır, ilişmeyin." Hz. Ümmü Seleme (r.anha) 298 8 Bazı umera gelecek, namazı bir sebeble vaktinden geciktirecekler. Siz (evinizde vaktinde kılın) cemaate de gelip onlarla nafile kılın. Hz. Ubâde (r.a.) 298 9 Abbas evladı yakında bayrak sahibi olacak. Onlara tabi olan doğruyu bulmuş olur, muhalefet eden ise helak olur. Hakkı tutup kaldırdıkları müddetçe o bayrak ellerinen asla çıkmayacaktır. (Adalete tabi olsalar kıyamete kadar giderlerdi.) Hz. Âişe (r.anha) 298 10 Yakında bir fitne olacak ki, insan kardeşinden ve babasından ayrılacak ve bu fitne kıyamete kadar insanların kalblerinde yayılıp duracak. Hatta o fitnelerde belaya uğramış çilekeş bir adam, zâniyenin zinası sebebiyle ayıblandığı gibi ayıblanacak. Hz. İbni Amr (r.a.)
Şerif Ravi 299 1 Benden sonra, yakında sizin üzerinize bazı umera gelecek. İyi görmediğinizi amel edecekler ve fena gördüklerinizi de yapacaklar. Bunlar emriniz değildir. Hz. Ubâde (r.a.) 299 2 Yakında fitne, fesad ve ihtilaf olacak. "Ne yapalım?" dediler. Buyurdu ki: (Hz. Osman (r.a.)'ı göstererek) günün emiri olan bu zata ve ashabına tabi olun. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.) 299 3 Benden sonra birtakım emirler gelecek ve dedikleri dedik olacak. İşte bunlar maymunun atılması gibi Cehenneme atılacaklar. Hz. Muaviye (r.a.) 299 4 Benden sonra yakında, muzlim gecelerin karanlık dalgaları gibi bir takım fitneler olacak. O fitnelerde adam sabah mümin, akşam kafir, akşam mümin, sabah kafir olacak. Denildi ki: "O zaman ne yapalım?" Buyurdu ki: "Evlerinize girin kendinizi unutturun." Denildi ki: "Bizden birimizin evine girilirse ne dersin?" Buyurdu ki: "Elinize sahip olun. Allah'ın katil kulu olmaktansa, mazlum kulu olun. Zira öyle zamanda islam, adamın ağzında olur. Kardeşinin malını yer, kanını akıtır, Rabbine asi olur, Hâlıkına küfreder. Neticede de kendisine Cehennem vacib olur." Hz. Cündeb el Beceli (r.a.) 299 5 Yakında fitneler olacak. Dediler ki: "Ne emredersin Ya Resulallah?" Buyurdu ki: Şam'a bakın. Hz. Bekr İbni Hakim (r.a.) 299 6 Yakında Benim üzerime hadis rivayet eden raviler gelecek. Siz o hadisleri Kur'an'a arzedin. Uyarsa alın, uymazsa bırakın. Hz. Ali (r.a.) 299 7 Yakında fitneler olur. Adam müslüman sabahlar, akşama kafir olur. Ancak, Allah'ın kendisini ilimiyle ihya ettikleri müstesna. Hz. Ebû Ümâme (r.a.) 299 8 Yakında sizinle Rumlar arasında dört sulh anlaşması olur. Dördüncü Âl-i Harundan biri ile gerçeklenir. Ve bu yedi sene devam eder. Denildi ki: "Ya Resulallah, o gün insanların imamı kimdir?" Buyurdu ki: "İmam, Benim evladımdan, kırk yaşında, yüzü parlak bir yıldız gibi olan, sağ yanağında siyah bir beni bulunan ve üzerinde iki kutvânî aba olan bir kimsedir. Tavrı beni İsrail ulemasına benzer. Yirmi sene hüküm sürer. Arzdaki hazineleri çıkarır ve şirk beldelerini feth eder. Hz. Ebû Ümâme (r.a.) 299 9 Yakında, hadiseler, tefrika, fırka ve ihtilaflar olacak. O günde katil olmaktan kurtulup maktul olabilirsen ol. Hz. Halid İbni Urfe (r.a.)
Hadis-i Şerif Ravi 300 1 Yakında dört fitne olacak. Kanın mübah sayıldığı fitne ,kanın mübah ve malın helal sayıldığı fitne, kanın mübah malın ve namusun helal sayıldığı fitne (dördüncüsü Deccal fitnesidir) Hz. İmran (r.a.) 300 2 Yakında başınıza bazı emirler gelecek , rızıklarınıza el atacak, sizi yalanlarla avutacaklar. İş yapacaklar lakin yaptıkları fena olacak. En fena tarafları da kötülüklerini siz güzel görmedikçe ve yalanlarını tasdik etmedikçe sizden razı olmayacaklar. O zaman (yalnız) emirlik haklarını tanıyın. Sizi de tecavüzle kendilerine uydurmaya çalıştıklarında onlarla mukatele edin. kim bu yolda öldürülürse o şehiddir. Hz. Ebû Sülale (r.a.) 300 3 Benden sonra fitneler olur. Birisi de "Ahlas" fitnesidir.(deve çulu fitnesi, yani milletin boynunda temelli kalır.) Harpler, hicretler olur. Sonra daha şiddetli bir fitne olur. Ha bitti denir, daha da devam eder. O derece ki, fitnenin kendisine dokunmadığı ev ve müslüman kalmaz. Bu hal ehli beytimden bir müslüman(Mehdi a.s.) çıkıncaya kadar devam eder. Hz. Ebû Said (r.a.) 300 4 Allah'dan ilm-i nâfi isteyin ve faide vermeyen ilimden Allah'a sığının. Hz. Câbir (r.a.) 300 5 ALLAH'dan dünya ve ahirette af, afiyet ve yakîn isteyin. Zira yakînden sonra kula, afiyet kadar hayırlı bir şey verilmedi. Hz. Ebû Bekir (r.a.) 300 6 Allah'ın fazlından isteyin. Zira O istenmekten bıkmaz. İbadetin efdali de gamm ve hemmden kurtuluşu beklemektir. Hz. İbni Mes'ud (r.anhüma) 300 7 Düşük çocuklara da isim koyun. Allah onunla mizanınızı ağırlaştırır. Zira onlar kıyamet günü gelir de şöyle derler: "Ey rabbimiz beni zayi ettiler ve bana isim vermediler. Hz. Enes (r.a.) 300 8 Fena ahlak, sirkenin balı ifsad etmesi gibi, ameli bozar. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.) 300 9 Bakara suresinde bir ayet vardır ki, Kur'an ayetlerinin seyyididir. Bir yerde okundu mu şeytan orada tutunamayıp mutlaka çıkar. Bu "ayetül kürsi" dir. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.) 300 10 Kuran'da bir sure vardır ki otuz ayettir. Sahibine (devamlı okuyana) affedilinceye kadar şefeat edecektir. O "Tebarekellezî biyedihil mülk"dür. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.) 300 11 Yakında ilim taleb eden kimseler gelecek. Onları gördüğünüzde: "Allah'ın rasulunün tavsiyesi ile merhaba" deyin ve onlara istedikleri fetvayı(bilgiyi) verin. Hz. Ebû Said (r.a.) 300 12 Benden sonra yakında bir kavim gelecek, benim hadisimden soracaklar. Onlara ancak ezberlediklerinizi söyleyiniz. Kim kasten bana yalan isnad ederse cehennemde yerine hazırlansın. Hz. Ebû Mûsa (r.a.) 300 13 Üzerinize öyle bir zaman gelecek ki, o vakitte şu üç şeyden daha hayırlı bir şey olmayacak: "Helal para, kendisi ile ülfet edilen din kardeşi, amel edilen bir sünnet. Hz. Huzeyfe (r.a.)
Hadis-i Şerif Ravi 301 1 Ümmetime yakında bir zaman gelir ki, Kuran okuyacak çok, fakihler az olur. İlim kabz olunur. Kargaşalık çoğalır. Ondan sonra bir zaman gelir ki, ümmetimden bir takım adamlar Kur'an okurlar ama bu, gırtlaklarını geçmez. Bundan sonra yine öyle bir zaman gelir ki, müşrik müminle aynı mevzuda söylediğinin mislinde mücadele eder. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.) 301 2 İnsanlar üzerine bir zaman gelecek ki; o zamanda adam acz ve fucur arasında muhayyer kalacak. Kim bu zamana yetişirse fucura aczi tercih etsin. Hz. İbni Mes'ud (r.anhüma) 301 3 İnsanlar üzerine bir zaman gelecek ki; camilerde halka halka oturacaklar, ancak dünya üzerine muhabbet edecekler. (Bunlara rastlarsanız) onlara katılmayın. Zira Allah (z.c.hz)'lerinin o kimselerle alakası yoktur. Hz. İbni Mes'ud (r.anhüma) 301 4 İnsanlar üzerine bir zaman gelecek ki, Kur'an'ın merasimi ve müslümanlığın da adı kalacak. Onlar müslüman ismi alırlar, halbuki kendileri müslümanlıktan insanların en uzağıdırlar. Camileri süslü olur, hidayet bakımından ise viran olur. O zamanın alimleri, gök kubbesi altındaki alimlerin en şerlisi olup, fitne onlardan başlar ve yine onlara döner ( kabak da onların başına patlar.) Hz. Muaz (r.a.) 301 5 İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, camilerde onlardan binden fazla adam namaz kılacak da içlerinde hâzâ mümin bulunmayacak. Hz. İbni Ömer (r.anhüma) 301 6 Ahir zamanda bir kavim çıkacak, yaşları genç, akılları hafif olacak. Sözleri ise halkın en iyi sözlüsü olacak. Kur'an okuyacak ama hançerelerinden aşağı geçmeyecek. Ve onlar islamiyetten okun yaydan çıkması gibi, bir iz kalmamasına çıkacaklar. Kendilerine rastladığınızda onları öldürün. Zira kıyamet gününde Allah katında onları öldüren için nice ecir vardır. Hz. Ali (r.a.) 301 7 Allah nazarında günlerin seyyidi Cuma'dır. O, kurban ve Ramazan bayramı gününden de kıymetlidir. Onda beş haslet vardır; Allah o günde Hz. Adem (a.s.)'ı yarattı. O cennetten arza o gün indirildi. O günde vefat etti. Cuma gününde öyle bir saat vardır ki, bir kul o saatte Allah'dan bir şey istedi mi Allah onu kendisine mutlaka ihsan eder. Ancak istediği günah veya sıla-i rahmi kesen birşey değilse. Kıyamette Cuma günü kopacaktır. Hiç bir melek-i mukarreb, sema, arz, rüzgar, dağ ve taş yoktur ki, bu sebeble Cuma gününden korkmuş olmasın. Hz. Saad İbni Ubâde (r.a.)
Hadis-i Şerif Ravi 302 1 İnsanların seyyidi Adem (a.s.), Arabın seyyidi Hz. Muhammed (s.a.s.), Rumun seyyidi Süheyb (r.a.), Acemin seyyidi Selman (r.a.), Habeşin seyyidi Bilal (r.a.), dağların seyyidi Tur-i Sina, ağaçların seyyidi sidre, ayların seyyidi haram ayları, günlerin seyyidi Cuma, kelamın seyyidi Kur'an, Kuran'ın seyyidi Bakara suresi, Bakaranın seyyidi Ayetel kürsi'dir. Ve onda beş kelime vardır ki, her bir kelimede elli bereket bulunur. Hz. Ali (r.a.) 302 2 Dünya ve ahirette içilecek şeylerin seyyidi su, dünya ve ahirette yemeklerin seyyidi ise et ve pirinçtir. Hz. Suheyb (r.a.) 302 3 Seferde kavmin seyyidi onlara hizmet edendir. Hizmette onlara sebkat edenin faziletini, şehitlik müstesna kimse hiçbir şeyde bulamaz. Hz. Sehl İbni Saad (r.a.) 302 4 Cennet ehlinin hanımlarının seyyideleri İmran kızı Meryem'den sonra Fatıma, Hatice ve firavun ailesi Asiye'dir. Hz. İbni Abbas (r.anhüma) 302 5 Ümmetime, yakında geçmiş ümmetlerin hastalığı isabet eder: Dünya nimetinden neşelenmek(batıl ile ferahlanmak ve tekebbür) tuğyan ve kin, mal ve evlat çoğaltma, haksız düşmanlık, husumet ve haddi aşan bir hased (ki neticesi mukateledir). Hz. Ebû Hüreyre (r.a.) 302 6 Ümmetime yakında, ahir zamanda, kader meselesinden bir kapı açılır. Ve onu hiçbir şey kapamaz. Onu açanlara rastlarsanız, kendilerini şu mealdeki ayetle karşılarsanız size kafi gelir: "Arzda ve nefislerinizde her kime isabet eden bir musibet yoktur ki, kitapta tesbit edilmiş olmasın." Hz. Süleym İbni Cabir (r.a.) 302 7 Ümmetim içinde bir takım kavimler olacak ki, fakihleri ince ve karışık meseleleri ele alacaklar. İşte onlar, ümmetimin şerlileridir. Hs. Sevban (r.a.) 302 8 Ahir zamanda, eğlencenin ve çenginin meydan aldığı içkinin de mübah addolunduğu zaman yere batma, taş yağma zuhur edecek ve insan kılığından çıkma olacaktır. Hz. Sehl İbni Saad (r.a.) 302 9 Yakında ümmetim içinde bazı kimseler olacak ki, çeşitli yemekler yiyecekler, çeşitli içecekler içecekler ve renk renk elbiseler giyecekler ve sözü de dilini döndürüp konuşacaklar. İşte bunlar ümmetimin şerlileridir. Hz. Ebû Ümâme (r.a.) 302 10 Ahir zamanda zalim hükümdarların avanesi olur ki, onlar sabah Allah'ın gazabında yürürler, akşamda Allah'ın buğzu içinde dolaşırlar. Sakın onların sırdaşlarından olmayın. Hz. Ebû Ümâme (r.a.) 302 11 Benden sonra yakında birtakım sultanlar peydah olur. Kapılarında fitneler develerin yatakları gibidir. Kimseye bir hayır göstermezler. Bir şey verirlerse, ancak onların dinlerinden bir taviz kopararak verirler. Hz. Abdullah İbni Hars (r.a.) 302 12 Benden sonra yakında ümmetimden bir taife zuhur eder ki, Kur'an'ı okurlar ama boğazlarını geçmez. Dinden de okun yaydan çıktığı gibi çıkarlar ve avdet de etmezler. Onlar, halkın ve mahlukatın en şerlisidirler. Alametleri de yüzünü gözünü traş etmeleridir. Hz. Ebû Zerr (r.a.)
Hadis-i Şerif Ravi 303 1 Yakında ümmetimden bazı kimseler gelir. Alimlerini müşkül meselelerle yanıltırlar. Bunlar ümmetimin şerlileridir. Hz. Sevban (r.a.) 303 2 Yakında seninle Aişe (r.anha) arasında bir hadise olacak(bunu Hz. Ali (r.a.)'a söylemişti). Hz.Ali (r.a.) dedi ki: "Öyle ise Ya Rasulallah, ben onların en fenasıyım." Buyurdu ki: "Hayır. Lakin bu hadise olduğunda sen onu evine(mahalli emanına) teslim et (cemel vakası). Hz. Ebû Rafi' (r.a.) 303 3 Benden sonra ümmetimden bir kavim gelir. Kur'an'ı okur, dini ilimlerden de malumatları olur. Şeytan onlara gelir: "Dünyalığınızı düzeltmek için hükümete sokulsanızya. Siz yine dininizde onlara uymazsınız." der. Nasıl çalıdan dikenden başka bir şey alınmazsa, onlara sokulmaktan günahtan başka birşey elde edilmez. Hz. İbni Abbas (r.anhüma) 303 4 Yakında bazı emirler gelecek. Siz onların bazı işlerini beğenecek bazılarından ise hoşlanmayacaksınız. Kim onlarla mücadele ederse necat bulur. Kim onlardan ayrılırsa selamet bulur, kim de onlara karışırsa helak olur. Hz. İbni Abbas (r.anhüma) 303 5 Benden sonra bir takım umera gelecek ki, onlar benim yolumda gitmezler. Adetimi adet etmezler. Onlardan bir takımının kalbleri, insan suretinde şeytan kalbidir. Hz.Huzeyfe (r.a.) dedi ki: "O hadiseye yetişirsem nasıl yapayım" Buyurdu ki: "Emîri azama itaat et. Sırtına vurup lokmanı alsa da(Hz.Osman r.a. fitnesi). Hz. Huzeyfe (r.a.) 303 6 Sizin üzerinize bazı umera peydah olur. Namazı vakitlerinden geciktirir ve bidat çıkarırlar. İbni Mesud (r.a.) dedi ki: "Onlara yetişirsem ne yapayım?" Buyurdu ki: "Ey Ümmü abdin oğlu, benden nasıl yapacağını soruyorsun. Allah'a isyan edene itaat yoktur". Hz. İbni Mes'ud (r.a.) 303 7 Ahir zamanda ümmetimden bir takım insanlar meydana gelir ki, kendimizin de, babalarımızın da işitmediği şeyleri anlatırlar. Sizler ve babalarınız bunlardan kendilerinizi çekin. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.) 303 8 Ümmetimin sonunda bir takım kadınlar peydah olur ki, erkekler gibi eğerlere binerler ve mescidin kapısında inerler. Onlar giyinik çıplaklardır. Başlarını da zayıf devenin hörgücü gibi yaptırırlar. Bunları telin edin. Zira onlar mel'undurlar. Eğer sizden sonra gelecek ümmet olsaydı, bunlar da o gelecek ümmete hizmetçi olurlardı. Nasıl ki, sizden önceki ümmetlerin kadınlarının sizlere hizmetçi oldukları gibi. Hz. İbni Amr (r.a.) 303 9 Benden sonra yakında, bazı umera gelecek, birbirini öldürecekler.(mevki makam için) Hz. Ammar (r.a.) 303 10 Yakında madenler çıkacak ve onun peşine düşenler insanların şerlileri olacak. Beni süleym'den biri 303 11 Ahir zamanda lûtî denilen bir taife çıkar ve üç sınıf olur: Bir sınıfı yüze bakmak ve konuşmakla, diğeri musafaha ve kucaklaşmakla yetinirler. Bir sınıfı da bu işi bilfiil yaparlar. Allah'ın laneti bunların üzerine olsun. Meğer ki tevbe ederler. Tevbe edenin tevbesini Allah kabul eder. Hz. Enes (r.a.)
Sıra Hadis-i Şerif Ravi 304 1 Ümmetimin sonunda bir takım kavimler olur ki, camilerini süsler, kalblerini ise viran ederler. Onlardan birisi dinine vermediği ehemmiyetten fazlasını elbisesine verir. Bunlar, dünyaları selamet oldu mu, ahiret işini kaale almazlar. Hz. İbni Abbas (r.anhüma) 304 2 Benden sonra bir fitne olacak, o fitne olduğunda Ali ibni Ebi Talib (r.a.)'ı tutun. Zira hak ile batılı ayırd edecek odur. Hz. Ebû Leyla el Gıfari (r.a.) 304 3 Benden sonra muzlim gecenin karanlık dalgaları gibi fitneler olacak. İnsanlar orada alabildiğine gidecekler. Denildi ki: "O halde hepsi helak olucudur." Buyurdu ki: "Dünyadaki katl onlara kafidir." (Ahiretlerine dokunmayacak.) Hz. Saad (r.a.) 304 4 Yakında üzerinize bazı emirler gelecek. Kalbinizin yattığı ile size emirler verecek. Fakat sevmediklerinizi yapacaklar. Sizin için bunlara itaat gerekmez. Hz. Ubâde (r.a.) 304 5 Benden sonra bazı valiler gelecek, iyisi iyiliği ile, kötüsü de kötülük üzere valilik yapacak. Siz bunları dinleyin. Hakka uygun herşeyde kendilerine itaat edin. Arkalarında namaz kılın. Eğer iyilik yaparlarsa hem size, hem onlara. Fenalık yaparlarsa sizin lehinize, onların aleyhine olur. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.) 304 6 Ümmetimden "Ehli kitabdan" bir cemaat ve "ehli liben" (çöl halkı) helak olacak. Denildi ki: "Ehli kitab kimdir?" Buyurdu ki: "Kitabullahı öğrenip müslümanlarla mücadele edecek bir kavimdir." Denildi ki: "Ehli Liben kimdir?" Buyurdu ki: "Şehvetlerine uyub, namazı terkedecek bir kavimdir." Hz. Ukbe (r.a.) 304 7 Müslümanlar Ye'cuc ve Me'cuc'un ok ve kalkanlarından kalanı yedi sene yakacaklardır. ( Tûri Sina'dan kurtulduktan sonra) Hz. Nevvas İbni Sem'an (r.a.) 304 8 Yalancı şahidin ayağı yerinden oynamadan Cehennemi hak eder. Hz. Enes (r.a.) 304 9 Ümmetimin en şerlileri o kimselerdir ki, akşam sabah nimet içinde yemeğin en iyisini yerler ve elbisenin en iyisini giyerler. Onlar ümmetimin gerçekten en şerlileridir. Zalim emirden kaçan adam asi değildir. Bilakis asi olan zalim emirdir. Dikkat edin. Allah'a isyanda mahluka itaat yoktur. Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
TARÎKAT: Ben bir boşluktayım dedim, Gel dolduralım dediler... Ama tarikat beni ürkütür dedim, Allah demekten korkulur mu? dediler... Peki... diyerek tarikata girdim, Sen değil, Allah murad etti dediler. Bana bir keramet gösterin dedim, Dön de eski haline bir bak dediler... Ben ne zaman kemale ererim? dedim, "Ben" demeyi bırakınca dediler... Ya hiç bir şey öğrenemezsem? dedim, İşte yavaş yavaş öğrenmeğe başladın! dediler... Peki bu işin bir kolayı yok mu? dedim, Çiğnenmiş lokmayı yutmaya üşenme dediler... Yani vaz mı geçeyim? dedim, Bu yol ümitsizlik yolu değil dediler... Peki aklımın almadığı işlerde ne yapayım? dedim, Hikmeti ara! dediler... Ya bir hikmet göremezsem? dedim, Gören körlerden olma! dediler... O zaman yol nasıl alınır? dedim, Aman edebi pek tut ! dediler... Edep nedir? dedim, Edepsizden öğren dediler... Edebi taklit etsem? dedim, O da bir şeydir ! dediler... Hastayım! dedim, Şikayetlenme! dediler... Canım yandı, ahh ! dedim, 'Ah' deme, 'Af' de dediler... Çıktım dağa, tekkeye odun çektim, Büyükler ne bulduysa hizmette buldu dediler... Kızdığım birine hesap sordum, Sen hesabı sorulansın dediler... Bazılarını kınadım, Kınadığını yaşamadan ölemezsin dediler...
An oldu açık açık konuştum, Açıklık, kaçıklık getirir dediler...
Resulullah S.A.V. de şöyle buyurdu: -O salât şudur:Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin fil evveline ve âhirine ve fil meleil a'lâ ilâ yevmiddini. O zaman Ebu Bekir (R.anh.) -Yâ Resululullah (S.A.V.) dedi.salâtın sevabından bana haber ver. Hazret i Resulullah S.A.V. saadetle şu cevabı buyurdular: -Eğer denizler mürekkep olsa ve âğaçlar kalem olsa ve bütün melekler yazıcı olsa yine bu salâtın sevabını yazıp tüketemezler!.. Kara Davud. Delail-i Hayrat Şerhi.sy.488.
Bu ayet-i celilede tenbih olunmaktadır ki, kullara sürurlu ve kederli zamanlarında gelen nimetlere daimi şükür, musibetlere ise sonsuz sabır ve tahammül göstermek lâzımdır.Çünkü şükredilmezse nimet azaba, sabredilmezse musibet helâke döner. Bakara Suresi Tefsiri.sy.139.
Sabır, ferahlık ve genişliğin anahtarıdır. el-Münâvi,Feyzü'l Kadir, 6:298;Acluni, Keşfül-Hafâ,2:21. Risale-i Nur'da Geçen Âyet Ve Hadis Meâlleri.sy.459.
Hikmetin başı Allah korkusudur. Risale-i Nur'da Geçen Ayet ve Hadis Mealleri sy.467.
Allah c.c. ım bize hakkı hak olarak gösterip onun ittibâıyla, bâtılı da batıl olarak gösterip onun içtinabıyla rızılandır.Amin, Allah c.c. ım duamı kabul buyur! Risale-i Nur Külliyatı'ndaki Ayet ve Hadis Mealleri ve Me'hazleri.sy.596.
İşte sana! Onlar (ebediyyen yaşasalardı şirk üzere yaşamaya azmettiklerinden, cezâ ise amele göre değil, niyete göre verildiğinden,) ancak o ateşin ayrılmaz arkadaşlarıdır.Kendileri orada (hiç çıkmamak üzere ebediyyen kalıcılardır. Yunus Suresi.sure 10.cüz 11. Ruhu'l Furkan Tefsiri cilt.19.sy.132.
Efendimiz sallallahu aleyhi sellem : "Amelle, az ilim fayda verir, fakat cehaletle birlikte çok amelin de faydası yoktur" Bakara suresi Tefsiri.sy.300.
İsa aleyhisselam'a: Halktan senin gibi olan varmı? diye sorulunca o da cevaben: Bakışı ibret, susması fikret ve kkelamı zikir olan kimse benim gibidir dedi. Bakara Suresi Tefsiri. Mahmud Sami Ramazanoğlu sy.320.
Doğulu devlet modelini Batılı Cumhuriyet modeliyle deyim yerindeyse "evlendirip" mutlu bir yuva (vatan) kurabilmek çok ama çok zor bir deneydir.... Kendi alanında ilk ve tek örnek evlilik olan bu oluşum, her yönüyle incelenmesi gereken bir fenomendir..... İşte bu zor evliliği sürdürmeye gayret etmiş olan Doğulu "Baba Devlet" ile Batılı Anne Cumhuriyet"in çocularıyız........ Doğulu Baba ile Batılı Anne'nin çocuğu olmak bizlerde bir kimlik bunalımı yaratmıştı ama artık erginleşmeye başladık.... Aramızdaki kavgaların, çatışmaların kökenide bu garip ama gerçek evliliğin bulunduğunu bilelim... Devlet ve Kimlik sy.son.
İlim Allah katındadır.Yazdıklarının sırlarını en iyi Allah c.c. bilir. ...Ey Rabbimiz! Unutur veya hataya düşerde bi kusur işlersek, bizi onunla hesaba çekme...Bakara Suresi 2:286. İşlerin en hayırlısı zorlu olanıdır...el-Acluni, Keşfü'l-Hafa,1:55. Risale-i Nur'da Geçen Ayet Ve Hadis Mealleri.sy.484.
Bana bir kelime ile vaaz et ki onunla faydalayım dedim, o da bana: "Allah-u Teala'dan sakın, Çünkü O çok kıskançtır, kulunun kalbinde Kendinden gayriyi görmeyi sevmez"dedi. Ruhu'l Furkan Tefsiri cilt 19.sy.156.
Allah c.c. seni yarattıklarından uzaklaştırdığı zaman bil ki, sana dostluğunun kapısını açmak istiyordur.Ataullah İskenderi. Adaletsizlik medeniyeti mahveder. İbn Haldun.
Sonra Kur,an 'ın tamamı mânâ cihetinden muhkemdir. Kur'an'ın tamamı mânâ cihetinden müteşâbihtir. Tevhide Giriş. Hâce Muhammed Parsa.sy.21,22.
Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak; Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak. O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak! O benimdir, o benim milletimindir ancak!
Çatma kurban olayım, çehreni ey nazlı hial; Kahraman ırkıma bir gül... Ne bu şiddet, bu ceal? Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra heal; Hakkıdır Hakk'a tapan, milletimin istikal.
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım. Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım! Kükremiş sel gibiyim: Bendimi çiğner, aşarım. Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
Garb'ın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar; Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var. Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar, "Medeniyyet!" dediğin tek dişi kalmış canavar?
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın; Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın. Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın, Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
Bastığın yerleri "toprak!" diyerek geçme, tanı! Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı. Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır atanı: Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda? Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda! Canı, cananı, bütün varımı alsın da Huda, Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.
Ruhumun senden iahi şudur ancak emeli: Değmesin ma'bedimin göğsüne na-mahrem eli! Bu ezanlar - ki sehadetleri dinin temeli - Ebedi, yurdumun üstünde benim inlemeli.
O zaman vecd ile bin secde eder - varsa - taşım; Her cerihamdan, Iahi, boşanır kanlı yaşım; Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden na'şım! O zaman yükselerek Arş'a değer, belki, başım!
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hial! Olsun artık dökülen kanlarım hepsi heal. Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihal: Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet; Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istikal. Türkçe Sözleri Fear not! For the red flag that proudly ripples in this glorious twilight, shall never fade, Before the last fiery hearth that is ablaze within my nation is extinguished. For That is the star of my nation, and it will forever shine; It is mine; and solely belongs to my valiant nation.
Frown not, I beseech you, oh thou coy crescent, But smile upon my heroic race! Why the anger, why the rage? ¹ Our blood which we shed for you will not be blessed otherwise; For freedom is the absolute right of my God-worshiping nation.
I have been free since the beginning and forever will be so. What madman shall put me in chains! I defy the very idea! I’m like the roaring flood; powerful and independent, I’ll tear apart mountains, exceed the heavens and still gush out!
The lands of the West may be armored with walls of steel, But I have borders guarded by the mighty chest of a believer. Recognize your innate strength, my friend! And think: how can this fiery faith ever be killed, By that battered, single-fanged monster you call “civilization”?
My friend! Leave not my homeland to the hands of villainous men! Render your chest as armor and your body as trench! Stop this disgraceful rush! For soon shall come the joyous days of divine promise… Who knows? Perhaps tomorrow? Perhaps even sooner!
View not the soil you tread on as mere earth, recognize it! And think about the shroudless thousands who lie so nobly beneath you. You’re the noble son of a martyr, take shame, hurt not your ancestor! Unhand not, even when you’re promised worlds, this paradise of a homeland.
What man would not die for this heavenly piece of land? Martyrs would gush out were one to just squeeze the soil! Martyrs! May God take all my loved ones and possessions from me if He will, But may He not deprive me of my one true homeland for the world.
Oh glorious God, the sole wish of my pain-stricken heart is that, No heathen’s hand should ever touch the bosom of my sacred Temples. These adhans, whose shahadahs are the foundations of my religion, And may their noble sound last loud and wide over my eternal homeland.
Çünkü; kıssa-i Yusuf (A.S.) da bir çok havadisin fetvalarına cevap vardır.Meselâ "Hasedin neticesi nedir?" sualine cevap hacalet ve mahcubiyettir ve Sabrın neticesi nedir? sualine cevap;selamettir ve Kederin neticesi nedir? sualine cevap ;ferahtır ve Meşakkatin neticesi nedir? sualine cevap; felakettir ve Firkatin neticesi nedir? sualine cevap ictima ve ülfettir diyerek kıssa-i Yusuf'la bunların cümlesine cevap verilir.Çünkü;şu sayılan fetvalar ve daha nice acaip ve garaib Yusuf (A.S.) ın sergüzeştini beyan eden bu sure-i Celilede münderictir. Hülasat-ül Beyan Cilt 5.sy.2464.
İş bu söze Hak tanıktır Bu can gövdeye konuktur. Bir gün ola çıka gide Kafesten kuş uçmuş gibi. Yunus Emre. De ki: Haberiniz olsun, o kaçıp durduğunuz ölüm, muhakkak gelip size ulaşacaktır.Sonra, gizliyi de aşikârıda bilen Allah c.c. döndürüleceksiniz. O, size neler yaptığınızı haber verecektir.(Cum'a, 62/8)
Allah-ü Teâlâ şöyle buyurdu: -"Ancak Allah c.c.tan âlim kulları korkar.." Demek olur ki, Allah c.c. korkusu vermeyen ilim, ilim değildir.FATIR suresinin 28. ayetidir.
Peygamberimiz S.A.V. efendimiz şöyle buyurdu: -"Allah-ü Teâlâ, vasıtanla bir kişiye hidayet nasib etmesi, senin için kırmızı deveden daha hayırlıdır.." Derler ki: -Kırmızı deve, altın yüklü kırmızı devedir. Yani : Bu deveyi altınıyla birlikte sadaka vermektense, bir kişiyi hidayete erdirmek hayırlıdır. Muhtar-ül Ehadisin Nebeviyye.sy.513.
Benden tebliğ ediniz; isterse bir ayet olsun..Ve beniisrail'den anlatınız;zararı yoktur.. Fakat her kim bana kasden bir yalan şey isnad ederse;cehennemde yerini hazılasın.. Bu Hadis-i Şerifin delaletine göre, beniisrail'e ait kıssalardan âyet ve hadis dışında kalanları anlatmak mahzurludur. Muhtar-ül Ehadisin Nebeviyye. Hadis-i Şerifler Ve Vaaz Örnekleri.sy.514.
Kimya bizi ve etrafımızdaki her şeyi içren maddenin incelenmesidir. Kimya,bilimin birçok alanıyla ve insanın uğraştığı birçok alanla ilişkili olduğu için, bazen "merkez bilim"olarak bilinir. Kimya "gelişimini tamamlamış" bir bilim olmakla birlikte, kimyanın iç yapısı yanıtlanmamış sorular ve açıklanmamış olaylarla doludur. Genel Kimya İlkeler ve Modern Uygulamalar.sy.2.
Dinin, içtimai nizamı muhafazada, kültürel inkişafta ve milli birliği korumada en kuvvetli bir unsur olduğu münakaşadan müstağnidir. Prof.Dr.Osman Turan.
Cahile söz (laf) anlatmak, deveye hendek atlatmaktan güçtür(zordur). Cahilin dostluğundan, âlimin düşmanlığı yeğdir. Cambaz ipte, balık dipte gerek. (Bir kimse, bilgi ve beceresinin bulunduğu, ustalık kazanmış olduğu işi yapmalıdır.) Caminin (mescidin) mumunu yiyen kedinin gözü kör olur. (Kendisini büyütüp besleyen kişiye ya da kamuya ait bir mala el uzatan kişi onmaz, er geç cezasını bulur. Açıklamalı Atasözleri Sözlüğü.sy.63.
Fitne kapılarını kapatmak şeriatın güzelliklerindendir. Biz sana ap açık bir fetih yolu açtık.Ve Allah c.c. sana pek şerefli bir zaferle yardım etsin .Fetih suresi, 48:1,3. Belki sevmediğiniz şey hakkınızda hayırlıdır...Bakara Suresi 2:216. Ahirzamanda, kadınların samimi dinlerine ve kuvvetli itikadlarına tâbi olunuz.İmam-ı Gazali,İhâu Ulumid-Din,3:75. Müminler ancak kardeştirler. İhtlilafa düşmeyin; sonra cesaretiniz kırılır, kuvvetiniz de elden gider..Enfal Suresi, 8:46. İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.Necm Suresi, 53:39. Risale-i Nur'da Geçen Ayet ve Hadis Mealleri.
Hayatta her şey Allah c.c. ın taksimi iledir.Allah c.c. ;kimini zengin, kimini yoksul, kimini sağlam, kimini sakat, kimini alim ve kimini cahil kılmıştır.Kendinden düşük kimseleri gördüğün vakit, böbürlenip hakir görme. İmam Gazali. Şüphe duymayan hakikatı bulamaz. İmam Gazali. Hak yolunda hakikate varmak sözle olmaz, inandığını yaşamakla olur. Mevlana. Dört şeyi dört şeyden temizle: Dilini gıybetten, Kalbini kıskançlıktan, Mideni haram lokmadan, Davranışlarını riyadan. Feriduddin Attar.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): "Belâ konuşmaya bağlıdır."('Ali el-Müttaki, Kenzü'l-ummal,no:7867,3/553) yani konuştuğun olur"buyuruyor.Hayır konuşalım ki hayır olsun ama câhillik sınır tanımıyor. Medrese-i Yusufiyye'den Mektuplar.sy.475.
Alınoluk mart 2019.Servet Yüksel Oğullarıma.. Yolun Sarpa sarar nefse uyarsan, Kendine kötülük etme can oğul.. Sofranıza haram lokma koyarsan, Kalbleri karartır, çürür kan oğul.. Öfkeye kapılma dipsiz kuyudur, Bil ki inat şeytan huyudur, Gaflet çölde serap, deniz suyudur, Her nefeste şükret, Hakk'ı an oğul.. Her daim beraber elele verin, Yokluğu paylaşın, mutluluk derin, Gonca güller açtı, bahtın kaderin, Arı olda bal yap, sevgi ban oğul..
Yıllar geldi geçti, sılaya hasret. Şiirim, gözyaşım sanma şikayet. Gurbette kalınmaz ila nihayet, Albayrak altında şeref, şan oğul.. Allah c.c.adamları mektebin olsun, Rızaya erecek sebebin olsun, Boşa geçen güne, ömre yan oğul.. Mülkün sahibi var hasedden sakın, Doğruluktan yana tavrını takın, Ölüm ihtiyara, gence çok yakın, Bu dünya hayatı imtihan oğul.. Muradım, sevincim gözbebeklerim, Helâli hoş olsun tüm emeklerim, Unutmayın hayır, dua beklerim, Nimetlerin şahı, bu iman oğul. Hayat iman oğul. Servet Yüksel. 2019 mart Altınoluk.
Vakti boşa geçirir, kalbi körletirseniz bütün yararlılıkları yitirirsiniz.
Biliniz ki günahlar, kalpleri kör eder, siyahlatır hasta eder.194
(İmâm Ahmed er-Rifâî, el-Burhânu’l-müeyyed) *Dipnotlar 1. Yûnus Emre Dîvânı, IV, 140. 2. Aziz Mahmûd-ı Hüdâyî, Külliyâtu Hüdâyî, s. 66. 3. Niyâzî-i Mısrî Dîvânı, s. 220. 4. Ahmed er-Rufâî, el-Burhânü’l-Müeyyed: Kurtarıcı Öğütler, s. 110.
"iyi bilin ki akıllının akıllılığı Allah c.c. tan son derece sakınmaktır.Akılsızın akılsızlığı da, günaha dalmak, haktan yüz çevirmektir. Dört Halife Devri. Hz. Ebubekir.r.a. sy.37.
4 Mayıs 2019 22:22 Bütün çalışanların ortalama çalışma süresi altı saatı aşılmaması gerekir.zor işlerde bu saatde indirilebilir.Emeklilikte yıpratıcı işle doğru orantılı olarak ençok elli yaşını geçmeyecek şekilde yaşını doldurmadanda emekli yapılabilir.sosyal güvenlik kurumunun giderleri içinde çok çocuk yapmayı teşvik edilerek nüfusun genç ve dinamik kalması sağlanarak kurumun açığını genç nufusun çokluğuyla sağlanabilir.Çalışan az ama verimli çalışarak işsizliğede çare olarak bütün insan ve devletin ihtiyaçlarını karşılayan malzemeler kendi üretimimiz olmasıyla sağlanabilir.Sağlıklı bir toplum içinde hormon ve diğer katkı maddeleri minimum seviyeye getirilmelidir. Yüksel çelik.
30 Mart 2019 07:44 BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM SUBHANALLAH ELHAMDULİLLAH ALLAHUEKBER ESTAĞFİRULLAH ALLAHUMME SALLİ ALA SEYYİDİNA MUHAMMED
YANITLASIL
yuksel30 Mart 2019 08:08 Beş vakit namazı camide kılan bismillahirrahmanirrahim demiş gibidir. Ümmetim yıldızlara gidesiye kadar kıyamet kopmayacaktır.
YANITLASIL
yuksel31 Mart 2019 00:27 Bir saat tefekkür, bir sene nafile ibadetten daha hayırlıdır. Risale-i Nur'da geçen Ayet Ve Hadis Mealleri.sy.510.
YANITLASIL
yuksel31 Mart 2019 00:29 Bizi koru, bize merhamet et, bizi bağışla. Risale-i Nur'da Geçen Ayet Ve Hadis Meâlleri.sy.511.
YANITLASIL
yuksel31 Mart 2019 00:32 Bütün nimetleri ihsan eden Allah c.c.a hamd olsun. Risale-i Nur'da Geçen Ayet Ve Hadis Meâlleri.sy.511.
YANITLASIL
yuksel31 Mart 2019 00:35 Ehl-i dünya.Sadece dünya hayatını önemseyenler. Risale-i Nur'da Geçen Ayet ve Hadis Meâlleri.sy.510.
YANITLASIL
yuksel31 Mart 2019 00:38 Rabbinin fil sahiblerine ne yaptığını görmedin mi? Fil Suresi 105:1. Risale-i Nura'da Geçen Ayet Ve Hadis Meâlleri.sy.510.
YANITLASIL
yuksel31 Mart 2019 00:43 "Zulmedenlere en küçük bir meyil göstermeyin; yoksa Cehennem ateşi size de dokunur..."Hud Suresi, 11:113. Risale-i Nur'da Geçen Ayet Ve Hadis Mealleri.sy.509.
YANITLASIL
yuksel31 Mart 2019 00:47 İnsanın ruhu mahluk değildir. Risale-i Nur'da Geçen Ayet Ve Hadis Meâlleri.sy.474.
YANITLASIL
yuksel31 Mart 2019 00:54 Ameller niyetlere göredir. Risale-i Nur'da Geçen Ayet Ve Hadis Meâlleri.sy.462.
YANITLASIL
yuksel31 Mart 2019 01:02 Nasıl Allah c.c. inkâr edersiniz? İşârâtü'l-İ'câz.sy.411. Risale-i Nur'da Geçen Ayet Ve Hadis Meâlleri.sy.410.
YANITLASIL
yuksel31 Mart 2019 04:21 Ölmeye hazır olan insanlar, ölmeye hazır olmayanlara karşı galip gelirler. Aliya İzzetbegoviç
YANITLASIL
yuksel31 Mart 2019 04:36 Cihad, mertebe-i şehadetin merdivenidir. Said Nursi.
yuksel31 Mart 2019 04:36 Cihad, mertebe-i şehadetin merdivenidir. Said Nursi.
YANITLASIL
yuksel31 Mart 2019 04:39 Müslümanlar asla düşmanlarına mağlup olmazlar.Biz müslümanlar sadece aramızdaki ihtilaflara mağlup oluruz. Abdullah Azzam.
YANITLASIL
yuksel31 Mart 2019 04:48 Irkçılık ideolojik bir düşünce değil, aksine psikolojik bir hastalıktır Malcolm x.
YANITLASIL
yuksel31 Mart 2019 04:56 İslam korkakların değil cesur ve atılgan müslümanların omuzlarında yükselecektir. Aliya İzzetbegoviç.
YANITLASIL
yuksel31 Mart 2019 05:02 Var mı Allah c.c.tan yukarı, kabirden aşağı?Toparlan ruhum gidiyoruz, Sen yukarı ben aşağı. Necip Fazıl Kısakürek .
YANITLASIL
yuksel31 Mart 2019 22:17 Dünya ehlinin görüş ve fikirlerine başvurmak uygun değildir. Çünkü onlar dünyâyı vatan edinmişlerdir. Ruhu'l Furkan Tefsiri cilt.13.sy.594.
YANITLASIL
yuksel2 Nisan 2019 00:47 İman En Büyük Güç Kaynağıdır. Altınoluk.nisan 2019.sayı.398.sy.11.
YANITLASIL
yuksel2 Nisan 2019 05:31 Azıcık bir tevfik Akıl dan daha üstün,daha iyidir. Çünkü akıl iyiye de kötülüğe de kullanılabilir. Mahmud Esad Coşan .Akra fm. Hadisler deryası.
YANITLASIL
yuksel2 Nisan 2019 05:43 Tevfik: Uydurma,uygunlaştırma.2.Allah c.c.ın yardımına kavuşma. Temel Türkçe Sözlük.sy.876.
YANITLASIL
yuksel2 Nisan 2019 05:51 Tevfikin azı, aklın çoğundan hayırlıdır.Dünya hususundaki akıl mazarrat, din hususundaki akıl ise meserrettir. Ramuz el ehadis.cilt 2.sy.336.p.4.
YANITLASIL
yuksel2 Nisan 2019 05:54 Mazarrat.Zarar veren şey. Meserret.sevinç. Ramuz el ehadis.sözlüğü.
3 Nisan 2019 02:09 Hakikat sabık olanın değil sadık olanındır. Sâbık(a): Geçmiş önceki.Zamanca ve rütbece ileride olan. Sâdık(a):Doğru, hakikatli, sadakatli,dürüst. Şifa Tefsiri.
YANITLASIL
yuksel3 Nisan 2019 02:15 Ağız susunca baş ağrımaz. Gızlice yapılan iyilik açıkça ödenir. Görüş ayrılığı, yabancılaşmanın başlangıcıdır. Güç (kudret) hak demektir. Hainlik her zaman dostlukla gizlenir. Dünya Atasözleri.sy.320..
YANITLASIL
yuksel3 Nisan 2019 02:23 İyi elde her yay doğru ok atar. İvedilik zarar getirir. Kadın ve tencere eskidikçe iyileşir. İki tavşanı birden kovalayan, ikisini de yakalayamaz. İleriye bakmayanı, her yerde felaket bekler. Dünya Atasözleri. sy.321.
YANITLASIL
yuksel3 Nisan 2019 02:30 Kitap, ruhun ilacıdır. Ne denli az söylenirse, onarımı o denli kolay olur. Kuşlar, çıplak ağaca yuva yapmaz. Kaptanı çok olan gemi kayalara çarpar. Kimi kez şakayla çok doğru sözler söylenir. Dünya Atasözleri.sy.322.
YANITLASIL
yuksel4 Nisan 2019 01:22 Aslına bakılırsa, sayısız televizyon, radyo ve gazete yayınını barındıran devasa medya aygıtlarının sayıca küçücük ama küçüklüğü ölçüsünde acımasız grupların el21.inde olduğu bir dünyada, ..... 21.yüzyılda Beyin.sy.361.
YANITLASIL
yuksel4 Nisan 2019 01:27 ...acımasız grupların elinde olduğu bir dünyada, transkraniyal beyin uyarımı yoluyla düşünce kontrolünün denetim aygıtına katabilecekleri belki de eldekinin yanında pek de önemli olmayacaktır. 21.Yüzyılda Beyin.sy.361.
YANITLASIL
yuksel4 Nisan 2019 01:39 trans.cei.ver: alıcı verici radyo. tran.scribe: kopya etmek suret çıkarmak,;müz.uyarlamak. trans.duc.er: enerjiyi bir sistemden başka bir sisteme nakleden cihaz,iletme sistemi. Redhouse Sözlüğü. İngilizce Türkçe.sy.1041.
YANITLASIL
yuksel13 Nisan 2019 04:36 İslâmiyetin en büyük düşmanı cehalettir. Allah c.c. Dostlarından Hikmetli Sözler.sy.321.
YANITLASIL
yuksel13 Nisan 2019 04:46 Cennette yiyeceklerin özü olduğu için onun fazlalığı bedenden misk kokulu ter olarak çıkacaktır. Katre. Dost tv.
YANITLASIL
yuksel13 Nisan 2019 05:02 Sürpriz teknolojik savaş. ( yeni geliştirilen bir ürün) ile karşı düşmanı yenmenin en önemli silahıdır. İstihbarat Teorisi.
YANITLASIL
yuksel15 Nisan 2019 05:32 Burada kısa yoldan ordular yaratmak, bu orduları ölüme sevketmek mümkün.Fakat meydana getirdiğim her güç Türkler tarafından ezilmektedir.Ölümden korkmayan Türkler ecdatlarının hatıralarını incitmekten çekiniyorlar. Türkler zaferi bir defa kazanıyorlar, hatıralarını nesiller boyu hafızalarda yaşatıyorlar.Anlıyorum ki Türkleri yenmek için tarihlerini yenmek lazım. İstihbarat Teorisi.sy.263.
YANITLASIL
yuksel15 Nisan 2019 05:37 Küresel enerjiye yön veren güçlerin yeni stratejik hamlesi Esir (uzay boşluğunu dolduran madde)den enerji diğer önemli alanlarda kullanmak.
18 Nisan 2019 01:13 .....,düşünce ve dilin birbirinden ayrılmaz olduğunu, bundan dolayı farklı dillerin aynı zamanda farklı düşünce yolları anlamına geldiğini ileri sürmektedir. İstihbarat Teorisi.sy.394.
YANITLASIL
yuksel30 Nisan 2019 23:52 Abdestli olarak ölen ölüm acısı çekmez.(Seyyid Abdulhakim Arvasi.) Dini Terimler Sözlüğü.sy.2.
YANITLASIL
yuksel2 Mayıs 2019 01:55 Hz. Peygamber s.a.v., Ehlibeytini Nuh'un gemisine benzetmiş, "Ehlibeytim Nuh'un gemisine benzer; kim o gemiye bindiyse kurtuldu: aykırı davranıp binmeyen boğuldu gitti., buyurmuşlardır.(Cami;2.s.136). Mesnevi Tecemesi ve şerhi.1,2.cilt.sy.97.
YANITLASIL
yuksel2 Mayıs 2019 02:00 Arapçada "Emin kişiye hainlik edilemez.. meâlinde bir atasözü vardır; onu hatırlatıyor.595. Mesnevi Terceme ve Şerhi.cilt1,2.sy.102.
YANITLASIL
yuksel2 Mayıs 2019 02:09 İman edenlerin, "Ve kendi dileğiyle söz söylemedi, sözü ancak vahyedilen şeyden ibaret ..âyetleri hükmüne göre (Necm, 3-4) sözlerinin dahi vahiy meâli olduğuna inanmak icâb ettiğini,Hz. Muhammed s.a.v. in peygamberlerin sonuncusu ve efdali olduğunu tasdik etmekle... Mesnevi Terceme ve Şerhi. cilt. 1,2. sy.107.
YANITLASIL
yuksel2 Mayıs 2019 02:15 Bilginler yeryüzünün ışıklarıdır,peygamberlerin halifeleridir, benim varislerimdir, peygamberlerin varisleridir.. mealinde de bir hadis vardır.(Künüz, 1.s.86). Mesnevi Tercemesi ve Şerhi .cilt 1,2. sy.108.
YANITLASIL
yuksel2 Mayıs 2019 08:43 Baharatın yemeğin yerini tutmaması gibi süsleme de muhtevanın yerini tutmaz.Bir kültürde muhteva çözülüp şekil halini alırsa bu durumda kesinlikle o kültürün çöküşüne ve yok oluşuna şahit oluyoruz demektir. Aliya İzzetbegoviç
YANITLASIL
yuksel2 Mayıs 2019 08:46 Doğrudan ayrılmayan kimse, hata da etse ona göz yumarlar.Yalancılıkla ün yapan kişiye de kimse inanmaz. Sa'di-i Şirâzi
YANITLASIL
yuksel2 Mayıs 2019 08:50 Dünyayı bize büyük gösteren bizim küçüklüğümüz oğul.Hırsımız sabırsızlığımız,bencilliğimiz. Tarık Buğra
YANITLASIL
yuksel2 Mayıs 2019 08:53 Yapmak istediğimi sakalımın bir teli bile bilseydi, sakalımın o telini hemen koparır ve yakardım. Fatih Sultan Mehmed
YANITLASIL
yuksel2 Mayıs 2019 08:58 Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır ; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hâkim kılmak için Tanrı 'yı kullanırlar. Giordano Bruno
YANITLASIL
yuksel2 Mayıs 2019 09:03 Herkeste olan dört şeyden dört şey meydana gelir: inatçılıktan rüsvaylık, öfkeden pişmanlık, kibirden düşmanlık, tembellikten de düşkünlük. Feriduddin Attar
YANITLASIL
yuksel2 Mayıs 2019 09:08 Hocana tazim ve hürmet et.Çünkü hoca hakkı ana-baba hakkından fazladır.Ana-baba dünyayı mamur ederken, hocan ahiretini mamur eder. Onun içindir ki, hocaya hürmet, ana-babaya hürmetten efdaldir.İmam Gazali
YANITLASIL
yuksel4 Mayıs 2019 22:22 Bütün çalışanların ortalama çalışma süresi altı saatı aşılmaması gerekir.zor işlerde bu saatde indirilebilir.Emeklilikte yıpratıcı işle doğru orantılı olarak ençok elli yaşını geçmeyecek şekilde yaşını doldurmadanda emekli yapılabilir.sosyal güvenlik kurumunun giderleri içinde çok çocuk yapmayı teşvik edilerek nüfusun genç ve dinamik kalması sağlanarak kurumun açığını genç nufusun çokluğuyla sağlanabilir.Çalışan az ama verimli çalışarak işsizliğede çare olarak bütün insan ve devletin ihtiyaçlarını karşılayan malzemeler kendi üretimimiz olmasıyla sağlanabilir.Sağlıklı bir toplum içinde hormon ve diğer katkı maddeleri minimum seviyeye getirilmelidir. Yüksel çelik.
