Lozan anlaşmasının imzalanması zora girecek gibi görünüyordu.Mustafa Kemal Paşa,anlaşmanın imzalanmasını tehlikeye atmamak için Meclisi feshederek seçimlere gidilmesine karar verdi. İnönü,a.g.e.,106. Lozan sy.24.
Birinci meclisin Lozan anlaşmasını imzalaması zor görünmektedir.İmzalansa bile bunu meclisten geçirmek kolay olmayacaktı.Bu nedenle görüşmelerin kesilmesi Mustafa Kemal'e muhalefeti pasifize etmek için zaman kazandırdı. 24.İngiliz Belgelerinde Atatürk,C.5,s.110-111. Lozan sy.25.
Bundan sonra Mustafa Kemal Paşa,lozan sonrası gelişmelerle,yeni devletin nasıl olacağı,kimlerle işbirliği yapacağı Lozan görüşmelerinin kesilmesi sırasında netleşti. Lozan sy.25.
Milli mücadeleden sonra Mustafa Kemal Paşa 'nın işbirliğine gideceği kesim belirlenmiş olurken Lozan'a muhalefet edenler siyasal yaşamın dışına itildi. Lozan.sy.25.
30 Ekim 1918 Mondros Ateşkes Antlaşması Osmanlı ile İtilaf Devletleri arasında imzalandı. Osmanlı’yı fiilen bitirmiş, işgallere dayanak olmuş, tepki olarak Milli Direniş Örgütleri kurulmuştur. 3 Kasım1918 Villa Gusti Ateşkes Antlaşması, Avusturya ile itilaf Devletleri arasında imzalanmıştır. 11 Kasım 1918 Rethondes Ateşkes Antlaşması, Almanya ile itilaf Devletleri arasında imzalanmıştır. 20 Kasım 1918 Venezuela bağımsızlığını ilan etti. Yeni dünyanın keşfinden 1. Dünya Savaşının buhranına kadar İspanya’nın sömürgesi idi. Ocak 1919 Antep, Maraş, Urfa, Adana’yı İngilizler işgal ediyor. 18 Ocak 1919 Paris Barış Konferansı, İtilaf Devletleri ile yenilen devletlerin imzalayacakları barış antlaşmalarının şartlarının belirlenmesi için Paris’te toplanılmıştır. Barış Antlaşmalarının Sevr hariç hepsinin şartları burada belirlendi. İtilaf Devletleri, Almanya ile 28 Haziran 1919 tarihinde Versay Barış Antlaşmasını; Avusturya ile 10 Eylül 1919 tarihinde SainGermain Barış Antlaşması, Bulgaristan ile 27 Kasım 1919 tarihinde Nöyyi Barış Antlaşması, Macaristan ile 6 Haziran 1920 tarihinde Triyanon Barış Antlaşması, Osmanlı ile 10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr Barış Antlaşması imzalanmıştır. 21 Ocak 1919Adana cephesi kuruluyor. 3 Mart 1919 Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin Erzurum şubesinin kuruluşu. 29 Nisan 1919 İtalyanlar Antalya’yı işgal ediyorlar. M. Kemal 9. Ordu Müfettişi atanıyor. 4-11 Mayıs 1919 İtalyanlar Kuşadası, Marmaris, Bodrum yörelerini işgal ediyorlar. 15 Mayıs 1919Yunan ordusu İtilaf donanmaları koruyuculuğunda İzmir’i işgal ediyor. İşgalle silahlı mücadele de başlamıştır. İlk kurşun. 16 Mayıs 1919M. Kemal İstanbul’dan Samsun’a hareket ediyor. 19 Mayıs 1919 Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkması. Milli Mücadeleye hazırlık dönemi başlıyor. 28 Mayıs 1919Ayvalık’ta Yunan çıkartma hareketine silahlı direniş. 28-29 MAYIS 1919Havza Genelgesi ( 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi’nden Büyük Millet Meclisi’nin kurulduğu 23 Nisan 1920 tarihine kadarki süreye ‘’ Kongreler Dönemi ‘’ denir. Bu süre içinde 30 Kongre toplanmıştır. Bilindik olanları bunlardan daha ulusal ve önemli olanlarıdır. Meclisin açılmasıyla kongreler işlerini meclise bırakmıştır.)
Haziran1919 Amasya Genelgesi 8-9 Temmuz 1919M. Kemal askerlikten istifa ediyor. 23 Temmuz – 7 Ağustos 1919Erzurum Kongresi 26-31 Temmuz 1919 Balıkesir Kongresi 16-25 AĞUSTOS 1919Alaşehir Kongresi 4-11 EYLÜL 1919 Sivas Kongresi 7 Eylül 1919 Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk cemiyetinin kuruluşu. (Sivas Kongresinde kuruldu.) 9 Eylül 1919 Ali Fuat Paşa Umum Kuva-yı Milliye komutanı. 22 Eylül 1919 Anzavur’un Balıkesir yöresi ayaklanması. 2 Ekim 1919 Damat Ferit Paşa kabinesi yerine Ali Rıza Kabinesinin Kurulması. 13 Ekim 1919 Amiral Bristol’un raporu yayınlanıyor. 20-22 EKİM 1919Amasya Görüşmesi veya Protokolü ( Mülakatı ) Türk-Kürt birlikteliğini ortaya koyan ilk girişim bu protokolde yer alır. 29 Ekim 1919 Fransızlar Anteb’i işgal ediyor. 1 Kasım 1919 İngilizler Maraş’ı Fransızlara devrediyor. 16 Kasım 1919 Sivas’ta komutanlar toplantısı. 27 Aralık 1919Ankara milli mücadelenin karargahı oluyor. Sivas’ta çalışmalarını tamamlayan Temsil Heyeti bu tarihte Ankara’ya geliyor. Bu tarihten sonra Ankara milli mücadelenin sevk ve idare edildiği bir merkez olacaktır. 29 Aralık 1919-1920Maraş’ta Fransızlara karşı milli direniş. 12 Ocak 1920 Son Osmanlı Mebusan Meclisi İstanbul’da toplandı, en önemli faaliyeti 28 Ocakta oy birliği ile kabul edilen Misak-ı Milli’ dir. 17 Şubatta da kamuoyuna açıklanmıştır. 17 Ocak 1920 Urfa’da milli direniş başlıyor. 28 Ocak 1920Mebuslar Meclisi Misak-ı Milliyi ilanı, kabul edilişi. (Milli gaye ve hedeflerin, milli sınırların belirlenmesi).
11 Şubat 1920Fransızlar Maraş’tan çekiliyor. 16 Şubat 1920Anzavur yeniden ayaklanıyor. 3 Mart 1920Ali Rıza Paşa Kabinesi çekiliyor. Salih Paşa Kabinesi kuruluyor. 16 Mart 1920İngilizler İstanbul’u işgal ediyor. İstanbul’un resmen işgali. İtilaf işgal kuvvetlerinin İstanbul’daki resmi binalara girmeleri, meclisin dağıtılması ve kapanması, mebusların Anadolu’ya kaçmaları, ele geçenlerin İngilizler tarafından sürülmesi. 19 Mart 1920M. Kemal Paşa Ankara’da olağanüstü yetkilere sahip bir meclis toplamak için bir çağrıda bulunuyor. 1 Nisan 1920Antep’te bulunan Fransız kuvvetleri Antepliler tarafından kuşatılıyor. 2 Nisan 1920Salih Paşa Kabinesi istifa ediyor. 5 Nisan 1920Damat Ferit Paşa Kabinesi. 10 Nisan 1920Fransızlar Urfa’yı boşaltıyor. 11 Nisan 1920Kuvay-ı Milliye aleyhine İstanbul Fetvası. Mebuslar Meclisi Padişah tarafından dağıtılıyor. 13 Nisan 1920Bolu ve Düzce ayaklanmaları. 18 Nisan 1920Kuvay-ı İnzibatiye kuruluyor. 19 Nisan 1920Beypazarı ayaklanması. ADI KONULMAMIŞ YENİ DEVLET DÖNEMİ23 NİSAN 1920-29 EKİM 1923 Yeni kurulacak devletin sahipleri Milli mücadele döneminde vatanı içincanlarını veren ve bu uğurda savaşanlardır. Mustafa Kemal’in ifadesiyle bu devlet birlikte sırt sırta savaşan ve özgürlük mücadelesi veren Türklerin ve Kürtlerin ortak devleti olacaktır.Ancak bu düşünce daha 1924 Anayasasından itibaren unutulmuş ve farklılaşmıştır. Denilenin aksine Ulusalcı ve Türk Milliyetçiliği üzerine inşa edilmeye başlanan yeni devlet, zamanla Kürtler ’i kuruluş döneminde sonuna kadar kullanmasına rağmen, inşa ve yönetme zamanında bunun dışında bırakmıştır. Bu ilmi siyasetin sonucu olarak günümüze kadar Kürt Sorunu diye tanımlanan bir sorunla yeni kurulan devlet mütemadiyen uğraşmak zorunda kalacaktır. Ancak, bütün bu çıkar amaçlı siyasi tutarsızlıklar, ve birden çok taraflı hata ve yanlışlar şu gerçeği değiştirmeyecektir: Türkiye Cumhuriyeti tarihi Türkler ile birlikte Kürtlerinde tarihidir. 23 Nisan 1920 Büyük Millet Meclisi ( B.M.M. ) Ankara’da Kuruluyor. 24 Nisan 1920M. Kemal Meclis Başkanı. Büyük Millet Meclisinin ilk başkanı oluyor. 26 Nisan 1920 Sen Remo Konferansı, İtilaf Devletleri Osmanlı ile yapılacak olan antlaşmanın şartlarını belirlemek için toplanmışlardır. 29 Nisan 1920Hiyanet-i Vataniye Kanunu. 30 Nisan 1920B.M.M.nin kuruluşu bütün dünyaya ilan ediliyor. 3 Mayıs 1920Bakanlar kurulu kuruluyor. 5 Mayıs 1920Anadolu’nun karşı Fetvası. 8 Mayıs 1920Pozantı’daki Fransız kuvvetlerini Kuvayı Milliye kuşatıyor. 11 Mayıs 1920İstanbul Harp Divanı M. Kemal’i gıyaben idama mahkum ediyor. 14 Mayıs 1920Yenihan ayaklanması. 24 Mayıs 1920Padişah M. Kemal hakkındaki idam kararını onaylıyor. 28 Mayıs 1920Pozantı’daki Fransız birlikleri teslim alınıyor. 30 Mayıs 1920Türkiye-Fransa ateşkesi. 1 Haziran 1920Amerikan Kongresi Ermeni mandasını reddediyor. 9 Haziran 1920Doğu Anadolu’da Ermenilere karşı seferberlik. 14 Haziran 1920Yozgat ayaklanması.
22 Haziran 1920Balıkesir’in Yunan ordusu tarafından işgali. 27 Haziran 1920Mustafa Kemal Paşa, El-Cezire Merkez Komutanı Nihat Paşa’ya bir talimatname göndermiştir. Talimatnamenin 1. Maddesinde açıkça Kürtlere tedrici bir özerklik verilmesine vurgu yapmıştır. 2. Maddede milletlerin kendi kaderlerini belirlemeye hakları olduğunu, tüm dünya tarafından kabul görülen bu hakikat doğrultusunda Kürtlerin de BMM idaresinde yaşamak kaydıyla mahalli idarenin El-Cezire Cephesi Kumandanlığına ait olduğunu beyan etmiştir. 2 Temmuz 1920Bandırma, Kirmasti ve Gönen’in Yunan ordusu tarafından işgali. 8 Temmuz 1920Bursa’nın Yunanlar tarafından işgali. 9 Temmuz 1920İngilizler Batum’u boşaltıyor. 18 Temmuz 1920B.M.M. Misak-ı Milliye yemin ediyor. 21 Temmuz 1920Yunan ordusu Tekirdağ’ı işgal ediyor. 25 Temmuz 1920Yunan ordusu Edirne’yi işgal diyor. 10 Ağustos 1920Sevr Antlaşması’nı imzalanması. Uygulanamamış, Lozan ile değiştirilmiştir. 11 Eylül 1920B.M.M. Firariler Hakkında Kanun ve İstiklal Mahkemeleri kuruyor. 18 Eylül 1920 İstiklal Mahkemeleri faaliyetlerine başladı. 30 Eylül 1920Ermenistan’a karşı Türkiye ordusunun harekatı. 3 Ekim 1920Konya ayaklanması. 29 Ekim 1920Damat Ferit Paşa Kabinesi yerine Tevfik Paşa Kabinesi Kuruluyor. 30 Ekim 1920Türkiye ordusu Kars’ı kurtarıyor. 3 Aralık 1920Gümrü Antlaşması’nın Ermenistan ile imzalanması 5 Ocak 1921Çerkes Ethem Yunanlılara sığınıyor. 6-10 Ocak 1921Birinci İnönü Zaferi. 20 Ocak 1921Teşkilat-ı Esasiye Kanunu yani 1921 anayasası meclisçe kabul edildi. Bu kanunda vilayetlerde mahalli özerklik öngörülmüştür. Mustafa kemal Paşa tarafından Kürdistan’da ‘’tedricen mahalli idare ihdası’’ talebi, Kürtler’in yabancılarla anlaşmasına engel olmaya ve BMM’ye bağlılıklarını sağlamaya yönelik olmuştur. 16-17 Ocak 1923 tarihinde de Mustafa Kemal, İzmir’de bu konu hakkında şöyle konuşmuştur: ‘’ Kürtler’e bir tür yerel özerklik verilecektir.’’ Ancak, 24 Anayasasında bunların esamesi okunmayacak ve ulus devlet dayatmaları sistematik olarak Doğu ve Güneydoğu da uygulanacaktır. Mustafa Kemal Atatürk’ ün Milli mücadele dönemindeki düşünce, söz ve davranışları da daha sonra anlaşılacağı üzere ‘’bir ilmi siyaset gereği olduğu’’ görülecektir.
28-29 Ocak 1921 Mustafa Suphi’nin Katledilmesi TKP önde gelenleri başta Mustafa Suphi olmak üzere Türkiye’ye Kurtuluş Savaşına destek için geldiler. Ne var ki, 28-29 Ocak gecesi Karadeniz’de bindikleri motor Teşkilat-ı Mahsusacı Yahya Kaptan tarafından basılacak, Suphi ve arkadaşları Karadeniz’de boğularak öldürüleceklerdir. Emri kimin verdiği bugün dahi tartışma konusudur. 9 Şubat 1921Antep Fransızlara teslim oluyor. 21 Şubat-12 Mart 1921Londra Konferansı toplanması. Amaç, Sevr’i hafifletip B.M.M.’ne kabul ettirmek. 6 Mart-17 Haziran 1921 KoçgiriAyaklanmasıSivas, Erzincan ve Tunceli yöresinde, adını ayaklanan Koçgiri aşiretinden almıştır. 12 Mart 1921İstiklal Marşının Meclisteki kabulü. 16 Mart 1921Moskova Antlaşması. Büyük Millet Meclisi ile Rusya arasında olmuştur. 23 Mart-1 Nisan 1921İkinci İnönü Zaferi. 23 Nisan 1921Milli Bayram. 10 Mayıs 1921Müdafaa-ı Hukuk Grubunun kurulması. 10 Temmuz 1921Yunan ordusunun ileri Harekatı. 10-24 Temmuz 1921 Eskişehir-Kütahya Savaşları 13 Temmuz 1921Afyon Karahisar’ın Yunan ordusunca işgali. 17 Temmuz 1921Kütahya’nın işgali. 30 Temmuz 1921İstiklal Mahkemeleri yeniden kuruluyor. 5 Ağustos 1921Mustafa Kemal Başkomutan olarak meclis yetkilerini kendinde topluyor. Tek Adam Dönemi başlaıyor. 7-8 Ağustos 1921Tekalif-i Milliye Emirleri. 23 Ağustos-13 Eylül 1921Sakarya meydan Savaşı. 13 Ekim 1921Kars Anlaşması. B.M.M ile Ermenistan, Gürcistan, Azerbaycan arasında olmuştur. Doğu sınırımız çizilmiş oldu. 20 Ekim 1921Ankara Antlaşması. B.M.M ile Fransa arasında olmuştur. Hatay hariç güney sınırımız çizilmiş oldu. 22 Mart 1922 İtilaf Devletlerinin ateşkes önerisi. 26 Mart 1922 İtilaf devletlerinin barış önerisi. 26 Ağustos 1922 Büyük Taarruz. 30 Ağustos 1922 Dumlupınar Başkomutan Meydan Muharebesi. 2 Eylül 1922 Yunan Başkomutanının esir oluşu. 9 Eylül 1922 Türk ordusunun İzmir’i kurtarışı. 3 Ekim 1922 Mudanya Konferansı başlıyor. 11 Ekim 1922 Mudanya Mütarekesi. 20 Ekim 1922 Türk Jandarması İstanbul’da. 20 Kasım 1922 Lozan Barış Konferansı başlamış, 4 Şubat 1923 ‘te kesilmiştir. 23 Nisan 1923 tarihinde Lozan’da görüşmeler tekrar başlamıştır. 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Barış Antlaşması ile sona ermiştir. 25 Kasım 1922 Edirne’de ulusal yönetim kuruluyor. 17 Şubat 1923 İzmir İktisat Kongresi toplanıyor. 1 Nisan 1923 B.M.M. yeni seçimler için karar veriyor. Daha sonra T.B.M.M olacak. 15 Nisan 1923 T.B.M.M. dağılıyor. 24 Temmuz 1923 Lozan Barış Antlaşması imzalanmıştır. 11 Ağustos 1923 T.B.M.M.nin açılması. 23 Ağustos1923 Lozan Muahedesinin T.B.M.M.inde tasdiki. 9 Eylül 1923 Cumhuriyet Halk Partisinin kurulması.(Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti’nin(4-11 Eylül 1919), sonrasında 1.Meclis’teki (1920) Müdafa-i Hukuk Grubunun üzerine önce Halk Fırkası, Cumhuriyetin ilanı ile Cumhuriyet Halk Fırkası daha sonrada Cumhuriyet Halk Partisi adıyla kurulmuştur.) (Resmi kuruluş tarihi 11 Eylül 1923) 6 Ekim 1923 Türk Ordusunun İstanbul’a girmesi. 13 Ekim 1923 Ankara başkent olarak kabulü.
29 EKİM 1923 TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ DÖNEMİ 29 EKİM 1923- 10 KASIM 1938 MUSTAFA KEMAL ATATÜRK(1881-1938) DÖNEMİ Mustafa Kemal Atatürk Cumhurbaşkanlığı döneminin başbakanları sırasıyla: 1923 – 1924 Mustafa İsmet İnönü; 1924 – 1925 Ali Fethi Okyar Bey; 1925 – 1937 İsmet İnönü (2. kere) ; 1937 – 1939 Celal Bayar 29 Ekim 1923 Cumhuriyetin ilanı Gazi M. Kemal Cumhurbaşkanı. 30 Ekim 1923 Başbakan olarak İsmet Paşa’nın göreve gelmesi. 1 Kasım 1923 Fethi Okyar’ın Cumhuriyet devrinde T.B.M.M.’nin ilk başkanı seçilmesi. 3 Mart 1924 Şeriye ve Evkaf vekaletlerinin kaldırılması. Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekaletinin kaldırılması. 3 Mart 1924 Hilafetin kaldırılması ve Osmanoğullarının Türkiye dışına çıkarılması. Tevhid-i Tedrisat Kanunu. 8 Mart 1924 Şeriat mahkemelerinin kaldırılışı. 20 Nisan 1924 Yeni anayasanın kabulü.1924 anayasasının kabulü. 25 Nisan 1924 Türkiye ile Cemiyet-i Akvam’ın Musul konusunda anlaşması. 25 Ekim 1924 Türk milliyetçiliğinin fikir babası ve sosyolog Ziya Gökalp öldü. 17 Kasım 1924 Terakki Perver Cumhuriyet Fırkasının kuruluşu. (5 Haziran 1925 te kapatılacak ) 20 Kasım 1924 İsmet Bey’in başbakanlıktan istifası. 21 Kasım 1924 Fethi Bey’in yeni hükümeti kurması. 4 Aralık 1924 Şehit yetimlerine İstiklal madalyası yasasının kabulü. 8 Aralık 1924 Terakkiperver Cumhuriyet fırkasına Kazım Karabekir’in başkanı, Ali Fuat’ın genel sekreter olarak seçilmesi. 13 Şubat 1925 Şeyh Sait İsyanı. 17 Şubat 1925 Aşar vergisinin kaldırılışı. 2 Mart 1925 Fethi Bey’in istifası. 4 Mart 1925 Takrir-i Sükun kanununun çıkarılması, 2. İstiklal mahkemesinin kuruluşu. 12 Nisan 1925 Şeyh Sait’in yakalanması. 3 Haziran 1925 Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının kapatılışı. 5 Ağustos 1925 Mustafa Kemal’in Latife Hanım’dan ayrılması. 2 Eylül 1925 Tekke ve zaviyelerin, türbelerin kapatılması, dini kıyafetleri ve memurların şapka giyeceklerine dair Bakanlar Kurulu kararının yayınlanması. 25 Kasım 1925 Şapka Kanunu. 30 Kasım 1925 Tekke ve zaviyeler ile türbelerin kapatılmasına ve türbedarlıklar ile bazı ünvanların men ve ilgasına dair kanun. 26 Aralık 1925 Milletlerarası saat ve takvimin kabulü hakkında kanun. 17 Şubat 1926Medeni Kanunun kabulü (Kadının medeni haklara kavuşması, çok evliliğin yasaklanması, hukuk düzeninin çağdaşlaştırılması). 1 Mart 1926 Yeni “Türk Ceza Kanunu’nun kabulü. 22 Nisan1926 “Borçlar Kanunu’nun kabulü. 16 Haziran 1926 Mustafa Kemal’e İzmir’de suikast girişimi 7 Mart 1927 İstiklal Mahkemeleri ihtiyaç kalmadığı için kapatıldı. 15-20 Ekim 1927Mustafa Kemal Paşa’nın Büyük Nutuk’unu okuması. 10 Nisan 1928 Anayasada mevcut olan “Devletin dini İslam’dır” hükmünün kaldırılması. Anayasada değişiklikler yapılarak Türkiye Cumhuriyeti’nin laik devlet karakterinin açıklığa kavuşturulması. 24 Nisan 1928 Milletlerarası rakamların kabulüne dair kanun. 28 Mayıs 1928 Millet mekteplerinin açılması hakkında kanun. Türk vatandaşlığı kanunu. 8 Ağustos 1928 Gazi Mustafa Kemal’in İstanbul Sarayburnu’nda halka ilk defa yeni Türk harflerinden söz açması. 1 Kasım 1928 Yeni Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun’un T.B.M.M.’den geçmesi. 24 Nisan 1929 İcra ve İflas Kanununun kabulü. 15 Mayıs 1929 Deniz Ticaret Kanununun kabulü. 7 Haziran 1929 Katolik mezhebinin merkezi Vatikan bağımsızlığını ilan etti. 20 Şubat 1930 Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanununun kabulü. 3 Nisan 1930 Belediye seçimlerinde Türk kadınlarına seçme ve seçilme hakkı tanıyan kanunun kabulü. 11 Haziran 1930 Cumhuriyet Merkez Bankası Kuruluşu Hakkında kanun. 12 Ağustos 1930 Fethi (Okyar) Bey başkanlığında Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşu. 17 Kasım 1930 Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kendini feshetmesi. 23 Aralık 1930 Menemen Ayaklanması. 26 Mart 1931Ölçüler kanununun kabulü. 12 Nisan 1931Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti (Türk Tarih Kurumu)’nin kuruluşu. 16 Eylül 1931 Libya özgürlük hareketinin lideri Ömer Muhtar vefat etti. 19 Şubat 1932 Halkevlerinin açılması. 12 Temmuz 1932 Türk Dili Tetkik Cemiyeti (Türk Dili Kurumu)’nun kurulması.
18 Temmuz 1932 Milletler Cemiyeti’ne üye olundu. 31 Mayıs 1933 İstanbul Darülfünunun yerine İstanbul Üniversitesinin Kurulması Hakkında Kanun. 20 Haziran 1933 Üniversitede İnkılap Enstitüsü’nün kurulması. 4 Ekim 1933 Türk İnkılap Enstitüsünde ilk İnkılap dersinin Milli Eğitim Bakanı Yusuf Hikmet (Bayur) Bey tarafından verilmesi. 26 Ekim 1933 Türkiye kadınlarına köy İhtiyar heyetlerine seçme ve seçilme hakkının tanınması. 9 Şubat 1934 Balkan Antantı kuruldu. Türkiye, Yugoslavya, Romanya ve Yunanistan arasında kuruldu. 21 Haziran 1934 Soyadı Kanunu, Mustafa Kemal’e TBMM’nin Atatürk soyadını vermesi. 3 Aralık 1934 Hangi dine mensup olursa olsun, din adamlarının mabet ve ayinler dışındaki dini kisve taşımalarının yasaklanmasına dair kanun. 5 Aralık 1934 Türkiye kadınlarına milletvekili seçme ve seçilme hakkını tanıyan anayasa değişikliği. 8 Haziran 1936 İş Kanununu kabulü (Sosyal haklar ve sosyal güvenlik açısından ilk önemli adım). 20 Temmuz 1936 Montreux Boğazlar Sözleşmesinin imzalanması ve boğazların tamamen Türk hâkimiyetine geçişi. Türk askerinin “gayri askeri” adı verilmiş bölgelere girmesi. 9 Temmuz 1937Sadabat Paktı kuruldu. Türkiye, İran, Irak, Afganistan arasında kuruldu. 27 Ocak 1937 Hatay’ın bağımsızlığının Milletler Cemiyetinde kabulü. 5 Şubat 1937 1935 yılında CHP kurultayında kabul edilen Atatürk İlkeleri anayasaya girdi. 11 Haziran 1937 Atatürk’ün Trabzon’dan hükümete “Bütün çiftliklerini ve mallarını millete bağışladığını” bildirmesi. 15 Kasım 1937 Dersimdeki isyanın lideri Seyit Rıza bir askeri harekât soncunda yakalanıp oğlu ve bağlılarıyla birlikte Elazığ’da idam edildi. 14 Ocak 1938 Türkiye-Irak-İran-Afganistan arasında akdedilen “SaadabatPaktı”nın TBMM’ce onaylanması. 3 Temmuz 1938 Antakya’da Türk ve Fransız askeri heyetleri arasında askeri anlaşmanın imzası (Hatay’la ilgili). 5 Temmuz 1938 Türk birliklerini coşkun sevgi gösterileri içinde Hatay’a, İskenderun’a girişi. Anlaşmada öngörülen yerlerde Türk birlikleri göreve başlamıştır. 2 Eylül 1938 Hatay Millet Meclisinin toplanması ve Tayfur Sökmen’in Devlet Başkanı seçilmesi. 10 Kasım 1938 Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatı. 11 KASIM 1938-22 MAYIS 1950 İSMET İNÖNÜ DÖNEMİ(1884-1973) İsmet İnönü Cumhurbaşkanlığı döneminin başbakanları sırasıyla:1939 – 1942 Refik Saydam; 1942 – 1946 Şükrü Saraçoğlu; 1946 – 1947 Recep Peker; 1947 – 1949 Hasan Saka1949 – 1950 Şemsettin Günaltay 11 Kasım 1938 İsmet İnönü Cumhurbaşkanı oldu. Atatürk’ün ölümü üzerine “İkinci Adam” İsmet İnönü oybirliğiyle Cumhurbaşkanlığına seçilmiştir. 26 Aralık 1938 İnönü “Milli Şef” oluyor. CHP Olağanüstü Kurultayı’nda İsmet İnönü’ye “Değişmez Genel Başkan” unvanı verildi. Ayrıca “Milli Şef” olarak anılmaya başlanılmıştır.
23 Haziran 1939 Türkiye ile Fransa arasındaki görüşmeler devam etti ve sonunda Hatay’ın Türkiye’ye bağlanması kabul edildi. Bunun üzerine Hatay Millet Meclisi Türkiye ile birleşme kararı aldı 7 Temmuz 1939 Hatay Türkiye’ye katılıyor. Kendi meclis kararıyla Türkiye’ye katılma kararı alan Hatay Cumhuriyeti, fiilen Türkiye’nin ili olmuştur. 1 Eylül 1939 Almanya’nın Polonya’yı işgal edilmesi ile II. Dünya Savaşı başlamış oldu. 17 Nisan 1940 Köy Enstitüleri kuruldu. Cumhuriyet tarihinin en önemli eğitim hamleleri arasında yaralan Köy Enstitülerinin kurulması kanunlaşarak yürürlüğe girmiştir. 18 Haziran 1941Türk-Alman Paktı imzalandı. (Türk-Alman saldırmazlık paktı) 23 Haziran 1941 Refah Faciası meydana gelmiştir. 2. Dünya Savaşı başlamadan İngiltere’ye sipariş edilen 4 denizaltı ve 4 muhribi teslim almak için yola çıkan Refah Şilebi batırılmıştır. Olayın seyri şöyledir; Mersin Limanından Mısır’ın İskenderiye Limanına giderken gece vakti atılan bir torpido sonucu gemi sulara gömülmüştür. Gemide yaklaşık 150 kadar mürettebat şehit olmuştur. 11 Kasım 1941 Varlık Vergisi kanunun çıkartılması. Özellikle gayrimüslim ticaret erbabını hedefleyen “varlık vergisi” kanunu çıkartılmıştır. Bu uygulama 1,5 yıl sürmüştür. Ödeme yapmayanlar çalışma kamplarına gönderilmiştir. Bu durum, CHP’nin büyük bir siyasi hatası olarak tarihe geçmiştir. 24Şubat1942 Almanya’nın Türkiye Büyükelçisi VonPapen’e Suikast girişiminde bulunulmuştur. 14Temmuz 1942 Atılay Denizaltısı batmıştır. 90 denizcimiz şehit olmuştur. 7 Aralık 1943tarihinde Roosevelt-İnönü-Churchill buluşup 2. Dünya Savaşının gidişatı üzerine konuşulmuştur. Amerikan başkanı Roosevelt, İngiltere başbakanı Churchill ve Türkiye’yi temsilen İsmet İnönü Kahire’de buluşmuşlardır. 7 Eylül 1944 Irkçı-Turancı Davası görülmeye başlandı. Aralarında Reha Oğuz Türkken, Fethi Tevetoğlu, Nihal Atsız, Zeki Velidi Togan ve Alpaslan Türkeş gibi isimlerin bulunduğu “Irkçı -Turancılar Davası” başlamıştır. 4-7 Şubat 1945 Üçler Konferans Masası Yalta’daki Livadia Sarayı’na Ukrayna’da bir araya gelen 2. Dünya Savaşı2nın üç önemli figürü; Churchill, Roosevelt ve Stalin savaş sonrası Avrupa topraklarının nasıl şekilleneceğini konuştular. 23 Şubat 1945 Türkiye Almanya’ya kağıt üzerinde savaş ilan etmiştir. 26 Haziran 1945 Birleşmiş Milletlerin kuruluşu. 18 Temmuz 1945 Milli Kalkınma Partisi kuruldu, çok partili hayat 15 yıl aradan sonra tekrar başladı. 24 Ekim 1945 Birleşmiş Milletler Örgütü yürürlüğe girdi. 16 Kasım 1945 UNESCO ( Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü ) 2. Dünya Savaşında tahrip ettiği kültürel değerleri sahiplenmek amacıyla kuruldu. 4 Aralık 1945 Tan Olayı meydana geldi. Dönemin en tanınmış ve sol eğilimli gazetelerinden “Tan” gazetesi ve matbaası kışkırtma sonucu öğrencilerce basılmıştır. Gazete idaresi ve matbaası yakılmıştır. 7 Ocak 1946 Demokrat Parti kuruldu; Celal Bayar ve Adnan Menderes gibi isimlerden oluşan bir grup CHP’den ayrılarak, Demokrat Parti’yi kurmuşlardır. 5 Nisan 1946 ABD Donanmasına ait Missouri savaş gemisi İstanbul’a gelmiştir. Gemi, Amerika’da ölen elçimiz Münir Ertegün’ün tabutunu Türkiye’ye getirmiştir. Bu ziyaret basit bir ziyaret olmaktan öte değerlendirilmiş ve Türk-ABD ilişkileri için jest olarak algılanmıştır.
21 Temmuz 1946 İlk Çok Partili Seçimler yapıldı. Cumhuriyet tarihinin ilk muhalefet partili seçimi yapılmıştır. CHP 396, DP 61 milletvekili çıkarmıştır. 7 Eylül 1946 Türkiye’de ilk büyük devalüasyon 7 Eylül 1946 tarihinde yapılmıştır. 7 Eylül Kararları olarak adlandırılan ve Recep Peker Hükümeti’nin gerçekleştirdiği bu devalüasyonla yüzde 116 oranında bir artışla ABD dolarının fiyatı 2,83 liraya çıkarılmıştır. İkinci devalüasyon Adnan Menderes Hükümetince 4 Ağustos 1958 tarihinde yapılarak 2,83 TL olan ABD doları 9 liraya çıkarılmıştır. Üçüncü büyük devalüasyon Süleyman Demirel hükümeti tarafından 10 Ağustos 1970 tarihinde gerçekleştirilmiştir. Bu devalüasyonla 1 ABD doları 9 liradan 15 liraya çıkarılmıştır. Türk parasının ABD doları karşısındaki değeri Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş tarihi olan 1923 yılında 1 dolar 0,75 kuruş idi. 12 Mart 1947 ABD Yardımı, Cumhuriyet tarihi içinde ilk ABD yardımı gündeme gelmiştir. Böylelikle daha sonra ABD ile gelişecek ilişkilerin temeli o günlerde atılmıştır. 10 Temmuz 1947 Pakistan Müslüman bir devlet olarak Hindistan’ın ikiye ayrılmasıyla kuruldu. Pakistan’ın başına Muhammed Ali Cinnah getirildi. 30 Ocak 1948 İngiliz sömürgeciliğine karşı mücadeleye önderlik eden ve bağımsız Hindistan’ın kurucusu olan MahatmaGandhi 79 yaşında faşist bir Hindu tarafından kurşunlanarak öldürülmüştür. 18 Temmuz 1948 Demokrat Parti’den ayrılan, Kurtuluş Savaşı komutanlarından Mareşal Fevzi Çakmak ve Osman Bölükbaşı Millet Partisi’ni kurdu. 11 Aralık 1948 İlk Arap – İsrail Savaşı’nın ardından Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Filistin Meselesinde arabulucu olarak atadığı Kont Bernadotte tarafından hazırlanan raporu görüştü, raporda Kudüs’ün Araplara bırakılması öneriliyordu. 4 Nisan 1949 NATO ( Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü ) kuruldu. 5 Mayıs1949 Türkiye Avrupa Konseyine katılmıştır. 1 Ekim1949 Kızıl Devrimi gerçekleştiren Komünist Partisi lideri Mao Zedong Çin Halk Cumhuriyeti’ni kurdu. 2 Mart 1950 Muğlalı Davası; Orgeneral Mustafa Muğlalı idama mahkum edilmiştir. Cezası daha sonra müebbede çevrilmiştir. Karara gerekçe olan olay Van’ın Özalp ilçesinde 33 köylünün öldürülmesidir. Bilindiği üzerede 2011 yılında AKP hükümetinin Savunma bakanlığının istemiyle, Genel Kurmay Başkanlığınca bu kışlanın kapısındaki Orgeneral Mustafa Muğlalı ismi kaldırılmıştır. 14 Mayıs 1950 Demokrat Parti iktidara geldi. Demokrat Parti İktidarı seçimleri kazanarak, 27 yıllık CHP’nin tek parti iktidarına seçimler yoluyla son verilmiştir. “Yeter, söz milletindir!” söylemiyle yola çıkan Demokrat Parti 14 Mayıs’taki seçimlerde 416 milletvekili çıkartarak tek başına iktidar olmuştur. Seçimlerin sonucunda; Demokrat Parti %53.3 oy oranı ile TBMM’ye 416 milletvekili soktu. CHP %39.9 oranında oy almasına rağmen 69, MP ve bağımsızlar 1’er milletvekili ile temsil edildi. Celal Bayar Cumhurbaşkanı, Adnan Menderes Başbakan olmuştur. ‘’ Beyaz Devrim’’, ‘’ Kansız Devrim’’ gerçekleştiren DP, 1954 yılında tarihinin en yüksek oy oranına (% 57) ulaşmıştır. Gizli oy açık sayım usulünün kullanıldığı ilk genel seçim sonrası göreve gelen başbakan Adnan Menderes’tir, Çünkü 1946 seçimleri açık oy gizli sayım ile yapıldı. Demokrat partinin temeli ‘DÖRTLÜ TAKRİR’ e dayanır. 1950 seçimleri sonucu dörtlü takrirde yer alanların statüsü şöyledir: Demokrat partinin kurucusu, Celal Bayar-Cumhurbaşkanı, Adnan Menderes-Başbakan, Mehmet Fuat Köprülü-Dış İşleri Bakanı, Refik Koraltan- Meclis Başkanı oldu.