30 Mart 2019 07:48 BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM SÜBHANALLAH ELHAMDÜLİLLAH ALLAHUEKBER ESTAĞFİRULLAH ALLAHUMME SALLİ ALA SEYYİDİNA MUHAMMED
YANITLASIL
yuksel30 Mart 2019 08:11 Beş vakit namazı camide kılan bismillahirrahmanirrahim demiş gibidir. Ümmetim yıldızlara gidesiye kadar kıyamet kopmayacaktır.
YANITLASIL
yuksel31 Mart 2019 01:13 Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola eriştirdikten sonra kalplerimizi sapıklığa meylettirme Yüce katından bize bir rahmet bağışla. Muhakkak ki veren Sensin, dua edip istediklerimizi bize bağışlayan Sensin.Al-i İmrân Suresi 3:8. Risale-i Nur'da Geçen Ayet Ve Hadis Meâlleri.sy.120.
YANITLASIL
yuksel31 Mart 2019 01:27 İnsanlar helâk oldu; âlimler müstesna. Âlimler de helâk oldu; İlmiyle amel edenler müstesna. Amel edenler de helâk oldu ;ihlâs sahipleri müstesna. İhlâs sahiplerine gelince, onlar da pek büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar. Risale-i Nur'da Geçen Ayet Ve Hadis Meâlleri.sy.240.
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 09:30 Necip Fazil Kısakürek Namaz camiden çıkınca, Hac Mekke'den dönünce, Ramazan Oruç bitince başlar.
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 09:32 İnsan kalmadi insan dert,ne lokma, ne hırka Bizde en büyük cahil Okur-yazar tabaka.
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 09:34 Eğer tadını bilirseniz ekmegi paylasmak ekmekten daha lezzetlidir.
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 09:38 Ey genç adam bu düstur sana emanet olsun ötelerden gelen habersiz nizama lanet olsun! Necip Fazil
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 09:39 Ne başıni kapat altini goster. Ne altini kapat üstünü göster. Hepsini kapat imanını göster.
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 09:41 Dünyada bin yıllık tarihi silinen ve o günü bayram diye kutlayan başka bir millet yoktur. Necip fazil
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 09:45 Duvara bir titiz örümcek gibi, İnce dertlerimle işledim bir ağ, Ruhum gün doğunca sönecel gibi Simdiden ediyor hayata veda.
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 09:47 Bu ülkede biri size Yobaz çağadışı gerici deli eski kafali diyorsa emin olun ki doğru yoldasiniz.
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 09:49 Yusuk baska aşağı iffet olduktan sonra, Züleyha baştana aşağı afet olsa ne yazar.
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 09:52 Gençlik.. Gelip geçti.. Bir günlük süstu; Nefsim doyamamaktan dünyaya küstü. Eser darmadağın, emek yüzüstü Toparlayin eşyami, işim acele!
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 09:54 Benimki benim, seninki de senin Bu Seriattir Seninki senin, benimki de senin Bu tarikattir Ne seninki senin ne benimki benim Her sey Allahin Bu Hakikattir
yuksel21 Nisan 2019 09:55 Ölüden haber gelmis, diri okur anlamaz sorsan herkes müslüman, ne şükür var ne namaz
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 09:57 Anlamak yok çocuğum anlar gibi olmak var Akıl için son tavır saçlarıni yolmak var
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 09:58 Üzülme ayağina batan diken aradigin gülün habercisidir
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 09:58 Sevdigini belli et gizlemek baskalarina firsat vermektir.
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 10:00 Bir gemi ariyorum pusulasi imandan Alip beni götürsün hüzün dolu limandan
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 10:00 Gençlik özene özene özünü kaybetti
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 10:30 Hayvandan insana dönen yok ama insandan hayvana dönen çoktur .can saatini rahman ezelde kuruvermis bir gün göreceksin ki o saat duruvermis.
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 10:31 Deden bile söndüremedi islamin nurunu sen mi söndüreceksin Ebu Cehilin torunu?
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 10:33 Memleketler parasizliktan degil ahlaksizliktan çökerler
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 10:36 Her şey her sey şu tek müjdede Yoktur ölüm Allah diyene Canim kurban başi secdede İki büklüm Allah diyene
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 10:44 Sakın ola köprüyu geçene kadar dahi olsa, ayiya dayı deme. Olur ya köprünün ortasında köprü yıkılırsa öbür tarafa ayının yeğeni olarak gidersin.
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 10:45 Mecnun olup Leyla için çöller aşmışsın ne fayda? Mümin olup Mevla için secdeye varmadıktan sonra
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 10:46 Denildimi bir yerin adına türk beldesi gözüm bayrak arar kulağım ezan sesi
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 10:48 Armut diyip geçmeyin onun ilk hecesi çoğu kişide yoktur.
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 10:49 Kader, beyaz kağıda, sütle yazılmış yazı, elinde ise beyazdan gelde sıyır beyazı...
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 10:52 Aldığımız nefesi bile geri veriyorsak, hiçbir şey bizim değil..
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 10:54 Bir gençlik hayal ediyorum meclisinde " Hakimiyyet Allah"indir yazısına hasret çeken bir gençlik.
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 10:55 Ne garip ki toplum olarak yüreği kör olana değil de gözü tok olana acırız.
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 10:55 Islamiyet Avrupadan gelse Müslüman olacaksınız. Necip fazil
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 10:57 Yanında olduğum zaman değerimi bilemezsen değerimi bildiğin gün beni yanında bulamazsin...
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 10:58 Kafire karşı Elif gibi dimdik, Allah'a karşı Vav gibi eğilirim.
Yüksel21 Nisan 2019 11:50 Parasi olan pazardan imanı olan mezardan korkmaz..
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 11:51 Yola çıktıklarını yolda bulduklarina değişirsen hem yolunu kaybedersin, hem dostunu!
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 11:52 Cevabımin şiddetinden susuyorum
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 11:54 İnsan sevme hissini israf etmemeli kim ne kadar sevilmeye layiksa onu o kadar sevmeli
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 11:57 Benim istediğimi Allah istemiyorsa konu kapanmıştır. Necip Fazıl Kısakürek Sakarya Melek Korkmaz (307- 328)
YANITLASIL
yuksel23 Nisan 2019 22:10 İnsanlar idarecilerinin yolunda giderler.Keşfü'l-Hafâ,1:463. Risale-i Nur'da Geçen Ayet ve Hadis Mealleri.sy.646.
YANITLASIL
yuksel30 Nisan 2019 06:21 Manzar-ı âlâ: Yüksekten görünüş ,En yüksek manzara, yüce manzara. Enyüksek görme yeri.Yüksek, ulvi göz. Osmanlıca-Türkçe Lügat..sy.734.
YANITLASIL
yuksel30 Nisan 2019 06:26 Manzara-ı âlâ tabirini ilk kullanan Zeynelabidindir. Manzara-ı âlâ Allah c.c.herkesi herşeyi geçmişi,şimdiki anı,geleceği bir anda gördüğü zaman yer. Dost tv. Kavram atölyesi.
YANITLASIL
yuksel30 Nisan 2019 23:54 Abdestli olarak ölen ölüm acısı çekmez.(Seyyid Abdülhakim Arvasi) Dini Terimler Sözlüğü.sy.2.
yuksel6 Mayıs 2019 20:27 Allah c.c. El-Vasi ism-i şerifiyle her şeye tecelli etmektedir. O halde bir şeyin genişlemesi ; insanın zekâsının, ilim ve fenlerin ve hatta sanatların gelişip yükselmesi, insanın dimağının açılması, hepsi bu ism-i şerifin tecellisidir. Esmâü'l Hüsnâ.sy.174.
İslâm şeriatında nesh keyfiyeti kabul edildikten sonra, Kur'an ve Sünnetin menşei göz önünde bulundurularak çeşitli şekillerde neshin vukuu mümkün görülmüştür.Bu şekilleri şöylece sıralayabiliriz: 1.Kur'an ayetinin yine bir Kur'an ayeti ile neshedilmesi. 2.Kur'an ayetinin sünneti neshetmesi, 3.Sünnetin (hadis) sünneti (hadis) neshetmesi. 4.Sünnetin Kur'an ayetini neshetmesi. Hadis Usulü. Talat koçyiğit. sy.84,85.
Kelâm ehli arasında ise sünnet, bid'atin karşıtı olarak görülür ve bazı kimseler bid'at ehlinden sayılırken hakkında bir nass bulunsun veya bulunmasın, umumiyetle Hz. Peygamber s.a.v.in düşünce ve davranışlarına uygun bir hayat yolu tâkip edenlerin sünnet ehlinden oldukları söylenir. Hadis Usulü. Talat Koçyiğit. sy.18.
Hadis ilminin önemli konularından biri olan nesh, birbirine zıt manalarda varit olan iki hadisin cem ve telifi mümkün olmadığı zaman, aralarında bulunduğuna hükmedilen bir iptal keyfiyetinden, yani biri ile getirilen hükmün diğeri ile getirilen hükme tatbikat yönünden son vermesinden ibarettir. Lügatte nesh ,nakil ,izale ve iptal manalarına gelir. Hadis Usulü Talat Koçyiğit. sy.81.
Nitekim bir kimse "Allahümme" dese yüce Allah c.c. ı bütün esmâ-yı hüsnâsı ve kemâl sıfatları ile zikretmiş olur. Bu sebebledir ki, İmâm Hasan-ı Basri "Allahümme kelimesi bütün duaların özüdür", demiştir. Tuhfetu's Salevât. Salâtü Selam. Hikmeti,Âdâbı ve Faziletleri.sy.75.
Hz. Ali r.a.dedi ki "Ey Osman, şunu iyi bil ki, Allah c.c.ın kullarının en üstünü ve en faziletlisi âdil halifedir.Öyle bir halife ki, kendisi hidâyete erer ve başkalarını da doğru yola iletir.Mâlum olan sünnetleri yaşatır, terk edilmiş olan bid'atleri de tümüyle öldürür..... İnsanların Allah c.c. katında en şerli ve kötü olanları ise, dalâlette olan ve insanları da delâlete sokan zâlim halifelerdir.Onlar bilinen sünnetleri öldürür,terk edilmiş bid'atleri yaşatırlar. Dört Halife Devri.sy.253.
32. Bundan dolayı İsrâiloğulları’na (Tevrat’ta şöyle) yazdık: Kim bir canı, başka bir cana veya yeryüzünde fesat çıkarmasına karşılık olmaksızın (şer’an/ hukûken ölümü haketmeksizin) öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onun hayatını (meşru bir imkânla) kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış gibi olur. Muhakkak ki peygamberlerimiz onlara açık deliller getirmişti. Sonra onlardan bir çoğu bunun ardından yeryüzünde (yine isyan ve cinayetle) aşırı gitmektedirler.
33. Allah ve Resûlü’(nün hükümleri)ne karşı savaş açan ve (bu hükümlerin yapılmasını istemeyerek ve aksini yaparak)[14] yeryüzünde anarşi/fesat çıkartmaya çalışanların cezası ancak (verilecek hükme göre ya) öldürülmeleri, ya asılmaları, ya (sağ) elleriyle (sol) ayaklarının çapraz kesilmesi, ya da (bulundukları) yerden sürülmeleridir. Bu, onlar için dünyada bir rezilliktir. Âhirette ise onlara büyük bir azap vardır.
(Allah ve Resûlü’ne karşı savaş açma iki türlü olur. Biri, Allah’ın emirlerini/hükümlerini hiçe sayarak onları toplumun yaşamından kaldırmak, emirlerini yasaklamak, haram kıldıklarını da serbest bırakmak ve onlara imkânlar tanımakla, diğeri de fertlerin toplum düzenini bozucu/anarşist hareketleriyle olur. İslâm, bir insanın başkasını kasten öldürmesini bir insanlık suçu sayar ve bütün insanları öldürmüş gibi kabul eder. Yol kesme, soygun ve öldürme olayları toplumun huzurunu bozduğu için devlete karşı işlenmiş bir suç kabul edilmiş ve cezalar konulmuştur. Aşağıda görüleceği şekilde bu cezaları İslâm, suç işleyecek olanın kendi âkıbetini düşünmesi ve ondan ibret alıp vazgeçmesi için koymuştur. Şöyle ki: 1. Silahlanıp dağa çıkan ve orada yol kesip adam öldürenin cezası ölümdür. 2. Hem öldürmüş hem de soygun yapmışsa hem öldürülür, hem de ibret için asılır. 3. Yol kesmiş, kimseyi öldürmemiş de sadece malları alıp kaçmışsa, normal hırsıza göre (5/38) cezası, iki misli olarak sağ el ve sol ayağı çaprazlama kesilir. 4. Yol kesip öldürmeden ve malları da almadan yalnız terör havası yaratıp insanları korkutmuşsa, sürgüne gönderilir. Cumhûrun kavli budur.)[15] [bk. 2/178-179]
34. Ancak siz, onları (yakalayıp) ele geçirmezden önce (zarar vermeden kendiliğinden teslim olup) tevbe edenler bunun dışındadır.[16] Bilin ki Allah çok bağışlayandır, merhamet edendir.
24. Ey iman edenler! (Peygamber,) sizi hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allah’a ve Resûlü’ne uyun.[8] Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer (sözünüzle niyetinizin aynı olup olmadığını bilir) ve siz, elbette yalnız O’nun huzurunda toplanacaksınız. [krş. 2/186]
25. (Ey inananlar!) Bir de öyle bir fitneden (günahlardan) sakının (ve sakındırın) ki o(nun cezası) sadece zulmedenlere isabet etmekle kalmaz (bütün toplumu perişan eder). Biliniz ki Allah elbette cezası çok şiddetli olandır.
(Görüldüğü gibi âyet-i kerîmede bir toplumda zulüm, şirk ve günahların işlenmesi ve bunlara karşı iyiliği emir ve kötülüğü nehiy görevinin yapılmamasından dolayı o beldede cezanın umûma geleceği bildirilmektedir.)
26. O zamanı da hatırlayın ki yeryüzünde (Mekke’de) zayıf ve (hakîr) görülen bir azınlıktınız. İnsanların sizi kapıp (esir) götürmesinden korkuyordunuz. (Allah) sizi (Medine’de) barındırdı, yardımıyla sizi destekledi, şükredesiniz diye temiz/helal şeylerden size rızık verdi.
27. Ey iman edenler! Allah’a ve Peygamber’e hainlik etmeyin, (emirlerinin aksini yapmayın; yoksa) siz, bile bile kendi emanetlerinize hainlik etmiş olursunuz.[9]
28. Bilin ki mallarınız ve çocuklarınız (size hem emanet, hem de, sizi günaha sürüklemek bakımından) bir fitne (bir imtihan)dır. Ama (bunlarda İslâmî ölçü ve görevlere uyulursa) büyük mükâfatın Allah katında olduğunu da bilin. [bk. 63/9]
29. Ey iman edenler! Eğer Allah’a saygı duyup emrine uygun yaşarsanız, size, iyiyi kötüden ayırt eden bir anlayış/bir nur verir. Kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük lütuf sahibidir.
30. Hani, vaktiyle o inkâr eden (müşrik)ler, seni tutup bağlamak veya öldürmek ya da (Mekke’den) çıkarmak için tuzak kuruyor(lar)dı. Onlar tuzak kurarlarken, Allah da tuzaklarının karşılığını veriyor (onu başlarına geçiriyor)du. Allah, tuzak kuran(lara karşılık veren)lerin en iyisidir. [krş. 3/54; 10/21]
SAYFA KUR'AN-I KERİM SON PEYGAMBER TASAVVUF M. ZAHİD KOTKU (RH. A.) M. ES'AD COŞAN (RH. A.) M. NUREDDİN COŞAN SIK SORULAN SORULAR
Makaleler İslam Dergisi Başmakaleleri Kadın ve Aile Dergisi Başmakaleleri İlim Sanat Dergisi Başmakaleleri Panzehir Dergisi Başmakaleleri İdeal Yol Hızlı Erişim Listesi Sayfaları daha sonra ulaşmak için hızlı erişim listenize ekleyebilirsiniz. Makaleler > İslam Dergisi Başmakaleleri
Hakka Davet
Temmuz 1984 Yaradanımız Allah (celle celâlüh) hazretleri bütün müslümanlara, doğruluğu, hakkaniyeti, adaleti emreder, kendilerinin veya anne baba ve akrabalarının aleyhine bile olsa! Resûlullah Efendimiz de (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfinde,
“Gerçek neredeyse sen de orada ol, onun peşi sıra git, haktan hiç ayrılma...” buyurmuş.
Demek ki bütün mü’minler hakkı istemeli, gerçeği aramalı, onu sevmeli ve saymalı; her işlerinin doğru, her sözlerinin hak olmasına büyük dikkat ve itina göstermelidir.
Hiç unutmayalım ki bütün yanlış ve sapık yolların da bir mantığı, muhakeme tarzı, felsefesi vardır; onlar da kendilerini doğru yolda sanır, haklı bulur. Hiç kimse “ayranım ekşi” demiyor, kusur ve kabahatini kabul etmiyor.
İyi bilinsin ki insana gerçeği Allah (celle celâlüh) gösterir, hakkı O buldurur, doğru yola O hidayet eyler. O halde daima Allah’tan tevfîkini refîk etmesini; hakkı, doğruyu buldurmasını; hayrı işletmesini istemek; dikkatli, ihtiyatlı, edepli, saygılı olmak gerekiyor.
Müslümanların her meselede ama özellikle din, iman ve itikat mevzularında daha titiz olması icap eder; çünkü bu sahalardaki hataların cezası küçük ve basit değildir; âhiretinin mahvına yol açar, ebedî hüsrana sebep olur.
Bu ikazın sebebi şudur ki günümüzde bazı ehliyetsiz ve salahiyetsiz kişiler, mahzurlu görüşler ortaya atmaktan, tehlikeli münakaşalara girmekten bir türlü kendilerini alamıyorlar; kısa akıllarına, dar ve mahdut bilgilerine dayanarak büyük din alimlerimizi, mezhep imamlarımızı tenkide, şeriatimizin ahkâmını tebdile, dinî ilimleri ve mânevî gerçekleri inkâra, insanları yanlış yollara sürüklemeye yelteniyorlar.
Bunların bir kısmını “cahilin cesur olması” vakıasına bağlasak bile, diğer bir kısmının kasıtlı olduğu âşikâr. Bazı dış mihraklar, bizim din, iman ve aksiyon bütünlüğümüzü parçalamaya, derlenip toparlanmamızı önlemeye, kuvvetimizi kısmaya, azmimizi ve şevkimizi kırmaya, çalışmalarımızı asıl hedeften saptırmaya, şaşırtmaya ve boş şeylerle oyalamaya hevesleniyor.
Onları dikkatle takip etmekteyiz.
Batıla hizmet edenleri hakka, hak yolun yolcusu kardeşlerimizi uyanık bulunmaya, erbâb-ı ilmi ise hizmete, himmet ve gayrete davet eyleriz.
Osmanlı hükümetindeki hürriyete ne diyorsun ve Avrupa hakkında fikrin nedir? O vakit Eski Said demiş: Osmanlı hükümeti Avrupa ile hamiledir. Avrupa gibi bir hükümeyi doğuracak. Avrupa da İslamiyet'e hamiledir. Oda bir İslam devleti doğuracak. Emirdağ Lahikası-2 sh:114
Dil Bilimi Çeviri Bilimi Gösterge Bilimi Dil Felsefesi Edim Bilimi Dil Öğretimi Dil Bilimi Öğretimi Dil Özürleri Klinik Dil Bilimi Ruh Dil Bilimi Toplum Dil Bilimi Adli Dil Bilimi İnsan Dil Bilimi Budun Dil Bilimi Uzam Dil Bilimi Bilişsel Dil Bilimi Sinir Dil Bilimi Dirim Dil Bilimi Bilgisayarlı Dil Bilimi Yapay Zekâ
Dil Bilimi Araştırmaları İnternet Ortamında Ses Bilgisi (Fonetik) ve Ses Bilimi (Fonoloji) Araştırmaları Kaynakları İnternet Ortamında Biçim Bilgisi (Morfoloji) Araştırmaları Kaynakları İnternet Ortamında Söz Dizimi (Sentaks) Araştırmaları Kaynakları İnternet Ortamında Anlam Bilimi (Semantik) Araştırmaları Kaynaklar İnternet Ortamında Köken Bilimi (Etimoloji) Araştırmaları Kaynakları
Books Google "etymology" Books Google "Turkish etymology" Google Akademik "etymology" Google Akademik "Turkish etymology" Amazon.com 'etymology' Scribd.com 'etymology' Archive.org 'etymology'
İnternet Ortamında
KÖKEN BİLİMİ (ETİMOLOJİ) ARAŞTIRMALARI
Kaynakları
Son güncelleme: 22 Ekim 2013
Makaleler
Ağız Verilerinin Etimolojik Çalışmaları Katkısı: 'söylesâne' Örneği (Leylâ Karahan) An Etymological Dictionary of Turkish and The History of The Hungarian Language (Hasan Eren) (Makale Macarca yazılmış, özeti İngilizce) (yeni) An Etymological Dictionary of Pre-Thirteenth Century Turkish (EDPT)”in Söz Dizini (Vildan Koçoğlu) Bağırtlak Kelimesinin Kökenbilimsel Açıklamaları Üzerine (Muharrem Öcalan) Bir Kavram Tanımlama Denemesi: Yapıntı (Doğan Günay) Current Progress in Altaic Etymology (Vaclav Blazek) (yeni) Divanü Lugat'it-Türk'te Geçen Badram-Bayrak Kelimesinin Etimolojisi Üzerine (Mustafa Argunşah-Galip Güner) Divanü Lugati't-Türk'te Geçen 'Çıçalak' (serçe parmak) ve 'Çıçamuk' (yüzük parmağı) Kelimeleri Üzerine Bazı Düşünceler (Yaşar Tokay) (yeni) Etimoloji Araştırmaları (Hasan Eren) Etimoloji Sözlükleri (Mehmet Ölmez) Halk Bilimsel Bir Terim Olarak 'Efsane' Üzerine Bazı Dikkatler (Ferhat Aslan) Halk Etimolojisinde Yer Alan Bazı Kelimelerle İlgili Yakıştırmalar (Hasan Köksal) 'Harman' Adının Etimolojisi ve Zaman Anlamı (Murat Mat) 'Haydi, Hadi, Hayda' Kelimeleri Üzerine (Mustafa Toker) Herikli Türkmenleri ve Herikli Kelimesinin Etimolojisi (İsa Sarı) Isla- Fiilinin Kökeni Üzerine (Sinan Uygur) (yeni) 'Kapı' ve 'Eşik' Kelimeleri Üzerine (Emine Atmaca-Reshide Adzhumerova) Kökenbilim (Etimoloji) Sözlüğü ve Türkçenin Kökenbilim Sözlükleri (Emine Yılmaz) Köktürk Yazıtları’ndaki “Türük oğuz begleri bodun eşidiñ ” ve “Oğuzı yeme tarkınç ol temiş” Cümlelerinde Geçen oğuz Kelimesi Üzerine (Ahmet Karadoğan) 'Kurlugan' Kelimesinin Kökeni Üzerine (Seyfettin Türkmen) Öksüz Öğüt Bir Üvey Kardeş mi-Bir Etimoloji Denemesi (Nadir İlhan) Saha (Yakut) Türkçesinden Hareketle Türk Etimoloji (Fatih Kirişçioğlu) 'Salat' Kavramı: Etimolojisi ve Bazı Mülahazalar (Hüseyin Güllüce) Somak ve Somurtmak Kelimeleri Üzerine (Ceval Kaya) 'Sözlerin Soyağacı' Üzerine Bazı Notlar (Burhan Paçacıoğlu) Şimşek Kelimesi Üzerine (Çiğdem Topçu) Tatar Adının Kökeni Üzerini (Kürşat Yıldırım) Türk Lenguistiği ve Kültür Alışverişi Meseleleri (Louis Bazin-Çeviri: Efrasiyap Gemalmaz) (yeni) Türkçede Çingeneler İçin Kullanılan Kelimeler ve Bunların Etimolojileri (Hüseyin Yıldız) Türkiye'de Etimoloji Sözlüklerinin Bugünkü Durumu (Çiğdem Kalegeri) Uz-Guz-Oğuz Kavim Adının Etimolojisi (Fuzuli Bayat) Written Mongolian çamça ‘shirt’ and its etymological counterparts in Europe (Marek Stachowski) (yeni) Yarat- 'Yaratmak, Halk Etmek' Fiilinin Etimolojisi (Galip Güner) Yarlıg Sözcüğü Üzerine Yeni Bir Köken Bilgisi Denemesi (Mehmet Vefa Nalbant)
Lenguistik-Etimoloji Komisyonu Tutulgası (Toplantı Tutanakları, Türk Dil Kurumu, 1942)
Tanıtma "Marek Stachowski (2011), Etimoloji, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, 118 s., Ankara." (Sevgi Öztürk) "Marek Stachowski (2011), Etimoloji, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, 118 s., Ankara." (Erkan Hirik)
"Tuncer Gülensoy (2006), Türkiye Türkçesindeki Türkçe Sözcüklerin [Tarihî-Yaşayan Türk Dilleri], Anadolu Ağızları ve Altay Dilleri İle Karşılaştırmalı Köken Bilgisi Sözlüğü, I. (A-K).- II (L-Z) Etimolojik Sözlük Denemesi- Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara." (Ahmet Bican Ercilasun)
Kitaplar
CLAUSON, G. (1972), An Etymological Dictionary of Pre-Thirteen Century Turkish , Oxford University Press. [Tam metin] (pdf) (180 Mb) ÂSIM EFENDİ, Mütercim (2000), Burhân-ı Katı, (Haz.:M. Öztürk, D.Örs), Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları. AYVERDİ, İlhan (2005), Misalli Büyük Türkçe Sözlük (3 Cilt), Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 7046 s. CAFEROĞLU, Ahmet (1993), Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü, Enderun Kitabevi, 3. Baskı, İstanbul. CLAUSON, G. (1972), An Etymological Dictionary of Pre-Thirteen Century Turkish , Oxford University Press. [Tam metin] (pdf) (180 Mb) ÇAĞBAYIR, Yaşar (2007), Ötüken Türkçe Sözlük ( 5 Cilt), Ötüken Neşriyat, İstanbul, 5744 s. DİLÇİN, Cem (Düzenleyen), Yeni Tarama Sözlüğü, TDK, Ankara, 1983, XI+476+7 s. Divanü Lugat’it-Türk Dizini (1972) , TDK, Ankara. EREN, Hasan (1999), Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü, Ankara, Bizim Büro Yayınları. EYÜBOĞLU, İsmet Zeki (?), Türkçe Kökler Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul GÜLENSOY, Tuncer (2006), Türkiye Türkçesindeki Türkçe Sözcüklerin [Tarihî-Yaşayan Türk Dilleri], Anadolu Ağızları ve Altay Dilleri İle Karşılaştırmalı Köken Bilgisi Sözlüğü, I. (A-K).- II (L-Z) Etimolojik Sözlük Denemesi- Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara KADRİ, Hüseyin Kâzım (1927-1943), Türk Lügati, İstanbul, c. I-IV. KARAAĞAÇ, Günay (2008), Türkçe Verintiler Sözlüğü, Türk Dil Kurumu Yayınları KÂŞGARLI MAHMUD (1939-1941), (Çeviren: Besim ATALAY), Divanü Lugat’it-Türk, I-III, Ankara. KÂŞGARLI MAHMUD, (Yayınlayan: Kilisli Muallim Rifat) (1333-1335 Hicri), Divanü Lugat’it-Türk, I-III, İstanbul; Tıpkıbasım (1941), Ankara. MAHMUD EL-KAŞGÂRÎ, (Edited with Introduction and
~ Ar allāh الله [#Alh] bir tanrı adı ~ Aram elah, ēlāhā אֶלָהּ, אֵלַהּ [#Alh] a.a. ~ İbr eloah אֶלוֹהּ Tevrat tanrısının adlarından biri < İbr/Aram el אֶל [#Al] tanrı, özellikle Kenan halkının tanrısı ≈ Akad ilu bir tanrı adı
→ ilah
Not: İbranicede zuhur eden -ah eklentisinin anlamı tartışılmıştır. Bir dişil eki olma ihtimali gözardı edilemez. • Karahanlı döneminden (11. yy) günümüze kalmış olan Türkçe İslami metinlerde Allah adına rastlanmaz, teŋri, bayat, iḏi sözcükleri kullanılır. Ancak 10. yy'dan itibaren Türkçe kullanıma girmiş olan çok sayıda Arapça İslami terim göz önüne alındığında bu adın yokluğu tesadüf olarak değerlendirilmelidir.
Benzer sözcükler: allahuekber, allahümme, allasen, evvelallah, resulullah
İzahlı görünüm [ İrşadü'l-Mülûk ve's-Selâtîn, 1387] yarlıkaġıl meni iy Rahmān tip ~ Ar raḥmān رحمٰن [#rḥm] Allah'ın bir sıfatı ~ İbr/Aram raḥmān רחמן «merhamet eden», a.a. < İbr/Aram raḥam רחמ sevme, acıma, merhamet etme, bağışlama
→ rahmet1
Not: İbn Abbas'a göre İbraniceden alınmıştır. Lane sf. 1.1057. Aynı fiil kökü Arapçada da mevcut olduğu halde, sıfat biçimi Aramice veya İbranice bir alıntıya işaret eder.
Kompakt görünüm İzahlı görünüm Tarihçe (tespit edilen en eski Türkçe kaynak ve diğer örnekler) "merhamet" [ Codex Cumanicus, 1303] ol rahiminga kore iamanimizni kačirgil [merhametinle günahımızı gider] "... döl yatağı" [ Aşık Paşa, Garib-name, 1330] kondurur pes bu keze ana raḥmine Köken Arapça rḥm kökünden gelen raḥim رحم "1. ana rahmi, döl yatağı, 2. merhamet, şefkat" sözcüğünden alıntıdır. (NOT: Arapça sözcük Aramice/Süryanice raḥəm רחם "ana rahmi" sözcüğü ile eş kökenlidir. Bu sözcük İbranice aynı anlama gelen rəḥām רחם sözcüğü ile eş kökenlidir. İbranice sözcük Akatça aynı anlama gelen rēmu sözcüğü ile eş kökenlidir. )
Ek açıklama #rḥm "kucaklama, şefkat gösterme, merhamet etme" fiili, isim kökünden türetilmiştir.
Benzer sözcükler rahim ağzı, rahim içi
Bu maddeye gönderenler merhamet, rahmet1 (istirham, merhum, rahim2, rahman)
Tarihçe (tespit edilen en eski Türkçe kaynak ve diğer örnekler) [ Aşık Paşa, Garib-name, 1330] sen raḥīmsin hem kerīmsin hem ġafūr Köken Arapça rḥm kökünden gelen raḥīm رَحيم "merhametli, Allahın bir sıfatı" sözcüğünden alıntıdır. Arapça sözcük Arapça raḥima رَحِمَ "merhamet etti, şefkat gösterdi" fiilinin faˁīl vezninde sıfatıdır.
görünüm İzahlı görünüm Tarihçe (tespit edilen en eski Türkçe kaynak ve diğer örnekler) [, 1000 yılından önce]
Köken Arapça ḥmd kökünden gelen muḥammad محمّد "1. övülmüş, övülen, 2. İslam peygamberinin adı veya lakabı" sözcüğünden alıntıdır. Arapça sözcük Arapça ḥamada حمد "hamd etti, övdü" fiilinin mufaˁˁal vezninde (II) edilgen fiil sıfatııdır.
BISMILLAHIRRAHMANIRRAHIM SÜBHANALLAH ELHAMDULILLAH ALLAHUEKBER ESTAGFIRULLAH ALLAHÜMME SALLI ALA SEYYIDINA MUHAMMED LA HAVLE VELA KUVVETE ILLABILLAHILALIYYILAZIM
nur Kompakt görünüm İzahlı görünüm Tarihçe (tespit edilen en eski Türkçe kaynak ve diğer örnekler) [ Kutadgu Bilig, 1069] ay mulkatḳa nūr [ey mülkün/devletin ışığı] [ Codex Cumanicus, 1303] lumen [ışık] - Fa: nur vel rosan [roşan] - Tr: yrig [yarığ/yırığ] nurani [ Aşık Paşa, Garib-name, 1330] geldi ol dem bir nūrānī pīr [nur yüzlü bir ihtiyar] nurlanmak [ Meninski, Thesaurus, 1680] nūrlanmak: Illuminari [aydınlanmak]. Köken Arapça nwr kökünden gelen nūr نور "ışık, ışıma" sözcüğünden alıntıdır. Arapça sözcük Aramice/Süryanice nūr veya nūrā נוּר "ateş" sözcüğü ile eş kökenlidir. Bu sözcük Akatça aynı anlama gelen nūru veya nīru sözcüğü ile eş kökenlidir.
Benzer sözcükler nurani, nurlanmak, nurlu, nursuz, nuruayn
Bu maddeye gönderenler minare, münevver, nar2, nevir, tenevvür, tenvir
6.411 yorum:
«En Eski ‹Eski 3201 – 3400 / 6411 Yeni› En yeni»Kur’an. Kur’ân-ı Kerîm’de elli iki yerde halk kelimesi ve 200’ü aşkın yerde türevleri geçmektedir. Yaklaşık elli âyette göklerin ve yerin, 100 âyette insanın yaratılışından, elliye yakın âyette genel anlamda yaratmadan söz edilir. Diğer âyetlerde gece, gündüz, ay, güneş, bitki, hayvan, melek, cin, şeytan, hayat, ölüm, öldükten sonra dirilme gibi varlık ve olayların yaratılışıyla Câhiliye devrinde tanrı yerine konan putların hiçliği bağlamında halk kavramı kullanılmıştır (M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “ħlķ” md.). İki âyette bedî‘ Allah’ın sıfatı şeklinde geçer (el-Bakara 2/117; el-En‘âm 6/101). Her iki âyette Allah’ın göklerin ve yerin yaratıcısı olduğunun bedî‘ kelimesiyle ifade edilmesi bunun hâlik ile aynı anlamda kullanıldığını göstermektedir. Bâri’ “yaratıcı” anlamında iki âyette üç defa zikredilmiştir (el-Bakara 2/54; el-Haşr 59/24). Aynı kökten beriyye “yaratılmış, mahlûkat” mânasındaki halkın eş anlamlısı olarak (Taberî, I, 327-328; XII, 657) Beyyine sûresinde (98/6, 7) geçmektedir. Zer‘ masdarından fiiller altı âyette “yaratmak, türetmek” anlamında Allah’a nisbet edilmiştir (meselâ bk. el-En‘âm 6/136; en-Nahl 16/13; el-Mü’minûn 23/79). Kur’an’da yaratmayla ilgili kullanılan ve sanat, hilkat kelimeleriyle karşılanan fıtrat ile bunun fiil şekli olan “fatara” bir âyette yer alır (er-Rûm 30/30). Tefsirlerde, fıtrat kelimesinin bu âyetteki
cilt: 43; sayfa: 326
[YARATMA - Mustafa Çağrıcı]
bağlamı ve İslâm’ın insan tabiatına en uygun din olması dikkate alınarak buradaki fıtrata “Allah’ın dini, İslâm” mânası verilmiştir (Taberî, X, 182-184; Şevkânî, IV, 257). Fâtır “göklerin ve yerin yaratıcısı” anlamındaki ifade içinde altı, yine aynı kökten gelen değişik fiiller sekiz âyette tekrar edilmiştir. Bir âyette sun‘ fiili Allah’a nisbet edilmiştir (en-Neml 27/88). İnşâ ve aynı kökten kelimeler yirmi beş âyette Allah’ın fiili bağlamında kullanılır (M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “ħlķ” md.). Kur’an’da inşâ kavramının genellikle canlıların ve daha çok insanların yaratılışıyla ilgili olduğu görülür. İki âyette geçen, “O sizi topraktan yarattı” cümlesiyle (Hûd 11/61; en-Necm 53/32), Âdem’in yaratılışına işaret edilmiştir. Kur’an’daki “en-neş’ete’l-ûlâ” terkibi (el-Vâkıa 56/62) insanın ilk yaratılışını, “en-neş’ete’l-uhrâ” (en-Necm 53/47; krş. el-Ankebût 29/20) ölümden sonraki yaratılışını ifade eder (Taberî, X, 130; XI, 535, 652; Şevkânî, IV , 229). İhdas kavramı kelâm ve felsefedeki kozmolojik anlamıyla Kur’an’da yer almaz. İki âyette geçen muhdes kelimesi (el-Enbiyâ 21/2; eş-Şuarâ 26/5) vahyin Allah tarafından meydana getirildiğini anlatır (Taberî, IX, 3, 433). Fahreddin er-Râzî, Mu‘tezile’nin bu âyetleri Kur’an’ın mahlûk olduğuna delil gösterdiklerini belirterek bu görüşü eleştirir (Mefâtîĥu’l-ġayb, XXII, 140-141). “Allah’ın insana sûret vermesi” mânasında dört âyette (Âl-i İmrân 3/6; el-A‘râf 7/11; el-Mü’min 40/64; et-Tegābün 64/3) tasvir masdarından fiiller, bir âyette (el-Haşr 59/24) Allah’ın hâlik ve bâri’ isimlerinin arkasından musavvir kelimesi zikredilir. Taberî, “Sizi yarattık sonra size şekil verdik” meâlindeki âyette geçen (el-A‘râf 7/11) halk ve tasvire dair değişik yorumları aktardıktan sonra bu âyetin, “Babanız Âdem’i yarattık, sonra ona şekil verdik” mânasına geldiğini söyler (CâmiǾu’l-beyân, V, 436-438). Şevkânî ise âyeti, “Sizi nutfe olarak yarattık, bunun ardından da size sûret verdik” diye yorumlar. Şevkânî’nin naklettiği yorumlardan birinde halk ile ruhların yaratılması, tasvir ile de bedenlerin şekillendirilmesinin kastedildiği belirtilir (Fetĥu’l-ķadîr, II, 219-220). Allah’ın yaratma buyruğu olan “kün” (ol) emri, çoğu, “Allah bir şeye hükmettiğinde ona ‘ol’ der, hemen olur” anlamındaki ifade kalıbıyla sekiz âyette geçer (M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “kvn” md.). Mâtürîdîler, Allah’a nisbet ettikleri tekvin sıfatını bu âyetlere dayandırırlar. Taberî’ye göre bu ifade Allah’ın olmasına hükmettiği ve yarattığı her şeyi kapsar. Âyetteki söz dizilişinden
Âyetteki söz dizilişinden çıkabilecek, “Önceden var olmayan bir şeye nasıl ‘ol’ diye hitap edilir?” sorusu tartışma konusu olmuştur. Taberî’ye göre Cenâb-ı Hakk’ın bir şeyi varlık alanına çıkarma iradesi ve emriyle o şeyin var edilmesi arasında öncelik-sonralık ilişkisi düşünülemeyeceği için bu soru anlamsızdır (CâmiǾu’l-beyân, I, 557-558). Bir yoruma göre Allah’ın yaratmayı murat ettiği şey henüz yaratılmamışken O’nun ilminde mevcut olup “kün” emri ilminde olanın varlığa çıkmasını sağlar. Diğer bir yorumda bunun belli bir varlığa yönelik sözlü emir değil Allah’ın kendi iradesine bağlı hükmü olduğu belirtilir (Mâverdî, I, 178-179). Allah’ın yaratıcı eylemini ifade etmek üzere 100’ü aşkın âyette “ca‘l” masdarından isim ve fiiller yer almıştır. En‘âm sûresinin ilk âyetinde Allah’ın gökleri ve yeri yaratması için “halaka”, karanlıklarla ışığı yaratması için “ceale” fiilinin kullanılması bu iki kavramın aynı anlamı içerdiğini gösterir. Şevkânî’nin yorumuna göre âyette önce, “Gökleri ve yeri yarattı” ifadesiyle cevherlerin, ardından -cevherler arazsız olamayacağı için- “Karanlıkları ve ışığı yarattı” ifadesiyle arazların yaratılışına işaret edilmiştir (Fetĥu’l-ķadîr, II, 113). “Halaka” ile “ceale” arasındaki anlam birliği, Allah’ın insanları ve diğer canlıları çift yarattığı bildirilirken bu iki fiilden bazan birinin, bazan diğerinin kullanıldığı âyetlerde de görülür (ez-Zâriyât 51/49; en-Necm 53/45; krş. er-Ra‘d 13/3; el-Kıyâme 75/39). Allah’ın her şeyi bir ölçüye göre yaratması bir yerde “halaka” (el-Kamer 54/49) başka bir yerde “ceale” (et-Talâk 65/3) fiiliyle ifade edilmiştir. Yine Allah’ın ilk insanı yaratmadan önce bu iradesini meleklere bildirdiğine dair âyetlerin ikisinde hâlik (el-Hicr 15/28; Sâd 38/71), birinde aynı mânada (Taberî, I, 236) câil (el-Bakara 2/30) kelimesi geçer.
Kur’ân-ı Kerîm’de yoktan yaratmanın (ex nihilo) tam karşılığı olan bir ifade yoktur. Birçok âyette “min” edatıyla Allah’ın -her canlıyı sudan (el-Enbiyâ 21/30; en-Nûr 24/45), insanı topraktan (er-Rûm 30/20; Fâtır 35/11) yaratması gibi- bir şeyi bir şeyden yarattığı belirtilir. İblîs’in Âdem’in önünde secde etmeyi reddederken sebep olarak Allah’ın onu topraktan, kendisini daha değerli kabul ettiği ateşten yaratmasını göstermiştir (el-A‘râf 7/12; Sâd 38/76). Ancak Kur’an’daki bu tür ifadeler, Grek felsefesinde olduğu gibi bir varlığın başlangıçsız bir temel maddeden (arkhe, hyle) yaratıldığı anlamına gelmez. Çünkü Allah’ın gökler ve yer ile bunlarda bulunan ve mülk, halk, îcâd ve ibdâ‘ yönünden kendisine ait olan her şeyi (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, IV, 22), ortada herhangi bir asıl, örnek olmadan (Taberî, I, 556) yarattığını bildiren çok sayıdaki âyet (meselâ bk. el-Bakara 2/117; el-Hicr 15/85; el-Furkān 25/59; Fâtır 35/1) dikkate alındığında Kur’an’a göre Âdem’in yaratıldığı toprak, canlının yaratıldığı su ve İblîs’in yaratıldığı ateş dahil bütünüyle âlemin ve onda olanların başka bir asıl madde olmadan yoktan yaratıldığı, dolayısıyla yaratılan her şeyin önceli ve sonlu olduğu ortaya çıkar. Nitekim herhangi bir asıl, öz veya ilk madde belirtilmeden; “Her şeyi yarattı” (el-Bakara 2/29; el-En‘âm 6/101, 102; el-Furkān 25/2; ez-Zümer 39/62); “Dilediğini yaratır” (Âl-i İmrân 3/47; en-Nûr 24/45; el-Kasas 28/68) gibi mutlak yaratmadan söz eden çok sayıda âyet vardır. “Daha önce sen (Zekeriyyâ) hiçbir şey değilken seni de yaratmıştım” meâlindeki âyette geçen (Meryem 19/9) “hiçbir şey değilken” ifadesi “sırf yokluktan yaratma” şeklinde açıklanmıştır (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, XXI, 161). Âyetlerde genellikle varlığı, özel olarak insanı ilk defa Allah’ın yarattığı, sonunda onu yokluk haline veya bir başka varlık aşamasına yine O’nun çevireceği bildirilir (M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “bdǿe” md.). Taberî’nin naklettiğine göre aynı mahiyetteki bir âyete (el-Enbiyâ 21/104), “Hiçbir şey yaratmadan önce sadece biz vardık ve bizden başka bir şey yoktu; bunun gibi eşyayı helâk eder, yokluğa çeviririz” mânası verilmiştir (CâmiǾu’l-beyân, IX, 96-97).
Göklerin ve yerin yaratılmasıyla ilgili olarak on âyette yer alan “bi’l-hakkı” ifadesi “doğru ve isabetli” veya “hikmetli” şeklinde açıklanmıştır. Nitekim göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunanların boş yere (bâtıl) yaratılmadığını bildiren âyetlerdeki bâtıl kelimesine (Âl-i İmrân 3/191; Sâd 38/27), “anlamsız, amaçsız, eğlence olsun diye” mânası verilmiş (krş. el-Enbiyâ 21/16; ed-Duhân 44/38), bu âyetlerden evrenin ve evrendeki her şeyin yaratılışındaki hikmetin vurgulandığı belirtilmiştir (Taberî, III, 551; V, 233; Fahreddin er-Râzî, XIII, 26-27; Şevkânî, I, 458). Mü’minûn sûresinde (23/115) insanın yaratılışının da anlamsız olmadığı bildirilir. Birçok âyette ibadet, secde, tesbih gibi kavramlarla doğrudan veya dolaylı biçimde gerek insanların gerekse evrendeki her şeyin temel yaratılış sebebinin Allah’a kulluk olduğuna işaret edilmektedir (meselâ bk. el-Bakara 2/21; en-Nahl 16/49; el-İsrâ 17/44; Fussılet 41/37; ez-Zâriyât 51/56). Bununla birlikte -Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı bulunmadığından- O’nun kurduğu küllî
cilt: 43; sayfa: 327
[YARATMA - Mustafa Çağrıcı]
düzen içinde her varlığın yaratılış amacı bu düzenin işleyişine kendi konumuna göre katkıda bulunmaktır. Meselâ insanların kadın ve erkek olarak yaratılması beşer türünün devamı içindir (en-Nisâ 4/1; en-Nahl 16/72). Suyun yaratılışı canlıların meydana gelmesine ortam hazırlamıştır (el-Enbiyâ 21/30; en-Nûr 24/45). Güneş ışık ve aydınlık vermesi için (Yûnus 10/5; Nûh 71/16), gece insanların dinlenmesi, güneş ve ay zamanı ölçmeleri, yıldızlar yön bulmaları, yağmur bitkilerin oluşup gelişmesi için (el-En‘âm 6/96-99) yaratılmıştır. Ancak Kur’ân-ı Kerîm’de yaratılmışlarda son amacın insan olduğu bildirilmekte, ilgili âyetlerden bu amacın iki yönnün bulunduğu anlaşılmaktadır. 1. İnsan hayatına fayda sağlama, insan hayatını kolaylaştırma. Bu hususla ilgili birçok âyette gökler, yer, denizler, ırmaklar, nehirler, denizlerdeki gemiler, gece ve gündüz, ay ve güneş, yağmur, bitkiler, hayvanlar gibi yerde ve göklerde bulunanların hepsinin insanın emrine verildiği (müsahhar kılındığı) bildirilir (M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “caǾl”, “sħr” md.leri). Bunların yaratılış amaçlarından biri, insanlık âleminin Allah’ın tayin ettiği son vakit (ecel-i müsemmâ) gelinceye kadar kendisini kuşatan yaratılmışlardan istifade etmesidir. 2. İnsanın yaratıcıyı tanıması, O’nun varlığına, birliğine inanması ve O’na itaat etmesi. Çeşitli âyetlerde insanın kendi yaratılışı dahil gökler, yer ve bunlarda bulunanlar; gece, gündüz, güneş, ay, yıldızlar, rüzgâr, şimşek, bulut, yağmur, deniz, hayvanlar, bitkiler; cinsiyet, dil ve renk farklılıkları gibi insan bilgisinin ulaşabildiği bütün varlık ve olaylar Allah’ın birliğini, kudretini ve hikmetini gösteren, insanların ibret alması gereken işaretler (âyetler) olarak gösterilmiştir (el-Bakara 2/164; Âl-i İmrân 3/190; Yûnus 10/5-6; er-Rûm 30/20-25, 46; Fussılet 41/37; el-Câsiye 45/3-6). Sonuçta insanın, bilgisinin ulaşabildiği bütün yaratılmışlara ibret nazarıyla bakarak ilâhî hakikatin delillerini ve işaretlerini görmesi, doğru bir inancı benimsemesi ve hayatına buna göre düzen vermesi amaçlanmıştır.
Hadis. Hadislerde de yaratmayla ilgili en çok kullanılan kelime halktır. Bir hadiste aynı anlamda “berae” ve “źerae” fiilleri yer almıştır (Müsned, III, 419; el-Muvaŧŧaǿ, “ŞeǾar”, 12). Ayrıca esmâ-i hüsnânın zikredildiği rivayetlerde yaratmayla ilgili hâlik, bâri’, musavvir, bedî‘ ve fâtır isimleri geçer. Bazı hadislerde inşâ kavramı “yaratma” mânasında geçmektedir (Buhârî, “Tefsîr”, 50/1, “Tevĥîd”, 257; Müslim, “Cennet”, 36, 38). Buhârî göklerin, yerin ve diğer varlıkların yaratılışına ayırdığı bölümün girişinde (“Tevĥîd”, 27) “Allah sıfatları, fiilleri ve emriyle hâliktır, mükevvindir; O yaratılmamıştır; O’nun fiili, emri ve yaratmasıyla meydana gelen şeyler ise mef‘ûl, mahlûk ve mükevvendir” dedikten sonra Hz. Peygamber’in gece gökyüzüne bakarak, “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde akıl sahipleri için işaretler vardır” meâlindeki âyeti okuduğunu (Âl-i İmrân 3/190), ardından namaz kıldığını nakleder. Bir hadiste Allah için “yaratan, sonra sûret veren, sûreti en güzel yapan” ifadesi geçer (Müsned, I, 95, 102; Müslim, “Müsâfirîn”, 201, 202; Ebû Dâvûd, “Salât”, 119). “Her şey Allah’ın mahlûku ve mülküdür” (Müslim, “Ķader”, 10); “Yaratılmış her canlının yaratıcısı yalnızca Allah’tır” (Buhârî, “Tevĥîd”, 18; Ebû Dâvûd, “Nikâĥ”, 48; Tirmizî, “Nikâĥ”, 40) meâlindeki hadisler Allah’ın tek ve mutlak yaratıcı olduğunu ifade eder. Bir hadiste her mahlûkun sudan yaratıldığı bildirilir (Tirmizî, “Cennet”, 2). Melekler nurdan (Müsned, VI, 158, 168; Müslim, “Zühd”, 60), şeytan ateşten (Müsned, IV, 226; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 3) yaratılmıştır. İnsanlar Âdem’in çocuklarıdır; Âdem de topraktan yaratılmıştır (Tirmizî, “Menâķıb”, 74).
“Allah Âdem’i kendi sûretinde yarattı” hadisinde (Buhârî, “İstiǿźân”, 1; Müslim, “Birr”, 115, “Cennet”, 28) sûretin Allah’a izâfe edilmesi değişik yorumlara yol açmıştır. Râgıb el-İsfahânî’ye göre bu hadis Allah ile sûret arasında bütün-parça (ba‘zıyyet) ilişkisini ve benzerliği değil mülkiyet ilişkisini ifade eder (el-Müfredât, “śvr” md.; Lisânü’l-ǾArab, “śvr” md.). Diğer bazı kaynaklarda bu hadise iki farklı açıklama getirilmiştir. Burada ya özel olarak Âdem’in sûreti kastedilmiş, onun düzgün ve hilkati kâmil bir beşer olarak yaratıldığı anlatılmış veya -sûret kelimesi “sıfat” anlamında da kullanıldığına göre- hadiste Allah’ın Âdem’i kendi zâtında olan hayat, ilim, görme, işitme gibi sıfatlarla donattığı belirtilmiş, Âdem’in sûreti Allah’ın ismine izâfe edilerek Âdem’in şahsında insan türüne şeref bahşedilmiştir (İbn Hacer, XXIII, 3-4; Bedreddin el-Aynî, XVIII, 284). Hadislerde bazı yaratılışlar için zaman da zikredilir. Buna göre Allah dünyayı cumartesi günü (Müsned, II, 327; Müslim, “Münâfiķīn”, 27), Âdem’i cuma günü (Müsned, II, 1, 4; Müslim, “CumǾa”, 17, 18; Ebû Dâvûd, “Śalât”, 207) yaratmıştır.
Hz. Peygamber, çok soru sormanın sakıncalarına dikkat çekmek üzere insanların durmadan soru sorduklarını, sonunda işi, “Allah her şeyi yarattığına göre O’nu kim yarattı?” demeye kadar götürdüklerini (Buhârî, “İǾtiśâm”, 3), diğer bir rivayete göre benzer soruları insanları saptırmak için şeytanın onlara soracağını belirtmiş, böyle durumla karşılaşanlara, “Şeytandan Allah’a sığınırım” diyerek bu kuruntuyu zihinlerinden çıkarmalarını öğütlemiştir (Buhârî, “Bedǿü’l-ħalķ”, 11). Yaratılışın başlangıcına işaret eden bir hadiste, “Allah vardı ve O’nunla birlikte (diğer bir rivayete göre O’ndan başka) hiçbir şey yoktu; arşı su üzerindeydi; her şeyi levh-i mahfûza yazdı, gökleri ve yeri yarattı” denilmektedir (Buhârî, “Bedǿü’l-ħalķ”, 1; Müsned, II, 313, 501; V, 316, 321). İslâm âlimleri bu hadisi yoktan yaratmanın açık bir delili kabul ederler. Mu‘tezile âlimi Ebû Bekir el-Esamm’a göre Kur’an’da da geçen, “Arşı su üzerindeydi” ifadesi (Hûd 11/7) arşın suya bitişik olduğu anlamına gelmez; bu, “Gök yerin üstündedir” demeye benzer (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, XVII, 150). Tefsir ve hadis âlimleri bu ifadeden arşın ve suyun yer ve göklerden önce yaratıldığı mânasını çıkarmışlardır (Zemahşerî, II, 259; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, XVII, 150; Bedreddin el-Aynî, XII, 255-256). İbn Hacer el-Askalânî söz konusu hadisi şöyle açıklar: “‘Allah’tan başka’ ifadesi gösteriyor ki başlangıçta Allah’ın dışında ne su ne arş ne de başka bir şey vardı”. İbn Hacer, “Allah gökleri ve yeri yaratmadan elli bin yıl önce bütün ölçü ve hacim kriterlerini belirlemişti” diye başlayan hadisi (Müsned, II, 169; Tirmizî, “Ķader”, 18) dikkate alarak yukarıdaki hadisten şu mânayı çıkarır: “Arşı su üzerinde bulunduğuna göre Allah önce suyu, sonra arşı, sonra da gökleri ve yeri yarattı. Hadisteki ‘kâne’ fiili Allah’ın ezeliyetine, başka varlıkların da yokluktan yaratılmasına delâlet eder” (Fetĥu’l-bârî, XIII, 6-7). Âyet ve hadislerde yaratma bağlamında geçen arş ve kürsînin (el-Bakara 2/255; Müsned, I, 282, 296; V, 229; Dârimî, “Riķāķ”, 80) maddî bir varlığa tekabül etmeyip ilâhî saltanat, hâkimiyet, yücelik ve büyüklükten kinaye olduğu da belirtilmiştir. Başka bir hadiste, “Şanı yüce olan Allah’ın ilk yarattığı şey kalemdir. Sonra ona ‘yaz’ dedi; işte o anda kıyamete kadar olacaklar belirlendi” denilmektedir (Müsned, V, 317; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 16; Tirmizî, “Ķader”, 17). Bu hadisin kader konusunun sembolik bir ifadesini yansıttığı ve bu açıdan Allah’ın, yaratılmasını takdir ettiği şeyleri önce belirlediğini bildiren yukarıdaki hadisle aynı şeyi anlattığı dikkate alınırsa ilk yaratılanın su olduğuna
cilt: 43; sayfa: 328
[YARATMA - Mustafa Çağrıcı]
işaret eden rivayetlerle çelişmediği görülür. Bir rivayete göre Hz. Peygamber, “Rabbimiz mahlûkatı yaratmadan önce neredeydi?” sorusuna, “Amâda idi; onun ne altında ne üstünde hava vardı. Sonra Allah kendisinden başka hiçbir şey yokken su üzerinde arşı yarattı” şeklinde cevap vermiştir (Müsned, IV, 11, 12; Tirmizî, “Tefsîr”, 11/1; İbn Mâce, “Muķaddime”, 13). İlk dil âlimlerinden Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, Arapça’da amânın “bulut” anlamına geldiğini, ancak bu hadisteki mânasını bilmenin mümkün olmadığını söyler. Bu görüşe katıldığını belirten Ezherî’ye göre akılla kavranamayan şeye de amâ dendiğine göre hadisteki “amâda idi” ifadesinin, Allah’ın akılla kavranamayacak ve mahiyeti bilinemeyecek bir konumda bulunduğu şeklinde anlaşılması mümkündür (Lisânü’l-ǾArab, “Ǿamy” md.; ayrıca bk. AMÂ).
Kelâm. Kelâm literatüründe halk kavramına genellikle “bir şeyin şekil ve ölçüsünü belirlemek” (takdir) anlamı verilmiştir. Kādî Abdülcebbâr’ın naklettiğine göre Ebû Ali el-Cübbâî halkın takdirden ibaret olduğunu, mahlûkun da “yaratılıştan beklenen amaca göre mükemmel bir şekilde belirlenmiş fiil” anlamına geldiğini söylemiş, Ebû Hâşim el-Cübbâî ise halkı iradeyle aynı şey saymıştır (Şerĥu’l-Uśûli’l-ħamse, s. 548). Gazzâlî, Haşr sûresinde (59/24) ardarda gelen hâlik, bâri’ ve musavvir isimlerinin farklı anlamlar içerdiğini belirterek yokluktan varlığa çıkarılan bir şeyin oluşum sürecini takdir, icat ve tasvir şeklinde sıralar. Buna göre Allah takdir edici olarak hâlik, icat edici olarak bâri’, yarattıklarını en güzel biçimde şekillendirdiği için musavvirdir (el-Maķśadü’l-esnâ, s. 52-53). Fahreddin er-Râzî halkın hem “îcâd, ibdâ‘, yokluktan varlığa çıkarma” hem “takdir” mânasına geldiğini belirtir; takdiri de “bir şeyi belli bir ölçüye göre oluşturmak” (tekvin) şeklinde tanımlar. Râzî’ye göre takdirde üç unsur bulunur: Bir şeyi varlığa çıkaracak kudret, o şeyi belli ölçüde belirleyen irade, bu ölçü hakkındaki bilgi. Râzî, Mu‘tezile âlimlerinden Ebû Abdullah el-Basrî’nin, halk kavramında “düşünme” anlamının bulunması sebebiyle Allah hakkında hâlik isminin ancak mecaz yoluyla kullanılabileceği yönündeki fikrini halkın “îcâd ve ibdâ‘” mânasını da içermesi, ayrıca Allah’ın takdir için düşünmesinin şart olmaması sebebiyle reddetmiştir (LevâmiǾu’l-beyyinât, s. 208-214).
Kelâm kaynaklarında âlemin yaratılması meselesi tartışılırken halk, ibdâ‘, îcâd gibi kelimelerin yanında konu çoğunlukla hudûs kavramı çevresinde ele alınmış, yaratma için ihdâs, yaratıcı için muhdis, yaratılan için hâdis ve muhdes kelimeleri kullanılmıştır. Bütün kelâm âlimleri çeşitli delillere dayanarak cevher ve arazların, dolayısıyla cisimlerin ve bütünüyle âlemin hâdis olduğunu, her hâdisin bir muhdise ihtiyacı bulunduğunu belirtip -çeşitli delillerle teselsülün imkânsızlığını da göstererek- buradan âlemin Allah tarafından yaratıldığı sonucunu çıkarırlar. Kelâm ilminde Allah’ın âlemi yoktan (ma‘dûm, lâ şey’, leys) yarattığı konusunda ittifak edilmekle birlikte ma‘dûmun “şey” olup olmadığı, bir varlığa tekabül edip etmediği meselesi önemli tartışmalara yol açmış; Ehl-i sünnet kelâmcıları şey’e “varlık” anlamı verdikleri için ma‘dûmu “lâ şey’” (şey değil) sayarken Mu‘tezile âlimleri onu şey kabul etmiş; bu da Ehl-i sünnet âlimleri tarafından âlemin önceden mevcut olan bir şeyden yaratıldığı, dolayısıyla Allah’tan başka ezelî bir gerçeğin var olduğu şeklinde anlaşılarak eleştirilmiştir. Mu‘tezile kaynaklarında, “Ma‘dûm şeydir” biçiminde açık bir ifadeye rastlanmaz. Kādî Abdülcebbâr, Ebû Abdullah el-Basrî’nin, “Ma‘dûm sürekli var olmayan, yok olandır” şeklindeki sözünü ma‘dûmların daha önce var olduğu fikrine götürdüğü için reddetmiş, kendisi ma‘dûmu “mevcut olmayan mâlûm” diye tanımlamış ve bu tanımın Allah’ın dışında ikinci bir kadîmin varlığını akla getirmeyeceğini söylemiştir (Şerĥu’l-Uśûli’l-ħamse, s. 176-177). Buna karşılık Hişâm b. Amr el-Fuvatî hariç Mu‘tezile âlimlerinin ma‘dûmları gerçek şeyler saydıklarını, onların ezelî ve sonsuz olduğuna inandıklarını bildiren İbn Hazm bunun sınırsız, ezelî ve yaratılmamış şeylerin varlığını tasdik etme anlamına geldiğini ve âlemin ezelîliğini kabul eden (dehrî) bir görüş olduğunu belirtir (el-Faśl, IV, 202). Nitekim bu tartışmaları değerlendiren H. Austryn Wolfson, ma‘dûmun bir şey olduğuna inanan bütün Mu‘tezile âlimlerini; Platoncu düşüncedeki önceden mevcut ezelî madde inancını takip ettiğini söylemektedir (Kelâm Felsefeleri, s. 280). Öte yandan Ehl-i sünnet âlimlerinin Allah’ın sıfatları konusundaki görüşleri de Mu‘tezile’nin benzer itirazıyla karşılaşmıştır. Ehl-i sünnet âlimleri Allah’ın diğer sıfatları gibi halk sıfatının da ezelî olduğunu düşünürken Mu‘tezilîler bu görüşün birden fazla kadîm varlık bulunduğu (taaddüd-i kudemâ’) sonucuna götüreceğini, dolayısıyla tenzihe
tenzihe aykırı olduğunu ileri sürmüştür. Ancak Mu‘tezile âlimlerinin Allah’ın zâtından ayrı gerçeklikler olarak sıfatların varlığını reddetmeleri kendi aralarında da Allah’ın ezelde yaratıcı olup olmadığı konusunda görüş ayrılığına yol açmıştır. Nitekim Eş‘arî’nin verdiği bilgiye göre Abbâd b. Süleyman, “Allah ezelde yaratıcıydı” demenin de, “O ezelde yaratıcı değildi” demenin de mümkün olmadığını, aynı durumun diğer fiilî sıfatlar için de söz konusu olduğunu söylemiş, Cübbâî ve mezhebin Bağdat kolu mensupları ile Basra kolu mensuplarının bir bölümü, “Allah ezelde yaratıcı ve râzik değildi” derken diğer sıfatlar hakkında farklı görüşler ileri sürmüştür (Maķālât, s. 186-187).
İslâm Felsefesi. İslâm felsefesi kaynaklarında yaratmayla ilgili halk, ibdâ‘, îcâd, sun‘, hudûs gibi kavramlar yanında sudûr, feyiz ve işrak da kullanılmakta ve yaratıcı sâni‘, bâri’, mübdi‘, muhdis, fâil, evvel gibi isimlerle anılmaktadır. İlk İslâm filozofu, aynı zamanda Mu‘tezile kelâmcısı olarak bilinen Ya‘kūb b. İshak el-Kindî, daha sonra geliştirilecek olan Yeni Eflâtuncu sudûr teorisinin aksine âlemin Allah’ın iradesiyle yoktan yaratıldığını ve onun son bulacağını kaydetmiş (Resâǿil, I, 114 vd.), “ilk gerçek bir” diye andığı Allah’ın bütün oluşların yoktan yaratıcısı (mübdi‘) olduğunu, bütün yarattıklarının O’nun varlıkta tutması sayesinde mevcudiyetlerini sürdürebildiklerini belirtmiştir (a.g.e., I, 162). Kindî gerçek anlamda fiili “varlıkları yokluktan var etme” şeklinde tanımlar ve bu anlamdaki fiilin Allah’a mahsus bulunduğunu, “bir şeyi yokluktan varlığa çıkarma” diye açıkladığı ibdâ‘ kavramının da bu mânadaki fiiller için kullanılabileceğini ifade eder (a.g.e., I, 165, 182-183). Buna karşılık Ebû Bekir er-Râzî’nin Eflâtun felsefesinden ilham alıp ileri sürdüğü (Mâcid Fahrî, s. 93-96), yaratıcı, nefs, heyûlâ (mutlak madde), halâ (boşluk, mutlak mekân) ve dehr (mutlak zaman) ilkelerinden oluşan “el-kudemâü’l-hamse” (beş ezelî prensip) hakkındaki düşüncesi, İslâm inanç ve düşünce geleneğinde değişik yorumlarıyla benimsenen yaratma fikrine aykırı görülmüş, birçok müslüman âlim ve düşünürün ağır eleştirisine hedef olmuştur (Resâǿil felsefiyye, s. 165-216; DİA, XXXIV, 481). İhvân-ı Safâ Allah için hâlik, yaratılmışlar için mahlûk sıfatlarını kullanmakla birlikte daha ziyade yoktan ve örneksiz yaratmayı ifade eden ibdâ‘, ihdâs, ihtirâ‘ gibi kavramları tercih etmiştir. Bununla birlikte başka yerlerde de görüldüğü gibi bu konuda da kavramları gerçek anlamlarının dışına taşıdığı görülmektedir.
cilt: 43; sayfa: 329
[YARATMA - Mustafa Çağrıcı]
Nitekim Allah’ın kerem ve cömertliğinin ifadesi olan yaratıcılığını Yeni Eflâtuncu feyiz ve sudûr kavramlarıyla açıklar ve yaratıcıdan ilk sudûr edenin akıl olduğunu, ardından yine feyiz yoluyla küllî nefs, ilk madde ve nihayet diğer varlıkların yaratıldığını ileri sürer. İhvân-ı Safâ’ya göre aklın da ibdâ‘ gücü bulunmakla birlikte ona bu özelliği bahşeden Allah’tır. Bütün varlıkların formları akılda mevcut olup sudûr sürecinde akıl bu formları ruhanî cevher olan küllî nefse aktarır ve sonuçta eşya küllî nefs aracılığıyla var edilir (er-Resâǿil, II, 127; III, 517; IV, 206-207; er-Risâletü’l-câmiǾa, s. 51, 377, 481, 491).
Fârâbî kâinatın meydana gelişini Yeni Eflâtuncu feyiz ve sudûr teorisiyle sistemleştirmiş, daha sonra bu anlayış başta İbn Sînâ olmak üzere aynı çizgideki diğer düşünürlerce devam ettirilmiştir. Öte yandan sudûr teorisine karşı özellikle Gazzâlî’nin başlattığı güçlü eleştiriler İbn Rüşd, Ebü’l-Berekât el-Bağdâdî, Fahreddin er-Râzî, İbn Teymiyye gibi ünlü düşünürler tarafından sürdürülmüştür. Buna karşılık sudûrcu yaratma teorisi Sühreverdî el-Maktûl, Muhyiddin İbnü’l-Arabî gibi mistik düşünürlerin yaratılış düzenini açıklamalarına farklı derecelerde ilham kaynağı teşkil etmiştir. Yaratmanın ezelîliği konusunda değişik bir görüş İbn Rüşd tarafından benimsenmiştir. İbn Rüşd, Eş‘ariyye’nin varlığın sonradan yaratıldığı ve sonlu olduğu yönündeki düşüncesini ve kanıtlarını eleştirirken kendisi âlemin fâili olan Allah’ın varlığı gibi fiilinin de ezelî olmasını mâkul ve mümkün görmüş, her varlığın başlangıcı ve sonu bulunduğunu, ancak var olmanın (yaratılışın) sonsuz bir süreç olduğunu söylemiştir (Tehâfütü’t-Tehâfüt, s. 182-185, 428-429, 431-434; Faślü’l-maķāl, s. 85-87). Aynı fikri benimseyen İbn Teymiyye’ye göre İbn Rüşd’ün bu açıklaması, hem geçmişte ve gelecekte sonu olmayan varlığın imkânsızlığını savunan kelâmcıların görüşünü hem de cisimlerin hareketlerinin başlangıçsız ve sonsuz olarak devam ettiğini, dolayısıyla semavî cisimlerin yaratılmamış bulunduğunu ileri süren filozofların iddialarını çürütmektedir. Sonuçta İbn Rüşd gibi İbn Teymiyye de tek tek varlıklarla tür bakımından varlığı birbirinden ayırmak gerektiğini, fertleri hâdis olan bir türün tür olarak sürekli olabileceğini ileri sürmüştür (Derǿü teǾârużi’l-Ǿaķl, IX, 101-103).
BİBLİYOGRAFYA:
Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “źrǿe” md.; et-TaǾrîfât, “CaǾl”, “Kâne” md.leri; M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “bdǾa” md.; Müsned, I, 95, 102, 282, 296; II, 1, 4, 169, 244, 251, 313, 323, 327, 501; III, 419; IV, 11, 12, 226; V, 229, 316, 317, 321; VI, 158, 168; Kindî, Resâǿil, I, 114 vd., 162, 165, 182-183; Ebû Bekir er-Râzî, Resâǿil felsefiyye (nşr. P. Kraus), Beyrut 1402/1982, s. 165-216; Eş‘arî, Maķālât (Ritter), s. 186-187; İhvân-ı Safâ, er-Resâǿil, Beyrut 1377/1957, II, 127; III, 517; IV, 206-207; a.mlf., er-Risâletü’l-câmiǾa (nşr. Mustafa Gālib), Beyrut 1394/1974, s. 51, 377, 481, 491; Taberî, CâmiǾu’l-beyân, Beyrut 1412/1992, I, 236, 327-328, 556-558; III, 551; IV, 282-285; V, 233, 349, 436-438; IX, 3, 96-97, 237, 433, 453; X, 130, 182-184; XI, 535, 652; XII, 657; Kādî Abdülcebbâr, Şerĥu’l-Uśûli’l-ħamse, s. 176-177, 548; Mâverdî, en-Nüket ve’l-Ǿuyûn (nşr. Seyyid b. Abdülmaksûd b. Abdürrahîm), Beyrut 1412/1992, I, 178-179; İbn Hazm, el-Faśl, IV, 202; İbn Sîde, el-Muĥkem ve’l-muĥîŧü’l-aǾžam (nşr. Abdüssettâr Ahmed Ferrâc), Kahire 1388/1968, IV, 388-389; Gazzâlî, el-Maķśadü’l-esnâ, s. 52-53; Zemahşerî, el-Keşşâf (Kahire), II, 259; İbn Rüşd, Tehâfütü’t-Tehâfüt (nşr. Süleyman Dünyâ), Kahire 1972, s. 182-185, 428-429, 431-434; a.mlf., Faślü’l-maķāl (nşr. Albert Nasrî Nâdir), Beyrut 1961, s. 85-87; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, Beyrut 1411/1990, IV, 22; XIII, 26-27; XVII, 150; XXI, 161; XXII, 140-141; a.mlf., LevâmiǾu’l-beyyinât (nşr. Tâhâ Abdürraûf Sa‘d), Beyrut 1404/1984, s. 208-214; Takıyyüddin İbn Teymiyye, Derǿü teǾârużi’l-Ǿaķl ve’n-naķl (nşr. M. Reşâd Sâlim), Beyrut 1399/1978, IX, 101-103; İbn Hacer, Fetĥu’l-bârî (Hatîb), XIII, 6-7; XXIII, 3-4; Bedreddin el-Aynî, ǾUmdetü’l-ķārî, Kahire 1392/1972, XII, 255-256; XVIII, 284; Şevkânî, Fetĥu’l-ķadîr, I, 458; II, 113, 219-220; IV, 229, 257; Mâcid Fahrî, İslâm Felsefesi Tarihi (trc. Kasım Turhan), İstanbul 1992, s. 93-96; H. A. Wolfson, Kelâm Felsefeleri (trc. Kasım Turhan), İstanbul 2001, s. 280; Tevfik Yücedoğru, Geçmişten Günümüze İlim ve Din Açısından Yaratılış, Bursa 2006, s. 75-124; R. Arnaldez, “Khalķ”, EI² (Fr.), IV, 1012-1020; Mahmut Kaya, “Râzî, Ebû Bekir”, DİA, XXXIV, 481.
Mustafa Çağrıcı
TASAVVUF. İlk sûfîler yaratılış başta olmak üzere Tanrı-âlem ilişkisini bir inanç meselesi olarak görmüş, bu hususta Ehl-i sünnet’in ve özellikle Eş‘arî kelâmcılarının açıklamalarını kendileri için geçerli ve bağlayıcı kabul etmiştir. Cüneyd-i Bağdâdî’nin öncülüğünde gelişen bu tasavvuf anlayışı Serrâc, Kelâbâzî, Hücvîrî, Abdülkerîm el-Kuşeyrî gibi sûfî müellifler tarafından sürdürülmüş, tasavvufun akaide dair meselelere ancak dolaylı biçimde müdahale edebileceği fikri kabul edilmiştir. İlk dönem sûfîleri Ehl-i sünnet’in yaratılış görüşüyle bu görüşü dayandırdıkları Allah’ın kudret ve iradesiyle âlemi yoktan var ettiği, âlemde zorunlu bir nedensellik bulunmadığı gibi düşünceleri genelde benimserler (Kelâbâzî, s. 63). Hücvîrî sûfîlerin yaratılış görüşünü özetlerken göklerin, yerin, dağların, çöllerin, feleklerin, ölümün, hayatın, kısacası her şeyin bir yaratıcısının bulunduğunu, O’nun muhtar ve kādir olduğunu söyler, ardından Ehl-i sünnet’in Allah’a nisbet ettiği sıfatları zikreder. Bununla birlikte Hücvîrî, kendi devrinde İslâm dünyasında çeşitli yaratılış teorileriyle sûfîlere ait görüşleri birbirinden ayırmaya çalışır. Bu bağlamda sûfîlerin karanlıkla nur fikrini kabul eden Seneviyye’den, Ehrimen ve Yezdân ikiliğini benimseyen Mecûsiyyûn’dan, tabiat ve kuvvet fikrine sahip tabîiyyûndan, yedi yıldızın yaratılışını kabul eden felekiyyûn/eflâkiyyûndan, “iki yaratıcının varlığına inanan” diye tanımladığı Mu‘tezile’den farklı düşündüklerini belirtir (Keşfü’l-maĥcûb, s. 521).
Sûfîler, Ehl-i sünnet’in yaklaşımını benimsemekle birlikte bu konuda bazı yeni düşünceler de geliştirmişlerdir. Bunların en önemlisi, Cüneyd-i Bağdâdî’nin bezm-i elestte ruhların yaratılıp yaratılmadığı hakkındaki görüşüdür. Cüneyd’e göre tasavvufun maksadını teşkil eden tevhid derecesine ancak beşerî özelliklerden bütünüyle kurtulup fenâ haline ermekle ulaşılabilir. Ona göre fenâ, yaratılmadan önceki hale dönüşü ifade eder. Buradan hareketle Cüneyd’in insanın yaratılışını veya dıştaki varlığını (kevn) önceleyen bir hakikat fikrine sahip olduğu belirtilir. Aynı yaklaşım Hallâc-ı Mansûr’da da görülmektedir. Bu görüşlere paralel olarak bazı menkıbelerde, sûfîlerin bezm-i eleste ve bu âlemdeki mîsâka atıfta bulunduklarından tasavvuftaki seyrüsülûkün maksadını mîsâkı hatırlamak diye zikrettikleri kaydedilir. Bu düşünceler, sûfîlerin insanın fiilen yaratılmadan önce bir hakikate sahip olduğunu ve bunu ruhlar âleminde veya elest bezmindeki varlık diye ifade ettiklerini gösterir. İlk dönem sûfîleri tarafından nazarî çerçevesi çizilmeden ileri sürülen bu imalar, özellikle Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve takipçilerinin sıkça atıfta bulundukları bu konular tasavvufun farklı devirlerini birbirine bağlayan düşünceler olmuştur.
Yaratılışla ilgili olarak sûfîlerin üzerinde durduğu diğer bir görüş yaratılışta bir amacın bulunup bulunmadığı hususudur. Ebû Tâlib el-Mekkî’nin, “Felek âdemoğlunun nefesleriyle döner” sözü insanın kâinattaki yerini belirtir. Ona göre insan âlemin varlık sebebidir. Bu bağlamda ilk sûfîlerde âlemin veya insanın kıdemi fikri görülmese de ruhun ölümlü olup olmadığı hususunda aralarında bazı görüş ayrılıklarının varlığı zikredilmektedir. Kelâbâzî sûfîlerin ruh hakkında yaratılmış olduğu ve yaratılmış olmadığı şeklinde iki gruba ayrıldıklarını belirtir (Taarruf, s. 100).
cilt: 43; sayfa: 330
[YARATMA - Ekrem Demirli]
Bundan dolayı fenâ-bekā, fark-cem‘, ayrıca vuslatın anlamı bu konudaki görüşlerle doğrudan irtibatlıdır. Kuşeyrî, sûfîlerin büyük çoğunluğunun ruhun yaratılmış olup bedene yerleştirildiğini kabul ettiğini söyler. Âhirette ruh bedenle birlikte yeniden yaratılacaktır. Ona göre ruhun yaratılmamış olduğunu kabul edenler sapıklık içindedir (Risâle, s. 234).
Yaratılışla ilgili diğer bir konu âlemdeki nedensellik problemidir. Yaratma kudret ve iradeyle gerçekleştiğine göre âlemde ilâhî kudreti sınırlayan bir sebeplilik bulunmamalıdır. Sûfîler tevekkül, sabır, fenâ ve tevhid gibi hususlara dair görüşlerini açıklarken nedensellik hakkındaki düşüncelerini de ortaya koymuşlardır. İlk sûfîler için nedensellik, üzerinde hiç konuşulmaması gereken bir şeydir. Onlar Allah’ın mutlak kudret sahibi olduğunu, sebeplerin O’nun fiilini sınırlamayacağını ve bir nedensellikten söz edilemeyeceğini belirtirler (a.g.e., s. 345 vd.; Sühreverdî, s. 194 vd.). Öte yandan bazı ilk sûfîler hastalanınca tedavi olmayı, insanlardan gelecek bir yardımı kabul etmeyip her şeyin Allah’tan isteneceğini söylerken nedensellik fikrine karşı çıkmışlardır. Sûfîler, tasavvufî hallere dair fikirlerinde Allah’ın âlemdeki fâilliğini ve ilâhî kudretin sınırsızlığını vurgulamış, kulun O’nun fiili karşısındaki mutlak edilgenliğini idrak etmesini tasavvufun bir gereği saymıştır (Abdülkerîm b. Hevâzin el-Kuşeyrî, s. 355; Ebû Tâlib el-Mekkî, III, 94 vd.). Âlemdeki sebepliliği reddeden böyle bir hal anlayışı çerçevesinde insan sürekli Hakk’ın fiilinin tesiri altındadır ve bu fiili sınırlayacak hiç bir güç yoktur. Sûfîlere göre tevekkül, rıza, teslimiyet, tefvîz, inâbe ve sabır Allah’ın kulu için her şeyin en iyisini yaratacağı inancına dayanır (a.g.e., III, 152).
Tasavvuf, Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve takipçileriyle birlikte nazarî bir dile ve sistematik bir yapıya kavuşmuş, kelâm ve felsefenin alanı sayılan konular sûfîler tarafından ele alınmış ve ilk defa bir yaratılış teorisinden söz edilir hale gelinmiştir. İbnü’l-Arabî’nin yaratılış teorisi kelâm ve felsefenin yaratılış ve sudûr teorilerinin izlerini taşıyan, bunun yanında âyet ve hadislerden çıkarılmış pek çok kavram ve ifadenin yorumlandığı zengin bir dile sahiptir. Aynı zamanda bu teori süratli geçişlerle ahlâktan metafiziğe, tabiattan fıkha, kelâma ve diğer din bilimlerine doğrudan ve dolaylı atıfların bulunduğu geniş bir zeminde üretilip dile getirilmiştir. Teorinin takibi felsefe ve kelâm metinlerine göre güçlük arzetse de özellikle cedel üslûbundan uzak kalan dili diğerlerine göre daha anlaşılır bir yapıya sahiptir. İbnü’l-Arabî’nin yaratılış anlayışı kelâmdaki yaratılışla felsefedeki sudûr teorisinin bir eleştirisi olarak da yorumlanabilir. Bundan dolayı yaratılış Sadreddin Konevî tarafından metafiziğin çerçevesine dahil edilmiştir (Tasavvuf Metafiziği, s. 10). Yaratılış meselesi ayrıca İbnü’l-Arabî döneminde ve daha sonra ilâhî isimler, insanın ahlâkî bir varlık olarak gelişimi, âlemin anlamı gibi hususların ana çerçevesini belirlemiştir.
Her şeyden önce sudûr teorisinin Tanrı ile âlem arasındaki süreklilik ilişkisiyle “birden bir çıkar” ilkesi (a.g.e., s. 14) İbnü’l-Arabî’nin yaratılış teorisinde muhafaza edilmiştir. Sûfîler sudûr teorisinin bu yönünü reddetmezken benzer bir akıl yürütmeyle Tanrı’yı mutlak varlık olarak kabul etmişlerdir (Demirli, İslâm Metafiziğinde Tanrı ve İnsan, s. 169 vd.). İbnü’l-Arabî düşüncesinin metafizikçilerin düşüncesiyle örtüştüğü birinci nokta budur. Bu durumda yaratılış, mutlak varlığın mümkinlerin hakikatlerinde tecellîsi veya onlara varlık vermesinden ibarettir (Sadreddin Konevî, Tasavvuf Metafiziği, s. 31). Bu da İbnü’l-Arabî’nin vahdet-i vücûd olarak bilinen varlık anlayışının ana cümlelerinden biridir. Âlemin yaratılış sürecinde dile getirilen akıllar, felekler, semavî varlıklar, tabiat içindeki süreklilik ve ilişkiler, müvelledât-ı selâse, semavî varlıklarla yer arasındaki irtibat da sudûr teorisindeki şekliyle muhafaza edilmiştir. Ancak İbnü’l-Arabî söz konusu teoriyi vahiy ekseninde yorumlarken onun özünü ve içeriğini oluşturan nedensellik ilkesini ortadan kaldırmış, “vesileci sudûr” diye ifade edilebilecek bir düşünceyi savunmuştur. Vesileci sudûr Tanrı-âlem ilişkisini sudûr teorisiyle yorumlayan, fakat bu teorinin özünü teşkil eden zorunlu nedensellik zincirini Tanrı ile her bir varlık arasında bulunan, “vech-i has” diye adlandırılan merkezî bir kavramla aşan yeni bir yaratılış felsefesidir (Demirli, İslâm Metafiziğinde Tanrı ve İnsan, s. 214).
4). Sûfîlere göre sudûr teorisinin hatası Tanrı ile cüz’îler arasında mevcut doğrudan irtibatı göz ardı etmiş olmasıdır. Bu tutum, hem Tanrı hem varlıklar açısından bilgiyi sadece nedensellik zincirine hapseden epistemolojideki temel bir sapmadır. Bu eleştiri, daha önce kelâmcıların Allah’ın cüz’îleri bilmesi hakkında filozoflara yönelttikleri eleştirinin bir devamıdır. Ancak İbnü’l-Arabî ve Konevî, kelâmcılara göre meseleyi daha derin bir tahlile tâbi tutarak yaratılış teorisi değişmeden bu sorunun aşılamayacağını öngörmüşlerdir. Kelâmcılar meseleyi bir bilgi sorunu olarak ele alırken İbnü’l-Arabî konunun yaratılış anlayışından kaynaklandığını düşünmüş, bundan dolayı yaratılış teorisini temelden değiştirecek vech-i has kavramını kullanmış, bu sayede her cüz’înin Tanrı ile doğrudan ve dolaylı olmak üzere iki irtibatı bulunduğunu belirtmiştir. Bu şekilde her şey Tanrı’ya hem sudûr silsilesi hem vech-i has yoluyla bağlanır (Sadreddin Konevî, Sadreddin Konevî ve Nasireddin Tûsî Arasında Yazışmalar, s. 72; Demirli, Bilgi ve Varlık, s. 227). Böyle bir anlayış İslâm filozoflarının sudûr teorisini bozmak, aynı zamanda sudûr zincirindeki her varlığın bir sonraki için teşkil ettiği nedenselliği vesileye çevirmek demektir. Sudûr teorisinin vesileci sudûr anlayışına dönüştürülmesi İbnü’l-Arabî’nin “yaratmak” anlamında kullandığı tecellî, zuhur, sudûr, hurûc, îcâd, ihtira‘, tasvir gibi pek çok kavramı açıklamaya imkân verir (Demirli, İslâm Metafiziğinde Tanrı ve İnsan, s. 177). Ayrıca İbnü’l-Arabî, Eş‘arîler gibi yaratılış konusunu durağan bir iş veya bir defada olmuş bir hadise olarak görmez. Ona göre âlem her an yenilenen veya yeniden yaratılan arazlardan meydana gelir (Fusûsu’l-hikem, s. 169). İbnü’l-Arabî, Eş‘arîler’in bu anlayışını iki açıdan çelişkili bulmaktadır. Birincisi değişimin ardındaki sürekliliği açıklayamaması, daha tutarlı olan ikincisi de sürekli değişen arazlardan oluşan âlemin toplamını değişmez saymasıdır. İbnü’l-Arabî bir araz hakkında verdiği hükmü bütün âleme teşmil ederek, “Bütün âlem her an yeniden yaratılır” der (a.g.e., s. 169).
” der (a.g.e., s. 169).
Yaratmanın her an yeniden gerçekleştiğini kabul eden sûfîler “tecdîd-i halk” fikrini savunmuştur. Tecdîd-i halk Eş‘arîler’in cevher-araz görüşüyle irtibatlıdır ve kavram daha önce onlar tarafından kullanılmıştır. Sûfîlerin tecdîd-i halk telakkisini Eş‘arîler’in görüşünden ayıran nokta teceddüd-i emsâl ve bu tabirin bağlı olduğu a‘yân-ı sâbite fikridir. Her şey yeniden yaratılırken sürekliliği sağlayan şey İbnü’l-Arabî’ye göre yaratmanın teceddüd yoluyla gerçekleşmesidir. İbnü’l-Arabî’ye mahsus olan teceddüd-i emsâl fikri yine ona ait olan a‘yân-ı sâbiteden çıkmıştır. A‘yân-ı sâbite, İbnü’l-Arabî’nin yaratılış düşüncesinin, “Varlık olmak bakımından varlık Hak’tır” esasından sonra dayandığı ikinci önemli kavramdır ve her şeyin ilm-i ilâhîde
cilt: 43; sayfa: 331
[YARATMA - Ekrem Demirli]
sabit olan hakikati demektir. Yaratılış Tanrı’nın sürekli biçimde bu a‘yân-ı sâbiteye tecelli etmesinden veya kelâmcıların tabiriyle Hakk’ın a‘yân-ı sâbiteyi bilmesinden ibarettir. Bu kavramın yaratılışla ilgili diğer bir yönü de yaratılışın, yani bir zaman içinde gerçekleşen hudûsun ezelle ilişkili olmasıdır. Zira her şey kadîmde bir taayyüne sahiptir ve her şey ezeldeki haline göre dışta varlık kazanmaktadır. Bu yaklaşım kısmen Mu‘tezile’nin ma‘dûmât, kısmen İslâm filozoflarının mahiyet fikriyle irtibatlı olsa da genelde Eş‘arîler’in sıfatlar teorisiyle ilgilidir. İbnü’l-Arabî’ye göre sudûrun ortaya çıkardığı bazı sorunlar da ancak a‘yân-ı sâbite ile çözülebilir. A‘yân-ı sâbite sürekli olarak ilâhî ilimdedir ve dıştaki âlem a‘yân-ı sâbitenin gölgelerinden ibarettir.
İbnü’l-Arabî yaratılışın gayesi meselesini de ele almıştır. Ona göre âlem bir maksat için var olmuştur. Ancak İbnü’l-Arabî bu görüşlerini açıklamak üzere bazı âyetleri, bir kısmı zayıf veya mevzû olan hadisleri yorumlamıştır. Buradan hareketle sûfîler “kenz-i mahfî” tabirini üretmişlerdir. Bu kavram, “Ben gizli bir hazine idim, tanınmayı murat ettim; mahlûkatı yaratıp kendimi tanıttım, böylece onlar da beni tanımış oldu” anlamındaki rivayete dayanmaktadır (bu rivayetin mevzû oluşu hakkında ittifak edilmiştir, bk. Aclûnî, II, 155). Vahdet-i vücûd merkezinde gelişen tasavvuf düşüncesinde bu kavram Tanrı’ya işaret eder. Bu tabir ekseninde dile getirilen düşünce âlemin varlık sebebini ilâhî kemalin feyezanı şeklinde görmektir ve bu düşünce bir ölçüde sudûr teorisinin kemal-mükemmel fikriyle irtibatlı görünmektedir. İnsan bu maksadın gerçekleşmesinin vasıtası sayılır. İbnü’l-Arabî insanın bu yönünü anlatmak için, “İnsan ilk maksatla amaçlanan varlıktır” der (Fusûsu’l-hikem, s. 26) ve insanı âlem aynasının cilâsı kabul eder. Burada insandan kastedilen insân-ı kâmil (Hz. Peygamber) olsa da vekâleten bütün insanlar bu kapsama girer. Sûfîler hakîkat-i Muhammediyye, nûr-ı Muhammedî, akl-ı evvel gibi terkipleri bu bağlamda yorumlamışlardır. Yaratılışla ilgili düşüncelerden biri de varlık mertebeleridir. İbnü’l-Arabî’ye göre yaratma veya taayyün belirli mertebelere göre ortaya çıkar. Mertebeler düşüncesi “bir” ile “çokluk” sorununu açıklamayı hedefler ve her mertebeyle ilgili çeşitli sorunlar üzerinde durulur (DİA, XX, 500). Mertebeler fikri özellikle tecerrüd, fenâ, mi‘rac gibi tasavvufî bilginin merkezî kavramlarını açıklamada belirleyici rol oynar. Bu sebeple bir insanın kemale ermesi demek olan mi‘rac veya terakkî yolculuğu bütün yaratılış mertebelerini geçerek ilk taayyün mertebesine dönmesiyle gerçekleşir.
BİBLİYOGRAFYA:
Kelâbâzî, Taarruf (Uludağ), s. 63, 100; Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtü’l-kulûb: Kalplerin Azığı (trc. Muharrem Tan), İstanbul 1999, III, 94 vd., 152; Hücvîrî, Keşfü’l-maĥcûb (nşr. İs‘âd Abdülhâdî Kındîl), Beyrut 1980, s. 521; Abdülkerîm b. Hevâzin el-Kuşeyrî, Risâle (trc. Dilaver Selvi), İstanbul 2005, s. 234, 345 vd., 355; Sühreverdî, Avârif, s. 194 vd.; İbnü’l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye (trc. Ekrem Demirli), İstanbul 2006, I, 23; a.mlf., Fusûsu’l-hikem (trc. Ekrem Demirli), İstanbul 2006, s. 26, 169, 429; Sadreddin Konevî, Tasavvuf Metafiziği: Miftâhu gaybi’l-cem ve’l-vücûd (trc. Ekrem Demirli), İstanbul 2002, s. 10, 14, 31; a.mlf., Sadreddin Konevî ve Nasireddin Tûsî Arasında Yazışmalar: el-Mürâselât (trc. Ekrem Demirli), İstanbul 2002, s. 64, 72; Aclûnî, Keşfü’l-ħafâǿ (nşr. Yûsuf b. Mahmûd el-Hâc Ahmed), Dımaşk 1421/2000, II, 155; A. Avni Konuk, Fusûsü’l-hikem Tercüme ve Şerhi (haz. Mustafa Tahralı - Selçuk Eraydın), İstanbul 1987, I, 39; Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1992, s. 283; Ebü’l-Alâ el-Afîfî, İslâm Tasavvufu: İslâm’da Mânevî Hayat (trc. Ekrem Demirli - Abdullah Kartal), İstanbul 1996, s. 185; Ekrem Demirli, Sadreddin Konevî’de Bilgi ve Varlık, İstanbul 2005, s. 54, 227; a.mlf., İslâm Metafiziğinde Tanrı ve İnsan: İbnü’l-Arabî ve Vahdet-i Vücûd Geleneği, İstanbul 2008, s. 169 vd., 177 vd., 214; M. Erol Kılıç, “İbnü’l-Arabî, Muhyiddin”, DİA, XX, 500.
Ekrem Demirli
Maturide 'ye göre ayette geçen her ümmete bir şeriat kılınması, önceki ümmetlerin şeriatlerinde olan ya da olmayan, hevalarına uyarak alışkanlık haline getirdikleri bası hususların nesh edilmesi anlamındadır. Bu bakımdan mensuh olan bir hükümle amel etmek haramdır.
İmâm Maturidi.
Uluslararası sempezyum Tebliğler kitabı.sy.193.
Ancak Maturidi'ye göre burdaki nesh, Yahudilerin anladığı şekliyle beda değildir. Zira nesh, bir hükmün uygulanış zamanının sona erdiğinin beyanıdır.
İmâm Maturidi
Uluslararası Sempezyum Tebliğler Kitabı.sy.193.
bed': Başlayış ilk.
bed: 1.Fen, kötü çirkin, yaramaz.2. Kötülük fenalık.3. Ateş tutuşturmaya mahsus yarı yanmış paçavra.
beda: Hayret verici, yenilik ve iyliklerde üstünlük, güzellik.
Osmanlıca Türkçe Lügat.sy.121.
87. A'lâ Sûresi
A’lâ, “en yüce” demek olup sûre Mekke döneminde nâzil olmuştur. 19 âyettir. Adını ilk âyetindeki aynı ifadeden almıştır.
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
1-2-3-4-5. Rabbinin yüce adını tesbih et (“Sübhâne Rabbiye’l A’lâ” de). O (her şeyi) yaratıp düzenine koyan (her şeyi) takdir ed(ip yarat)an ve ona göre de uygun yolu (ilham edip) gösteren,[1] (yemyeşil) otlağı çıkaran, sonra da onu, kararmış/siyahımsı çer çöp haline çevirendir.[2]
6-7. (Resûlüm!) Sana (Kur’an’ı) okutacağız; artık sen asla unutmayacaksın. Yalnız Allah’ın (nesh etmek için) dilediği başka. Çünkü O, açığı da bilir, gizliyi de.
8. Seni en kolay olana muvaffak kılacağız.
9. O halde sen öğüt (ve hatırlatmak)ya fayda verirse, diye öğüt verme (ve hatırlatma işi)ne devam et.
10. (Allah’a) saygısı olan, öğüt alacak (emrine uygun yaşayacak)tır.
11-12-13. Âsî/kötü olan kimse de ondan kaçınacak ama o en büyük ateşe girecektir. Sonra orada o, ne ölecek ne de yaşayacaktır. [krş. 4/56; 20/74; 25/14]
14-15. Doğrusu, hem (günahlardan) temizlenen hem de Rabbinin adını (tesbih, tehlil ve tekbirle) anıp namaz kılan mutluluğa/kurtuluşa ermiştir.
(Bu iki âyette sırasıyla amellerin üç derecesi ve böylece mutluluk formülü verilmektedir.)
16-17. Fakat! (Ey gafiller!) Siz, (geçici) dünya hayatını üstün tutuyorsunuz. Âhiret ise, hem daha hayırlı hem de devamlı (ve sonsuz)dur.
18-19. Muhakkak ki bu (öğütler)[3] evvelki sahîfelerde, İbrahim ve Musa’nın sahîfelerinde de vardır. [krş. 53/36-37]
[1] Her şeyin bir kaderi olduğuna dair bk. 25/2; 54/49.
[2] Âyetteki “ğusâ” kelimesi, sel köpüğü anlamına da gelmektedir. O zaman tercüme şöyle olur: “Sonra da onu (otlağı) siyahımsı bir sel köpüğü haline çevirendir.” Belki uzun zaman sonra bunlar yer altında petrol ve kömür haline gelmiş olabilir.
[3] 14-18. âyetlerde geçen.
91. Şems Sûresi
Mekke döneminde nâzil olmuştur. 15 âyettir. Şems, “güneş” demektir. Adını ilk âyetteki ilgili kelimeden almıştır.
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
1-2-3-4-5-6-7-8. Güneşe ve onun ışığına, (ışık bakımından) onu takip ettiğinde aya,[1] (güneş) açıp parlattığında gündüze, onu(n ışığını) örttüğü zaman geceye, göğe ve onu bina edene, yere ve onu (hayata elverişli olarak) ‘yayıp döşeyene’, her bir nefse ve onu (insan şeklinde) düzenleyene, sonra da ona, hem kötülüğü, hem de ondan sakınmayı/ korunmayı ilham eden (onlara bilme kabiliyeti veren)e andolsun ki!
9-10. O (nefsi)ni (günahlardan)[2] tertemiz yapan, muhakkak kurtulup umduğuna ermiştir. Onu (günahlarla) örtüp gömen de elbette ziyana uğramıştır. [krş. 92/12-18]
11. Semûd (kavmi) azgınlığı yüzünden (peygamberleri Salih’i) yalanladı.
12. Hani onların en bedbaht olanı (mucize olarak verilen deveyi öldürmek için) ayaklanmıştı.
13. Allah’ın peygamberi (Salih) onlara: “Allah’ın dişi devesine ve onun su içmesi (nöbeti)ne dokunmayın.” demişti. [bk. 7/73; 26/155; 54/28]
14. Fakat onu yalanladılar, onu (deveyi) de (ayaklarından biçerek) devirip kestiler. Rableri de onları, günahları yüzünden, (gazabıyla) kırıp geçirdi, orayı dümdüz etti.[3]
15. Bunun sonucundan (yere batırmasından) da, O korkacak değildir.
[1] Ay, hareket bakımından dünyaya, ışık bakımından güneşe bağlıdır. Ayın güneşe uyması ve ona benzemesi de 14-15’inde dolunay günlerinde olur ki doğuşu, güneşin batışını takip eder.
[2] Şirkten, ibadetsizlikten, kötü duygu ve fiillerden.
[3] İnsanlar başıboş yaratılmamıştır. Yaptığı günah işler kimsenin yanına kâr kalacak değildir. İyiliği emir ve kötülükten menetmenin yapılmadığı ve günahkârlığa devam edilen yerlerde, ferdin veya bir grubun âsîliğine karşı, ceza umûmî gelir. [bk. 8/25]
Mekke döneminde nâzil olmuştur. 19 âyettir. İnsanın alak’tan yaratıldığını ifade etmekte ve aynı kelimeyle adlandırılmaktadır.
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
1-2. Yaratan Rabbinin adıyla (Rabbin adına sana okunan şekliyle) oku (ve bildir insanlara).[1] O insanı bir alak’tan (rahim duvarına asılmış zigottan/aşılanmış yumurtadan) yarattı. [bk. 22/5; 23/13-14]
3-4-5. Oku, insana bilmediğini öğreten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin en büyük kerem sahibidir.
6-7. Ama doğrusu insan, kendisini müstağnî (Allah’a karşı ihtiyaçsız) görmesiyle azar (tâğûtlaşır, rablaşır/kendini tanrılaştırır).
8. Şüphesiz dönüş ancak Rabbinedir.
9-10. Gördün mü, namaz kılarken bir kulu men edeni(n hali nice oldu)?
(Kureyş kabilesi içinde önemli bir mevkiye sahip olan ve kendisini yeterli görüp Allah’a ihtiyaç duymayan Ebû Cehil, Hz. Peygamber namaz kılarken boynuna basıp ona engel olmak istemişti. Fakat daha yanına varınca gözüne ateş hendeği ve bazı kanatlılar gözükünce titreyerek geri dönüp kaçtı.)
11. Söyle bana! Ya o (namaz kılan kul) doğru yol üzerinde ise!
12. Yahut takvâyı (Allah’ı tanıyıp O’nu emirlerine uygun yaşamayı) emrediyorsa!
13. Söyle bana! Ya o (biri de hakkı) yalan sayıyor ve (imandan) yüz çeviriyorsa (hali nice olur)?
14. (O,) Allah’ın (her şeyi) gördüğünü bilmiyor mu?
15-16. Sakınsın o. Yok eğer (inkârından ve bu tutumundan) vazgeçmezse, andolsun ki (onu) perçem(in)den, o yalancı, günahkâr perçem(in)den yakalayıp (cehenneme) sürükleriz.
17-18. Artık o (kendisine yardım ede cek) grubunu çağırsın. (Biz de) zebânîleri çağıracağız.
19. Sakın, (seni ibadet ve taatten menedene korkup) boyun eğme; (Allah’a) secde et ve (böylece başkalarına kulluktan kurtulup O’na) yaklaş. [2]
[1] Hz. Peygamber okuma yazma bilmemekle beraber, Arap müşriklerinde okuma yazma vardı. Hatta şiirlerindeki edebî sanat üst seviyede idi. Fakat öğrenimlerinin temelinde “Bismi’l-Lât ve’l-Uzzâ” gibi putlarını anma, onları yüceltme ve onlar adıyla okuma vardı. Bu âyet-i kerîme ile artık putlar ve onları yüceltme adına değil, Allah’ın yüceliğini hâkim kılma ve O’nun adıyla okuma inkılâbı yapılmış oldu. Burada mef’ûl (nesne/okunacak şey) kaldırılmış olduğundan rızasına uygun bütün okumaları da içine almaktadır. İnsanın aklını, düşüncesini aydınlatan fen bilimleridir. Gönlünü, duygularını aydınlatan ise din ilimleridir. Sadece fen bilimleri ile beslenen insan genelde hile, şüphe ve çıkarcılığa yönelir. Ancak din bilimleriyle birlikte insan yücelir, mutluluğa erer.
[2] [Secde âyeti konusunda bk. 7/206]
98. Beyyine Sûresi
Medine döneminde nâzil olmuştur. Sekiz âyettir. Mekke döneminde indiği de söylenir. Beyyine, “açık delil” demektir. Birinci âyette geçen bu kelime sûreye ad olmuştur.
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
1. Ehl-i Kitab olan kâfirler ile müşrikler, kendilerine apaçık bir delil gelinceye kadar (kendi küfürlerinden) ayrılacak değillerdi. [bk. 5/17, 72; 9/30; 13/36]
2-3. (İşte bekledikleri apaçık delil:) Allah tarafından gönderilen, içinde payidar kalacak (doğru) yazılar (hüküm ve bilgiler) bulunduran, (batıldan) arınmış sayfaları okuyan (son) bir Resûldür (ki o da gelmiştir). [bk. 3/105]
4. (Böyle iken) Kitab verilenler ancak kendilerine apaçık delil (Kur’an ve Peygamber) geldikten sonra ayrılığa düştüler.
5. Halbuki onlar, ‘Allah’ı birleyerek’ (O’na) kulluk etmek, bu dini yalnız Allah’a has kılmak,[1] namazı dosdoğru kılmak ve zekâtı vermekten başka bir şey ile emredilmediler. İşte bu da en doğru/sağlam dindir.
6. Şüphesiz ki gerek Ehl-i Kitab’dan, gerek (Allah’tan başkalarına bağlanıp onları tabulaştırarak/ilâhlaştırarak) müşriklerden olsun (böylece) küfre sapanlar/kâfirlikte kalanlar, içinde devamlı kalmak üzere cehennem ateşindedirler. İşte halkın en kötüsü/en şerlisi, onlardır. [krş. 2/165]
7. Doğrusu iman edip de sâlih amel işleyenler, işte yaratılanların en iyisi onlardır.
8. Rableri katında onların mükâfatları, içinde devamlı kalacakları, alt tarafından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Allah onlardan razı olmuş, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. Bu (mükâfat), Rabbine (itaatle) içi ürpererek saygı gösteren kimselere mahsustur. [krş. 89/27-30]
[1] Dini Allah’a has kılmak/dinde ihlaslı olmak; dini, kendine veya başkalarına göre değil, Allah’ın emrine uygun yaşamak, O’nun emrine aykırı olan emirleri ondan üstün tutmamaktır. Aynı zamanda akla ve nefse uygun gelen şekli ile algılanan ve yaşanan İslâm da, Ehl-i Kitab’ınki gibi, Allah’ın dini olmaktan çıkar. [bk. 1/4; 39/2-3]
103. Asr Sûresi
Mekke döneminde nâzil olmuştur. Üç âyettir. Adını ilk âyetteki aynı kelimeden almıştır.
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
1-2. Asra[1] yemin olsun ki muhakkak insan kesin bir ziyan içindedir.
3. Ancak iman edip de sâlih (sevaplı) amel (ve hareket)lerde bulunanlar, hem de birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler hariçtir (onlar ziyandan kurtulmuşlardır).
(Ashâb-ı kirâm bu sûreyi okumadan birbirlerinden ayrılmazlardı. Hakkı tavsiyede iyiyi, doğruyu ve tevhidi; sabrı tavsiyede ise ibadetlere devamı, nefse uymamayı ve ilâhî imtihanlara katlanmayı tavsiye vardır. İmam Şâfiî şöyle der: “Kur’an’da başka hiçbir sûre nâzil olmasaydı, şu kısacık sûre bile insanların dünya ve âhiret saadetini temine yeterdi.”)
[1] Yüksek fazîletleri dolayısıyla ikindi namazına, yahut Peygamberimiz’in asrı olan saadet çağına veyahut da dehre (sürekli zaman) (Beydâvî; Celâleyn).
104. Hümeze Sûresi
Mekke döneminde nâzil olmuştur. Dokuz âyettir. Hümeze, “birini arkasından durmadan çekiştirip inciten kimse” demektir.