22 MAYIS 1950-27 MAYIS 1960 CELAL BAYAR (1883-1986)DÖNEMİ Cumhurbaşkanlığı döneminin başbakanı: Adnan Menderes (1950 – 1960 ) 22 Mayıs 1950 Celal Bayar Türkiye Cumhuriyeti’nin üçüncü cumhurbaşkanı oldu. Adnan Menderes başkanlığındaki ilk Demokrat Parti hükümeti kuruldu. Refik Koraltan da Meclis Başkanı olarak göreve başladı. 6 Haziran 1950 DP hükümeti; Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları ve diğer bazı generalleri görevlerinden aldı. 16 Haziran 1950DP iktidarının ilk icraatlarından birisi, Türkçe okunan ezanın tekrar Arapça okunmasını sağlamak olmuştur. 5 Temmuz 1950 Radyodan dini program yayın yasağı kaldırıldı. 7 Temmuz 1950 Dünya Bankası Türkiye’ye 16 milyon 400 bin dolar kredi açtı. Temmuz 1950 Kuzey-Güney Kore Savaşı’nda Birleşmiş Milletler bütün ulusları, komünist Kuzey Kore’ye karşı ABD’nin geniş katılımıyla oluşturulacak askeri güce katılmaya çağırdı. 28 Temmuz 1950 Türk Barışseverler Cemiyeti’nin Türkiye’nin Kore’ye asker göndermesini protesto amacıyla bildiri dağıtmasına izin verilmedi, Cemiyet başkanı Behice Boran ve genel sekreter Adnan Cemgil tutuklandı. 1 Ağustos 1950 Türkiye Kuzey Atlantik Antlaşması Teşkilatı’na (NATO) başvurdu. 16 Eylül 1950 Türkiye’nin, NATO’ya girme başvurusu reddedildi. 28 Ağustos 1950 Bir yazarın okul tarih kitaplarından İnönü’nün adını çıkartması tartışmalara yol açtı. 3 Eylül 1950 Belediye seçimlerinde 600’ü aşkın CHP’li belediyeden 560’ı Demokrat Parti’nin eline geçti. 17 Ekim 1950 General Tahsin Yazıcı komutasındaki 4500 kişilik bir tabur, tüm masraflar bize ait olmak üzere meclise danışılmadan, Demokrat Parti hükümetinin kararıyla ve ABD ile kurulan ilişkiler gereğince ilk Türk Tugayı Kore’ye gönderilmiştir. Askerlerimiz 1950 Birleşmiş Milletler kararı ile gönderilmiştir. Kore’ye asker göndermemiz 1952’de NATO’ya dâhil olmamızı kolaylaştırmıştır. Nazım Hikmet ‘Kimi öldürmeye gidiyorsun Ahmet’ adlı dizeleri Kore Savaşı için kullanmıştır. 3 Aralık 1950 Arap harfleriyle tedrisat yapmak için gizli ya da aleni dershane açanlar hakkında 23 Eylül 1931 gün ve 12073 sayılı kararnamedeki yasaklama kaldırıldı. 12 Aralık 1950 Hükümet, CHP Genel Merkez Binası’na el koyarak Hazine’ye aktardı. 24 Aralık 1951 İtalya sömürgesi altında olan Libya Ömer Muhtarın bağımsızlık mücadelesine rağmen ancak onun ölümünden 20 yıl sonra 2. Dünya Savaşı’nın ardından bağımsızlığını bugün kazanmıştır. 20 Şubat 1951 Rus yazarların kitaplarının okul kütüphanelerinden çıkarılmasına karar verildi. 25 Mart 1951 Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri, solcu öğretmenlerin tasfiyesinin sürdüğünü açıkladı. 3 Mayıs 1951 Demokrat Parti Meclis Grubu’nda din eğitiminin genişletilmesi istendi. 4 Mayıs 1951 Menderes Meclis’te yaptığı konuşmada “Halkevleri, Halkodaları faşist anlayış ve düşüncelerin ürünüdür. Bunlar sosyal yapımız içindeki tümüyle gereksiz, boş, geri ve yabancı unsurlardır” dedi. 22 Haziran 1950 İstanbul İnönü Stadı’nın adı Mithat Paşa Stadı olarak değiştirildi. 1 Temmuz 1951 Atatürk’ün heykel ve büstlerine karşı ülke düzeyinde yaygınlaşmış olan saldırıları kınamak için, yurdun çeşitli yerlerinde protesto mitingleri yapıldı. 25 Temmuz 1951 Atatürk’ü Koruma Kanunu çıkmıştır. Amaç, Atatürk devrimlerini korumak, Atatürk heykel ve anıtlarına saldırıların önüne geçmekti. Bu kanun halen geçerliğini korumaktadır. Ayrıca devlet dairesine Atatürk’ün portresinin konması hakkında genelge yayımlandı. 1 Ağustos 1951 Yabancı Sermaye Yatırımlarını Teşvik Kanunu çıktı. 8 Ağustos 1951 Hükümet, Halk Evleri’ne el koydu.
19 Eylül 1951 Kuzey Atlantik Paktı Konseyi, Türkiye ve Yunanistan’a NATO’ya katılma çağrısı yaptı. 20 Eylül 1951 Türkiye’nin NATO’ya katılması kabul edildi. 9 Ekim 1951 Devlet iç borçları 2 milyar 565 milyon liraya yükseldi. 26 Ekim 1951 Türkiye Komünist Parti’sine yönelik büyük çapta tutuklamalar yapıldı. Tutuklananlar arasında Zeki Baştımar, Mihri Belli, Sevim Tarı gibi tanınmış isimler vardı. 4 Kasım 1951 İlkokulların ders programlarına din dersi konuldu. 12 Ocak 1952 ABD yönetimi, Marshall Planı çerçevesinde Türkiye’ye 58 milyon dolarlık askeri yardım yapılmasını onayladı. 15 Ocak 1952 Amerika Birleşik Devletleri Türkiye’nin Kuzey Atlantik Antlaşması Teşkilatı’na (NATO) girişini onayladı. 21 Ocak 1952Milli Savunma Bakanlığı, Kore’de 34 subay, 46 astsubay ve 1252 erin şehit olduğunu açıkladı. 18 Şubat 1952Türkiye NATO’ya üye oldu. NATO’ya katılma protokolünü 1951 yılında Londra’da imzalayan Türkiye, 18 Şubat’ta örgüte resmen üye oldu. Bunun neticesi olarak topraklarımıza ABD askeri üsleri kurulmaya başlandı. 5 Haziran 1952 Lozan Antlaşmasına göre Fener Rum Patrikhanesi’nin başındaki kişinin TC vatandaşı olması gerekir. Bu ilke ilk kez ABD’den uçakla gönderilen Athenagoras’ın Türkiye’ye sokulması ile ihlal edildi. Başbakan Menderes Athenagoras’ı ziyaret etti. 18 Temmuz 1952Türkiye, Cemiyet-i Akvam’a (Birleşmiş Milletler) elli altıncı üye olarak kabul edildi. 8 Ekim 1952Balıkesir’e giden CHP lideri İnönü’yü Vali kent dışında karşılayarak, kente girmemesini, girerse olaylar çıkabileceğini ve kendisinin sorumluluk almayacağını belirtti. İnönü gezisinden vazgeçti. 30 Kasım 1952 ABD ilk hidrojen bombasını Eniwetok Adası’nda patlattı. 24 Aralık 1952“Anayasayı Yaşayan Dile Çevirmek” şeklinde adlandırılan yasa önerisi ile 1945 yılında Türkçeleştirilmiş olan anayasa metni, yürürlükten kaldırıldı. 24 Nisan 1924’te kabul edilmiş olan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu yeniden uygulamaya kondu, anayasadaki öz Türkçe kelimeler ayıklandı. ( Örneğin; “bakanlıklar”, “vekalet” oldu, Genelkurmay Başkanlığı’nın adı “Erkan-ı Harbiye-yi Umumi Reisliği” şeklinde değiştirildi ). 1953 Demokrat Parti döneminde CHP’nin tüm mal varlığı hazineye aktarılmıştır. 21 Ocak 1953Petrollerimizin işletilmesiyle ilgili ilk anlaşma bir ABD şirketiyle yapıldı. 14 Nisan 1953Döviz alım-satımı serbest bırakıldı. 30 Mayıs 1953Sovyetler Birliği hükümeti Türkiye’ye bir nota verdi. Türkiye’den toprak talebi olmadığını, dostluk ilişkisi kurmak istediklerini bildirdi. 8 Temmuz 1953Millet Partisi irticai faaliyet gerekçesiyle kapatıldı, mallarına el kondu. 21 Temmuz 1953Profesörlerin politika ile uğraşmalarını yasaklayan kanun kabul edildi. 27 Temmuz 19532 milyondan fazla insanın öldüğü Kore Savaşı sona erdi. 9 Eylül 1953 Millet gazetesi başyazarı Nurettin Ardıçoğlu 3 sene 2 ay, yazı işleri müdürü Hüsnü Söylemezoğlu 2 sene 1 ay hapse mahkum oldu. 10 Kasım 1953te Atatürk’ün naaşı Etnografya müzesinden alınarak Anıtkabir’e defnedilmiştir. 14 Aralık 1953Hükümet, CHP’nin menkul ve gayrı menkullerinin Hazineye devredilmesine yönelik yasayı çıkardı. Aralık 1953CHP’nin Ulus Gazetesi’ne el konuldu. 1954 Osmanlı Devletinden kalan borçların tamamı Demokrat Parti döneminde ödendi. 18 Ocak 1954 Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu kabul edildi. 27 Ocak 1954 Millet Partisi yöneticileri birer gün hapis cezasına çarptırıldı. 27 Ocak 19546234 sayılı yasayla Köy Enstitüleri kapatıldı.Köy Enstitülerini kapatma sürecini ilk başlatan CHP olmuştur. DP tarafından daha hızlı bir biçimde içleri boşaltılmış ve nihayet kapılarına kilit vurulmuştur.Kapatıldıklarında, o güne kadar yetiştirmiş oldukları insan sayısı, 16 bin 400 öğretmen, 7 bin 300 sağlık memuru, 8 bin 756 eğitmendi.
24 Şubat 1954 İstanbul’da sıcaklık -6 dereceye düştü. Tuna Nehri’nden koparak Karadeniz’e ulaşan ve daha sonra İstanbul Boğazı’na inen buzlar Boğazı ve limanı kapladı. Deniz trafiği durdu. 7 Mart 1954 Petrol işletmeciliğini yabancı sermayeye açan ve MaxBall adlı bir yabancının hazırladığı Petrol Yasası Meclis’te kabul edildi. 8 Mart 1954Basını sıkı kontrol altına alan ve basın suçlarına yönelik cezaları yükselten Basın Kanunu kabul edildi. Hakaret suçuyla yargılananlara iddialarını mahkemede ispat hakkı tanınması isteği reddedildi. 14 Mart 1954 Demokrat Parti’den istifa ederek CHP’ye geçen Adnan Menderes’in yeğeni Özdemir Evliyazade, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a hakaret ettiği gerekçesiyle tutuklandı. 18 Nisan 1954 Mersin’de seçim konuşması yapan ana muhalefet lideri İnönü DP’lilerin saldırısı ile engellendi, İnönü alandan zorlukla kaçırılıp kurtarılabildi. 2 Mayıs 1954 Genel seçimler yapıldı. Oyların %57,6’sını alan Demokrat Parti 503 sandalye kazanırken, %35,4 oy alan CHP sadece 31 milletvekili çıkarabildi. 14 Mayıs 1954 TBMM ilk toplantısını yaptı. Celal Bayar yeniden cumhurbaşkanı seçildi. Adnan Menderes, kabineyi kurmakla görevlendirildi. Seçimlerden hemen sonra Celal Bayar “İnce demokrasiye paydos” söylemiyle, antidemokratik yasalarla tedbirlerin sürdürüleceğinin altını çiziyordu. 30 Mayıs 1954 Muhalefet lideri Osman Bölükbaşı’yı seçen Kırşehir, ceza olarak il olmaktan çıkarılıp ilçe yapıldı. Bununla da yetinilmedi ve bölünerek eski ilçelerinden bir kısmı ile Nevşehir ili kuruldu. 14 Haziran 1954Seçimlerde CHP’ye oy veren Malatya ceza amacıyla bölünerek Adıyaman ili kuruldu. 21 Haziran 1954 Demokrat Parti kendi kadrolarını kurmak için devlette tasfiyeye yöneldi. Yeni çıkarılan bir yasayla hükumete, 60 yaşını ya da 25 hizmet yılını doldurmuş yargıç ve profesörleri emekliye ayırma yetkisi verildi. 5 Temmuz 1954Memur Tasfiye Yasası, çıktı. Artık; memurlara bir süre için işten el çektirebilecek ya da emekli edilebilecek. 7 Ağustos 1954Millet gazetesi sahibi Fuat Arna, bir yazısında Başbakan Adnan Menderes’e hakaret ettiği gerekçesiyle tutuklandı. 18 Ağustos 1954 Millet gazetesi yazarı Nurettin Ardıçoğlu ile yazı işleri müdürü Hüsnü Söylemezoğlu gazetede çıkan bir yazıdan dolayı 7’şer ay hapis cezasına çarptırıldılar. 21 Ağustos 1954Liseler 11 sınıfa indirildi. 28 Ağustos 1954Emekli General Sadık Aldoğan tutuklandı. Gerekçe; Millet Gazetesine yazdığı bir yazıda adliyenin manevi kişiliğine hakaret etmek. 23 Eylül 1954Yeni Ulus gazetesindeki yazıları nedeniyle Hüseyin Cahit Yalçın, Cemal Sağlam, İbrahim Cüceoğlu hapis, Nihat Erim para cezasına çarptırıldı. 1 Aralık 1954 Demokrat Parti’ye muhalif Yeni Ulus Gazetesi’nin yazarlarından Hüseyin Cahit Yalçın, “Hükümetin manevi şahsiyetini tahkir ettiği” gerekçesiyle 26 ay hapse mahkum edildi ve 79 yaşında hapse girdi. 11 Mart 1955 Alexander Fleming yaşamını yitirdi. İskoç’lu bakteriyolog Penisilin’i buldu. 1 Nisan 1955 Kıbrıs’da EOKA terör örgütü faaliyetlerine başladı. 8 Nisan 1955İstanbul’da hane başına 100 gram kahve dağıtımına başlandı. Kahve alanlar, muhtarların hazırladığı listeleri imzaladı. 14 Mayıs 1955Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki sosyalist ülkeler yeni bir askeri ittifak içeren Varşova Paktı’nı imzaladılar. 20 Mayıs 1955Akis dergisi yazı işleri müdürü Cüneyt Arcayürek tutuklandı. 9 Haziran 1955Türk bayrağını yırtmaktan sanık 4 Amerikalı beraat etti. 10 Haziran 1955İstanbul Hilton Oteli açıldı. 2,5 yılda biten otelde 300 oda, 500 yatak bulunuyor. 23 Haziran 1955Hükümete muhalif Akis Dergisi’nin yazı işleri müdürü Cüneyt Arcayürek “Hükümetin nüfuzunu kıracak neşriyat yapması ve bu suçu işlemekte devam etmesi ihtimalinin bulunması” gerekçesiyle 6 ay hapis cezasına çarptırıldı.
20 Temmuz 1955Polis CHP Isparta İl Kongresini dağıttı. Genel Sekreter Kasım Gülek kürsüden indirildi. Ağustos 1955Karadeniz gezisine çıkmış olan CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek, Sinop’ta tutuklanarak İstanbul’a getirildi ve bir gün hapiste kaldı. (Ertesi yıl benzer bir geziye kalkışması ve Rize’de dükkân sahiplerinin elini sıkması, gösteri yürüyüşü sayılarak 6 ay hapse mahkûm olacaktır). 5 Eylül 1955 İstanbul Ekspres Gazetesi’nde Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba atıldığı haberi yayınlandı. 6 Eylül 1955 Atatürk’ün evine bomba atıldığı haberi üzerine, “Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti’nin ” İstanbul Taksim Meydanı’nda düzenlediği açık hava toplantısı, 6-7 Eylül olaylarını başlattı. Çok önceden planlanan gösteriler, kısa zamanda Rum vatandaşların işyeri ve evlerine yönelik yağmaya dönüştü. İstanbul, Ankara, İzmir’de sıkıyönetim ilan edildi. 7 Eylül 1955Olaylar diğer kentlere de sıçradı TBMM olağanüstü toplandı. Hükümet bu olayları muhaliflerinin üzerine yıkmak, onlardan da kurtulmak amacıyla Emniyet Amirliklerince komünist olarak bilinen 48 kişi, tahrik ve tahrip suçlamasıyla tutuklanıp Harbiye’ye getirildi. İdam talebiyle yargılanması öngörülen bu kişiler arasında Aziz Nesin, Kemal Tahir, Dr. Can Boratav, Asım Besirci, Hasan İzzettin Dinamo da bulunuyordu. 9 Eylül 1955İstanbul’da 3, Ankara ve İzmir’de birer askeri mahkeme kuruldu. 10 Eylül 1955İçişleri Bakanı Namık Gedik ile İstanbul Emniyet Müdürü Alâeddin Eriş görevlerinden istifa etti. 12 Eylül 1955TBMM sıkıyönetimi 6 ay uzattı. 16 Eylül 1955İzmir’de Sabah Postası gazetesi kapatıldı, gazete sorumlu yazı işleri müdürü ve başyazarı Orhan Rahmi Gökçe tutuklandı. 19 Eylül 1955Muhalif yayınlarından dolayı Ankara’da Ulus Gazetesi süresiz, İstanbul’da ise Hergün, Hürriyet ve Tercüman gazeteleri 15 gün süreyle kapatıldı. 15 Ekim 1955Demokrat Parti’de muhalefet yaptığı gerekçesiyle 9 milletvekili partiden ihraç edildi. Onları destekleyen 10 milletvekili de kendi isteği ile partiden ayrıldı. “Onbirler Hareketi” diye anılan bu milletvekilleri, bakanlar hakkındaki iddialarda, “ispat hakkını yasaklayan kanunun” kaldırılmasını sağlayacak bir fıkranın anayasaya eklenmesini istiyorlardı. (Siyasiler hakkında bir iddia ileri sürenler hakaret suçuyla yargılanıp mahkûm olmaktaydılar. Yargılanan kişiye iddiasını ispat hakkı tanınmamaktaydı. Reddedilen, bu hakkın tanınması isteğiydi). 24 Ekim 1955 Bayındırlık Bakanı Muammer Çavuşoğlu, (Nazlı Ilıcak ile Ömer Çavuşoğlu’nun babası ) 6/7 Eylül olaylarında uğradıkları kayıplar dolayısıyla, İzmir’deki Yunan Konsolosluğu’na, Yunan Bayrağı çekti. 17 Aralık 1955 : Ankara ve İzmir’de sıkıyönetim kaldırıldı. 20 Aralık 1955 : Demokrat Parti’den ayrılan 19 milletvekili, Hürriyet Partisi’ni kurdular. 5 Şubat 1956 : Meriç ve Tunca nehirleri dondu; Yeşilköy ve Mecidiyeköy’e kurtlar indi ve İstanbul halkı ekmeksiz kaldı. 8 Şubat 1956 : Ekonomik sıkıntılar nedeniyle gazetelerin sayfaları 6’ya indirildi. 2 Mart 1956 : Cumhurbaşkanına hakaretten sanık Ulus gazetesi yazarı Şinasi Nahit Berker 1 yıl hapse mahkum oldu 8 Nisan 1956 : Başbakan Adnan Menderes , muhalefeti, “Siyasi sapıklık, sahte ihtilalcilik, inkarcılık, adi ve alçak iftiracılık, sahte hürriyetçilik ve tedhişçilik”le suçladı. 29 Nisan 1956 : Ankara’da gazeteciler Oktay Ekşi, Hikmet Tanılkan, Altan Öymen, Aydın Köker ve Seyfettin Turhan götürüldükleri Çankaya Karakolunda hakarete uğradılar. 1 Mayıs 1956 : 6-7 Eylül olaylarında zarar gören kiliselere 10 milyon lira avans verildi. 31 Mayıs 1956CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, “Adım adım mutlakıyete gidiyoruz ” dedi.
7 Haziran 1956Demokrat Parti hükümetinin hazırladığı yeni Basın Kanunu Mecliste kabul edildi.Hürriyet Partisi adına konuşan Turan Güneş, “Bu kanunla, değil basın özgürlüğü, basın bile kalmayacak” dedi. 14 Haziran 1956CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek, TBMM’nin manevi şahsına hakaret ettiği gerekçesiyle 1 yıl hapse ve 4 ay Bursa’da ikamete mahkûm oldu. 27 Haziran1956Toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanunu görüşmelerinde, İnönü: “Aramızdaki farkı bilelim. Biz mutlakıyetten bugüne geldik, siz bugünden mutlakıyete gidiyorsunuz.” dedi. Muhalefet topluca salonu terk etti. Tasarı DP’lilerin oylarıyla yasalaştı. 13 Ağustos 1956Bakanlar Kurulunca ortaokullarda din dersi okutulmasına karar verildi. 28 Eylül 1956Maliye, İstanbul’da hazineye ait 10 bin arsa ve 500 binayı satışa çıkardı. 15 Kasım1956’da Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ ) kuruldu. 1957’de Erzurum Atatürk üniversitesi açılmıştır. 11 Mayıs 1957Zaman Gazetesi’nden Nusret Safa Coşkun ve Rıfat Ekinci birer yıl hapse mahkûm oldular. 19 Mayıs 1957Kayseri’de halka yaptığı açıklamada Menderes, DP’nin iktidarda olduğu yedi yıl içinde yeni 15.000 cami inşa edildiğini ve başta Süleymaniye olmak üzere 86 caminin onarıldığını belirtti. 31 Mayıs 1957Bakırköy Derbi Lastik Fabrikası hammadde yokluğundan kapandı, 720 işçi işsiz kaldı. 1 Temmuz 195730 Haziran 1954 tarihinde ilçe yapılan Kırşehir yeniden İl yapıldı. 2 Temmuz 1957CMP Genel Başkanı ve Kırşehir milletvekili Osman Bölükbaşı tutuklandı. 6 Temmuz 1957Hükümet, İstanbul Gazeteciler Sendikası’nı bir süre için kapattı. 20 Ekim 1957Menderes Adana’da yaptığı seçim konuşmasında “İstanbul’u ikinci bir Mekke, Eyüp Sultan Camiini de ikinci bir Kâbe yapacağız” dedi. 27 Ekim 1957Genel Seçimler yapıldı. Oyların % 47,9’unu alan DP 424, % 41,1’ini alan CHP: 178, % 7,1’ini alan CMP (Cumhuriyetçi Millet Partisi) 4, % 3,8’ini alan HP (Hürriyet Partisi) 2 ve bağımsızlar 2 milletvekili çıkardı. Toplam 610 milletvekili seçildi. 27 Ekim 1957Seçim sonuçları tartışmalara neden olmuş. En vahim olaylar Gaziantep’te yaşanmış, seçimi ilkönce CHP’nin kazandığı ilan edilmiş, sonra bu karar değiştirilmiştir. Bu olayın yarattığı tepkiler iki gün sonra CHP’lilerin Cumhuriyet Bayramı kutlama alanına sokulmaması nedeniyle doruğa çıkmış, ayaklanmaya dönüşmüştür. Olayları yatıştırmak amacıyla askerî uçaklara kent üzerinde alçak uçuş yaptırmak dahil her yöntemi kullanmak gerekmiştir. Aralarında Ali İhsan Göğüş ve Cemil Sait Barlas gibi önde gelenlerin de bulunduğu CHP’liler tutuklandılar ve 5,5 ay hapiste kaldılar. 29 Ekim 1957Gaziantep olayları ile seçim günü Mersin’de bir CHP’linin öldürülmesi olayına yayın yasağı konuldu. 1 Kasım 1957Yeni meclisin toplanacağı bugün halkın tepkisinden çekinen iktidar başta meclisin çevresini tanklarla çevirmek dahil kentin tüm önemli noktalarına askerî birlikler yerleştirdi. 1 Kasım 1957TBMM, 11. Dönem çalışmalarına başladı. İstanbul Milletvekili Celal Bayar 413 oyla, 3. defa Cumhurbaşkanlığına seçildi. Kabineyi kurmakla Adnan Menderes görevlendirildi. 28 Kasım 1957Hürriyet Partisi fesih kararı aldı. CHP ile güç birliğine karar verildi.
28 Ocak 1958Kıbrıs’ta Türklere yönelik şiddet olayları meydana geldi. İngiliz askeri Türklere karşı ilk defa silah kullandı. Mart 1958Demokrat Parti örgütlerinin ramazan ayı boyunca camilerde düzenlediği mevlitlerin propaganda amacıyla devlet radyosundan naklen yayını uygulaması başlatıldı. 30 Nisan 1958Et sıkıntısını gidermek için Yeni Zelanda’dan koyun eti dışalımı yapıldı. 28 Mayıs 1958Basın suçlularının affı tasarısı, DP’lilerin oyu ile reddedildi. 12 Temmuz 1958Temmuz 1958’de Kıbrıs’ta olaylar tırmanıyor. Beş Kıbrıslı Türk pusuya düşürülerek öldürüldü. 14 Temmuz 1958 Irak’ta darbe gerçekleşti, Kral Faysal ve Başbakan Nuri Sait Paşa öldürüldüler. 16 Temmuz 1958Ortadoğu’daki muhtemel karışıklıklara müdahale etmek amacıyla 11 bin ABD askerinin İncirlik üssüne indirilmesine başlandı. 19 Temmuz 1958Nükleer silah taşıyan ABD uçakları İncirlik üssüne indi. 2 Ağustos 1958 Uluslararası Para Fonu (IMF) baskısıyla, İkinci devalüasyon Adnan Menderes Hükümetince Cumhuriyet tarihinin en yüksek orandaki devalüasyonu yapılarak 1 dolar 2,80 TL’den 9 TL’ye çıkarıldı. Devalüasyon oranı yüzde 221 oldu. 4 Ağustos 1958IMF’den ilk borç alındı. Fakat bu parayı kullanan darbe yönetimidir. 1961.IMF Türkiye’ye 250 milyon dolar kredi verdi. 6 Eylül 1958Başbakan Adnan Menderes, “İdam sehpalarında can verenlerden ders alsalar ya…” diyerek muhalefeti tehdit etti. 7 Eylül 1958CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, “Sehpalar kurulursa nasıl işleyeceğini kimse bilemez” diyerek başbakana cevap verdi. 21 Eylül 1958Başbakan Menderes, CHP’nin parti olmadığını, İsmet İnönü’nün siyaseti bırakması gerektiğini, basının istediğini yazamayacağını söyledi 22 Eylül 1958İnönü, “Demokrasiye paydos demeye Demokrat Parti genel başkanının gücü yetmeyecektir” şeklinde cevap verdi. 12 Ekim 1958Başbakan Adnan Menderes yurttaşlara muhalefetin kin ve husumet cephesine karşı bir “ Vatan Cephesi “kurmaları çağrısında bulundu. DP iktidarı ülkede demokratikleşmeyi sağlamak iddiasıyla gelmiş, ancak uygulamasıyla ülkede cepheleşmeyi arttırmış, kendi dışındaki siyasi güçleri tasfiye etmeye çalışmıştı. Bu uygulamalardan birisi de, vatandaşları ancak CHP’ye karşı olmakla vatansever kabul eden bu uygulamadır. O tarihten sonra ülkenin her yanında Vatan Cephesi örgütleri kurulmaya başlandı. Üyeler aslında DP’ye üye oluyorlar, fakat katıldıkları örgüte “Vatan Cephesi” deniyordu. Vatan Cephesi kuranların ve katılanların adları her gün radyoda tek tek okunuyordu. Rakipsiz tek yayın organı olan devlet radyosunda (çoğu uydurma olduğu iddia edilen) bu listelerin her gün ve dakikalarca okunması, vatandaşta sıkıntı ve tepkinin yanı sıra siyasal gerilimi de büsbütün artıran bir kampanyaydı. DP ve CHP’lilerin kahvehanelerini dahi ayırdıkları gözlenmeye başlandı. 19 Ekim 1958Başbakan Menderes, Said-i Nursî’nin yaşadığı Emirdağ’da Nurcular tarafından hilafet ve saltanatı temsil eden iki tuğralı, yeşil bayrak açılarak karşılandı. ( Menderes Risale-i Nurların ilk kez serbestçe basılması için 1956’da talimat vermiş ve kağıt tahsisi yapmıştı). 30 Kasım 1958DP hükümeti Adalet Bakanı Esat Budakoğlu, TBMM’de bir soru üzerine, Demokrat Partinin ilk sekiz yıllık hükümet dönemi içerisinde 811 gazeteciye toplam 57 yıl hapis cezası verilmiş olduğunu açıkladı.
17 Şubat 1959 Adnan Menderes’in İngiltere’ye doğru giden uçağı Gatwick Kasabası yakınlarında düştü. Londra’ya giden SEV adlı Türk Hava Yolları uçağı paramparça olmuştur. Menderes bu kazayı hafif sıyrıklarla atlattı. İngiltere’ye gitme amacı Kıbrıs Devletinin kurulması adına gündemde olan Zürih antlaşmasını garantör devlet İngiltere’ye sunmak ve imzalatmak. Olayın Türkiye’de duyulması üzerine, iktidar ile muhalefet arasındaki gerginlik bir anda yerini ılımlı bir ortama bıraktı. Ancak bu bahar havası fazla sürmedi. 20 Şubat 1959Yurda dönen Menderes, boğa ve develerin dahi kesildiği görkemli törenlerle karşılandı. Uçak kazasından kurtulmuş olması nedeniyle taraftarları arasında adeta evliya mertebesinde kabul edilen Menderes Eyüp Sultan’a gitti, yanında büyük bir kalabalıkla türbede dua etti, dağıtılmak üzere resimler çektirdi. 2 Mart 1959Menderes’in müsteşarı (mason) Ahmet Salih Korur, Eyüp Sultan Cami’sinin avlusunda büyük bir iftar yemeği verdi. Korur’un imzasıyla davetlilere gönderilen iftar çağrıları, 2 Mart 1959 değil, 2 Ramazan 1378 tarihini taşıyordu. 5 Mart 1959Türkiye ile ABD arasında ikili bir askeri bir antlaşma imzalandı. ABD’nin diğer Bağdat Paktı ülkeleriyle de imzaladığı bu ikili antlaşmaya göre, bu ülkelere doğrudan ya da dolaylı bir saldırı söz konusu olduğunda, ABD ülkenin isteği üzerine gerektiğinde silahlı kuvvetlere de başvurarak yardımda bulunacaktı. Bu maddede yer alan “dolaylı saldırı” kavramının, Irak’ta yaşanmış olan darbe benzeri bir tehditle karşılaşıldığında ABD’nin mevcut iktidarın yardımına koşacağı anlamına geldiği yorumu yapıldı. Çünkü NATO antlaşması çerçevesinde, ABD’nin bir “dış saldırı” konusunda zaten yardım taahhüdü bulunmaktaydı. 30 Nisan 1959İsmet İnönü’nün Uşak gezisinde olaylar çıktı. İnönü’nün Kurtuluş Savaşı’nda karargâh olarak kullandığı evi ziyaret etmesi, Uşak Valisi tarafından önlenmek istendi. Valinin bu yasadışı buyruğunu kabul etmeyen Emniyet Müdürü ve Jandarma Komutanı aynı gün görevden alındılar. Polis, halkı dağıtmak için göz yaşartıcı bomba kullandı. 1 Mayıs 1959Uşak’tan ayrılmak üzere tren istasyonuna gitmekte olan İnönü’nün arabası önü kesilerek durduruldu. İnönü arabadan inip, yaya olarak istasyona giderken arkasından başına taş atıldı, İnönü başından kan akarak trene ulaştı ve İzmir’e gitti. İzmir’de CHP’nin yapmak istediği toplantı engellendi. 4 Mayıs 1959CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’nün arabası İstanbul Topkapı’da Trafik Müdürü tarafından durduruldu. Çevrede organize olarak toplanmış ve içirilmiş kişiler tarafından araba sarıldı. Bir binbaşının olaya müdahale edip askerlere emir vermesi sonucu İnönü son dakikada linç edilmekten kurtuldu. 13 Temmuz 1959Trabzon’da bir Amerikan üssü kuruldu. 31 Temmuz1959Türkiye (sonradan AB’ye dönüşecek olan) Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) üyelik için resmen başvurdu. 7 Kasım 1959CMP lideri Osman Bölükbaşı 10 ay hapse mahkûm oldu. 23 Ekim 1960 Yapılacak olan nüfus sayımı ile cumhuriyet dönemimizde okur-yazar oranının yalnızca Demokrat Parti iktidarının 1995-60 döneminde gerilediği, 1955’te % 41 iken 1960’da % 39,5 e düştüğü görülecektir. 1 Ocak 1960Bir süredir yurt gezilerini sürdürmekte olan Said-i Nursi İstanbul’a geldi. 5 Ocak 1960Mersin’e gitmekte olan Menderes’in önüne Tarsus’ta elinde kasap bıçağı olan Ali Bayat adlı bir şahıs çıktı ve bacaklarının arasına sıkıştırmış olduğu beş yaşındaki çocuğu göstererek “uçak kazasından kurtulduğunuz için oğlumu size kurban edeceğim” dedi, son anda engellendi.
Ocak 1960Said-i Nursî’nin doğu illeri valilerine yazdığı bir mektup CHP’liler tarafından ele geçirilince basında yer aldı. Said-i Kürdî mektupta şunları söylemekteydi : “ Şark bölgesinde komünistliği 60 bin Nursî sayesinde önlemekteyim. Bu 60 bin talebenin içinde bir iki ahlaksız da çıkabilir. Bunları kitlemize mal etmek doğru değildir. Bu yüzden bölgenizde risale-i Nurlar toplattırılmamalıdır. Nasıl ki Arapça ezan okutturduk ve bu sayede Müslümanları Demokrat Parti cephesinde topladığımız malumunuzdur. Şimdi de dağıttığımız bu Risale-i Nurlarla komünizmle ve masonlukla savaşacağız. Müslüman Demokratların göstereceği yardıma güveniyorum. Bundan ötürü birkaç defa Ankara’ya gittim, Müslüman vekillerle görüştüm. Bilhassa başvekil sayın Adnan Bey ve (Milli Eğitim Vekili) Tevfik İleri ve sayın (İçişleri Vekili) Namık Gedik’ten bu neticeyi tayin ettim.’’ 25 Şubat 1960CHP’li Cemil Sait Barlas, (Mehmet Barlas’ın babası) 10 ay hapse mahkum oldu. 12 Nisan 1960DP Grubu yayımladığı bildiri ile CHP’yi “silahlı ve tertipli ayaklanmalar hazırlamakla”, bir kısım basını da bunu yalan ve çarpıtılmış haberlerle desteklemekle suçladı ve üç ayda işini bitirecek bir Tahkikat (Soruşturma) Komisyonunun kurulması yönünde kararın alındığını açıklıyordu. 18 Nisan 1960 CHP’nin orduyla birlikte hareket ettiği ve bir ihtilal peşinde olduğunu düşünen Demokrat Parti, bu iddiaları araştırması için Tahkikat Komisyonu kurdu. DP Bursa Milletvekili Mazlum Kayalar ve Denizli Milletvekili Baha Akşit’in, ‘CHP’nin yıkıcı, gayri meşru ve kanun dışı faaliyetlerinin memleket sathında cereyan tarzı ve bunların mahiyetlerinin nelerden ibaret olduğunu tahkik, tespit ve memleketin her tarafında yaygın bir halde görülen kanun dışı siyasi faaliyetlerin muhtelif sebeplerine intikal etmek, matbuat meseleleriyle adli ve idari mevzuatın ne suretle tatbik edilmekte olduğunu tetkik eylemek üzere Meclis tahkikatı açılmasını isteyen önergeleri’ kabul edildi.Önergenin görüşülmesi esnasında Mecliste sert tartışmalar yaşandı. İnönü: ” Biz demokratik rejimi kurduk. Bu demokratik rejimi, istikametinden ayırıp baskı rejimi haline getirmek tehlikeli bir şeydir. Bu yolda devam ederseniz, ben de sizi kurtaramam…” dedi.
27 Nisan 1960Meclis bünyesinde kurulan 15 üyeli Tahkikat Komisyonuna ek yetkiler veren kanun, uzun ve çetin tartışmalardan sonra kabul edildi. 12 CHP Milletvekili 3-6; İnönü ise 12 oturum Meclis’ten çıkarılma cezası aldı. İnönü’nün konuşmasının tutanaklardan silinmesi kararı alındı. Oturumdan çıkarılma cezası alan CHP milletvekilleri direnince genel kurul salonundan polis zoruyla çıkarıldılar. Komisyonun ilk icraatı, ülkedeki tüm siyasal etkinliklerin ve Meclis görüşmelerinin yayınlanmasını yasaklamak oldu. Kurulan komisyon; sivil ve askerî savcılarla yargıçların tüm yetkilerine sahip olacak, istediği ev ve kuruluşu basabilecek, öngördüğü evrak, belge ve eşyalara el koyabilecek, gazeteleri toplatabilecek ve matbaalarıyla birlikte kapatabilecekti. Komisyon kararlarına karşı gelmenin veya savsaklamanın cezası üç yıla kadar hapis olacaktı. DP’nin yargı yetkisini özel bir heyete veren bu kararı açık bir anayasa ihlaliydi ve iktidardan düşüp yargılandıklarında sorumlu tutuldukları en ağır suçu oluşturdu. 28 Nisan 1960İstanbul Üniversitesi öğrencileri, üniversite merkez binasında hükümet aleyhine gösteri yaptı. Güvenlik güçleri, gösterilere müdahale etti. Güvenlik güçlerinin üniversiteden ayrılmasını isteyen rektör Sıddık Sami Onar, tartaklanarak Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldü. Polis çaresiz kaldı, ordu birlikleri çağrıldı. Gösterilerde, Orman Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz polis ateşi sonucu vurularak öldü, 40 kişi yaralandı. Üniversiteden çıkıp Sirkeci’ye kadar ilerleyen gençlerin karşı tarafa geçmemesi için köprüler açılarak geçiş kesildi. Ankara ve İstanbul’da sıkıyönetim ilan edildi. 2 Mayıs 1960 NATO Bakanlar Konseyi İstanbul’da toplandı. 5 Mayıs 1960 ( 555K) Demokrat Partililer hükümete destek için Ankara Kızılay’da bir gösteri düzenlemeye karar verdiler. İktidara karşı gençler de aynı gün, aynı saat, aynı yerde gösteri yaptılar. ( Gençlerin bu eylemi yapabilmek için “fısıltı gazetesi” denilen yöntemle haberleşmede kullandıkları 555 K, yani “beşinci ayın beşinde, saat beşte, Kızılay’da” parolası siyasî tarihe geçmiştir). Dolayısıyla DP’nin gösteri planı geri tepmiş oldu ve Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve başbakan Adnan Menderes alanda protestolarla karşılandı. Bu eylemlerde bir genç başbakan Adnan Menderes’in yakasına yapışır. Menderes, ne istiyorsunuz diye sorar. Genç, hürriyet istiyoruz der. Adnan Menderes’in cevabı manidardır: Koskoca bir başbakanın yakasına yapışabiliyorsun. Bundan büyük hürriyet mi olur?
21 Mayıs 1960Harp Okulu öğrencileri Ankara’da, hükümet aleyhinde sessiz bir yürüyüş yaptılar. Önlem olarak Harp Okulu öğrencileri tatile gönderildiler. 22 Mayıs 1960Haberleşmeye sansür koyan Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı, beş kişinin bir araya gelerek dolaşmasını yasakladı. 25 Mayıs 1960Meclis, 20 Haziran 1960 tarihine kadar tatil edildi. 27 Mayıs 196027 MAYIS İHTİLALİ… 27 Mayıs sabahı Silahlı Kuvvetler adına radyodan yayınlanan bildiride, “Bu gün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgalarına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini eline almıştır.” İlanıyla Demokrat Parti’nin ve Adnan Menderes’in görevlerine son verilmiş DP hükümeti tasfiye edilmiştir. 1960 darbesi sonucu yönetimi Milli Birlik Komitesi devralmıştır. Bunun sonucu olarak da hapis cezaları ve idamlar gerçekleşmiştir. 1960 darbesi sonucu Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan, Celal Bayar, Refik Koraltan ve birçok isim hakkında idam kararı verildi. Bu isimlerden sadece Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan idam edilmiştir. Diğerlerinin cezası ömür boyu hapse çevrildi. 27 MAYIS 1960-28 MART 1966 CEMAL GÜRSEL (1895-1966) DÖNEMİ Cumhurbaşkanlığı döneminin başbakanları sırasıyla:1960 – 1961 Cemal Gürsel; 1961 – 1965 İsmet İnönü (3. kere); 1965 Suat Hayri Ürgüplü; 1965 – 1971 Süleyman Demirel 28 Mayıs 1960Cumhurbaşkanı Celal Bayar istifa etti.1960 darbesi sonrası Cemal Gürsel önce başbakan oldu. 1 yıl sonra da cumhurbaşkanlığı görevine geldi.Tarafsız kişilerden (3 asker, 14 sivilden) oluşan bir hükümet kurulduğu duyuruldu. 29 Mayıs 1960DP İçişleri Bakanı Dr. Namık Gedik, tutuklu bulunduğu Harp Okulu’nda pencereden atlayarak intihar etti. Gözaltına alınmış olan 150 kişi Yassıada’ya getirildi. Bu adanın adı günümüzde Özgürlük ve Demokrasi adası olmuştur. 12 Haziran 1960 tarihli bir yasa ile “Yüksek Soruşturma Kurulu” kurulmuştu. Aynı yasayla eski devrin sorumlularını yargılayacak “Yüksek Adalet Divanı’nı ‘’ kurma yetkisi Komite’ ye verildi. 5 Temmuz 1960’ta CHP Genel Başkanı İsmet İnönü “genel seçimlerin Süratle yapılmasında saymakla bitmez yararlar vardır” diyordu. Buna karşın Cemal Gürsel seçimler için daha epey bir zaman gerektiğini ima eden açıklamalar yapmaktaydı. Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Sıddık Sami Onar da MBK’ nın bu tavrına destek vermişti. 18 Ağustos 1960 DP ileri gelenlerini yargılamakla görevli “Yüksek Adalet Divanı” 18 Ağustos tarihinde bir kararname ile kuruldu. Akabinde, 29 Eylül’de DP kapatıldı ve 14 Ekim’de Yüksek Adalet Divanı savcılığı, Menderes hükûmetinin önde gelenlerini “Anayasayı ihlal” ile suçladı. 27 Ekim’e gelindiğinde, topyekûn tasfiye hareketinin bir başka aşamasına geçilmiş ve 147 üniversite profesörü, hiçbir gerekçe gösterilmeden üniversiteden atılmıştı. Tasfiye hareketinin son safhası MBK içinden 14 muhalif subayın tasfiyesi olacaktır. 21 Eylül 1960Milli Birlik ve Hürriyet Bayramı ilan edildi. 27 Mayıs askeri müdahalesi ile ülkeyi yönetmeye başlayan Milli Birlik komitesi darbe gününü bayram ilan etti.
14 Ekim 1960’tan 14 Eylül 1961’e kadar Yassıada Mahkemeleri’nde 592 kişi yargılanmış, DP’nin ileri gelenlerinden 228 kişi hakkında ölüm cezası istenmiş ama yalnızca Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, ve Hasan Polatkan hakkındaki cezalar uygulanmıştı. 11 Şubat 1961 Demokrat Parti’nin ardılı olarak kurulan partilerin başında ise Adalet Partisi gelir. 11 Şubat 1961 tarihinde, 27 Mayısçılar’ la görüş ayrılığına düşen Em. Orgeneral Ragıp Gümüşpala tarafından kurulan parti liberal ve muhafazakâr bir siyasi görüşü benimsiyordu. 9 Temmuz 1961 Yeni Anayasanın kabulü. 1961 anayasası. 15 Ekim1961 seçimlerinde %34.8 oy alan AP, CHP ile Cumhuriyet tarihinin ilk koalisyonunu kurdu. 22 Kasım 1963 ABD’nin önemli başkanlarından John F. Kennedy uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetti. 6 Haziran 1964 Ragıp Gümüşpala ölünce, geçici genel başkan olan Saadettin Bilgiç kongrede görevini 28 Kasım 1964’te Süleyman Demirel’e devretti. 1965’te AP, İnönü başbakanlığındaki hükümeti düşürdü. 10 Ekim 1965 Süleyman Demirel, Adalet Parti’yi seçimlerde %52.9oy’la birinci parti yaptı.
28 MART 1966-28 MART 1973 CEVDET SUNAY (1899-1982)DÖNEMİ Cumhurbaşkanlığı döneminin başbakanları sırasıyla: 1965 – 1971 Süleyman Demirel; 1971 – 1972 Nihat Erim; 1972 – 1973 Ferit Melen 12 Ekim 1969 seçimlerinde oy oranı düşmesine karşın seçim sistemi değiştiğinden AP’nin milletvekili sayısı arttı. 1970 yılında parti içi çekişmeler nedeniyle bazı milletvekilleri ve senatörler bütçeye ret oyu vererek 2. Demirel Hükümeti’ni düşürdüler ve Ferruh Bozbeyli başkanlığında Demokratik Parti’yi kurdular. 13 Kasım 1970 Hafız Esad Kanlı bir darbe ile iktidarı ele geçirdi. Baas Rejimi’ nin kurucusu baba Esad oğlu Beşar Esad’a zulmünü miras bıraktı. 12 Mart 1971 12 Mart Muhtırası. Türkiye’de de öğrenci hareketleri, işçi mitingleri ve özellikle Amerika karşıtlığı artmış ve Silahlı Kuvvetler 12 Mart 1971 uyarısıyla (muhtırasıyla) Süleyman Demirel’i Başbakanlıktan uzaklaştırmıştı.
06 NİSAN 1973-06 NİSAN 1980 FAHRİ KORUTÜRK (1903-1987)DÖNEMİ Cumhurbaşkanlığı döneminin başbakanları sırasıyla: 1973 – 1974 Naim Talu; 1974 Bülent Ecevit; 1974 – 1975 Sadi Irmak; 1975 – 1977 Süleyman Demirel (2. kere); 1977 Bülent Ecevit (2. kere); 1977 Süleyman Demirel (3. kere); 1978 – 1979 Bülent Ecevit (3. kere); 1979 – 1980 Süleyman Demirel (4. kere); 1980 – 1983 Bülent Ulusu 6 Ekim 1973 Mısır’ın Sina yarımadasını geri almak için İsrail’e karşı başlattığı savaşın galibi Batı’nın desteğiyle İsrail oldu. 14 Ekim 1973 seçimlerinde CHP birinci parti olurken AP’nin oy oranı %29.76’ya indi. Demokratik Parti ve Milli Selamet Partisi sağ oyları bölmüşlerdi. CHP + Milli Selamet Partisi koalisyonu kuruldu. Kıbrıs olaylarıyla Hükümet saygınlık (itibar) kazandı. Ecevit erken seçim için ayrılınca; AP+MSP+CGP+ MHP bir araya gelerek Milliyetçi Cephe Hükümeti’ni oluşturdu.
20 Temmuz 1974 Kıbrıs Barış Harekatı. ( 14 Ağustos’ta Lefkoşe’ye girildi.) 22 Kasım 1975 İspanya’da yeniden monarşi ilan edildi. Don Juan Carlos Kral ilan edildi. 5 Haziran 1977 erken seçimlerinde kimse tek başına iktidar olamayınca CHP azınlık hükümeti kuruldu. Bu hükümete güvenoyu verilmeyince AP, 2. Milliyetçi Cepheyi kurdu. Ancak yıl sonunda bu hükümet de gensoruyla düşürüldü. 1 Şubat 1979 Abdi İpekçi, Mehmet Ali Ağca tarafından bir örgüt aracılığıyla katledildi. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi. Siyasi düzensizlik, kararsızlık (istikrarsızlık), terör, iktisadi gerileme, dış baskılar, hayat pahalılığı cuntayı bir daha harekete geçirdi. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi geldi. 16 Ekim 1981 Darbe sonrası, Askeri Mahkeme’nin 16 Ekim 1981 tarihli kararı ile o günlerde faaliyet gösteren 17 parti resmen kapatılmıştı. Bunlar şunlardı: Adalet Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi, Cumhuriyetçi Güven Partisi, Demokrat Parti, Hür Demokratlar Partisi, Hürriyetçi Millet Partisi, Millet Partisi, Milli Selamet Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi, Sosyalist Parti, Sosyalist Vatan Partisi, Türkiye Birlik Partisi, Türkiye İşçi Partisi, Türkiye İşçi Köylü Partisi, Türkiye Sosyalist İşçi Partisi, Türkiye Ulusal Kadınlar Partisi, Vatan Partisi.
09 KASIM 1982-9 KASIM 1989 KENAN EVREN (1917-2015)DÖNEMİ Cumhurbaşkanlığı döneminin başbakanları sırasıyla: 1980 – 1983 Bülent Ulusu; 1983 – 1989 Turgut Özal 18 Ekim 1982 Yeni Anayasanın kabulü. 1982 Anayasası. 20 Mayıs 1983 Anavatan Partisi kuruldu. Anavatan partisi merkez sağda, liberal ve milliyetçi bir görüşe sahip olarak Turgut Özal tarafından kurulmuştu. Özgürlükçü ve bütün sağı ve liberalleri temsil etme gayesi ile kurulmuştu ancak köken olarak Adalet Partisi ve Demokrat Parti tabanlı idi. 6 Kasım 1983 Eski partilerin katılmasına izin verilmeyen 6 Kasım 1983 seçimlerinde Anavatan Partisi %45.1 oyla birinci parti olmuştu. 15 Kasım 1983 Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kuruldu. 15 Ağustos 1984 akşam 21:30’da Eruh ve Şemdinli’de PKK ilk büyük ölçekli silahlı eylemini gerçekleştirdi. 1974 yılından itibaren faaliyette olmasına rağmen kuruluş tarihi bu gün kabul edilir. Büyük çoğunluğu Kürt olmak üzere yıllar içeresinde 40 binin üzerinde insanın hayatını kaybetmesine sebep olacaktır. 9 Eylül 1984 Sinema Yönetmeni ve Sanatçısı Yılmaz Güney Paris’te yaşamını yitirdi. 3 Kasım 1985 SHP kuruldu. Aynı siyasi görüşte olan Halkçı Parti ile Sosyal Demokrasi Partisi’nin birleşmesi ile kurulmuş 6 Eylül 1987 6 Eylül 1987 halkoylamasıyla (referandumu) ile 1980 darbesinin yasakladığı siyasetçilerin yasakları kaldırıldı. 29 Kasım 1987 seçimlerinden de yine ANAP birinci parti olarak çıktı. Ama oylarını düşürmüş %36.3’de kalmıştı. 9 Kasım 1987 Turgut Özal Cumhurbaşkanı oldu. Çankaya Köşkü’ne çıktı.17 Nisan 1993 tarihinde vefat edinceye kadar görevi devam etmiştir.
3 Kasım 1985 SHP kuruldu. Aynı siyasi görüşte olan Halkçı Parti ile Sosyal Demokrasi Partisi’nin birleşmesi ile kurulmuş 6 Eylül 1987 6 Eylül 1987 halkoylamasıyla (referandumu) ile 1980 darbesinin yasakladığı siyasetçilerin yasakları kaldırıldı. 29 Kasım 1987 seçimlerinden de yine ANAP birinci parti olarak çıktı. Ama oylarını düşürmüş %36.3’de kalmıştı. 9 Kasım 1987 Turgut Özal Cumhurbaşkanı oldu. Çankaya Köşkü’ne çıktı.17 Nisan 1993 tarihinde vefat edinceye kadar görevi devam etmiştir. 11 Şubat 1990 Afrika Ulusal Kongresi Lideri Nelson Mandela 27 yıllık hapis hayatının ardından özgürlüğüne kavuştu. 2 Ağustos 1990 Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesiyle Körfez Savaşı başladı. 28 Şubat 1991’de savaş sona erdi.
09 KASIM 1989-17 NİSAN 1993 TURGUT ÖZAL (1927-1993) DÖNEMİ Cumhurbaşkanlığı döneminin başbakanları sırasıyla: 1989 – 1991 Yıldırım Akbulut; 1991 Mesut Yılmaz; 1991 – 1993 Süleyman Demirel (5. kere) 2 Haziran 1991 büyük şair Ahmet Arif yaşamını yitirdi. 20 Ekim 1991’de yapılan seçimlerden Süleyman Demirel başkanlığındaki Doğru Yol Partisi %27.03 oy alarak birinci parti oldu. Bu oyla tek başına iktidar olamayacağı için Erdal İnönü liderliğindeki SHP ile koalisyon kurdu. 9 Kasım 1991Berlin Duvarı yıkıldı. Doğu Almanya Batı ile birleşti. 24 Ocak 1993 Gazeteci-Yazar Uğur Mumcu’nun suikast sonucu katledildiği gün. 17 Nisan 1993 Cumhurbaşkanı Turgut Özal vefat etmiştir.
16 MAYIS 1993-16 MAYIS 2000 SÜLEYMAN DEMİREL (1924-2015) DÖNEMİ Cumhurbaşkanlığı döneminin başbakanları sırasıyla: 1993 – 1996 Tansu Çiller; 1996 Mesut Yılmaz (2. kere); 1996 – 1997 Necmettin Erbakan; 1997 – 1998 Mesut Yılmaz (3. kere); 1999 – 2003 Bülent Ecevit (4. kere) 24 Aralık 1995’te yapılan erken seçimlerde Necmettin Erbakan’ın Refah Partisi %21.38 oy alarak birinci çıkmış ama kazandığı 158 milletvekili ile tek başına iktidar olamamıştı. Erbakan, islamcı, muhafazakâr, maneviyatçı ve zaman zaman da anti emperyalizmi savunan ve “Milli Görüş” adı altında siyaset yapan partilerin fikir babası ve çoğunun da kurucusu olmuştur. Bu partiler şunlardır: 26 Ocak 1970’te Milli Nizam Partisi; 11 Ekim 1972’de Milli Selamet Partisi; 19 Temmuz 1983’te Refah Partisi; 11 Mayıs 2003’te Fazilet Partisi, 20 Temmuz 2001’de Saadet Partisi 9 Ocak 1996 Sabancı Center Suikastı, saldırıda Özdemir Sabancı, Haluk Görgün ve Nilgün Hasefe yaşamını yitirdi. Katliamı, DHKP-C üstlenmiş, faili Fehriye Erdal Belçika’da yakalanmıştır.
6 Mart 1996 ANAP lideri Mesut Yılmaz, DYP lideri Tansu Çiller ile 6 Mart 1996 tarihinde bir azınlık hükümeti kurdu. Bu Anayol Hükümeti TBMM’deki güven oylamasında 257 kabul, 207 ret, 80 çekimser oyla güvenoyu aldı. Ancak Refah Partisi Başkanı Erbakan Anayasa Mahkemesi’ne başvurarak bu güvenoyunun yok sayılmasını istedi. Mahkeme, toplantıya katılan 544 üyenin yarısından bir fazlası olan 273 oy gerektiğini belirterek oylamayı yok saydı (iptal etti). Bunun üzerine Başbakan Mesut Yılmaz istifasını verdi. 28 Haziran 1996 Refah Yol Hükümeti (54. Hükümet ) kuruldu. Necmeddin Erbakan’lı Refah Partisi ile Tansu Çiller’li Doğru Yol Partisi koalisyon yaptı. Bu dönemde meydana gelen Susurluk Olayı, Erbakan’ın Libya ziyaretinde Kaddafi’nin sarf ettiği sözler, Kayseri Belediye Başkanı Şükrü Karatepe’nin 10 Kasım’da söyledikleri, Başbakanlık konutunda Erbakan’ın tarikatçılara verdiği yemek, Sincan’da düzenlenen Kudüs gecesi gibi olaylar, 28 Şubat 1997’de yapılan MGK toplantısında laiklik tartışmalarına neden oldu. 28 Şubat 1997 Post modern Darbe gerçekleşti. Hazırlanan bildiri çok sertti. 13 Mart’ta Erbakan tarafından imzalanan bildiri 18 Haziran’da da istifasına neden olmuştur. Ertesi gün Demirel hükümeti kurma görevini ANAP Lideri Mesut Yılmaz’a verdi. 4 Nisan 1997 MHP lideri Alparslan Türkeş yaşamını yitirdi. 30 Haziran 1997’de Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit ve Hüsamettin Cindoruk’la ANASOL-D hükümetini CHP’nin de dışarıdan desteğiyle kurdu. (CHP, daha sonra Türk Bank ihalesindeki yolsuzluk nedeniyle desteğini geri çekecek, TBMM’ye verdiği gensoru önergesinin kabulüyle 55. hükümet düşecektir.) 17 Ocak 1999 Süleyman Demirel tarafından hükümeti kurmak için görevlendirilen Bülent Ecevit’in kurduğu azınlık hükümeti 17 Ocak’ta güvenoyu alarak 56. hükümeti kurumuştur. 10 Şubat 1999 Sanatçı Ahmet Kaya Magazin Gazetecileri Derneği ödül gecesi töreninde yılın en iyi sanatçısı ödülünü aldı. Yeni albümünde Kürtçe Şarkı söyleyeceğim ifadesi sebebiyle salondaki bazı kimseler tarafından linç edilmeye çalışılıp ülkesinden sürgün edilmiştir. 18 Nisan 1999 seçimlerinden %22.1 oy alarak birinci parti olarak çıkan DSP, hükümet kuracak çoğunluğu olmadığı için MHP ve ANAP ile anlaşarak 57. hükümeti kurdular. 17 Ağustos 1999Gölcük Kocaeli Sakarya depremi 3 Temmuz 2000 Büyük Sinema Oyuncusu Kemal Sunal yaşamını yitirdi. 16 Kasım 2000Büyük Sanatçı Ahmet Kaya Paris’te yaşamını yitirdi.
16 MAYIS 2000-28 AĞUSTOS 2007 AHMET NECDET SEZER (1941-Hayatta) DÖNEMİ Cumhurbaşkanlığı döneminin başbakanları sırasıyla: 1999 – 2002 Bülent Ecevit (4. kere); 2002 – 2003 Abdullah Gül; 14 Mart 2003-2007 Recep Tayyip Erdoğan 11 Eylül 2001Nev York’taki Dünya Ticaret Merkezi’nin İkiz Kulelerine El-Kaide militanlarınca saldırı düzenlendi. 3 Kasım 2002 genel seçimlerinde, AKP lideri Recep Tayip Erdoğan, siyaset yasağı nedeniyle seçimlere katılamamış ama Adalet ve Kalkınma Partisi tek başına iktidara gelmişti. 58. hükümeti Kayseri Milletvekili Abdullah Gül kurmuş, 170 ret oyuna karşılık 346 oy ile güvenoyu almıştı. Daha sonra, aldığı siyaset yasağı nedeniyle kabine ve TBMM’de yer alamayan AKP’nin Genel Başkanı Recep Tayip Erdoğan’ın bu yasağı, CHP’nin de desteklediği bir Anayasa değişikliğiyle aşıldı. 8 Mart 2003 tarihinde Siirt’te yapılan yenileme seçimlerinde de Recep Tayip Erdoğan milletvekili seçilerek Meclis’e girdi. Bunun üzerine Abdullah Gül başkanlığındaki 58. hükümet istifa etti. 15 Mart 2003 tarihinde Recep Tayip Erdoğan 59. hükümeti kurdu. 20 Mart 2003 Irak Savaşı başladı. İkinci Körfez Savaşı, Irak’ı Özgürleştirme Operasyonu olarak da bilinir. 1 Mayıs 2003 Bingöl Depremi meydana geldi. Deprem 6,4 büyüklüğünde tespit edilmiştir. Merkezi Bingöl’ün 15 km. kuzeyidir. Etkilenen bölgede en az 176 kişi öldü, 625 bina çöktü veya ağır hasara uğradı. 26 Mayıs 2003 Trabzon’da İspanya uçağı düştü. Trabzon’un Maçka ilçesi yakınlarına düşen İspanya Barış Gücü askerlerini taşıyan uçaktaki 62 asker, 13 mürettebat yaşamını yitirdi. 20 Haziran 2003 Kayseri’de Kur’an Kursu’nun çökmesi sonucu 10 kişi öldü, 13 kişi yaralandı. 4 Temmuz 2003 Kuzey Irak’taki Süleymaniye kentinde Türk Özel Timi Bürosu’ nu basan 100 kadar ABD askeri, 3’ü subay, 8’i astsubay olmak üzere 11 Türk askerini başına çuval geçirerek gözaltına alıp Kerkük’e götürdü. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, olayın Türk ve ABD Silahlı Kuvvetleri arasında en büyük güven bunalımını yarattığını söyledi. 19 Ekim 2003 Bosna Hersek’in Bilge Kralı Aliyaİzzetbegoviç’in hakka yürüyüş günü. 15 Kasım 2003 İstanbul’daki Sinagoglara bombalı saldırı düzenlendi. Şişhane’deki Neve Şalom Sinagogu ile Şişli’deki Beth İsrail Sinagogu’na intihar saldırıları düzenlendi. Sinagoglardaki ayin sırasında bomba yüklü iki ayrı kamyonetin intihar eylemcilerince havaya uçurulmasıyla gerçekleştirilen saldırılarda 25 kişi öldü, 262 kişi yaralandı. 20 Kasım 2003 HSBC Bank ve İngiltere konsolosluğuna bombalı saldırı düzenlendi. Levent’teki HSBC Bankası Genel Müdürlüğü ve Beyoğlu’ndaki İngiltere Başkonsolosluğu’na yapılan saldırılarda Başkonsolos RogerShort ile Sanatçı Kerem Yılmazer’in de aralarında bulunduğu 33 kişi öldü, 450 kişi yaralandı. 22 Kasım 2003 Karaman’ın Ermenek ilçesinde meydana gelen grizu patlamasında, göçük altında kalan 10 işçi hayatını kaybetti. 2 Şubat 2004Konya´nın Selçuklu ilçesinde 11 katlı Zümrüt Apartmanı, ´´yapım hatası´´ nedeniyle çöktü, 92 kişi hayatını kaybetti. 2 Mart 2004 Adıyaman’ın Çelikhan İlçesi’nde meydana gelen ve sadece 3.8 büyüklüğünde olan depremde 6 kişi öldü.
Kadının batılı tarzdaki eğitimi,toplumun batılılaşmasının ilk basamağı olarak görülüyordu.Toplumun dönüşümünde kadın ,bir yapı taşıdır. 85. Atay Batış...,sy 22,23;Falih Rıfkı,"Kamarada",Tanin,21 şubat 1914;son Sebep,Tanin,16 mayıs 1914. Falih Rıfkı Atay sy.179.
Konu ile ilgili ikinci köşe yazısına,arkadaşının"biz yürümekten ziyade yürütülürüz,düşünmekten ziyade düşündürülürüz"şeklindeki değerlendirmesi ile başlar. 33 Falih Rıfkı,"Kaçıran sebepler 2,Tanin, 2 mayıs 1914. Falih Rıfkı Atay.sy.159.
Feraset,genellikle nefs ve şeytandan gelen bilgilerin daha ekrana düşmeden ayıklanması çabası sonucunda bir tür vahiy olan ilhamın kalbe düşen gölgesidir. Ruhun Deşifresi.sy.326.
Önyargı,eşyayı kendi mahiyetiyle değil de sizin ona biçtiğiniz rol ile algılama şeklidir.İnsan inançsızlığa varmayı yani 'küfre düşmeyi'de önyargısı ile sağlar... Ruhun Deşifresi.sy.286.
İrdelenmemiş hazır bilgiler, insanları ya taassuba ve bağnazlığa yada teslimiyetçi bir köleleşmeye götürür.Her iki halde hakikati görmeye manidir.Ve bu haller aşılamadığı,uzun süreçlere yayıldığı taktirde zamanla bir döngü (fasid daire) oluşturur. Ruhun Deşifresi.sy.168.
Eğer peygamberlerin halleri taklit edilemeyecek kadar yüksek ve ilahi olsaydı,bizim için örnek olmaktan çıkarlardı.Çünkü nebiler,aynı zamanda insan formatı dediğimiz bu yapıyı en iyi kullanan insanlardır. Ruhun Deşifresi sy.171.
Kur'an'ın tavsiye ettiği ve önerdiği eğitim yöntemi,'modelleyi' esas alır.Ve doğaldır.Kabiliyetlerin gelişmesini kontrol eder ama kabiliyetlere ket vurmaz. Ruhun Deşifresi.sy.175.
Ruhun potensiyel kabiliyetleri kullanabilmesi,onları öğrenmesiyle mümkündür.Ruh öğrenmeden ve öğretilmeden tam olarak neyin neye yaradığını bilemez.O yüzden de daima bir öğretmen ve bir örneğe ihtiyaç duyar. Ruhun Deşifresi.sy.30.
İnsanı insanlığa,başarıya,doğruya ve hakka götürecek ipuçları da,azdırıp bir firavun haline getirecek tohumcuklar da Ene'de saklıdır. Ruhun deşifresi.sy.102.
Mekke-i Mükerreme'de de olsam buraya (Türkiye'ye) gelirdim diyen bediüzzaman Gülen yapılanması 15 temmuz'a giden Süreçte Fetö'nün Analizi ve tavsiyeler.sy.125.
Yurtdışındaki bu okulların o ülkenin elit kesimlerinden ve en zekilerinden öğrenci topladığı dikkate alınırsa,söz konusu casusluk faaliyetlerinin bu okulları sadece bir üs ve öğretim kadrosunuda ajan olarak kullanmaktan ibaret kalmadığı,... Gülen Yapılanması.sy.96.
...,tesis edilen güçlü bağlantılarla bu okullardan mezun edilen gençler ve aileleri üzerinden aynı zamanda o ülkenin geleceğini ipotek altına almanın amaçlandığı açıkça ortadadır. Gülen Yapılanması.sy.96.
İslam dünyasında gelişen düşünce hareketleri bazı etkili cemaat ve siyasi aktörlerin Batı dünyasına uyum politikalarıyla kırılmıştır. Dünya-Kumak Eylem ve değişim -islam dünyasının geleceği-sy.607.
İslamı batı politikalarını meşrulaştırma projesine çevirme girişiminin öncülüğü İslamcı/Muhafazakar bir parti ve bunu destekleyen bir parti ve bunu destekleyen dini grublar ve temsilcileri gerçekleştirmiştir. Dünya kurmak eylem değişim.sy.607,608.
Her konuda Batı dünyasına tepki gösteren söz konusu dini-politik gelenek 'teslimiyeti' değişmek sanarak Türkiye'nin varolma mücadelesinin dayandığı kodları muhafakarlık örtüsü altında bozmaya çalışmaktadır. Eylem ve değişim.sy.608.
Biz cehaletimiz yüzümüzden dini bu hala getirdik;din de bizi bu hale getirdi. Mehmed Akif Ersoy. Meryemoğlu isa da ,"Kişiyi kirleten ağzından girenler değil,ağzından çıkanlardır"demiş.
Selim b. Kays'il Amiri anlatıyor:İbn-ül Kevva',Hz.Ali r.a.ye sünnetin,bid'at'in birlik ve tefrikanın ne olduğunu sordu da ,Hz. Ali r.a. : -Ey İbn'ül-Kevva'!Suali öğrenmişsin.Cevabınıda öğren: 11.Asker;Kenz'ül-Ummal 1/96. Hadislerle Hz.Peygamber Ve Ashabının Yaşadığı Müslümanlık.cilt.2.sy.605.
...Sünnet,Muhammed s.a.v.in yoludur.Bidat,o sünnetten ayıran şeydir.Cemaat ise,az da olsalar, haklı olanların bir araya gelmesidir.Tefrka,çok da olsalar,haksız olanların bir araya gelmesidir.diye cevap verdi. Devlet idaresi. Hadislerle Müslümanlık.sy.605.
#227 Hz. Ali’ye (r.a) bir arkadaşı, bir topluluk içinde, “Bir kusurun var söyleyeyim mi?" demiş. Hz Ali (r.a) “Hayır burada söyleme” cevabını vermiş. Dışarı çıktıklarında söyleyeceğini söyleyen arkadaşına, Hz. Ali (r.a) “Allah razı olsun, kendimi düzeltmeye çalışayım” demiş. Bunun üzerine arkadaşı, “İçeride aynı şeyi söyleyecektim, neden istemedin” diye sorunca, Hz. Ali (r.a) şu anlamlı karşılığı vermiş: “Ola ki topluluk içinde nefsime ağır gelir ve nefsimi müdafaa edebilirdim.”
#391 İleri de öyle bir zaman gelecek ki, Kıtâl ve zulümsüz hükümdarlık etmeye yol bulunmayacak. Çılgınlık ve cimrilik etmeden zengin olmak mümkün olmayacak. Kişilerin arzularına uymadıkça da insanlarla sohbet etmek mümkün olmayacak. Bu zamana kim yetişir ve sabır ve metânet gösterir kendini korursa, Allah-ü Teâlâ o kimseye elli sıddık sevabı verir. Hz. Ali r.a.
#438 Hz. Ali (r.a) şöyle der: Riyakârlar şöyledir: Tek başına kaldığı zaman tembellik eder, ibadette gevşeklik gösterir ve nafile namazları oturarak kılar. İnsanlarla beraber olduğu zaman tekrar canlanır, canla başla amel eder. Biri kendisini methettiğinde daha fazla amel ve ibadet eder. Yerdiğinde ise amellerini azaltır.
#525 İlim maldan hayırlıdır; ilim seni korur, sen ise malı korursun. Mal, vermekle azalır, ilim öğretmekle çoğalır. Mal sahipleri malın zevaliyle zeval bulup giderler. Hz. Ali (r.a)
#531 Dünya sırtını dönmüş gidiyor. Ahiret de karşıdan geliyor. Her ikisinin de evlatları (bağlıları, isteklileri) vardır, Siz, gücünüz yettiğince ahiret evlatlarından olmaya bakın. Sakın dünya evlatlarından olmayın. Bugün amel günüdür, hesap yoktur. Yarın ise hesap vardır, amel yoktur. Hz. Ali (r.a)
#627 Hz. Ali r.a. Haricilerle konuşmak üzere gönderdiği İbn Abbas r.a.’a şöyle demiştir: -Onlarla münakaşa ederken Kuran’dan delil getirme. -Niçin ey Müminlerin Emiri? Ben Kur’an’ı onlardan daha iyi bilirim. Kur’an bizim hanelerimizde nazil oldu. -Doğru söylüyorsun, ancak Kur’an ayetleri çok anlamlı bir yapıya sahiptir. Buna göre sen bir ayet okursun, onlar da kendi davalarını destekleyecek bir ayet okur. Sünnetlerden delil getir. Sünnetlerden delil ve te’vil yoluyla kaçamazlar. Tarihi kaynaklar, “hakem tayin etme ve verdiği hükme razı olma meselesi etrafında cereyan eden” bu münakaşada İbn Abbas r.a.’ın Sünnet ve siretten (hadislerden ve Efendimizin uygulamalarından) deliller getirerek binlerce Harici’nin tövbe edip Hz. Ali r.a.’ın safına geçmesini sağladığını kaydeder. Yine Zübeyr b. Avvam r.a. da oğluna şu tavsiyede bulunmuştur: “Sana karşı koyanlara karşı Kur’an’la mücadele etme. Onları iknaya güç yetiremezsin. Sünnet’e sarılmaya bak.”
#664 Söz verdiğiniz zaman sözünüzde durun. Hükmettiğiniz zaman adaletle hükmedin. Soy sopla övünmeyin. Birbirinize lakap takmayın. Birbirinizle alay etmeyin. Birbirinize buğz etmeyin. Zayıfa, mazluma, borçluya, Allah yolunda cihad edene, yolda kalmışa, dilenciye, köleye yardımcı olun. Dullara, yetimlere acıyın. Hz. Ali r.a.
#665 Allah’a verdiğiniz sözde durun. Zira Allah sadıklarla beraberdir. Yalandan da uzak durun. Zira yalanla iman bir arada bulunmaz. Dikkat edin! Doğruluk kurtuluş ve şeref vesilesidir. Yalan ise alçaklık ve felakete götürür. Hz. Ali r.a.
#679 Misafire ikram edin. Komşuya iyi davranın. Hastaları ziyaret edin. Cenazeleri teşyi edin. Ey Allah’ın kulları kardeş olun! Dünya yüz çevirdi, veda etmek üzere. Ahiretin ise gölgesi düştü; karşıdan göründü. Bugün hazırlanma günüdür; yarın müsabaka var. Kazanan cennete, kaybeden cehenneme girecek! Hz. Ali (r.a)
#711 Hz. Ali (k.v.) evlatlarından birine diyor ki: “ Oğlum, Allah’a öyle bir ümitle bağlan ki, bütün insanların günahlarıyla onun huzuruna çıkacak olsan da, hepsini affedeceğini düşün.”
#740 Hz. Ali’ye (r.a) sordular: “Tevazu nedir?” Şöyle buyurdu: “Tevazu, toprak ile bir olmaktır. Bir insan, ne kadar şerefli makamlara geçerse geçsin, aslının toprak olduğunu ve bir gün yine toprağa karışacağını unutmamalıdır.
#944 Hz. Ali (r.a) der ki: “Savaşlarda Hz. Peygamber (s.a.v) kadar düşmana yaklaşan bir kimse bulunmazdı. Birçok kez savaş kızışıp başımız dara düşünce O’na sığınırdık.
Sa'di (kuddise Sırruhu) şöyle buyurmuştur: Allah-u Teala,temiz insanların, İyi işlerini birken on yazar. Sen de oğlum! Kimde hüner görürsen, On tane aybını görmezlikten gel.(Bostan,No:3303,3304) Ruhu'l Furkan Tefsiri cilt 12. sy.552.
BeğenAntolojimYorumlarPaylaşTweetlePaylaş Biz,kısık sesleriz...minareleri, Sen,ezansız bırakma Allahım! Ya çağır şurda bal yapanlarını, Ya kovansız bırakma Allahım! Mahyasızdır minareler...göğü de, Kehkeşansız bırakma Allahım! Müslümanlıkla yoğrulan yurdu, Müslümansız bırakma Allahım! Bize güç ver...cihad meydanını, Pehlivansız bırakma Allahım! Kahraman bekleyen yığınlarını, Kahramansız bırakma Allah'ım! Bilelim hasma karşı koymasını, Bizi cansız bırakma Allah'ım! Yarının yollarında yılları da, Ramazansız bırakma Allah'ım! Ya dağıt kimsesiz kalan sürünü, Ya çobansız bırakma Allah'ım! Bizi sen sevgisiz,susuz,havasız; Ve vatansız bırakma Allah'ım! Müslümanlıkla yoğrulan yurdu, Müslümansız bırakma Allah'ım!
"Dünya,ahiret ehline haramdir, ahiret ise dünya ehline haramdir." Mevlâ'yı isteyenlere her ikisi de haramdir. Tarikat ne icindir? Allah'tan başkasini unutturmak icindir. Sure-i Suarâ'da Şuarâ'da śõyle buyurulur. Seyh Mustafa İsmet Garibullah Risale-i Kudsiye 42sf
"Ahiret için dünyanı feda et, her ikisini de kazanırsin. Dünya için ahiretini ziyan etme, her ikisini de kaybesersin." Osman Nuri TOPBAŞ altınoluk şebnem sf:22
Tebe-i tabiin neslinin fıkıh ve hadis alimlerinden olan imam Evzai..de Bunun sebebi,Sünnet'in Kur'an üzerinde hüküm koyucu olarak gelmesidir.buyurmuştur. Altınoluk.sayı.379.sy.36.
Bana ulaştığına göre dinin yok olup gitmesi,Sünnet'in terkiyle başlayacaktır.Halatın tel tel çözülüp nihayetinde tamamen kopması gibi,din de sünnetlerin bir bir terk edilmesiyle elden gidecektir. (Darimi,Mukaddime,16/98) Altınoluk.sy.379.
Bir günah var ki bağışlanır... Bir günah var ki,bağışlanmaz... Bir günah var ki onunla ceza görülür... Bağışlanan günah odur ki:amelin ola ... Seninle Rabbın arasında kala... Bağışlanmayan günah:Allah 'a şirktir... Ceza görülen günah ise:kardeşine zulümdür...