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
1-2. (İnsanları) arkadan çekiştir(ip küçük düşür)en, (el, kaş ve göz işaretleriyle) alaycı davranışta bulunan her kişinin vay haline! O ki malı toplayıp durmadan sayar. [krş. 49/11-12]
3. (O,) malının kendisini (dünyada) ebedî bırakacağını (şöhretin servetle olacağını) zanneder.
(Âhirette hesabı unutur, serveti için her türlü yolu meşru görür.)
4. Hayır! Andolsun ki o, (maddeperest olduğu için hakaretle fırlatılıp) Hutame’ye atılacaktır.
5. Bilir misin Hutame nedir?
6-7. (O,) (acısı) tâ yüreklere işleyecek, Allah’ın tutuşturulmuş (asla sönmez) ateşidir.
8-9. Onlar uzatılmış sütunlar içinde (bağlı) oldukları halde, o (ateşin kapısı) onların üzerine kapatılmış (olacak)tır.
109. Kâfirûn Sûresi
Mekke döneminde nâzil olmuştur. Altı âyettir. Kâfirlere hitapla başladığından bu adı almıştır.[1]
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
1. (Resûlüm!) De ki: “Ey kâfirler! (Ey İslâm karşıtları!)”
2. “(Sizin) tapmakta olduklarınıza ben tapmam.”
3. “Siz de (aslında benim) ibadet ettiğime ibadet/kulluk edecek değilsiniz.”
4. “Zaten ben (sizin) taptığınız şeylere asla tapacak değilim.”[2]
5. “Siz de (aslında benim) ibadet ettiğime ibadet/kulluk edenlerden değilsiniz.”
6. “Sizin (batıl) dininiz size, benim (hak olan) dinim de banadır.”
(İslâm’ın tebliğine/insana ulaşmasına, onun hayata geçirilmesine engel olunmadıkça ve saldırılmadıkça prensip böyledir. Yoksa dinlerini onaylamak için değildir.)
[1] Ebû Cehil ile bazı Kureyş müşrikleri, Resûlullah’a amcası aracılığıyla cazip teklifler yapmışlar, “İsterse kendisine başkanlık verelim. Yeter ki putlarımıza söz söylemesin. Bir yıl o bizim putlarımıza tapsın/saygılı olsun; bir yıl da biz onun Allah’ına ibadet edelim.” demişlerdi. İşte inen bu sûre ile Allah Resûlü onlara Allah’ın red cevabını bildirdi. Putlara saygı ve tapınma ile beraber uzlaşmacı ve tavizci beraberliğe girmedi. O’na, şirke girmemek için Allah’ın hâkimiyetine, Rabliğine/tevhide aykırı bulunan şeylerde hiçbir taviz ve uzlaşma ruhsatı verilmemiştir. Resûlullah’ın tatbikatı da bu olmuştur. Fakat bundan sonra müşrikler daha sertleşmeye başladılar. Zaten bütün peygamberlerin mücadelesi, dinsizlerden ziyade, Allah’ın varlığını kabul ettikleri halde tâğûtlara kulluk eden, fikrî veya şeklî putları yücelten, onları öne geçiren şirk dini mensuplarıyla olmuştur.
[2] “Allah var” deseniz bile. [10/31; 23/84-89]
112. İhlâs Sûresi
Mekke döneminde nâzil olmuştur. Dört âyettir. Kur’an’ın ve İslâm’ın özü olan sûredir. Bu sebeple bu adla anılmıştır.
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
1. De ki: “O Allah, birdir.”
2. Allah Samed’dir (her varlık O’na muhtaçtır, O hiçbir şeye muhtaç değildir, başvurulup yardım istenilecek tek varlık O’dur).
3. (O) baba olmadı ve doğmadı da.[1]
4. Hiçbir şey O’na denk (ve benzer) değildir.
(Allah, zât-ı ulûhiyetinde, mülkünde, kudretinde, hükmünde, hâkimiyetinde ve bütün sıfatlarında birdir. Eşi, dengi ve benzeri yoktur.
Bu sûrenin bir adı da Tevhid sûresidir. Bundan dolayı hadîs-i şerîfte, İhlâs sûresinin, Kur’an’ın üçte birine denk olduğu bildirilmiştir.)
[1] İncillere hıristiyanlarca yazılan: “Allah babadır, oğul Allah da İsa’dır.” şeklindeki küfür ve şirk inancı bu âyetle reddedilmiştir. Allah ezelî ve ebedîdir. O, ne doğmuş çocuk olarak aciz bir varlık ne de çocuğa muhtaç bir varlıktır. O, Samed’dir.
Bu ve sonraki sûre Medine’de nâzil olmuştur.[1] Beş âyettir. Adını içerisinde geçen “felak” kelimesinden almıştır. Bu ve bundan sonraki sûreye, birlikte “el-Muavvizeteyn” denilir. Allah’a sığınmayı ifade eder.
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
1-2-3-4-5. (Resûlüm!) De ki: “Yarattığı şeylerin şerrinden, karanlık çöktüğü zaman gecenin (içinde işlenenlerin) şerrinden, düğümlere üfleyen (büyücü)lerin şerrinden ve hased et(meye başla)dığı zaman hasetçinin şerrinden, tanyerini ağartan Rabbe sığınırım.”
(Haset, insanı huzursuz eder ve ahlâkı bozar. Resûlullah (sas.): “Haset etmekten (çekememezlikten) sakının. Çünkü ateşin odunu/otu yediği gibi haset de iyi amelleri yer bitirir.” buyurmuştur.)
[1] Bu sûrelerin Mekkî olduğu da söylenmiştir. İbni Abbas ve Katâde’den gelen rivayete göre Medine’de nâzil olmuştur. Bu her iki sûre varlıkların kötülüklerinden, büyücülerin ve çekemeyenlerin şerrinden korunmak için de okunur ve onlar okunarak Allah’a sığınılıp güvenilir.
114. Nâs Sûresi
Medine’de nâzil olmuştur. Altı âyettir. Adını içerisinde geçen “nâs” kelimesinden almıştır.
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
1-2-3-4-5-6. (Resûlüm!) De ki: “İnsanların gönüllerine vesvese veren (günaha teşvik eden, ibadetlerden alıkoyan, Allah’a sığındıkça geri çekilen) o sinsi vesvese verici insan ve cin (şeytanlar)ın şerrinden insanların Rabbine, insanların melikine (hükümdarlar hükümdarına ve sahibine), insanların (Allah’ı olan) İlâh’ına sığınırım.”
(Sûrede görüldüğü gibi Allah: Rab’tır, Melik (hükümran)’dır ve İlâh’tır. Ancak böyle inanmakla Allah’a inanılmış olunur.)
Ayrilik muhabbete zarar vermez. Bir daha dunyaya gelirsek farsca okurduk mahmud efendi
Beyazid Bestami hz murakabadayken selam verdiler. Almadi. Bitirdikten sonra aldi son anlarindaydi
Fare deligini tika sonra ambara bugday taşi
Carsafi bozanlarla harp ederiz Mahmud Efendi hz (ks)
İmami Azama haber geldi bir koyun calindi. Bu yuzden 16 sene et yemedi
Mecunun el pence divane durur sorarlar neden boylesin. Leylanin koyünden 1 kopek gecti ondan dedi.isra surasinin subhanallah diye baslamasinin sebebi Rasulullah (s.a.v.) miracinda Allah Tealanin mekandan munezzeh noksanliklardan munezzeh olasina dikkat cekilmistir
Musa as tevrat Cibril as olmaksizin indirildi Kelimullah oldu. Acikmak ilmine perdedir.
Tasavvufta İmam Rabbani (ks) besmelenin besinin noktasina 24 mana vermistir.
Kurani kerim portakal gibidir. Biz sıktık posasını attik Mevlana suyu (tefsiri) ( posasi mealcilik) mutesabih ayetlere mana veremeyiz.
70 yil ibadet bir anlik murakabaya denktir. Anani babani tanimadigin o kiyamet gununde mürşid muridi kalbindeki deliklerden taniyacak. (Allah derdinden) bir adam ayiyi vurmak istedi sonra bu ayiyi tekrar tekrar ates etmekle onu anca oldurebilirsin.
Sohbet dinlemeklede nefis boyle yenilir. Anlayalim anlamayalim hergün kudsiyye okuyalim. Kudsiye okuyanda Evliyalik alameti vardir.( Ali haydar Efendi)
Arapca alimi mektubattan 50 sayfa okumus. Hicbir sey anlamadim demis İmami Rabbani hz Mektubatini Arapca bilen alamaz tarikati bilen anlar. Fenafillah olana hediye olarak ilmi ledün verilir. Namaza doyamayan insanin ruhu mirac etmistir.
Bu kapiya calismakla gayret etmekle olmaz sadiklikla olur. Sadiklik: rabita yapmak sozunu tutmak eski ummetler 100.000 lailaheillallah 'i 12 saatte cekiyordu. Kiyamet sabahina kadar bu hizmetler devam edecek Ruhla hizmet devam edecek
Emir etmek iyi degil. Sizin birinizi dünyalara değismem Efendi hz ks
Harflere dökülen bütün ilimler sûretadır.( Sukutun faziyetini 3 sat anlatmak gibi)cah
Bene takilan karşisindakine zarar verir. Usulsuz vusul olmaz. Allah feyzi gostermek icin bizi yaratti. Akil akil olsaydi adi gönül olurdu gönül gönlü bulsaydi bozkirlar gül olurdu. Nfk
Allahu Teala Dunyayi yarattiginda kainata kurani oğretti. Kuranin tesir ettigi her sey dönüyör. Tesirle döndüğü için kimse kimseye zarar vermiyor. Hirada ilk vahyden once Rasulullah sav in kalbine 40 gün gizli gizli bir sekilde indirildi.
Sözü söylemeden önce kalbine indirsin. Fuat kalbin gozune denir kalp gözünün yöz bebeği kalblerin gunesi asla batmaz.
İlk kadin Mutasavvife hz Fatima ra dir insan kuranin ikizidir. 4 kitaptada takke var.
Yine denild ki: ilimde rasih olan demek, ilminde şu dört şey bulunan kimse demektir:
1- Allah c.c.ile kendisi arasında takvâ.
2- Mahlukat ile kendisi arasında tevâzu,
3- Dünya ile kendisi arasında zühd,
4- Nefsiyle kendisi arsında mücâhede.
Tevhide Giriş.
Hace Muuhamed Parsâ
Pars korumak demektir.Sonndaki elif, nisbet ifâde eder.Bu yüzden parsa "nefsini günahlardan koruyan"demektir.
sy.23.
Ahlakin en güzel tanimi Seyh Ebh Sehlin
İtirazdan yüz çevirmektir.
İlim gaye değildir araçtır.
Onemli olan güzel insan olabilmektir. Ilimde boş Mahmud Esad Coşan
Bu ayet bağlamında Mâturidi, dinin aslında ilk peygamberden itibaren değişmediğini ancak her ümmete verilen şeriatın Allah c.c.ın bir imtihanına yönelik olarak bazı taraflarının değişebileceğini dile getirmektedir.
İmâm Maturidi
Uluslararası Sempozyum Tebliğler Kitabı sy.193
Cennetin İsimleri. Kur’ân-ı Kerîm’de müfred, tesniye ve cemi şekilleriyle 147 defa geçen cennet kelimesi yirmi beş yerde dünyadaki bağ bahçe, altı yerde Âdem ile Havvâ’nın iskân edildiği mekân, bir yerde Hz. Peygamber’in, yanında Cebrâil’i gördüğü sidretü’l-müntehânın civarında bulunan me’vâ cenneti (en-Necm 53/13-15), diğer yerlerde de âhiret cenneti anlamında kullanılmıştır (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “cennet” md.). Cennet çeşitli hadislerde de hem bahçe hem âhiret cenneti anlamında yer almıştır. İslâm literatüründe cenneti ifade etmek üzere kullanılan isimleri şu şekilde sıralamak mümkündür:
1. Cennet. Ebedî saadet yurdunu ifade etmek üzere Kur’ân-ı Kerîm’de, muhtelif hadislerde ve diğer İslâmî eserlerde yer alan isimler içinde en çok kullanılan, içindeki bütün mekân ve imkânları kapsayacak şekilde muhtevası geniş olan bir terimdir. İslâm literatüründe ebedî saadetle ilgili vaadler, özendirici anlatım ve tasvirler genellikle cennet ismi etrafında yoğunlaşmış, dil ve edebiyat alanında da daha çok bu kelimeye yer verilmiştir. Diğer isimler tekil olarak kullanıldığı halde cennetin çok sayıdaki âyette çoğul şekliyle de (cennât) yer alması, saadet yurdunun belli bir bölgesinin değil tamamının adı olduğunu gösterir. “Bol su kaynaklarına sahip bulunan yeşil bahçe” anlamındaki ravza cennât kelimesine muzaf olduğu gibi (eş-Şûrâ 42/22) bir âyette cennet kelimesi yerine tek başına da kullanılmıştır (er-Rûm 30/15). Cennetü’l-huld ile cennetü’l-me’vâ terkiplerini her ne kadar bazı âlimler müstakil birer isim telakki etmişlerse de (bk. İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 142; L. Gardet, II, 447) bu terkiplerde yer alan “huld” (ebediyet) ile “me’vâ” (sığınılıp barınılacak yer) kelimeleri cenneti niteleyen tamamlayıcı kavramlardır. “Müttakiler emin bir makamda, cennetlerde ve pınar başlarında olacaklardır” (ed-Duhân 44/51-52) meâlindeki âyette yer alan makam-ı emînin de müstakil bir isim olarak kabul edilmesi isabetli görünmemektedir. Çünkü ikinci âyet makam-ı emînden cennetin kastedildiğini açıklamakta ve böylece iki âyet birbirini tamamlamaktadır. Sâd sûresinde müttakilere “hoşa gidecek bir yuva” vaad eden âyetteki hüsn-i meâbın (38/49) ebedî saadet yurdunun müstakil bir adı olmayıp sadece adn cennetini nitelediği bir sonraki âyetten anlaşılmaktadır.
2. Cennetü’n-naîm. Bu terkip on âyetin üçünde tekil, diğerlerinde çoğul şekliyle (cennâtü’n-naîm) geçmektedir. Arapça’da “refah, huzur, mutlu hayat” anlamına gelen ni‘met kelimesinden daha kapsamlı bir muhtevaya sahip olan naîm, insana mutluluk veren maddî ve mânevî bütün güzellikleri ifade etmektedir. Buna göre cennâtü’n-naîm “mutluluklarla dolu cennetler” mânasına gelir. Naîm kelimesinin bir âyette cehennemin isimlerinden olan cahîmin mukabilinde kullanılması (el-İnfitâr 82/13), diğer bir âyette de cennetle ilgili tasvirin baş tarafında tek başına yer alması (el-Mutaffifîn 83/22), onun cennet isimlerinden biri gibi kabul edilebileceğini göstermektedir.
3. Adn. En belirgin anlamı ile “ikamet etme” veya “ikamet edilen yer” demek olan adn, on bir âyette cennât kelimesiyle birlikte tekrarlanarak (cennâtü adn) “ikamet edilecek cennetler” mânasında kullanılmıştır. Adnin cennetin belli bir bölümünün adı olduğunu veya çoğul şeklinde kullanılışına bakarak onun tamamını ifade eden bir isim durumunda bulunduğunu söylemek mümkündür (bk. ADN).
4. Firdevs. Arapça’ya Farsça’dan girmiş olması muhtemel olan firdevs kelimesi, özellikle “içinde üzüm bulunan bağ bahçe” anlamına gelir. Bir âyette cennât kelimesiyle (el-Kehf 18/107), bir âyette de “âhiret cenneti” mânasına tek başına (el-Mü’minûn 23/11) kullanılmıştır. Firdevs cennetin tamamını ifade eden bir isim olabileceği gibi onun ortası, en yüksek ve en değerli bölgesinin özel adı da olabilir (bk. FİRDEVS).
5. Hüsnâ. İyilik yapanlara Allah tarafından daha büyük bir iyilikle karşılık verileceğini, ayrıca buna bir de ilâve (ziyade) yapılacağını ifade eden âyetteki (Yûnus 10/26) hüsnâ (daha güzel, daha iyi, en güzel, en iyi) kelimesinin cennet anlamına geldiği müfessirlerin büyük çoğunluğu tarafından kabul edilmiştir. Bunlara göre aynı âyetteki “ziyade”den maksat da cennette Allah’ı görme şerefine nâil olmaktır (Taberî, XI, 73-76). Hüsnâ kelimesine bu âyetin dışında yer aldığı on civarındaki âyette de bu mânayı vermek mümkündür.
6. Dârüsselâm. “Maddî ve mânevî âfetlerden, hoşa gitmeyen şeylerden korunmuş olma” mânasındaki selâm ile “ev, yurt” anlamındaki dâr kelimesinden oluşan bu terkip iki âyette cennetin adı olarak zikredilmiştir (el-En‘âm 6/127; Yûnus 10/25). Cennetin esenlik yurdu olduğu şüphesizdir. Allah’ın seçilmiş kulları olan müminlerin ölüm sonrası hayatlarının hem kendi aralarında, hem de kendileriyle melekler ve Allah arasında geniş kapsamlı bir “selâm” kavramı içinde sonsuza kadar sürüp gideceği ondan fazla âyette ifade edilmiştir (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “selâm” md.). Râgıb el-İsfahânî, gerçek esenliğin ancak cennette bulunabileceğini, çünkü sonsuz sürekliliğin, ihtiyaç bırakmayan zenginliğin, zillete yer vermeyen şeref ve üstünlüğün, ârızasız bir sıhhatin sadece orada mevcut olduğunu söyler” (el-Müfredât, “slm” md.).
7. Dârülmukāme. “Asıl durulacak yer, ebedî ikamet edilecek yurt” mânasındaki bu terkip de cennete girenlerin Allah’a hamd ve şükür sırasında bulundukları mekân için kullanacakları bir tabir olmalıdır (bk. Taberî, XXII, 92).
Diğer İsimleri. “Ev, konak, şehir, ülke” anlamına gelen dâr kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’de ed-dârü’l-âhire, dârü’l-âhire (âhiret yurdu), âkıbetü’d-dâr, ukbe’d-dâr (dâr-ı dünyanın sonu) terkipleriyle ve müfessirlerin çoğunluğuna göre bir âyette (Sâd 38/46) tek başına cennet anlamında kullanılmıştır (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “dâr” md.; Taberî, XXIII, 110-111). Bu tür kullanımlar, asıl huzur ve saadet ülkesinin mümin kullar için yalnız âhiret yurdu olduğu esasına dayanmaktadır. Mutaffifîn sûresinde iyilerin amel defterlerinin illiyyîn*de olduğu ifade edilmektedir (83/18). Bazı müfessirler, muhtemelen cennetin yükseklerde bulunduğu genel telakkisine dayanarak illiyyîni cennetin isimlerinden biri olarak kabul etmişlerdir. Ancak Taberî’nin de belirttiği gibi (Câmiʿu’l-beyân, XXX, 65-66) “yükseklikler” mânasına gelen illiyyînin cennetten ibaret olduğunu söylemek için elde güçlü bir delil mevcut değildir. Nitekim ilgili âyetin devamında illiyyîn, “gözde meleklerin müşahede ettiği yazılmış kitap” şeklinde açıklanmaktadır. İbn Kayyim el-Cevziyye’nin, Kamer sûresinin son âyetinde yer alan mak‘adü sıdk (54/55) terkibini cennet isimlerinden biri olarak kabul etmesi de (Hâdi’l-ervâh, s. 146) isabetli görünmemektedir. Çünkü bir önceki âyette müttakilerin cennetlerde bulunacağı ifade edildiğine göre “hak meclisi veya yüksek makam” anlamındaki mak‘adü sıdk da cenneti niteleyen bir tabir olmalıdır. “Konak, köşk” mânasına gelen gurfe (çoğulu guref, gurufât) kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de cennetle birlikte ve onun bölümleri anlamında kullanıldığı gibi cennet adının yerine tek başına da kullanılmıştır. Bundan başka ecr (mükâfat, sevap), rahmet, rahmetullah, rızkun kerîm (değerli nimet) kelime ve terkipleri de bulundukları âyetlerin anlatım özelliklerine göre cennet mânasını ifade etmektedirler.
Tasviri. Başta Kur’ân-ı Kerîm olmak üzere İslâm literatüründe cennet tasvirleriyle ilgili metinler çok geniş hacimlere ulaşmakta ve cehennemle ilgili tasvirleri aşmaktadır. Bu durum, hâlik ile mahlûk arasındaki münasebet ve insanın kâinat içindeki yeri konusunda İslâm’ın benimsediği ana temanın bir gereği olmalıdır. Çünkü ilâhî ruhtan üflenerek yaratılan insana İslâm’ın ilk emri (okumak) tebliğ edilirken ulu yaratıcının sonsuz lutuf ve kerem sahibi olduğu bildirilmiştir (el-Alak 96/1-5). İslâm’ın öğretisine göre Allah ile kul arasındaki münasebetin odak noktası Allah nezdinde rahmete, kul seviyesinde tâzime dönüşen sevgiden ibarettir. Allah kâinatın yaratıcısı ve yöneticisidir; insan ise Kur’an’da göklerin ve yerin hizmetine verildiği merkezî varlık olarak tanıtılmıştır. Ancak Allah’ın, insana olan sevgisinin rahmete dönüşüp yine insana yönelmesi bakımından ulûhiyyet âleminde hiçbir aksama olmazken insanın tâzim duygularında bozulmalar vuku bulması yüzünden ilâhî rahmet alanının dışına çıkılmaktadır. Bunun için olacaktır ki İslâm’ın insana yönelik ikinci hitabı uyarılmak (inzâr) şeklinde olmuş ve ondan kalbini ilâhî rahmeti kabullenecek hale getirmesi istenmiştir (el-Müddessir 74/1-4; bk. Taberî, XXIX, 91-92). Kurân-ı Kerîm’de Hz. Muhammed ve diğer peygamberler için daha çok “müjdeleyici ve uyarıcı” (beşîr ve nezîr) kavramları kullanılarak müjde ve rahmetin esas olduğuna işaret edilmiştir. Aslında uyarmanın gayesi patalojik korku ve dehşete sevketmek değildir; aksine önceden varılan bir anlaşmanın gereği olarak muhatabın üstlendiği şerefli görev ve sorumluluğu ona hatırlatmaktan ibarettir.
Cennetin tasviri konusu ile tefsir, hadis ve kelâm âlimleri meşgul olduğu gibi tasavvuf ehli, edebiyatçılar, geniş halk kitlelerine hitap etmeyi amaçlayan eğitimciler de ilgilenmişlerdir. Cennet, insanlık tarihi boyunca ardı arası kesilmeyen dünya sıkıntıları içinde kıvranan, hayattan zevk alamayan, idealindeki mutluluğu yaşadığı düzen içinde bulamayan insanların özlediği bir âlem olmuştur. Bu sebeple birçok müellif tarafından yapılan cennet tasvirlerinin bir kısmı naslara dayalı olmaktan çok kendi ideal veya hayallerinin ürünü niteliğinde olmuş ve özledikleri mutluluk âleminin çizgilerini taşımıştır. Mutahhar b. Tâhir el-Makdisî, cennet ehlinin cinsî hayatıyla ilgili olarak Hz. Peygamber’e ve tâbiînden Hasan-ı Basrî’ye yöneltildiği rivayet edilen sorulara verilen cevapları içeren bazı metinleri zikrettikten sonra bu tür rivayetleri, halk arasında yaygın olduğu ve bu sebeple de doğruluklarını ispat edecek belgelere gerek görülmediği için kaydettiğini söylemek suretiyle (el-Bedʾ ve’t-târîh, I, 191-193) cennet tasvirinin bu özelliğine işaret etmektedir. Muhyiddin İbnü’l-Arabî, sekiz dolgun sayfalık bir hacme varan ve Hz. Ali yoluyla Resûlullah’a kadar ulaştığı ileri sürülen benzer bir metni naklederken (el-Fütûhât, IV, 436-447; V, 78-82), Şa‘rânî de el-Yevâkıt ve’l-cevâhir’in sonunda cennetin kuruluşunu ve cennet hayatını konu edinen on iki sayfalık sorulu-cevaplı açıklamalarını yaparken aynı bakış açısını benimsemişlerdir. Mârifetnâme sahibi Erzurumlu İbrâhim Hakkı’nın, sekiz cennetin tasviri sırasında on satırlık bir metin içinde on dört defa 70.000 sayısını tekrar ederken herhangi bir nassa dayanmış olması mümkün değildir. Bu sebeple on asrı aşkın bir zaman dilimi içinde müslüman müelliflerin çeşitli maksatlarla kaleme almış oldukları eserlerde cennetin (ve dolayısıyla cehennemin) tasviriyle ilgili açıklamalarının tamamını İslâm’a mal etmek doğru değildir. Carra De Vaux’nun, İslâm telakkisi çerçevesinde cennet tasviri yaparken sekiz katlı piramit veya koni şeklindeki yapılardan başka “cevherler denizi, lutuf denizi, rabbin denizi” gibi ünitelerden söz etmesinin dayanağı (EI, II, 1015), herhalde söz konusu rivayetler türünden eserler olmuştur.
Kur’ân-ı Kerîm’de cennet tasvirine dair âyetler (daha çok Rahmân, Vâkıa, İnsân ve Gāşiye sûrelerinde) cehenneme dair olanlara nisbetle daha fazladır ve epeyce bir yekün tutmaktadır. Hadis olarak rivayet edilen metinlerin içinde sahih olanlar genellikle cennete girmeyi gerektiren veya oradan mahrum olma sonucunu doğuran hareket ve davranışlarla cennet ehlinin vasıflarını konu edinmiştir (meselâ bk. Miftâhu künûzi’s-sünne, “el-cenne” md.). Ebû Nuaym el-İsfahânî, cennetle ilgili olarak rivayet edilen hadisleri bir araya getiren eserinde 454 kadar metni senedleriyle birlikte kaydetmiştir. Ancak A. Rızâ Abdullah tarafından ilmî neşri yapılan eserin dip notlarında da görüleceği gibi tasvirle ilgili rivayetlerin çoğu zayıf hadis grubuna girmekte, bir kısmı da mevzû kabul edilmektedir. Söz konusu eser bu yönüyle Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî ve Süyûtî gibi müelliflerin mevzû hadis kitaplarında da bazı değerlendirmelere konu teşkil etmiştir (Ebû Nuaym, I, 8). Cennet tasviriyle ilgili bazı rivayetlerin tâbi tutulduğu değerlendirmeler İbn Kayyim el-Cevziyye’ye ait Hâdi’l-ervâh, ile (meselâ bk. s. 267-334) İbn Kesîr’e ait en-Nihâye’de de (bk. II, 390-391, 399, 411, 465) görülmektedir. Şüphe yok ki duyu organlarının ve akıl yürütme alanlarının tamamen dışında kalan ve yegâne bilgi kaynağı nakilden ibaret olan âhiret hayatı, cennet ve cehennemle ilgili rivayetlerin sahih ve güvenilir olması vazgeçilmez bir zarurettir.
Dinler tarihine dair araştırmalar, hemen her din ve inanç sisteminde ölüm sonrası hesaplaşmanın, ceza veya mükâfatın varlığının kabul edildiğini göstermiştir (yk.bk.). İslâm’dan önce Araplar’ın inancında da bu telakki mevcut olmakla birlikte Câhiliye edebiyatında cennet ve cehennem tasvirlerini dile getiren anlatımlar mevcut değildir. Ümeyye b. Ebü’s-Salt’a nisbet edilen bir şiirdeki tasvirler ise şüphe ile karşılanmaktadır (bk. Makdisî, I, 202-203; krş. Cevâd Ali, VI, 678-680). Carra De Vaux gibi bazı şarkiyatçıların Kur’an’daki cennet tasvirlerini, Hz. Muhammed’in ve “onun bilinmeyen üstatları”nın hıristiyan minyatür ve mozaik sanatında yer alan melek figürlerinden etkilenmesiyle açıklamaya çalışmaları, tarihî gerçekler ve Kur’an’ın erişilmez anlatım gücü karşısında gülünç iddialar seviyesinde kalmaktadır.
Geniş halk kitlelerine hitap etmeyi amaçlayan vaaz ve irşad kitapları ile derunî duyuş ve sezişleri yansıtan telakkiler bir yana, genel olarak İslâm bilginlerinin cennet tasviri hakkında benimsedikleri görüş onun mahiyetinin bilinemeyeceği şeklindedir. Çünkü mümin kullar için âhiret hayatında hazırlanmış mutluluk vesilelerinin hiç kimse tarafından tahayyül edilemeyeceğini ifade eden âyetten başka (es-Secde 32/17) kudsî hadis olarak rivayet edilen meşhur metin de bu hususu açıkça belirtmektedir: “Ben sâlih kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir beşer zihninin tasavvur edemeyeceği mutluluklar hazırladım” (Buhârî, “Tefsîr”, 32/1; Müslim, “Cennet”, 2-5). Dünya hayatında beş duyu ve akıl alanlarındaki idrakler tabiat şartlarıyla kayıtlı olduğuna göre naslarda geçen tasvirleri aynı şartlar çerçevesinde veya hayal gücüyle değiştirerek algılamak gerekir. Nitekim bazı âyetlerde, cennet ve nimetleriyle ilgili dünya ve âhiret idrakleri arasında benzerliklerin bulunduğu ifade edilmiştir (bk. el-Bakara 2/25; Muhammed 47/6). İbn Abbas’tan yaygın olarak rivayet edilen, “Cennette isimlerden başka dünyayı andıran hiçbir şey yoktur” (Makdisî, I, 194) ifadesi, ikisi arasındaki mahiyet farklılığını belirten bir söz olsa gerektir.
Âhiret cenneti sadece bağ ve bahçelerden ibaret olmayıp bunların yanında kendilerine has maddelerden oluşan nesneleri ve tesisleri de mevcuttur. İman ve iyi davranış sahibi kimselerin ebediyet âleminde “cennetlerin has bahçeleri”nde (ravzâtü’l-cennât) yaşayacaklarını ifade eden âyette (eş-Şûrâ 42/22) yer alan ve sözlük anlamları bakımından her ikisi de “bahçe” anlamına gelen ravzât ile cennât kelimelerinden ikincisine “tesis” mânasını vermek gerekir. Birçok âyette iyilere vaad edilen cennetin çoğul şekliyle kullanıldığına bakılırsa birden fazla tesisin bulunduğu ve her mümine bir mesken hazırlandığı anlaşılır. Cennetin göklerin ve yerin “arz”ı kadar olduğunu ifade eden âyetlerin (Âl-i İmrân 3/133; el-Hadîd 57/21) tefsiri için şu farklı görüşler ileri sürülmüştür: 1. Cennetin tasavvur edilemeyecek kadar geniş olduğunu ifade eden bir benzetmedir. Buna göre arz “en” yani genişlik demektir. Bir alanın dar cephesini genellikle onun genişliği oluşturduğuna göre cennetin uzunluğu bu teşbih çerçevesinde çok daha fazla olacaktır. 2. Cennet, dünya hayatında insanoğlu tarafından kavranabilen kâinat kadar değerlidir (Râzî, IX, 5-6). 3. Madde âleminin insan idrakine sunuluşu gibi cennet de onun bilgi ve idrakine sunulmuştur (Şa‘rânî, II, 165-166). Bu yorumlar içinde en çok tercih edilen birinci görüştür.
Cennetin sekiz kapısının olduğu ilk dönemlerden beri kabul edilegelmiştir. Ancak cehenneme ait yedi kapının mevcudiyeti Kur’ân-ı Kerîm’de açıkça zikredildiği halde (el-Hicr 15/44) cennetin sadece kapılarının (ebvâb) bulunduğu ifade edilmiş ve sayıları hakkında herhangi bir işarette bulunulmamıştır. Zümer sûresinde (39/73), kıyamet günü cennet kapılarının açılışından bahseden âyette “vav” harfinin sekiz sayısını ifade ettiğini (vâv-ı semâniyye) ileri sürenlerin ilmî bir delile dayanmadıkları kabul edilmiştir (Kurtubî, s. 535; İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 82). Ancak bir kısmı Kütüb-i Sitte’de de yer alan çeşitli hadislerde cennetin sekiz kapısı olduğu belirtilmektedir (bk. Miftâhu künûzi’s-sünne, “elcenne” md. [s. 128]; İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 87-89). Aynı hadis kaynaklarının, derledikleri rivayetlere dayanarak kapıların genişliği için verdikleri çok uzun mesafelere bakılırsa cennet kapıları aynı zamanda onun bölümlerini de ifade etmiş olmalıdır. Nitekim bazı eserler sekiz cennet kapısının adlarını kaydederken bazı küçük farklarla cennetin isimlerini zikretmişlerdir. İbnü’l-Arabî de el-Fütûhât’ında (V, 70-72) cennetin sekiz kapısını sayarken onun bilinen isimlerini sıralar ve en üstün bölümü diye kabul ettiği adn cennetini müminlerin Allah’ı görecekleri sırada bulunacakları yer olarak kaydeder. Bunun da üstünde “vesîle cenneti” bulunur ki burası Hz. Muhammed’e aittir. Kurtubî’nin, hadis olarak zikrettiği bazı rivayetlere dayanarak cennet kapılarını on üçe çıkarmasına (et-Tezkire, s. 533-535) İbn Kesîr karşı çıkmakta ve onun bu görüşü için yeterli delili olmadığını söylemektedir (en-Nihâye, II, 359-367). Herhalde Kurtubî cennet kapılarının sayısını çoğaltırken onun bölümlerinden ziyade bölümlerinin içindeki bazı özel mekânlara yol veren girişleri kastetmiştir. Sahih hadislerin belirttiğine göre bu mekânlara belli amel sahipleri girebilecektir. Meselâ namaz kılanlar namaz kapısından, cihada katılanlar cihad kapısından, Allah yolunda harcama yapanlar sadaka kapısından, oruç tutanlar da “reyyân” (suya kandıran) kapısından gireceklerdir. Cennet kapılarının cehenneminkinden daha fazla ve cennetin tasavvur edilemeyecek kadar geniş olması, cennet ehlinin cehennemliklerden çok olacağını gösterir. Nitekim bir hadiste, cennete gireceklerin yerlerini aldıktan sonra orada yine boş yer kalacağı, bunun için Cenâb-ı Hakk’ın yeniden bazı nesiller yaratıp cenneti dolduracağı ifade edilmiştir (Buhârî, “Tefsîr”, 50/1; Müslim, “Cennet”, 34).
Kur’ân-ı Kerîm’de cennet için “güzel meskenler” (et-Tevbe 9/72; es-Saf 61/12), “üst üste kurulmuş konaklar” (ez-Zümer 39/20) ve “ev” (et-Tahrîm 66/11) kavramları kullanılmak suretiyle onun maddî mânada eleman ve tesislerden oluştuğu belirtilmiştir. Cennet hayatıyla ilgili bazı tasvirler de (aş.bk.) bu gerçeği vurgulamaktadır. Naslardan anlaşıldığına göre cennet ehli için çadırlar da kurulacaktır (er-Rahmân 55/72; Müslim, “Cennet”, 23-25). Onlar cuma günleri güzel kokular saçan rüzgârların estiği bir çarşıyı dolaşacaklar, bu şekilde zarafetlerine zarafet katacaklardır (Müslim, “Cennet”, 13).
Rahmân sûresinde, “Rabbinin huzuruna suçlu olarak çıkmaktan korkan kimseler için iki cennet (cennetân) vardır” (55/46) denildikten sonra bu cennetlerin imkânlarından bahsedilmekte, ardından, o iki cennetten başka (veya onların altında) iki cennet daha bulunduğu (55/62) belirtilerek bunların da benzer imkânları tasvir edilmektedir. Müfessirler bu iki (veya dört) cennet hakkında cin ve insan türlerine verilecek cennetler, cismanî ve ruhanî cennetler, iyiliklerin yapılması ve kötülüklerin terkedilmesine karşılık verilecek iki cennet, iman ve sâlih amel için verilecek cennet ile lutf-ı ilâhî olarak fazladan ikram edilecek cennet gibi bazı yorumlar yapmışlarsa da tatminkâr bir açıklama getirememişlerdir. Hz. Peygamber bir hadisinde, âhiretteki iki cennetten birinin kapkacak ve madenî eşyasının altından, diğerinin de gümüşten olacağını ifade etmiştir (Buhârî, “Tevḥîd”, 34, “Tefsîr”, 55/1-2; Müslim, “Îmân”, 296). Sonuç olarak bir mümine birden fazla cennetin veriliş hikmeti açık bir şekilde anlaşılmadığı gibi bunların kaç tane olacağı da bilinmemektedir. Rahmân sûresindeki bu ifadenin âhenkle, yani genellikle “elif-nun”la (“ân” sesiyle) biten buradaki âyetlerin son hecelerinin ses uyumu ile açıklanması da (EI, II, 1015) tutarlı görünmemektedir. Söz konusu âyetlerde geçen cennet kelimelerini sözlük anlamlarından hareketle “bahçe” mânasına almak mümkündür. Nitekim her iki cenneti tasvir eden daha sonraki âyetler akan pınarlardan, meyvelerden, çadırlardan bahsetmektedir.
Dünya hayatında müminlerin Allah’a itaat ve bağlılıklarının aynı derecede olmadığı bilinmektedir; bunun sonucu olarak ceza ve mükâfat da farklı derecelerde uygulanacaktır. Nitekim muhtelif naslarda cennete girmeye hak kazanmış kulların mükâfat derecelerinin aynı olmayacağı haber verilmektedir (meselâ bk. en-Nisâ 4/96; el-Enfâl 8/4). Bununla ilgili bir hadiste, Allah yolunda cihad edenlere hazırlanan cennetin “yüz derece” olduğu ve her derecenin gökle yer arasındaki mesafe kadar birbirinden uzak bulunduğu haber verilmiştir (Buhârî, “Cihâd”, 4; Müslim, “İmâre”, 116). Sahip oldukları nimetler açısından farklı mekânlar olduğu anlaşılan bu derecelerin imanın hasletleri (şubeleri) kadar yetmiş küsur olacağı, bu hasletleri kendisinde toplayanların bütün dereceleri elde edeceği de söylenmiştir (Şa‘rânî, II, 176).
Cennetteki binaların yapı taşları hususunda “bir tuğlası altından, bir tuğlası gümüşten” şeklinde hadis olarak nakledilen rivayetlerin doğrulukları tartışılmıştır. Buhârî ve Müslim’de yer alan iki ayrı hadise göre cennetin kubbeleri inciden olup toprağı misk gibi kokan, halis buğday unu gibi beyaz bir maddedendir. Bunun za‘feranla karışarak harç vazifesi gördüğü de rivayet edilmiştir (Ebû Nuaym, I, 170-176; İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 195-199). Adn cennetinin yapısı hakkında rivayet edilen uzunca bir hadiste bu cennette inciden yapılmış bir köşk içinde yakutla örülmüş yetmiş ev, her evde de yeşil zümrütten inşa edilmiş yetmiş oda bulunduğu, her odada genellikle yetmiş sayısıyla ifade edilen nimetlerin yer aldığı anlatılırsa da muhaddis İbn Kesîr, bu hadisin mevzû derecesinde zayıf olduğunu kaydetmiştir (en-Nihâye, II, 390-391).
Cennet tasviriyle ilgili hadislerin içinde firdevs ile adnin özel durumları olduğu görülür. Rahmân sûresinde ayrı ayrı tasvir edilen iki çift cennete (yk.bk.) bir açıdan açıklık getiren bir hadise göre firdevs cennetleri dört adet olup ikisinin bütün süsleri ve eşyaları altından, ikisinin de gümüştendir; müminlerin cemâl-i ilâhîyi müşahede edecekleri yer ise adndir. Aynı hadisin devamında cennetteki dört nehrin fışkıracağı yerin adn olduğu zikredildiği halde (Dârimî, “Riḳāḳ”, 101), Buhârî’nin de dahil bulunduğu diğer muhaddislerin rivayetleri bunu firdevs olarak gösterir (Buhârî, “Tevḥîd”, 22; Tirmizî, “Ṣıfatü’l-cenne”, 4).
Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan cennet tasvirleri içinde, kelimenin çoğul olarak kullanıldığı âyetlerin ekserisinde altlarından nehirlerin aktığı ifade edilmiştir. İbn Kayyim’in de belirttiği gibi bu âyetlerde geçen “taht” (alt) zarfı, cennet toprağının görünmeyen alt tabakası demek olmayıp ağaçların, binaların ve benzeri tesislerin zemini ve eteği anlamına gelir. Dolayısıyla bazı müfessirlerin ileri sürdüğü gibi nehirlerin toprak altından aktığını söylemek veya “taht” zarfını “cennet halkının emri altında” şeklinde tevil etmek doğru değildir (İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 255-256; krş. Taberî, I, 132-133). Hadis olarak da nakledilen bazı rivayetlerden faydalanan âlimler, cennetteki nehirlerin nehir yataklarında değil yüzeyde aktıkları kanaatine varmışlardır. Cennet nehirlerinin mevcudiyetini belirten âyetler onların mahiyetleri hakkında bilgi vermezken Muhammed sûresindeki âyet (47/15) farklı bir tasvir yapar. Buna göre cennette içimi bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen süt ırmakları, içenlere zevk veren şarap ırmakları ve süzülmüş baldan ırmaklar vardır. Buhârî ile Tirmizî’nin birbirini tamamlar mahiyette naklettikleri bir hadiste Hz. Peygamber, firdevsin cennetin ortasını ve en üst kısmını teşkil ettiğini, dört nehrin de oradan çıktığını haber vermektedir (Buhârî, “Tevḥîd”, 22; Tirmizî, “Ṣıfatü’l-cenne”, 4). Burada sözü edilen dört nehir Muhammed sûresinde anlatılan nehirler olmalıdır. Öyle anlaşılıyor ki bu özel nehirler diğer birçok âyette tekrarlanan genel nehirlerden ayrıdır. Kur’ân-ı Kerîm’in 108. sûresine adını veren ve “çok şey” anlamına gelen “Kevser”den ne kastedildiği müfessirler arasında tartışmalıdır. Taberî, Kevser’e “cennetteki bir nehir, birçok meziyet (hayr-ı kesîr), cennetteki bir havuz” mânalarını veren âlimlerin görüşünü kaydettikten sonra kendisinin, Kevser’in bir nehir adı olduğu tarzındaki görüşü tercih ettiğini söyler (Câmiʿu’l-beyân, XXX, 207-210). Fahreddin er-Râzî ise Selef âlimlerince meşhur ve yaygın olduğunu kaydettiği “nehir” mânasından başlamak üzere Kevser için on beş yorum sıralar ve Kevser’in cennetteki hem bir nehrin hem de bir havuzun adı olduğu kanaatine temayül gösterir (Mefâtîhu’l-gayb, XXXII, 124-126). Muhtelif rivayetlerle nakledilen hadislerde Hz. Peygamber cennette Kevser adında bir nehrin kendisine verileceğini, bu nehrin iki kenarında inciden yapılmış kubbelerin bulunacağını, akan suyunun da halis misk gibi koku salacağını beyan etmiştir (İbn Kesîr, II, 400-407; hem cennet hem de dünya ile ilgisi olduğu rivayet edilen nehirler için bk. SİDRETÜ’l-MÜNTEHÂ). Cenneti tasvir eden bazı âyetler orada su pınarlarının da bulunduğunu haber verir: “Kötülüklerden korunanlar bahçelerde, gölgelerde ve pınarların başında bulunacaklardır” (el-Hicr 15/45; el-Mürselât 77/41). Rahmân (55/50, 66) ve Gāşiye (88/12) sûrelerinde akan pınarlardan söz edilmekte, diğer bazı âyetlerde de cennet ehlinin bu pınarlardan su içeceği haber verilmektedir (el-İnsân 76/6, 18; el-Mutaffifîn 83/28; bk. SELSEBÎL).
Sözlük anlamı “bağ, bahçe” olan cennette ağaçların bulunması tabiidir. Çeşitli âyetlerde gölgelerden, dallardan, sarmaş dolaş olmuş koyu yeşilliklerden, meyveleri kolayca toplanabilen ağaçlardan bahsedildiği gibi (bu âyetler için bk. İbn Kesîr, II, 412) özel olarak hurma, nar, reyhan, kiraz, muz gibi ağaç ve bitkilerden de söz edilir (er-Rahmân 55/12, 68; el-Vâkıa 56/28-29). Buhârî ile Müslim’in rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber cennette, idmanlı ve hızlı bir at binicisinin, gölgesinde yüz yıl koştuğu halde sonuna ulaşamayacağı kadar büyük bir ağacın bulunduğunu ifade etmiştir (Buhârî, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 8; Müslim, “Cennet”, 6-8). Hadisin çeşitli rivayetlerini nakleden İbn Kesîr’in Ahmed b. Hanbel’den aktardığı bir rivayette söz konusu ağaç “şeceretü’l-huld” olarak adlandırılmıştır (en-Nihâye, II, 414-417). Hadiste zikredilen ağacı bir ağaç türü olarak anlamak, “yüz yıl”ı da çokluktan kinaye saymak mümkündür. Daha çok halka hitap eden dinî-edebî eserlerde söz konusu edilen tûbâ ağacının mevcudiyeti ise kesin değildir. İman ve güzel amel sahipleri için iyi bir ebediyet hayatının hazırlandığını ifade eden âyet-i kerîmedeki “tûbâ” kelimesi (er-Ra‘d 13/29) sözlükte “iyilik ve güzellik, iyi ve güzel karşılanan her şey” anlamına gelir. Müfessirlerin bu kelimeye verdikleri yedi sekiz kadar mânadan biri de tûbâ ağacıdır. Râzî’nin de dolaylı olarak belirttiği gibi (Mefâtîhu’l-gayb, XIX, 52) kelimeyi sözlük anlamından çıkarıp dar bir alana tahsis etmek doğru değildir. Bunun yerine “ebedî saadete vesile olan her güzel şey” mânası verildiği takdirde bağ, bahçe ve ağaçlar da dahil olmak üzere her imkân kelimenin kapsamına alınmış olur. Kütüb-i Sitte içinde tesbit edilemeyen bir rivayete göre Hz. Peygamber tûbânın cennette bir ağaç olduğunu ifade etmiştir. Bunun şeceretü’l-huldun başka bir adı olması mümkündür. Şa‘rânî, Hz. Âdem’in bütün insan türünün atası olduğu gibi tûbânın da bütün cennet ağaçlarının aslı olabileceğini kaydeder (el-Yevâkıt ve’l-cevâhir, II, 172). İbn Ebü’d-Dünyâ’nın Resûlullah’a nisbetle rivayet ettiği uzunca bir metinde, cennetteki tûbâ ağacının büyüklüğü, yaprakları, çiçekleri, meyveleri ve çeşitli özellikleri belirtildikten sonra gölgesinde bulunan cennetliklerin fevkalâde niteliklere sahip atlara binerek Allah’ı ziyaret edişleri anlatılmaktadır. Ancak İbn Kesîr, bu hadisin eski âlimlerden birinin indî görüşü iken yanlışlıkla hadis diye Resûlullah’a nisbet edilmiş olabileceğini söyler (en-Nihâye, II, 520-523). Erzurumlu İbrâhim Hakkı’nın Mârifetnâme’sinde (s. 8) olağan üstü niteliklerle tasvir edilen tûbâ ağacı da aynı türden bir hayal ürünü olmalıdır.
Cennet Hayatı. İnsanın Tanrı inancına sarılıp O’na bağlanmasında, en büyük kaygı ve korkusu olan yok olmaktan kurtulma ve Tanrı’nın kendisine tükenmeyecek bir hayat bahşetmesi ümidinin büyük etkisi vardır. Nitekim insanların kendi kendilerine yetmediklerini ve Allah’a muhtaç olduklarını, Allah’ın dilerse onları yok edip yerlerine başka varlıklar yaratabileceğini ifade eden âyetlerde (Fâtır 35/15-16) bu hususa da bir işaret vardır. Bütün dinler cennet arzusuna cevap vermeyi amaçlamış ve cennet hayatını vaad etmiş olmakla birlikte, elde mevcut mukaddes metinler ve bu metinler etrafında oluşan edebî tasvirler içinde her halde İslâm’ınkinden daha zengin ve tatminkâr olanı mevcut değildir. Ebedî mutluluğun simgesi olan cennete kavuşma ümidi, bütün müslümanlar için hayatın birçok güçlüklerine göğüs germeyi, fedakârlıklar göstermeyi göze aldıran bir faktör olmuştur. İlk İslâm şehidleri Sümeyye-Yâsir ailesinin bu uğurda çektikleri çilelerden günümüz İslâm dünyasındaki mücadelelere kadar müslümanların davranışlarında cennet idealinin en önemli etken olduğu şüphesizdir.
İslâm dini Allah’ın seçkin kullarına nasıl bir cennet hayatı vaad etmektedir? Bu hayatın konu ile ilgili nasların birleştiği ve önemle vurguladığı iki özelliği vardır: Arzulanan her şey, ebediyet. Bir âyet-i kerîmede şöyle denilmektedir: “Gönüllerin özleyeceği, gözlerin hoşlanacağı her şey orada vardır. Ve siz orada ebediyen kalacaksınız” (ez-Zuhruf 43/71). Dünya hayatında duyu organlarıyla algılanamayan meleklerin insanlara hizmet ettiği, onları koruduğu, Allah yolunda yürüyenler için esenlik dilediği Kur’an’ın çeşitli beyanlarından anlaşılmaktadır. Âhiret âleminde melekler inançlı ve dürüst insanlara görünmeye başlayacaklar ve yeni hayata intibakları sırasında korku ve üzüntüye düşmemelerini telkin ederek onlara şöyle diyeceklerdir: “Biz dünya hayatında da âhirette de sizin dostlarınızız. Canlarınız ne isterse, gönlünüz ne dilerse burada sizin için hazırdır. Bütün bunlar, yarlığayıcı ve esirgeyici Allah’ın bir ikramıdır” (Fussılet 41/30-32). Hz. Peygamber, çeşitli münasebetlerle cennetteki sınırsız imkân ve mutluluklardan söz ettiğinde yanında bulunanlar zaman zaman cennette at, deve vb. şeylerin de bulunup bulunmadığını sormuşlar, o da, “Allah sizi cennete koyarsa orada canınızın arzuladığı ve gözünüzün hoşlandığı her şeyi bulursunuz” şeklinde cevap vermiştir (Tirmizî, “Ṣıfatü’l-cenne”, 11; krş. İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 366-369). Hz. Peygamber, cennet hayatının imkân ve nimetlerinin genel anlamda fevkalâde olduğunu belirtmekle birlikte ayrıntılı tasvirlere girmemiştir. Meselâ cennette pek üstün yetenek ve özelliklere sahip atların ve develerin bulunduğunu ifade eden rivayetler doğru kabul edilmemiştir. Ebû Hüreyre’den nakledilen ve cennette ekin ekmek isteyenlerin bile bulunacağını belirten hadis Buhârî’nin el-Câmiʿu’ṣ-ṣaḥîḥ’inde yer aldığı halde (“Tevḥîd”, 38) İbn Kayyim, “Cennette ekin ekmekten söz eden başka bir hadisin mevcudiyetinden haberdar değilim; işin gerçeğini Allah bilir” şeklinde ihtiyatlı bir ifade kullanmıştır (Hâdi’l-ervâh, s. 253-254). Cennet halkının arzu ettiği her şeyin gerçekleşeceği ilkesine karşı, “Başkalarına zarar verici, erdemsiz, çelişkili oluşu sebebiyle imkânsız şeyler talep edilirse durum ne olacak?” şeklinde teorik olarak bir itiraz ileri sürülebilirse de cennete girecek insanlar fizyolojik ve psikolojik kusurlardan arınmış olacaklarından pratikte böyle bir talebin vuku bulmayacağı açıktır (aş.bk.).
Kur’ân-ı Kerîm ve sahih hadislerde mevcut beyanlara dayanarak cennet nimetlerinin ana özelliklerini şu şekilde tesbit etmek mümkündür: 1. Sonsuz lüks ve konfor. 2. Sürekli barış ve huzur. 3. Cennet ehlinin hem bedenî hem ruhî bakımdan son derece güçlü ve yetenekli olmaları. 4. Mânevî tatmin (rızâ). 5. Allah’ı görmek, O’nunla konuşmak. 6. Bütün bunları saran bir ebediyet.