Hadisi Serifler Ve Vaaaz örnekleri Es-Seyyid Ahmed Haşimi 275. Sy
Asfiya-i müctehidin:müctehid asfiya;dinde açık hükümler bulunmayan konularda Kur'an ve hadislerin var olan hükümlerinden hareketle,bu hükümlere ters düşmeyen, Risale i Nur'un Büyük Lügatı İnşaallah asfiya-i Müctehidin Hz.Muhammed s.a.v. hürmetine yetiştirilir.
bu hükümlerin mantığa uygun sonuçları olan yeni hükümler çıkarabilen ve bu yolla,yeni ortaya çıkan hukuki ve dini problemlere çözümler getirebilen (ictihad sahibi),bilgi bakımından yeterli,günahlardan hep uzak durmasını bilen (asfiya) islam büyükleri. Risale-i Nur'un Büyük Lügatı. İnşaallah Allah c.c. ın bildiği hayırlıların hürmetine asfiya-i müctehidin yetiştirilir.
Zaten şimdi bazı hakaikte bir inkılab var.Ezdad isimlerini değiştirip,mübadele etmişler.Zulme adalet,cihada bağy,esarete hürriyet namı veriliyor. Risale-i nur Mebde'lerinden Asar-ı Bediiyye.sy.104.
İnsanın ilimde belli bir seviyeye gelebilmesi için, kendinden yüksekte olanları kıskanıp aşağıda olanları küçük görmemesi gerekir. Abdullah İbn-i Ömer En Güzel Sözler Unulmaz Özdeyişler.sy.317.
Hayat,inanmak ve mücadele etmektir. Biz Yezide biat edersek,İslam'ın en büyük direklerinden biri olan seçim yollu idareyi temelinden sarsmış oluruz. Hz.Hüseyin r.a. En Güzel sözler unutulmaz Özdeyişler.sy.315.
Onun yanında insanların en üstünü herkese öğüt veren,şereflisi de en çok yardım eden kişilerdi. Hz.Hüseyin r.a. En Güzel Sözler Unutulmaz Ödeyişler.sy.314.
Allah c.c.başkalarını küçümseyen kibirli insanları sevmez. İntikam almaya gücü yeterken affeden kişi,insanların en büyüğüdür. Hz. Hüseyin r.a. En Güzel Sözler Unutulmaz Özdeyişler.sy.315.
İmamları (liderleri) Allah c.c. ın kitabıyla hükmetmezler ve Allah c.c.ın indirdiğini terk ederlerse o kavmi Allah c.c.,kendi içlerinde belaya maruz kılar. Hadis-i Serif Anarşi sy.349.
775) "Bakirelerle,evlenmelisiniz,zira onların ağızları daha temizdir..Daha çok doğururlar..Önleri daha sıcak olup ve az işle daha çok yetinirler.." Onların az işle yetinmeleri: Cinsi ifrata varmamalarıdır.Zira,evlilikte cinsi ifrat insanı yıpratır. Muhtar'ül-ehadisin-Nebeviyye izahlı tercümesi.sy.321.
770)" Çocuklarınıza,yüzmeyi ve atma'yı öğretiniz ..Mümine bir kadın için evinde iğ eğirmek ne güzel eğlencedir..Anan baban seni,-birlikte-çağırırlarsa,önce anana koş.. Atmak:Bilcümle silah atıcılığına şamildir.. Burada zımnen: Erkek çocularınıza yüzmeyi ve atıcılığı,kız çocularınızada ev ve el işlerini öğretiniz; manası anlatılmaktadır. Muhtar'ül-Ehadisin-Nebeviyye izahlı Tercümesi.sy.319.
777)"Size SIDK lazımdır..Çünlü o,cennet kapılarından bir kapıdır.. Bilhassa KEZİB'ten sakınınız..Çünkü o,cehennem kapılarından bir kapıdır.." SIDK: Doğru söz ve doğru iş.. KEZİB: Yalan söz.. İşte cennetin kapısı ve işte cehennemin kapısı.. Muhtar'ül ehadisin Nebeviyye izahlı tercümesi.sy.322.
S-Zalim gavurların bu kadar propagandalarına nasıl mukabele edilmeli? C-Propaganda,sabıkan tezyif ettiğim zalim cerbezenin veled-i nameşruudur.Ona mukabele,oyalancı silahla olmamalı,belki sıdk ve hak ile olmalı.Bir tane sıdk, bir harman yalanı yakar. Asar-ı Bediiyye Risale-i Nur.külliyatı sy.109.
Asıl ismi Belam-ı Baura olup, Musa aleyhisselam zamanında yaşamıştı. İsm-i a'zamı bilen, her duası kabul olan büyük bir âlimdi. İlmi o derecede idi ki, sözlerini yazmak için, iki bin kişi yanında bulunurdu. Şöhreti her yere yayılmıştı. Bulunduğu Belka şehrinin valisi Belak, Hazret-i Musa’nın askerlerinin şehre girmemesi için, dua etmesini istedi. Ölüm ile tehdit etti. Can korkusu ile ve halkın verdiği rüşvete aldanarak, Musa aleyhisselama beddua etti. Akabinde dili göğsüne kadar sarkıp yapıştı. Musa aleyhisselamın askerleri tarafından öldürüldü. Müminlere beddua ettiği için ilahi gazaba uğradı. Dili göğsüne kadar sarkıp yapıştı. (Onun gibiler köpek gibidir) diye dillerde kaldı. Kur'an-ı kerimde de onun hakkında, mealen şöyle buyuruluyor: (O, dünyaya meyletti ve nefsinin hevâsına uydu. Onun ibret verici hâli, üstüne varsan da, kendi hâline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğe benzer.) [Araf 176]
Müslüman, Belam gibi beddua etmez, lânet okumaz. Bir savaşta, kâfirlerin yok olması için Peygamber efendimizden beddua etmesini istediklerinde, (Ben lanet etmek için gönderilmedim. Ben, herkese iyilik etmek için, insanların huzura kavuşması için gönderildim) buyurdu. Nitekim Kur'an-ı kerimde mealen, (Seni âlemlere rahmet, iyilik için gönderdik) buyuruluyor. (Enbiya 107)
Asıl ismi Belam-ı Baura olup, Musa aleyhisselam zamanında yaşamıştı. İsm-i a'zamı bilen, her duası kabul olan büyük bir âlimdi. İlmi o derecede idi ki, sözlerini yazmak için, iki bin kişi yanında bulunurdu. Şöhreti her yere yayılmıştı. Bulunduğu Belka şehrinin valisi Belak, Hazret-i Musa’nın askerlerinin şehre girmemesi için, dua etmesini istedi. Ölüm ile tehdit etti. Can korkusu ile ve halkın verdiği rüşvete aldanarak, Musa aleyhisselama beddua etti. Akabinde dili göğsüne kadar sarkıp yapıştı. Musa aleyhisselamın askerleri tarafından öldürüldü. Müminlere beddua ettiği için ilahi gazaba uğradı. Dili göğsüne kadar sarkıp yapıştı. (Onun gibiler köpek gibidir) diye dillerde kaldı. Kur'an-ı kerimde de onun hakkında, mealen şöyle buyuruluyor: (O, dünyaya meyletti ve nefsinin hevâsına uydu. Onun ibret verici hâli, üstüne varsan da, kendi hâline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğe benzer.) [Araf 176]
Müslüman, Belam gibi beddua etmez, lânet okumaz. Bir savaşta, kâfirlerin yok olması için Peygamber efendimizden beddua etmesini istediklerinde, (Ben lanet etmek için gönderilmedim. Ben, herkese iyilik etmek için, insanların huzura kavuşması için gönderildim) buyurdu. Nitekim Kur'an-ı kerimde mealen, (Seni âlemlere rahmet, iyilik için gönderdik) buyuruluyor. (Enbiya 107)
Kalb hangi bir şeye el atarsa bütün kuvvetiyle,şiddetiyle oşeye bağlanır.Ve ebedi bir devamla,onunla beraber kalmak ister.Demek ki kalb bu fani dünyaya razı değildir. Mesnevi-i Nuriye. Risale-i Nur külliyatı.
Fatih sultan Mehmed İstanbul'u fethettikten sonra , ilk cuma namazını Ayasofya'da kılmak için kilisenin derhal camiye çevrilmesini emretmiş, ordudaki ustalar kısa sürede Ayasofya Kilisesi'ni, Büyük Fetih Camii'ne çevirmişler ve cuma namazına hazırlamışlar. Cemaat toplanmış Fatih Sultan Mehmed etrafındakiler: - Aranızda ikindi namazının sünnetini hiç kaçırmayan var mı? diye sormuş. - Eğer kaçırmayan varsa bütün cemaatin başına o geçecek ve imamlığı o yapacak, demiş. Herkes büyüklere bakmaya başlamış. Fatih Sultan Mehmed'in orada bulunan lalası da diğer alimlere ve en son da Akşamseddin'e bakmış. Ama herkes başını yere eğmiş. Akşamseddin bile başını yere eğmiş ve: - Bir keresinde evime misafir geldi. Misafirleri kıramadığım ve çok meşgul olduğum için ikindi vakti keraate girdi. Hayatımda sadece bir kez ikindi namazının sünnetini kılamadım, demiş. Akşemseddin'in bu sözü üzerine Fatih Sultan Mehmed: - Ben hayatımda hiç ikindi namazının farzını ya da sünnetini kaçırmadım, demiş. Bunun için de oradaki heyet tarafından İstanbul'un fethinden sonra Ayasofya'da kılınacak ilk cuma namazına imamlık yapmaya Fatih Sultan Mehmed layık görülmüş. Yani hem padişah olduğu için hem de kadar savaşın arasında ikindi namazının sünnetini kaçırmadığı için imamlığa geçmiş.
Fatih Sultan Mehmed imamlığa geçtikten sonra namaza başlamak için tekbir getirir ama hemen sonra durmuş ve sağına soluna selam vererek namazını bozar. Sonra tekrar tekbir getirmiş ve tekrar durur sağa sola selam vererek namazını bozar. Üçüncüsünde de tekbir getirdikten sonra ellerini bağlar ve ilk cuma namazını kıldırmaya başlar. Cemaatten bazıları: "Padişah büyük kibre girdi o kibrinden dolayı namazı başlatamadı" diye düşünmüşler. Namaz kılındıktan sonra Fatih Sultan Mehmed'e namazı nenden üç kere bozduğunu sormuşlar o da: - İstedim ki namaz sırasında bana ve bütün cemaate Kabe görünsün, yani biz Kabe'nin önünde namaz kılalım. Bu niyetle birinci tekbiri getirdim fakat Kabe görünmedi. İkincisinde de tekbir getirdim Kabe görünmedi. Fakat üçüncüsünde tekbir getirdim ve Kabe gözümün önünde belirdi, demiş. Bunun sebebini de Akşemseddin Hazretleri'ne sormuşlar o da bu hadiseyi şöyle anlatmış. Demiş ki: - Padişahımız üç defa tekbir getirdi. Birinci tekbirde baktım ki, Ayasofya'nın yönü kıbleye bakmıyor. İçimden "İnşallah bir yanlış yapmayız" dedim. İkinci kez tekbir getirdi, tekrar namazı bozdu, namazı bozduğu için sevindim. Üçüncü tekbirde yine içimden: "İnşallah namazını bozar" dedim. Fakat o an bana manevi alemde cemaatin en arka safı gösterildi. En arka safta, bir kişilik yerin eksik olduğunu gördüm. Bir an baktım ki Hızır Aleyhisselam, o bir kişilik yere doğru saf tutmak için gelirken terler direğe parmağını soktu ve Ayasofya'nın yönünü kıbleye doğru çevirdi. Ondan sonrada bir kişilik yerin eksik olduğu o safa geçti ve namaza durdu. Böylece padişah üçüncü kez tekbir getirdikten sonra Kabe'yi tam karşısında gördü, bir daha selam vermedi ve böylece İstanbul'un fethetinden sonraki ilk cuma namazını kıldırdı
Ödünç işlemlerinde ve alışverişte karşılığı bulunmayan hakiki veya hükmî fazlalık.
1. Faizin Tarihçesi Ve Faiz Teorileri
2. Kur’an Ve Sünnette Faiz
3. İslâm Hukukçularının Faizle İlgili Görüşleri
4. Faizin Yasaklanma Sebepleri
5. Faizle İlgili Bazı Tartışmalar
Türkçe’deki yaygın karşılığı “faiz” olan Arapça ribâ kelimesi sözlükte “fazlalık, nema, artma, çoğalma; yükseğe çıkma; (beden) serpilip gelişme” gibi anlamlara gelir. Arapça’da tepelere, düz araziye nisbetle daha yüksek oluşları sebebiyle râbiye, canlıları besleyip büyütmeye de terbiye denir. Bu sözlük anlamıyla ribâ, hem bir şeyin kendi içinde bulunan hem de iki şey arasında mukayeseden doğan fazlalığı ifade eder. Kur’an’da ribâ kelimesi her iki anlamda da kullanılmıştır. Birinci durumla ilgili olarak, üzerine yağmur yağan toprağın kabarması “rebet” kelimesiyle (el-Hac 22/5; Fussılet 41/39), ikinci anlamla ilgili olarak da iki topluluktan birinin diğerine göre mal bakımından veya sayıca yahut değerce daha üstün olması hali “erbâ” kelimesiyle (en-Nahl 16/92) ifade edilmiştir. Fıkıh literatüründe ise ribâ, borç verilen bir parayı veya malı belli bir süre sonunda belirli bir fazlalıkla, yahut borç ilişkisinden doğan ve süresinde ödenmeyen bir alacağa ek vade tanıyıp bu süreye karşılık onu fazlalıkla geri almanın veya bu şekilde alınan fazlalığın adıdır. Türkçe’de kullanılan “faiz” kelimesi de Arapça kökenli olup genelde ribâ ile eş anlamlı kabul edilir.
Câhiliye dönemi Arapları ribâ kelimesini ve ondan türeyen diğer kelimeleri sözlük mânasından ziyade terim anlamında, yani vadeye veya vadenin uzatılmasına karşı borcun da artması anlamında kullanıyorlardı. Nitekim kaynakların bildirdiğine göre Câhiliye devrinde borçlu alacaklısına giderek. “Borcu ertelersen sana şu kadar fazla veririm” derdi, alacaklı da borcu ertelerdi (Taberî, VI, 8). Bu dönemde Araplar, faizi belirli aralıklarla ödenmek şartıyla borç para verirler, ara dönem sonlarında faizi, vade dolduğunda da ana parayı isterlerdi. Eğer borçlu ödeme yapamayacak durumda ise vadenin uzatılması karşılığında faiz miktarı da arttırılırdı (Fahreddin er-Râzî, VII, 91).
İbn Hişâm, Kâbe’nin yeniden inşa edilmesi sırasında Hz. Peygamberle de akrabalığı bulunan Ebû Vehb’in şöyle konuştuğunu yazar: “Ey Kureyş topluluğu! Kâbe’nin inşasına ancak temiz kazancınızla iştirak edin. Buraya ne zina parası ne ribâ kazancı ne de insanlardan zorla alınmış mal girsin” (es-Sîre, I, 205-206). Bunun üzerine Mekkeliler bu yollarla elde ettikleri kazançlarını kullanmaktan çekinmişler, fakat diğer gelirleri de inşaat için yeterli olmamış ve Kâbe’nin Hicr denilen kısmı binanın dışında kalmıştır. Bu tüccar kavim içinde diğer iki kazanç türünün fazla bir yekûn tutmayacağı göz önünde bulundurulursa faizin bu toplumda ne derece yaygın olduğu anlaşılır (Salih b. Abdurrahman el-Husayn, XXXV (1412), s. 104-105). Bu rivayetler, ribâ kelimesinin İslâm öncesi dönemde de bugünkü faiz anlamında örfî bir kullanımının bulunduğunu, ayrıca ribânın Câhiliye Arapları’nın nazarında da çirkin bir kazanç olarak değerlendirildiğini göstermektedir.
Kur’an’da sekiz yerde geçen ribâ kelimesi bu örfî anlamında kullanılmış, hadislerde de ribâ kavramına yeni bir boyut getirilerek literatürdeki vade faizi -fazlalık faizi (ribe’n-nesîe - ribe’l-fadl) veya borç faizi - alışveriş faizi (ribe’d-deyn -ri-be’l-bey‘) şeklindeki ayırım ve adlandırmalara zemin hazırlanmıştır.
Faiz ortaya çıktığı andan itibaren başta din adamları olmak üzere filozof ve iktisatçıların inceleme konularından birini teşkil etmiştir. Faizi din ve ahlâk açısından tahlil eden İlkçağ filozofları Eflâtun ile Aristo onu mahkûm etmişlerdir. Çirkin bir kazanç yolu olarak gördükleri faiz onlara göre zenginlerle fakirleri karşı karşıya getirerek devletin selâmetini tehlikeye atabilir. Aristo, kısır bir metal olan paradan kazanç elde etmeyi gayri tabii ve adalete aykırı bulur (Divine, XXVII, 824). Onun bu görüşü, ödünç alınan para ile bir kazanç sağlanacağı, dolayısıyla bu kazançtan para sahibine de faiz ödenmesi gerektiği şeklinde bir itirazla karşılansa bile (Samuelson, s. 261, 563) faizde aklıselim ve vicdanın kabul edemeyeceği özelliklerin bulunduğunu göstermesi bakımından önem taşır. Faizi kınayan benzer ifadelere Cicero, Cato ve Seneca gibi ilk dönem Romalı düşünürlerde de rastlanır. Beşerî zaafların kontrol altına alınamadığı toplumlarda ahlâkî, içtimaî ve iktisadî bir hastalık olarak baş gösteren faiz Mısır, Sümer, Bâbil, Asur, eski Yunan, Roma gibi toplumlarda hüküm sürmüş ve diğer sosyal hastalıklar gibi bununla da mücadele edilmiştir.
Hammurabi kanunları ödünç işlemlerini her yönüyle düzenlemiş. Firavunlar devrinde Mısır’da faizin ana parayı aşması yasaklanmış, borcunu ödeyemeyen kişinin alacaklısının kölesi haline geldiği eski Yunan ve Roma’da borçlunun sorumluluğu malı ve zimmetiyle, faiz haddi de % 12 ile sınırlandırılmış, daha sonra Romalı Jüstinyen ticarette bu oranı devam ettirirken asillere % 4 sınırını getirmiştir. Eski Hint’te de yüksek kastlar için faiz tamamen yasak iken aşağı kastlar için âdil bir faizden bahsedilir. Bu toplumda sosyal statü ve asalet seviyesi yükseldikçe faizin kınanması ve yasaklanması temayülü artmaktadır. Bütün bu rivayetler, ilk dönemlerden itibaren tarih boyunca bazı kayıt ve sınırlamalar getirilerek kontrol altına alınmaya çalışılan faizin esasen ahlâka ve insan tabiatına aykırı bir âdet olduğu konusunda hemen hemen ortak bir fikir ve tavır birliği oluştuğunu göstermektedir.
Dinî olmayan hukuk sistemlerinde genellikle borçlu lehine getirilen bazı kolaylıklar, özellikle de faiz haddini sınırlama şeklinde kendini gösteren faize karşı bu mücadele, Musevîlik ve Hıristiyanlık gibi semavî dinlerde daha net-leşerek faizin kökten yasaklanması şeklinde ortaya çıkmıştır. Ancak yahudiler faiz yasağını sadece kendi aralarında uygulamış, yabancılardan faiz almakta bir sakınca görmemişlerdir (Tesniye, 23/19-20). Onların bu davranışı, faizin dünyada bugüne kadar devam edip yaygınlaşmasının ve onu hafife alıp meşrulaştırmaya gayret etmenin önemli bir sebebini teşkil etmiştir. Başta Luther olmak üzere faiz konusunda büyük duyarlılık gösteren hıristiyan din adamları ise faizi haram saymakta asırlarca direnmişlerdir.
Ortaçağ kilisesindeki faiz yasağı en başta tüketim kredilerini hedef alıyordu. Ancak Avrupa’da sanayi ve ticaret hacminin genişlemesi ödünç sermaye ihtiyacını ortaya çıkardı. Hatta bizzat kilise erbabı iş kurmak ve Haçlı seferlerini finanse etmek için büyük miktarlarda ödünç paraya gerek duydu. Daha sonra kilise geniş servet sahibi olarak kendisi de ödünç para vermeye başladı. Bu durum kilise mensuplarını, İncil âyetlerini bu tür faaliyetlerine imkân
tanıyacak şekilde yorumlamaya sevketti. Bunlar, ticaretin bile hırs ve tamah duygularına dayanan kötü bir şey olduğu yolundaki eski görüşlerini terketmekle kalmayıp faiz konusunda çok yumuşak bir çizgi takip ederek kapitalizmin tohumlarını da atmış oldular. Hıristiyanlığın faiz yasağının yerini dolduracak müesseseler getirememesinin yanı sıra ortaya çıkan ekonomik gelişmeler Ortaçağ’da faiz yasağının tedricî olarak gevşemesine, hatta yasağı tamamıyla kaldırma teşebbüslerinin ortaya çıkmasına sebep oldu.
Bu çerçevede, Ortaçağ filozofları bütün borçlu-alacaklı ilişkilerine uygulanabilecek bir faiz tahlili oluşturmayı kendilerine görev bildiler. Bunlardan Saint Thomas d’Aquinas başlangıçta, kullanıldığında tüketilen eşya ile (gıda maddeleri gibi) tüketilmeden kullanılabilen eşyayı (at, ev gibi) birbirinden ayırdı. Ona göre tüketilmeden kullanılabilen eşyanın kullanımına karşılık bir ödemenin (kira) talep edilmesi adalete uygundur. Buna mukabil tüketilerek kullanılan eşyanın mislinin iadesinde ödünç alınan miktara ilâve olarak bir de kullanım bedelinin (faiz) talep edilmesi haksızlıktır ve mevcut olmayan bir şeyi satmak demektir. Çünkü bu eşyanın kullanımı tüketilip yok edilmesinden ibarettir. Ancak faiz hakkında önceleri bu açıklamaları yapan ve faiz-kira ayırımında önemli esaslar ortaya koyan Saint Thomas, iktisadî şartların zorlaması ve yatırım amaçlı ödüç ihtiyacının artmasıyla faize cevaz vermede gittikçe daha yumuşak davranmış ve bazı gerekçeler ileri sürerek para sahibinin verdiği paradan başka “tazminat akçesi” adı altında ayrı bir fazlalık almasını da meşru görmeye başlamıştır. Bu görüşünü, ödünç verenin bir müddet parasını kullanma imkânından mahrum kalması sebebiyle zarara uğramış olması, paranın ödünç verilmeyip de bir işte kullanılması halinde elde edilebilecek kazancın kaybı veya bir gemi karşılık gösterilerek ödünç verilen bir paranın bu geminin batması halinde karşılaşabileceği risk gibi gerekçelerle açıklamaya çalışmıştır. Böylece önceleri faize karşı olan Saint Thomas, sonradan ileri sürdüğü birtakım gerekçelerle faiz yasağının ortadan kalkmasına zemin hazırladı.
Bu yasağın bertaraf edilmesinde kullanılan en etkili yol, daha sonra İslâm dünyasında da görülen, tüketim ödüncü ile ticarî ödüncü birbirinden ayırma teşebbüsü oldu. Tüketim ödüncüne ribâ deyip reddetme, ticarî ödünce faiz deyip kabul etme yöntemi, dindeki yasakla faizli kredilere olan ihtiyacı bağdaştırma yolunda ısrarla kullanıldı. Bu görüşün mensuplarına göre faiz sermayenin üretkenliği, en azından üretken kullanımlara uygulanabilirliği sebebiyle meşrudur. Nitekim önceleri muhalefet etmesine rağmen daha sonra ticarî amaçla faizli ödünç almanın caiz olduğunu ilk defa ciddi surette savunan hıristiyan reformcusu Jean Calvin, faizi günah olmaktan çıkartma yolunda gayret sarfederken tüketimle üretim ödüncünü, dolayısıyla ribâ ile faizi birbirinden ayırma yöntemini kullandı. Böylece söz konusu yöntem kapitalizmin doğuşunda zorunlu bir yardım eli olarak kendini gösterdi. Bundan sonra ribâ ile faiz birbirinden farklı görülerek ayrı hükümlere tâbi tutuldu ve nihayet 1789 Fransız İhtilâli sonrasında kanunun belirlediği sınırlar çerçevesinde faizli işlemlere resmen izin verildi.
Kilisenin faiz konusundaki tavrının değişmesinden itibaren faizin kaynağını, sebebini ve haklılığını açıklamaya çalışan teoriler ortaya konmaya başlandı. Merkantiüstler faizi, arazinin icarı ve gayri menkullerin kirasıyla aynı hükümde ve değerde tutarak, “Faiz de Kapitalin kirasıdır” demişlerdir. Fizyokratlara göre ise ancak toprak üretkendir. Şu halde rant temin eden bir toprak satın almaya yarayan bir meblağ ödünç verildiğinde bu rant kadar faize hak kazanmalıdır. Klasik iktisatçılardan John Baptiste Say ve Roscher sermayeyi emeğe benzeterek işçinin emeğiyle kazandığı değere ücret denildiği gibi sermayenin üretime katılma payını da faiz terimiyle ifade etmek gerektiğini belirtmiş ve kredinin üretim araçları sağladığını, dolayısıyla faizin sermaye tarafından üretilmiş bir gelir payı olduğunu savunmuşlardır. Bu görüş sermayenin prodüktivitesi teorileri arasında yer almaktadır. Adam Smith ve David Ricardo gibi klasik iktisatçılar faizi, ödünç alanın paradan sağlayacağı kâr için ödünç verene ödediği karşılık olarak ele almışlardır.
Tasarrufun fedakârlığı ve aynı zamanda paranın sağlayacağı tatminden vazgeçmeyi gerektirdiği tezini ilk olarak ortaya atan Nassau Senior’ün görüşü, zenginlerin en küçük bir sıkıntıya katlanmadan tasarrufta bulundukları gerekçesiyle birçok tenkide mâruz kaldı (Schumpeter, s. 147). Bu sebeple Alfred Marshal, “fedakârlık” veya “el çekme” yerine “bekleme” ifadesini koydu. Marshal’a göre tasarruf eden bugünkü tüketimi gelecek bir güne ertelemiştir. Bunun için bir özendiriciye ihtiyaç vardır, bu da faizdir. J. M. Lauderdale tarafından geliştirilen sermayenin prodüktivitesi teorisi verimliliğe sermayenin tabii bir sonucu olarak bakar. Sermaye emek yerine ikame edilebilmektedir. Bu ikame olayı sermayenin de emek gibi değer ürettiğinin ispatıdır. Faiz kredi kullanımıyla elde edilen değer artışının karşılığıdır. Öyleyse faiz vardır, çünkü sermaye üretim artışına yol açmaktadır. Böhm Bavverk’e göre ise insanlar genellikle günlük ihtiyaçlarını ön planda tutar ve geleceği küçümserler. Önemli olan bugünün ihtiyacı ve bugünün fırsatı olduğundan elde bulunan para, yarın ele geçeceği umulandan daha büyük değer taşır. Gelecekteki 110 liradan bugünkü 100 lira daha kıymetlidir. Şu halde bugünün hazır parası ile yarının belirsiz parası arasında bir acyo vardır ve bir zaman tercihi söz konusudur. Bugünkü malların ileriki mallarla mübadele edilebilmesi için bu acyo farkının kaldırılması gerekir. İşte faiz bu farkı ortadan kaldırmaya yaramaktadır.
Dikkat edilecek olursa Böhm Bawerk, kendisinden on üç asır önce Hz. Peygamber’in işaret ettiği bir gerçeğe temas etmektedir. Resûl-i Ekrem, bir mal veya paranın kendi cinsinden bir mal veya para ile aynı miktarda bile olsa vadeli satışını faiz olacağı gerekçesiyle yasaklamıştır (Buharî, “BüyûǾ”, 76; Müslim, “Müsâķāt”, 75). Böhm Bawerk’in bu tesbiti, hatalı yönlerine rağmen Hz. Peygamberin araya zaman unsurunun girmesi sebebiyle vadeli mübadelelerin faiz ihtiva ettiğine dair beyanlarını teyit etmektedir. Ancak Böhm Bawerk, bu değer farklılaşmasının ne yönde tecelli edeceği kesin olarak bilinmemesine rağmen bunu, sermaye sahibinin sabit bir fiyatla (faiz) ödüllendirilmesi gerektiği şeklinde değerlendirip tercihini tek taraflı olarak kullanmış, borçlunun karşılaşabileceği durumları hesaba katmamıştır. Hz. Peygamber ise para ve mal piyasalarının değişkenliği sebebiyle, vadeden doğan değer farklılaşması her iki yönde tecelli edebileceği ve bunu önceden kestirmek mümkün olmadığı için, iki tarafın da hakkını korumak amacıyla kendi cinslerinden vadeli para ve mal mübadelelerini yasaklamıştır.
J. M. Keynes’in “likidite tercihi teorisi”ne göre faiz, likid vasıtaları elde tutmaktan
ve para biriktirmekten vazgeçirmek maksadıyla para sahibine ödenen fiyattır. Faiz, insanların günlük alışveriş ihtiyacı, ihtiyatlı davranma ve spekülatif kazançlar elde etme gibi etkenlerle tasarruflarını elde nakit olarak tutma arzularına (likidite tercihi) karşı bir tedbirdir. Kısacası faiz tasarrufun değil tasarrufu elde tutmaktan vazgeçirmenin bedelidir. Keynes’e göre insan, geliri ve hayat standardı tasarruf etmesine el verdiği zaman para biriktirebilir ve bunu faizi düşünmeden yalnızca kötü günler için yapar. Bu sebeple tasarruf herhangi bir karşılığı veya özendirici tedbir almayı gerektirmez. Keynes, klasik iktisatçıların tasarrufların artması için faiz hadlerinin de yükselmesi gerektiğine dair iddialarına şiddetle karşı çıkmış ve yüksek faizin yatırımları daraltarak halkın gelir seviyesini düşüreceğini, sonuçta da tasarruf kapasitesinin daralacağını savunmuştur. Keynes’e göre binlerce seneden beri devamlı yapılan ferdî tasarruflara rağmen dünyanın çektiği sermaye malları sıkıntısı eskiden araziye, şimdi de paraya verilen yüksek faiz sebebiyledir (The General Theory, s. 220-221).
Batı’da XV ve XVI. yüzyıldan itibaren ileri sürülmeye başlanan ve XVIII. yüzyılın ikinci yarısından sonra daha da yoğunluk kazanan faiz teorileri, genelde faizi ilke olarak benimsemekle birlikte faizin kaynağını, haklılığını ve dayandığı gerekçeleri açıklamada net ve kesin bir hükme varamamışlardır. Bugün faiz konusundaki tartışmalar, artık onun haklılık ve meşruiyetini ispatlama gayretinden ziyade faiz haddinin hangi seviyelerde olması gerektiği meselesine yönelmiştir. Tartışma konusundaki bu değişiklik, faizin haklılık ve meşruiyetinin kabul edilmiş olmasından değil bu konuda herkesin benimseyebileceği açık ve kesin bir izahın yapılamamasından dolayıdır. Bu hususta bundan sonra da kesin bir söz söylenemeyeceği gibi faiz haddinin ne olması gerektiği konusunda da her ekonomik bünye için geçerli standart bir faiz oranı tesbit etme imkânı yoktur.
Kur’ân-ı Kerîm’de faizle ilgili âyetler dört grupta toplanabilir. Nüzul tarihleri farklı olan bu âyetler, faizin yasaklanmasında tedrîcî bir yol takip ederek faize karşı önce sitem ve ta‘rizde bulunmuş, daha sonra açık ve kesin bir ifade ile onu yasaklamış ve faizde ısrar etmenin Allah’a ve Resulü’ne bir nevi savaş açma olduğunu bildirerek veya faiz uygulamasının farklı yönlerine dikkat çekerek bu yasağı teyit etmiştir. Kur’an’ın benimsediği bu tedrîcî yöntem, içkinin dört ayrı âyetle haram kılınmasına benzerlik göstermekte olup bunun da İslâm’ın yaygınlık kazanmış sosyal hastalıklar karşısında uyguladığı metodun tabii bir sonucu olduğu şüphesizdir.
Faizle ilgili olarak nüzul sırasına göre Kur+an’da ilk yer alan âyetin meali şöyledir: “İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz herhangi bir faiz Allah katında artmaz. Allah’ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekâta gelince, bunu yapanlar -sevaplarını ve mallarını- kat kat arttıranlardır” (er-Rûm 30/39). Bazı müfessirler, Mekke döneminde nazil olan bu âyette geçen ribânın Kur’an’ın yasakladığı faiz olmadığını ileri sürmüşse de çoğunluğun görüşü, söz konusu âyette o çağdaki Araplar arasında çirkin karşılanmakla birlikte son derece yaygın olan faiz işleminin kastedildiği yönündedir (Taberî, XXI, 29-31; Şevkânî, Fetĥu’l-kadīr, III, 227; Âlûsî, XXI, 45).
Kur’an’da faiz yasağını ayrıntılı bir şekilde ele alan ikinci grup âyetlerde ise şöyle buyrulur: “Faiz yiyenler -kabirlerinden- şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden ayılışı gibi kalkacaklardır. Bu hal onların, ‘Alım satım da tıpkı faiz gibidir’ demeleri yüzündendir. Halbuki Allah alım satımı helâl, faizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime rabbinden bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse geçmişte olan kendisinindir ve artık onun işi Allah’a kalmıştır. Kim tekrar faize dönerse işte onlar cehennemliktir, orada devamlı kalırlar. Allah faizi tüketir (faiz karışan malın bereketini giderir), sadakaları ise bereketlendirir. Allah küfürde ve günahta ısrar eden kimseleri sevmez... Ey iman edenler! Allah’tan korkun, eğer gerçekten inanıyorsanız mevcut faiz alacaklarınızı terkedin. Şayet böyle yapmazsanız Allah ve Resulü tarafından açılan savaştan haberiniz olsun. Ancak tövbe edip vazgeçerseniz ana paranız sizindir. Böylece ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz” (el-Bakara 2/275-279) Bu âyetlerle faiz kesin olarak yasaklanmıştır. Faizden vazgeçilirse ana paranın borç verene ait olduğunun vurgulanması, ana paraya yapılacak az veya çok her türlü ilâvenin faiz kapsamına gireceğini ifade etmektedir.
Faiz yasağıyla ilgili olarak gelen bir diğer âyetin meali şöyledir: “Ey iman edenler! Kat kat arttırılmış olarak faiz yemeyin; Allah’tan korkun ki kurtuluşa eresiniz” (Âl-i İmrân 3/130). Hicretin ikinci veya üçüncü yılında, Bakara süresindeki faiz âyetlerinden sonra nâzil olduğu tahmin edilen bu âyet, yasağın ve faiz uygulamasının bir başka yönüne dikkat çekmektedir. Müfessirler, âyette geçen “kat kat arttırılmış olma” kaydının ihtirazı değil vukuî bir kayıt olduğunu, yani bu ifadenin faiz yasağının sınır ve şartlarının belirtilmesi amacıyla değil Araplar’ın o günlerde en çok uyguladıkları bir faiz şeklinin açıklanması maksadıyla zikredildiğini kabul ederler (Beyzâvî, I, 585). Bu âyetle faizin katlı şeklinin yanında diğer bütün şekilleri de yasaklanmıştır. Ayrıca âyetten açıkça anlaşıldığına göre “kat kat” ifadesi ana paranın değil faizin vasfıdır. Buna göre kat kat tabiri hükmün taalluk ettiği şart olmayıp bunun bir vakıayı ifade ettiği, sadece Arap yarımadasında görülen faiz şeklini değil, yüzde oranı ne olursa olsun faiz nizamının işletildiği her dönem ve yerdeki bütün faizli işlemleri kapsadığı söylenebilir. O dönemde Araplar arasında fahiş ribâ, tefecilik ve katlamalı faiz uygulamasının bulunduğu doğru olsa bile bu âyetle sadece bu tür faizin yasaklandığı söylenemez. Nitekim fahiş olan ve olmayan ribâ veya basit faiz-birleşik faiz ayırımları daha çok faizle ribânın arasını ayırma amacıyla sonraki dönemlerde yapılmıştır. Hz. Peygamber’in, esasta borç faiziyle hiçbir ilgisi olmadığı halde kaliteli bir hurma ile kalitesiz bir hurmayı kalitesizin miktarını fazla tutarak mübadele eden bir sahâbîye, “Katladın, ribâ yaptın” (Müslim, “Müsâķât”, 99) demesi, yani peşin bir mübadelede cereyan eden faizi bile “katlama” olarak tavsif etmesi, faizin az veya çok her şeklinin katlama mânası taşıdığını göstermektedir. Ayrıca katlama ifadesi, meselâ dört yaşındaki bir hayvanın bir yıl vade ile beş yaşındaki bir hayvan karşılığında ödünç verilmesini de içine almaktadır. Bu iki hayvan arasındaki fiyat farkı ise % 20-25 civarında olmalıdır. Şu halde Kur’an’ın sözünü ettiği katlama, 100’ün 200 olması şeklindeki ana paranın katlanmasını değil yüzde nisbeti ne olursa olsun faizin katlarını, her çeşit ve miktarını kapsamaktadır. Âyetin bu ifadesinden hareketle Kur’an’ın düşük oranlı faiz muamelelerini yasaklamadığını iddia etmek de bundan dolayı doğru olmaz. Bu âyetle, hayvanların yaşında katlamadan vadede katlamaya ve aylık gelir şeklindeki faize kadar faizin bilinen, örf haline gelmiş bütün şekil ve çeşitlerinin tamamıyla yasaklandığı söylenebilir.