İnsan türünün yaratılıştan itibaren mânevî bir tekâmül çizgisi takip ettiği, genellikle semavî dinlerin ve özellikle İslâmiyet’in benimsediği bir telakkidir. İlâhî ruhun üflenişiyle (nefha) hayat sahnesine çıkarılan ilk insanın meleklerden bilgili ve onların tâzimine mazhar olacak kadar değerli olduğu çeşitli beyanlardan anlaşılmaktadır. İnsanın ikinci ve ebedî hayat sahnesine çıkarılışının da benzer bir nefha ile (sûra üfleniş) olacağı Kur’an’da haber verilmiştir (ez-Zümer 39/68). Bu iki nefha arasında dünya hayatı ile berzah* âlemi vardır. İnsanın irade ve tercihini kullanarak tekâmülünü sürdürebileceği yer dünya hayatıdır ve buradaki mânevî tekâmül iman ve sâlih amel ölçüsüne bağlanmıştır. Bir bekleyiş merhalesi olan berzah döneminden sonra başlayacak âhiret hayatında, dünyada tekâmüllerini sekteye uğratmayanlar, öyle anlaşılıyor ki, fizyolojik ve psikolojik yönlerden son bir operasyon ve arındırmaya tâbi tutulduktan sonra cennete alınacaklardır. Müslim’in rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber kıyamet günü cennet kapısını ilkin kendisinin çalacağını ve ondan önce bu kapının kimseye açılmayacağını söylemiştir (“Îmân”, 333). Cennete giriş sırasında bütün müminler görevli melekler tarafından karşılanacak ve, “Selâm olsun sizlere! Saadetler içinde olun, bir daha çıkmamak üzere cennete buyurun!” (ez-Zümer 39/73) diyeceklerdir. Buhârî, Müslim ve Tirmizî’nin çeşitli rivayet kanallarından aktardıkları hadislere göre (Buhârî, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 8; Müslim, “Cennet”, 14-22; Tirmizî, “Ṣıfatü’l-cenne”, 7), müminler dolunay veya parlak yıldızlar gibi ışıklar saçarak cennete girecekler, orada diledikleri gibi yiyip içtikleri halde abdest bozma ihtiyacı hissetmeyecekler, sümkürüp tükürmeyeceklerdir. Aldıkları gıdaların sindirimi hoş kokulu geğirti ve terden başka bir külfet getirmeyecektir. Cennet halkına yorgunluk ve usanç gelmeyeceği için (Fâtır 35/35) uykuya da ihtiyaç duymayacaklardır. Cennet ehlinin imkânlarını dile getiren bir hadiste onlara şöyle nida edileceği kaydedilir: “Daima sağlıklı olup asla hastalanmayacaksınız, sonsuza kadar yaşayıp ölmeyeceksiniz, gençliğinizi koruyup hiçbir zaman ihtiyarlamayacaksınız, sürekli nimetler içinde olacak ve güçlükle karşılaşmayacaksınız” (Müslim, “Cennet”, 22). Konu ile ilgili hadislerin bazı rivayetlerinde cennete girecek erkeklerin ataları Âdem’inki gibi bir bünyeye sahip olacakları, hatta 60 arşın boyunda bulunacakları anlatılır. Ayrıca bu erkeklerin daima otuz üç yaşında olmakla birlikte bıyıkları yeni terlemiş sakalsız gençler görünümü arzedeceklerinden de söz edilir. Kadınların ise çok güzel tenli ve çok değerli elbiselere bürünmüş halde bulunacakları ifade edilir.
.
Cennet ehlinin ruhî portreleri konusunda en çok vurgulanan özellik, onların gönüllerinde kin ve nefretin bulunmayacağı hususudur. “Gönüllerindeki kini söküp atacağız” (el-A‘râf 7/43) şeklindeki ifadeler, cennete gireceklerin mânevî bir arındırma operasyonuna tâbi tutulacağının delilidir. Yine ilgili âyet ve hadislerin beyanına göre cennette kusursuz bir ahlâkî hayat yaşanacak, cennetlikler arasında anlamsız ve gereksiz konuşmalar, suçlamalar olmayacak, tam bir dostluk ve kardeşlik hayatı hüküm sürecektir (el-Hicr 15/47; el-Vâkıa 56/25; Müslim, “Cennet”, 16-17). Kötülüklerden korunmayı başaranlar meleklerden gelen iltifatlarla cennete girecekleri sırada şöyle diyeceklerdir: “Bize karşı vaadini gerçekleştirip dilediğimiz yerinde yerleşebileceğimiz cennete bizleri vâris kılan Allah’a hamdolsun!” (ez-Zümer 39/74). Âyetin ifade tarzından, müminlerin yerleşim açısından serbestlik içinde olacakları anlaşılmaktadır. Rahmân sûresinde sözü edilen iki veya dört cennetin bir anlamı da bu olmalıdır. Cennet meskenlerindeki yaygı, sergi vb. ev eşyasının son derece lüks olması yanında yiyecek ve içeceklerin, ayrıca giysilerin de olağan üstü zevk verici özelliklere, temizlik ve zarafete sahip olacağı muhtelif âyetlerde yer yer ayrıntılı olarak tasvir edilir (ilgili âyet, hadis ve yorumları için bk. İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 267-293). Hadislerde belirtildiğine göre cennet ehline ilk verilecek yemek havyar ziyafetidir (Buhârî, “Enbiyâʾ”, 1; Müslim, “Münâfiḳīn”, 30). Cennet konusuyla ilgili olarak aşılmaz bir eser kaleme almış bulunan İbn Kayyim el-Cevziyye, cennet ehlinin yiyecek ve içeceklerine temas eden âyet ve hadisleri kaydettikten sonra bu naslara göre cennette ekmek, et, meyve, tatlı, ayrıca su, süt ve şarap gibi yiyecek ve içecekler mevcut olmakla birlikte bunların dünyadaki benzerleriyle isimden başka bir münasebetinin bulunmadığını söyler (Hâdi’l-ervâh, s. 274). Nitekim fevkalâde zevk veren cennet şarabı kadehler dolusu içileceği halde sarhoşluk ve rahatsızlık vermeyecektir (es-Sâffât 37/45-47; Muhammed 47/15). Cennet halkının beslenme rejiminde meyvelerin önemli bir yer tuttuğu çeşitli âyetlerin beyanlarından anlaşılmaktadır.
Cennet hayatının nimetlerini dile getiren nasların ayrıntılı anlatımları ve bunların hayal ettirdiği cismanî zevkler, bazı yabancı araştırmacıların eleştirilerine konu olmuştur. Halbuki cennet hayatının nimetleri bu cismanî zevklerden ibaret değildir. Cennet halkı asıl mutluluğu mânevî tatminde bulacak, onlar nefes alıp vermek kadar tabii bir şekilde Allah ile irtibat kuracak, cemâlini müşahede ederek O’nunla konuşacaklardır (aş.bk.). Aradaki derin mahiyet farkına rağmen uhrevî hayat dünya hayatına benzer şekilde devam edeceğine göre oradaki konfor da buradaki konforla bir bakıma bağlantılı olacaktır. Gazzâlî’nin de işaret ettiği gibi deney dünyasından aldığı izlenimler sayesinde idrak gücüne sahip olan insana bu idrakin sınırlarını aşan kavramlarla herhangi bir konuda fikir vermek mümkün değildir. Dünya hayatındaki cismanî zevklerin ruhun yücelişine engel teşkil ettiği genellikle kabul ediliyorsa da bunun uhrevî hayatta aynı mahiyette olacağı söylenemez. Kitlelere hitap eden dinlerin duyulur dünya ile paralellik arzeden bu üslûp ve metotlarının özendirici ve etkileyici özellikler taşıdığı da bilinen bir gerçektir.
Cinsiyetin insan hayatında önemli bir yer tuttuğu şüphesizdir. Kur’ân-ı Kerîm’de de vurgulandığı üzere (er-Rûm 30/21) karşı cinsler hayatlarını birleştirmekle bedenî ve ruhî tatmin bulmaktadırlar. Aynı tatminin uhrevî hayatta da devam etmesi tabiidir. Cennet tasviriyle ilgili çeşitli âyet ve hadislere göre cennette hem dünya kadınları hem de hûriler bulunacaktır. Âyetlerde geçen “tertemiz zevceler” ifadesi (el-Bakara 2/25; Âl-i İmrân 3/15), hûrilerle birlikte dünya kadınlarını da kapsamına almaktadır. Cennete giriş öncesinde müminlere uygulanacak bedenî ve ruhî arındırma operasyonu sonunda, kadınların cinsî hayatlarına olumsuz etki yapan, mutluluklarını bölen fizyolojik ârızaların ve ruhî depresyonların tamamen giderileceği anlaşılmaktadır. Çeşitli âyet ve hadislerde cennet kadınlarının güzelliği, zarafeti ve çekiciliği konusunda canlı tasvirler mevcuttur. Ancak âlimler bu tasvirlerden hûri kaydını taşımayanların bile hûrilere münhasır olduğunu kabul etmişlerdir. Tirmizî’nin el-Câmiʿu’ṣ-ṣaḥîḥ’inde yer alan (“Ṣıfatü’l-cenne”, 24) ve Kurtubî tarafından tamamlanan (et-Tezkire, s. 555) bir rivayette ise hûriler kendi ayrıcalıklarından söz edecekleri bir sırada cennetteki dünya kadınları, dünya hayatında işledikleri güzel ameller sebebiyle onlardan üstün olduklarını ifade edecekler ve onları susturacaklardır. Kurtubî’nin Hz. Peygamber’e nisbet ettiği başka bir hadiste de cennete giren dünya kadınlarının hûrilerden 70.000 kat üstün olduğu ifade edilmiştir. Bu hadisin doğruluğu tevsik edilememiş olsa da bilginler arasında böyle bir telakkinin bulunması dikkat çekicidir. Bir erkeğin kaç eşe, özellikle kaç dünya kadınına sahip olacağı hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Konuya çeşitli açılardan bakış yapan İbn Kayyim’in de ifade ettiği gibi (Hâdi’l-ervâh, s. 334) bu mevzuda sahih olan rivayet Buhârî ile Müslim’de yer alan hadistir. Buna göre cennetteki her erkeğe “zarif ve şeffaf tenli” iki kadın verilecek ve orada evlenmemiş kimse kalmayacaktır (Buhârî, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 8; Müslim, “Cennet”, 14). Kadınların ikisi de hûri veya dünya kadını olabileceği gibi birinin hûri, birinin de dünyalı olması muhtemeldir. Müslim’in rivayetinde geçen ilâve bilgiden anlaşıldığına göre râvi Ebû Hüreyre söz konusu hadisi, cennette kadınların mı yoksa erkeklerin mi daha fazla olacağı hususunun tartışılması münasebetiyle nakletmiş ve dolaylı olarak dünya kadınlarından iki eşin verileceğini ifade etmiştir.
“İri gözlerinin beyazı saf, siyahı koyu, gümüş berraklığında beyaz tenli kızlar” anlamına gelen hûrilerin cennet erkekleri için farklı bir yapıya sahip kılınarak yaratıldığı ve “erkeklerine düşkün, başkalarında gözü olmayan, kimse tarafından dokunulmayan, inci tenli, yakut yanaklı, yaştaş genç kızlar” gibi kavramlarla vasıflandırıldıkları muhtelif âyetlerde görülür (bk. İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 316-328). Bir yandan pedagojik amaçların, öte yandan konu ile ilgilenenlerin kendilerine has estetik duygu ve hayallerin etkisiyle hûrilerin yapısı ve câzibesine dair çeşitli yorumlar yapılmıştır. Bunlardan biri de onların za‘ferandan yaratılmış olduğu iddiasıdır (Ebû Nuaym, III, 224-226). İbn Kayyim, hadis diye nakledilen ve eleştirilere konu olan rivayetleri sıraladıktan sonra en güzel endama sahip insanın yaratılışı topraktan olmuşken za‘ferandan yaratılacak bir mahlûkun ne önemi olacağını hayretle sorar (Hâdi’l-ervâh, s. 336-337). Hûrilerin sayısı hakkında da değişik ve doğrulukları sabit olmayan rivayetler mevcuttur. Genel eğilim, her erkeğe dünya hanımlarından iki, hûrilerden ise birkaç tane verileceği yolundadır (bk. İbn Kesîr, II, 454-458; İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 334; ayrıca bk. HÛRİ).
Cennetteki cinsî hayatla ilgili tasvirlerde güzellik, çekicilik vb. faktörler kadınlara nisbet edildiği halde bu tür tasvirlerin sağladığı özendirici sonuç ve avantajların genellikle erkekler için söz konusu edildiği ve kadının âdeta erkeğin zevklerini tatmin eden bir vasıta olarak gösterildiği şeklinde bir itirazın ileri sürülmesi mümkündür. Arap dilinde kadınlı erkekli bir topluluğa hitap edilirken veya onlara yönelik açıklamalar yapılırken müzekker sîgaların kullanıldığı bilinmektedir. Ayrıca hemen bütün milletlerin sanat ve edebiyatlarında kadın zarafet ve câzibenin odak noktası olarak kabul edilmiş, aşk şiirleri ve diğer sanat alanlarının ana teması kadın olmuş, büyük bir çoğunlukla kadın talep eden değil talep edilen konumunda bulunmuştur. Aynı üslûp ve yaklaşımın cennetteki cinsî hayatın tasvirinde de hâkim olduğu anlaşılmaktadır. Kimsenin bekâr kalmayacağı cennet hayatında erkeğe -biri dünya kadını, biri de hûri olmak üzere- en az iki eş verileceği halde kadının birden fazla kocaya sahip bulunmaması da aynı temaya bağlı olmalıdır. Gerçekten dünya hayatında kadın psikolojisi üzerinde sürdürülen çalışmalar, yapılan anket ve araştırmalardan onun monogam olduğu, gönül ve hayal âleminde sadece bir erkeğe yer verdiği anlaşılmıştır. Bu aynı zamanda insan türünün devamını sağlayan ana rahminin korunması, dolayısıyla nesebin tayini ve neslin bekası için de gereklidir (bk. ÇOK EVLİLİK).
İslâmiyet’te dini kabullenme ve ilâhî buyrukları yerine getirme hususundaki sorumluluk ferdîdir, kimse diğerinin dinî yükümlülüğünü taşımadığı gibi bunun olumlu veya olumsuz sonuçlarına da muhatap olmaz (Fâtır 35/18). Ancak iman ve ameliyle cennete girmeye hak kazanmış aile fertleri arasında Allah katında değeri en üstün olanın diğerlerini yanına alabileceği kabul edilmektedir (Taberî, XXVI, 15-17). Dünyada birden fazla erkekle evlenmiş kadının cennette bunlardan hangisinin eşi olacağı meselesi ashaptan itibaren düşünülmüştür. Bâkire olarak ilk evlendiği erkekle veya son kocasıyla bulunacağı şeklinde iki ayrı kanaat yanında, hadis olduğu ileri sürülen iki farklı rivayete dayanılarak huyu daha güzel olanla veya tercih edeceği bir kocasıyla beraber bulunacağı söylenmiştir (Kurtubî, s. 560-561; İbn Kesîr, II, 548). Dünya hayatında meşrû evlenmelerle kurulan ailelerin cennette aynen devam etmesi nazarî olarak mümkün görülmekle birlikte cennete girmeye hak kazanamayanların, birden fazla evliliklerin veya evlenmeden ölen kadın ve erkeklerin durumu farklılıklar meydana getirecektir. Bu bakımdan cennetteki aile hayatını dünyadakinin devamı gibi telakki etmek isabetli görünmemektedir. Cennette bulunacak dünyalı kadın ve erkek kesimi arasında evlenme açısından kendiliğinden bir denkliliğin oluşması muhtemeldir. Bir hadiste belirtildiğine göre Allah cennet için yeniden bazı nesiller (kadın ve erkekler) yaratacaktır. Kadınlı erkekli eşlerin sayısını tamamlamak ve dengeyi sağlamak için bu yeni nesillerden faydalanılması mümkündür. Dünya hayatında önemli bir mutluluk vesilesi olan çocuk yapmanın ve dolayısıyla üremenin cennette de olup olmayacağı tartışmalıdır. İbn Kayyim, dünyadaki gibi bir üremenin cennette mümkün olamayacağını on delil ile ispata çalışır. Bununla birlikte aynı müellife göre çocuğun ana karnında oluşumundan gençlik çağına ulaşıncaya kadar bütün evreleri bir anda tamamlaması suretiyle bir üreme imkân dahilindedir (Hâdi’l-ervâh, s. 348-357). Ancak cennet sakinlerinin çevresinde, saçılmış inciler gibi çocuklar ve hizmet elemanları daima bulunacaktır (et-Tûr 52/24; el-İnsân 76/19).
Güvenilir bir kaynağa dayanmamakla birlikte cennette konuşulacak dilin Arapça olacağı şeklinde yaygın bir kanaat vardır. Cennete girmeden önceki kıyamet merhalelerinde Süryânîce konuşulacağı da ileri sürülmüştür. Cennet hayatı için düşünülen mânevî zevk ve ruhî tatmin yollarından biri de müziktir. Bu konuda hadis kaynaklarında da bazı rivayetler yer almıştır. Hûrilerden söz eden bir kısım hadislerde onların bir nevi konser vereceği ifade edilmektedir (Tirmizî, “Ṣıfatü’l-cenne”, 24). İman edip faydalı işler yapanların cennette zevk ve neşe içinde yaşatılacaklarını ifade eden âyetin (er-Rûm 30/15) tefsirinde buradaki ruhî tatminin müzikle olacağını söyleyen bilginler mevcuttur (Taberî, XXI, 19-20). Cennet müziğinin ağaç yapraklarının birbiriyle teması veya İsrâfil’in sûru yoluyla oluşacağı da düşünülmüştür. Cennet ehlinin beden yapısı ve yeteneklerinden bahseden hadislerde, müminlerin Allah’a olan övgü ve tâzimlerini (tesbih ve tahmid) derin bir sevgi ve samimiyetle dile getireceklerinden söz edilmesi yanında, Allah ile yapacakları konuşmalarda müzik nağmelerinden duyulan bir coşku ve bediî zevk halini yaşayacakları belirtilir. Cennet hayatındaki müziğin melekler, hûriler ve insanlarla ağaçların, kuşların... katılacağı evrensel bir âhenk niteliğinde olacağı da düşünülebilir.
Büyük insan kitlelerine hitap etmeyi amaçlayan dinler bütün tâlimat ve telkinlerinde, özendirici ve caydırıcı tedbirlerinde onların duygu, düşünce ve idrak seviyelerini hesaba katmışlardır. Bu sebeple semavî dinlerde, özellikle İslâmiyet’te naslar çerçevesinde yer alan cennet-cehennem tasvirlerini söz konusu bakış açısından değerlendirmek gerekir. Bedenî ihtiyaçları gideren ve cismanî zevkler sağlayan cennet nimetleri aslında cennet sakinleri için amaç değildir. Ulaşılmak istenen asıl hedef Allah rızâsıdır. İnsan için bu rızâya nâil olmak, Allah’ın kendi katından bedene bahşettiği ruhu (el-Hicr 15/29) yine O’na yöneltmek, O’nu müşahede etmek, O’nunla konuşmaktır. Müslümanlar arasında minnet ve şükran duygularını dile getirmeye vesile olan en samimi ve en yaygın dua ifadesi, “Allah râzı olsun!” cümlesidir. Allah’ın dostları O’na en yakın olan, O’nun rızâ ve muhabbetini kazanan, O’nu gönülden sevip rızâ ve teslimiyetle en büyük mutluluğa erenlerdir. Cennet ve Allah rızâsı münasebetini dile getiren bir âyette, “Allah mümin erkeklerle mümin kadınlara içlerinde ebedî kalacakları, zeminlerinden ırmaklar akan cennetler, adn bahçelerinde güzel meskenler vaad etti. Allah’ın rızâsı ise hepsinden daha üstündür. İşte en büyük saadet de budur” (et-Tevbe 9/72) denilerek uhrevî saadetin bu mânevî unsurunun, maddî içerikli kavramlarla anlatılan diğer bütün nimetlerden daha değerli olduğu açıkça ifade edilmiştir. Sahih hadislerde belirtildiği gibi bütün müminler cennetteki yerlerini aldıktan sonra Cenâb-ı Hak kendilerine hitap ederek hallerinden memnun olup olmadıklarını soracak, onlar da son derece memnun olduklarını ifade edeceklerdir. Bunun üzerine Allah, “Size bundan daha değerli bir şey veriyorum: Size rızâmı bezlediyorum, artık size gazabım bir daha dokunmayacak” diyecektir (Müslim, “Cennet”, 9).
Cennetin yapısı, kuruluşu ve bölümleriyle cennet hayatı ve nimetleri hakkında yapılan tasvirlerin genel seyrinden anlaşılacağı üzere cennet, dolayısıyla cehennem ve âhiret hayatı sadece ruhlar âleminde değil ruh ve bedenden oluşan, ayrıca bağı bahçesi, nehri, yapısı vb. bulunan bir maddeler ve realiteler dünyasında başlayıp devam edecektir. Sadece Kur’an âyetleri çerçevesinde bile mevcut nasların içerdiği maddî unsurları, mânevî ve ruhî anlatımlar veya sembollerle te’vil etmek mümkün değildir. Nitekim bütün kelâm âlimleri bu yönde düşünmüşler, buna karşılık filozofların çoğunluğu ile bazı mutasavvıflar âhiret hayatının cismanîliğini kabul etmediklerinden İslâmî naslardaki cismanî tasvirleri te’vil etmek gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Gazzâlî’nin filozoflara yönelik ağır eleştirilerinden sonra İbnü’l-Arabî de kelâmcıların görüşünü benimsemiş ve bir kısım sûfîlerin, cennet ehlinin fevkalâde değişim kabiliyetlerine sahip olacaklarını, halbuki maddî bedenin buna elverişli olmadığını öne sürerek cesetlerin değil ruhların haşrolunacağına hükmetmelerini hatalı bulmuştur. Sûfîler tefekkürlerinde keşf* mertebesine ulaşabilselerdi âhiret âleminde, dünyadakinin aksine, ruhların cisimlere zarf teşkil ettiğini görecekler ve hükmün cisimlere değil ruhlara ait olduğunu kabul edeceklerdi (bk. Şa‘rânî, II, 175). Gazzâlî cennet zevklerinin hissî, hayalî ve aklî olmak üzere üçe ayrıldığını ve herkesin kendi kabiliyetine göre bunların tamamından veya bir kısmından faydalanacağını kabul etmiştir. Dünya hayatında özellikle hayalî ve aklî zevklerin kusuru olan kesintiler (inkıtâ) âhirette bertaraf edilip bu zevkler süreklilik kazandığında son derece cazip olurlar (el-Madnûn, IV, 159-161). İbnü’l-Arabî de Rahmân sûresindeki “iki cennet” (55/46, 62) ifadesine dayanarak hissî ve mânevî olmak üzere iki türlü cennetin bulunduğunu söyler. Eğer cennet sadece mânevî olsaydı dünyada dinî hayatlarını ilâhî ölçülere (mîzan) göre sürdüren müminlere amellerinin tam karşılığı verilmemiş olurdu. Ancak cennetliklerin yemesi, içmesi açlık ve susuzluğu gidermek için değil, Allah’ın hiçbir ihtiyacı olmadığı halde bir şeyi murad etmesi gibi, zaaftan ve ihtiyaçtan doğmayan bir zevkten ibarettir. Ona göre cennetteki yeme, içme, cinsiyet, elbise, güzel koku, müzik, güzel manzara, güzel kadın, renkler, ağaçlar, nehirler gibi maddî zevkleri hem zâhid hem de ârifler tattığı halde mânevî zevkler sadece âriflere mahsustur (el-Fütûhât, V, 60-61; IX, 338-339).
İslâm âlimleri cennette Allah’ın görülüp görülemeyeceği (rü’yetullah) konusunu başta gelen dinî ve fikrî meselelerden biri olarak incelemiş ve tartışmışlardır. Rü’yetullah konusuna duyulan bu çok canlı ilgi ve merak, müslümanların, insanın en yüce gerçeği görerek tanıma şeref ve mutluluğuna lâyık seçkin bir varlık olduğu yolundaki temel değerlendirmelerini göstermesi bakımından da ayrıca önem taşır. Kur’ân-ı Kerîm’de ölümün gayb perdelerini kaldıran vesilelerden biri olduğu ifade edilir (Kāf 50/22). Müminler ölüm sonrasındaki hayatta Allah’a yaklaştırılmış kullar olduklarına göre ulûhiyyet âleminin bazı sırlarına vâkıf olmalı, o muazzam gerçeklerin perdeleri onlar için aralanmalıdır. Bu sebeple sayıları pek az olan bazı Mu‘tezilî bilginler dışında bütün İslâm âlimleri cennet ehlinin Allah’ı göreceğini kabul etmiş ve bunu insanoğlunun erişebileceği en büyük mutluluk olarak görmüşlerdir. Seçkin peygamberlerin bile dünya hayatında Allah’ı görememesi, bazı Batılı yazarların zannettiği gibi (EI, II, 1015) ebedî hayatta da göremeyeceğinin bir delili sayılmamalıdır. Çünkü mahiyetleri itibariyle bu iki âlem tamamen birbirinden farklıdır. Allah’ın görülmesi meselesini, bu konuya dair yedi âyeti, yirmi altı sahâbînin naklettiği hadisleri, ayrıca birçok sahâbî, tâbiîn ve mezhep imamının görüşlerini de dikkate alarak inceleyen İbn Kayyim (Hâdi’l-ervâh, s. 402-474), eserinde Allah’ın cennet ehli ile konuşmasına da yer vermiştir (s. 478-485). Müminlerin Allah’ı nasıl göreceği hususu da tartışılan önemli konulardan biri olmuştur. Allah maddenin taşıdığı bütün nitelik ve özelliklerden münezzehtir. Halbuki insan kendisine nisbetle belli bir açı içinde, belli bir mesafede bulunan ve görülme engeli bulunmayan cisimleri görebilir. Kelâm âlimleri, görme ve görülme şartlarının belli tabii kanunlara bağlı olduğunu, ancak ebediyet âleminde görme olayının vukuu için bunların mevcudiyetinin gerekmediğini kabul etmişlerdir. Müminlerin Allah’ı görmesi, O’nun zâtının şu anda bilinmeyen şartlar çerçevesinde kendilerine tecelli etmesi şeklinde olacaktır. İbnü’l-Arabî, hiçbir beşer idrakinin cennetteki fevkalâdelikleri kavrayamayacağı prensibinden hareketle, söz konusu tecellînin nasıl gerçekleşeceği hususuna ilgi çekici bir yaklaşım denemesi yapmıştır (el-Fütûhât, V, 7678; ayrıca bk. RÜ’YETULLAH).
Cennet Ehli. Cennet Kur’ân-ı Kerîm’de genellikle “iman ve sâlih amel” sahiplerine vaad edilmiştir. Ancak bu temel prensibin dışında kalan bazı grupların da cennete girecekleri, çok yönlü tartışmalara rağmen âlimler tarafından umumiyetle benimsenmiştir. Bunlar çocuklar, deliler ve fetret dönemlerinde yaşayan insanlardır. Müslüman ailelerinin ergenlik çağına gelmeden ölen çocuklarının cennete gireceği âlimlerin çoğunluğu tarafından kabul edilmekte, ancak müşriklerin çocukları için tereddütler bulunmaktadır. Mutlak adâlet, nihayetsiz lutuf ve rahmet sahibi olan Allah, mükellef olmayan kullarını cehennemle cezalandırmayacağına göre çocukların ve delilerin ebediyet âlemindeki yerlerinin cennet olacağı kabul edilmelidir. Hak dinin varlığından ve peygamberlerin tebliğlerinden haberdar olmayan insanlar da (bk. FETRET) akıllarıyla kâinatın yaratıcısı ve yöneticisini idrak etseler bile onun emir ve yasakları hususunda bilgi sahibi olamayacaklardır. Bu husus dikkate alınarak onların da dinî yükümlülük açısından çocuklar ve deliler gibi mâzur görülecekleri düşünülebilir (bk. Halîmî, s. 175-182; Kurtubî, s. 591-600).
Cennete girmenin temel şartı olan iman, Allah ile kul arasında mevcut sevgi bağının kuldaki yansımasından ibaret olup hiçbir şekilde yokluğu düşünülemez. “Faydalı işler” anlamına gelen sâlih amellere gelince, insan hayatı boyunca dinî ölçüler açısından yapılması veya terkedilmesi gereken şeyler olmak üzere iki gruba ayrılan bu fiillerin hem sayısı çok hem de işleniş biçimleri değişiktir. Bir kişinin bunların tamamını yerine getirmesi fiilen imkânsızdır. İbn Kayyim el-Cevziyye, cennete girmeye vesile olan amelleri âyetlere dayanarak saydıktan sonra Mâûn sûresinin son âyetlerinden de (107/6-7) faydalanarak bunları iki noktada özetler: Yaratanın kulluğunda samimiyet, yaratılmışlara şefkat. Bu da nihaî olarak bir noktada yoğunlaşır: Allah ile O’nun sevdiği bütün hususlarda uyum içinde olmak (Hâdi’l-ervâh, s. 549-551). Bir âyette ebediyet nimetlerinin peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlihlere ait olacağı ifade edilirken (en-Nisâ 4/69) cennetin semâvât ve arz kadar geniş olduğunu belirten başka bir âyette, kötülüklerden sakınma yanında bollukta ve darlıkta başkalarına yardım etme, öfkeyi yenme, insanların kusurlarını bağışlama ve işlediği günahlarda ısrar etmeyip Allah’tan af dileme hasletleri sıralanır (Âl-i İmrân 3/134-135). Birçok hadiste cennete gireceklerin vasıfları farklı şekillerde dile getirilmiştir (bk. Miftâhu künûzi’s-sünne, “el-cenne” md.). Hz. Peygamber cennetin üst derecelerini tasvir ettiği bir sırada yanında bulunan sahâbîler, cennetin bu seçkin yerlerine olsa olsa peygamberlerin yerleşebileceğini söylemiş, Resûl-i Ekrem ise şöyle demiştir: “Evet öyle; bir de Allah’a inanan ve peygamberleri tasdik eden kişiler” bu derecelere nâil olabilir (Buhârî, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 8; Müslim, “Cennet”, 11). İslâmî naslar, cehenneme girmeye müstahak olanları kaba, kibirli, cimri, katı yürekli gibi vasıflarla, cennetlikleri de bunun tam aksi niteliklerle tasvir eder. Bir hadiste cennet ehli, adaletli ve cömert hükümdar, yakınlarına ve bütün müslümanlara karşı merhametli ve yufka yürekli insan, bir de aile fertleri kalabalık olduğu halde başkasına el açmayan kişi olarak belirtilmiş; bir diğerinde de cennete kalpleri kuşlarınki kadar ürkek ve hassas olanların gireceği ifade edilmiştir (Müslim, “Cennet”, 27, 63). Hz. Peygamber’den, cennete giremeyecek tipleri tasvir eden birçok hadis rivayet edilmiştir. Bu tipler arasında, kalbinde zerre kadar da olsa kibir bulunan, kovculuk yapan, hısım akraba ile ilişkisini kesen, komşusuna eziyet veren insanlar ile halkına karşı samimi davranmayan öğüt dinlemez devlet adamı da vardır (Miftâhu künûzi’s-sünne, “el-cenne” md.). Ehl-i sünnet âlimleri bu tür hadislerin terbiyevî amaçlar taşıdığını, imanı olan kişilerin bir süre cehennemde azap görseler bile eninde sonunda cennete gireceklerini kabul ederler. Cennet kapısının ilkin kendisi tarafından açılacağını ifade eden hadisinin bir rivayetinde Hz. Peygamber şöyle der: “Cennet kapısını ilk açacak olan benim; ancak bir kadın benden önce onu açmaya çalışır. Kendisine, ‘Ne yapıyorsun, sen kimsin?’ diye sorarım. Şöyle cevap verir: Ben yetimlerine bakmak için evlenmeyen dul bir kadınım” (Müslim, “Îmân”, 333; Heysemî, VIII, 172).
Bir kısmına burada temas edilen sâlih ameller, aslında doğrudan cennete girmeyi gerektirmeyip sadece Allah’ın rahmet ve muhabbetine nâil olmayı sağlar. Ne var ki O’nun engin muhabbet ve merhametinin tecellîleri içinde şüphe yok ki cennet de vardır. Hz. Peygamber, amel ve ibadette aşırı gitmeyi menettiği hadislerinin birinde ilâhî rahmet olmadan kimsenin cennete giremeyeceğini beyan ederek orta yolun takip edilmesini ve ümitli olunmasını tavsiye etmiştir (Müslim, “Münâfiḳīn”, 78). Bu tür tavsiyelerin, zâhidlerin amellerine güvenmemeleri ve kendilerini Allah’ın azabından emin telakki etmemeleri gibi dolaylı bazı uyarıları da kapsadığı şüphesizdir. Buhârî ile Müslim’in eserleri de dahil olmak üzere çeşitli hadis kaynaklarında, Muhammed ümmetinden azımsanmayacak bazı grupların hesaba tâbi tutulmadan cennete gireceklerini ifade eden hadisler bulunmaktadır. Bu gruplar için sayılan özelliklerin başlıcaları şunlardır: Vücutlarına dövme yaptırmamak, üfürükçülükle uğraşmamak, uğursuz nesne ve olayların mevcudiyetine inanmamak ve yalnız Allah’a tevekkül edip başkasından korkmamak (İbn Kesîr, II, 147-160). Burada sayılan hususların, İslâm’dan önceki dönemde puta tapıcılık çerçevesinde yer alan inançlara işaret ettiği anlaşılmaktadır.
Dünya hayatında insanları en çok meşgul eden konulardan biri olan ekonomik farklılığın cennet hayatını da ilgilendirdiği görülmektedir. İmam Müslim’in de katıldığı bazı muhaddisler, fakir müminlerin zenginlerden önce cennete gireceklerini dile getiren hadisler rivayet etmişlerdir (Müslim, “Zühd”, 37; İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 168-170). Fakat İbn Kayyim’in de belirttiği gibi bu durum, fakirlerin zenginlerden mutlak mânada üstün oluşundan değil zenginlerin hesaplarının uzun sürmesinden kaynaklanacaktır. Zira vecîbelerini yerine getiren zengin dinî hayatı itibariyle fakirden üstün olabilir. Cennet sakinlerinin yarısını veya daha fazlasını tek başına Muhammed ümmetinin oluşturacağının umulduğunu ifade eden hadisler Kütüb-i Sitte’de yer almış bulunmaktadır (bk. Miftahu künûzi’s-sünne, “el-cenne” md.). Böyle bir telakki, sınırlı zaman ve mekânlarda görev yapan ve tâbileri az olan peygamberlerin inanmış ümmetlerinin de az olacağı düşüncesinden ileri gelmektedir. Nitekim Hz. Mûsâ’nın tâbileri az bir yekün teşkil ettikten başka yahudiler Mûsevîliği millî bir din çerçevesinde tutarak onun yayılmasını engellemişlerdir. Kur’ân-ı Kerîm’in ifadesiyle, “biz hıristiyanız” diyen (el-Mâide 5/14) ve kalabalık bir nüfus oluşturan Hz. Îsâ bağlılarına gelince Kur’an’ın, kendilerini müslümanlara en çok sempati duyan din mensupları olarak kabul etmesine rağmen onlar son peygamber Hz. Muhammed’i tasdik etmemiş, bunun yanında tevhid ilkesini ihlâl etmiş, kendi dinlerinin gereklerini de yerine getirmemişlerdir.
Allah’ın rahmeti gazabından kat kat fazladır. Çok geniş mekânlara sahip olan cehennem ile cennetin her biri, kendisine lâyık olanları bünyesine aldıktan sonra dolmayacak ve fazlasını talep edecektir. Sahih hadislerde belirtildiği gibi Allah cehennemi dürüp bükmek suretiyle küçültecek ve orada boş yer kalmayacaktır. Cennet için de yeniden bazı nesiller yaratacak ve onu bunlarla dolduracaktır (Buhârî, “el-Eymân ve’n-nüzûr”, 12, “Tevḥîd”, 7; Müslim, “Cennet”, 35, 37). Allah’ın yaratacağı bazı nesillerle cehennemi de dolduracağı tarzında Buhârî’de yer alan diğer bir rivayetin ise (“Tevḥîd”, 25) hatalı olduğu, hadis metnini nakleden bazı râvilerin bu metni cennetle ilgili benzer bir ifade ile karıştırdığı kabul edilmiştir (İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 536; Aynî, XI, 570). Çünkü âdil-i mutlak olan Allah’ın suç işlemeyeni cezalandırması söz konusu değildir. Cennet için yeni nesiller yaratmasında, oradaki erkek ve kadın sayısının denkleştirilmesi açısından da hikmetler mevcuttur.
Halen Mevcut Olup Olmadığı ve Ebediyeti. Cennetin halen mevcut olup olmadığı hususu tartışmalıdır. İbn Kayyim, onun mevcudiyetini kabul edenlerin Âdem kıssasını delil olarak göstermelerini eleştirmekte ve Âdem’in iskân edildiği yerin ebediyet cenneti olup olmadığı konusunun bilginler arasında tartışmalara yol açtığını söylemektedir (Hâdi’l-ervâh, s. 51). Halbuki yaygın telakkiye göre cennetin varlığı Âdem kıssası ile sabit olmakta, cehennemin halen mevcudiyeti de onunla kıyaslanmaktadır (bk. CEHENNEM). Cennetin halen mevcudiyeti kabul edildiği takdirde bu defa nerede bulunduğu meselesiyle karşılaşılmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de genişliği göklerle yer kadar olduğu ifade edilen (Âl-i İmrân 3/133) cennetin bu âlemdeki mekânı için belirgin bir şey söylemek mümkün değildir. Ebediyet âlemindeki yeri hakkında ise mutlak mânada gökte, dördüncü veya yedinci semada, yahut yedi semanın üstünde ve arşın altında bulunduğu yolunda rivayet edilen çeşitli hadislerin doğruluğu tevsik edilememiştir (bk. Ebû Nuaym, I, 165-170). Yalnız cennetin yukarıda, yükseklerde bulunduğu kanaati yaygındır. Nitekim hem konu ile ilgili hadislerde yer alan “semâ” kelimesinde hem de “illiyyîn” kelimesinde bu anlam vardır. Bazı âyetlerde de cennet “yüksek” (âliye) kavramı ile nitelendirilmiştir (el-Hâkka 69/22; el-Gāşiye 88/10). İbnü’l-Arabî âhiret için güneş, ay ve yıldızları da ihtiva eden bir cehennem âlemi tasavvur etmekte, cenneti de bunun üzerine yerleştirmektedir. Ona göre güneşin cisimleri etkilemesi dünya hayatında yukarıdan aşağıya doğru iken âhirette, tıpkı tencerenin altındaki ateş gibi, aşağıdan yukarıya doğru olacaktır ve cennetin ısıya muhtaç besinleri cehennemin hararetiyle olgunlaşacaktır (el-Fütûhât, XIII, 437-438). İbnü’l-Arabî’nin, cennetin cehennemden daha geniş olacağı telakkisini de yansıtan bu görüşüne paralel açıklamalara ve hayalî bazı şekillere Erzurumlu İbrâhim Hakkı ile (Mârifetnâme, s. 9, 12, 22-23) Yazıcıoğlu Mehmed Efendi’nin (Muhammediyye, s. 4-5, 340-341) eserlerinde de rastlanmaktadır. Bu tür yorumların İslâmî naslara değil de müslüman müelliflerin şahsî telakkilerine dayandığı şüphesizdir.
İslâm âlimleri ebediyeti yetkinlik, fenâyı da eksiklik olarak kabul etmişlerdir. Ebediyet rahmet ve saadet, fenâ ise gazap ve felâkettir. Seçkin kullara nihayetsiz saadet vaad edildiğine göre cennet, rızâ-yı ilâhî, Hakk’ın cemâlinin müşahede edilmesi gibi saadet vesileleri hiçbir zaman kesintiye uğramamalı, sona ermemelidir. Hz. Âdem’e üflenen ilâhî ruh ile varlık sahnesine çıkarılan insanlık âlemi yokluğa mahkûm edilmemelidir. Nitekim çeşitli âyetlerde cennetliklerin oradan çıkarılmayacağı, ölümü tatmayacakları, cennet nimetlerinin tükenmeyip sürekli olacağı ifade edilmiştir (el-Hicr 15/48; ed-Duhân 44/56; er-Ra‘d 13/35; Sâd 38/54). Hûd sûresinde (11/106-108) cehennem azabı için ebediyet kaydı yer almadığı halde cennet hayatı için “tükenmeyen ve kesintiye uğramayan lutuf” ifadesi kullanılmıştır. İslâm âlimleri cehennemin veya azabının ebediyeti hususunda ashaptan itibaren ihtilâf ettikleri halde, Cehm b. Safvân hariç, cennetin ebediyeti konusunda ittifak etmişlerdir. Cehm b. Safvân’ın ilgi görmeyen bu fikri Allah’ın ilim, kudret ve rahmet sıfatlarını sınırlandırdığı gibi ebediyet kavramını da ortadan kaldırmaktadır (bk. BEKĀ; TECEDDÜD-i EMSÂL).
Literatür. Kur’ân-ı Kerîm’in çeşitli sûrelerinde cennetle ilgili pek çok âyet vardır. Bunlar genellikle cennete girmeye vesile olan davranışları belirtmekte, zaman zaman cenneti tasvir etmekte, cennet hayatı ve nimetlerinden bahsetmektedir. Hadis kaynaklarında da cenneti konu edinen birçok rivayet mevcuttur. A. J. Wensinck’in teşebbüsüyle düzenlenen alfabetik hadis indeksinin W. Raven ve J. J. Witkam tarafından hazırlanmış özel isimler cildinde “cennet” kelimesinin kaynakları yedi sütuna yaklaşmaktadır (VIII, 309-312). Buna cennetin diğer isimlerinin kaynaklarını da ilâve etmek gerekir (VIII, 323, 326). Hadis imamlarından Müslim ile Tirmizî el-Câmiʿu’s-sahîh, adlı eserlerinde cennete müstakil birer bölüm (kitab) tahsis etmişlerdir (Müslim, 51. kitab, “el-Cenne ve ṣıfatü naʿîmihâ”; Tirmizî, 36. kitab, “Ṣıfatü’l-cenne”). Ayrıca Buhârî’nin Sahîḥ’inde “Kitâbü Bedʾi’l-halk”ın 8 ve 9. babları, Ebû Dâvûd’un es-Sünen’inde “Kitâbü’s-Sünne”nin 21-23. babları, İbn Mâce’nin es-Sünen’inde “Kitâbü’z-Zühd”ün 39. babı, Dârimî’nin es-Sünen’inde de “Kitâbü’r-Rikāk”ın 86-87 ve 97-118. babları cennetle ilgilidir.
İslâm literatüründe cennetle ilgili bir çok eser telif edilmiştir. Cennet konuları bazı kitaplarda cehennemle birlikte veya genel olarak âhiret bahisleri içinde işlenmiştir. Bu tarzda kaleme alınan başlıca eserleri şöylece sıralamak mümkündür: Gazzâlî, ed-Dürretü’l-fâhire fî ʿulûmi’l-âhire (Beyrut 1407/1987); Kurtubî, et-Tezkire fî ahvâli’l-mevtâ ve umûri’l-âhire (Beyrut 1405/1985); Takıyyüddin es-Sübkî, el-İʿtibâr bi-bekāʾi’l-cenneti ve’n-nâr (Dımaşk 1347; Kahire 1987); İbn Kesîr, en-Nihâye (Kahire 1389/1969); Abdülganî en-Nablusî, Lemaʿâtü’l-envâr fi’l-maktûʿ lehüm bi’l-cenneti ve’l-maktûʿ lehüm bi’n-nâr (baskı yeri yok, Dârü Bedr, 1983); Fazl Abdürrâzık Mahmûd, Mûcibâtü’l-cenneti ve’n-nâr (Kahire 1986); Ni‘met Sıddîkī, el-Cezâʾ: el-Cennetü ve’n-nâr (Kahire 1976); Ziyâüddin el-Makdisî, Ṣıfatü’l-cenneti ve’n-nâr (Îżâḥu’l-meknûn, II, 69). Şiî literatüründe müstakil eserlerden başka akaidle ilgili eserlerin âhiret bahisleri içinde cennet konularına da yer verilmektedir. Ali b. Muhammed el-Kûfî’nin Kitâbü’l-Cenneti ve’n-nâr (a.g.e., II, 286); İbn Fuddâl el-Kûfî’nin Kitâbü’l-Cenneti ve’n-nâr (a.g.e., II, 286); Hâşim b. Süleyman el-Bahrânî’nin Nüzhetü’l-ebrâr ve menârü’l-efkâr fî halki’l-cenneti ve’n-nâr (a.g.e., II, 634) adlı eserleri yanında Muhammed Bâkır el-Meclisî’nin Bihârü’l-envâr’ında cennet konularına ayrılan 150 sayfalık kısım birçok Şiî rivayetini bir araya getirmiştir (VII, 116-222). Ancak hadis diye nakledilen 217 rivayetin içinde sahih olanlar pek azdır. Ehl-i beyt’in ve mensuplarının cennet hayatındaki üstünlüklerini ifade eden bu rivayetlerin hayal ürünü olduğu anlaşılmaktadır.
Müstakil olarak yalnız cenneti konu alan eserler de mevcut olup bunların en önemlileri şunlardır: Ebû Nuaym el-İsfahânî, Ṣıfatü’l-cenne (I-III, Beyrut 1407-1408/1987-1988); İbn Kayyim el-Cevziyye, Hâdi’l-ervâh ilâ bilâdi’l-efrâh (Beyrut 1411/1991) ve bunun muhtasarı olan et-Tarîk ile’l-cenne (Kahire, ts.); Süyûtî, Miftâhu’l-cenne fi’l-ihticâci bi’s-sünne (Kahire 1985); Ebü’l-Abbas Muhammed Ali, Nisâʾü ehli’l-cenne (Kahire 1987); Süleyman Hasan Ratrût, el-Cenne fi’l-Kurʾâni’l-Kerîm: Evsâfühâ ehlühâ ve naʿîmühâ (Zerkā 1989); Abdüllatîf Aşûr, Naʿîmü’l-cenne fi’l-Kurʾân ve’s-sünne (Tunus 1983); Mahmûd Ali Karaa, Naʿîmü’l-cenne (Kahire 1984); Yûsuf b. Saîd es-Safetî, Nüzhetü’l-ervâh fî baʿzi evsâfi’l-cenneti dâri’l-efrâh (Kahire 1277, 1305); Abdülganî en-Nablusî, İsbâgu’l-minne fî enhâri’l-cenne (Îzâhu’l-meknûn, I, 69).
İlk defa M. Wolf tarafından Kitâbü Ahvâli’l-kıyâme adıyla ve Almanca tercümesiyle birlikte neşredilen (Leipzig 1872) kitabın metnini daha sonra J. Macdonald Ebü’l-Leys es-Semerkandî’ye nisbet ederek “Islamic Escatology” başlığıyla makaleler halinde yayımlamıştır (IS, III/3 [1964], s. 285-308; V/4 [1966], s. 330-383). Bu metin müellifi belirtilmeden Dekāʾiku’l-ahbâr fî zikri’l-cenneti ve’n-nâr adıyla da basılmıştır (Beyrut 1984). Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî’ye nisbet edilen Kitâbü Şecereti’l-yakın de (Madrid 1987) aynı metni ihtiva etmektedir. Brockelmann, Eş‘arî ekolünün kurucusu Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî’ye ait olması mümkün görülmeyen ve çeşitli isimlerle anılan bu kitabın Şehâbeddin Ebü’l-Hasan Ahmed b. Muhammed’e (ö. 600/1203) ait olduğunu kaydeder (GAL Suppl., I, 346, 765). Keşfü’z-zunûn zeylinde Ebü’l-Leys es-Semerkandî’ye nisbetle Dekāʾiku’l-ahbâr fî zikri’l-cenneti ve’n-nâr adlı bir kitap kaydediliyorsa da (Îzâhu’l-meknûn, I, 474) Kâtib Çelebi bu eseri zikrederken müellifini belirtmeden sadece müterciminin Abdürrahîm b. Ahmed olduğunu nakletmekle yetinmiştir (Keşfü’ẓ-ẓunûn, I, 757).
BİBLİYOGRAFYA
Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “cnn”, “slm”, “ulv” md.leri; Wensinck, el-Muʿcem, VIII, 309-312, 323, 326; Miftâḥu künûzi’s-sünne, “el-cenne”, “el-aʿmâl” md.leri; M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “cennet”, “dâr”, “selâm” md.leri; Dârimî, “Riḳāḳ”, 101; Buhârî, “Tefsîr”, 32/1, 50/1, 55/1-2, “Tevḥîd”, 7, 22, 25, 34, 38, “Cihâd”, 4, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 8, “Enbiyâʾ”, 1, “el-Eymân ve’n-nüzûr”, 12; Müslim, “Cennet”, 2-5, 6-9, 11, 13, 14-22, 23-25, 27-35, 37, 63, “Îmân”, 296, 333, “İmâre”, 116, “Münâfiḳīn”, 30, 78, “Zühd”, 37; Tirmizî, “Ṣıfatü’l-cenne”, 4, 7, 11, 24; Taberî, Câmiʿu’l-beyân (Bulak), I, 132-133; XI, 73-76; XXI, 19-20; XXII, 92; XXIII, 101-111; XXVI, 15-17; XXVII, 84-85; XXIX, 91-92; XXX, 65-66, 207-210; Eş‘arî, Makālât (Ritter), s. 164, 474-475, 543; Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevḥîd, s. 418-419; Makdisî, el-Bedʾ ve’t-târîḫ, I, 188-194, 202-203; Halîmî, el-Minhâc, I, 175-182, 474-481; Ebû Nuaym, Sıfâtü’l-cenne (nşr. A. Rızâ Abdullah), Beyrut 1407-1408/1987-88, I-III, tür.yer.; İbn Hazm, el-Fasl, IV, 81-86; a.mlf., el-Usûl ve’l-furûʿ, Beyrut 1404/1984, s. 39-45; Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî, Usûlü’d-dîn (nşr. Hans Peter Linss), Kahire 1383/1963, s. 165-166; Gazzâlî, el-Madnûn bih ʿalâ gayri ehlih (Mecmûʿatü Resâʾili’l-İmâm el-Gazzâlî içinde), Beyrut 1406/1986, IV, 159-161; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, IX, 5-6; XIX, 52; XXXII, 124-126; İbnü’l-Arabî, el-Fütûhât, IV, 436-447; V, 60-66, 70-73, 76-82, 88; IX, 338-339; XII, 378-390; XIII, 437-438; Kurtubî, et-Tezkire, Beyrut 1405/1985, s. 515-602; İbn Kayyim el-Cevziyye, Hâdi’l-ervâḥ (nşr. Yûsuf Ali Büdeyvî), Beyrut 1411/1991, tür.yer.; İbn Kesîr, en-Nihâye (Zeynî), II, 147-160, 359-548; Şerhu’l-ʿAkıdeti’t-Tahâviyye, s. 418-421; Heysemî, Mecmaʿu’z-zevâʾid, VIII, 172; Aynî, ʿUmdetü’l-kārî, İstanbul 1308, XI, 570; Yazıcıoğlu Mehmed, Muhammediyye, İstanbul 1298, s. 4-5, 15-22, 340-341, 347-348, 388-390; Şa‘rânî, el-Yevâkıt ve’l-cevâhir, Kahire 1317 ⟶ Beyrut, ts. (Dârü’l-Ma‘rife), II, 165-179; Keşfü’z-zunûn, I, 757; Feyz-i Kâşânî, ʿİlmü’l-yakīn, Kum 1358 hş., II, 1015-1031, 1056-1063, 1082-1087; Meclisî, Bihârü’l-envâr, Beyrut 1403/1983, VIII, 71222; İbrâhim Hakkı Erzurûmî, Mârifetnâme, İstanbul 1330 ⟶ İstanbul 1981, s. 8-12, 22-23; Îzâhu’l-meknûn, I, 69, 474; II, 69, 286, 634, 635; Brockelmann, GAL Suppl., I, 346, 765; Cevâd Ali, el-Mufassal, VI, 678-680; Muhammedî er-Riyşehrî, Mîzânü’l-hikme, Kum 136-263 hş./1983-84, II, 89-116; Hasan Hanefî, Mine’l-ʿAkıde ile’s-sevre, Beyrut 1988, IV, 520-525, 528-539; Muhammed İbrâhim – H. I. Surty, “Reflection on the Quranic Concept of Paradise”, IQ, XXX/3 (1986), s. 179-191; B. Carra De Vaux, “Djanna”, EI, II, 1014-1015; Halim Sabit Şibay, “Cennet”, İA, III, 102-104; L. Gardet, “Djanna”, EI2 (İng.), II, 447-452.
İlim her fazilete vasıtadır.
Hz Osman r.a.sy.275.
Şeyh Ebu Abdirrahman es-Sülemi der ki:
....
Onlar her an Allah c.c. ile meşguldürler ve ancak Allah c.c. ile teselli bulurlar.
Onlar kendilerini Allah c.c. a vakfetmedikçe Allah c.c. da onlara sırlarının hazinelerini açmamış, Allah c.c. dan başka herşeyi terkedince de sonsuz hazineleri onlara açılmıştır.
Tevhide Giriş.
Hace Muhammed Parsa
sy.32.
Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-buyurmuşlardır ki:
Herkes ne için yaratıldı ise o iş ona kolay gelir.Herkes ne için yaratıldıysa o işe müsâiddir.Hıkati, fıtratı neye müsaidse onu yapmak zor gelmez.