Zira âyetin nazil olmasından sonra hiçbir sahâbi, âyette geçen ribâdan neyin kastedildiğini veya bu katlamaların haddini sormaksızın faiz yasağına uymuştur. Öte yandan Kur’an’ın yasaklaması sırasında Arap yarımadasında faiz hadlerinin oldukça düşük seviyelerde bulunduğu, faiz hadleri % 4-8 arasında seyreden Bizans ile sıkı ticarî ilişkiler içinde bulunan Arabistan’da bunun en çok % 10 olabileceği ifade edilmektedir (Hasan Zeme-Muhammed Faruk, s. 20-21). Bu husus, Kur’an’daki faiz yasağının bu seviyelerdeki faiz hadlerini de kapsadığını gösterir.
Kur’an’da. “Ana paranız sizindir” denilmek suretiyle verilen ödünçte alacaklının hakkının sadece ana para olduğu belirtilmiştir. Burada söz konusu olan faiz türü borç faizidir. Bu faizin Hz. Peygamber’in hadislerinde sözü edilen alışveriş faiziyle esasta bir ilgisi yoktur. Ancak faize konu teşkil eden borcun herhangi bir alışveriş akdinden doğmuş vadeli bir borç olması halinde dolaylı bir alâka doğabilir. Usulüne uygun bir alışverişle zimmete geçen borç vadesinde ödendiğinde ne alışverişe ne de borç faizine konu olur; ödenmeyip vadesi uzatıldığında miktarının da arttırılması durumunda tam anlamıyla bir borç faizi ortaya çıkar ve Kur’an’da ele alınan faizin kapsamına girer. Kur’an’da yasaklanan faizin borç faizi olduğunu, henüz tahsil edilmemiş faiz alacaklarından vazgeçilmesini isteyen Bakara süresindeki âyetle (2/278) devamındaki âyetlerin nüzul sebebi olarak rivayet edilen hususlar da teyit etmektedir (Müsned, V, 573; Ebû Dâvûd, “Menâsik”, 56, “BüyûǾ“, 5; Taberî, III, 70-71).
Faizle ilgili olarak yukarıdaki âyetlerden daha sonra nazil olduğu tahmin edilen bir başka âyette, kendilerine yasaklandığı halde yahudilerin ribâ aldıklarından ve insanların mallarını haksız yollarla yediklerinden söz edilir (en-Nisâ 4/160-161). Bu âyet faizin önceki şeriatlarda da yasaklandığını haber vermekte ve dolayısıyla İslâm’daki faiz yasağını bir başka açıdan tekit etmektedir. Âyetin muhtevasını bazı hadisler de desteklemektedir. Hz. Peygamber’e gelen iki yahudi, “Biz Musa’ya apaçık dokuz âyet verdik” (el-İsrâ 17/101) mealindeki âyetin mânasını sormuşlar, Resûl-i Ekrem de dokuz âyetin, içinde faiz yasağının da bulunduğu dokuz haramdan ibaret olduğunu söylemiştir (Tirmizî, “Tefsir”, 18). Ancak yahudi ileri gelenleri bu emri tahrif ederek söz konusu yasağın sadece yahudiler arasında geçerli kılındığı, yahudi olmayanlardan faiz alınabileceği şeklinde (Tesniye, 23/19-20) bir yorum ve uygulama getirmişlerdir. Aslında konuyla ilgili olarak mevcut Tevrat’ta yer alan âyetler topluca ele alındığı takdirde tahrifin mevcudiyeti ortaya çıkmaktadır. Meselâ Tevrat’ta faiz yemeyeni öven ifadeler vardır. Nebî Hezekiel’in iyi insanı tavsif ederken, “Faizle para vermez, murabaha kârı almaz” (Hezekiel, 18/8) şeklinde sözleri bunlardandır. Kur’ân-ı Kerîm’in faizin yahudilere yasaklandığını haber vermesi faizin kaynağına dikkat çekmesi bakımından önemlidir. Zira Arap toplumunda faizin yaygınlaşmasının önemli sebeplerinden biri de onların komşuları olan yahudilerin uygulamalarıdır.
Hadis literatüründe. Kur’an’da yer alan borç faizi ve sadece sünnetin koyduğu alışveriş faizi olmak üzere iki grup hükmün bulunduğu tesbit edilmektedir. Borç faizi hakkındaki hadisler çok azdır. Bu durum borç faizinin yeterince bilindiğini göstermektedir. Hz. Peygamber bu konudaki ilk açıklamayı, Amroğullarının Mugîreoğullan’ndan faiz alacaklarını talep etmeleri üzerine yapmıştır. Henüz tahsil edilmemiş faizleri bırakmayı emreden âyetin inmesi üzerine Hz. Peygamber Mekke Valisi Attâb b. Esîd’e mektup yazarak, “Ya razı olurlar ya da onlara harp ilân edersin” (Taberî. VI, 23) demiştir. Resûl-i Ekrem’in Veda haccında faiz yasağıyla ilgili olarak yaptığı açıklama da yine borç faiziyle ilgilidir.
Alışveriş faizi Araplar’ın daha önce bilmedikleri, ilk defa Hz. Peygamber tarafından açıklanan bir faiz çeşididir. Peşin alışverişlerde ortaya çıkan faize “fazlalık faizi” (ribe’l-fadl), vadeli alışverişlerde ortaya çıkan faize de “veresiye faizi” (ribe’n-nesîe) denilmiştir. Alışveriş faizi hakkındaki ilk açıklama 7. (628) yılda gerçekleşen Hayber Gazvesi sırasında yapılmıştır. Kur’an borç faizini Medine döneminin ikinci veya üçüncü yılında yasaklarken alışveriş faizinin yasaklanma süreci bundan dört beş yıl sonra başlamıştır. Gazveye katılan Ubâde b. Sâmit’in rivayet ettiği hadis, alışveriş faizinin iki çeşidini de açıklamakta ve bu konudaki hadislerin bütünlük ve mükemmellik açısından en önemlisi olarak görülmektedir. Hadisin meali şöyledir: “Altına karşılık altın, gümüşe karşılık gümüş, buğdaya karşılık buğday, arpaya karşılık arpa, hurmaya karşılık hurma, tuza karşılık tuz cinsi cinsine birbirine eşit ve peşin olarak satılır. Malların sınıfları değişirse peşin olmak şartıyla istediğiniz gibi satın” (Müslim, “Müsâķāt”, 81; Tirmizî, “BüyûǾ”, 23). Bu hadis, önemli olmayan bazı lafız farklılıklarıyla Ebû Saîd el-Hudrî ve Ebû Hüreyre gibi sahâbîlerden de rivayet edilmiş olup hemen hemen bütün sahih hadis kitaplarında yer almaktadır (Buhârî, “BüyûǾ”, 74-82; Müslim, “Müsâķāt”, 79-104). Bu hadislerden birinin devamında, “Müşteri evine girecek kadar bile vade isterse vermeyiniz; çünkü sizin hakkınızda ramâdan (ribâ) korkuyorum, rama ise faizdir” (el-Muvaŧŧaǿ “BüyûǾ”, 34-35; Müsned, II. 109) ifadesi yer alır. Sıhhati hakkında ittifak edilen ve “Üsâme hadisi” diye meşhur olan, “Faiz ancak veresiyede cereyan eder” (Müsned, V, 200; Müslim, “Müsâķāt”, 86) mealindeki hadis eskiden beri dikkatleri çekmiştir. Hadisin, “Peşin muamelede faiz cereyan etmez” şeklinde değişik bir lafızla da rivayet edilmiş olması (Müslim, “Müsâķāt”, 103), onun borç değil alışveriş faizi konusunda olduğunu gösterir. Ancak bu hadisin peşin değişimlerdeki fazlalığın da faiz olduğunu bildiren hadislerle çeliştiği ve iki grup hadisin uzlaştırılması gerektiği açıktır. Buğdayla arpa ve altınla gümüşün fazlalıkla mübadelesinin sorulması üzerine Hz. Peygamber’in verdiği, “Faiz ancak veresiyede cereyan eder” cevabını nakleden Üsâme’nin baştaki soruyu işitmeyip sadece cevabı duymuş olması, yahut işittiği halde rivayetinde bu soruya temas etmemiş bulunması kuvvetle muhtemeldir (Serahsî, XII, 111-112). İbn Abbas da bu hadise dayanarak peşin muamelelerde faizin cereyan etmediğini söylemiştir (Müslim, “Müsâķāt”, 103). Ancak fazlalık faizini açıklayan hadisin râvisi Ebû Saîd el-Hudrî, İbn Abbas’ın bunu kabul etmeyip yalnız veresiye olması halinde faiz olacağını söylediği kendisine bildirilince durumu tahkik için onunla görüşmüş. İbn Abbas da Ebû Saîd’in Hz. Peygamber’i kendisinden daha iyi tanıdığını, Kur’an’da da böyle bir hükmün varlığını tesbit etmediğini ve söz konusu hadisi Üsâme b. Zeyd’den işittiğini söylemiştir (Müslim, “Müsâķāt”, 104). Sonuçta İbn Abbas’ın alışveriş faiziyle ilgili hadisleri duyunca bu görüşünden vazgeçtiği bildirilmektedir (a.e., “Müsâķāt”, 100; Karaman, İslâm Hukuku, II, 208).
Faizin alacaklıya menfaat sağlayan özelliğini belirten rivayetlere gelince, Abdullah b. Selâm’a göre bir yük saman veya arpa yahut kuru yonca bile olsa
borçlunun alacaklıya hediye edeceği her şey faizdir (Buhârî, “Menâķıbü’l-enśâr”, 19) Konuyla ilgili olarak fıkıh literatüründe sıkça kullanılan, “Menfaat sağlayan her ödünç faizdir” mealindeki hadis ise sahih hadis kitaplarının hiçbirinde yer almayıp Haris b. Ebû Üsâme’nin Müsned’inde ve Beyhakî’nin es-Sünenü’l-kübrâ’sı (V, 350) gibi hadis mecmualarında daha çok sahabe sözü olarak rivayet edilir (İbn Hacer, el-Meŧâlîbü’l-Ǿâliye, (41); Aclûnî, Keşful-ħafâǿ II, 125). Birçok hadis âliminin sıhhati konusunda ciddi itirazlar ileri sürmesine rağmen bu hadisin sonraki dönem literatüründe yer alması ve özellikle fakihler arasında oldukça rağbet görmesi, herhalde o döneme kadar teşekkül etmiş klasik fıkıh anlayışıyla uyum göstermesi sebebiyledir. Sâmî Hasan Ahmed Hamûd, borçlunun şart kılınmaksızın ödünç sahibine gönül rızasıyla verdiği maddî fazlalıkla şükran duygularını dile getirmesi ve ödünç sahibini hayırla yâdetmesi gibi hususların faiz kapsamına girmemesi, ayrıca söz konusu hadiste geçen menfaatin ödünç veren lehine şart kılınmış maddî bir kazanç olduğunun belirtilmemesi sebebiyle hadisin Hz. Peygamber’e ait olamayacağını, belki bir sahâbî tarafından söylendiğini öne sürmektedir (Taŧvîrü’l-aǾmâli’l-maśrifiyye, s. 292). Ancak her borçlunun alacaklısına hediye vermesinin yaygınlaştığı bir toplumda para sahipleri artık bu hediye beklentisiyle ödünç verir hale geleceklerinden şart koşulmasa bile bu hediyeler de faiz hükmünü alır. Çünkü âdet haline gelen bir uygulama şart kılınmış hükmündedir (el-Muvaŧŧaǿ, “BüyûǾ”, 90; Serahsî, XVI, 36). Bu sebeple anılan hadisten sarfınazar edilmesi mümkün değildir.
Alışveriş faiziyle ilgili hadislerden anlaşıldığına göre aynı cins para veya malların birbiriyle peşin mübadelesinde bedellerden birindeki fazlalık faizdir; buna fazlalık faizi denir. Bedellerden birinin parayla alınıp satıldığı durumlar hariç bu malların birbiriyle vadeli olarak mübadelesinde de ister tek bedel ister iki bedel de vadeli olsun yine faiz cereyan eder; cinslerin aynı veya ayrı miktarların eşit veya farklı olması durumu değiştirmez. Bu konuda mislî mallarla kıyemî mallar arasında da fark yoktur. Bu faiz türüne de veresiye faizi adı verilir. Fazlalık faizi, aynı cinsten iki malın veya paranın peşin mübadelesinde bedellerden birinde bir fazlalığın bulunması halinde gerçekleşir. Nicelik olarak ölçülebilen bu fazlalık mallar arasındaki kalite, ayar veya işçilik farkından dolayı verilse bile faiz kapsamına girmektedir. Meselâ işlenmiş bir altın, fazla miktarı işçiliğe karşılık tutularak kendisinden daha ağır bir altınla mübadele edilemez. Çünkü Hz. Peygamber içinde altın, gümüş ve cevher bulunan bir gerdanlığın tahminî bir para (altın) karşılığında satışına izin vermemiştir. Gerdanlıktaki altınların çıkarılmasını emretmiş ve altınlar çıkarıldıktan sonra, “Altını altın karşılığında tartı ile (eşitliğe riayet ederek) mübadele edin” demiştir (Müslim, “Müsâķāt”, 89-92). Buna göre meselâ 24 ayar 10 gram altın 18 ayar 12 gram altınla veya 10 gramlık bir bilezik 12 gramlık külçe altınla değiştirilse bu gram farkları fazlalık faizi sayılır. Fazlalık faizi altın ve gümüşün dışında kalan malların peşin değişiminde de cereyan edebilir. Nitekim Ebû Saîd el-Hudri ve Ebû Hüreyre’den nakledilen bir hadisin meali şöyledir: “Resûlullah bir zatı Hayber’e vali göndermiş, o da kaliteli bir hurma getirmişti. Resûl-i Ekrem ona, ‘Hayber’in bütün hurmaları böyle midir?’ diye sordu: O da, ‘Hayır yâ Resûlallah! Biz bunun bir ölçeğini iki ölçeğe, iki ölçeğini üç ölçeğe alıyoruz” cevabını verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Öyle yapma; âdi hurmayı para ile sat, sonra bu para ile kaliteli hurma al’ dedi” (a.g.e., “Müsâķāt”, 81). Bu yasak, alışverişe konu malın miktar, kalite ve vasıf itibariyle bilinir olmasını ve parayla değerinin belirlenmesini sağlayarak hem aldanmayı önleme, hem de paraya dayalı piyasa ekonomisini canlandırma gibi sebeplere dayanmaktadır.
Veresiye faizi, ister aynı ister farklı cinsten olsun, faize konu teşkil eden iki malın mübadelesinde bedellerden birinin veya her ikisinin vadeli olması halinde gerçekleşir. Karşılıklı bedeller eşit tutulmuş olsa bile vade halinde veresiye faizi doğar. Meselâ 10 gram altın, vadeli 10 gram altın veya 750 gram gümüş karşılığında satılırsa veresiye faizi ortaya çıkar. Alınan ve verilen miktarların eşit olması şartıyla ödünç akdinde faizin söz konusu olmadığını belirtmek gerekir. Bunun sebebi ödünç akdinin teberru sayılması ve konan vadenin bağlayıcı olmamasıdır.
İslâm’ın izin verdiği vadeli satış türü bedellerden birinin para olduğu muameledir. Paralı bir muamelede ister mal peşin, para vadeli, ister para peşin, mal vadeli olsun alım satım caizdir.
3. İslâm Hukukçularının Faizle İlgili Görüşleri
Faiz konusunda klasik fıkıh literatüründe yer alan yorum ve tartışmalar İslâm’da faizin niçin yasaklandığı, faizin ferdî ve içtimaî hayatta yol açtığı zararların neler olduğu konusundan ziyade faizli İşlemlerin ve faiz yasağının hukukî çerçevesinin çizilmesi ve bu hususta objektif ve açık kriterlerin geliştirilmesi noktasında yoğunlaşmıştır. Şüphesiz ki bu anlayışta, faizin İslâm’da açık ve kesin olarak yasaklanmış, bu yasağın müslüman toplumlarca ittifakla benimsenmiş ve o dönemlerde faize ihtiyacın hissedilmediği bir ticarî ve iktisadî hayatın geliştirilmiş olmasının yanı sıra, müslüman toplumlarda çağımızda olduğu şekliyle faize dayalı ekonomi anlayış ve uygulamasının fiilî veya doktriner tarzda ağır baskılarının bulunmayışının da rolü vardır.
Fıkıh kitaplarında mezhep imamlarının faizle ilgili değerlendirmelerinde hareket noktası, Ubâde b. Sâmit ve Ebû Saîd el-Hudrî’nin rivayet ettikleri “altı eşya hadisi” diye meşhur olan hadistir. Bu hadiste Hz. Peygamber altın, gümüş, buğday, arpa, hurma ve tuzun birbiriyle mübadelesinde hangi şartlarda faizin tahakkuk edeceğini açıklamıştır. Bu altı eşyada faizin cereyan ettiği ittifakla benimsenmiştir. Ancak mezhep imamları ve fakihler, bu altı maddenin o günün şartlarında en çok mübadele edildiği ve diğer mallar için ölçü olabilecek özellikler taşıdığı için örnek olarak mı zikredildiği, yoksa faizin sadece bu altı maddenin mübadelesinde mi söz konusu olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptir. Kıyası hukukî bir delil olarak kabul etmeyen Zahirî mezhebiyle sadece bu meselede kıyas yapmayan Osman el-Bettî, ayrıca Katâde b. Diâme, Tâvûs b. Keysân, Mesrûk b. Ecda‘, Şa‘bî Ve Hanbelîler’den İbn Akil’e göre faiz yalnız bu altı maddenin peşin veya veresiye mübadelesinde söz konusudur (Serahsî, XII, 1l2). Dört mezhebin de dahil bulunduğu büyük çoğunluğa göre ise faiz bu altı maddeye münhasır kalmayıp başka mallarda da cereyan eder. Ancak bu altı maddede ve bunlara kıyasen diğer mallarda faizin cereyan etmesine sebep teşkil eden özelliğin ne olduğu hususunda ihtilâf edilmiş, bu ise “faizde illet” meselesini ortaya çıkarmıştır.
İslâm hukukçuları arasında faizin haram olduğu konusunda görüş birliği bulunmakla birlikte nerelerde cereyan ettiği
hususunda değişik fikirler ileri sürülmüştür. Bu farklı görüşler, fıkıh mezheplerinin faiz hükmünün dayandığı illet konusunda farklı değerlendirmelerde bulunmasından ileri gelmektedir. Faize konu mallarda faizin illeti denilince faiz hükmüne esas teşkil eden ve o malda bulunan açık, belirli ve hissedilebilir vasıf kastedilir. Bu vasfından dolayı o malda faiz hükmü geçerli olur. Hadiste yer alan altı eşyadan altın ve gümüşteki faiz illetiyle diğer mallardaki faiz illeti birbirinden farklıdır.
Altın ve Gümüşte Faiz İlleti. Faizin cereyan ettiği malların başında yer alan altın ile gümüşteki faizin illetinin ne olduğu hususunda üç ayrı görüş ileri sürülmüştür.
a) Cins birliğinin bulunması ve tartılabilir (vezni) olması. Hanefî, Hanbelî, Ca‘ferî ve Zeydî âlimlerinin benimsediği bu görüşe göre altın altınla veya gümüş gümüşle mübadele edildiğinde fazlalık faizine engel olmak için bedellerin eşit ağırlıkta bulunması şarttır. Cinsler değiştiği takdirde (Altınla gümüşün mübadelesinde olduğu gibi peşin mübadelede bedeller farklı ağırlıklarda olabilir. Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf bir felsin iki fels ile mübadelesinin caiz olduğu görüşündedir. Çünkü bunlar tartı ile değil sayı ile mübadele edilir. Sayı ile mübadele edilen mallarda fazlalık faizi cereyan etmez. İmam Muhammed ise felsleri altın ve gümüş gibi para semen) olarak telakki ettiğinden bu tür bir işlemin faiz olacağı görüşündedir. Çünkü felsler de teamül ile para yerini almıştır.
b) Altın ve gümüşte faizin illeti semeniyyet vasfının galip olmasıdır. Şafiî mezhebince benimsenen bu görüş Mâlikîler’de de yaygındır; Hanbelî mezhebinde İmam Ahmed’den rivayet edilen ikinci görüş de bu yöndedir. Para olma vasfının altın ve gümüşte galip olması demek diğer paraların bunlara kıyas edilmemesi, para deyince akla sadece altın ve gümüşün gelmesi demektir.
c) İllet mutlak mânada semeniyyet vasfıdır. Mâlikî mezhebinin yaygın olmayan telakkisi bu yöndedir. Hanbelî fakihlerinden İbn Teymiyye’nin, “Felsler para oldukları takdirde bir para diğerine karşılık vadeli satılamaz” (MecmûǾu Fetâvâ, XXX, 472) şeklindeki ifadesinden onun da bu görüşte olduğu anlaşılmaktadır. Bu anlayışa göre altın ve gümüşte faizin cereyan etme sebebi bunların mutlak mânada para olmalarıdır; yani başka hiçbir özellikleri bulunmasa bile sadece para vasfını taşımaları bu maddelerde faizin oluşması için yeterlidir. Şu halde eşyanın fiyatı ve değer ölçüsü olması itibariyle mübadele vasıtası olarak kullanılan şeyin hükmen para sayılabilmesi onun altın ve gümüşle kıyaslanmasına bağlıdır. Felsler gibi altın ve gümüş dışındaki madenlerden yapılan paralarla günümüzde hemen hemen bütün toplumların kullandığı kâğıt paralar da altın ve gümüş gibi kendisinde faizin tam anlamıyla cereyan ettiği mübadele vasıtalarıdır.
İslâm hukukçularının para olarak altın ve gümüşü esas almalarına rağmen tarih boyunca para, trampadan başlayıp mal-para ve kâğıt para ile birlikte banka parası şeklinde gelişmiş ve insanlar çok çeşitli maddeleri para olarak kullanmışlardır. Bugün revaçta bulunan kâğıt para dünyanın her yerinde kullanılmakta ve paranın bütün fonksiyonlarını görebilmektedir. Bunun yanı sıra kaydî paranın da (banka parası) kullanılır hale gelmesi para kavramının gittikçe soyutlaşması anlamına gelmektedir. İletişimde ve elektronik bilgisayar alanındaki gelişmeler sayesinde bankacılık işlemlerinin daha da soyutlaşacağı muhakkaktır. Nitekim bilgisayar terminalleri vasıtasıyla birçok işlemin merkezî hafıza veya veri bankalarına kaydedildiği günümüzde cepte para taşıma ihtiyacı gittikçe azalmakta, fertlerin bütün gelir ve harcama bilançolarının otomatik kayıtlar şeklinde cereyan edeceği ve yerini bu işlemlere bırakan paranın sadece bir hesap birimi fonksiyonu göreceği günler pek uzak görünmemektedir (Samuelson, s. 262). Bu gelişmeler para kavramının, paranın fonksiyonlarını görebilecek somut veya soyut bütün eşyaya taşınması gereğini ortaya koymaktadır. Bu durumu dikkate alan çağdaş İslâm hukukçuları arasında altın ve gümüşte faiz illeti olarak mutlak semeniyyet görüşü kuvvet kazanmış bulunmaktadır (Sâmî Hasan Ahmed Hamûd, Taŧvîrü’l-aǾmâli’l-maśrifiyye, s. 196; Karaman, İslâm Hukuku, II, 215; Erkal, s. 179-182). Zira bu illet, altın ve gümüşle birlikte ister kâğıt para olsun ister bakır, alüminyum ve nikelden yapılmış madenî para şeklinde veya başka şekillerde olsun, eşyaya fiyat ve değer ölçüsü olma özelliği taşıyan ve paranın bütün fonksiyonlarını gören her çeşit mübadele vasıtasının hukukî olarak para kapsamına alınmasını sağlamakta ve faiz yasağı konusunda şâriin maksadına daha uygun görünmektedir (Sâm Hasan Ahmed Hamûd, Taŧvîtrü’l-aǾmâli’l-masrifiyye, s. 196). Aksi takdirde kıymetli maden olma vasfı giderek ağırlık kazanan altın ve gümüşte veya bütün para fonksiyonlarını görmekle birlikte ölçülüp tartılamayan kâğıt parada faizin cereyan ettiğini söylemek pek mümkün olmayacaktır. Bu durumda ise kâğıt para, bütün faiz işlemlerinin üzerinde cereyan ettiği ve insanların faizden kaçmak için sıkça başvurdukları bir vasıta durumuna gelecektir. Esasen fakihlerin altın ve gümüşte faiz illetiyle ilgili görüşleri dikkatle incelendiğinde onların bu iki madendeki temel özelliğin mutlak semeniyyet olduğunu kabul ettikleri anlaşılır.
Öte yandan Hanefîler, Şafiî ve Mâlikîler’in iki madende semeniyyet vasfının galip olması illetini tesbit ettikleri halde bu illeti taşıyan diğer maddelere aynı hükmü uygulamamalarını çelişkili bularak tenkit etmişlerdir (Nevevî, IX, 445). Zira bir malda faiz illeti bulmak demek, aynı illete sahip diğer mallarda da aynı hükmü uygulamak demektir. Eğer böyle yapılmayacaksa esasen para olma vasfı nasla bilinen altın ve gümüş için illet tesbit etmeye ihtiyaç kalmaz. Nitekim para konusunda diğer madenî paraları altın ve gümüşe kıyas etmeyen Şâfiîler’in zekât konusunda, para olarak revaç bulması veya ticaret metaı haline gelmesi durumunda felslerden de zekât verilmesi gerektiğine dair Hanefîler’in görüşlerine katılmaları, onların felslerdeki para olma hususiyetini benimsediklerine delâlet etmektedir. Mâlikîler de umumiyet itibariyle felsi para olarak kabul etmemekle birlikte İmam Mâlik’in şu sözleri onun bu konudaki geniş ufkunu göstermektedir: “Felslerin altın veya gümüş karşılığında vadeli mübadelelerinde hayır yoktur. Hatta insanlar, derileri sikke yapıp para haline getirselerdi bunların altın veya gümüş karşılığında vadeli mübadelelerini hoş karşılamazdım” (Bk. Sahnün, III, 395-399). İmam Mâlik, kendi arkadaşları tarafından bile tam anlaşılamadığı için meşhur olmayan bu görüşüyle Mâlikîler açısından felslerin para olması konusuna önemli bir açıklık getirmektedir. Zira felslerin altın ve gümüş karşılığında vadeli mübadelesinin yasaklanması onların para olarak değerlendirildiğini gösterir. Paralarla ilgili mutlak semeniyyet anlayışını Halife Ömer’in de benimsediğini söylemek mümkündür. Belâzürînin kaydettiğine göre Hz. Ömer deve derisinden dirhem yapmak istemiş, fakat deve türünün bundan zarar göreceği kendisine söylenince vazgeçmistir
Fütûh, s. 456). Hz. Ömer’in bu telakkisi, onun madenî olmamakla birlikte değer ölçüsü taşıyabilecek itibarî bir mübadele vasıtasına ulaşma konusundaki ileri görüşlülüğünü aksettirmektedir (Sâmî Hasan Ahmed Hamûd, Taŧvîrü’l-Ǿa- mâlil-maśrifiyye, s. 193).
Ebû Hanîfe ile Ebû Yûsuf’a göre fels!er sayı ile işlem gördüğü ve sayıya tâbi mallar da faiz malı sayılmadığı için bir felsin peşin iki felsle mübadelesinde fazlalık faizi cereyan etmez (Mergînânî, III, 107; İbn Âbidîn, V, 175). Bu ictihaddan, bugünkü kâğıt paraları fels yerine koyarak sayı ile işlem görmelerinden hareketle bunlarda da faizin cereyan etmeyeceği sonucu çıkarılamaz. Zira felsler hakkındaki bu ictihad onların mislî mal olmaması esasına dayandırılmıştır. Kâğıt paraların ise mislî değer olduklarında şüphe yoktur. İmam Muhammed, felslerin revaç bulması halinde altın ve gümüşten farkı bulunmayan bir para haline gelebileceklerini ileri sürerek kamuoyunun kabul ettiği her mübadele vasıtasının para vasfını kazanabileceğini ifade etmiştir. İmam Muhammed’in bu içtihadı, Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf’un aksine altın ve gümüşteki faiz illetinin mutlak para olma vasfı olduğunu teyit etmektedir. Ca‘feriyye mezhebine gelince, altın ve gümüşte mevcut cins ve tartı birliği şeklindeki faiz illeti ölçü alınarak kâğıt parada faizin cereyan etmeyeceği görüşü yanında (M. Bakır Sadr, el-Benk, s. 173), altın ve gümüşün eşyaya fiyat olma özelliğinden doğan faiz cereyan etme hükmünü kâğıt paralara da tamim etmenin gerekeceği, mal gibi alınıp satılmadıkça türü ne olursa olsun fonksiyonu para olan her nakde bu hükmün uygulanacağı yönünde görüşler de ileri sürülmüştür (M. Cevâd Mağniyye, III. 265-266).
Buğday, Arpa, Hurma ve Tuzda Faiz İlleti. Hanefîler’e göre, cins ile miktarın kabul edilmesinden hareketle bu dört malda da faiz illeti cins birliğiyle beraber bunların hacmen ölçülebilir (keylî) olmalarıdır. Bu mallara kıyasen mısır, pirinç, mercimek gibi hububatın yanı sıra gıda maddesi olmasa bile kireç, kına gibi hacim hesabıyla ölçülen mallarda yine faiz cereyan eder. Aynı hüküm altın ve gümüş dışında tartılabilir mallarda da geçerlidir. Buna göre demir, bakır, kurşun gibi madenlerde, değerli taşlarda, et, balık, yağ, sebze, şeker ve bazı meyvelerde de belirtilen şartlar çerçevesinde faiz cereyan eder. Ölçü veya tartıya tâbi malların kendi aralarındaki peşin mübâdelelerinde bedellerden birindeki artıklık fazlalık faizine yol açarken cinsleri ister aynı ister farklı olsun, bedellerden birinin vadeli olduğu mübadelelerde de veresiye faizi cereyan eder. Ancak tartılan mallarda veresiye faizinin bir istisnası, veresiye mübadelede bedellerden birinin para (altın veya gümüş) olmasıdır. Buna göre tartılan bir mal, kendisi gibi tartıya tâbi olduğu halde altın ve gümüş karşılığında veresiye mübadele edilebilir. Hanefîler buradaki tartı birliğini bozmak için malları “kantarla tartılan”, “dirhem ve miskalle tartılan” şeklinde gruplandırarak altın ve gümüşü diğer tartılan maddelerden ayırmışlar ve bu madenlerdeki para olma vasfını ön plana çıkarmışlardır. Ölçü ve tartıya tâbi olmayan, meselâ metre gibi uzunluk ölçüsü (mezrûât) veya sayı hesabıyla miktarı belirlenen mallarda ise (ma‘dûdât) fazlalık faizi değil veresiye faizi cereyan eder (İbn Âbidîn, XI, 125). Yani bu mallar birbirleriyle eşitliğe bakılmadan peşin mübadele edilebilir, ancak veresiye mübadele edilemez. Kısacası Hanefî fakihlerine göre faiz illeti cins birliği ve malların keylî ve veznî olmasıdır. Ölçülen ve tartılan her şeyde faiz hem fazlalık hem veresiye şekliyle, uzunluk ölçüsüne ve sayıya tâbi mallarda ise sadece veresiye şekliyle cereyan eder. Dört maldaki faiz illeti konusunda Hanbelîler, İmâmiyye ve Zeydiyye de Hanefîler’le aynı görüştedir.
Mâlikîlerde ise bu dört eşyada faiz illeti, bunların depolanıp saklanabilen gıda maddeleri olmasıdır. Bu maddeler gibi depolanıp saklanabilen gıda maddelerine “faiz malları” denir. Aynı cinsten bir faiz malının diğeriyle mübadelesinde bedellerden birindeki artıklık fazlalık faizine, cinsler ister aynı ister farklı ve ister faiz malı olsun ister olmasın, iki yiyecek maddesinin veresiye mübadelesinde her durumda veresiye faizi cereyan eder (İbn Cüzey, s. 217-218). Mâlikîler’de faiz illeti olarak saklanan gıda maddesi olma kriterinin kabul edilişi ve bu malların hiçbir şekilde veresiye mübadelelerinin câiz görülmemesi, zaruri ihtiyaç maddelerinin veresiye mübadele yoluyla piyasadan çekilmesinin engellenmesi amacına yönelik olmalıdır.
İmam Şafiî’nin faiz illeti konusundaki ilk görüşü, gıda maddesi olmakla birlikte bu malların ölçülebilir veya tartılabilir nitelikte bulunmasıdır. Buna göre ölçülen ve tartılan gıda maddelerinde faiz cereyan eder. Fakat ölçü ve tartı ile belirlenmeyen gıda maddelerinde, meselâ sayı hesabıyla satılan yumurtada faiz cereyan etmez. Tabiînden Saîd b. Müseyyeb de bu görüştedir. Şafiî’nin mezhepte hâkim kabul edilen daha sonraki görüşüne göre ise faiz illeti, mübadeleye konu olan malın sadece gıda maddesi olmasıdır. Dolayısıyla altın ve gümüş dışında, ister tartılsın veya ölçülsün isterse tartılıp ölçülmesin, gıda maddesi olmayan hiçbir malda faiz cereyan etmez. Buna benzer bir görüş Ahmed b. Hanbel’den de rivayet edilmiştir. Şâfiîler’in bu görüşüne göre gıda maddesi olan bir malın peşin mübadelesinde bedellerden birindeki artıklık fazlalık faizi olduğu gibi bedeller eşit olsa bile birinin veresiye olması halinde veresiye faizi tahakkuk eder. Şâfiîler, farklı cinslerin ister para (altın veya gümüş) ister gıda maddesi olsun birbirleriyle mübadelesinde bedellerden birinin veya her ikisinin veresiye olması halinde doğan faize riben-nesîe yerine “ribe’l-yed” adını verirler.
Faizin illeti hususunda münferit bazı görüşler de vardır. Meselâ Saîd b. Cübeyr’e göre faizin illeti cinsteki menfaatin farklı oluşudur. Şu halde biri fazla olmak şartıyla buğday karşılığında arpanın mübadele edilmesi haramdır. Çünkü menfaatleri birbirinden farklıdır. Bakla karşılığında nohut ve darı karşılığında mısır gibi şeyleri mübadele ederken de mallardan birinde bulunan fazlalık faizdir. Faizin doğmaması için miktarlarda eşitlik şarttır. Muhammed b. Sîrîn ile Şâfıîler’den Ebû Bekir el-Evdî’ye göre ise faizin illeti cinsiyettir. Cinsi cinsine satılan her şeyde, hatta toprak karşılığında toprak, kumaş karşılığında kumaş ve koyun karşılığında koyun satarken bile bedellerden birindeki fazlalık faiz olur. Hasan-ı Basrî de faiz mallarında illeti aynı cins mallardaki değer farkı olarak görmüştür. Ona göre kıymetçe birbirine eşit olmayan aynı cinsten malların mübadelesinde bedellerden birindeki fazlalık faizdir. Rebîa b. Ebû Ab-durrahman’a göre illet malın zekâta tâbi mallardan olmasıdır. Buna göre hayvanlarla ekinlerin zekâta tâbi olanlarında fazlalık haram, olmayanlarında ise haram değildir. Ebû Bekir el-Esamm’a göre faiz mallarında illet bu malların taşıdıkları menfaattir; faydası olan her malda faiz cereyan eder.
Faizin oluşumu için esas kabul edilecek illet konusunda görüşlerin bu kadar farklı olması alışveriş faizi meselesini karmaşık bir
hale getirmiştir. Bir görüşe göre faiz sayılan muamelenin başka bir görüşe göre faiz sayılmaması, bu konuda farklı illetlerin benimsenmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Meselâ illetin yalnız cinsle beraber keyl veya vezin olarak görülmesinin sayı ve uzunluk ölçüsüne tâbi malları faiz kapsamından çıkarması yanında saklanan gıda maddesi olmanın illet olarak görülmesi de bazı gıda maddelerini dışarıda bırakmakta, aynı şekilde sadece gıda maddesi olmanın illet kabul edilmesi gıda maddesi olmayan, fakat hayatî ehemmiyet taşıyan birçok maddeyi faiz kapsamından çıkarmaktadır. Halbuki insanların zaruri ihtiyacını yalnız gıda maddesi olarak görüp meselâ aynı cinsten bir ton kömürün iki ton kömürle mübadelesinin faiz kapsamı dışında tutulması mâkul görünmemektedir. Bugün dünyanın büyük bir kısmında mesken hayatî bir ihtiyaç olduğu için demir, çimento, kereste gibi mallar zaruridir. Aynı şekilde ısınmadan aydınlanmaya kadar birçok önemli ihtiyacın karşılanmasında kullanılan kömür, petrol vb. maddeler de zaruri ihtiyaç maddeleridir. Bu tür malların faiz dışında tutulması şâriin maksadına uygun olmasa gerektir (Karaman, İstâm Hukuku, II, 215).
Şüphesiz faizin yasaklanmasında ki en önemli sebep, onun bir akidde taraflardan birinin aleyhine, öbürünün lehine şart kılınan bir fazlalık olmasıdır. Faizin illeti konusunda ileri sürülen görüşler de bu haksızlığı tesbit edip önlemek içindir. Ancak bu konudaki görüşler ele alındığında bunların Hz. Peygamber’in faizle ilgili hadislerine bir bütün olarak bakmayıp genellikle meselenin sadece bir yönünü esas aldıkları görülmektedir. Meselâ Hanefiler, hadisteki “tartısı tartısına” ve “ölçeği ölçeğine” ifadelerinden hareketle faiz mallarının ölçü ve tartıya tâbi olma özelliğini, Şâfiîler malların yiyecek maddesi olma vasfını, Mâlikîler bu yiyecek maddelerinin saklanabilme özelliğine sahip olmasını ön plana çıkarmışlardır. Halbuki Hz. Peygamber’in faizle ilgili hadislerinin bütününü göz önünde bulundurup illet konusunda serdedilen görüşleri de dikkate alarak bir hükme varmak gerekirse hadiste geçen “altın ve gümüş” ile, hangi devirde olursa olsun umumi iradenin kabul edip eşyaya fiyat ve değer ölçüsü olarak kullandığı her çeşit mübadele vasıtasının kastedildiğini, diğer dört mal ile de insanların faydalandığı, aralarında geliştirdikleri çeşitli ölçü aletleriyle miktarlarını belirleyip mübadelede bulundukları, alım satım konusu olabilen bütün malların kastedildiğini söylemek mümkün olur (a.g.e., II, 214).
Günümüz hukukçularının benimsediği, faiz mallarının sahasını genişletme şeklindeki bu yaklaşım, en azından bütün mislî malların faiz kapsamına girmesi sonucunu doğurmaktadır. Bu konudaki hadislerden anlaşıldığına göre fazlalık faizi, mislî bir malın kendi cinsiyle mübadelesinde bedellerden birinde diğerine göre bir fazlalık olması halinde gerçekleşmekte ve Hz. Peygamber bu faizin doğmaması için malın misliyle ve bağlı olduğu ölçü birimine göre miktarca eşitliği sağlanarak mübadele edilmesini şart koşmaktadır. Hadislerdeki “misli misline” ve “birbirine eşit” ifadelerinden bu anlaşılmaktadır. Mutlak olarak zikredilen “birbirine eşit” ifadesi, eşyanın miktarını belirlemede kullanılan bütün ölçü birimlerini içine almaktadır. Bundan dolayı Resûl-i Ekrem’in, ölçü birimi ne olursa olsun bütün mislî malları faiz malı olarak kabul ettiğini söylemek gerekir. Bu mallarda faizin illeti, aynı cinsten ve aynı ölçü birimine bağlı mislî mal olması özelliği olarak gösterilebilir. Dört malda faiz illeti konusunda diğerlerine göre en şümullü illeti tesbit eden Hanefiler’le aradaki fark bu görüşün mislî olan bütün malları, yani sayı ve uzunluk ölçüsüne tâbi olanları da faiz kapsamına almasıdır.
Hz. Peygamber’in alışveriş faiziyle ilgili hadisinde yalnız ağırlık ve hacim ölçüsüne tâbi mallardan söz edilmesinin sebebine gelince bu konuya getirilecek açıklama, aynı zamanda Hanefîlerin uzunluk ölçüsü ve sayı hesabına tâbi malları fazlalık faizi kapsamına almamalarının da sebebini teşkil eder. Öyle anlaşılıyor ki hem Resûl-i Ekrem’in zamanında, hem de bu mezhebin esaslarının teşekkül ettiği sırada kumaş gibi uzunluk hesabına ve kap kaçak gibi sayı hesabına tâbi eşyanın basit şekilde üretilmesi, bu malların mislî mal şeklinde görülmeyip kıyemî mal olarak değerlendirilmesi sonucunu doğurmuştur. Birçok alanda seri üretime geçilen günümüzde ise çeşitli vasıfları bakımından büyük ölçüde birbirine benzeyen tekstil ürünleri, buzdolabı, otomobil gibi eşya, araç ve gereçler tam anlamıyla mislî mal haline gelmiştir.
Uzunluk ve sayı hesabına tâbi malları fazlalık faizi kapsamına almayan Hanefîler’in o günün şartlan içinde yukarıdaki görüşlerin en kapsamlısına sahip olduğu, bu malları faize dahil etmeme sebebinin ise bunların o dönemde mislî mal olmaması gibi haklı bir gerekçeye ve sosyoekonomik realiteye dayandığı anlaşılmaktadır. Nitekim İbnü’l-Hümâm, Mergînânî’nin faiz illetini “kadr ve cins” şeklinde ifade ederek “kadr” (miktar) kelimesini mutlak olarak zikretmesine, bunun ağırlık ve hacim ölçüsüyle birlikte sayı ve uzunluk ölçüsünü de içine alabileceği gerekçesiyle ve mezhepte yerleşik görüşe dayanarak itiraz etmekte, illetin “kadr ve cins” değil “vezn ve cins” ve “keyl ve cins” olduğunu vurgulamaktadır (Fetĥu’l-ķadīr, V, 274, krş. İbn Âbidîn, V, 173). Burada İbnü’l-Hümâm dönemin tarihî ve sosyoekonomik realitesi sebebiyle. Mergînânî de muhtemelen sayı ve uzunluk ölçüsüne tâbi mallarda gördüğü misliyet özelliğinden dolayı haklıdır. Nitekim bu mallar günümüzde kesin olarak mislî hale gelmiştir ve fazlalık faizi kapsamına dahil edilmektedir.
Öte yandan mallara ait ölçü birimlerinin zamanla değişmesi, keylî bir malın veznî olmasına yol açtığı gibi adedî veya zer‘î bir malın da veznî olmasına sebep olmuştur. Meselâ şer’an keylî sayılan hububat bugün büyük ölçüde veznî duruma gelirken kavun, karpuz, hatta havlu ve bazı kumaşlar bile artık tartılarak satılmaktadır. Ayrıca paketleme ve ambalajlama birçok malı sayı hesabıyla alınıp satılır hale getirmiştir. Fakihlerin çoğunluğunun, malların ölçü birimlerinin başta tesbit edildiği gibi devam edeceğine dair görüşüne karşılık Ebû Yûsuf ölçü birimlerinin örfe göre değişebileceğini söylemektedir. Ebû Yûsuf’a göre Hz. Peygamber’in malların bazısını veznî, bazısını da keylî olarak beyan etmesi o zamanki örften dolayıdır. Şu halde örfün değişmesiyle malların ölçü birimleri de değişebilir (İbn Âbidîn, V, 176-177). Bu takdirde önceleri sayıya tâbi iken faiz hükmüne dahil edilmeyen kavun, karpuz gibi malların daha sonra tartılarak satılması ile faizin cereyan ettiği mallar kategorisine girmesi ve diğer sayı veya uzunluk ölçüsüne tâbi malların da faiz malları kapsamına alınması isabetli görünmektedir.
Veresiye faizine gelince, gıda maddesinin saklanabilme özelliğine dikkat çekmekle faiz illetinde vade unsuruna bir ölçüde yer veren Mâlikîler hariç faizde illetle ilgili görüşler, veresiye faizinin esas unsuru olduğu anlaşılan vadeye gereken ağırlığı vermemiştir. Para-mal veya mal-para mübadelesi dışında veresiye mübâdelelerde
faizin illetinin tek başına bu vade unsuru olduğu anlaşılmaktadır. Sadece mislî mallarda değil, ihtilâf olmakla birlikte Hz. Peygamberin kıyemî malların bile vadeli mübadelesini yasakladığı rivayeti bunu gösterir. Ayrıca gümüşün gümüş veya altın karşılığında vadeli satışını yasaklayan hadisin (el-Muvaŧŧaǿ, “BüyûǾ”, 34-35) mutlak bir ifadeyle vadenin her çeşidini menetmesi de veresiye mübadelelerde faizin illetinin vade olduğunu ortaya koyar. Çünkü vadeli mübadelede bedellerin cinsi ve miktarı önemli değildir. Ubâde hadisinde Resûl-i Ekrem’in, “Malların sınıfları değişirse peşin olmak şartıyla istediğiniz gibi satın” (Müslim, “Müsâķāt”, 81) demesi, malların cins ve miktarlarında ki farklılık veya ayniyetin vadeli mübadeledeki haram hükmünü değiştirmediğini belirtmektedir. Diğer taraftan Hanefî mezhebinde sayıya ve uzunluk ölçüsüne tâbi malların peşin mübadelesine izin verilirken bedellerin eşit olması halinde bile vadeye izin verilmemesi, ayrıca mal sınıflarının değişmesi durumunda da mübadelenin peşin olmasının istenmesi, veresiye faizinde illetin cins ve miktar birliği olmayıp vade olduğunu gösterir.
Vadenin önemi, iki bedel arasında ortaya çıkabilecek değer farklılaşmasının eşitsizliğe zemin teşkil etmesinden kaynaklanmaktadır. Bir yandan mal ve para piyasalarında meydana gelen yükselme ve düşmeler, öte yandan alacaklının vade İçinde parasını veya malını kullanma imkânından mahrum kalması sebebiyle karşılaşabileceği fırsat kaybı, yahut borçlanılan para veya mal biriminin ani değer kazanmasıyla borçlunun yükünün ağırlaşması bu farklılaşma ve eşitsizliğin önemli faktörleridir. Şu halde en önemli belirsizlik, dolayısıyla anlaşmazlık kaynağını teşkil eden vade veresiye mübadelelerde faizin temel illeti olmalıdır.
Sonuç olarak fazlalık faizi, aralarında kalite ve vasıf farkı olsa bile mislî bir malın kendi cinsinden bir mal ile mübadele edilmesi halinde bedellerden birinde bulunan kemmî fazlalık, veresiye faizi ise ister aynı ister farklı cinsten olsun, mislî veya kıyemî iki malın mübadelesinde bedellerden birinin vadeli olması halinde vade farkından doğan takdirî ve hükmî fazlalıktır.
İslâm dininde bütün emir ve yasaklar müslümanlar nazarında dinî inanç ve mükellefiyet boyutuna sahip olduğu gibi fert ve toplumun umumi menfaatiyle ilgili birtakım hikmet ve amaçlar da taşır. Özellikle muamelât alanında dinin emir ve yasaklarının hikmeti insanlar tarafından çok defa kolaylıkla anlaşılabilmektedir. İslâmiyet’in ticaret ve kazancı serbest bırakırken faizi yasaklamış olmasının bilinemeyen bazı hikmetleri bulunsa bile öncelikle fert ve toplumun ortak yararını korumayı hedef aldığı muhakkaktır. Ekonomik hayatta faiz, kaynakların tam kapasite ile kullanılmasını ve sermaye sahiplerinin yatırıma yönelmesini önlediği için toplum içinde işsizliği arttırmakta, yatırımlarda faizli kredilerin kullanımı üretimde maliyetlerin yükselmesine ve sunî fiyat artışına yol açmakta, bu arada kalıcı, fakat az kâr getiren yatırımların ihmal edilmesi sonucunu doğurmaktadır. Faizle giderek katlanan ve çoğalan sermaye her yönden toplum üzerinde hâkimiyet kurup onu yönlendirebilecek bir konuma gelmekte, topluma yön vermesi gereken asıl değerler ise sermaye ile ilişkileri derecesinde rağbet görmektedir. Değerlerin altüst olup yardımlaşma, dayanışma, sevgi ve şefkat gibi insanî hasletlerin yerini daha çok para ve itibar kazanma hırsının aldığı cemiyetlerde yeni nesillerin de bu değerlerle yetişeceği, bencilliğin körüklenip insanların barbarca bir hayat mücadelesine sürükleneceği açıktır. Faizli dış borçlar da kalkınmakta olan ülkeleri giderek ağır bir borç batağına sürüklemekte, neticede iktisadî hatta siyasî istiklâllerini ciddi ölçüde tehdit etmeye başlamaktadır. Faiz, var olduğu günden itibaren daima güçlünün ve sermaye sahibinin yararına çalışan, zayıf, muhtaç kimselerin durumlarını da gittikçe kötüleştiren bir işleve sahip olmuştur. Çağımızda küçük tasarruf sahiplerinin faiz yoluyla gelir elde ettiği, faizin sermaye birikimine ve gelirin tabana yayılmasına hizmet ettiği söylense de aracı kurumların düşük faizle topladıkları sermayeyi yüksek faizle yatırımcılara verdiği, yüksek faiz oranının sebep olduğu maliyet artışlarının ve enflasyonun sonuçta küçük tasarruf sahiplerinin kazancını yok ettiği ve toplumun daha büyük kesimini teşkil eden dar gelirlileri ezdiği bilinmektedir. Bu sebeple İslâm dini faizi yasaklayarak ekonomik hayatta kâr ve riskin emek ve sermaye tarafından birlikte paylaşılmasını, alınterini, ticaret ve yatırımı teşvik etmiş, dünya ve âhireti birlikte ele alarak insanî ve ahlâkî hasletlerin hâkim olduğu bir toplum düzeni kurmayı amaçlamıştır.
. Borç Faizi. Faiz teorilerinin faiz hakkında açık ve kesin bir hükme varamamış olması, bir iktisatçının tartışmasız bir gerçek olarak kabul ettiği faiz teorisinin bir süre sonra başka bir iktisatçı tarafından anlamsız bulunması, ayrıca iktisat düşüncesinde devrim yaptığı kabul edilen J. M. Keynes’in sıfır faiz haddini savunması (Yk. bk) gibi faiz karşıtı görüşler faizin gerekliliği ve doğruluğu konusundaki şüpheleri arttırmaktadır. Bununla birlikte faiz teorilerinin hemen hemen hepsinin birleştiği ortak nokta, faizi iktisadî hayatın ayrılmaz bir parçası ve zaruri bir vak‘a olarak görmeleridir. Ancak bu husus faizin haklı ve meşru olmasından kaynaklanan bir durum değildir. Bunun sebebi, üretim unsuru olarak sermayenin sahip bulunduğu potansiyel (bilkuvve, takdirî) nemâdır. Sermayenin bu özelliği kapitalizmde, ona mutlaka faizin ödenmesi gerektiği şeklinde bir düşüncenin doğmasına yol açmıştır. İslâmiyet de sermayenin potansiyel nemâya sahip olduğunu kabul eder. Nitekim zekâtı verilecek mallarda aranan şartlardan biri de malın üretken (nâmî) olmasıdır. Ancak bu konuda İslâm’ı kapitalizmden ayıran özellik şudur: Kapitalizm, sermayede bulunan potansiyel nemâyı sermaye ödünce verilir verilmez derhal hakiki nemâya dönüşmüş farzederek faiz tahakkuk ettirir. İslâm ise bu potansiyel nemânın bilfiil gerçekleşip gerçekleşmeyeceğinin önceden bilinememesi, gerçekleşse bile miktarının ne olacağının kestirilememesi sebebiyle kazancın baştan tahakkuk ettirilmesini kabul etmez. Şu halde İslâm’ın faizi yasaklamasının sebebini, sermayede bilkuvve bulunan bu nemâ hakkında daha fiile çıkmadan verilen kesin hükmün ve nemânın ödünç alanla veren arasında bu şekilde bölüşülmesinin isabetsizliğinde aramak gerekir. Buna göre, kredi kullanımı neticesinde ortaya çıkacak kâr veya zarar miktarının önceden bilinememesine rağmen faiz nisbetinin baştan tesbit edilmesinin, kredi kullanımından elde edilen sonucun taraflar arasında âdil ve dengeli bir şekilde paylaştırılma imkânını ortadan kaldırması ve neticede ister alan isterse veren olsun taraflardan birinin mutlaka zarara uğraması faizin İslâm’da yasaklanmasındaki en önemli sebep olmalıdır. Nitekim Kur’an’da faizin iki taraftan biri için haksızlık sebebi
olduğuna işaret edilir: “Eğer tövbe eder, faizden vazgeçerseniz ana paranız sizindir. Böylece ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz” (el-Bakara 2/279).
Tüketim amaçlı borçlanmalarda bu haksızlık tamamen borçlu aleyhinde tezahür etmektedir. Üretim amaçlı borçlanmalarda da faizli kredi ile girişilen teşebbüs sonucu kâr sağlanamaması, hatta zarar edilmesi halinde bile alacaklıya ana parasıyla birlikte ayrıca faizin ödenmesi borçlu açısından apaçık bir haksızlık sebebi olmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber, “Bir ağacın meyvesini satan kimse, meyve henüz toplanmadan bir âfete mâruz kalırsa müşterisi olan kardeşinden parasını almasın; müslüman kardeşinizin parasını neye karşılık alacaksınız ki?” (İbn Mâce, “Ticârât”, 33) diyerek ticarî işlemlerde tarafların hak ve borçları arasındaki dengenin korunması gerektiğini vurgulamış, bir zararın ortaya çıkması halinde bunun taraflar arasında paylaşılmasını tavsiye etmiştir. Öte yandan meseleye borç veren açısından bakıldığında, borç verdiği kişi onun parasıyla çok büyük kârlar elde etse bile sadece önceden belirlenen miktar kadar bir pay alabilecektir. Bu durumda da ödünç veren haksızlığa uğramış olmaktadır. Şu halde iki tarafın da razı olabileceği âdil çözüm, ödünç muamelesinden doğacak bütün sonuçların her iki taraf arasında dengeli bir şekilde paylaşılmasıdır.
Belli bir faiz yüzdesinin baştan tesbit edildiği bütün kredi işlemleri Kur’an ve Sünnet tarafından kesin olarak yasaklanmıştır. Faizin mürekkep veya basit olması, ana paraya eklenen fazlalığın ilk akidde veya vadesi gelip de ödenmeyen borcun vadesinin yeniden uzatılması sırasında konulmuş olması, kredinin üretim veya tüketim amaçlı bulunması, faiz haddinin yüksek veya düşük olması, ana paraya eklenen fazlalığa ribâ, faiz, fayda, nemâ veya gelir payı denmesi, faizin reel veya nominal, pozitif veya negatif olması, faizi ödeyen veya alanın fakir veya zengin yahut şahıs veya kurum olması haram oluş hükmünü değiştirmez. Aynca ağırlık dereceleri ve cezaları farklı olmakla birlikte haramın bütün şekilleri o haramın kapsamı içinde değerlendirilir (Karaman, İslâm Hukuku, II, 224). İslâm’ın faizi yasaklamakla ulaşmak istediği en önemli amacın, onun gelir dağılımında yol açacağı dengesizlikleri ortadan kaldırılması olduğu anlaşılmaktadır.
Negatif Faiz. Faizli bir ödünç akdinde ana para ile faiz toplamı vade sonunda, vade başındaki ana paradan daha az mal ve hizmet satın alıyorsa buna negatif faiz denir. Bu durum faiz haddinin enflasyonun altında tesbit edilmesi halinde ortaya çıkar. Herhangi bir sebeple zimmete geçen borca karşılık ödenecek mal veya parada şart kılınan fazlalık demek olan borç faizindeki bu artıklık iki taraftan birinin lehine, öbürünün aleyhine gerçekleşir. Ancak faiz denilince genellikle bunu veren kişinin zarara girdiği düşünülür, alanın zararlı çıkabileceği pek hesaba katılmaz. Faiz her iki şekilde de gerçekleşebileceğine göre negatif faiz pozitif faizle aynı hükme tâbi olmalıdır. Esasen faiz taraflardan biri için fazlalık şeklinde olup pozitif değer taşıyorsa diğeri için negatif değer taşıyor demektir. Buna göre İslâmî mânada faiz ekonomide olduğu gibi reel faizden, fazlalık, emek sarfedilmeden kazanılan para ve enflasyonun üzerindeki fazlalıktan ibaret değildir. İki taraftan birinin lehine dengeyi bozan fazlalık faiz sayıldığı gibi öbür tarafın aleyhine olan eksilme de faizdir. Negatif faiz borcun daha azıyla ödenmesinin şart kılınması açısından da haram faize girer. Nitekim İbn Hazm, borcun daha azıyla ödenme şartının koşulmasını faiz olarak kabul etmektedir. Şunu da belirtmek gerekir ki negatif faizin pozitif faizle aynı hükme tâbi olması, faiz haddinin taraflarca bilerek enflasyonun altında tesbit edilmesi durumunda söz konusu olur. Karz-ı hasenden veya bir satım akdinden doğan borcun gecikmesi halinde enflasyon sebebiyle meydana gelen kayıp ise negatif faiz olarak değerlendirilemez. Böyle bir durumda alacaklının enflasyon sebebiyle uğradığı zararın tazmin edilmesi gerektiği konusunda günümüz hukukçuları arasında ittifak bulunduğunu söylemek mümkündür.
Enflasyon ve Faiz. Enflasyonla faiz arasında bir ilişki kurularak enflasyonun faize gerekçe gösterilmesi doğru değildir. Faiz haddinin enflasyonun üstünde, altında veya ona eşit olması, faizin sebebiyet verdiği haksızlığı ortadan kaldırmamaktadır. Ayrıca enflasyon gerekçesiyle faize izin verilmesi, sermaye sahibinin enflasyondan doğan kaybının telâfi edilmesi gibi cüzi bir fayda için faiz sisteminin sebep olduğu sayısız zararlara kapı açılması demektir.
Enflasyondan dolayı paranın satın alma gücünde meydana gelen azalmanın telâfi edilmesi, özellikle vadeli borç ilişkisinde paranın enflasyona karşı değerinin korunması ve bunu sağlayacak birtakım yöntemlerin geliştirilmesi İslâm’ın hukukî işlemlerde gözettiği denge, açıklık ve hakkaniyet ilkesinin de gereğidir. Çağımızda birçok müslüman araştırmacı, enflasyonun yol açtığı değer kaybını önleyici ve paranın reel değerini koruyucu tedbirleri faiz yasağının dışında mütalaa etmektedir. Ancak paranın enflasyona karşı değerinin korunması gibi bir kaygı faizin kural olarak caiz görülmesinin gerekçesi olmamalı ve enflasyon karşısında alınacak tedbirlerde paranın değerini koruma amacı hâkim kılınıp değişmez bir oran söz konusu edilmemelidir. Bununla birlikte enflasyonun önemli sebeplerinden birini faizin teşkil ettiği, bu yüzden vadeli para borçlarında enflasyon oranına endeksli bir arttırımın en azından faiz şüphesi taşıyacağı da belirtilmelidir.
İskonto Faizi. Vadeli bir alacağın belli bir miktarının düşülerek vadesinden önce tahsil edilmesine iskonto denir. İbn Abbas, Hanefîler’den İmam Züfer, bir rivayete göre Şafiî ve Ahmed b. Hanbel, İbn Kayyim ve İbn Teymiyye iskontonun cevazına; Abdullah b. Ömer, Ebû Hanîfe, İmam Mâlik, meşhur olan görüşlerine göre Şafiî ile Ahmed b. Hanbel ve Süfyân es-Sevrî haram olduğuna hükmetmişlerdir (İbn Rüşd, 11, 119; İbn Cüzey. s. 217). İskontoyu caiz gören günümüz araştırmacılarından Salih b. Fevzân el-Fevzân’a göre vadeye karşılık artışın (faiz) yasaklanmasının sebebi, bir istifadesi olmaksızın borçlunun yükünün artmasına engel olmaktır. Bunda ise borçlunun yükü hafifletilmektedir (Ađvâǿü’ş-şerîǾa, X/3, s. 246-247). İbn Kayyim şöyle der: “Faiz, bedellerden birinde vade karşılığında tutulan fazlalıktır. İskonto ise vadenin kalkması karşılığında zimmetin borcun bir kısmından kurtulma sıdır. Bu ne hakikat ne lügat ne de örf açısından faizdir. Faiz artış demektir, burada ise zıddı söz konusudur. Nitekim, ‘Artırıyor musun, ödüyor musun?’ ile ‘Şimdi öde, ben de şu kadarını hibe edeyim’ arasındaki fark açıktır” (İǾlâmü’l-muvaķķıǾîn, III, 371). Bu grubun dayandığı delil İbn Abbas’ın rivayet ettiği, Medine’den sürülen yahudilere Hz. Peygamber’in vadeli alacaklarını iskonto ile tahsil etmelerine izin veren hadistir. Bu muamelenin haram olduğuna hükmedenler ise iskontoyu vadeye paralel olarak borcun artmasına benzetmişlerdir. Bu benzetme
her iki durumda da zamana belli bir fiyatın biçilmesinden dolayıdır. Birincide zaman uzadıkça fiyat artarken ikincide zaman kısaldıkça fiyat düşmektedir. Bu grubun delilleri de şunlardır: Beyhaki’in kaydettiğine göre ashaptan Mikdâd b. Esved bir kişiye 100 dinar borç vermiş ve alacağını vadesinden önce 10 dinar eksiğiyle tahsil etmişti. Durum kendisine arzedildiğinde Hz. Peygamber, “Ey Mikdâd! Hem faiz yedin hem yedirdin” demiştir (es-Sünenü’l-kübrâ, VI, 28). Abdullah b. Ömer de vadeli alacağın bu şekilde tahsil edilmesini hoş karşılamamıştır (el-Muvatta, “Büyûc”, 82), Aynı görüşü teyit eden başka deliller de vardır (el-Muvaŧŧaǿ, “BüyûǾ”, 81; Beyhakī, VI, 28). İskontoyu faiz addeden gruba göre karşı grubun delil olarak ileri sürdüğü yahudilere iskonto izni verilmesi olayı. Uhud Gazvesi’nin ardından ve faiz yasaklanmadan önce vuku bulduğu için muteber sayılmaz (Bayındır, İslâm Ekonomisinde Finansman Meseleleri, s. 139).
Vadenin uzatılmasına karşılık borca yapılan ilâve ile vadenin kaldırılması için borçtan yapılan indirimin aynı mahiyette iki işlem olduğu görüşü daha mâkul görünmektedir. Çünkü her iki durumda da zamana bir fiyat biçilmektedir. Halbuki zamanın iki taraf açısından ne getirip ne götüreceği belli olmadığından ona biçilen fiyatın iki taraftan birini zarara sokma ihtimali her an mevcuttur. Fevzân’ın ileri sürdüğü gibi vadeye karşılık faizin yasaklanması, yalnız borçlunun yükünün artmasına engel olmak için değil böyle bir işlemin sonunda iki taraftan birinin haksızlığa uğrama ihtimalinin bulunması sebebiyledir. Zamana fiyat biçerek borçtan bir indirim yapma halinde de aynı haksızlık söz konusudur. İskontonun, vadeli 100 liranın peşin 90 liraya satılması şeklinde cereyan etmesi dolayısıyla sünnette yasaklanan fazlalık faizi kapsamına girdiği de söylenebilir.
2- Alışveriş Faizi. Bu kavramla, Hz. Peygamber’in büyük ölçüde aynî mübadele ekonomisini asgariye indirmek amacını güttüğü anlaşılmaktadır. Hadislerde aynî mübadeleye getirilen sınır ve ince ölçüler Resûl-i Ekrem’in para ekonomisini tercih ettiğini ortaya koymaktadır. Bu ekonomiye verilen önem vadeli satışlarda kendini daha fazla göstermektedir. Malların birbirleriyle vadeli satışına hiçbir şekilde izin verilmediği halde satışın para mukabilinde yapılmasına iznin verilmiş olması mallara karşı paraya tanınan bir imtiyaz olarak görülebilir. Öte yandan paraların kendi aralarındaki vadeli işlemlerine de izin verilmemiştir. Çünkü vadeli bir para mübadelesinde vade sebebiyle iki bedel arasında meydana gelebilecek değer farklılaşması ve eşitsizlik, aslında metre ve kilo gibi bir değer ölçüsü olan paranın bu fonksiyonunu kaybetmesi mânasına gelir. Aynı paranın vade yüzünden bugünkü değeriyle yarınki değeri eşit olmayacaktır. Bu durum günümüzde fiyat artışlarının da bir sebebini açıklamaktadır. Çünkü bugünkü 100 liranın yarınki 110 liraya eş tutulması, bugünden yarına mal ve hizmet üretiminde % 10’luk artış olmadığı takdirde fiyatlarda % 10’luk bir artış olması anlamına gelir.
Hz. Peygamber’in vadeli para mübadelesine getirdiği yasağın hikmeti eskiye göre bugün daha iyi anlaşılabilmekte ve bu işlemlerdeki faiz özelliği daha açık görülebilmektedir. Nitekim bugün dünyada borsa ve para işlemlerinin hızla gelişmesi, başlıca para birimlerinin kendi aralarında vadeli fiyat esası üzerine satış türlerinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bundan dolayı her para biriminin diğer paralarla mübadele edildiği milletlerarası para piyasasında her gün açıklanan bir peşin fiyat, bir de vadeye göre değişen fiyatlar yer alır. Vadeli fiyatın peşin fiyata bazan eşit, bazan ondan daha yüksek, bazan da daha düşük olması şeklinde tezahür eden bu fiyat farkının her para biriminin bağlı olduğu ülkedeki câri faiz hadleriyle doğrudan ilgisi vardır.
Bir dövizin ilân edilen vadeli alım satım fiyatının, o dövizin bağlı olduğu ülkedeki carî faiz haddiyle mübâdelesinin yapıldığı dövizin bağlı olduğu ülkedeki câri faiz haddi arasındaki farkı da mahsuben içine aldığı görülmektedir. 1974 yılında Londra, New York, Cenova ve Frankfurt gibi büyük merkezlerde vadeli fiyatlarla işlem gören bankaların döviz fiyatlarında meydana gelen değişiklikler İflâslara kadar varan büyük zararlara sebebiyet vermiştir (Sâmî Hasan Ahmed Hamûd, Taŧvîrü’l-aǾmâli’l-maśrifiyye, s. 136-138, 353-355). Bu husus, Hz. Peygamber’den rivayet edilen, “Gümüş para ile altın paranın mübadelesi peşin olmadıkça faizdir” (Müslim, “Müsâķāt”, 79) hadisindeki prensiplere günümüz toplumunun daha çok ihtiyacı olduğunu göstermektedir. Bugün vadeli fiyat esası üzerine döviz muameleleri, döviz ve faiz fiyatları arasındaki farklardan kazanç sağlamaya çalışan spekülatörlerin işine yaramaktadır. Bundan dolayı birçok ülkede millî bankalar daha çok kumara yakın olan bu riskli mübâdele yoluna girmemektedir.
Malın mal karşılığında veya paranın para karşılığında vadeli mübâdelelerinin yasaklanmasının önemli sebeplerinden biri, araya vade girmesi dolayısıyla iki bedel arasında ortaya çıkabilecek olan değer farklılaşması ve eşitsizliktir. Aslında İslâm ekonomisi, zamanın para ve malların değerinde değişiklikler meydana getirebileceğini kabul etmektedir. Bir yandan zaman içinde para ve mal piyasalarında görülen yükselme ve düşmeler, öte yandan ödeme yapılacak tarafın bu süre içinde parasını veya malını kullanma imkânından mahrum kalması yüzünden uğrayacağı kayıplar bu değişikliklerin önemli sebeplerindendir. Ancak İslâm ekonomisinde vade tek başına bir kazanç ve değer artış sebebi görülmeyerek hem ticarî hayatta ve borç ilişkilerinde açıklık ve bilinirlik ilkeleri ve emek faktörü korunmaya, hem de taraflardan birinin haksız ve beklenmedik şekilde zarara uğraması önlenmeye çalışılmıştır.
İslâm’ın izin verdiği vadeli tek satış türü bedellerden birinin para olduğu muameledir. Bu izni, veresiye alışverişlere olan İhtiyaçtan dolayı sadece paraya tanınan bir imtiyaz gibi görmek mümkündür. Bunun sebeplerini para ile malın farklı iki cinsten olması, yani birinin diğerinden aritmetik olarak ölçülebilen bir fazlalığından söz edilememesi, insanların para ile mal arasındaki değer farklılaşmasına iki mal arasındaki farklılaşma kadar önem vermemeleri ve enflasyona rağmen paranın değer ölçüsü olma özelliğini kabullenmeleri, daha önemlisi de paranın hiçbir malın sahip olamadığı ölçüde bir likiditeye sahip bulunması şeklinde açıklamak mümkündür. Hayber valisiyle ilgili olayda (Yk. bk) Hz. Peygamber’in sonucun aynı olmasına rağmen devreye paranın sokulmasını istemesi, insanların parayı değer ölçüsü olarak telakki edişleriyle açıklanmalıdır. Paranın bu özelliğini daima koruduğu kabul edilmektedir. İbn Kayyim el-Cevziyye, alışveriş faizinin yasaklanma gerekçelerinden birinin de İslâmî teşrîde ve hukuk metodolojisinde gözetilen “kötülüğe giden yolun kapatılması” (sedd-i zerâî) ilkesi olduğunu ileri sürmekte, peşin mübâdelelerdeki fazlalık faizinin kişileri giderek veresiye faizine yönlendireceğini
veya kişilerin fazlalık faizi perdesi altında veresiye faizini meşrûlaştıracaklannı, bu yüzden de para ve malların kendi aralarındaki değişimlerde karşılıklı teslim-tesellümün şart koşulduğunu ifade etmektedir (İǾlâmü’l-muvaķķıǾîn, II, 136-143).
İslâm dini vadeli mübâdelelere getirdiği sınırlamalarla haksız kazançları ve belirsizlikleri ortadan kaldırmayı amaçladığı gibi ekonominin önemli unsurlarından biri olan üretimle tüketim arasında denge kurmayı da hedeflemiştir. Paranın ekonomiye girmesi piyasada canlılık sağlamış, ancak bazı problemleri de beraberinde getirmiştir. Nitekim en büyük ekonomik krizlerden biri olan 1929 krizi paranın piyasadan çekilmesi, dolayısıyla mübâdele sürecinin durmasıyla ortaya çıkmıştır. Bu problemin kaynağı, paranın bir mübâdele vasıtası ve değer ölçüsü olmasının ötesinde bizzat eşyanın yerine geçmesi, yani araç olmaktan çıkıp amaç haline gelmesidir (Samuelson, s. 49).
Takas ekonomisinde kişi ürettiği malın ihtiyacından fazla olan kısmını ihtiyaç duyduğu başka bir malla değişir. Çok büyük zorlukları olmasına rağmen takasta üretimle tüketim arasında denge vardır. Para devreye girdiği zaman ise faaliyet ikiye bölünmektedir: Malı para karşılığında satma ve eldeki para ile başka mal satın alma. Bu husus, parayı elde tutanlara bir müddet risksiz ve maliyetsiz seçim yapma imkânı verir. Böylece mübadele faaliyeti kesilmekte ve paranın bu fonksiyonu eksik bırakılmaktadır. Ayrıca üreterek sattığı mallar karşılığında elde ettiği parayı başkalarının mallarını satın almada kullanmayan ve onu biriktiren kişi topluma zarar vermektedir; zira üretimle tüketim arasındaki denge ve ekonominin tabii akışı bozulmaktadır. Dolayısıyla takas ekonomisinin zorluklan ile disiplinsiz bir para ekonomisinin problemleri karşısında İslâm yine itidali seçmiş, disiplinli bir para ve mal piyasasını amaçlamıştır.
5- Faizle İlgili Bazı Tartışmalar
Haram kılındığı ittifakla kabul edilmekle birlikte faiz bazı açılardan tartışma konusu olmuştur. Sahâbe arasındaki faiz tartışmaları tipik bir muhtelefü’l-hadîs konusudur. Bu hususta muhtemelen ilk ihtilâf, peşin mübâdelelerdeki fazlalığı da faiz kapsamına alan hadislerle, sahabeden Üsâme’nin rivayet ettiği, “Faiz ancak veresiyede cereyan eder” hadisi arasında görülmektedir. Nitekim bu hadise dayanarak Abdullah b. Abbas”ın, sahâbe ve tabiînden bazı âlimlerin fazlalık faizini câiz gördüğü rivayet edilmişse de İbn Abbas’ın daha sonra bu görüşünden rücû ettiği kaynaklarda belirtilmektedir. Böylece faiz konusunda birinci grup hadislerin esas alınması üzerinde âdeta görüş birliği oluşmuştur (Serahsî, XII, 111-112).
Fıkıh mezhepleri arasındaki ihtilâfların ağırlık noktasını ise. faizde illet konusu ve hangi malların faiz kapsamına gireceği hususu teşkil etmiştir. Faizin illeti konusunda fıkıh mezheplerinin ve İslâm hukukçularının farklı ölçüler benimsemiş olması faizin tanım ve kapsamı, faizin hangi tür mallar arasında ne şekillerde cereyan edeceği gibi hususlarda farklı görüşlerin ortaya çıkmasının temel sebebi olmuştur (Yk. bk). Bu arada diğer bazı hususlar da tartışma konusu edilmiştir.
Hayvan Ticareti. Bununla ilgili hadislerin bir kısmı hayvanın hayvanla vadeli satışına izin verirken (el-Muvaŧŧaǿ “BüyûǾ”, 63-66; Buhârî, “BüyûǾ”, 108) diğer bir kısmı bunu yasaklamıştır (İbn Mâce, “Ticârât”, 56; Ebû Dâvûd, “BüyûǾ”, 15). İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre veresiye hayvan ticareti câiz olup veresiye satışı yasaklayan İbn Mâce’deki Câbir ve Semüre hadislerinin senedleri zayıftır. Buna rağmen Ebû Hanîfe ve Ahmed b. Hanbel bu vadeli satışları câiz görmemişlerdir. İmam Şafiî ise şöyle bir yorum yapmıştır: “Veresiye satışı yasaklayan hadisler, alınan hayvanla satılan hayvanın ikisinin de veresiye olması hakkındadır. Birisi peşin, diğeri veresiye olursa veresiye olan hayvan sayısı fazla da olsa bir sakınca yoktur.”
Hayvanın hayvan karşılığında satışıyla ilgili bu tartışmaların ev, arsa, antika eşya gibi piyasada eş değeri bulunmayan kıyemî malların birbirleriyle vadeli mübâdelesini yakından ilgilendirdiği ileri sürülebilirse de garârlı alışverişler, hayvanların henüz doğmadan satımı, hayvanın etle mübâdelesi gibi konularda hadislerde görülen yasak ve kayıtlar dikkatle incelendiğinde hayvanın hayvanla vadeli olarak değişiminin faiz şüphesinden çok garar ve bilinmezlik sebebiyle yasaklandığı söylenebilir.
Devlet Faizi. Mezhepler baba-oğul, karı-koca ve köle-efendi gibi aralarında özel ilişki bulunan fertler arasında faizin cereyan edip etmeyeceğini tartışmışlardır (İbn Hazm, VIII, 515; Nevevî, IX, 442; İbn Âbidîn, V, 185-186;). Bu mesele günümüzde, devletle onun vatandaşları arasında faizin cereyan edip etmeyeceği hususuyla ilgili olarak gündeme getirilmiştir (Hemşerî, s. 106-107). Bu konudaki mezhep görüşleri, bağımsız bir malî zimmete sahip özel veya tüzel kişiler arasında faizin cereyan edeceği noktasında birleşmektedir. Bundan dolayı Hanefîler, kölenin kendine ait bir malı olmadığından hareketle köle-efendi arasında faizin cereyan etmediği görüşüne karşılık baba-oğul ve karı-koca arasında faizin oluşacağını kabul ederler (Serahsî, XIV, 60). Buna göre müstakil malî zimmete sahip devletle vatandaşlar arasında faizin cereyan etmeyeceğini söylemek mümkün değildir.