Tevhide Giriş
Hace Muhammed Parsa.
sy.45.
....
Sen bunları toplayıp bir mecmua halinde tertibe kalkışır, sözleri söyleniş sebeblerinden ve hâdisenin oluş sebeblerinden ve şartlarından ayırarak mutalâa ve nakledersen işin zahirinde kalıp bâtınına inemedeğin bir meselenin hucceti olarak göstermeye teşebbüs edersin.
Böylece meseleleri birbirine karıştırır, hakka perde yapmış olursun.
Tevhide Giriş
Hace Muhammed Parsâ.
sy.44.
Rasulullah s.a.v buyurdular ki:
"Bilirmisin imânın hangi tür temizliği en emindir?"Dedim ki:
Allah ve Rasulü en bilendir.Rasulullah s.a.v. dedi ki:
"İmânın en sağlam ve temiz olanı, dostluğun Allah c.c. için sevginin Allah c.c. için, buğzun da Allah c.c. için olanıdır."
Tevhide Giriş
Hâce Muhammed Parsa
sy.74.
Rasulullah s.a.v. devamla,
"Ey Abdullah ibn Mesud!"dedi.
Buyurunuz ya Rasulellah! dedim.Bunu üç defa tekrar ettim.Yine buyurdu ki:
"Bilirmisin, insanların hangisi en üstündür?"Ben de:
Allah Rasulu en bilendir dedim.Rasulullah s.a.v. buyurdu ki:
İnsanların en üstünü, bildiğini en iyi anladıktan sonra onu en güzel yaşayandır.
Tevhide Giriş
Hâce Muhammed Parsa.
sy.74.
Rasulullah s.a.v. yine,
Ey Abdullah İbn Mesud! dedi Ben yine, Buyurunuz yâ Rasulellah dedim. Yine üç defa tekrar ettim. Buyurdular ki:
Bilirmisin, insanların en alimi hangisidir? Ben de:
Allah c.c. ve Rasulu s.a.v. en bilendir dedim. Buyurdular ki:
"İnsanların en âlimi, insanlar bir mesele üzerinde ihtilâf ettikleri zaman hakkı en iyi görendir.Amel cihetinden taksiri olsa, birkaç vechi bulunan kavle dayansa bile."
Tevhide Giriş
Hâce Muhammed Parsa
sy.75.
Para birliğinde amaç, tek bir para biriminin birlik içinde kullanılmasının sağlanmasıdır.Bu ise sonuçta politik birleşmeye yol açar.
Uluslararası ekonomi
Teori politika
sy.674.
Dünya bir vahşeti yaşıyor; İNSANLIK MERHAMETİ UNUTTU!
8 Mart 2016
YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com
m_a_esmeli_yuzakidergisi_mart2016
Unutkanlık ne kadar kötü!
Fakat unutulan, eğer merhamet ise, en büyük felâket!
Çünkü merhamet yoksa;
İnsan insan değil. Vicdan vicdan değil. Hayat hayat değil.
Merhamet yoksa;
Can sönüyor. Derman ölüyor. Harman işe yaramıyor. Devran şaşıyor. Uykular kaçıyor. Ummanlar bile çöl kesiliyor.
Merhamet olmayınca;
Îman, îman olmuyor. Müslümanlar hüsrana uğruyor. İnsanı ateşten koruyacak gül gibi kalkan da aleve dönüyor.
Evet, merhamet olmayınca;
Afrika, Irak, Filistin ve daha nice İslâm’ın mazlum beldeleri, viran ve harabe. İşte Suriye ne hâlde?
Merhametsizlikten dolayı bugün dünya arenası, ağır bir zulüm tablosu. O tabloya baktıkça gözler kan çanağı ve şu sualler peş peşe:
Yavru kundakta kül olmuş, hani insan nerede?
Kıyma hâlinde cesetler, görecek can nerede?
Kimsesiz, hür vatanından kovulan mazlumlar,
Savrulurken soruyor sâdece: Vicdan nerede?
Çâresiz yurdu harâb eyledi zulmün virüsü,
Taştı efgān, ovalar kan gölü, derman nerede?
Bir kemik hâlde bedenler, kemiren açlıktan,
Var mı imdâd edecek duygulu harman, nerede?
Bomba altındaki yalnızlığı, hüsran yüreğin,
Acabâ derde yığınlar dolu devran nerede?
N’eyler enkazda garip, yardıma koşmak da yasak,
Haydutun keyfini hiç var mı kaçırtan, nerede?
«Merhamet bilmeyen insanlara bak yâ Rabbî!»
Yaktı insanlığı birden, yedi umman nerede?
İnliyor hasta, perîşan, nice mâsum yaralı,
Ağzı şefkat üfürenler, yine yan yan nerede?
Kuzu postunda azıtmış canavar güçlerden,
Halkı sağ kurtaracak dağ gibi îman nerede?
Öyle dehşet, yaşanan vahşeti dünyânın aman,
Yaktı mâbedleri kâfir, ya müselman nerede?
Nerde şart, arzulanan cennet için ey Seyrî?
Kor ateşten koruyan gül gibi kalkan nerede?
Hepsinin özü;
Beşeriyet âleminde merhamet nerede?
İnsanlık nerede?
Devran sanki tersine döndü ve tekrar câhiliyyet dönemi başladı. Vahşetin maharet sayıldığı, vicdanların kuruduğu bir dönem. Rasûlullah Efendimiz’in bize tebliğ ettiği kıyâmet alâmetlerinden biri bu.
Eyvah;
İnsanlık insanlığa vedâ etti, şeref ve şânını kaybetti, çünkü merhameti unuttu.
Eyvah;
Zalim canavarlar, masum kitleleri paramparça ediyor. Tüm cihanın bütün devleri de buna sadece seyirci kalıyor. Çünkü hepsi de, merhameti unuttu.
Eyvah;
Bir köpek balığını kurtarmak için pek çok insanla beraber neler neler seferber edenler, bombalar altında can verenler için kıllarını bile kıpırdatmıyorlar. Çünkü merhameti unuttular.
Eyvah;
Huzur bencilliğe bağlandı. Rahat tembelliğe kapılandı. Akıllar ve gönüller, oportünist ve pragmatist felsefelere boğuldu. Çünkü merhamet unutuldu.
O unutulunca da;
Zevk u safâ içinde yaşayanlar, savaşların ortasında mahvolan, harap olan ve dünyanın dört bir yanına yuvarlanan mazlumlar, masumlar, kimsesizler, garipler, muzdaripler ve muhtaçlar karşısında duyarsızlaştı, hissizleşti. Karıncaları bile ağlatan acı manzaralar önünde bile kaskatı kaldı. Lâkayt durdu.
Bu donukluk ve lâkaytlık, yıllar öncesinden Mehmed Âkif’i, toprağa serilmiş cansız bedenler karşısında mahcubiyet içinde isyan ettirdi. Arsız zalimlere, dîni karalayan kasıtlı gafillere, dışı göz kamaştırırken içi leşten beter olan kimselere karşı gösterilmesi gereken tavrı tek kelimeye sığdırdı:
‒Tükürün!
Perişan cesetlerini toprakta bırakarak semâya yükselen ruhlara seslendi:
Ey, bu toprakta birer na‘ş-ı perîşan bırakıp,
Yükselen, mevkib-i ervâh! Sakın arza bakıp;
Sanmayın: Şevk-ı şehâdetle coşan bir kan var…
Bizde leşten daha hissiz, daha kokmuş can var!..
Bakmayın, hem tükürün çehre-i murdârımıza!
Tükürün: Belki biraz duygu gelir ârımıza!
Tükürün cebhe-i lâkaydına Şark’ın, tükürün!
Kuşkulansın, görelim, gayreti halkın, tükürün!
Tükürün milleti alçakça vuran darbelere!
Tükürün onlara alkış dağıtan kahbelere!
Tükürün Ehl-i Salîb’in o hayâsız yüzüne!
Tükürün onların aslā güvenilmez sözüne!
Medeniyyet denilen maskara mahlûku görün:
Tükürün maskeli vicdânına asrın, tükürün!
Hele îlânı zamânında şu mel‘un harbin,
«Bize efkâr-ı umûmiyyesi lâzım Garb’ın;
O da Allâh’ı bırakmakla olur!» herzesini,
Halka îman gibi telkîn ile, dînin sesini
Susturan aptalın idrâkine bol bol tükürün!..
Yine hicrân ile çılgınlığım üstümde bugün…
Yüz sene önce yazılan bu sancılı satırlar, hâlâ aynı sahnelere ve gerçeklere şahit.
Müslümanlara revâ görülen zulümler, iki yüz yıldır devam ediyor bütün acımasızlığıyla. Bu bir medeniyet midir? Acımasızlığı kendilerine medeniyet yapanlara hangi tabiri kullanmalı? Bütün hâlleri, insan sûretinde canavar câhiliyyet. Çünkü merhameti unuttular.
Bin dört yüz küsur sene önceki Câhiliyyet Dönemi ile bugünkü câhiliyyetin tek farkı, geometri. Yapıların değişen geometrisi. Giysilerde ve coğrafyalarda da değişiklik var. Fakat vicdanlar, aynı gaddarlık içinde. Müslümanlarda da ihlâs ve takvâ kaybolunca, câhiliyyet erbabına gün doğdu. Çünkü merhamet unutuldu.
Kaba kuvvet alkışlandı, zayıflar dışlandı. Güçsüzler linç edildi. Çünkü merhamet unutuldu.
Hâlbuki;
Hazret-i Peygamber, dünyaya bir merhamet peygamberi olarak geldi. Merhameti tesis etti. Merhametle yaşadı. Merhametten hiç ayrılmadı. Merhamete yöneltti. Malûm; O’nun sayısız orduları yoktu. Hazineleri de yoktu. En büyük hazinesi illâ merhametti. Etrafında da daima O’ndaki eşsiz merhamete koşan garipler, yalnızlar, kimsesizler ve köleler vardı. Efendimiz j, o zayıf ve âciz kullarla, bütün dünyada muazzam bir çığır açtı. Çünkü bütün daveti; merhamete ve rahmeteydi, hak ve hukukaydı.
Dünya şimdi;
Yine o merhameti arıyor.
O emsalsiz rahmeti, o hiç şaşmayan hak ve hukuku arıyor.
Cûdî Efendi’nin yıllar önce aynı vaziyette haykırdığı;
“‒Kalk ey insanlığın efendisi, kıyâmet kopmaktadır!” ifadeleriyle arıyor.
Bütün mesele;
Dünyaya tekrar merhameti hatırlatmak ve öğretmek.
Çünkü;
Merhameti öğrenen bir Ömer, bütün vahşî duygularından arındı. Öyle arındı ki adâletiyle ve şefkatiyle meşhur bir halîfe oldu. Önceleri kızını gömen gaddar bir babaydı. Sonra;
Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu,
Gelir de adl-i ilâhî sorar Ömer’den onu!
diyen ve yüreği merhametle çarpan bir ehl-i gönül oldu.
Hâsılı;
Onu Hazret-i Ömer yapan sır, merhamettir.
Adâletinin de yegâne terazisi, merhamettir.
İnsanlığı kurtaracak olan ruh, merhamettir.
Yavrulara kabir değil kundak uzatan yüce el, merhamettir.
Savaşları gerçekten durduracak olan da ancak merhamettir.
Her yana sıçrayan gözyaşlarını ve kanları silecek olan mendil, merhamettir.
Ne mutlu merhamet erbabına!
Bütün iyiliklerin anahtarı tefekkürüdür.
Kuranla diriliş veysel Akkaya
Fitne adam öldürmekten daha kötüdür. Bakara 191
El Alim c.c.
O gizliyi de aşikarıda bilendir (Haşr,22)
El-Alim (c.c.),her şeyi, her şeyiyle bilen.
Zikr-i Bismillahirrahmanirrahim
Aşikâre gizliye sensin Alim
Kanuni Sultan Süleyman
Esmâü'l Hüsna
Allah c.c. ın En güzel İsimleri
sy.121.
(Peygamberimiz s.a.v. doğduğunda)
İran hükümdarı Kisra'nın yirmi iki şerefeli ve kubbeli köşkünün ondört şerefe ve kubbesi yıkıldı.Sekiz kubbe ve şerefesi kaldı.
Kara Davud.
Delail-i Hayrat Şerhi.
sy.178.
Hollanda Rotterdam İslam Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Bediüzzaman Said Nursi'nin anne soyunun İslam Peygamberi Hz. Muhammed'in torunlarından Hz. Hüseyin'e, baba soyunun ise Hz. Hasan'a dayandığının arşiv belgeleriyle ispatladığını savundu.
35 YILLIK BİR ÇALIŞMA
Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Osmanlı Araştırmaları Vakfı işbirliğiyle, İstanbul WOW Otel Center'da, Bediüzzaman Said Nursi'nin talebelerinden Abdullah Yeğin, Hüsnü Bayram ve Mehmet Fırıncı'nın katıldığı basın toplantısında, 35 yıllık bir çalışmanın sonucunda ulaştıklarını belirttiği Bediüzzaman Said Nursi'nin ayrıntılı soy ağacını katılımcılarla paylaştı.
Akgündüz, zekat almaları yasak olan, "ehl-i beyt", "sadat", "evlad-ı resul" gibi isimlerle anılan Hz. Muhammed'in, Hazreti Ali ve Fatıma'nın evliliğinden devam eden soyundan gelenlere, Osmanlı'nın büyük önem verdiğini hatırlattı.
Özellikle Fatih Sultan Mehmet döneminden itibaren Osmanlı Devleti'nin, Peygamber soyundan gelen kişilerin işlerine bakması için, "bakan" statüsünde "nakib-ül eşraf" ismi verilen görevlinin tayin edildiğini açıkladı.
NÜFUS VE TAPU KAYITLARI TAMAMEN İNCELENDİ
Bu kişilerin "seyit ve eşreflerin" askerlikten ve bazı vergilerden muaf tutulması için isimlerini kaydettiğini ifade eden Akgündüz, sözlerine şöyle devam etti: "Bediüzzaman Hazretleri'nin mübarek neslini Osmanlı Arşivleri ve İstanbul Müftülüğü'nde bulunan Nikabet-ül Eşraf belgeleri arasında bulmaya çalıştık. Bitlis ve Hizan'daki nüfus ve tapu kayıtlarını tamamen inceledik. Ancak istediğimiz neticeye ulaşamadık. Daha sonra bir ara Bitlis'in de Musul'a bağlı kaldığını hesaba katarak ve de Osmanlı döneminde mevcut nakib-ül eşrafların aynen devam ettiğini öğrenerek himmetimizi Irak'a çevirdik. Kıymetli kardeşim Adnan Budak Bey'in de gayretleriyle Üstad'ın şeceresi ile belgeye aylar sonra Üstad'ın dedelerinin mezarlarının bulunduğu Sincar'a bağlı Hıyal köyü yakınlarında oturan tarih araştırmacısı Dr. Mahmud Said Bey vasıtasıyla ulaştık. Osmanlı arşiv belgeleri ve özellikle Tapu Tahrir kayıtlarıyla teyit edilen bu şecerenin yazılış tarihi 1935'lere varmaktadır. Yaptığımız araştırmalar sonucunda Bediüzzaman Said Nursi'nin baba tarafından Abdülkadir Geylani'nin torunu Hazreti Hasan'ın neslinden ve şerif olduğunu ortaya çıkardık. Diğer taraftan da annesi tarafından Hazreti Hüseyin neslinden seyyit olduğu ortaya çıkmıştır."
İddialarının tümünün belgeli olduğunu ifade eden Akgündüz, belgeli olmayan hiçbir konuya kitaplarında yer vermediğini ifade etti.
"OSMANLI TERMİNOLOJİSİNDE BEDİÜZZAMAN SEYYİT DEĞİL, ŞERİFTİR"
Said Nursi'nin neden seyyit olduğunu açıkça söylemediğine ilişkin soruyu Akgündüz, şöyle cevapladı: "Bediüzzaman şahsiyetini çürütmüş, iman ve Kur'an-ı Kerim hakikatlerini her zaman zirveye yükseltmiştir. 'Ben bir kuru çubuk hükmündeyim, şahsıma yönelmeyin, benim tercümanı olduğum Kur'an'ın hakikatlerine yönelin' dediğine ağabeyler şahittir. Bir nokta daha var: 'Ben seyyit olduğumu bilmiyorum' diyor. Doğrudur. Genel manada seyyit deyince Hasan ve Hüseyin'in torunlarına deniyor. Ama Osmanlı terminolojisinde Bediüzzaman seyyit değil, şeriftir. Çünkü anne tarafından gelen seyyitlik kabul edilmiyor. Abdülkadir Geylani de öyledir. Baba tarafından şeriftir, annesi seyyittir ama genel anlamda 'seyit denilir mi?' elbette ki denilir. Bir de çok önemli hadise, Bediüzzaman bunu kamuya açıklamamıştır. Çünkü kendisine bir kısım makamlar isnat edip, hükümet zaten mahkemeler başında, 30 sene sürgünden sürgüne gönderilmiş, bunu ortaya çıkarmamıştır. Ancak talebelerine de hakikati söylemekten asla geri durmamıştır. En önemli şahidimiz Hulusi Yahyagil Ağabeyimiz. Bu üstadın 1 numaralı talebesidir, 'Kardeşim sen de ben de seyyitlerdeniz' demiştir."
"NURSİ KÜRT MÜYDÜ?"
Prof. Dr. Akgündüz, "Said Nursi Kürt müydü? Bunu net olarak söyleyebilir misiniz?" şeklindeki soruyu ise şöyle cevapladı: "Bediüzzaman Hz. Muhammed'in özbe öz torunudur. Hem Hazreti Hasan'ın torunu olması hasebiyle şerif, hem Hazreti Hüseyin'in torunu olması münasebetiyle seyyittir. Kürtlük konusunu soruyorsanız şu an Siverek'te yaşayan ve özbeöz Kayı boyundan olan 'Kara Keçilililer' ne kadar Kürt ise, Bediüzzaman da o kadar Kürt'tür. Yani Bediüzzaman Kürtçe konuşulan bir köyde doğmuştur. O dili konuşarak büyümüştür. Normal olarak o dilin yayılması için teşviklerde bulunmuştur ama evlad-ı resul olmasına bu mani değildir."
Said Nursi ile ilgili çalışmalarını sürdüreceğini ifade eden Akgündüz, bir gazetecinin "Mehdiyet meselesinde ne dersiniz?" sorusuna ise "Onun için ayrı bir basın toplantısı gerekir" şeklinde cevap verdi.
SAİD NURSİ'NİN TALEBELERİ
Basın toplantısının sonunda Bediüzzaman Said Nursi'nin talebeleri de düşüncelerini paylaştı. Abdullah Yeğin, Kur'an-ı Kerim'in "İman edenler kardeştir" dediğini ifade ederek, "Türkçülük, Kürtçülük, Arapçılık siyasilerin uydurmasıdır. Bu ırkçılığı uyandıran kimdir? Avrupa değil mi? Bizi müstemleke yapmaya çalışanlar değil mi? Bizi birbirimize düşman etmek istiyorlar. Bizler Allah'ın kuluyuz, Müslümanız. Irkçılığa kulak asmayız. Bunu akıl böyle ilan eder, iman böyle ilan eder" ifadelerini kullandı.
Hüsnü Bayram ise Akgündüz'ün yaptığı çalışmayı takdir ettiğini belirtti.
Mehmet Fırıncı ise "Risale-i Nur zaten bize kim olduğunu anlatıyordu. Akgündüz Hocamız'ın bu çok meşakkatli çalışmayı ortaya koyması her türlü takdirin üzerindedir" dedi.
"olağanüstü" teriminin İngilizce Türkçe Sözlükte anlamları : 64 sonuç
Kategori Türkçe İngilizce
1 Yaygın Kullanım olağanüstü splendid s.
2 Yaygın Kullanım olağanüstü extraordinary s.
3 Genel olağanüstü doozy i.
4 Genel olağanüstü lulu i.
5 Genel olağanüstü portentous s.
6 Genel olağanüstü exceeding s.
7 Genel olağanüstü paramount s.
8 Genel olağanüstü abnormal s.
9 Genel olağanüstü sheenful s.
10 Genel olağanüstü spectacular s.
11 Genel olağanüstü dreamy s.
12 Genel olağanüstü uncanny s.
13 Genel olağanüstü supernormal s.
14 Genel olağanüstü marvellous s.
15 Genel olağanüstü magnificent s.
16 Genel olağanüstü marvelous s.
17 Genel olağanüstü necromantic s.
18 Genel olağanüstü supernatural s.
19 Genel olağanüstü unaccountable s.
20 Genel olağanüstü fantastical s.
21 Genel olağanüstü terrific s.
22 Genel olağanüstü outstanding s.
23 Genel olağanüstü fabulous s.
24 Genel olağanüstü above the ordinary s.
25 Genel olağanüstü glorious s.
26 Genel olağanüstü extreme s.
27 Genel olağanüstü remarkable s.
28 Genel olağanüstü raving s.
29 Genel olağanüstü rare s.
30 Genel olağanüstü incredible s.
31 Genel olağanüstü wonderful s.
32 Genel olağanüstü sublime s.
33 Genel olağanüstü prodigious s.
34 Genel olağanüstü out of the ordinary s.
35 Genel olağanüstü fantastic s.
36 Genel olağanüstü superior s.
37 Genel olağanüstü shining s.
38 Genel olağanüstü extra s.
39 Genel olağanüstü unusual s.
40 Genel olağanüstü classical s.
41 Genel olağanüstü exceptional s.
42 Genel olağanüstü smashing s.
43 Genel olağanüstü unearthly s.
44 Genel olağanüstü miraculous s.
45 Genel olağanüstü huge s.
46 Genel olağanüstü special s.
47 Genel olağanüstü breathtaking s.
48 Genel olağanüstü extraordinary s.
49 Genel olağanüstü phenomenal s.
50 Genel olağanüstü preternatural s.
51 Genel olağanüstü uncommon s.
52 Genel olağanüstü prodigiously zf.
53 Genel olağanüstü extraordinarily zf.
54 Genel olağanüstü exceptionally zf.
55 Konuşma Dili olağanüstü uber
56 Konuşma Dili olağanüstü way-cool
57 Konuşma Dili olağanüstü far out
58 Deyim olağanüstü far out
59 Deyim olağanüstü out of this world
60 Konuşma olağanüstü it is incredible
61 Argo olağanüstü hellaciously
62 Hukuk olağanüstü abnormal
63 İngiliz Argosu olağanüstü fanfuckingtastic
64 İngiliz Argosu olağanüstü fanfuckingtastical
sonuç
Kategori İngilizce Türkçe
1 Genel foetus i. anne karnındaki bebek
2 Genel foetus i. dölüt
3 Genel foetus i. cenin
4 Medikal foetus fötus
5 Medikal foetus dölüt
6 Medikal foetus fetüs
7 Medikal foetus dölük
8 Medikal foetus cenin
9 Medikal foetus fetus
10 Psikoloji foetus fetüs
İngilizce
1 Genel cenin embryo i.
2 Genel cenin fetus i.
3 Genel cenin foetus i.
4 Genel cenin foetal s.
5 Genel cenin fetal s.
6 Teknik cenin embryo
7 Medikal cenin fetus
8 Medikal cenin embryo
9 Medikal cenin foetus
10 Deniz Biyolojisi cenin embryon
11 Latince cenin en ventre sa mere
Âlimin hatası geminin parçalanması gibidir, hem kendini, hem de yanındakileri batırır.
Hz. Ali Kerremallâhu vecheh
Kaynak:
19.Kasım 2013.salı.
Fazilet takvimi.
Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye
1876 yılında ikinci Abdülhamid Han zamanında mahkemelerde tatbik edilmiştir.
Esir:Atomların içini ve bütün uzay boşluğunu doldurduğu var sayılan, uzaktan çekme ve itme kuvvetlerinin, ışık ve diğer ışınların (radyasyonların) manyetik ( mıknatıs alanı oluşturan) kuvvetlerin iletimini sağlayan, atom parçacıklarının yaratılmasında hammadde ve kaynak görevini yapan çok ince yapılı bir çeşit madde.
Risale-i Nur'un büyük lügatı.sy.239.
Efendimiz’den: LİDERLİK ve İDARECİLİK DÜSTURLARI
7 Şubat 2016
YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com
h_kubra_ergin_yuzakidergisi_subat2016
Ülkemizin gündeminde uzunca bir süreden beri anayasa değişikliği ve başkanlık sistemi konuları üzerine tartışmalar yapılıyor. Başkanlık sisteminin diktatörlüğe hattâ padişahlığa yol açacağı iddiası dillendiriliyor.
Bizim gençliğimizde marş ve ezgiler söyler; «Anayasa Kur’ân!» derdik. Büyüdük ilâhiyat fakültesinde okutulan ders kitabında;
“Anayasa; bir devletin idare şeklini, hangi organlarla ve hangi usulle yöneteceğini, bu organların nasıl teşekkül ettirilip denetleneceğini belirleyen temel yasadır. Kur’ân bir anayasa değildir. Kur’ân-ı Kerim bir idarede bulunması gereken hukuk, adâlet, insanların ıslahı için gerekli tedbirlerin alınması gibi ahlâkî nitelikleri bildirir.” diyordu.
Elbette bu bir İslâm ülkesinin anayasa ve yasalarının, Kur’ân hükümlerinden bağımsız olabileceği mânâsına gelmez. Ama öte yandan bir gerçek de var; bugün kanunlarında İslâm ahkâmını uyguladığını ileri süren ülkelerin birçoğunda ırkçılık, baskıcılık, sorgulanamayan yetkilerin kullanımı, yolsuzluk, adam kayırmacılık ve hayatın her sahasında adâletsizliğin sebep olduğu moral bozukluğu var. Yönetim bozukluğu; ülkede herkesin çalışarak, üreterek, hak ettiğini kazanmasına engel oluyor ve bu da İslâm âleminin her alandaki geriliğinin en önemli sebeplerinden birini teşkil ediyor.
Bugün dünya üzerinde altmışa yakın, halkının çoğunluğu müslüman olan tam bağımsız devlet mevcut. Bunların her biri, kraliyetten tek partili diktatörlüğe, yarı başkanlıktan parlamenter sisteme, farklı siyasî sistemlerle idare ediliyor. Üzücü olan şu ki; halkı müslüman olan ülkelerin hiçbirinin idarecilerinde, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in idarecilik hayatında sergilediği üstün nitelikleri göremiyoruz. Bu sebeple İslâm’da idarenin adından çok, niteliklerinin önem kazandığını düşünmek de pekâlâ mümkün.
Peygamber Efendimiz’in yöneticiliğine baktığımız zaman, gerçekten de büyük bir başarı görüyoruz. Bugün, liderlik ve idarecilik sanatını inceleyen ilim adamlarının; «İyi bir liderin vasıfları nelerdir?» «İyi bir idareci nasıl olur?» sorularına vereceği cevapları, Peygamberimiz’in hayatında en yüksek örnekler hâlinde görebiliyoruz.
Meselâ akıllı bir adam;
“İyi bir lider; halkının önünde yürüyen, onlara örnek olandır. Kendiniz yapmadıkça bir şeyi söylemekle başkalarına yaptıramazsınız. Çünkü bir ipi iterek hareket ettiremezsiniz, ancak çekerek istediğiniz tarafa götürebilirsiniz.” demiş. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın hayatında tam da bunu görürüz. Allah Rasûlü; insanlara emrettiği şeyleri en yüksek seviyede kendisi yapmış, ailesine tâlim ve tatbik etmiş, sonra halkına örnek olarak öğretmiştir.
Peygamber Efendimiz; insanları bir vazifeye çağıracağı zaman, onlarla istişâre ederek ve kendisi en büyük fedâkârlıkları yaparak gönüllü katılımlarını sağlamıştır. Meselâ Bedir Harbi öncesinde, Peygamberimiz ashâbıyla istişâre yaptı. Sahâbenin ileri gelenleri, Rasûlullâh’ın kararı ne olursa olsun râzı olduklarını ifade ettiler. Nihayet Sa‘d bin Muâz -radıyallâhu anh-;
“Bize şu denizi hedef gösterip dalsan biz de Sen’inle dalarız, hiçbirimiz geride kalmaz.” diyerek ashâbı coşturdu. Ertesi gün büyük bir zafer kazanıldı. (İbn-i Hişâm, Sîre, II, 267)
Bugün yöneticilik tecrübelerinin araştırılıp ilmî kurallara ulaşılması neticesinde görülüyor ki; yönetmek sadece bazı emirler vermek, kurallar koymak, yaptırımlar tatbik etmekten ibaret bir iş değil. İdarecilik sanatı; yönetilenlerin gönüllü katılımını sağlamayı, kendilerini o beraberliğin bir parçası olarak hissettirmeyi de ihtivâ ediyor.
Şüphesiz her kuruluşun idaresinin kendine mahsus vasıfları vardır. Meselâ bir orduyu yönetmek, kesinlik ve itaat ister. Ama bir okulun, bir şirketin, bir belediyenin idaresi daha farklıdır. Bunlarda yönetici; birtakım görevlendirmelerde bulunduktan sonra, o işin nasıl yapılacağını artık işin ehline bırakır. Çünkü idarecinin her bir işin inceliklerini bilmesi mümkün değildir. İşini iyi yaptığı sürece, her vazifeli kendi işini en iyi bildiği şekilde yapar. Burada yöneticiye düşen; hedef göstermek, motive etmek, başarıyı takdir edip başarısızlık sebeplerini sorgulamak ve problemleri çözmektir.
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, devamlı ashâbının arasındadır. Onlarla görüşe, danışa kararlar verir. Hazret-i Âişe’nin;
“O’nun ahlâkı Kur’ân idi.” buyurduğu Peygamberimiz, Rabbimiz’in;
“İdare işleri hususunda onlarla istişârede bulun!” (Âl-i İmrân, 159) emrine itaat eder, kendisine vahiyle emredilmemiş konuları, ashâbıyla görüşerek karara bağlardı. Âlimlerden İbn-i Kesir;
“İstişâre et!” emrinin hikmetini açıklarken;
“Böylece insanlar, yaptıkları işlerde daha şevkli olurlar.” demektedir. (İbn-i Kesîr, Tefsîr, 2, 142)
Çocuk yaşından itibaren Peygamberimiz’in hizmetinde bulunan ve O’nu en yakından tanıyan Hazret-i Enes -radıyallâhu anh-;
“Ashâbıyla istişâreye riâyette Hazret-i Peygamber gibisini görmedim.” demiştir. (Tirmizî, Cihâd, 34)
Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyuruyor:
“İdarecileriniz hayırlılarınızdan, zenginleriniz cömertlerinizden olur ve işleriniz de aranızda istişâre ile yürürse yerin üstü sizin için yerin altından daha hayırlıdır.” (İbn-i Kesîr, en-Nihâye Fi’l-Fiten 1, 24)
Peygamberimiz istişâre meclislerinde; herkesin fikrini serbestçe ifade etmeleri için teşvik eder, kendi görüşüne zıt görüşler ortaya koymaktan çekinmemeleri için şöyle derdi:
“…Şunu bilin ki; ben de bir insanım, söylediklerimde isabet de ederim, hata da ederim. Ben vahiy gelmeyen hususlarda sizden biriniz gibiyim.” (Heysemî, Mecmau‘z-Zevâid 1, 178; 9, 46)
Peygamberimiz sahâbe-i kirâmına; bu şekilde söz hakkı verdiği için, onlar da hakkında vahiy inmemiş konularda Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in görüşünden farklı görüş ileri sürmekten çekinmemişlerdi. Peygamberimiz; bilhassa herkesi ilgilendiren, savaş, barış gibi hususlar söz konusu olduğunda izlenecek usûl konusunda herkesin görüşünü rahatça söyleyebildiği bir meclis tertiplerdi. Bu meclislerde bazen Hazret-i Selmân’ın hendek kazılması fikrini ortaya atması gibi, çok faydalı görüşler de ileri sürülürdü.
Peygamber Efendimiz’in hayatında istişârenin farklı uygulamalarını görmek mümkündür. Peygamberimiz bazı hususları sadece ashâbının seçkinleriyle baş başa görüşmüştür. Çünkü bazı istişâreler; ancak o mevzuyu iyi bilen, bilgi ve tecrübeye sahip kişilerle görüşüldüğü zaman sağlıklı neticeye ulaştırır. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh, Peygamberimiz’in istişâre için Hazret-i Ebûbekir ile birçok geceler boyu baş başa kalıp görüştüğünü bildirir. Kendisinin de bazen böyle görüşmelere iştirak ettiğini anlatmıştır. (Hâkim, el-Müstedrek 2, 227)
Buradan da anlıyoruz ki, istişârenin muhakkak geniş katılımlı bir meclisle yapılması gerekmez. Bazen konunun uzmanı olmayan, konuyla ilgili tecrübesi olmayan kişilerin de katıldığı meclislerde sağlıklı bir karar almak mümkün olmaz. Hisleriyle hareket eden çoğunluk, ilimle hareket eden azınlığa galip gelebilir. Bu sebeple bazen danışma meclislerini, sadece aklı eren birkaç kişiyle tertiplemek daha verimli olur.
Peygamberimiz işleri yürütürken en fazla Hazret-i Ebûbekir ve Hazret-i Ömer ile istişâre ederdi. Sahâbe-i kiram onlara; «Peygamber’in vezirleri» derdi. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de;
“Muhakkak ki benim yer ehlinden iki vezirim, gök ehlinden de iki vezirim vardır. Yer ehlinden iki vezirim Ebûbekir ve Ömer -radıyallâhu anhümâ-, gök ehlindeki vezirim ise Cibril ve Mikâil’dir -aleyhimesselâm-.” (Tirmizî, Menâkıb, 44) buyurmuştur.
Peygamberimiz o ikisinin yanı sıra; Hazret-i Ali, Hazret-i Osman, Hazret-i Talha, Hazret-i Zübeyr, Sa‘d İbn-i Ubâde, Hazret-i Üseyd İbn-i Hudayr, Hazret-i Sa‘d İbn-i Muâz ve Muâz İbn-i Cebel -radıyallâhu anhüm ecmaîn-’in de aralarında yer aldığı, daha geniş bir danışma meclisi teşkil ederek görüşlerini dinlerdi.
Sahâbe-i kirâmın hayatlarından sahneleri okuduğumuzda, onların delikanlılık çağındaki çocuklarını dahî bu istişâre meclislerine götürdüğünü görüyoruz. İstişâre meclisleri, gençler için bir mektep vazifesi görür. Bu meclislerde herkesin kendi görüşünü nasıl mantıklı bir şekilde izah ettiğini, karşısındakinin görüşünü saygıyla dinlediğini, karşı çıkacak olsa bile güzel bir üslûpla itirazını dile getirdiğini görür. İlk zamanlar; sadece dinleyip usûl ve âdâbı öğrenen genç, zaman içinde kendisi de bu mecliste fikir beyan etme hevesi duyar ve o da akıllıca görüşler üretmeye çalışır.
İslâm’daki istişâre anlayışı; kaba saba, çoğunluğa dayanan demokrasi gibi değildir. İstişârelerde esas gaye ve niyet, daima Allâh’ın rızâsına en uygun olanı ortaya koymak ve tatbik etmek olmalıdır. Bu niyet olmazsa; istişâre meclisleri, nefislerin birbirini ayartmasına da sahne olabilir. Mevlânâ’nın dikkat çektiği gibi:
“Akıl, bir başka akılla çift oldu mu; ışık çoğaldı, yol belirdi demektir.
Fakat nefis, bir başka nefisle sevindi mi; karanlık artar, yol belirsiz olur.”
Bu sebeple istişâreler, liderler için bağlayıcı değildir. Gerekirse yönetme sorumluluğu üstlenmiş olan lider; ağırlığını koyar, doğru olan kararı uygular ve herkes de haklı olan emre itaat eder. İlim sahipleri de bu hususta ümerâya yardımcı olur, yol gösterir. Allah Teâlâ buyuruyor ki:
“İyilik ve takvâ hususunda yardımlaşın, günah ve düşmanlık yolunda yardımlaşmayın. Allah’tan korkun, çünkü Allâh’ın cezası çetindir.” (el-Mâide, 2)
Tam mânâsıyla İslâmî bir idare şekline bir türlü ulaşamayışımız belki de, bu yolda İslâmî usul ve nebevî ahlâka yeterince sarılmamızdan kaynaklanmaktadır. Ne dersiniz?
Haram kazanılan aş aşdan sayılmaz.
Hak için akmayan yaş yaştan sayılmaz.
Kişi başım var diye övünmesin, secdeye varmayan baş baştan sayılmaz. Necip Fazıl Kısakürek
"Allah içte dışta her an hepimizi tamama erdirmeye çalışıyor. Tek tek her birimiz tamamlanmamış birer sanat yapıtıyız. Yaşadığımız her olay, atladığınız her badire eksikliklerimizi gidermek için tasarlanmıştır. Rab eksiklerizmizle ayrı ayrı uğraşır. Çünkü insanlık denen yapit kusursuzluğu hedefler." Mevlana
Akıl umutsuzluk yoluna gider mi hiç? Aşk gerek ki o yana koşsun. Hiçbir şeye aldırmayan aşktır. Akıl değil. Akil yararlanacağı şeyi arar. Aşk yılmaz canını sakınmaz. Unutma nedir bilmez. Değirmen taşının altına gitmiş dertlere uğrar. Sabreder. Öyle pek yüzlüdür ki hiç arkasına dönmez. Mevlana
Adalet olmadıkça yönetimin edep olmadıkça asaletin cömertlik olmadıkça zenginliğin faydası olmaz. Hz.Ömer
İyi amellerim arasında en değerli bulduğum salih bir zata olan sevgimdir.
Abdullah el-Müzeni (rahmetullahi aleyh)
Şu üç sınıf insanla arkadaş olmaktan ictinab ettim: Gafil alimler, dalkavuk kariler ve cahil mutasavviflar Yahya bin Muaz (ra)
Üç durumda din kardeşinizi yalnız bırakmayın: Hastalandıklarında ziyaret edin, meşguliyetlerinde yardım edin,unutkanlarında hatırlatin.
Ata Ibni Meysere el-Horasani(ra)
Sefih ve cahil bir kimse konuşunca ona cevap verme. Şüküt etmek, ona cevap vermekten daha hayırlıdır. Imam-i Şafii
Lalegül dergisi ocak 2019
hükmü kalmamış anlaşma
"hükmü kalmamış anlaşma" teriminin İngilizce Türkçe Sözlükte anlamları : 1 sonuç
Kategori Türkçe İngilizce
1 Konuşma Dili hükmü kalmamış anlaşma a dead letter
Hükmü kalmamış anlaşma Lozan anlaşması.
Lozan a dead letter.
Teknoloji SpaceX uzaya ilk askeri uydusunu gönderdi
SpaceX uzaya ilk askeri uydusunu gönderdi
24 Aralık 2018 09:12
SpaceX uzaya ilk askeri uydusunu gönderdi
ABD'li uzay mekiği ve roket üreticisi SpaceX, Uluslararası Uzay İstasyonu'na ilk kez askeri navigasyon uydusu taşıyan bir roket gönderdi.
ABD'li uzay mekiği ve roket üreticisi SpaceX, Uluslararası Uzay İstasyonu'na ilk kez askeri navigasyon uydusu taşıyan bir roket gönderdi. ABD Hava Kuvvetleri için GPS III uydusu taşıyan Falcon 9 roketi, yaklaşık bir haftalık gecikmenin ardından sabah saatlerinde Florida'daki Cape Canaveral Hava Üssü'nden uzaya fırlatıldı. Yaklaşık 500 milyon dolar değerindeki askeri uydu, ABD'nin Uluslararası Uzay İstasyonu'na "ulusal güvenlik alanında gönderdiği ilk uydu" olma özelliğini taşıyor.
Türkiye derin devleti lozan anlaşmasından sonra kurulmustu
mikroçip
"mikroçip" teriminin İngilizce Türkçe Sözlükte anlamları : 5 sonuç
Kategori Türkçe İngilizce
1 Genel mikroçip chips i.
2 Teknik mikroçip microarray
3 Teknik mikroçip integrated circuit
4 Teknik mikroçip microchip
5 Bilgisayar mikroçip microchip
"mikroçip" teriminin diğer terimlerle kazandığı İngilizce Türkçe Sözlükte anlamları : 2 sonuç
Kategori Türkçe İngilizce
1 Teknik mikroçip kapsülleme microchip encapsulation
2 Biyoloji dna mikroçip dna microarray
Mikroçip:Milimetrik yüzeyler üzerinde on binlerce devre elemanından oluşan ve son derece karmaşık elektronik devrelerin yerleştirildiği, genellikle silikon benzeri yarı iletken malzeme,çip, yongo.
Türkçede Batı Kökenli Kelimeler Sözlüğü.sy.995.
Ayasofya Camii Hakkında Bilgi ve Ayasofya'nın Türk Tarihi
Bizans İmparatorluğu'nun sonrasında Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fetihinden sonra Ayasofya camiye çevrilmiştir. 1453'e kadar 916 yıl boyunca kilise olarak ibadette olan Ayasofya, Fatih Döneminde eklenen tuğla minare ile camileştirilmiştir. II. Andronikos’un (1282-1328) yaptırdığı destek duvarları Mimar Sinan tarafından yenilenerek ve yenileri eklenerek yapıda dayanıklı bir hal sağlanmaya çalışılmıştır. Yapının içindeki mihrap, minber, müezzin mahfili ve vaaz kürsüsü gibi Osmanlı ekleri, 16-17. yüzyılların klasik mermer işçiliği örnekleridir. Ayasofya'nın ana mekanında görülen iki mermer küp, III. Murat (1574-1595) döneminde Bergama’dan getirtilmiştir. Mihrabın iki yanında duran tunç kandillerini, Kanuni Sultan Süleyman Ayasofya’ya armağan etmiştir. 1739’da I. Mahmut (1730-1754) tarafından yapının güney tarafına kütüphane inşa edilmiştir. Kütüphane çok eski yıllara ait İznik, Kütahya, Tekfur Sarayı ve İtalyan çinileriyle süslenmiştir. 1. Mahmut döneminde ise yapının ön avlusuna Sıbyan Mektebi yaptırılmıştır.
Ayasofya’nın güney avlusunda padişah türbeleri yer almaktadır. Mimar Sinan tarafından 1577 yılında II. Selim Türbesi yapılmıştır. 16. yüzyıl sonunda yapılan küçük ve yalın görünüşlü Şahzadeler Türbesi’nin de Mimar Sinan’ın eseri olduğu sanılır. Mimar Davut Ağa, 16. yy'ın sonunda yapıya III. Murat Türbesi'ni eklemiştir. Aynı avluda bulunan III. Mehmet Türbesi de 1608’de Mimar Dalgıç Ağa’nın eseridir. Ünlü Hattat Kazasker Mustafa İzzet Efendi tarafından Ayasofya ana mekânının duvarlarındaki yuvarlak büyük levhalar üzerine altın yaldızla Allah, Hz. Muhammed, Ebubekir, Ömer, Osman, Ali ve Hasan, Hüseyin adları yazılmıştır.
Orjinal Türkiye Cumhuriyeti gizli bilgi ve belgeler Ayasofya camii hazirelerinde saklıdır.
Necip Fazıl Kısakürek.
Her umumi kaidenin bir istisnâsı vardır.
Risale-i Nur'da Geçen Âyet ve Hadis Meâlleri.sy.415.
Gerçek müslümanın ruhu cömert ruhtur.Bu ruhta haset yok takdir vardır.Kıskançlık yok gıbta imrenme vardır.Gurur yok,vakar vardır.Zillet yok,tevazu vardır.Zem veya gıybet yok,hakikati yerinde ve gereğinde söylemek vardır.
Sezai Karakoç.
Takvadan daha üstün bir azık,susmaktan daha güzel bir erdem, cehaletten daha zararlı bir düşman, yalandan daha büyük bir hastalık yoktur.
İmam Cafer-i Sadık (rah.)
Vâkıa Sâlimiyye'nin temsilcisi İbn Sâlim'in el-Lüma'da Celâcili'den naklettiği bir söz, bu grubun şeriata olan bağlılığına bir delil sayılabilir:"Tevhid imânı, imân şeriatı, şeriat edebi gerektirir.Edebi olmayanın şeriatı, şeriatı olmayanın imânı, imânı olmayanında tevhidi yoktur.
Ebu Nasr Serrâc Tusi
el-Lüma'
İslâm Tasavvufu.Serrâc'ın Hayâtı
Hikmet, iradenin, adaletin, rahmetin, ihsânın, cömertliğin, iyiliğin ve en güzel yönleriyle eşyâyı yerli yerine koymanın kemâlini içermektedir.
Hikmet ilimlerin en yücesidir.İlmin yüceliği malumun yüceliği ile ölçülür.Aynı zamanda hikmet daha özeldir, çünkü ilim hikmetin düzenlediği tarzda gerçekleşir.
Nihayetinde her hikmet sahibi âlimdir, lâkin her âlim hâkim değildir.
Allah c.c.ın yarattığı herşeyde bir ilim ve sır hikmet gizlidir.Kendine mâlum olan ve bildirdiğinin bildiği bir sır.
(Yusuf)erginlik çağına erişince, ona (isabetli) hükmetme (yeteneği) ve ilim verdik.İşte güzel davrananları biz böyle mükafatlandırırız.(Yusuf,22.)
El-Hakim c.c.
El-Hakim (c.c.), hüküm ve himet sahibi, yaptığı her işi hikmetli yapan...
Esmâü'l Hüsnâ Alah c.c.ın En Güzel İsimleri.sy.175,176.
Zira her hikmet hükümdür, fakat her hüküm hikmet değildir.Hikmete "Kur'an tefsiri, Kur'an ilmi" ve "nübüvvet" karşlılıklarıda verilmiştir.(el-müfredât,"hkm"md.)
TDV İslâm Ansiklopedisi.
Hikmet
ra Hadis-i Şerif Ravi
296 1 Ben ve duası kabul olunmak şanından olan her Peygamber, şu yedi sınıf insana lanet etmiştir: Allah'ın kitabına ilavede bulunan. Allah'ın kaderini tezkib eden. Allah'ın haram kıldığını helal sayan. Ehli beytim hakkında Allah'ın haram kıldığını helal sayan. Sünnetimi küçümseyerek terk eden. Ganimette hak gözetmeyen. Mevkiini suistimal ederek, Allah'ın aziz ettiğini zelil ve zelil ettiğini aziz eden. Hz. Amr İbni Şeğavi (r.a.)
296 2 Allah, kıyamet gününde, yedi kimsenin yüzüne bakmaz, onları tezkiye etmez ve onları alemlerle birlikte ilk girenlerle beraber Cehenneme sokar; meğer tevbe ederler, meğer tevbe ederler, meğer tevbe ederler. Kim de tevbe ederse Allah onun tevbesini kabul eder. Bu yedi sınıf kimse şunlardır: Elini nikah eden, erkek erkeğe yakınlaşan (fail ve mef'ul) içkiye devamlı olan, ana babasını yardım istiyecek kadar döven, lanet edilinceye kadar komşusuna eza eden, komşusunun karısı ile zina eden. Hz. Enes (r.a.)
296 3 Yedi şey vardır ki, ecri, kul öldükten sonra da kabrinde olduğu halde, kendi hesabına yazılmakta devam eder: Bir ilim öğretmek, bir ark açmak, bir kuyu kazmak, hurma ağacı yetiştirmek, mescid yaptırmak, mushaf miras bırakmak, ölümünden sonra kendisine istiğfar edecek salih evlad bırakmak. Hz. Enes (r.a.)
296 4 Yedi yerde namaz caiz olmaz: Beytullahın üstünde, kabristanda, mezbelede, mezbahada, hamamda, deve yatan yerde, cadde ortasında. Hz. Ömer (r.a.)
296 5 Yedi haslet vardır ki, onlar bütün hayırları toplamıştır: İslamiyeti ve ehlini sevmek, onlarla hem meclis olmak. Emin olmamak lazım dır ki, şer üzerinde olan bir adam ola ki hayra döner ve hayır üzerinde ölür. Yine emin olmamalıdır ki, hayır üzerinde olan bir adam da şerre döne ve şer üzerinde öle. Binaenaleyh, senin kendi nefsin hakkında bildiklerin (kusurların) seni başkalarıyla meşgul olmaktan alıkoysun. Hz. Ebû Zerr (r.a.)
296 6 Altı meclis vardır ki, onlardan birinde bulunan mümini Allah tekeffül eder: Mescidde cemaatte bulunma, hasta ziyaretinde bulunma, cenazede bulunma, müslümanın kendi evinde oturması, tazim ettiği ve saygı duyduğu adil hükümdarın yanında bulunma ve ona yardım etme. Hz. İbni Amr (r.a.)
296 7 Altı şey kıyamet alametlerindendir: Benim ölümüm, Kudüsün fethi, bir adama bir dinar (altın para) verildiği halde azımsaması, her müslümanın evinde ateşi duyulan fitne, koyun boynuzu kıvrımları gibi insanlar arasında ölüm çokluğu, Rumun gadri. Şöyle ki; her biri oniki bin kişilik seksen sancakla müslümanların üzerine yürümeleri. (Amik ovasında vukua gelecek hadise) Hz. Muaz (r.a.)
296 8 Ey ümmet! Altı şey vardır ki, onlar olmadan kıyamet kopmaz: Peygamberinizin vefatı. Aranızda malın artması. Öyle ki, bir adama onbin dirhem (gümüş para) verilecek de yine öfkelenecek. Sizden her erkeğin evine bir fitne. Koyun boynuzu kıvrımları gibi ölüm çokluğu, Beni esferle aranızdaki sulh. Öyle ki, kadının hamileliği süresi gibi dokuz ay toplanırlar, sonra söze gadirlik yaparlar. Medine'nin fethi. Denildi ki: "Hangi Medine?" Buyurdu ki, Kostantaniyye (Roma'nın fethi) Hz. İbni Amr (r.a.)
if Ravi
297 1 Şu altı haslet hayırdandır: Allah'ın düşmanlariyle kılıçla cihad etmek, yaz gününde oruç tutmak, musibet esnasında iyi sabır etmek, haklı olduğu halde mücadeleyi terketmek, bulutlu günde namazı erken kılmak, kış günlerinde abdesti güzel almak. Hz. Ebû Malik (r.a.)
297 2 Altı şey haramdandır: Emirin rüşvet alması ki, bu sayılanların hepsinin en fenasıdır. Köpek parası, kısrak aşım parası, zinakarın aldığı para, kan alanın kazancı, kahinin kazancı. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
297 3 Altı şey amelleri mahveder: Halkın ayıbı ile meşgul olmak, kalb katılığı, dünya sevgisi, haya azlığı, uzun emel, zalimin zulmüne devam etmesi. Hz. Adiyy (r.a.)
297 4 Dehr içinde altı günün orucu mekruhtur: Şaban'ın son günü oruçlu olarak Ramazana erişmek. Misafirin, hastanın, çocuğuna zarar gelmesinden korkan hamile kadının, oruca gücü yetmiyen çok yaşlı kimsenin, çok zayıf olduğu için oruç tutarsa öleceğinden korkan kimsenin oruç tutması da mekruhtur. Hz. Enes (r.a.)
297 5 Altı sınıf Cehenneme hesapsız girer: Zulmü sebebiyle Umera, lrkçılık asabiyeti sebebilye Arab, kibirleri sebebiyle rençber, yalanı sebebiyle tüccar, hasedi sebebiyle Ulema, hasisliği sebebiyle zengin. (Cehenneme hesapsız girecek dereceye kadar gelebilirler) Hz. İbni Ömer (r.anhüma)
297 6 Altı şey güzeldir, lakin şu altı sınıf insan da daha güzeldir: Adalet güzeldir, lakin Umerada daha güzeldir. Cömertlik güzeldir, lakin zenginde daha güzeldir. Verağ güzeldir, lakin alimlerde daha güzeldir. Sabır güzeldir, lakin fıkarada daha güzeldir. Tevbe güzeldir, lakin gençlerde daha güzeldir. Haya güzeldir, lakin kadınlarda daha güzeldir. Hz. Ali (r.a.)
297 7 Yakında Hadramut'tan veya Hadramut denizinden bir ateş çıkacak ve kıyametten evvel insanları toplıyacak. Dediler ki: "Ya Resulallah, bize ne emredersin?" Buyurdu ki: "Siz Şam'a gitmeye bakın. Hz. İbni Ömer (r.anhüma)
297 8 Yakında, Benden sonra ümmetim içkiyi içecekler, içki ismi vermeksizin (içki saymaksızın) ve onu içmiye yardımcıları da emirleri olacak. Hz. Ebû Eyyub (r.a.)
297 9 İnsanın elbisesini çıkarırken "Besmele" çekmesi, cinlerin gözü ile Adem oğlunun avreti arasında perde olur. Hz. Enes (r.a.)