Dârülharpte Faiz. Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre dârülharpte müslümanla harbî arasında faiz muamelesi câizdir. Aynı şekilde Hanefî mezhebine göre fâsid kabul edilen alışveriş ve ticari muameleler, bu arada kan, domuz ve ölü hayvan eti satmak, bahis ve kumar oynamak da câizdir. Ancak müslümanın bu işlemlerden kazançlı çıkması şarttır. Şafiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhepleriyle Hanefîler’den Ebû Yûsuf gibi hukukçuların çoğunluğuna göre ise müslümanların dârülharpte faizli işlemlerde bulunmaları haramdır. Zâhirî mezhebi de bu görüştedir (Bk. DÂRÜLHARP).
Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’in müslümanın kazançlı çıkması şartıyla cevaz verdikleri harbîlerle faizli işlemlerde bugün müslümanlann ne fert ne de devlet seviyesinde kazançlı oldukları söylenebilir. Birçok İslâm ülkesi kalkınabilmek için sermaye sıkıntısı çekerken zengin müslüman kişi veya devletler paralarını düşük faizle yabancı bankalara yatırmakta, fakir İslâm ülkeleri ise daha yüksek faizlerle bu ülkelerden borç almaktadırlar. Ayrıca yabancılar, müslümanlara sattıkları malların fiyatlarına onlara yaptıkları faiz ödemelerini de yansıtmaktadırlar. Müslümanların kat kat zarara uğradığı bu şartlar altında yabancılarla faizli işleme Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’in ictihadları da izin vermemektedir. Bu işleme cevaz verilmesi, müslümanların araya bir yabancıyı sokarak kendi aralarındaki faiz yasağını ihlâl etmelerine de sebep olabilir. Öte yandan İslâm tebliğini bütün insanlığa, bu arada esasen kendilerine de Allah’ın faizi yasaklamış bulunduğu hıristiyan ve yahudilere ulaştırmakla yükümlü olan Müslümanların (el-Enbiyâ 21/107; el-Enfâl 8/39)
faizden uzak kalmaları İslâm’ın ulviyet ve kutsiyetine daha uygundur.
Vade Farkı. Eski hukukçuların tartıştıkları, günümüzde de önem taşıyan vade farkı müctehidlerin büyük çoğunluğu tarafından kabul edilirken bunu faiz gerekçesiyle reddedenler de vardır. Vade farkını reddeden âlimler bir satış içinde iki satışı (el-Muvaŧŧaǿ, “BüyûǾ”, 72; Müsned, II, 174), bir satış içinde bir veya iki şartı yasaklayan hadislere (Müsned, II, 179; Dârimi, “BüyûǾ“, 26; Ebû Dâvûd, “BüyûǾ”, 68) ve faiz şüphesine dayanmaktadırlar. Hukukçuların çoğu bir satış içinde iki şartı, “Şu malı peşin 100 liraya, vadeli 150 liraya sattım” veya. “Sana şunu 10 ton buğday veya 15 ton arpa karşılığında sattım” şeklinde hangi fiyat üzerinde anlaşmaya varıldığı belli olmayan bir satış veya, “Senin bana evini şu fiyata satman şartıyla ben de otomobilimi sana şu fiyata sattım” tarzında gerçekleşmesi başka bir şarta bağlanan bir satış olarak ele almışlar ve bu tür akidlerin caiz olmayışını da satışın peşin mi vadeli mi veya hangi fiyattan olduğunun kesinleşmiş olmamasına bağlamışlardır (Kâsânî, V, 158; Karaman, İslâm Hukukuna Göre Vade Farkı, s. 31). Akid bitmeden tek fiyat üzerinde anlaşma olduğu ve satış buna göre yapıldığı takdirde belirsizlik ortadan kalkacağından satış caiz olacaktır. Buna göre vade farkı satışın caiz olmasına engel görülmemiş ve vade sebebiyle fiyatın arttırılabileceği kabul edilmiştir (Kâsânî, V, 224; Karaman, İslâm Hukukuna Göre Vade Farkı, s. 32). Bu çerçevede vade farkının faiz kabul edilmemesinin sebebi, vadeye paralel olarak artan fiyatın karşısında bir malın bulunması, yani bedellerden birinin para. diğerinin mal olmasıdır.
Ancak Ebû Dâvûd’un rivayet ettiği, “Kim bir satış içinde iki satış yaparsa ya az olan bedeli alır yahut faiz olur” (Ebû Dâvûd, “BüyûǾ”, 53) mealindeki hadis vade farkının faize yol açabileceği bir durumu açıklamaktadır. Şöyle ki: Vadeli satılan bir malın bedelinin vade dolduğunda ödenememesi üzerine vadenin yeniden uzatılması karşılığında fiyatın da arttırılması sonucu biri vadesi dolmuş olan ilk fiyat, diğeri de ikinci ve daha yüksek fiyat olmak üzere iki satış ortaya çıkmış olur. Hadise göre bu ikinci fiyattaki fazlalık faizdir (Şevkânî, Neylü’l-evŧâr, II, 171-173). Bunun faiz olarak görülmesi, ikinci fiyat karşısında artık bir malın değil daha önceki satıştan doğan borcun bulunduğu gerekçesine dayanır. Paranın para karşılığında vadeli ve fazlalıklı satılması demek olan bu işlemin İslâm hukukundaki klasik anlayışa göre faiz olduğunda şüphe yoktur.
Usulüne uygun vadeli satışta vade farkının câiz olmasının başka sebepleri de vardır. Piyasada her malın ilân edilen bir fiyatı olmakla beraber genelde satışa konu olan malın fiyatı, alışverişin esasını teşkil eden icap ve kabulün üzerinde birleştiği yani tarafların anlaştığı fiyattır. Bu ise bir pazarlık sonucu ortaya çıkar ve bu arada müşteri fiyatı düşürmeye, satıcı da yükseltmeye çalışır. Fiyatın tesbitinde piyasa şartlarının yanı sıra tarafların pazarlık gücü ve ödeme şartları da etkili olur. Sonuçta müşterinin peşin ödeme ile teklif ettiği düşük fiyat nasıl mala ve aynı zamanda satıcının elde ettiği peşin kâra tekabül ediyorsa, vadeli satışta satıcının veya müşterinin teklif ettiği yüksek fiyat da aynı şekilde mala ve satıcının vadeli satış dolayısıyla karşılaştığı bazı güçlüklere tekabül etmektedir.
Günümüzde Faiz Tartışmaları. Bugün faiz tartışmalarının çok farklı bir boyutta cereyan ettiği ve faizin tanım ve kapsamından yasaklanış amacına kadar birçok konunun tartışmaya açıldığı görülmektedir. Çağımızda faiz hususunda ortaya çıkan ilk tartışmalardan biri, Kur’an’da asıl yasaklanan faizin katlı veresiye faizi (ed’âf-ı mudâafe) olduğu iddiasıdır. Bu görüşün sahibi olan Mısırlı âlim Abdülaziz Çâvîş fikrini 1908 yılında bir konferansta ortaya koydu (el-Livâ, 16-26 Nisan 1908; Fethi Sıdvan, el-Ehrâm, Haziran 1975). Sağlam bir mesnede dayanmamakla birlikte Abdülaziz Çâvîş’in iddiası kendinden sonra bu yöndeki birçok görüşe kaynaklık etmiştir. İsmail Hakkı İzmirli onunla aynı görüşü paylaşmış ve Kur’an’daki faiz âyetlerinin mutlak olup ed’âf-ı mudâafe âyetinin bu ıtlâkı sınırlandırdığını ileri sürmüştür (Usûl-i Fıkıh Dersleri, s. 160). Süleyman Uludağ da İslâm’da Faiz Meselesine Yeni Bir Bakış adlı eserinde bu yaklaşımı esas alıp savunmaktadır (Bu görüşün tenkitleri için bk. Özsoy, Faiz ve Problemleri, s. 274-365).
Abdülaziz Çâvîş’in açtığı bu çığırın en önemli takipçisi olan Reşîd Rızâ da haram olan faizin katlı birleşik faiz olduğu görüşündedir. İbn Kayyim’in “zannî faiz” dediği fazlalık faizinin ihtiyaç halinde caiz olabileceği görüşü ile, ilk zamanlar Üsâme hadisine dayanarak bu faiz türüne izin veren İbn Abbas’ı esas alan Reşîd Rızâ vadeli ve fazlalıklı bir mübâdeleye cevaz vermiştir. Böylece esas aldığı, vadeli mübâdelelere kesinlikle izin vermeyen bu görüşlere de ters düşen Reşîd Rızâ, haram faizin ancak ikinci bir vadeye karşılık ilâve bir fazlalığın talep edilmesi halinde gerçekleşeceğini savunmuştur (Tefsîrü’l-menâr, III, 113-114, IV, 124; a.mlf., er-Ribâ, s. 52-53, 76-77, 83; a.mlf., Fetâvâ, III, 608). Ancak Reşîd Rızâ’nın görüşü kabul edildiği takdirde İslâm’daki haram olan faizden geriye bir şey kalmamaktadır. Zira faizle borç verenin, vade sonunda borçlu ile her defasında yeni bir akid yapıp bu akidlerdeki fazlalığı ilk fazlalık olarak değerlendirmesini önlemek mümkün değildir. Öte yandan borçlunun vadesi dolan borcunu ödeyememiş olması ikinci akiddeki faizi çirkin ve haram kılıyorsa borçlunun ilk akdi de böyle bir aczin zorlamasıyla yapması halinde onun da aynı hükmü taşıması gerekir. Basit faizle mürekkep faiz arasında mahiyet itibariyle önemli bir fark yoktur. Zira gayri meşrûluk ve çirkinlik işin aslında yani faizdedir.
Mısır’da XX. yüzyılın başında kurulan Posta Yatırım Sandığı halktan topladığı mevduata banka gibi sabit bir faiz veriyor, ancak hükümet buna faiz demekten kaçınıyordu. Halkın gerçekleşen faizleri almaması sebebiyle hükümetin isteği üzerine Mısır müftüsü Muhammed Abduh’un buna fetva verdiği iddia edilmesine rağmen Reşîd Rızâ hocası Abduh’a ait böyle resmî bir fetvanın mevcut olmadığını belirtmiş; ancak hükümetin ısrarı üzerine hocasının sözlü olarak, “Bu haliyle faiz hiçbir şekilde helâl olmaz, fakat bu paraları mudârebe şirketinin esaslarına göre işletmek mümkündür” dediğini kaydetmiştir (el-Menâr, 5 Aralık 1903, 22 Şubat 1917; Sâmî Hasan Ahmed Hamûd, Taŧvîrü’l-aǾmâli’l-maśrifiyye, s. 249-251). Buna rağmen Abduh’un sözleri banka faizine cevaz vermek isteyenler tarafından ısrarla kullanılmıştır. Nitekim aynı meselenin 1951 yılında bir okuyucu tarafından kendisine sorulması üzerine Şeyh Abdülvehhâb Hallâf, benzer soruya daha önce Reşîd Rızâ’nın hocası Abduh’tan naklen, “Kişinin, işletilmek ve kazançtan belirli bir pay almak üzere parasını bir başkasına vermesinin kesin olarak yasaklanan birleşik faize girmediği, sadece fakihlerin koyduğu kaidelere aykırı olduğu” cevabını verdiğini ifade etmişse de (Mecelletü Livâǿi’l-İslâm, s. 822) bu sözler Hallâf’in iddia ettiği gibi Abduh’a değil tefsirinde de görüldüğü
üzere Reşîd Rızâ’ya aittir (Tefsîrü’l-menâr, III, 116). Posta Yatırım Sandığı’nın verdiği faizin mudârebe kârı olduğunu ileri süren ve Reşîd Rızâ’ya ait bulunduğu anlaşılan bu fetvalar (el-Ehrâm, 16, 23, 30 Mayıs 1975; Sami Hasan Ahrrıed Hamûd, Taŧvîrü’l-aǾmâli’l-maśrifiyye, s. 229-230, dipnot), bugünkü banka faizlerinin de mudârebe kârı olabileceği iddiasında mesnet olarak kullanılmaktadır. Şüphesiz ki bankaların bir mudârebe şirketi şeklinde değerlendirilmesi mümkün değildir. Zira bankaların faizi önceden sabit bir miktar olarak belirlenmişken mudârebede kârın oran üzerinden paylaşılması söz konusudur (Bk. mudârebe) 1951 yılında Paris’te düzenlenen İslâm Hukuku Konferansı’na katılan Ma‘rûf Devâlîbî’ye göre haram faiz, ancak ribâcıların fakirleri istismar edip yüksek faizle onları ezdikleri tüketim kredilerinde söz konusudur. İktisadî şartların değişip şirketlerin yaygınlaştığı günümüzde ise kredilerin çoğu üretim kredisidir. Şartlardaki bu değişme hükümlerin de değişmesini gerekli kılmaktadır. Bundan dolayı mâkul olması kaydıyla üretim ödüncüne izin verilmelidir. Bu hükmü zaruret ve kamu maslahatını özel maslahata tercih esası üzerine bina etmek mümkündür (Senhûrî, III, 259-260). 9 Mayıs 1975’te el-Ehrâm gazetesinde yayımlanan görüşleriyle Şeyh Abdülcelîl Îsâ da Devâlîbî’ye katılmıştır.
Şartların değiştiği görüşü tarihî açıdan doğrulanmamış olup tamamen aksi bir durum söz konusudur. Ayrıca Kur’an’ın üretim kredisini değil tüketim kredisini yasakladığı iddiası ne tarihî gerçeklerle ne de Kur’an’ın faiz anlayışıyla bağdaşabilir. Zira Kur’an’ın yasaklaması sırasında Araplar’ın kullandıkları krediler esas itibariyle ticarî amaçlıydı. Geçimleri ticarete dayanan Kureyş ileri gelenleri İranlılar, Habeşliler ve Yemen’deki Himyerîler’le ticaret antlaşmaları yapmışlardı (Ali Ahmed es-Sâlûs, Hüķmü vedâǿiǾbünûk, s. 14). Bunlara dayanarak ülkeler arasında büyük ticaret kervanları düzenliyor ve ticaretin finansmanını çoğunlukla faizli kredilerle sağlıyorlardı. Ziraata elverişsiz bir vadi olan Mekke çok canlı bir ticarî hayata sahipti ve borsa simsarları, komisyoncularla bankerler için elverişli bir yer durumundaydı. Kervanların yollarda geçirdiği tehlikeler, yabancı paralardan oluşan para piyasasında spekülatif faaliyetlere imkân sağlıyordu (Muhammed Akram Khan, s. 40-41). Hz. Peygamberin amcası Abbas bu bankerlerden biriydi. Resûl-i Ekrem Vedâ hutbesinde Abbas’ın faiz alacaklarını da kaldırdığına göre İslâm’ın faiz yasağı kesin olarak ticarî faizleri de içine almaktadır. Diğer taraftan tüketim amaçlı ödünce, ihtiyaçların çoğaldığı günümüzde insanların eskisinden çok daha fazla ihtiyacı olduğu açıktır. Şu halde şartların değiştiği iddiası, günümüzde tüketim ödüncüne ihtiyacın eskisinden daha fazla olması açısından doğrudur. Buna göre faiz yasağına bugün daha çok İhtiyaç var demektir.
Öte yandan kredilerin üretim kredisi-tüketim kredisi şeklinde ayrılması da gerçekçi değildir. Bir kredi hem üretimde hem tüketimde kullanılabilir. Ayrıca her tüketim ödüncü borçluyu ezmeyeceği gibi her üretim ödüncü de ekonomik açıdan üretken olmayabilir. Tarihî, ekonomik ve sosyal gerçekler İslâm’daki faiz yasağının bütün faizli kredileri içine aldığını göstermektedir. Nitekim Abdürrezzâk es-Senhûrî, üretim kredisiyle tüketim kredisinin birbirinden ayrılmasını mümkün görmediği için ya bütün ödünçlerdeki faize izin verilmesi ya da hepsinin yasaklanması gerektiğini savunmuştur.
Faiz, haram kılınmasındaki temel unsur her halükârda sebebiyet verdiği, önüne geçilmesi mümkün olmayan haksızlık olduğuna göre ya alanı veya vereni kaçınılmaz bir şekilde zarara uğratacaktır. Nitekim eskiden faizli krediyi zayıflar kullanıyor ve bundan dolayı eziliyordu. Bugün de güçlü kuruluşlar halktan düşük faizle topladıkları sermayelerle büyük kârlar elde etmekte ve ürettikleri mal ve hizmetlere bu kredi maliyetlerini yansıtarak ödedikleri faizleri de halktan geri almaktadırlar. Burada ezilen ve kredi sisteminden zararlı çıkan yine halk kitleleri olmaktadır.
Devâlîbîve Şeyh Abdülcelîl Îsâ’nın görüşlerini zaruret ve maslahat esaslarına dayandırmaları isabetli değildir. Çünkü zaruret, kişinin temel haklarını ciddi ölçüde tehdit eden bir haldir ve bu durumda ancak ferdî ve geçici olaylarda söz konusu olup toplum düzeninin bütününde sürekli şekilde görülmez. Başka çaresi kalmayan borçlu için faiz zaruret hali çerçevesinde câiz görülse bile bunu alacaklı hakkında düşünmek mümkün değildir. Olağan üstü durumlarda kabul edilebilecek zaruret halleri üzerine daimî ve genel hükümler bina edilemez. Zaruretin gerçekleşmiş sayılabilmesi için başka çarenin bulunmaması şart olduğuna göre müslümanlann öncelikle meşru yollara başvurmaları ve faize alternatif sistemler geliştirmeleri gerekmektedir.
Faizde hukuken maslahat olduğunu söyleyebilmek için hakkında onu yasaklayan nasların bulunmaması gerekir. Halbuki faize dair birçok âyet ve hadis mevcut olup kesin şekilde yasaklandığı bilinmektedir. Faizde iki taraftan biri lehine veya fertlerden bir kısmı adına mevcut olan maslahat ise umumun maslahatı sebebiyle geçersiz sayılmıştır.
Pakistanlı âlim Fazlurrahman ilk akiddeki fazlalığın faiz olmayacağını söyleyerek Reşîd Rızâ’ya tâbi olmuştur. Zeyd b. Eslem’in. “Câhiliye döneminde ribâ uygulaması şöyle olurdu: Bir kişide vadeli alacağı olan kimse vade dolunca borçlusuna, ‘Ödüyor musun, yoksa arttırıyor musun?’ derdi. Verirse alır; vermezse borçlu borcun miktarını arttırır, alacaklı da vadeyi uzatırdı” (el-Muvaŧŧaǿ, “Büyû’“, 39) şeklindeki rivayetini ve ed’âf-ı mudâafe âyetini esas alan Fazlurrahman, bu rivayette sözü edilen vadeli ilk alacağı faizli alacak olarak değerlendirip şöyle demektedir: “Bu ilk faiz haram değildir. Haram olan faiz, belli bir vade ile faiz karşılığında verilen paranın, vade dolunca borçlunun ödeyememesi üzerine ödenmesi zor bir artış karşılığında vadesinin uzatılması halinde söz konusu olur. Sonra borç ekseriyetle ödenemeyecek miktarlara ulaşır” (ed-Dirâsâtü’l-İslâmiyye, s. 7).
Fazlurrahman ayrıca hayvanın hayvan karşılığında vadeli ve fazlalıklı olarak satılmasına izin veren hadislerle (et-Muvaŧŧaǿ “BüyûǾ”, 63-66; Buhârî, “BüyûǾ“, 108) hüsn-i kazâyı (borcunu isteyerek ve şart kılmaksızın fazlasıyla ödeme) caiz gören hadisleri (Müslim, “Müsâķāt”, 119) ilk akiddeki fazlalığın cevazına delil olarak göstermekte ve bunların, menfaat sağlayan her ödüncün faiz olduğunu bildiren hadisin sıhhatini de büyük ölçüde gölgelediğini ileri sürmektedir (ed-Dirâsâtu-İslâmiyye, s. 17-18, 23-24, 28-29). Halbuki hayvanda faiz cereyan etmezken diğer eşyada faizin gerçekleşmesinin sebebi birincinin kıyemî, ikincinin mislî mal olmasıdır. Mislî malların mübadelesinde bedellerin birbiriyle karşılaştırılması halinde aralarında miktar olarak ölçülebilen birim farklılıkları tesbit edilebilir ve fazla veya az olan bu miktar faiz ilişkisine esas teşkil eder. Fakat hayvan vb. kıyemî malların arasındaki değer farkı objektif olarak değil ancak tarafların sübjektif hükümlerine göre tesbit edilir.
Bundan dolayı kıyemî malların peşin mübadelelerinde hiçbir şekilde faiz cereyan etmezken vadeli mübadelelerinde cereyan edip etmediği ihtilaflıdır.
Hüsn-i kaza (hüsn-i edâ) hadislerde teşvik edilmekle birlikte kesinlikle faize mesnet olmamalıdır. Zira faiz şart kılınmış bir fazlalık olup müeyyidesi vardır ve borçlunun üzerine bir vazifedir; hüsn-i kaza ise zorunlu değildir. Nitekim Abdullah b. Ömer bir kişiden ödünç dirhem almış, daha sonra fazlasıyla ödemişti. Borç veren kişi, “Bu benim sana verdiğimden fazladır” deyince de, “Biliyorum, fakat gönlüm böyle istedi” cevabını vermiştir (el-Muvaŧŧaǿ, “BüyûǾ”, 90).
“Menfaat sağlayan her ödünç faizdir” mealindeki hadise gelince, bu hadis rivayet ve hadis tekniği bakımından sahih olmasa bile mâna yönünden doğrudur. Çünkü şart kılındığı takdirde bir ödüncün sağlayacağı menfaatin faiz olduğu açıktır. Nitekim Ebû Bekir el-Cessâs, Câhiliye faizinin belli bir fazlalığın şart koşulduğu vadeli ödünç olduğunu ve bu fazlalığın vadeye karşılık tutulduğunu ifade etmektedir (Aĥkâmu’l-Ķurǿân, 1, 467). Bir kişi Abdullah b. Ömer’e gelerek, “Bir adama ödünç verdim ve verdiğimden daha fazlasını şart koştum, ne dersiniz?” diye sormuş, İbn Ömer de, “Bu faizdir” cevabını vermiştir (el-Muvaŧŧaǿ, “BüyûǾ”, 92). Yine Abdullah b. Ömer, “Borç veren kişi bu borcun geri ödenmesinden başka bir şey şart koşmasın” demiştir (a.e., “BüyûǾ”, 93). Abdullah b. Mes‘ûd’un da şöyle dediği rivayet edilir: “Borç veren kimse verdiğinden daha fazlasını şart koşmasın. Bu fazlalık bir tutam ot bile olsa faizdir” (a.e., “BüyûǾ“, 94).
Abdürrezzâk es-Senhûrî’ye göre faizin istisnasız her çeşidi haram kılınmakla birlikte Kur’an’da esas olarak yasaklanması hedeflenen türü bugün mürekkep faiz denilen, sermayenin birkaç yılda katlandığı Câhiliye ribâsıdır. Faizin diğer şekilleri ise temel hedef olarak değil asıl faize giden yolları kesmek için yasaklanmıştır. Haram olmakla birlikte bunlar istisnaî hallerde caiz görülebilir. Bugün birçok ülkede hâkim olan kapitalist ekonomik düzende umumi bir sermaye ihtiyacı söz konusu olup bunu temin etmenin birinci yolu ödünce başvurmaktır. Bu ihtiyaç devam ettikçe kanunun çizdiği sınırlar içinde mâkul bir faiz istisnaî olarak câiz görülebilir. Bu düzenin değişmesi, dolayısıyla ihtiyacın ortadan kalkması halinde bu faiz de haram olur (Senhûrî, Meśâdîrü’l-ĥaķ, III , 241-244).
Senhûrî’nin ileri sürdüğü ihtiyaç gerekçesi basit faizin câiz görülmesini yeterince açıklamaktan uzaktır. Esasen basit faizle katlı faiz arasında yakın ilişki vardır; çünkü sonuçta katlı faiz de basit faize dayanmaktadır. Ayrıca ihtiyaç hali de faizi câiz kılmaz; zira Câhiliye toplumunda da ribâ ticaret için vazgeçilmez bir ihtiyaçtı. Diğer taraftan kapitalist sistem içinde bile olsa sermaye temini sadece faizli ödünçlerle olmamaktadır. Meselâ Amerika Birleşik Dev-letleri’nde 1980 yılında 299.1 milyar dolarlık yatırımın sadece 28, 2 milyarlık kısmı faizli kredi yoluyla gerçekleştirilmiştir (Salih b. Abdurrahman el-Husayn, XXXV [1412], s. 125).
Ekonomik bir araç olarak kabul edildikten sonra faize kanunî bir sınır getirilmesi fazla bir anlam ifade etmez. Çünkü arz-talep dengesinin bu sınırın üzerinde oluşması halinde sınırlamanın pratik bir değeri kalmamaktadır. Bu durumda görünüşte kanunî faizden, fakat esasta piyasa fiyatından işlemler yürütülür. Nitekim Orta çağ’lardan beri İngiltere’de ve daha sonra Amerika Birleşik Devletleri’nde faize getirilen kanunî sınırlamalar istenilen sonucu vermemiştir (Noorzoy, XIV/1, s. 8). Hıristiyan dünyasında asırlar süren bu düzenlemelerin uzun tekâmül süreci sonunda bugün geleneksel sınırlamacı görüşün yerini ödünçlerin serbest piyasada fıyatlandırılmasını savunan ekonomik görüşün almış olduğu görülmektedir.
Faizin yasaklanması halinde onun el altından yine hükmünü icra edeceği, alternatif metotlar geliştirip insanları buna hazırlamadan faizi kaldırmanın yalnız şeklen bir yasaklama olacağı ileri sürülmektedir. Bu metotların geliştirilmesi halinde ise faiz haddinin yerini kâr haddinin alacağı ve kâr haddinin, kaynakların verimli alanlara tahsisi ve sermaye birikimi gibi bütün ekonomik fonksiyonları, faizin sebep olduğu istikrarsızlık ve gelir dağılımı dengesizliği gibi sıkıntılara meydan vermeden görebileceği savunulmaktadır (Ayrıntılı bilgi için bk. Chapra, The American Journal, I/2, s. 23-40).
Faizle İlgili Milletlerarası Kararlar. Banka faizleriyle ilgili olarak 1975 yılında Kahire’de toplanan ve İslâm hukukçularıyla birlikte diğer hukukçu, iktisatçı ve mütefekkirlerin de katıldığı II. İslâm Araştırmaları Kongresi’nde, ödünç türleri üzerine tahakkuk ettirilen her çeşit faizin haram olduğu ve bu konuda tüketim kredisiyle üretim kredisi arasında bir fark bulunmadığı gibi faizin azıyla çoğu arasında da fark olmadığı, faizli kredinin her çeşidinin Kur’an ve Sünnet’in yasakladığı haram kapsamına girdiği, ihtiyaç ve zaruretin faiz almayı caiz kılmayacağı, aynı şekilde faizli kredi almanın da haram olduğu ve bunu ancak zaruret halinin caiz kılabileceği, faizle ilgili olmadıkça câri hesap, çek bozdurma, kredi mektubu gibi işlemlerin câiz olup bunlardan alınan komisyonun faiz sayılmayacağı, vadeli hesapların, açılan faizli kredilerin ve faiz karşılığında verilen diğer kredi türlerinin haram olduğuna karar verilmiştir.
20-22 Mayıs 1979’da Birleşik Arap Emirliklerinin Dübey şehrinde yapılan I. İslâm Bankası Kongresi’nde İslâm ülkelerine, bankalarını İslâm bankacılığı prensiplerine göre kurmaya yönelmeleri ve bu konuda müteşebbislere her türlü kolaylığı göstermeleri, aralarındaki ticari mübadeleleri İslâmî prensiplere uygun olarak doğrudan yapmaları çağrısında bulunulmuştur.
23 Mart 1983 tarihinde toplanan II. İslâm Bankası Kongresi faizin şer’an haram olduğunu teyit etmiş ve müslümanlara paralarını İslâmî banka ve şirketlere yatırmalarını, yabancı ülkelerdeki bankalara yatırılan paraların getirdiği faizi o bankalarda bırakmayıp müslümanların amme hizmetlerinde kullanmak suretiyle bu gayri meşru kazançtan kurtulmalarını tavsiye etmiş ve meşru imkânlar varken faizli kuruluşlara para yatırmayı da haram olarak değerlendirmiştir.
25 Ekim 1985’te yapılan III. İslâm Bankası Kongresi’ ndeki ulemâ meclisinin fetvalarında İslâm bankalarının kurulmasının şer‘î bir zaruret, ümmetin temel maslahatlarından biri ve farz-ı kifâye olduğu, mevcut bankalarla şer‘an mahzurlu işlem yapmanın haram bulunduğu, İslâm bankalarıyla iş yapmanın müslümanların görevi sayıldığı, bu imkânı bulanların yurt içinde ve dışında bankalarla iş yapmalarının haram olduğu, faiz yoluyla elde edilen her kazancın şer‘an haram kılındığı, müslümanın bu kazancı kendisi ve bakmakla yükümlü olduğu kimseler için kullanmasının câiz olmadığı, böyle bir kazancı okul, hastahane gibi kamu hizmeti veren kurumlara sadaka olarak değil haramdan temizlenmek amacıyla vermeleri gerektiği belirtilmiştir.
Bu arada İslâm ülkelerindeki sorumlular ve banka yetkilileri Allah’ın, “Eğer müminseniz mevcut faiz alacaklarınızı terkedin” (el-Bakara 2/278) emrince bankalarını faizden arındırma yarışına davet edilmiştir (Bu konudaki milletlerarası kongreler, alınan karar ve fetvalar için bk. Ali Ahmed es-Sâlûs, el-MuǾâmelâtü’l-mâliyyetü’l-muǾâśıra, s. 223 vd., 403-406; Ahmed Bâzi’ el-Yâsîn, III/3, s. 1821-1825).
Faizsiz Ekonomi ve Banka. İslâm Ülkeleri, özellikle XIX ve XX. yüzyıllarda faize dayalı kapitalist-Batı ekonomisinin gerek doktrin gerekse uygulama ve kurumlaşma açısından ağır tesiri altında kaldığından çok defa bu ülkelerde faizsiz bir ekonominin mümkün olmayacağı, faizle çalışan bankaların iktisadî hayatta önemli bir role sahip olduğu iddiası gündeme gelmekte ve bu kanaat zaman zaman bazı müslüman iktisatçı ve düşünürleri de etkisi altına almaktadır. Fakat bu görüşün tarihî ve halihazır uygulama örnekleriyle çeliştiği açıktır. Faizin ekonominin vazgeçilmez bir şartı olduğu iddiası sadece kapitalist - liberal ekonomi için kısmen geçerli olabilir. Çünkü kapitalist ekonomi içinde de kâr-zarar ortaklığı esasına dayalı bir şekilde tasarrufun teşviki, sermaye birikimi ve kredi kullandırılması mümkündür. Ayrıca sosyalist ekonomi de faizi öngörmemektedir. Bugün başta Pakistan, İran, Suudi Arabistan olmak üzere bazı İslâm ülkelerinin ekonomilerini faizden arındırmaları ve birçok İslâm ülkesinin bu alanda giderek mesafe alması, faizin ekonominin vazgeçilmez şartı olduğu iddiasını fiilen de çürütmektedir. Ancak bütün alt yapısı ve kurumlan faize dayalı kapitalist ekonomiye göre şekillenmiş, fertleri bu yönde eğitilmiş ve şartlandırılmış toplumlarda faizsiz ekonomiye geçmenin zorluğu da ortadadır. Bundan dolayı öncelikle fertlerin İslâm inanç, ahlâk ve düşüncesiyle yetişmiş olması, faizsiz ekonomiye geçiş yönünde ciddi azim, talep ve girişimlerin bulunması gerekir. İslâm toplumlarında faizin tamamen devre dışı bırakılabilmesi için sermaye birikimini ve yatırımlara kaynak teminini sağlayacak ve tasarrufları değerlendirecek olan alternatif faizsiz modellerin geliştirilmesi zorunludur.
Tasarrufların sermaye birikimine ve yatırıma dönüştürülmesi, sermayeye üretim ve kârdan pay verilmesi ve yatırımlar için kredi temininin tek yolu şüphesiz ki faiz değildir. Ancak bütün bunlar için alternatif faizsiz kurum ve modeller geliştirilemediğinden müslüman toplumlarda faiz sisteminin giderek güçlendiği, âdeta istemeyerek de olsa kabullenilme aşamasına gelindiği de bir gerçektir. Bu olumsuz gelişmeler sonucudur ki İslâm dünyasında özellikle XX. yüzyılın ortalarından itibaren faizsiz ekonomik model arayışları hızlanmış, sermaye sahibiyle yatırımcıyı kâr ve zararda ortaklık esasına göre bir araya getiren aracı kurumların nasıl oluşturulabileceği, ayrıca faizsiz sermaye birikimi ve faizsiz kredi gibi ekonomik konular İslâm iktisatçıları arasında tartışılmaya başlanmıştır. İslâm ülkelerinde çeyrek asırlık geçmişi bulunan faizsiz banka veya İslâm bankası uygulamaları bu çabaların sonucudur. 1963 yılında Ahmed Neccâr’ın öncülüğünde Mısır’da kurulan ve birkaç yıl uygulamada kalan faizsiz banka örneği. 1974’te İslâm Konferansı Teşkilâtına dahil kırktan fazla müslüman ülkenin ortaklığıyla kurulan İslâm Kalkınma Bankası bu yönde atılmış ciddi adımlardır. Bugün birçok İslâm ülkesinde faaliyet gösteren özel finans kurumları ve faizsiz bankalar meşru ölçüler içinde kalmaları, dolaylı yoldan da olsa faizli işlemler yapmamaları şartıyla bu olumlu adımların devamı sayılabilir. Mısır, Ürdün, bazı Körfez ülkeleri gibi İslâm ülkelerinde bu kurumlar özel bir hukukî statü içinde yasallaştırılmış ve kendilerine birtakım imtiyazlar tanınmıştır. Üç yıllık geçiş döneminden sonra faizsiz ekonomiyi uygulamaya başlayan Pakistan’da ve İran’da ise sadece bu tür kurum ve bankalar faaliyet gösterebilmektedir. Özel finans kurumları ve faizsiz bankaların faize dayalı ekonominin boşluklarından, enflasyonun olumsuz sonuçlarından veya vade farkıyla ilgili yerleşik ticarî uygulamalardan geniş ölçüde faydalanmakta olduğu, bu yüzden faizli ekonomiden tamamıyla ayrı düşünülemeyeceği görüşleri de mevcut olmakla birlikte bu kurumların topladıkları tasarrufları klasik fıkıh literatüründe yer alan ve kural olarak meşru görülen murabaha, mudârebe, müşâreke ve icar usulüyle nemâlandırdıkları göz önüne alındığında yaptıkları işlemlerin prensip itibariyle faizli işlem sayılmaması gerekir. Murabaha, vade farkıyla alım satım esasına dayanan üretim desteği sağlama usulüdür. Mudârebe ve müşâreke, emek-sermaye ortaklığı, kâr ve zarara katılım, icar ise finansal kiralama usulüdür. Bu kurumların toplumun iktisadî gelişmesinde aktif rol oynayacak kalıcı yatırımlara, üretim ve ticarete yönelebilmesi ise tasarruf sahiplerinin beklenti ve güvenleriyle de ilgili bir konudur. Çünkü tasarruf sahiplerinin kısa dönemde ve yüksek gelir elde etme beklentileri, uzun vadede gelir sağlayacak köklü yatırımlara gidilmesine pek imkân vermemektedir. Faizsiz finans kurumlarının, faize dayalı sistemle yabancı ülke paralarının enflasyona karşı sağladığı güvencenin ikileminde sıkışıp kalan günümüz insanı için alternatif bir çözüm getirdiği ve bu yönde gösterilecek çabaların sonucunda kurulacak faizsiz ekonomik model için de önemli bir başlangıç teşkil ettiği söylenebilir.
İbadetteki bidat ise her ne kadar itikadi bidatin asaginda ise de, fakat yine o da munker ve dalalettir. Denilmistir ki: cunku itikadi bidat, hakkin nazargahini pislemektir. Ameli bidat ise, halkin nazar mevziini necislemektir. Nitekim hadiste sebep ortaya cikmaktadir.
Türk tarih kurumu'nun özel arşivinde Atatürk'e ait başka ne tür belgeler bulunuyor?Bugünkü Türk Tarih Kurumu yönetimi neden hala bu belgeleri gizli tutuyor? Atatürk'ün Gizlenen Vasiyeti.sy.35.
Türkün kadim coğrafyasında,Oğuzlardan Hunlara,Göktürklerden Seçuklulara,Osmanlılardan Türkiye Cumhuriyeti'ne kadar Türk devlet kuruculuğu incelendiğinde üç ortak makenizmanın varlığına şahid olmaktayız. Atatürk'ün Gizlenen Vasiyeti.sy.9.
Türk,devlet kurmaya karar verdiğinde;vizyon,istihbarat ve bunları idare edecek beyin takımını oluşturarak özgürlük mücadelesine başlar. Atatürk'ün Gizlenen Vasiyetnamesi.sy.9.