Şerif Ravi
298 1 Yakında siz Rumlarla emin bir sulh yapacaksınız. Sonra siz gaza edeceksiniz. Onlar da gerinizde sizin gaza ettiğinize düşman olacaklar. O harpten muzaffer çıkacak ve ganimet alacaksınız. Sonra yeşil bir ovaya konacaksınız. Orada bir Rum neferi salibini kaldıracak ve diyecek ki: "Haç galib geldi" Ona müslümanlardan biri karşı koyup kendisini öldürecek. Bunun üzerine Rumlar muahedeyi bozacak ve gadredecekler. Büyük muharebeler olacak. Sizin için toplanacaklar ve seksen sancak halinde üstünüze gelecekler. Her bir sancak altında onbin (onikibin) kişi olarak. (Amik ovasında önlenecek olan hadise) Hz. Zu Mihmer (r.a.)
298 2 Yakında size Horasan tarafından siyah bayraklılar gelecek. Kar üzerinde emekliyerek olsa da onlara iltihak ediniz. Zira onların arasında Allah'ın halifesi "Mehdi" vardır. Hz. Sevban (r.a.)
298 3 Sizin için dünya feth olunacak. Evlerinizi kabe ziynetlenir gibi süsleyeceksiniz. Lakin bu günkü şu haliniz o günden hayırlıdır. Hz. Ebû Huzeyfe (r.a.)
298 4 Size dünya feth olunacak. Eğer bir menzilde muhayyer kılınırsanız Şam denilen şehre bakın. Zira orası Melhamelerde müslümanların toplandığı yerdir. Onun kalbgâhı da "Ğûta" denilen yer olacaktır. Sahabelerin bazılarından
298 5 Yakında İskenderiye ve Kazvin ümmetime feth olunacaktır. Bu ikisi Cennet kapılarından iki kapıdır. Kim ki, bunlardan ikisinde veya birinde, yalnız bir gece nöbet tutarsa, günahlarından annesinden doğduğu gün gibi sıyrılmış olur. Hz. Ali (r.a.)
298 6 Benden sonra büyük şehirler zabtedecek ve çarşılarında meclisler kuracaksınız. O zaman bunların hakkını verin. Yani, selamı alın, nâmahremden gözünüzü çekin. Mazlumun hakkını verin ve ona yardımcı olun. Âmâya da yol gösterin. Hz. Vahşi İbni Harb (r.a.)
298 7 Yakında bir takım umerâ peydah olacak. Onların bazı şeylerini iyi, bazı şeylerini ise fena göreceksiniz. İyiyi iyi, fenayı fena görenler iyi, lakin (fenayı iyi görenler) razı olup ona tabi olanlar, fesada uğrayanlardır. Dediler ki: "Onlarla mukatele etmiyelim mi?" Buyurdu ki: "Namazlarını kıldıkları müddetçe hayır, ilişmeyin." Hz. Ümmü Seleme (r.anha)
298 8 Bazı umera gelecek, namazı bir sebeble vaktinden geciktirecekler. Siz (evinizde vaktinde kılın) cemaate de gelip onlarla nafile kılın. Hz. Ubâde (r.a.)
298 9 Abbas evladı yakında bayrak sahibi olacak. Onlara tabi olan doğruyu bulmuş olur, muhalefet eden ise helak olur. Hakkı tutup kaldırdıkları müddetçe o bayrak ellerinen asla çıkmayacaktır. (Adalete tabi olsalar kıyamete kadar giderlerdi.) Hz. Âişe (r.anha)
298 10 Yakında bir fitne olacak ki, insan kardeşinden ve babasından ayrılacak ve bu fitne kıyamete kadar insanların kalblerinde yayılıp duracak. Hatta o fitnelerde belaya uğramış çilekeş bir adam, zâniyenin zinası sebebiyle ayıblandığı gibi ayıblanacak. Hz. İbni Amr (r.a.)
Şerif Ravi
299 1 Benden sonra, yakında sizin üzerinize bazı umera gelecek. İyi görmediğinizi amel edecekler ve fena gördüklerinizi de yapacaklar. Bunlar emriniz değildir. Hz. Ubâde (r.a.)
299 2 Yakında fitne, fesad ve ihtilaf olacak. "Ne yapalım?" dediler. Buyurdu ki: (Hz. Osman (r.a.)'ı göstererek) günün emiri olan bu zata ve ashabına tabi olun. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
299 3 Benden sonra birtakım emirler gelecek ve dedikleri dedik olacak. İşte bunlar maymunun atılması gibi Cehenneme atılacaklar. Hz. Muaviye (r.a.)
299 4 Benden sonra yakında, muzlim gecelerin karanlık dalgaları gibi bir takım fitneler olacak. O fitnelerde adam sabah mümin, akşam kafir, akşam mümin, sabah kafir olacak. Denildi ki: "O zaman ne yapalım?" Buyurdu ki: "Evlerinize girin kendinizi unutturun." Denildi ki: "Bizden birimizin evine girilirse ne dersin?" Buyurdu ki: "Elinize sahip olun. Allah'ın katil kulu olmaktansa, mazlum kulu olun. Zira öyle zamanda islam, adamın ağzında olur. Kardeşinin malını yer, kanını akıtır, Rabbine asi olur, Hâlıkına küfreder. Neticede de kendisine Cehennem vacib olur." Hz. Cündeb el Beceli (r.a.)
299 5 Yakında fitneler olacak. Dediler ki: "Ne emredersin Ya Resulallah?" Buyurdu ki: Şam'a bakın. Hz. Bekr İbni Hakim (r.a.)
299 6 Yakında Benim üzerime hadis rivayet eden raviler gelecek. Siz o hadisleri Kur'an'a arzedin. Uyarsa alın, uymazsa bırakın. Hz. Ali (r.a.)
299 7 Yakında fitneler olur. Adam müslüman sabahlar, akşama kafir olur. Ancak, Allah'ın kendisini ilimiyle ihya ettikleri müstesna. Hz. Ebû Ümâme (r.a.)
299 8 Yakında sizinle Rumlar arasında dört sulh anlaşması olur. Dördüncü Âl-i Harundan biri ile gerçeklenir. Ve bu yedi sene devam eder. Denildi ki: "Ya Resulallah, o gün insanların imamı kimdir?" Buyurdu ki: "İmam, Benim evladımdan, kırk yaşında, yüzü parlak bir yıldız gibi olan, sağ yanağında siyah bir beni bulunan ve üzerinde iki kutvânî aba olan bir kimsedir. Tavrı beni İsrail ulemasına benzer. Yirmi sene hüküm sürer. Arzdaki hazineleri çıkarır ve şirk beldelerini feth eder. Hz. Ebû Ümâme (r.a.)
299 9 Yakında, hadiseler, tefrika, fırka ve ihtilaflar olacak. O günde katil olmaktan kurtulup maktul olabilirsen ol. Hz. Halid İbni Urfe (r.a.)
Hadis-i Şerif Ravi
300 1 Yakında dört fitne olacak. Kanın mübah sayıldığı fitne ,kanın mübah ve malın helal sayıldığı fitne, kanın mübah malın ve namusun helal sayıldığı fitne (dördüncüsü Deccal fitnesidir) Hz. İmran (r.a.)
300 2 Yakında başınıza bazı emirler gelecek , rızıklarınıza el atacak, sizi yalanlarla avutacaklar. İş yapacaklar lakin yaptıkları fena olacak. En fena tarafları da kötülüklerini siz güzel görmedikçe ve yalanlarını tasdik etmedikçe sizden razı olmayacaklar. O zaman (yalnız) emirlik haklarını tanıyın. Sizi de tecavüzle kendilerine uydurmaya çalıştıklarında onlarla mukatele edin. kim bu yolda öldürülürse o şehiddir. Hz. Ebû Sülale (r.a.)
300 3 Benden sonra fitneler olur. Birisi de "Ahlas" fitnesidir.(deve çulu fitnesi, yani milletin boynunda temelli kalır.) Harpler, hicretler olur. Sonra daha şiddetli bir fitne olur. Ha bitti denir, daha da devam eder. O derece ki, fitnenin kendisine dokunmadığı ev ve müslüman kalmaz. Bu hal ehli beytimden bir müslüman(Mehdi a.s.) çıkıncaya kadar devam eder. Hz. Ebû Said (r.a.)
300 4 Allah'dan ilm-i nâfi isteyin ve faide vermeyen ilimden Allah'a sığının. Hz. Câbir (r.a.)
300 5 ALLAH'dan dünya ve ahirette af, afiyet ve yakîn isteyin. Zira yakînden sonra kula, afiyet kadar hayırlı bir şey verilmedi. Hz. Ebû Bekir (r.a.)
300 6 Allah'ın fazlından isteyin. Zira O istenmekten bıkmaz. İbadetin efdali de gamm ve hemmden kurtuluşu beklemektir. Hz. İbni Mes'ud (r.anhüma)
300 7 Düşük çocuklara da isim koyun. Allah onunla mizanınızı ağırlaştırır. Zira onlar kıyamet günü gelir de şöyle derler: "Ey rabbimiz beni zayi ettiler ve bana isim vermediler. Hz. Enes (r.a.)
300 8 Fena ahlak, sirkenin balı ifsad etmesi gibi, ameli bozar. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
300 9 Bakara suresinde bir ayet vardır ki, Kur'an ayetlerinin seyyididir. Bir yerde okundu mu şeytan orada tutunamayıp mutlaka çıkar. Bu "ayetül kürsi" dir. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
300 10 Kuran'da bir sure vardır ki otuz ayettir. Sahibine (devamlı okuyana) affedilinceye kadar şefeat edecektir. O "Tebarekellezî biyedihil mülk"dür. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
300 11 Yakında ilim taleb eden kimseler gelecek. Onları gördüğünüzde: "Allah'ın rasulunün tavsiyesi ile merhaba" deyin ve onlara istedikleri fetvayı(bilgiyi) verin. Hz. Ebû Said (r.a.)
300 12 Benden sonra yakında bir kavim gelecek, benim hadisimden soracaklar. Onlara ancak ezberlediklerinizi söyleyiniz. Kim kasten bana yalan isnad ederse cehennemde yerine hazırlansın. Hz. Ebû Mûsa (r.a.)
300 13 Üzerinize öyle bir zaman gelecek ki, o vakitte şu üç şeyden daha hayırlı bir şey olmayacak: "Helal para, kendisi ile ülfet edilen din kardeşi, amel edilen bir sünnet. Hz. Huzeyfe (r.a.)
Hadis-i Şerif Ravi
301 1 Ümmetime yakında bir zaman gelir ki, Kuran okuyacak çok, fakihler az olur. İlim kabz olunur. Kargaşalık çoğalır. Ondan sonra bir zaman gelir ki, ümmetimden bir takım adamlar Kur'an okurlar ama bu, gırtlaklarını geçmez. Bundan sonra yine öyle bir zaman gelir ki, müşrik müminle aynı mevzuda söylediğinin mislinde mücadele eder. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
301 2 İnsanlar üzerine bir zaman gelecek ki; o zamanda adam acz ve fucur arasında muhayyer kalacak. Kim bu zamana yetişirse fucura aczi tercih etsin. Hz. İbni Mes'ud (r.anhüma)
301 3 İnsanlar üzerine bir zaman gelecek ki; camilerde halka halka oturacaklar, ancak dünya üzerine muhabbet edecekler. (Bunlara rastlarsanız) onlara katılmayın. Zira Allah (z.c.hz)'lerinin o kimselerle alakası yoktur. Hz. İbni Mes'ud (r.anhüma)
301 4 İnsanlar üzerine bir zaman gelecek ki, Kur'an'ın merasimi ve müslümanlığın da adı kalacak. Onlar müslüman ismi alırlar, halbuki kendileri müslümanlıktan insanların en uzağıdırlar. Camileri süslü olur, hidayet bakımından ise viran olur. O zamanın alimleri, gök kubbesi altındaki alimlerin en şerlisi olup, fitne onlardan başlar ve yine onlara döner ( kabak da onların başına patlar.) Hz. Muaz (r.a.)
301 5 İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, camilerde onlardan binden fazla adam namaz kılacak da içlerinde hâzâ mümin bulunmayacak. Hz. İbni Ömer (r.anhüma)
301 6 Ahir zamanda bir kavim çıkacak, yaşları genç, akılları hafif olacak. Sözleri ise halkın en iyi sözlüsü olacak. Kur'an okuyacak ama hançerelerinden aşağı geçmeyecek. Ve onlar islamiyetten okun yaydan çıkması gibi, bir iz kalmamasına çıkacaklar. Kendilerine rastladığınızda onları öldürün. Zira kıyamet gününde Allah katında onları öldüren için nice ecir vardır. Hz. Ali (r.a.)
301 7 Allah nazarında günlerin seyyidi Cuma'dır. O, kurban ve Ramazan bayramı gününden de kıymetlidir. Onda beş haslet vardır; Allah o günde Hz. Adem (a.s.)'ı yarattı. O cennetten arza o gün indirildi. O günde vefat etti. Cuma gününde öyle bir saat vardır ki, bir kul o saatte Allah'dan bir şey istedi mi Allah onu kendisine mutlaka ihsan eder. Ancak istediği günah veya sıla-i rahmi kesen birşey değilse. Kıyamette Cuma günü kopacaktır. Hiç bir melek-i mukarreb, sema, arz, rüzgar, dağ ve taş yoktur ki, bu sebeble Cuma gününden korkmuş olmasın. Hz. Saad İbni Ubâde (r.a.)
Hadis-i Şerif Ravi
302 1 İnsanların seyyidi Adem (a.s.), Arabın seyyidi Hz. Muhammed (s.a.s.), Rumun seyyidi Süheyb (r.a.), Acemin seyyidi Selman (r.a.), Habeşin seyyidi Bilal (r.a.), dağların seyyidi Tur-i Sina, ağaçların seyyidi sidre, ayların seyyidi haram ayları, günlerin seyyidi Cuma, kelamın seyyidi Kur'an, Kuran'ın seyyidi Bakara suresi, Bakaranın seyyidi Ayetel kürsi'dir. Ve onda beş kelime vardır ki, her bir kelimede elli bereket bulunur. Hz. Ali (r.a.)
302 2 Dünya ve ahirette içilecek şeylerin seyyidi su, dünya ve ahirette yemeklerin seyyidi ise et ve pirinçtir. Hz. Suheyb (r.a.)
302 3 Seferde kavmin seyyidi onlara hizmet edendir. Hizmette onlara sebkat edenin faziletini, şehitlik müstesna kimse hiçbir şeyde bulamaz. Hz. Sehl İbni Saad (r.a.)
302 4 Cennet ehlinin hanımlarının seyyideleri İmran kızı Meryem'den sonra Fatıma, Hatice ve firavun ailesi Asiye'dir. Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
302 5 Ümmetime, yakında geçmiş ümmetlerin hastalığı isabet eder: Dünya nimetinden neşelenmek(batıl ile ferahlanmak ve tekebbür) tuğyan ve kin, mal ve evlat çoğaltma, haksız düşmanlık, husumet ve haddi aşan bir hased (ki neticesi mukateledir). Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
302 6 Ümmetime yakında, ahir zamanda, kader meselesinden bir kapı açılır. Ve onu hiçbir şey kapamaz. Onu açanlara rastlarsanız, kendilerini şu mealdeki ayetle karşılarsanız size kafi gelir: "Arzda ve nefislerinizde her kime isabet eden bir musibet yoktur ki, kitapta tesbit edilmiş olmasın." Hz. Süleym İbni Cabir (r.a.)
302 7 Ümmetim içinde bir takım kavimler olacak ki, fakihleri ince ve karışık meseleleri ele alacaklar. İşte onlar, ümmetimin şerlileridir. Hs. Sevban (r.a.)
302 8 Ahir zamanda, eğlencenin ve çenginin meydan aldığı içkinin de mübah addolunduğu zaman yere batma, taş yağma zuhur edecek ve insan kılığından çıkma olacaktır. Hz. Sehl İbni Saad (r.a.)
302 9 Yakında ümmetim içinde bazı kimseler olacak ki, çeşitli yemekler yiyecekler, çeşitli içecekler içecekler ve renk renk elbiseler giyecekler ve sözü de dilini döndürüp konuşacaklar. İşte bunlar ümmetimin şerlileridir. Hz. Ebû Ümâme (r.a.)
302 10 Ahir zamanda zalim hükümdarların avanesi olur ki, onlar sabah Allah'ın gazabında yürürler, akşamda Allah'ın buğzu içinde dolaşırlar. Sakın onların sırdaşlarından olmayın. Hz. Ebû Ümâme (r.a.)
302 11 Benden sonra yakında birtakım sultanlar peydah olur. Kapılarında fitneler develerin yatakları gibidir. Kimseye bir hayır göstermezler. Bir şey verirlerse, ancak onların dinlerinden bir taviz kopararak verirler. Hz. Abdullah İbni Hars (r.a.)
302 12 Benden sonra yakında ümmetimden bir taife zuhur eder ki, Kur'an'ı okurlar ama boğazlarını geçmez. Dinden de okun yaydan çıktığı gibi çıkarlar ve avdet de etmezler. Onlar, halkın ve mahlukatın en şerlisidirler. Alametleri de yüzünü gözünü traş etmeleridir. Hz. Ebû Zerr (r.a.)
Hadis-i Şerif Ravi
303 1 Yakında ümmetimden bazı kimseler gelir. Alimlerini müşkül meselelerle yanıltırlar. Bunlar ümmetimin şerlileridir. Hz. Sevban (r.a.)
303 2 Yakında seninle Aişe (r.anha) arasında bir hadise olacak(bunu Hz. Ali (r.a.)'a söylemişti). Hz.Ali (r.a.) dedi ki: "Öyle ise Ya Rasulallah, ben onların en fenasıyım." Buyurdu ki: "Hayır. Lakin bu hadise olduğunda sen onu evine(mahalli emanına) teslim et (cemel vakası). Hz. Ebû Rafi' (r.a.)
303 3 Benden sonra ümmetimden bir kavim gelir. Kur'an'ı okur, dini ilimlerden de malumatları olur. Şeytan onlara gelir: "Dünyalığınızı düzeltmek için hükümete sokulsanızya. Siz yine dininizde onlara uymazsınız." der. Nasıl çalıdan dikenden başka bir şey alınmazsa, onlara sokulmaktan günahtan başka birşey elde edilmez. Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
303 4 Yakında bazı emirler gelecek. Siz onların bazı işlerini beğenecek bazılarından ise hoşlanmayacaksınız. Kim onlarla mücadele ederse necat bulur. Kim onlardan ayrılırsa selamet bulur, kim de onlara karışırsa helak olur. Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
303 5 Benden sonra bir takım umera gelecek ki, onlar benim yolumda gitmezler. Adetimi adet etmezler. Onlardan bir takımının kalbleri, insan suretinde şeytan kalbidir. Hz.Huzeyfe (r.a.) dedi ki: "O hadiseye yetişirsem nasıl yapayım" Buyurdu ki: "Emîri azama itaat et. Sırtına vurup lokmanı alsa da(Hz.Osman r.a. fitnesi). Hz. Huzeyfe (r.a.)
303 6 Sizin üzerinize bazı umera peydah olur. Namazı vakitlerinden geciktirir ve bidat çıkarırlar. İbni Mesud (r.a.) dedi ki: "Onlara yetişirsem ne yapayım?" Buyurdu ki: "Ey Ümmü abdin oğlu, benden nasıl yapacağını soruyorsun. Allah'a isyan edene itaat yoktur". Hz. İbni Mes'ud (r.a.)
303 7 Ahir zamanda ümmetimden bir takım insanlar meydana gelir ki, kendimizin de, babalarımızın da işitmediği şeyleri anlatırlar. Sizler ve babalarınız bunlardan kendilerinizi çekin. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
303 8 Ümmetimin sonunda bir takım kadınlar peydah olur ki, erkekler gibi eğerlere binerler ve mescidin kapısında inerler. Onlar giyinik çıplaklardır. Başlarını da zayıf devenin hörgücü gibi yaptırırlar. Bunları telin edin. Zira onlar mel'undurlar. Eğer sizden sonra gelecek ümmet olsaydı, bunlar da o gelecek ümmete hizmetçi olurlardı. Nasıl ki, sizden önceki ümmetlerin kadınlarının sizlere hizmetçi oldukları gibi. Hz. İbni Amr (r.a.)
303 9 Benden sonra yakında, bazı umera gelecek, birbirini öldürecekler.(mevki makam için) Hz. Ammar (r.a.)
303 10 Yakında madenler çıkacak ve onun peşine düşenler insanların şerlileri olacak. Beni süleym'den biri
303 11 Ahir zamanda lûtî denilen bir taife çıkar ve üç sınıf olur: Bir sınıfı yüze bakmak ve konuşmakla, diğeri musafaha ve kucaklaşmakla yetinirler. Bir sınıfı da bu işi bilfiil yaparlar. Allah'ın laneti bunların üzerine olsun. Meğer ki tevbe ederler. Tevbe edenin tevbesini Allah kabul eder. Hz. Enes (r.a.)
Sıra Hadis-i Şerif Ravi
304 1 Ümmetimin sonunda bir takım kavimler olur ki, camilerini süsler, kalblerini ise viran ederler. Onlardan birisi dinine vermediği ehemmiyetten fazlasını elbisesine verir. Bunlar, dünyaları selamet oldu mu, ahiret işini kaale almazlar. Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
304 2 Benden sonra bir fitne olacak, o fitne olduğunda Ali ibni Ebi Talib (r.a.)'ı tutun. Zira hak ile batılı ayırd edecek odur. Hz. Ebû Leyla el Gıfari (r.a.)
304 3 Benden sonra muzlim gecenin karanlık dalgaları gibi fitneler olacak. İnsanlar orada alabildiğine gidecekler. Denildi ki: "O halde hepsi helak olucudur." Buyurdu ki: "Dünyadaki katl onlara kafidir." (Ahiretlerine dokunmayacak.) Hz. Saad (r.a.)
304 4 Yakında üzerinize bazı emirler gelecek. Kalbinizin yattığı ile size emirler verecek. Fakat sevmediklerinizi yapacaklar. Sizin için bunlara itaat gerekmez. Hz. Ubâde (r.a.)
304 5 Benden sonra bazı valiler gelecek, iyisi iyiliği ile, kötüsü de kötülük üzere valilik yapacak. Siz bunları dinleyin. Hakka uygun herşeyde kendilerine itaat edin. Arkalarında namaz kılın. Eğer iyilik yaparlarsa hem size, hem onlara. Fenalık yaparlarsa sizin lehinize, onların aleyhine olur. Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
304 6 Ümmetimden "Ehli kitabdan" bir cemaat ve "ehli liben" (çöl halkı) helak olacak. Denildi ki: "Ehli kitab kimdir?" Buyurdu ki: "Kitabullahı öğrenip müslümanlarla mücadele edecek bir kavimdir." Denildi ki: "Ehli Liben kimdir?" Buyurdu ki: "Şehvetlerine uyub, namazı terkedecek bir kavimdir." Hz. Ukbe (r.a.)
304 7 Müslümanlar Ye'cuc ve Me'cuc'un ok ve kalkanlarından kalanı yedi sene yakacaklardır. ( Tûri Sina'dan kurtulduktan sonra) Hz. Nevvas İbni Sem'an (r.a.)
304 8 Yalancı şahidin ayağı yerinden oynamadan Cehennemi hak eder. Hz. Enes (r.a.)
304 9 Ümmetimin en şerlileri o kimselerdir ki, akşam sabah nimet içinde yemeğin en iyisini yerler ve elbisenin en iyisini giyerler. Onlar ümmetimin gerçekten en şerlileridir. Zalim emirden kaçan adam asi değildir. Bilakis asi olan zalim emirdir. Dikkat edin. Allah'a isyanda mahluka itaat yoktur. Hz. İbni Abbas (r.anhüma)
TARÎKAT: Ben bir boşluktayım dedim,
Gel dolduralım dediler...
Ama tarikat beni ürkütür dedim,
Allah demekten korkulur mu? dediler...
Peki... diyerek tarikata girdim,
Sen değil, Allah murad etti dediler.
Bana bir keramet gösterin dedim,
Dön de eski haline bir bak dediler...
Ben ne zaman kemale ererim? dedim,
"Ben" demeyi bırakınca dediler...
Ya hiç bir şey öğrenemezsem? dedim,
İşte yavaş yavaş öğrenmeğe başladın! dediler...
Peki bu işin bir kolayı yok mu? dedim,
Çiğnenmiş lokmayı yutmaya üşenme dediler...
Yani vaz mı geçeyim? dedim,
Bu yol ümitsizlik yolu değil dediler...
Peki aklımın almadığı işlerde ne yapayım? dedim,
Hikmeti ara! dediler...
Ya bir hikmet göremezsem? dedim,
Gören körlerden olma! dediler...
O zaman yol nasıl alınır? dedim,
Aman edebi pek tut ! dediler...
Edep nedir? dedim,
Edepsizden öğren dediler...
Edebi taklit etsem? dedim,
O da bir şeydir ! dediler...
Hastayım! dedim, Şikayetlenme! dediler...
Canım yandı, ahh ! dedim,
'Ah' deme, 'Af' de dediler...
Çıktım dağa, tekkeye odun çektim,
Büyükler ne bulduysa hizmette buldu dediler...
Kızdığım birine hesap sordum,
Sen hesabı sorulansın dediler...
Bazılarını kınadım,
Kınadığını yaşamadan ölemezsin dediler...
An oldu açık açık konuştum,
Açıklık, kaçıklık getirir dediler...
Cümlelerimi seçe seçe konuştum,
Lafı evirip, çevirme dediler...
Ben de susmayı denedim,
Aferin, susan konuşandan çok öğrenir! dediler...
Ben bu tarîkatı çok sevdim ��dedim,
Önce şerîat dediler...
Salih amel işleyeyim, dedim...
Önce itikat dediler..
Kendimi nasıl bilecem? dedim,
Önce haddini bil dediler...
Peki benim sîretim temiz mi? dedim, Asıl olan kalptir, dediler...
Bana biraz sır verin! dedim,
Sen sırdaş olamazsın dediler...
O zaman aranızda yol alayım! dedim,
Sen yoldaş olamazsın dediler..
O zaman ben bir hiçmişim �� dedim,
O makamın kıymetini bil dediler...
Çok sevdim, dedim.
Hani ya ispatı? dediler...
Aşkın ataşına yandım dedim,
Hani nerde külün? dediler...
Âciz düştüm, aman dedim,
Hani sana verilen vazifeler dediler...
Dilim kurudu, su istedim,
Pınarda susanır mı dediler...
Çaresiz ben de sustum,
İşte bunu hep yap! dediler...
Ah şeyhim, ne olur gel! dedim,
Sen de boş yer yok! dediler...
O zaman nasıl görüşeceğiz? dedim,
Seherde kalk, görürsün! dediler...
Aldım elime tesbihi ��kalktım seherde,
İşte bunu hiç aksatma! dediler...
Biliyorum! dedim,
Bilme dediler...
Bilmiyorum! dedim,
Bileceksin dediler...
Bundaki hikmet ne? dedim,
Çok soru sorma! dediler...
Ben nasıl aydınlanacağım? dedim,
Gönül aydınlığı ile, dediler...
Kimi zaman cezbeye geldim,
Riyadan kork, yut onu dediler...
An oldu kahkaha attım,
Ne bu rahatlık! dediler...
Kendimi dağlara vurdum,
Kolaya kaçma! dediler...
Yerli yersiz ağladım,
Göz yaşın hiç kurumasın! dediler...
İnsan içine çıktım,
Ne bu kalabalık? dediler...
Aldım elime bir kitap,
Önce bildiğinle amel et !dediler...
Yorulup yatağa uzandım,
Dikkat et, uyku gaflettir !dediler...
Günahlarıma dövündüm,
Tövbe sildi! dediler...
Gelecek kaygısı çektim,
Yarın henüz gelmedi! dediler...
Durayım mı? dedim,
Yürü, gayrete gayret gerek! dediler...
Geriye gideyim mi? dedim, Aman ha! dediler...
O zaman ilerleyeyim mi? dedim,
İleri giden kelleden olur! dediler...
Peki ne yöne gideyim? dedim,
Sen nehirdeki yonca gibi ol! dediler...
Bir kabristana varırsam ne yapayım? dedim, Nasihatını dinle! dediler...
Cenneti istedim,
Annenin ayağının altında! dediler...
Kardeş hançerine ne yapayım? dedim,
Sabır kalesine sığın! dediler...
Tuttuğum dalı bırakayım mı? dedim,
Biz tut demişsek, bırakma! dediler...
Yaptığım işleri sordum,
İmanının aynasıdır! dediler...
Yıkılıp düşersem? dedim,
Düştüğün yerden kalk! dediler..
Ya zindana düşersem? dedim,
Mektebi Yûsufiye'dir! dediler...
Peki nasıl besleneyim? dedim,
Helalinden ye, dediler...
Çok yiyeyim mi? dedim,
Susuzluk yapar! dediler...
Çok su içeyim mi? dedim,
Çok uyku yapar! dediler...
O zaman aç kalırım! dedim,
Nefsin terbiye olur! dediler...
Çok öfkelenirsem? dedim,
Aklın başından gider! dediler...
Münakaşaya düşersem? dedim,
Allah için terk et! dediler...
Kur'ân okuyayım mı? dedim,
Onu iyi anla! dediler....
Ya anlayamazsam? dedim,
Hadîslere bak! dediler...
Hadîsi de anlayamazsam? dedim, Bilene sor! dediler...
Haklı haksız nasıl ayırd edeyim? dedim,
Âdil ol! dediler...
Fitne çıkarsa ne olacak? dedim,
Fitneyi uyandıran olma! dediler.
Gelir beni bulursa! dedim,
Hâbil ol! dediler...
Biri bana söverse? dedim,
Dilsiz ol dediler...
Ya döverlerse? dedim,
Elsiz ol dediler...
Peki teslimiyeti nasıl yapayım? dedim,
Ölü gibi ol! dediler.
Cahille karşılaşırsam? dedim,
Kitap gibi sessiz ol! dediler...
Yine de bütün bunlara rağmen şaşırırsam? dedim,
Sakın Tövbeden şaşma! dediler...
İbadetlerimi nasıl yapayım? dedim,
Az da olsa devamlı! dediler...
Tesettür nasıl olacak? dedim,
Kim ne kadar sakındı, o kadar temiz oldu, dediler...
Neyi abartayım? dedim,
Günahlarını! dediler...
Neyi küçümseyeyim? dedim,
Hayırlarını! dediler...
Başkalarında kusur görürsem? dedim,
Gece gibi ört! dediler...
Birinin elindekine göz dikersem? dedim,
Sen önünden ye! dediler...
Bir zulüme uğrarsam? dedim,
Sen sen ol, zulüm etme! dediler...
Âhirete nasıl gideyim? dedim,
Kul hakkıyla gitme! dediler...
Resulullah S.A.V. de şöyle buyurdu:
-O salât şudur:Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin fil evveline ve âhirine ve fil meleil a'lâ ilâ yevmiddini.
O zaman Ebu Bekir (R.anh.)
-Yâ Resululullah (S.A.V.) dedi.salâtın sevabından bana haber ver.
Hazret i Resulullah S.A.V. saadetle şu cevabı buyurdular:
-Eğer denizler mürekkep olsa ve âğaçlar kalem olsa ve bütün melekler yazıcı olsa yine bu salâtın sevabını yazıp tüketemezler!..
Kara Davud.
Delail-i Hayrat Şerhi.sy.488.
Atatürk ölmüş,derin devlet de onunla gömülmüştür.
Derin Devlet.
Tanımlanamayan Güç.sy.14.
Eşyanın hakikati ancak zıtlarıyla bilinir.
Risale-i Nur'da Geçen Âyet ve Hadis Meâlleri.sy.450.
En faydalı bilgi, uygulanabilendir.
Doğru her zaman yüce, yalancı her zaman aşağı ve cücedir.
En Güzel Sözler Unutulmaz Özdeyişler.sy.285.
Bu ayet-i celilede tenbih olunmaktadır ki, kullara sürurlu ve kederli zamanlarında gelen nimetlere daimi şükür, musibetlere ise sonsuz sabır ve tahammül göstermek lâzımdır.Çünkü şükredilmezse nimet azaba, sabredilmezse musibet helâke döner.
Bakara Suresi Tefsiri.sy.139.
Ayni'de beyan olunduğu üzere şefaatin beş derecesi vardır:
1)Kıyamet gününün şiddetinden nâs'ın istirhatleri içindir.
2)Bazı kimselerin muhasebesiz Cennete girmeleri içindir.
3)Yanmaya hak kazanmış bazı kimselerin Cehenneme girmemeleri içindir.
4)Cehenneme girenlerin çıkmaları içindir.
5)Bazı kimselerin Cennetteki derecelerinin terfii içindir.
Sahihi Buhari.sy.79.
Bir tane sıdk bir harman yalanları yakar.
Bir tane hakikat, bir harman hayâlâtâ müreccahtır.
Her sözün doğru olmalı; fakat her doğruyu söylemek doğru değil.
Risale-i Nur Külliyatı
Hutbe-i Şamiye.sy.126.
Sabır, ferahlık ve genişliğin anahtarıdır.
el-Münâvi,Feyzü'l Kadir, 6:298;Acluni, Keşfül-Hafâ,2:21.
Risale-i Nur'da Geçen Âyet Ve Hadis Meâlleri.sy.459.
"Gayr-i meşru bir muhabbetin neticesi, merhametsiz azab çekmektir"kaidesi sırrınca...
Risale-i Nur külliyatı
Sözler.32.söz.
sy.579.
ESP'nin en ilginç deneyimi "Beyin Faksı" gönderme işlemiydi.
Türkiye'de Dünya'da Casuslar.
Aytunç Altındal.
sy.117.
Hikmetin başı Allah korkusudur.
Risale-i Nur'da Geçen Ayet ve Hadis Mealleri sy.467.
Allah c.c. ım bize hakkı hak olarak gösterip onun ittibâıyla, bâtılı da batıl olarak gösterip onun içtinabıyla rızılandır.Amin, Allah c.c. ım duamı kabul buyur!
Risale-i Nur Külliyatı'ndaki Ayet ve Hadis Mealleri ve Me'hazleri.sy.596.
İşte sana! Onlar (ebediyyen yaşasalardı şirk üzere yaşamaya azmettiklerinden, cezâ ise amele göre değil, niyete göre verildiğinden,) ancak o ateşin ayrılmaz arkadaşlarıdır.Kendileri orada (hiç çıkmamak üzere ebediyyen kalıcılardır.
Yunus Suresi.sure 10.cüz 11.
Ruhu'l Furkan Tefsiri cilt.19.sy.132.
Nitekim bu yolun reislerinden ve efendilerinden olan Sehl-i Tüsteri (kuddise Sirruhu) ya :"Azık nedir? " diye sorulduğunda:Hiç ölmeyen diriyi zikretmektir" demiştir.Bunun üzerine kendisine:"Bu ruhların azığıdır, ya bedenlerin azığı nedir?" denildiğinde: Yurtları banisine bırak, isterse mamur etsin, isterse harab etsin! diye cevab vermiştir.
Ruhu'l Furkan Tefsiri cilt 19.sy.138.
Ne tuhaf, insan hiç ayrılamayacağı Allah c.c. tan kaçma, mutlaka ayrılacağı dünyaya yapışma halindedir.
Ataullah İskenderi.
Efendimiz sallallahu aleyhi sellem :
"Amelle, az ilim fayda verir, fakat cehaletle birlikte çok amelin de faydası yoktur"
Bakara suresi Tefsiri.sy.300.
İsa aleyhisselam'a:
Halktan senin gibi olan varmı? diye sorulunca o da cevaben:
Bakışı ibret, susması fikret ve kkelamı zikir olan kimse benim gibidir dedi.
Bakara Suresi Tefsiri.
Mahmud Sami Ramazanoğlu
sy.320.
Doğulu devlet modelini Batılı Cumhuriyet modeliyle deyim yerindeyse "evlendirip" mutlu bir yuva (vatan) kurabilmek çok ama çok zor bir deneydir....
Kendi alanında ilk ve tek örnek evlilik olan bu oluşum, her yönüyle incelenmesi gereken bir fenomendir.....
İşte bu zor evliliği sürdürmeye gayret etmiş olan Doğulu "Baba Devlet" ile Batılı Anne Cumhuriyet"in çocularıyız........
Doğulu Baba ile Batılı Anne'nin çocuğu olmak bizlerde bir kimlik bunalımı yaratmıştı ama artık erginleşmeye başladık....
Aramızdaki kavgaların, çatışmaların kökenide bu garip ama gerçek evliliğin bulunduğunu bilelim...
Devlet ve Kimlik sy.son.
İlim Allah katındadır.Yazdıklarının sırlarını en iyi Allah c.c. bilir.
...Ey Rabbimiz! Unutur veya hataya düşerde bi kusur işlersek, bizi onunla hesaba çekme...Bakara Suresi 2:286.
İşlerin en hayırlısı zorlu olanıdır...el-Acluni, Keşfü'l-Hafa,1:55.
Risale-i Nur'da Geçen Ayet Ve Hadis Mealleri.sy.484.
Bana bir kelime ile vaaz et ki onunla faydalayım dedim, o da bana: "Allah-u Teala'dan sakın, Çünkü O çok kıskançtır, kulunun kalbinde Kendinden gayriyi görmeyi sevmez"dedi.
Ruhu'l Furkan Tefsiri cilt 19.sy.156.
Allah c.c. seni yarattıklarından uzaklaştırdığı zaman bil ki, sana dostluğunun kapısını açmak istiyordur.Ataullah İskenderi.
Adaletsizlik medeniyeti mahveder.
İbn Haldun.
Sonra Kur,an 'ın tamamı mânâ cihetinden muhkemdir.
Kur'an'ın tamamı mânâ cihetinden müteşâbihtir.
Tevhide Giriş.
Hâce Muhammed Parsa.sy.21,22.
Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak!
O benimdir, o benim milletimindir ancak!
Çatma kurban olayım, çehreni ey nazlı hial;
Kahraman ırkıma bir gül... Ne bu şiddet, bu ceal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra heal;
Hakkıdır Hakk'a tapan, milletimin istikal.
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim: Bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
Garb'ın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar;
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
"Medeniyyet!" dediğin tek dişi kalmış canavar?
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.
Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın,
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
Bastığın yerleri "toprak!" diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da Huda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.
Ruhumun senden iahi şudur ancak emeli:
Değmesin ma'bedimin göğsüne na-mahrem eli!
Bu ezanlar - ki sehadetleri dinin temeli -
Ebedi, yurdumun üstünde benim inlemeli.
O zaman vecd ile bin secde eder - varsa - taşım;
Her cerihamdan, Iahi, boşanır kanlı yaşım;
Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden na'şım!
O zaman yükselerek Arş'a değer, belki, başım!
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hial!
Olsun artık dökülen kanlarım hepsi heal.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istikal.
Türkçe Sözleri
Fear not! For the red flag that proudly ripples in this glorious twilight, shall never fade,
Before the last fiery hearth that is ablaze within my nation is extinguished.
For That is the star of my nation, and it will forever shine;
It is mine; and solely belongs to my valiant nation.
Frown not, I beseech you, oh thou coy crescent,
But smile upon my heroic race! Why the anger, why the rage? ¹
Our blood which we shed for you will not be blessed otherwise;
For freedom is the absolute right of my God-worshiping nation.
I have been free since the beginning and forever will be so.
What madman shall put me in chains! I defy the very idea!
I’m like the roaring flood; powerful and independent,
I’ll tear apart mountains, exceed the heavens and still gush out!
The lands of the West may be armored with walls of steel,
But I have borders guarded by the mighty chest of a believer.
Recognize your innate strength, my friend! And think: how can this fiery faith ever be killed,
By that battered, single-fanged monster you call “civilization”?
My friend! Leave not my homeland to the hands of villainous men!
Render your chest as armor and your body as trench! Stop this disgraceful rush!
For soon shall come the joyous days of divine promise…
Who knows? Perhaps tomorrow? Perhaps even sooner!
View not the soil you tread on as mere earth, recognize it!
And think about the shroudless thousands who lie so nobly beneath you.
You’re the noble son of a martyr, take shame, hurt not your ancestor!
Unhand not, even when you’re promised worlds, this paradise of a homeland.
What man would not die for this heavenly piece of land?
Martyrs would gush out were one to just squeeze the soil! Martyrs!
May God take all my loved ones and possessions from me if He will,
But may He not deprive me of my one true homeland for the world.
Oh glorious God, the sole wish of my pain-stricken heart is that,
No heathen’s hand should ever touch the bosom of my sacred Temples.
These adhans, whose shahadahs are the foundations of my religion,
And may their noble sound last loud and wide over my eternal homeland.
Çünkü; kıssa-i Yusuf (A.S.) da bir çok havadisin fetvalarına cevap vardır.Meselâ "Hasedin neticesi nedir?" sualine cevap hacalet ve mahcubiyettir ve Sabrın neticesi nedir? sualine cevap;selamettir ve Kederin neticesi nedir? sualine cevap ;ferahtır ve Meşakkatin neticesi nedir? sualine cevap; felakettir ve Firkatin neticesi nedir? sualine cevap ictima ve ülfettir diyerek kıssa-i Yusuf'la bunların cümlesine cevap verilir.Çünkü;şu sayılan fetvalar ve daha nice acaip ve garaib Yusuf (A.S.) ın sergüzeştini beyan eden bu sure-i Celilede münderictir.
Hülasat-ül Beyan
Cilt 5.sy.2464.
Düzeltme:
Meşakkatin neticesi nedir? sualine cevap; rahattır ve Hilenin neticesi nedir? sualine cevap; felakettir.
Hülasat-ül Beyan
Büyük Kur'an Tefsiri.cilt.5.sy.2464.
İş bu söze Hak tanıktır
Bu can gövdeye konuktur.
Bir gün ola çıka gide
Kafesten kuş uçmuş gibi.
Yunus Emre.
De ki: Haberiniz olsun, o kaçıp durduğunuz ölüm, muhakkak gelip size ulaşacaktır.Sonra, gizliyi de aşikârıda bilen Allah c.c. döndürüleceksiniz. O, size neler yaptığınızı haber verecektir.(Cum'a, 62/8)
Allah-ü Teâlâ şöyle buyurdu:
-"Ancak Allah c.c.tan âlim kulları korkar.."
Demek olur ki, Allah c.c. korkusu vermeyen ilim, ilim değildir.FATIR suresinin 28. ayetidir.
Peygamberimiz S.A.V. efendimiz şöyle buyurdu:
-"Allah-ü Teâlâ, vasıtanla bir kişiye hidayet nasib etmesi, senin için kırmızı deveden daha hayırlıdır.."
Derler ki:
-Kırmızı deve, altın yüklü kırmızı devedir.
Yani : Bu deveyi altınıyla birlikte sadaka vermektense, bir kişiyi hidayete erdirmek hayırlıdır.
Muhtar-ül Ehadisin Nebeviyye.sy.513.
Benden tebliğ ediniz; isterse bir ayet olsun..Ve beniisrail'den anlatınız;zararı yoktur..
Fakat her kim bana kasden bir yalan şey isnad ederse;cehennemde yerini hazılasın..
Bu Hadis-i Şerifin delaletine göre, beniisrail'e ait kıssalardan âyet ve hadis dışında kalanları anlatmak mahzurludur.
Muhtar-ül Ehadisin Nebeviyye.
Hadis-i Şerifler Ve Vaaz Örnekleri.sy.514.
Tecrübeyle anladım ki marifet sahibi olanların feraseti, Allah Teala'ya yarayan kimselerle, ona yaramayan kimseleri ayırmaktır.Tecrübeyle anladım ki mârifet sahibi olanların feraseti, Allah c.c.a yâr olanlarla olmayanları,Allah c.c.a yarayan kimselerle yaramayan kimseleri ayırmaktır.
İmam-ı Rabbani
293.Mektub
Uluslararası.İmâm-ı Rabbâni Sempozyumu.Tebliğleri. sy.12.
Dedi ki:
Aklın ölümü nedir?
Dedim ki :
"Fikri terk etmek."
Dedi ki:
Kalbin ölümü nedir?
Dedim ki:
"Zikri terk etmek."
Muhammed İkbal.
Kimya bizi ve etrafımızdaki her şeyi içren maddenin incelenmesidir.
Kimya,bilimin birçok alanıyla ve insanın uğraştığı birçok alanla ilişkili olduğu için, bazen "merkez bilim"olarak bilinir.
Kimya "gelişimini tamamlamış" bir bilim olmakla birlikte, kimyanın iç yapısı yanıtlanmamış sorular ve açıklanmamış olaylarla doludur.
Genel Kimya
İlkeler ve Modern Uygulamalar.sy.2.
Dinin, içtimai nizamı muhafazada, kültürel inkişafta ve milli birliği korumada en kuvvetli bir unsur olduğu münakaşadan müstağnidir.
Prof.Dr.Osman Turan.
Cahile söz (laf) anlatmak, deveye hendek atlatmaktan güçtür(zordur).
Cahilin dostluğundan, âlimin düşmanlığı yeğdir.
Cambaz ipte, balık dipte gerek.
(Bir kimse, bilgi ve beceresinin bulunduğu, ustalık kazanmış olduğu işi yapmalıdır.)
Caminin (mescidin) mumunu yiyen kedinin gözü kör olur.
(Kendisini büyütüp besleyen kişiye ya da kamuya ait bir mala el uzatan kişi onmaz, er geç cezasını bulur.
Açıklamalı
Atasözleri Sözlüğü.sy.63.
Fitne kapılarını kapatmak şeriatın güzelliklerindendir.
Biz sana ap açık bir fetih yolu açtık.Ve Allah c.c. sana pek şerefli bir zaferle yardım etsin .Fetih suresi, 48:1,3.
Belki sevmediğiniz şey hakkınızda hayırlıdır...Bakara Suresi 2:216.
Ahirzamanda, kadınların samimi dinlerine ve kuvvetli itikadlarına tâbi olunuz.İmam-ı Gazali,İhâu Ulumid-Din,3:75.
Müminler ancak kardeştirler.
İhtlilafa düşmeyin; sonra cesaretiniz kırılır, kuvvetiniz de elden gider..Enfal Suresi, 8:46.
İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.Necm Suresi, 53:39.
Risale-i Nur'da Geçen Ayet ve Hadis Mealleri.
Bu yahyâ: (f.i.)Azrail.
Burâk-Cem:Hz.Süleyman'ın uçan tahtını taşıyan rüzgâr.
Burâk (a.h.i.):Hz. Muhammed s.a.v.in Miraç'ta bindiği binek.
Osmanlıca-Türkçe
Ansiklopedik.Lügat.
Ferit Devellioğlu.
sy.128,129.
Hayatta her şey Allah c.c. ın taksimi iledir.Allah c.c. ;kimini zengin, kimini yoksul, kimini sağlam, kimini sakat, kimini alim ve kimini cahil kılmıştır.Kendinden düşük kimseleri gördüğün vakit, böbürlenip hakir görme.
İmam Gazali.
Şüphe duymayan hakikatı bulamaz.
İmam Gazali.
Hak yolunda hakikate varmak sözle olmaz, inandığını yaşamakla olur.
Mevlana.
Dört şeyi dört şeyden temizle:
Dilini gıybetten,
Kalbini kıskançlıktan,
Mideni haram lokmadan,
Davranışlarını riyadan.
Feriduddin Attar.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
"Belâ konuşmaya bağlıdır."('Ali el-Müttaki, Kenzü'l-ummal,no:7867,3/553) yani konuştuğun olur"buyuruyor.Hayır konuşalım ki hayır olsun ama câhillik sınır tanımıyor.
Medrese-i Yusufiyye'den Mektuplar.sy.475.
Alınoluk mart 2019.Servet Yüksel
Oğullarıma..
Yolun Sarpa sarar nefse uyarsan,
Kendine kötülük etme can oğul..
Sofranıza haram lokma koyarsan,
Kalbleri karartır, çürür kan oğul..
Öfkeye kapılma dipsiz kuyudur,
Bil ki inat şeytan huyudur,
Gaflet çölde serap, deniz suyudur,
Her nefeste şükret, Hakk'ı an oğul..
Her daim beraber elele verin,
Yokluğu paylaşın, mutluluk derin,
Gonca güller açtı, bahtın kaderin,
Arı olda bal yap, sevgi ban oğul..
Yıllar geldi geçti, sılaya hasret.
Şiirim, gözyaşım sanma şikayet.
Gurbette kalınmaz ila nihayet,
Albayrak altında şeref, şan oğul..
Allah c.c.adamları mektebin olsun,
Rızaya erecek sebebin olsun,
Boşa geçen güne, ömre yan oğul..
Mülkün sahibi var hasedden sakın,
Doğruluktan yana tavrını takın,
Ölüm ihtiyara, gence çok yakın,
Bu dünya hayatı imtihan oğul..
Muradım, sevincim gözbebeklerim,
Helâli hoş olsun tüm emeklerim,
Unutmayın hayır, dua beklerim,
Nimetlerin şahı, bu iman oğul.
Hayat iman oğul.
Servet Yüksel.
2019 mart Altınoluk.
Nerde kaldı o çağlar ki
Analar er doğururdu,
Hilkat insan çamurunu
Destanlarla yoğururdu?
Nerde o yiğitler ki gür
Sesleri ülkeyi bürür,
“Yürü” dese dağlar yürür
“Dur” dese dağlar dururdu?187
(Arif Nihat Asya)
Asıl, “bilmediğini bilmektir” soylu bilgi
Kara tahta, tebeşir ve kenarda bir silgi.188
(Necip Fazıl Kısakürek)
Nefse uyup râh-ı Hakk’dan taşra çıkmak yol mudur?
Kibr ü ucb ile adun allâme takmak yol mudur?
Matlâun âlâ iken ednâya akmak yol mudur?
Yâr-ı Bâkî var iken ağyâra bakmak yol mudur?189
(Aziz Mahmûd-ı Hüdâyî)
Doğru Yol
Tez çıkarurlar
Fevka’l-ûlâya
Şol İsa gibi
Dünya koyanı
Tez indürürler
Tahte’s- serâya
Şol Karûn gibi
Malı seveni
İlmüm var deyü
Sen mağrur olma
Merdûd ederler
Mağrûr olanı190
Fevka’l-ûlâ: Yükseklerin de üstü
Tahte’s- serâ: Toprağın altı.
A sultanım Sen var iken
Ya ben kime yalvarayım?
Adun Ganî Settâr iken
Ya ben kime yalvarayım?191
Yunus Emre
Olmayacak senden atâ’
Kul ne’ylesün yâ Rabbenâ
Dâim işi sehv ü hatâ’
Kul ne’ylesün ya Rabbenâ
İster seni cân bülbülü
Lâkin irişmez akl eli
Ger açıvermezsen yolu
Kul ne’ylesün ya Rabbenâ192
(Aziz Mahmûd-ı Hüdâyî)
Halkun artuk eksügine kıylimüz yokdur bizüm
Kimseye ta’n etmeye hiç dilimiz yokdur bizüm
Lâ-mekândan gelmişüz biz, ilimüz yokdur bizüm
Bu fenâ gülzâra her giz meylümüz yokdur bizüm
Her seher bülbül gibi nâlân olan anlar bizi.193
Ahum göğe olsun direk
Sen ol hemen gönlümde tek
Ne o gerek ne bu gerek
Ayırma aşkundan beni
Sermest olayım gezeyim
Gönlümde nakşun yazayım
Cümle cihânda bezeyim
Ayırma aşkundan beni.
Kendisiyle aldatıldığınız her şeyden kaçınız.
Vakitlerinizi ve kalplerinizi koruyunuz.
Varlıkların en kıymetlisi zaman ve kalptir.
Vakti boşa geçirir, kalbi körletirseniz bütün yararlılıkları yitirirsiniz.
Biliniz ki günahlar, kalpleri kör eder, siyahlatır hasta eder.194
(İmâm Ahmed er-Rifâî, el-Burhânu’l-müeyyed)
*Dipnotlar
1. Yûnus Emre Dîvânı, IV, 140.
2. Aziz Mahmûd-ı Hüdâyî, Külliyâtu Hüdâyî, s. 66.
3. Niyâzî-i Mısrî Dîvânı, s. 220.
4. Ahmed er-Rufâî, el-Burhânü’l-Müeyyed: Kurtarıcı Öğütler, s. 110.
Yalanı söküp atmadan hakikati dikmeye kalkma, tutmaz.
Cenap Şehabettin.
Ormanı görmedin ağacı görmedin, rüzgarın önüne savurduğu bir kaç kuru yaprağı insan zekasının bütünü sanıyorsun.
Cemil Meriç.
24 tv.
100 bomba taşinabilen dron pkk,pyd nin eline verildi.
Yildirim Beyazit gibi
Bir gece ansizin gelebiliriz.zamani geldi.
Ahiret ilmine zaman ayirmadan medeniyet olmaz.
"iyi bilin ki akıllının akıllılığı Allah c.c. tan son derece sakınmaktır.Akılsızın akılsızlığı da, günaha dalmak, haktan yüz çevirmektir.
Dört Halife Devri.
Hz. Ebubekir.r.a.
sy.37.
a'mar-i duvel:devletlerin omurleri.
Kurumlariyla Osmanli Tarihi.1,4.
Prof.Dr.Yilmaz Kurt.
sy.26.
Tevriye: Bir kelimeyi gerçek manasından uzak,başka bir manada kullanmaktır.
Kara Davud
Delail-i Hayrat Şerhi.sy.941.
Abdestli olarak ölen ölüm acısı çekmez.Abdulhakim Arvasi
Dini Terimler Sözlüğü.sy.2.
4 Mayıs 2019 22:22
Bütün çalışanların ortalama çalışma süresi altı saatı aşılmaması gerekir.zor işlerde bu saatde indirilebilir.Emeklilikte yıpratıcı işle doğru orantılı olarak ençok elli yaşını geçmeyecek şekilde yaşını doldurmadanda emekli yapılabilir.sosyal güvenlik kurumunun giderleri içinde çok çocuk yapmayı teşvik edilerek nüfusun genç ve dinamik kalması sağlanarak kurumun açığını genç nufusun çokluğuyla sağlanabilir.Çalışan az ama verimli çalışarak işsizliğede çare olarak bütün insan ve devletin ihtiyaçlarını karşılayan malzemeler kendi üretimimiz olmasıyla sağlanabilir.Sağlıklı bir toplum içinde hormon ve diğer katkı maddeleri minimum seviyeye getirilmelidir.
Yüksel çelik.
30 Mart 2019 07:44
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
SUBHANALLAH
ELHAMDULİLLAH
ALLAHUEKBER
ESTAĞFİRULLAH
ALLAHUMME SALLİ ALA SEYYİDİNA MUHAMMED
YANITLASIL
yuksel30 Mart 2019 08:08
Beş vakit namazı camide kılan bismillahirrahmanirrahim demiş gibidir.
Ümmetim yıldızlara gidesiye kadar kıyamet kopmayacaktır.
YANITLASIL
yuksel31 Mart 2019 00:27
Bir saat tefekkür, bir sene nafile ibadetten daha hayırlıdır.
Risale-i Nur'da geçen Ayet Ve Hadis Mealleri.sy.510.
YANITLASIL
yuksel31 Mart 2019 00:29
Bizi koru, bize merhamet et, bizi bağışla.
Risale-i Nur'da Geçen Ayet Ve Hadis Meâlleri.sy.511.
YANITLASIL
yuksel31 Mart 2019 00:32
Bütün nimetleri ihsan eden Allah c.c.a hamd olsun.
Risale-i Nur'da Geçen Ayet Ve Hadis Meâlleri.sy.511.
YANITLASIL
yuksel31 Mart 2019 00:35
Ehl-i dünya.Sadece dünya hayatını önemseyenler.
Risale-i Nur'da Geçen Ayet ve Hadis Meâlleri.sy.510.
YANITLASIL
yuksel31 Mart 2019 00:38
Rabbinin fil sahiblerine ne yaptığını görmedin mi? Fil Suresi 105:1.
Risale-i Nura'da Geçen Ayet Ve Hadis Meâlleri.sy.510.
YANITLASIL
yuksel31 Mart 2019 00:43
"Zulmedenlere en küçük bir meyil göstermeyin; yoksa Cehennem ateşi size de dokunur..."Hud Suresi, 11:113.
Risale-i Nur'da Geçen Ayet Ve Hadis Mealleri.sy.509.
YANITLASIL
yuksel31 Mart 2019 00:47
İnsanın ruhu mahluk değildir.
Risale-i Nur'da Geçen Ayet Ve Hadis Meâlleri.sy.474.
YANITLASIL
yuksel31 Mart 2019 00:54
Ameller niyetlere göredir.
Risale-i Nur'da Geçen Ayet Ve Hadis Meâlleri.sy.462.
YANITLASIL
yuksel31 Mart 2019 01:02
Nasıl Allah c.c. inkâr edersiniz?
İşârâtü'l-İ'câz.sy.411.
Risale-i Nur'da Geçen Ayet Ve Hadis Meâlleri.sy.410.
YANITLASIL
yuksel31 Mart 2019 04:21
Ölmeye hazır olan insanlar, ölmeye hazır olmayanlara karşı galip gelirler.
Aliya İzzetbegoviç
YANITLASIL
yuksel31 Mart 2019 04:36
Cihad, mertebe-i şehadetin merdivenidir.
Said Nursi.
yuksel31 Mart 2019 04:36
Cihad, mertebe-i şehadetin merdivenidir.
Said Nursi.
YANITLASIL
yuksel31 Mart 2019 04:39
Müslümanlar asla düşmanlarına mağlup olmazlar.Biz müslümanlar sadece aramızdaki ihtilaflara mağlup oluruz.
Abdullah Azzam.
YANITLASIL
yuksel31 Mart 2019 04:48
Irkçılık ideolojik bir düşünce değil, aksine psikolojik bir hastalıktır
Malcolm x.
YANITLASIL
yuksel31 Mart 2019 04:56
İslam korkakların değil cesur ve atılgan müslümanların omuzlarında yükselecektir.
Aliya İzzetbegoviç.
YANITLASIL
yuksel31 Mart 2019 05:02
Var mı Allah c.c.tan yukarı, kabirden aşağı?Toparlan ruhum gidiyoruz, Sen yukarı ben aşağı.
Necip Fazıl Kısakürek .
YANITLASIL
yuksel31 Mart 2019 22:17
Dünya ehlinin görüş ve fikirlerine başvurmak uygun değildir.
Çünkü onlar dünyâyı vatan edinmişlerdir.
Ruhu'l Furkan Tefsiri cilt.13.sy.594.
YANITLASIL
yuksel2 Nisan 2019 00:47
İman En Büyük Güç Kaynağıdır.
Altınoluk.nisan 2019.sayı.398.sy.11.
YANITLASIL
yuksel2 Nisan 2019 05:31
Azıcık bir tevfik Akıl dan daha üstün,daha iyidir.
Çünkü akıl iyiye de kötülüğe de kullanılabilir.
Mahmud Esad Coşan .Akra fm.
Hadisler deryası.
YANITLASIL
yuksel2 Nisan 2019 05:43
Tevfik: Uydurma,uygunlaştırma.2.Allah c.c.ın yardımına kavuşma.
Temel Türkçe Sözlük.sy.876.
YANITLASIL
yuksel2 Nisan 2019 05:51
Tevfikin azı, aklın çoğundan hayırlıdır.Dünya hususundaki akıl mazarrat, din hususundaki akıl ise meserrettir.
Ramuz el ehadis.cilt 2.sy.336.p.4.
YANITLASIL
yuksel2 Nisan 2019 05:54
Mazarrat.Zarar veren şey.
Meserret.sevinç.
Ramuz el ehadis.sözlüğü.
3 Nisan 2019 02:09
Hakikat sabık olanın değil sadık olanındır.
Sâbık(a): Geçmiş önceki.Zamanca ve rütbece ileride olan.
Sâdık(a):Doğru, hakikatli, sadakatli,dürüst.
Şifa Tefsiri.
YANITLASIL
yuksel3 Nisan 2019 02:15
Ağız susunca baş ağrımaz.
Gızlice yapılan iyilik açıkça ödenir.
Görüş ayrılığı, yabancılaşmanın başlangıcıdır.
Güç (kudret) hak demektir.
Hainlik her zaman dostlukla gizlenir.
Dünya Atasözleri.sy.320..
YANITLASIL
yuksel3 Nisan 2019 02:23
İyi elde her yay doğru ok atar.
İvedilik zarar getirir.
Kadın ve tencere eskidikçe iyileşir.
İki tavşanı birden kovalayan, ikisini de yakalayamaz.
İleriye bakmayanı, her yerde felaket bekler.
Dünya Atasözleri. sy.321.
YANITLASIL
yuksel3 Nisan 2019 02:30
Kitap, ruhun ilacıdır.
Ne denli az söylenirse, onarımı o denli kolay olur.
Kuşlar, çıplak ağaca yuva yapmaz.
Kaptanı çok olan gemi kayalara çarpar.
Kimi kez şakayla çok doğru sözler söylenir.
Dünya Atasözleri.sy.322.
YANITLASIL
yuksel4 Nisan 2019 01:22
Aslına bakılırsa, sayısız televizyon, radyo ve gazete yayınını barındıran devasa medya aygıtlarının sayıca küçücük ama küçüklüğü ölçüsünde acımasız grupların el21.inde olduğu bir dünyada, .....
21.yüzyılda Beyin.sy.361.
YANITLASIL
yuksel4 Nisan 2019 01:27
...acımasız grupların elinde olduğu bir dünyada, transkraniyal beyin uyarımı yoluyla düşünce kontrolünün denetim aygıtına katabilecekleri belki de eldekinin yanında pek de önemli olmayacaktır.
21.Yüzyılda Beyin.sy.361.
YANITLASIL
yuksel4 Nisan 2019 01:39
trans.cei.ver: alıcı verici radyo.
tran.scribe: kopya etmek suret çıkarmak,;müz.uyarlamak.
trans.duc.er: enerjiyi bir sistemden başka bir sisteme nakleden cihaz,iletme sistemi.
Redhouse Sözlüğü.
İngilizce Türkçe.sy.1041.
YANITLASIL
yuksel13 Nisan 2019 04:36
İslâmiyetin en büyük düşmanı cehalettir.
Allah c.c. Dostlarından Hikmetli Sözler.sy.321.
YANITLASIL
yuksel13 Nisan 2019 04:46
Cennette yiyeceklerin özü olduğu için onun fazlalığı bedenden misk kokulu ter olarak çıkacaktır.
Katre.
Dost tv.
YANITLASIL
yuksel13 Nisan 2019 05:02
Sürpriz teknolojik savaş. ( yeni geliştirilen bir ürün) ile karşı düşmanı yenmenin en önemli silahıdır.
İstihbarat Teorisi.
YANITLASIL
yuksel15 Nisan 2019 05:32
Burada kısa yoldan ordular yaratmak, bu orduları ölüme sevketmek mümkün.Fakat meydana getirdiğim her güç Türkler tarafından ezilmektedir.Ölümden korkmayan Türkler ecdatlarının hatıralarını incitmekten çekiniyorlar. Türkler zaferi bir defa kazanıyorlar, hatıralarını nesiller boyu hafızalarda yaşatıyorlar.Anlıyorum ki Türkleri yenmek için tarihlerini yenmek lazım.
İstihbarat Teorisi.sy.263.
YANITLASIL
yuksel15 Nisan 2019 05:37
Küresel enerjiye yön veren güçlerin yeni stratejik hamlesi Esir (uzay boşluğunu dolduran madde)den enerji diğer önemli alanlarda kullanmak.
18 Nisan 2019 01:13
.....,düşünce ve dilin birbirinden ayrılmaz olduğunu, bundan dolayı farklı dillerin aynı zamanda farklı düşünce yolları anlamına geldiğini ileri sürmektedir.
İstihbarat Teorisi.sy.394.
YANITLASIL
yuksel30 Nisan 2019 23:52
Abdestli olarak ölen ölüm acısı çekmez.(Seyyid Abdulhakim Arvasi.)
Dini Terimler Sözlüğü.sy.2.
YANITLASIL
yuksel2 Mayıs 2019 01:55
Hz. Peygamber s.a.v., Ehlibeytini Nuh'un gemisine benzetmiş, "Ehlibeytim Nuh'un gemisine benzer; kim o gemiye bindiyse kurtuldu: aykırı davranıp binmeyen boğuldu gitti., buyurmuşlardır.(Cami;2.s.136).
Mesnevi Tecemesi ve şerhi.1,2.cilt.sy.97.
YANITLASIL
yuksel2 Mayıs 2019 02:00
Arapçada "Emin kişiye hainlik edilemez.. meâlinde bir atasözü vardır; onu hatırlatıyor.595.
Mesnevi Terceme ve Şerhi.cilt1,2.sy.102.
YANITLASIL
yuksel2 Mayıs 2019 02:09
İman edenlerin, "Ve kendi dileğiyle söz söylemedi, sözü ancak vahyedilen şeyden ibaret ..âyetleri hükmüne göre (Necm, 3-4) sözlerinin dahi vahiy meâli olduğuna inanmak icâb ettiğini,Hz. Muhammed s.a.v. in peygamberlerin sonuncusu ve efdali olduğunu tasdik etmekle...
Mesnevi Terceme ve Şerhi. cilt. 1,2. sy.107.
YANITLASIL
yuksel2 Mayıs 2019 02:15
Bilginler yeryüzünün ışıklarıdır,peygamberlerin halifeleridir, benim varislerimdir, peygamberlerin varisleridir.. mealinde de bir hadis vardır.(Künüz, 1.s.86).
Mesnevi Tercemesi ve Şerhi .cilt 1,2. sy.108.
YANITLASIL
yuksel2 Mayıs 2019 08:43
Baharatın yemeğin yerini tutmaması gibi süsleme de muhtevanın yerini tutmaz.Bir kültürde muhteva çözülüp şekil halini alırsa bu durumda kesinlikle o kültürün çöküşüne ve yok oluşuna şahit oluyoruz demektir.
Aliya İzzetbegoviç
YANITLASIL
yuksel2 Mayıs 2019 08:46
Doğrudan ayrılmayan kimse, hata da etse ona göz yumarlar.Yalancılıkla ün yapan kişiye de kimse inanmaz.
Sa'di-i Şirâzi
YANITLASIL
yuksel2 Mayıs 2019 08:50
Dünyayı bize büyük gösteren bizim küçüklüğümüz oğul.Hırsımız sabırsızlığımız,bencilliğimiz.
Tarık Buğra
YANITLASIL
yuksel2 Mayıs 2019 08:53
Yapmak istediğimi sakalımın bir teli bile bilseydi, sakalımın o telini hemen koparır ve yakardım.
Fatih Sultan Mehmed
YANITLASIL
yuksel2 Mayıs 2019 08:58
Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır ; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hâkim kılmak için Tanrı 'yı kullanırlar.
Giordano Bruno
YANITLASIL
yuksel2 Mayıs 2019 09:03
Herkeste olan dört şeyden dört şey meydana gelir: inatçılıktan rüsvaylık, öfkeden pişmanlık, kibirden düşmanlık, tembellikten de düşkünlük.
Feriduddin Attar
YANITLASIL
yuksel2 Mayıs 2019 09:08
Hocana tazim ve hürmet et.Çünkü hoca hakkı ana-baba hakkından fazladır.Ana-baba dünyayı mamur ederken, hocan ahiretini mamur eder. Onun içindir ki, hocaya hürmet, ana-babaya hürmetten efdaldir.İmam Gazali
YANITLASIL
yuksel4 Mayıs 2019 22:22
Bütün çalışanların ortalama çalışma süresi altı saatı aşılmaması gerekir.zor işlerde bu saatde indirilebilir.Emeklilikte yıpratıcı işle doğru orantılı olarak ençok elli yaşını geçmeyecek şekilde yaşını doldurmadanda emekli yapılabilir.sosyal güvenlik kurumunun giderleri içinde çok çocuk yapmayı teşvik edilerek nüfusun genç ve dinamik kalması sağlanarak kurumun açığını genç nufusun çokluğuyla sağlanabilir.Çalışan az ama verimli çalışarak işsizliğede çare olarak bütün insan ve devletin ihtiyaçlarını karşılayan malzemeler kendi üretimimiz olmasıyla sağlanabilir.Sağlıklı bir toplum içinde hormon ve diğer katkı maddeleri minimum seviyeye getirilmelidir.
Yüksel çelik.
30 Mart 2019 07:48
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
SÜBHANALLAH
ELHAMDÜLİLLAH
ALLAHUEKBER
ESTAĞFİRULLAH
ALLAHUMME SALLİ ALA SEYYİDİNA MUHAMMED
YANITLASIL
yuksel30 Mart 2019 08:11
Beş vakit namazı camide kılan bismillahirrahmanirrahim demiş gibidir.
Ümmetim yıldızlara gidesiye kadar kıyamet kopmayacaktır.
YANITLASIL
yuksel31 Mart 2019 01:13
Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola eriştirdikten sonra kalplerimizi sapıklığa meylettirme Yüce katından bize bir rahmet bağışla. Muhakkak ki veren Sensin, dua edip istediklerimizi bize bağışlayan Sensin.Al-i İmrân Suresi 3:8.
Risale-i Nur'da Geçen Ayet Ve Hadis Meâlleri.sy.120.
YANITLASIL
yuksel31 Mart 2019 01:27
İnsanlar helâk oldu; âlimler müstesna. Âlimler de helâk oldu; İlmiyle amel edenler müstesna. Amel edenler de helâk oldu ;ihlâs sahipleri müstesna. İhlâs sahiplerine gelince, onlar da pek büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar.
Risale-i Nur'da Geçen Ayet Ve Hadis Meâlleri.sy.240.
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 09:30
Necip Fazil Kısakürek
Namaz camiden çıkınca, Hac Mekke'den dönünce, Ramazan Oruç bitince başlar.
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 09:32
İnsan kalmadi insan dert,ne lokma, ne hırka Bizde en büyük cahil Okur-yazar tabaka.
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 09:34
Eğer tadını bilirseniz ekmegi paylasmak ekmekten daha lezzetlidir.
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 09:38
Ey genç adam bu düstur sana emanet olsun ötelerden gelen habersiz nizama lanet olsun! Necip Fazil
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 09:39
Ne başıni kapat altini goster.
Ne altini kapat üstünü göster.
Hepsini kapat imanını göster.
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 09:41
Dünyada bin yıllık tarihi silinen ve o günü bayram diye kutlayan başka bir millet yoktur. Necip fazil
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 09:45
Duvara bir titiz örümcek gibi,
İnce dertlerimle işledim bir ağ,
Ruhum gün doğunca sönecel gibi
Simdiden ediyor hayata veda.
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 09:47
Bu ülkede biri size Yobaz çağadışı gerici deli eski kafali diyorsa emin olun ki doğru yoldasiniz.
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 09:49
Yusuk baska aşağı iffet olduktan sonra,
Züleyha baştana aşağı afet olsa ne yazar.
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 09:52
Gençlik.. Gelip geçti.. Bir günlük süstu;
Nefsim doyamamaktan dünyaya küstü.
Eser darmadağın, emek yüzüstü
Toparlayin eşyami, işim acele!
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 09:54
Benimki benim, seninki de senin
Bu Seriattir
Seninki senin, benimki de senin
Bu tarikattir
Ne seninki senin ne benimki benim
Her sey Allahin
Bu Hakikattir
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 09:55
Ölüden haber gelmis, diri okur anlamaz sorsan herkes müslüman, ne şükür var ne namaz
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 09:57
Anlamak yok çocuğum anlar gibi olmak var
Akıl için son tavır saçlarıni yolmak var
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 09:58
Üzülme ayağina batan diken aradigin gülün habercisidir
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 09:58
Sevdigini belli et gizlemek baskalarina firsat vermektir.
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 10:00
Bir gemi ariyorum pusulasi imandan
Alip beni götürsün hüzün dolu limandan
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 10:00
Gençlik özene özene özünü kaybetti
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 10:30
Hayvandan insana dönen yok ama insandan hayvana dönen çoktur
.can saatini rahman ezelde kuruvermis bir gün göreceksin ki o saat duruvermis.
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 10:31
Deden bile söndüremedi islamin nurunu sen mi söndüreceksin Ebu Cehilin torunu?
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 10:33
Memleketler parasizliktan degil ahlaksizliktan çökerler
YANITLASIL
yuksel21 Nisan 2019 10:36
Her şey her sey şu tek müjdede
Yoktur ölüm Allah diyene
Canim kurban başi secdede
İki büklüm Allah diyene
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 10:44
Sakın ola köprüyu geçene kadar dahi olsa, ayiya dayı deme. Olur ya köprünün ortasında köprü yıkılırsa öbür tarafa ayının yeğeni olarak gidersin.
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 10:45
Mecnun olup Leyla için çöller aşmışsın ne fayda? Mümin olup Mevla için secdeye varmadıktan sonra
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 10:46
Denildimi bir yerin adına türk beldesi gözüm bayrak arar kulağım ezan sesi
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 10:48
Armut diyip geçmeyin onun ilk hecesi çoğu kişide yoktur.
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 10:49
Kader, beyaz kağıda, sütle yazılmış yazı, elinde ise beyazdan gelde sıyır beyazı...
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 10:52
Aldığımız nefesi bile geri veriyorsak, hiçbir şey bizim değil..
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 10:54
Bir gençlik hayal ediyorum meclisinde " Hakimiyyet Allah"indir yazısına hasret çeken bir gençlik.
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 10:55
Ne garip ki toplum olarak yüreği kör olana değil de gözü tok olana acırız.
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 10:55
Islamiyet Avrupadan gelse Müslüman olacaksınız. Necip fazil
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 10:57
Yanında olduğum zaman değerimi bilemezsen değerimi bildiğin gün beni yanında bulamazsin...
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 10:58
Kafire karşı Elif gibi dimdik, Allah'a karşı Vav gibi eğilirim.
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 10:59
Bir kadına 365 gün seni düşündüm derseniz geriye kalam 6 saatte ne yaptın der.
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 11:00
Aslında yaprak sıkılmıştı ağaçtan bahaneydi sonbahar.
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 11:02
Sırma renginde pislik dünyanin süsü püsü bende tek aziz eşya bende tek aziz eşya annemin baş örtüsü.
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 11:03
Sonunda "eyvah" diyeceğin şeylere başında "eyvallah" deme.
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 11:05
Şimdi Fatih kalksa Mezardan ne ben O'nu tanirim ne O beni tanir. Ama İstanbul'u Bizanslılar almış deyip bir daha savaşır..
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 11:07
Bir yılbaşında hediye getiren noel babanın değil, Miraç'tan 'Namaz' getiren; Hz. Muhammed sav in ümmetiyiz!
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 11:28
7 hristiyan bir danaya ortak girmedikçe Çam ağacı süslemem.
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 11:29
Şah damarına bakmayı akıl edmeyenler Allah'ı hep gökyüzünde aradılar.
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 11:31
Çöplüğe attılar da mukaddes emaneti...
Hak belletiler, hakka en büyük ihanet necip fazil
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 11:32
Her şeyin ilacı 'Zaman' diyenler birde bu kelimeyi tersten okumayi deneseler.
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 11:34
Yılbaşı, Noel, Fişek...Yeryüzünde Özgürlük Diye Tepinir Essek Necip Fazil
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 11:36
Secde görmemiş bir alnın, "Alın yazısı" olmak istemem.!
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 11:37
Adam olmak cinsiyet meselesi değil şahsiyet meselesidir...
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 11:39
Arsızlığa cesaret, Zinaya aşk dediler, Bir neslin ahlakını işte böyle yediler...
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 11:40
Önüne gelenle değil seninle ölüme gelenle beraber ol.
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 11:42
Ömrün ilk yarısı; ikinci yarısını beklemekle ikinci yarısı da ilk yarısının hasretiyle geçer.
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 11:44
Benim ayağımın altı da müait, başımın üstüde. Nerede duracağını sen belirle.
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 11:47
Anladım ki is bu sanat Allah'ı aramakmış. Marifet bu gerisi yalniz çelik çomakmış
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 11:48
Her kahkahanda Allah'a teşekkür etmiyorsan, Neden her ağladığında O'na kızıyorsun?
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 11:49
Güzel bakmak değil,
Güzel bakmak sevaptır.
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 11:50
Parasi olan pazardan imanı olan mezardan korkmaz..
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 11:51
Yola çıktıklarını yolda bulduklarina değişirsen hem yolunu kaybedersin, hem dostunu!
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 11:52
Cevabımin şiddetinden susuyorum
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 11:54
İnsan sevme hissini israf etmemeli kim ne kadar sevilmeye layiksa onu o kadar sevmeli
YANITLASIL
Yüksel21 Nisan 2019 11:57
Benim istediğimi Allah istemiyorsa konu kapanmıştır.
Necip Fazıl Kısakürek
Sakarya Melek Korkmaz (307- 328)
YANITLASIL
yuksel23 Nisan 2019 22:10
İnsanlar idarecilerinin yolunda giderler.Keşfü'l-Hafâ,1:463.
Risale-i Nur'da Geçen Ayet ve Hadis Mealleri.sy.646.
YANITLASIL
yuksel30 Nisan 2019 06:21
Manzar-ı âlâ: Yüksekten görünüş ,En yüksek manzara, yüce manzara. Enyüksek görme yeri.Yüksek, ulvi göz.
Osmanlıca-Türkçe Lügat..sy.734.
YANITLASIL
yuksel30 Nisan 2019 06:26
Manzara-ı âlâ tabirini ilk kullanan Zeynelabidindir.
Manzara-ı âlâ Allah c.c.herkesi herşeyi geçmişi,şimdiki anı,geleceği bir anda gördüğü zaman yer.
Dost tv. Kavram atölyesi.
YANITLASIL
yuksel30 Nisan 2019 23:54
Abdestli olarak ölen ölüm acısı çekmez.(Seyyid Abdülhakim Arvasi)
Dini Terimler Sözlüğü.sy.2.
yuksel6 Mayıs 2019 20:27
Allah c.c. El-Vasi ism-i şerifiyle her şeye tecelli etmektedir.
O halde bir şeyin genişlemesi ; insanın zekâsının, ilim ve fenlerin ve hatta sanatların gelişip yükselmesi, insanın dimağının açılması, hepsi bu ism-i şerifin tecellisidir.
Esmâü'l Hüsnâ.sy.174.
İslâm şeriatında nesh keyfiyeti kabul edildikten sonra, Kur'an ve Sünnetin menşei göz önünde bulundurularak çeşitli şekillerde neshin vukuu mümkün görülmüştür.Bu şekilleri şöylece sıralayabiliriz:
1.Kur'an ayetinin yine bir Kur'an ayeti ile neshedilmesi.
2.Kur'an ayetinin sünneti neshetmesi,
3.Sünnetin (hadis) sünneti (hadis) neshetmesi.
4.Sünnetin Kur'an ayetini neshetmesi.
Hadis Usulü.
Talat koçyiğit.
sy.84,85.
.....
Hadisleri bu yönleri ile bilmeden, onlardan hüküm çıkarmak yahut fetva vermek asla mümkün değildir.
Hadis usulü
Talat Koçyiğit.
sy.89.
Kelâm ehli arasında ise sünnet, bid'atin karşıtı olarak görülür ve bazı kimseler bid'at ehlinden sayılırken hakkında bir nass bulunsun veya bulunmasın, umumiyetle Hz. Peygamber
s.a.v.in düşünce ve davranışlarına uygun bir hayat yolu tâkip edenlerin sünnet ehlinden oldukları söylenir.
Hadis Usulü.
Talat Koçyiğit.
sy.18.
Hadis ilminin önemli konularından biri olan nesh, birbirine zıt manalarda varit olan iki hadisin cem ve telifi mümkün olmadığı zaman, aralarında bulunduğuna hükmedilen bir iptal keyfiyetinden, yani biri ile getirilen hükmün diğeri ile getirilen hükme tatbikat yönünden son vermesinden ibarettir.
Lügatte nesh ,nakil ,izale ve iptal manalarına gelir.
Hadis Usulü
Talat Koçyiğit.
sy.81.
Haram kazanç kapıdan girdi mi hak pencereden çıkar.
Süfyan-ı Sevri.
Zülmedenlere en küçük bir meyil göstermeyin; yoksa cehennem ateşi sizede dokunur. (Hud suresi 11:113
Nitekim bir kimse "Allahümme" dese yüce Allah c.c. ı bütün esmâ-yı hüsnâsı ve kemâl sıfatları ile zikretmiş olur.
Bu sebebledir ki, İmâm Hasan-ı Basri "Allahümme kelimesi bütün duaların özüdür", demiştir.
Tuhfetu's Salevât.
Salâtü Selam.
Hikmeti,Âdâbı ve Faziletleri.sy.75.
Hz. Ali r.a.dedi ki
"Ey Osman, şunu iyi bil ki, Allah c.c.ın kullarının en üstünü ve en faziletlisi âdil halifedir.Öyle bir halife ki, kendisi hidâyete erer ve başkalarını da doğru yola iletir.Mâlum olan sünnetleri yaşatır, terk edilmiş olan bid'atleri de tümüyle öldürür.....
İnsanların Allah c.c. katında en şerli ve kötü olanları ise, dalâlette olan ve insanları da delâlete sokan zâlim halifelerdir.Onlar bilinen sünnetleri öldürür,terk edilmiş bid'atleri yaşatırlar.
Dört Halife Devri.sy.253.
32. Bundan dolayı İsrâiloğulları’na (Tevrat’ta şöyle) yazdık: Kim bir canı, başka bir cana veya yeryüzünde fesat çıkarmasına karşılık olmaksızın (şer’an/ hukûken ölümü haketmeksizin) öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onun hayatını (meşru bir imkânla) kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış gibi olur. Muhakkak ki peygamberlerimiz onlara açık deliller getirmişti. Sonra onlardan bir çoğu bunun ardından yeryüzünde (yine isyan ve cinayetle) aşırı gitmektedirler.
33. Allah ve Resûlü’(nün hükümleri)ne karşı savaş açan ve (bu hükümlerin yapılmasını istemeyerek ve aksini yaparak)[14] yeryüzünde anarşi/fesat çıkartmaya çalışanların cezası ancak (verilecek hükme göre ya) öldürülmeleri, ya asılmaları, ya (sağ) elleriyle (sol) ayaklarının çapraz kesilmesi, ya da (bulundukları) yerden sürülmeleridir. Bu, onlar için dünyada bir rezilliktir. Âhirette ise onlara büyük bir azap vardır.
(Allah ve Resûlü’ne karşı savaş açma iki türlü olur. Biri, Allah’ın emirlerini/hükümlerini hiçe sayarak onları toplumun yaşamından kaldırmak, emirlerini yasaklamak, haram kıldıklarını da serbest bırakmak ve onlara imkânlar tanımakla, diğeri de fertlerin toplum düzenini bozucu/anarşist hareketleriyle olur. İslâm, bir insanın başkasını kasten öldürmesini bir insanlık suçu sayar ve bütün insanları öldürmüş gibi kabul eder. Yol kesme, soygun ve öldürme olayları toplumun huzurunu bozduğu için devlete karşı işlenmiş bir suç kabul edilmiş ve cezalar konulmuştur. Aşağıda görüleceği şekilde bu cezaları İslâm, suç işleyecek olanın kendi âkıbetini düşünmesi ve ondan ibret alıp vazgeçmesi için koymuştur. Şöyle ki: 1. Silahlanıp dağa çıkan ve orada yol kesip adam öldürenin cezası ölümdür. 2. Hem öldürmüş hem de soygun yapmışsa hem öldürülür, hem de ibret için asılır. 3. Yol kesmiş, kimseyi öldürmemiş de sadece malları alıp kaçmışsa, normal hırsıza göre (5/38) cezası, iki misli olarak sağ el ve sol ayağı çaprazlama kesilir. 4. Yol kesip öldürmeden ve malları da almadan yalnız terör havası yaratıp insanları korkutmuşsa, sürgüne gönderilir. Cumhûrun kavli budur.)[15] [bk. 2/178-179]
34. Ancak siz, onları (yakalayıp) ele geçirmezden önce (zarar vermeden kendiliğinden teslim olup) tevbe edenler bunun dışındadır.[16] Bilin ki Allah çok bağışlayandır, merhamet edendir.
Kur'an-i Kerim.
Maide Suresi.32,33,34.
Niyet ok gibidir,doğru olursa hedefi vurur.
Hadisler Deryası
Mahmud Esad Coşan
24. Ey iman edenler! (Peygamber,) sizi hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allah’a ve Resûlü’ne uyun.[8] Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer (sözünüzle niyetinizin aynı olup olmadığını bilir) ve siz, elbette yalnız O’nun huzurunda toplanacaksınız. [krş. 2/186]
25. (Ey inananlar!) Bir de öyle bir fitneden (günahlardan) sakının (ve sakındırın) ki o(nun cezası) sadece zulmedenlere isabet etmekle kalmaz (bütün toplumu perişan eder). Biliniz ki Allah elbette cezası çok şiddetli olandır.
(Görüldüğü gibi âyet-i kerîmede bir toplumda zulüm, şirk ve günahların işlenmesi ve bunlara karşı iyiliği emir ve kötülüğü nehiy görevinin yapılmamasından dolayı o beldede cezanın umûma geleceği bildirilmektedir.)
26. O zamanı da hatırlayın ki yeryüzünde (Mekke’de) zayıf ve (hakîr) görülen bir azınlıktınız. İnsanların sizi kapıp (esir) götürmesinden korkuyordunuz. (Allah) sizi (Medine’de) barındırdı, yardımıyla sizi destekledi, şükredesiniz diye temiz/helal şeylerden size rızık verdi.
27. Ey iman edenler! Allah’a ve Peygamber’e hainlik etmeyin, (emirlerinin aksini yapmayın; yoksa) siz, bile bile kendi emanetlerinize hainlik etmiş olursunuz.[9]
28. Bilin ki mallarınız ve çocuklarınız (size hem emanet, hem de, sizi günaha sürüklemek bakımından) bir fitne (bir imtihan)dır. Ama (bunlarda İslâmî ölçü ve görevlere uyulursa) büyük mükâfatın Allah katında olduğunu da bilin. [bk. 63/9]
29. Ey iman edenler! Eğer Allah’a saygı duyup emrine uygun yaşarsanız, size, iyiyi kötüden ayırt eden bir anlayış/bir nur verir. Kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük lütuf sahibidir.
30. Hani, vaktiyle o inkâr eden (müşrik)ler, seni tutup bağlamak veya öldürmek ya da (Mekke’den) çıkarmak için tuzak kuruyor(lar)dı. Onlar tuzak kurarlarken, Allah da tuzaklarının karşılığını veriyor (onu başlarına geçiriyor)du. Allah, tuzak kuran(lara karşılık veren)lerin en iyisidir. [krş. 3/54; 10/21]
Kur'an-i Kerim
Enfal suresi.24...30.
Feyzü'l Furkan
Tefsirli Kur'an-i Kerim Meali.
SAYFA
KUR'AN-I KERİM
SON PEYGAMBER
TASAVVUF
M. ZAHİD KOTKU (RH. A.)
M. ES'AD COŞAN (RH. A.)
M. NUREDDİN COŞAN
SIK SORULAN SORULAR
Makaleler
İslam Dergisi Başmakaleleri
Kadın ve Aile Dergisi Başmakaleleri
İlim Sanat Dergisi Başmakaleleri
Panzehir Dergisi Başmakaleleri
İdeal Yol
Hızlı Erişim Listesi
Sayfaları daha sonra ulaşmak için hızlı erişim listenize ekleyebilirsiniz.
Makaleler > İslam Dergisi Başmakaleleri
Hakka Davet
Temmuz 1984
Yaradanımız Allah (celle celâlüh) hazretleri bütün müslümanlara, doğruluğu, hakkaniyeti, adaleti emreder, kendilerinin veya anne baba ve akrabalarının aleyhine bile olsa! Resûlullah Efendimiz de (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfinde,
“Gerçek neredeyse sen de orada ol, onun peşi sıra git, haktan hiç ayrılma...” buyurmuş.
Demek ki bütün mü’minler hakkı istemeli, gerçeği aramalı, onu sevmeli ve saymalı; her işlerinin doğru, her sözlerinin hak olmasına büyük dikkat ve itina göstermelidir.
Hiç unutmayalım ki bütün yanlış ve sapık yolların da bir mantığı, muhakeme tarzı, felsefesi vardır; onlar da kendilerini doğru yolda sanır, haklı bulur. Hiç kimse “ayranım ekşi” demiyor, kusur ve kabahatini kabul etmiyor.
İyi bilinsin ki insana gerçeği Allah (celle celâlüh) gösterir, hakkı O buldurur, doğru yola O hidayet eyler. O halde daima Allah’tan tevfîkini refîk etmesini; hakkı, doğruyu buldurmasını; hayrı işletmesini istemek; dikkatli, ihtiyatlı, edepli, saygılı olmak gerekiyor.
Müslümanların her meselede ama özellikle din, iman ve itikat mevzularında daha titiz olması icap eder; çünkü bu sahalardaki hataların cezası küçük ve basit değildir; âhiretinin mahvına yol açar, ebedî hüsrana sebep olur.
Bu ikazın sebebi şudur ki günümüzde bazı ehliyetsiz ve salahiyetsiz kişiler, mahzurlu görüşler ortaya atmaktan, tehlikeli münakaşalara girmekten bir türlü kendilerini alamıyorlar; kısa akıllarına, dar ve mahdut bilgilerine dayanarak büyük din alimlerimizi, mezhep imamlarımızı tenkide, şeriatimizin ahkâmını tebdile, dinî ilimleri ve mânevî gerçekleri inkâra, insanları yanlış yollara sürüklemeye yelteniyorlar.
Bunların bir kısmını “cahilin cesur olması” vakıasına bağlasak bile, diğer bir kısmının kasıtlı olduğu âşikâr. Bazı dış mihraklar, bizim din, iman ve aksiyon bütünlüğümüzü parçalamaya, derlenip toparlanmamızı önlemeye, kuvvetimizi kısmaya, azmimizi ve şevkimizi kırmaya, çalışmalarımızı asıl hedeften saptırmaya, şaşırtmaya ve boş şeylerle oyalamaya hevesleniyor.
Onları dikkatle takip etmekteyiz.
Batıla hizmet edenleri hakka, hak yolun yolcusu kardeşlerimizi uyanık bulunmaya, erbâb-ı ilmi ise hizmete, himmet ve gayrete davet eyleriz.
*
Ehl-i Beytim Nuh'un gemisi gibidir.Ona binen kurtulur, ondan ayrılan helâk olur.
Feyzü'l Kadir,2:519.
Dört Halife Devri.sy.465.
Her yüz senede Cenab-ı Hak bir müceddid-i din gönderiyor.(Hakim,Müstedrek)
Kaynak: Sikke-i Tasdik-i Gaybi sh 30
Osmanlı hükümetindeki hürriyete ne diyorsun ve Avrupa hakkında fikrin nedir? O vakit Eski Said demiş: Osmanlı hükümeti Avrupa ile hamiledir. Avrupa gibi bir hükümeyi doğuracak. Avrupa da İslamiyet'e hamiledir. Oda bir İslam devleti doğuracak. Emirdağ Lahikası-2 sh:114
Dil Bilimi
Çeviri Bilimi
Gösterge Bilimi
Dil Felsefesi
Edim Bilimi
Dil Öğretimi
Dil Bilimi Öğretimi
Dil Özürleri
Klinik Dil Bilimi
Ruh Dil Bilimi
Toplum Dil Bilimi
Adli Dil Bilimi
İnsan Dil Bilimi
Budun Dil Bilimi
Uzam Dil Bilimi
Bilişsel Dil Bilimi
Sinir Dil Bilimi
Dirim Dil Bilimi
Bilgisayarlı Dil Bilimi
Yapay Zekâ
Dil Bilimi Araştırmaları
İnternet Ortamında Ses Bilgisi (Fonetik) ve Ses Bilimi (Fonoloji) Araştırmaları Kaynakları
İnternet Ortamında Biçim Bilgisi (Morfoloji) Araştırmaları Kaynakları
İnternet Ortamında Söz Dizimi (Sentaks) Araştırmaları Kaynakları
İnternet Ortamında Anlam Bilimi (Semantik) Araştırmaları Kaynaklar
İnternet Ortamında Köken Bilimi (Etimoloji) Araştırmaları Kaynakları
Ana Bağlantılar
Monumenta Altaica
Turuz
Sözlerin Soyağacı, Çağdaş Türkçenin Etimoloji Sözlüğü, (Sevan Nişanyan)
Online Etymology Dictionary
Books Google "etymology"
Books Google "Turkish etymology"
Google Akademik "etymology"
Google Akademik "Turkish etymology"
Amazon.com 'etymology'
Scribd.com 'etymology'
Archive.org 'etymology'
İnternet Ortamında
KÖKEN BİLİMİ (ETİMOLOJİ) ARAŞTIRMALARI
Kaynakları
Son güncelleme: 22 Ekim 2013
Makaleler
Ağız Verilerinin Etimolojik Çalışmaları Katkısı: 'söylesâne' Örneği (Leylâ Karahan)
An Etymological Dictionary of Turkish and The History of The Hungarian Language (Hasan Eren) (Makale Macarca yazılmış, özeti İngilizce) (yeni)
An Etymological Dictionary of Pre-Thirteenth Century Turkish (EDPT)”in Söz Dizini (Vildan Koçoğlu)
Bağırtlak Kelimesinin Kökenbilimsel Açıklamaları Üzerine (Muharrem Öcalan)
Bir Kavram Tanımlama Denemesi: Yapıntı (Doğan Günay)
Current Progress in Altaic Etymology (Vaclav Blazek) (yeni)
Divanü Lugat'it-Türk'te Geçen Badram-Bayrak Kelimesinin Etimolojisi Üzerine (Mustafa Argunşah-Galip Güner)
Divanü Lugati't-Türk'te Geçen 'Çıçalak' (serçe parmak) ve 'Çıçamuk' (yüzük parmağı) Kelimeleri Üzerine Bazı Düşünceler (Yaşar Tokay) (yeni)
Etimoloji Araştırmaları (Hasan Eren)
Etimoloji Sözlükleri (Mehmet Ölmez)
Halk Bilimsel Bir Terim Olarak 'Efsane' Üzerine Bazı Dikkatler (Ferhat Aslan)
Halk Etimolojisinde Yer Alan Bazı Kelimelerle İlgili Yakıştırmalar (Hasan Köksal)
'Harman' Adının Etimolojisi ve Zaman Anlamı (Murat Mat)
'Haydi, Hadi, Hayda' Kelimeleri Üzerine (Mustafa Toker)
Herikli Türkmenleri ve Herikli Kelimesinin Etimolojisi (İsa Sarı)
Isla- Fiilinin Kökeni Üzerine (Sinan Uygur) (yeni)
'Kapı' ve 'Eşik' Kelimeleri Üzerine (Emine Atmaca-Reshide Adzhumerova)
Kökenbilim (Etimoloji) Sözlüğü ve Türkçenin Kökenbilim Sözlükleri (Emine Yılmaz)
Köktürk Yazıtları’ndaki “Türük oğuz begleri bodun eşidiñ ” ve “Oğuzı yeme tarkınç ol temiş” Cümlelerinde Geçen oğuz Kelimesi Üzerine (Ahmet Karadoğan)
'Kurlugan' Kelimesinin Kökeni Üzerine (Seyfettin Türkmen)
Öksüz Öğüt Bir Üvey Kardeş mi-Bir Etimoloji Denemesi (Nadir İlhan)
Saha (Yakut) Türkçesinden Hareketle Türk Etimoloji (Fatih Kirişçioğlu)
'Salat' Kavramı: Etimolojisi ve Bazı Mülahazalar (Hüseyin Güllüce)
Somak ve Somurtmak Kelimeleri Üzerine (Ceval Kaya)
'Sözlerin Soyağacı' Üzerine Bazı Notlar (Burhan Paçacıoğlu)
Şimşek Kelimesi Üzerine (Çiğdem Topçu)
Tatar Adının Kökeni Üzerini (Kürşat Yıldırım)
Türk Lenguistiği ve Kültür Alışverişi Meseleleri (Louis Bazin-Çeviri: Efrasiyap Gemalmaz) (yeni)
Türkçede Çingeneler İçin Kullanılan Kelimeler ve Bunların Etimolojileri (Hüseyin Yıldız)
Türkiye'de Etimoloji Sözlüklerinin Bugünkü Durumu (Çiğdem Kalegeri)
Uz-Guz-Oğuz Kavim Adının Etimolojisi (Fuzuli Bayat)
Written Mongolian çamça ‘shirt’ and its etymological counterparts in Europe (Marek Stachowski) (yeni)
Yarat- 'Yaratmak, Halk Etmek' Fiilinin Etimolojisi (Galip Güner)
Yarlıg Sözcüğü Üzerine Yeni Bir Köken Bilgisi Denemesi (Mehmet Vefa Nalbant)
Lenguistik-Etimoloji Komisyonu Tutulgası (Toplantı Tutanakları, Türk Dil Kurumu, 1942)
Tanıtma
"Marek Stachowski (2011), Etimoloji, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, 118 s., Ankara." (Sevgi Öztürk)
"Marek Stachowski (2011), Etimoloji, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, 118 s., Ankara." (Erkan Hirik)
"Tuncer Gülensoy (2006), Türkiye Türkçesindeki Türkçe Sözcüklerin [Tarihî-Yaşayan Türk Dilleri], Anadolu Ağızları ve Altay Dilleri İle Karşılaştırmalı Köken Bilgisi Sözlüğü, I. (A-K).- II (L-Z) Etimolojik Sözlük Denemesi- Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara." (Ahmet Bican Ercilasun)
Kitaplar
CLAUSON, G. (1972), An Etymological Dictionary of Pre-Thirteen Century Turkish , Oxford University Press. [Tam metin] (pdf) (180 Mb)
ÂSIM EFENDİ, Mütercim (2000), Burhân-ı Katı, (Haz.:M. Öztürk, D.Örs), Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları.
AYVERDİ, İlhan (2005), Misalli Büyük Türkçe Sözlük (3 Cilt), Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 7046 s.
CAFEROĞLU, Ahmet (1993), Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü, Enderun Kitabevi, 3. Baskı, İstanbul.
CLAUSON, G. (1972), An Etymological Dictionary of Pre-Thirteen Century Turkish , Oxford University Press. [Tam metin] (pdf) (180 Mb)
ÇAĞBAYIR, Yaşar (2007), Ötüken Türkçe Sözlük ( 5 Cilt), Ötüken Neşriyat, İstanbul, 5744 s.
DİLÇİN, Cem (Düzenleyen), Yeni Tarama Sözlüğü, TDK, Ankara, 1983, XI+476+7 s.
Divanü Lugat’it-Türk Dizini (1972) , TDK, Ankara.
EREN, Hasan (1999), Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü, Ankara, Bizim Büro Yayınları.
EYÜBOĞLU, İsmet Zeki (?), Türkçe Kökler Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul
GÜLENSOY, Tuncer (2006), Türkiye Türkçesindeki Türkçe Sözcüklerin [Tarihî-Yaşayan Türk Dilleri], Anadolu Ağızları ve Altay Dilleri İle Karşılaştırmalı Köken Bilgisi Sözlüğü, I. (A-K).- II (L-Z) Etimolojik Sözlük Denemesi- Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara
KADRİ, Hüseyin Kâzım (1927-1943), Türk Lügati, İstanbul, c. I-IV.
KARAAĞAÇ, Günay (2008), Türkçe Verintiler Sözlüğü, Türk Dil Kurumu Yayınları
KÂŞGARLI MAHMUD (1939-1941), (Çeviren: Besim ATALAY), Divanü Lugat’it-Türk, I-III, Ankara.
KÂŞGARLI MAHMUD, (Yayınlayan: Kilisli Muallim Rifat) (1333-1335 Hicri), Divanü Lugat’it-Türk, I-III, İstanbul; Tıpkıbasım (1941), Ankara.
MAHMUD EL-KAŞGÂRÎ, (Edited with Introduction and
]
~ Ar allāh الله [#Alh] bir tanrı adı ~ Aram elah, ēlāhā אֶלָהּ, אֵלַהּ [#Alh] a.a. ~ İbr eloah אֶלוֹהּ Tevrat tanrısının adlarından biri < İbr/Aram el אֶל [#Al] tanrı, özellikle Kenan halkının tanrısı ≈ Akad ilu bir tanrı adı
→ ilah
Not: İbranicede zuhur eden -ah eklentisinin anlamı tartışılmıştır. Bir dişil eki olma ihtimali gözardı edilemez. • Karahanlı döneminden (11. yy) günümüze kalmış olan Türkçe İslami metinlerde Allah adına rastlanmaz, teŋri, bayat, iḏi sözcükleri kullanılır. Ancak 10. yy'dan itibaren Türkçe kullanıma girmiş olan çok sayıda Arapça İslami terim göz önüne alındığında bu adın yokluğu tesadüf olarak değerlendirilmelidir.
Benzer sözcükler: allahuekber, allahümme, allasen, evvelallah, resulullah
Bu maddeye gönderenler: alimallah, billahi, bismillah (besmele), elhamdülillah, estağfurullah, euzubillah (maazallah), fenafillah, fesuphanallah, hasbinallah, illallah, inşallah (maşallah), vallahi (eyvallah), yallah
İzahlı görünüm
[ İrşadü'l-Mülûk ve's-Selâtîn, 1387]
yarlıkaġıl meni iy Rahmān tip
~ Ar raḥmān رحمٰن [#rḥm] Allah'ın bir sıfatı ~ İbr/Aram raḥmān רחמן «merhamet eden», a.a. < İbr/Aram raḥam רחמ sevme, acıma, merhamet etme, bağışlama
→ rahmet1
Not: İbn Abbas'a göre İbraniceden alınmıştır. Lane sf. 1.1057. Aynı fiil kökü Arapçada da mevcut olduğu halde, sıfat biçimi Aramice veya İbranice bir alıntıya işaret eder.
Benzer sözcükler: rahmanî
Kompakt görünüm
İzahlı görünüm
Tarihçe (tespit edilen en eski Türkçe kaynak ve diğer örnekler)
"merhamet" [ Codex Cumanicus, 1303]
ol rahiminga kore iamanimizni kačirgil [merhametinle günahımızı gider]
"... döl yatağı" [ Aşık Paşa, Garib-name, 1330]
kondurur pes bu keze ana raḥmine
Köken
Arapça rḥm kökünden gelen raḥim رحم "1. ana rahmi, döl yatağı, 2. merhamet, şefkat" sözcüğünden alıntıdır. (NOT: Arapça sözcük Aramice/Süryanice raḥəm רחם "ana rahmi" sözcüğü ile eş kökenlidir. Bu sözcük İbranice aynı anlama gelen rəḥām רחם sözcüğü ile eş kökenlidir. İbranice sözcük Akatça aynı anlama gelen rēmu sözcüğü ile eş kökenlidir. )
Ek açıklama
#rḥm "kucaklama, şefkat gösterme, merhamet etme" fiili, isim kökünden türetilmiştir.
Benzer sözcükler
rahim ağzı, rahim içi
Bu maddeye gönderenler
merhamet, rahmet1 (istirham, merhum, rahim2, rahman)
Tarihçe (tespit edilen en eski Türkçe kaynak ve diğer örnekler)
[ Aşık Paşa, Garib-name, 1330]
sen raḥīmsin hem kerīmsin hem ġafūr
Köken
Arapça rḥm kökünden gelen raḥīm رَحيم "merhametli, Allahın bir sıfatı" sözcüğünden alıntıdır. Arapça sözcük Arapça raḥima رَحِمَ "merhamet etti, şefkat gösterdi" fiilinin faˁīl vezninde sıfatıdır.
Daha fazla bilgi için rahmet1 maddesine bakınız.
görünüm
İzahlı görünüm
Tarihçe (tespit edilen en eski Türkçe kaynak ve diğer örnekler)
[, 1000 yılından önce]
Köken
Arapça ḥmd kökünden gelen muḥammad محمّد "1. övülmüş, övülen, 2. İslam peygamberinin adı veya lakabı" sözcüğünden alıntıdır. Arapça sözcük Arapça ḥamada حمد "hamd etti, övdü" fiilinin mufaˁˁal vezninde (II) edilgen fiil sıfatııdır.
Daha fazla bilgi için hamd maddesine bakınız.
BISMILLAHIRRAHMANIRRAHIM
SÜBHANALLAH
ELHAMDULILLAH
ALLAHUEKBER
ESTAGFIRULLAH
ALLAHÜMME SALLI ALA SEYYIDINA MUHAMMED
LA HAVLE VELA KUVVETE ILLABILLAHILALIYYILAZIM
nur
Kompakt görünüm
İzahlı görünüm
Tarihçe (tespit edilen en eski Türkçe kaynak ve diğer örnekler)
[ Kutadgu Bilig, 1069]
ay mulkatḳa nūr [ey mülkün/devletin ışığı]
[ Codex Cumanicus, 1303]
lumen [ışık] - Fa: nur vel rosan [roşan] - Tr: yrig [yarığ/yırığ]
nurani [ Aşık Paşa, Garib-name, 1330]
geldi ol dem bir nūrānī pīr [nur yüzlü bir ihtiyar]
nurlanmak [ Meninski, Thesaurus, 1680]
nūrlanmak: Illuminari [aydınlanmak].
Köken
Arapça nwr kökünden gelen nūr نور "ışık, ışıma" sözcüğünden alıntıdır. Arapça sözcük Aramice/Süryanice nūr veya nūrā נוּר "ateş" sözcüğü ile eş kökenlidir. Bu sözcük Akatça aynı anlama gelen nūru veya nīru sözcüğü ile eş kökenlidir.
Benzer sözcükler
nurani, nurlanmak, nurlu, nursuz, nuruayn
Bu maddeye gönderenler
minare, münevver, nar2, nevir, tenevvür, tenvir
20.04.2015
Yorum Gönder