Cevap : sırrınca, istibdat herkesin damarlarına sirayet etmişti, çok nam ve sûretlerde kendini gösteriyordu, çok dam ve planlar istimal ediyordu. Hatta benim gibi bir adam, ilmi vasıta edip, tahakküm ediyor idi veyahut sehavet-i milliyeyi sû-i istimal ederdi. Veyahut şu şeyh gibi, necâbeti sebebiyle herkes onun hatırını tutarak-tutmakla mükellef bildiğinden-tahakûküm ve istibdat ediyordu.
Sual : "Demek, öldürmemize, hükûmetin istibdadına yardım eden başka istibdatlar da varmış?" Cevap : Evet, cehaletimizin silahıyla, asıl bizi mahveden, içimizdeki, garip namlar ile hüküm süren parça parça istibdatlar idi ki, hayatımızı tesmîm etmiş idi. Fakat, yine kabahat, o küçük istibdatların pederi olan istibdad-ı hükûmete aittir. Münâzarât, ss. 31-34.
Hadîs-i şerif: "İnsanlar kendi idarecilerinin yolundadırlar." (Keşfü’l-Hafa, 2:311.)
Hürriyetin şe’ni odur ki, ne kendine, ne gayriye zararı dokunmasın
Sual : "Şimdi, hürriyet bahsini sual edeceğiz. Nedir şu hürriyet ki, o kadar tevilat onda birbiriyle çekişiyorlar ve hakkında acîb, garip rüyalar görülür?" Cevap : Yirmi seneden beri onu, hatta rüyalarda takip eden ve o sevda ile herşeyi terk eden birisi, size güzel cevap verebilir.
Sual : "Hürriyeti bize çok fena tefsir etmişler. Hatta, adeta, ’Hürriyette, insan her ne sefahet ve rezalet işlese, başkasına zarar vermemek şartıyla birşey denilmez’ diye bize anlatmışlar. Acaba böyle midir?" Cevap : Öyleleri hürriyeti değil, belki sefahet ve rezaletlerini îlan ediyorlar ve çocuk bahanesi gibi hezeyan ediyorlar. Zîra, nazenin hürriyet, âdâb-ı Şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lazımdır. Yoksa, sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir; belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır, nefs-i emmareye esir olmaktır.
Hürriyet-i umûmi, efradın zerrât-ı hürriyâtının muhassalıdır. Hürriyetin şe’ni odur ki; ne nefsine, ne gayriye zararı dokunmasın.
HAŞİYE 1 Münâzarât, s. 55. Hürriyet îmanın hassasıdır.
Sual: HAŞİYE 2 "Demek biz eskiden beri hürriyetimize mâlik idik. Hürriyetimiz tev’em
Tam ve mükemmel hürriyet, kişinin firavunlaşmaması ve başkasının hürriyeti ile alay etme-mesidir. Şüphesiz, gaye haktır; ama mücadele usûlüne uygun değildir.
HAŞİYE 1: Acele etme! Yani, Mîzan cerîdesinin sahibi Murad haklıdır. Tanîn muharriri Hüseyin Cahid yanlış ve hata ediyor.
HAŞİYE 2: Haymenîşinler tarafından, yani göçebe, siyah çadırlı bedevîlerin suladir.
Meşrutiyet (cumhuriyet) adalet, meşveret ve kanun üstünlüğünden ibarettir .
Cihad-ı hariciyi, Şeriat-ı Garranın berahin-i katıasının elmas kılınçlarına havale edeceğiz. Zira, medenîlere galebe çalmak ikna iledir. Söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz. Husûmete vaktimiz yoktur. Cumhuriyet ki: HAŞİYE Adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. On üç asır evvel Şeriat-ı Garra teessüs ettiğinden, ahkâm-da Avrupa’ya dilencilik etmek, din-i İslâma büyük bir cinayettir. Ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir. Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa istibdat tevzi olunmuş olur. Hâkim ve amir-i vicdanî olmalı. O da; marifet-i tam ve medeniyet-i âmm veyahut din-i
Şüphesiz ki Allah, kuvvet ve kudret sahibidir.
HAŞİYE: O zaman meşrutiyet. Şimdi o kelime yerine Cumhuriyet konulmuş.
İslâm namiyle olmalı. Yoksa istibdat daima hükümferma olacaktır. İttifak hüdadadır, hevada ve hevesde değil. İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahdırlar. Her şey hür oldu. Şeriat da hürdür, meşrutiyet dea Mesâil-i Şeriatı rüşvet vermeyeceğiz. Başkasının kusuru, insanın kusuruna sened ve özür olamaz. Yeis mâni-i her kemaldir. "Neme lazım, başkası düşünsün," istibdadın yadigârıdır. Bu cümlelerin mabeynini rabtedecek olan mukaddematı, Türkçe bilmediğim için müta-liînin fikirlerine havale ediyorum. Divan-ı Harb-i Örfî, ss. 64-66.
Meşrutiyetin hayatı hak, kalbi marifet, aklı kanundur
Sual : "İstibdat nedir; meşrûtiyet nedir?" Cevap : İstibdat tahakkümdür, muamele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vahiddir, sû-i istimalata gayet müsait bir zemindir,
zulmün temelidir, insaniyetin mahisidir. Sefalet dere-lerinin esfel-i safilînine insanı tekerlendiren ve alem-i İslâmiyeti zillet ve sefalete düşürttüren ve ağraz ve husûmeti uyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren, hatta herşeye sirayet ile zehrini atan, o derece ihtilafatı beyne’l-İslam îka edip, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır. Evet, taklidin pederi ve istibdad-ı siyasînin veledi olan istibdad-ı ilmîdir ki, Cebriye, Rafı-ziye, Mûtezile gibi İslâmiyeti müşevveş eden fırkaları tevlid etmiştir.
Sual : "İstibdat bu derece bir semm-i katil olduğunu bilmezdik. Lehü’l-hamd, parçalandı. Onu esasiyle tedavi edecek olan tiryak-ı meşrûtiyeti bize tarif et." Cevap : Bazı memurların ef’ali, adem-i ülfetten dolayı size yanlış ders gösterdiği ve şiddetten neş’et eden müşevveşiyetle hal-i hazırdan fehmettiğiniz meşrûtiyeti tefsir etmeyeceğim. Belki hükümetin hedef-i maksadı olan meşrûtiyet-i meşrûayı beyan edeceğim. İşte:
Meşrûtiyet -1- -2- ayet-i kerîmelerinin tecellîsidir ve meşveret-i şer’iyedir. O vücud-u nûranînin kuvvete bedel, hayatı haktır, kalbi marifettir, lisanı muhabbettir, aklı kanundur, şahıs değildir. Evet, meşrûtiyet hâkimiyet-i millettir; siz dahi hâkim oldunuz. Umum akvamın sebeb-i saadetidir; siz de saadete gideceksiniz. Bütün eşvak ve hissiyât-ı âliyeyi uyandırır; uyku bes, siz de uyanınız. İnsanı hayvanlıktan kurtarır; siz de tam insan olunuz. İslâmiyetin bahtını, Asya’nın taliini açacaktır. Size müjde. Bizim devleti ömr-ü ebedîye mazhar eder. Milletin bekasıyla ibka edecek; siz daha me’yus olmayınız. Bir ince tel gibi her tarafa heva ve hevesin tehyîci ile çevrilmeye müstaid olan rey-i vahid-i istibdadı layetezelzel bir demir direk gibi, lâyetefellel bir elmas kılınç gibi olan
1 Ve işlerde onlarla istişare et. (Âl-i İmran Sûresi: 159.)
2 Onların aralarındaki işleri istişare iledir. (Şûra Sûresi: 38.)
efkâr-ı âmmeye tebdil eder; siz de, sefîne-i Nuh gibi emniyet ediniz. Herkesi bir padişah hükmüne getiriyor; siz de hürriyetperverlikle padişah olmaya gayret ediniz. Esas-ı insaniyet olan cüz’-ü ihtiyarı temin eder, azad eder; siz de câmid olmaya razı olmayınız. Üç yüz milyondan ziyade ehl-i İslâmı bir aşîret gibi birbirine rapteder; siz de o rabıtayı muhafaza ediniz. Zîra meşveret perdeyi attı; milliyet göründü, harekete geldi. Milliyet içinde İslâmiyet ışıklandı, ihtizaza geldi. Zîra, milliyetimizin rûhu İslâmiyettir; hakîki ve nisbî ve izafîden mürekkeptir. Başka millete benzemiyoruz.
Sual : "İstibdadın çirkinliğine, meşrûtiyetin bu derece iyiliğine delilin nedir?" Cevap : Siz avam olduğunuzdan hayalinizle tefekkür, gözünüzle taakkul ettiğinizden, temsil size bürhan-ı nazarîden daha ziyade muknîdir. İşte, ikisinin mahiyetlerini misalle tasvir edip göstereceğim. İşte, biliniz: Hükûmet hekim gibidir; millet hastadır. Farzediniz, ben şu çadırda oturmuş bir hekimim.
Şu etraftaki herbir köyde, Allah etmesin, birer ayrı hastalık var. Ben o hastalıkları teşhis etme-mişim, hem de tacizimi istemeyen müdahenecilerden, yalancılardan başka kimseyi görmemişim. Şu halde, şu köylere, tanımadığım bir hastalığa, görmediğim bir hastaya gönderdiğim reçetesiz, mîzansız bir ilacı istimal eden, acaba şifa mı bulur veyahut ölür? Evet, sırrınca, şunun sâye-i muzlimânesinde mazhar oldunuz. İşte her köye böyle ilaç göndermek, hatta dâü’l-cû ile karın ağrısına müptela olan emsalinize hazım ilacı hükmünde olan iane toplamak, yahut eşkiyalık ve husûmet derdiyle mültehap bulunan o vücu-da, iltihabı tezyid eden Hamidîlik icra etmek ve ila ahir. . . acaba tedavi mi, yoksa tesmîm midir, melekü’l-mevte yardım etmek midir? İşte mahiyet-i istibdadın timsali budur. Zîra, sabıkta, Padişah kendi yerinde mahpus gibi oturuyordu, bîçare milletin halini anlamıyordu,
yahut zaaf-ı kalb ve kuvvet-i vehim ile anlamak istemiyordu, yahut mütehevvisane ve mütekeyyifane ve mütekalkıl olan tabiatı, anlattırmaya müsait değildi. İşte hükümetteki istibdada, herşeydeki istibdadı kıyas ediniz. Hatta, taklidi tevlid eden ilmin istibdadı dahi böyledir. Amma, bizzarûre hükümet-i İslamiyenin hedef-i maksadı olan meşrûtiyet-i meşrûanın timsalini isterseniz, farzediniz ben bir hekimim. Şu çadır dahi eczahanedir; içindeyim. Umum köylerde veyahut evlerde çeşit çeşit hastalıkları teşhis etmiş, reçetesini yazmış bir müntehap adam, yanıma geliyor, reçetesini ibraz ediyor ki; "Daü’l-cehl ile baş ağrısı var" yazılıdır. Ben dahi, fen afyonunu iptida onların lisanlarının zarfında, sonra da lisan-ı resmiyeye ifrağ ederek veriyorum. Bir başkasının reçetesini gösteriyor ki; kalb hastalığı olan zaaf-ı diyanet var. Ben de, fünûnu maarif-i İslamiye ile mezc ederek bir macun yapıyorum, müderrislerin ellerine veriyorum, gönderiyorum. Diğerinde daü’l-husûmet ile ihtilal sıtması var. Ben de fikr-i milliyeti uyandırarak,
şıklandırarak, tiryak misal adalet ve muhabbeti o nur ile mezc ettirerek, sulfato-misal bir ilaç veriyorum. İşte böyle bir hekimdir ki, vatan hastahanesinde, bîçare etfali helaktan halas eder. Hâ, hükümet-i meşrûtanın timsal-i nûranîsi sırrınca, herbir büyük adam, bu düsturu nazara almak gerektir. Münâzarât, ss. 22-27.
Hakimiyet-i milliyeyi temin eden meşrûtiyet, beşer saadetinin bir sebebidir
Hem de Meşrutiyet-i meşrûa denilen dünyada beşer saadetinin bir sebebi ve hâkimiyet-i milliyeyi temin ile makina-i hayatın buharı olan hürriyetteki irade-i cüz’iyeyi, istibdat ve tahak-kümün belasından kurtaran meşveret-i
’nın başka bir ünvanı olan teşebbüs-ü şahsiyeye teşvik ediyor. Divan-ı Harb-i Örfî, ss. 59-60.
Asya’nın kalkınmasının şartları hürriyet ve şûradır
Hem de mânâ-i meşrûtiyete iptila ve muhabbetimin sebebi şudur ki: Asya’nın ve alem-i İslâmın istikbalde terakkîsinin birinci kapısı meşrûtiyet-i meşrua ve Şeriat dairesindeki hürri-yettir. Ve tali’ ve taht ve baht-ı İslâmın anahtarı da meşrutiyetteki şûradır. Zira, şimdiye kadar üç yüz yetmiş milyon İslâm ecanibin istibdad-ı manevîsi altında eziliyordu. Şimdi hâkimiyet-i İslâmiye, alemde, bahusus bundan sonra Asya’da hükümferma olduğu halde herbir ferd-i Müslüman hâkimiyetin bir cüz-ü hakikîsine malik olur. Ve hürriyet üç yüz yetmiş milyon İslâmı esaretten hâlâs etmeye bir çâre-i yegânedir. Farz-ı muhal olarak; burada
İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır. (Necm Sûresi, 39.)
yirmi milyon nüfus, te’sis-i hürriyette çok zarardîde olsalar da feda olsunlar. Yirmiyi verir, üç yüzü alırız. Yaşasın Meşrutiyet-i meşrûa! Sağ olsun hakikat-ı Şeriat terbiyesinden tam ders alan neyyir-i hürriyet! Divan-ı Harb-i Örfî, ss. 55-56.
Şahısların gayr-i meşrû fiilleri sanattaki maharetlerine zarar vermez
Ey asâkir-i muvahhidîn! Fahr-i Alem’in (Aleyhissalatü Vesselam) fermanını size tebliğ ediyorum ki, Şeriat dairesinde ululemre itaat farzdır. Ululemriniz ve üstadlarınız zabitlerinizdir. Askerlik ocağı cesîm ve muntazam bir fabrikaya benzer. Çarklarının biri intizam ve itaatte serkeşlik etmekle, bütün fabrika herc ü merc olur. .......... Bazan zarar zannettiğiniz şey, siyaseten büyük zararı def ettiği için ayn-ı maslahat olduğundan,
zabitleriniz tecrübeleri hasebiyle görüyor ve size emir veriyor. Sizde de tereddüd câiz değildir. Ef’al-i hususiye-i nameşrua, san’attaki meharet ve hazakate münafi değildir ve san’atı menfur etmez. Nasıl ki, bir tabib-i hâzık ve bir mühendis-i mâhirin nâmeşrû harekatı için, onların tıb ve hendeselerinden mani-i istifade olamaz. Hutbe-i Şamiye, ss. 112, 113. (Dinî cerîde numara: 110, 30 Nisan 1909.)
Asya’nın bahtını açacak, meşrûtiyet ve hürriyettir
Asya’nın bahtını, İslâmiyetin taliini açacak yalnız meşrûtiyet ve hürriyettir. Fakat, Şeriat-ı Garranın terbiyesinde kalmak şartıyla. Tenbih : Mehasin-i medeniyet denilen emirler, Şeriatın başka şekle çevrilmiş birer mesele-sidira Muhakemat, s. 39.
Bizdeki hürriyet alem-i islamın hürriyetine sebep olacaktır
Sual : "Heyhat! Nasıl hürriyetimiz umum alem-i İslamın hürriyetinin mukaddimesi ve fecr-i sadıkı olur?" Cevap : İki cihet ile. Birincisi: Bizde olan istibdat, Asya’nın hürriyetine zulmanî bir sed çekmişti. Ziya-i hürriyet o muzlim perdeden geçemezdi ki, gözleri açsın, kemâlâtı göstersin. İşte bu seddin tahribiyle, fikr-i hürriyet Çin’e kadar yayıldı ve yayılacaktır. Fakat, Çin ifrat edip komünist oldu. alemdeki terazinin hürriyet gözü ağır geldiğinden, birdenbire terazinin öteki gözünde olan vah-şet ve istibdadı kaldırdı, git gide kalkacak. Eğer siz sahîfe-i efkârı okusanız, tarîk-ı siyaseti görseniz, hutebâ-i umûmi olan doğru konuşan cerâidi dinleseniz, anlayacaksınız ki, Arabistan, Hindistan, Cava, Mısır, Kafkas, Afrika ve emsallerinde o derece fikr-i hürriyetin galeyanıyla, alem-i İslamın efkarında öyle bir tahavvül-ü azîm ve inkılab-ı acîb
ve terakkî-i fikrî ve teyak-kuz-u tam intac etmiştir ki, pahasına yüz sene verseydik yine ucuzdu. Zîra, hürriyet milliyeti gösterdi; milliyet sadefinde olan İslâmiyetin cevher-i nûranîsi tecellîye başladı. İslâmiyetin ihti-zazını ihbar etti ki, herbir müslim, cüz-ü fert gibi başıboş değildir; belki, herbiri mürekkebat-ı mütedahile-i mütesaideden bir cüz’dür, sair eczalar ile cazibe-i umûmiye-i İslamiye noktasında birbiriyle sıla-i rahimleri vardır. Şu ihbar bir kavî ümit verir ki, nokta-i istinad ve nokta-i istimdat gayet kavî ve metîndir. Şu ümit, yeisle öldürülen kuvve-i maneviyemizi ihya etti. Şu hayat, alem-i İslamdaki galeyan eden fikr-i hürriyetten istimdat ederek umum alem-i İslâm üzerine çökmüş olan istibdad-ı manevî-i umûminin perdelerini parça parça edecektir. HAŞİYE
Ümitsizliği adet edinmiş kimseye rağmen.
HAŞİYE: Lillahilhamd, kırk beş sene sonra parça parça etmeye başladı.
İkinci Cihet: Şimdiye kadar ecnebîler bahane mahane tutarlardı, milletimizi eziyorlardı. Şimdi ise, ellerinde urûk-u insaniyetkârânelerine veya damar-ı mutaassıbânelerine veya âsâb-ı dessasânelerine dokunduracak ellerinde serrişte-i bahane olacak öyle nokta bulamazlar. Bulsalar da tutamazlar. Bahusus, medeniyet hubb-u insaniyeti tevlid eder. Münâzarât, ss. 63-65.
Şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazîlettir
Bidayetlerde herkesten sual olunduğu gibi, Divan-ı Harbde bana da sual ettiler: "Sen de Şeriatı istemişsin?" Dedim: "Şeriatın bir hakikatına bin ruhum olsa feda etmeye hazırım! Zira Şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilalcilerin isteyişi gibi değil." Divan-ı Harb-i Örfî, s. 19.
6.154 yorum:
«En Eski ‹Eski 3001 – 3200 / 6154 Yeni› En yeni»Lozan anlaşmasının imzalanması zora girecek gibi görünüyordu.Mustafa Kemal Paşa,anlaşmanın imzalanmasını tehlikeye atmamak için Meclisi feshederek seçimlere gidilmesine karar verdi.
İnönü,a.g.e.,106.
Lozan sy.24.
Birinci meclisin Lozan anlaşmasını imzalaması zor görünmektedir.İmzalansa bile bunu meclisten geçirmek kolay olmayacaktı.Bu nedenle görüşmelerin kesilmesi Mustafa Kemal'e muhalefeti pasifize etmek için zaman kazandırdı.
24.İngiliz Belgelerinde Atatürk,C.5,s.110-111.
Lozan sy.25.
Bundan sonra Mustafa Kemal Paşa,lozan sonrası gelişmelerle,yeni devletin nasıl olacağı,kimlerle işbirliği yapacağı Lozan görüşmelerinin kesilmesi sırasında netleşti.
Lozan sy.25.
Milli mücadeleden sonra Mustafa Kemal Paşa 'nın işbirliğine gideceği kesim belirlenmiş olurken Lozan'a muhalefet edenler siyasal yaşamın dışına itildi.
Lozan.sy.25.
MİLLİ MÜCADELE DÖNEMİ 30 EKİM 1918 (MONDROS) -24TEMMUZ 1923 (LOZAN ANT.)
30 Ekim 1918 Mondros Ateşkes Antlaşması Osmanlı ile İtilaf Devletleri arasında imzalandı. Osmanlı’yı fiilen bitirmiş, işgallere dayanak olmuş, tepki olarak Milli Direniş Örgütleri kurulmuştur.
3 Kasım1918 Villa Gusti Ateşkes Antlaşması, Avusturya ile itilaf Devletleri arasında imzalanmıştır.
11 Kasım 1918 Rethondes Ateşkes Antlaşması, Almanya ile itilaf Devletleri arasında imzalanmıştır.
20 Kasım 1918 Venezuela bağımsızlığını ilan etti. Yeni dünyanın keşfinden 1. Dünya Savaşının buhranına kadar İspanya’nın sömürgesi idi.
Ocak 1919 Antep, Maraş, Urfa, Adana’yı İngilizler işgal ediyor.
18 Ocak 1919 Paris Barış Konferansı, İtilaf Devletleri ile yenilen devletlerin imzalayacakları barış antlaşmalarının şartlarının belirlenmesi için Paris’te toplanılmıştır. Barış Antlaşmalarının Sevr hariç hepsinin şartları burada belirlendi. İtilaf Devletleri, Almanya ile 28 Haziran 1919 tarihinde Versay Barış Antlaşmasını; Avusturya ile 10 Eylül 1919 tarihinde SainGermain Barış Antlaşması, Bulgaristan ile 27 Kasım 1919 tarihinde Nöyyi Barış Antlaşması, Macaristan ile 6 Haziran 1920 tarihinde Triyanon Barış Antlaşması, Osmanlı ile 10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr Barış Antlaşması imzalanmıştır.
21 Ocak 1919Adana cephesi kuruluyor.
3 Mart 1919 Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin Erzurum şubesinin kuruluşu.
29 Nisan 1919 İtalyanlar Antalya’yı işgal ediyorlar. M. Kemal 9. Ordu Müfettişi atanıyor.
4-11 Mayıs 1919 İtalyanlar Kuşadası, Marmaris, Bodrum yörelerini işgal ediyorlar.
15 Mayıs 1919Yunan ordusu İtilaf donanmaları koruyuculuğunda İzmir’i işgal ediyor. İşgalle silahlı mücadele de başlamıştır. İlk kurşun.
16 Mayıs 1919M. Kemal İstanbul’dan Samsun’a hareket ediyor.
19 Mayıs 1919 Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkması. Milli Mücadeleye hazırlık dönemi başlıyor.
28 Mayıs 1919Ayvalık’ta Yunan çıkartma hareketine silahlı direniş.
28-29 MAYIS 1919Havza Genelgesi ( 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi’nden Büyük Millet Meclisi’nin kurulduğu 23 Nisan 1920 tarihine kadarki süreye ‘’ Kongreler Dönemi ‘’ denir. Bu süre içinde 30 Kongre toplanmıştır. Bilindik olanları bunlardan daha ulusal ve önemli olanlarıdır. Meclisin açılmasıyla kongreler işlerini meclise bırakmıştır.)
Haziran1919 Amasya Genelgesi
8-9 Temmuz 1919M. Kemal askerlikten istifa ediyor.
23 Temmuz – 7 Ağustos 1919Erzurum Kongresi
26-31 Temmuz 1919 Balıkesir Kongresi
16-25 AĞUSTOS 1919Alaşehir Kongresi
4-11 EYLÜL 1919 Sivas Kongresi
7 Eylül 1919 Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk cemiyetinin kuruluşu. (Sivas Kongresinde kuruldu.)
9 Eylül 1919 Ali Fuat Paşa Umum Kuva-yı Milliye komutanı.
22 Eylül 1919 Anzavur’un Balıkesir yöresi ayaklanması.
2 Ekim 1919 Damat Ferit Paşa kabinesi yerine Ali Rıza Kabinesinin Kurulması.
13 Ekim 1919 Amiral Bristol’un raporu yayınlanıyor.
20-22 EKİM 1919Amasya Görüşmesi veya Protokolü ( Mülakatı ) Türk-Kürt birlikteliğini ortaya koyan ilk girişim bu protokolde yer alır.
29 Ekim 1919 Fransızlar Anteb’i işgal ediyor.
1 Kasım 1919 İngilizler Maraş’ı Fransızlara devrediyor.
16 Kasım 1919 Sivas’ta komutanlar toplantısı.
27 Aralık 1919Ankara milli mücadelenin karargahı oluyor. Sivas’ta çalışmalarını tamamlayan Temsil Heyeti bu tarihte Ankara’ya geliyor. Bu tarihten sonra Ankara milli mücadelenin sevk ve idare edildiği bir merkez olacaktır.
29 Aralık 1919-1920Maraş’ta Fransızlara karşı milli direniş.
12 Ocak 1920 Son Osmanlı Mebusan Meclisi İstanbul’da toplandı, en önemli faaliyeti 28 Ocakta oy birliği ile kabul edilen Misak-ı Milli’ dir. 17 Şubatta da kamuoyuna açıklanmıştır.
17 Ocak 1920 Urfa’da milli direniş başlıyor.
28 Ocak 1920Mebuslar Meclisi Misak-ı Milliyi ilanı, kabul edilişi. (Milli gaye ve hedeflerin, milli sınırların belirlenmesi).
11 Şubat 1920Fransızlar Maraş’tan çekiliyor.
16 Şubat 1920Anzavur yeniden ayaklanıyor.
3 Mart 1920Ali Rıza Paşa Kabinesi çekiliyor. Salih Paşa Kabinesi kuruluyor.
16 Mart 1920İngilizler İstanbul’u işgal ediyor. İstanbul’un resmen işgali. İtilaf işgal kuvvetlerinin İstanbul’daki resmi binalara girmeleri, meclisin dağıtılması ve kapanması, mebusların Anadolu’ya kaçmaları, ele geçenlerin İngilizler tarafından sürülmesi.
19 Mart 1920M. Kemal Paşa Ankara’da olağanüstü yetkilere sahip bir meclis toplamak için bir çağrıda bulunuyor.
1 Nisan 1920Antep’te bulunan Fransız kuvvetleri Antepliler tarafından kuşatılıyor.
2 Nisan 1920Salih Paşa Kabinesi istifa ediyor.
5 Nisan 1920Damat Ferit Paşa Kabinesi.
10 Nisan 1920Fransızlar Urfa’yı boşaltıyor.
11 Nisan 1920Kuvay-ı Milliye aleyhine İstanbul Fetvası. Mebuslar Meclisi Padişah tarafından dağıtılıyor.
13 Nisan 1920Bolu ve Düzce ayaklanmaları.
18 Nisan 1920Kuvay-ı İnzibatiye kuruluyor.
19 Nisan 1920Beypazarı ayaklanması.
ADI KONULMAMIŞ YENİ DEVLET DÖNEMİ23 NİSAN 1920-29 EKİM 1923
Yeni kurulacak devletin sahipleri Milli mücadele döneminde vatanı içincanlarını veren ve bu uğurda savaşanlardır. Mustafa Kemal’in ifadesiyle bu devlet birlikte sırt sırta savaşan ve özgürlük mücadelesi veren Türklerin ve Kürtlerin ortak devleti olacaktır.Ancak bu düşünce daha 1924 Anayasasından itibaren unutulmuş ve farklılaşmıştır. Denilenin aksine Ulusalcı ve Türk Milliyetçiliği üzerine inşa edilmeye başlanan yeni devlet, zamanla Kürtler ’i kuruluş döneminde sonuna kadar kullanmasına rağmen, inşa ve yönetme zamanında bunun dışında bırakmıştır. Bu ilmi siyasetin sonucu olarak günümüze kadar Kürt Sorunu diye tanımlanan bir sorunla yeni kurulan devlet mütemadiyen uğraşmak zorunda kalacaktır. Ancak, bütün bu çıkar amaçlı siyasi tutarsızlıklar, ve birden çok taraflı hata ve yanlışlar şu gerçeği değiştirmeyecektir: Türkiye Cumhuriyeti tarihi Türkler ile birlikte Kürtlerinde tarihidir.
23 Nisan 1920 Büyük Millet Meclisi ( B.M.M. ) Ankara’da Kuruluyor.
24 Nisan 1920M. Kemal Meclis Başkanı. Büyük Millet Meclisinin ilk başkanı oluyor.
26 Nisan 1920 Sen Remo Konferansı, İtilaf Devletleri Osmanlı ile yapılacak olan antlaşmanın şartlarını belirlemek için toplanmışlardır.
29 Nisan 1920Hiyanet-i Vataniye Kanunu.
30 Nisan 1920B.M.M.nin kuruluşu bütün dünyaya ilan ediliyor.
3 Mayıs 1920Bakanlar kurulu kuruluyor.
5 Mayıs 1920Anadolu’nun karşı Fetvası.
8 Mayıs 1920Pozantı’daki Fransız kuvvetlerini Kuvayı Milliye kuşatıyor.
11 Mayıs 1920İstanbul Harp Divanı M. Kemal’i gıyaben idama mahkum ediyor.
14 Mayıs 1920Yenihan ayaklanması.
24 Mayıs 1920Padişah M. Kemal hakkındaki idam kararını onaylıyor.
28 Mayıs 1920Pozantı’daki Fransız birlikleri teslim alınıyor.
30 Mayıs 1920Türkiye-Fransa ateşkesi.
1 Haziran 1920Amerikan Kongresi Ermeni mandasını reddediyor.
9 Haziran 1920Doğu Anadolu’da Ermenilere karşı seferberlik.
14 Haziran 1920Yozgat ayaklanması.
22 Haziran 1920Balıkesir’in Yunan ordusu tarafından işgali.
27 Haziran 1920Mustafa Kemal Paşa, El-Cezire Merkez Komutanı Nihat Paşa’ya bir talimatname göndermiştir. Talimatnamenin 1. Maddesinde açıkça Kürtlere tedrici bir özerklik verilmesine vurgu yapmıştır. 2. Maddede milletlerin kendi kaderlerini belirlemeye hakları olduğunu, tüm dünya tarafından kabul görülen bu hakikat doğrultusunda Kürtlerin de BMM idaresinde yaşamak kaydıyla mahalli idarenin El-Cezire Cephesi Kumandanlığına ait olduğunu beyan etmiştir.
2 Temmuz 1920Bandırma, Kirmasti ve Gönen’in Yunan ordusu tarafından işgali.
8 Temmuz 1920Bursa’nın Yunanlar tarafından işgali.
9 Temmuz 1920İngilizler Batum’u boşaltıyor.
18 Temmuz 1920B.M.M. Misak-ı Milliye yemin ediyor.
21 Temmuz 1920Yunan ordusu Tekirdağ’ı işgal ediyor.
25 Temmuz 1920Yunan ordusu Edirne’yi işgal diyor.
10 Ağustos 1920Sevr Antlaşması’nı imzalanması. Uygulanamamış, Lozan ile değiştirilmiştir.
11 Eylül 1920B.M.M. Firariler Hakkında Kanun ve İstiklal Mahkemeleri kuruyor.
18 Eylül 1920 İstiklal Mahkemeleri faaliyetlerine başladı.
30 Eylül 1920Ermenistan’a karşı Türkiye ordusunun harekatı.
3 Ekim 1920Konya ayaklanması.
29 Ekim 1920Damat Ferit Paşa Kabinesi yerine Tevfik Paşa Kabinesi Kuruluyor.
30 Ekim 1920Türkiye ordusu Kars’ı kurtarıyor.
3 Aralık 1920Gümrü Antlaşması’nın Ermenistan ile imzalanması
5 Ocak 1921Çerkes Ethem Yunanlılara sığınıyor.
6-10 Ocak 1921Birinci İnönü Zaferi.
20 Ocak 1921Teşkilat-ı Esasiye Kanunu yani 1921 anayasası meclisçe kabul edildi. Bu kanunda vilayetlerde mahalli özerklik öngörülmüştür. Mustafa kemal Paşa tarafından Kürdistan’da ‘’tedricen mahalli idare ihdası’’ talebi, Kürtler’in yabancılarla anlaşmasına engel olmaya ve BMM’ye bağlılıklarını sağlamaya yönelik olmuştur. 16-17 Ocak 1923 tarihinde de Mustafa Kemal, İzmir’de bu konu hakkında şöyle konuşmuştur: ‘’ Kürtler’e bir tür yerel özerklik verilecektir.’’ Ancak, 24 Anayasasında bunların esamesi okunmayacak ve ulus devlet dayatmaları sistematik olarak Doğu ve Güneydoğu da uygulanacaktır. Mustafa Kemal Atatürk’ ün Milli mücadele dönemindeki düşünce, söz ve davranışları da daha sonra anlaşılacağı üzere ‘’bir ilmi siyaset gereği olduğu’’ görülecektir.
28-29 Ocak 1921 Mustafa Suphi’nin Katledilmesi TKP önde gelenleri başta Mustafa Suphi olmak üzere Türkiye’ye Kurtuluş Savaşına destek için geldiler. Ne var ki, 28-29 Ocak gecesi Karadeniz’de bindikleri motor Teşkilat-ı Mahsusacı Yahya Kaptan tarafından basılacak, Suphi ve arkadaşları Karadeniz’de boğularak öldürüleceklerdir. Emri kimin verdiği bugün dahi tartışma konusudur.
9 Şubat 1921Antep Fransızlara teslim oluyor.
21 Şubat-12 Mart 1921Londra Konferansı toplanması. Amaç, Sevr’i hafifletip B.M.M.’ne kabul ettirmek.
6 Mart-17 Haziran 1921 KoçgiriAyaklanmasıSivas, Erzincan ve Tunceli yöresinde, adını ayaklanan Koçgiri aşiretinden almıştır.
12 Mart 1921İstiklal Marşının Meclisteki kabulü.
16 Mart 1921Moskova Antlaşması. Büyük Millet Meclisi ile Rusya arasında olmuştur.
23 Mart-1 Nisan 1921İkinci İnönü Zaferi.
23 Nisan 1921Milli Bayram.
10 Mayıs 1921Müdafaa-ı Hukuk Grubunun kurulması.
10 Temmuz 1921Yunan ordusunun ileri Harekatı.
10-24 Temmuz 1921 Eskişehir-Kütahya Savaşları
13 Temmuz 1921Afyon Karahisar’ın Yunan ordusunca işgali.
17 Temmuz 1921Kütahya’nın işgali.
30 Temmuz 1921İstiklal Mahkemeleri yeniden kuruluyor.
5 Ağustos 1921Mustafa Kemal Başkomutan olarak meclis yetkilerini kendinde topluyor. Tek Adam Dönemi başlaıyor.
7-8 Ağustos 1921Tekalif-i Milliye Emirleri.
23 Ağustos-13 Eylül 1921Sakarya meydan Savaşı.
13 Ekim 1921Kars Anlaşması. B.M.M ile Ermenistan, Gürcistan, Azerbaycan arasında olmuştur. Doğu sınırımız çizilmiş oldu.
20 Ekim 1921Ankara Antlaşması. B.M.M ile Fransa arasında olmuştur. Hatay hariç güney sınırımız çizilmiş oldu.
22 Mart 1922 İtilaf Devletlerinin ateşkes önerisi.
26 Mart 1922 İtilaf devletlerinin barış önerisi.
26 Ağustos 1922 Büyük Taarruz.
30 Ağustos 1922 Dumlupınar Başkomutan Meydan Muharebesi.
2 Eylül 1922 Yunan Başkomutanının esir oluşu.
9 Eylül 1922 Türk ordusunun İzmir’i kurtarışı.
3 Ekim 1922 Mudanya Konferansı başlıyor.
11 Ekim 1922 Mudanya Mütarekesi.
20 Ekim 1922 Türk Jandarması İstanbul’da.
20 Kasım 1922 Lozan Barış Konferansı başlamış, 4 Şubat 1923 ‘te kesilmiştir. 23 Nisan 1923 tarihinde Lozan’da görüşmeler tekrar başlamıştır. 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Barış Antlaşması ile sona ermiştir.
25 Kasım 1922 Edirne’de ulusal yönetim kuruluyor.
17 Şubat 1923 İzmir İktisat Kongresi toplanıyor.
1 Nisan 1923 B.M.M. yeni seçimler için karar veriyor. Daha sonra T.B.M.M olacak.
15 Nisan 1923 T.B.M.M. dağılıyor.
24 Temmuz 1923 Lozan Barış Antlaşması imzalanmıştır.
11 Ağustos 1923 T.B.M.M.nin açılması.
23 Ağustos1923 Lozan Muahedesinin T.B.M.M.inde tasdiki.
9 Eylül 1923 Cumhuriyet Halk Partisinin kurulması.(Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti’nin(4-11 Eylül 1919), sonrasında 1.Meclis’teki (1920) Müdafa-i Hukuk Grubunun üzerine önce Halk Fırkası, Cumhuriyetin ilanı ile Cumhuriyet Halk Fırkası daha sonrada Cumhuriyet Halk Partisi adıyla kurulmuştur.) (Resmi kuruluş tarihi 11 Eylül 1923)
6 Ekim 1923 Türk Ordusunun İstanbul’a girmesi.
13 Ekim 1923 Ankara başkent olarak kabulü.
29 EKİM 1923 TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ DÖNEMİ
29 EKİM 1923- 10 KASIM 1938 MUSTAFA KEMAL ATATÜRK(1881-1938) DÖNEMİ
Mustafa Kemal Atatürk Cumhurbaşkanlığı döneminin başbakanları sırasıyla:
1923 – 1924 Mustafa İsmet İnönü; 1924 – 1925 Ali Fethi Okyar Bey; 1925 – 1937 İsmet İnönü (2. kere) ; 1937 – 1939 Celal Bayar
29 Ekim 1923 Cumhuriyetin ilanı Gazi M. Kemal Cumhurbaşkanı.
30 Ekim 1923 Başbakan olarak İsmet Paşa’nın göreve gelmesi.
1 Kasım 1923 Fethi Okyar’ın Cumhuriyet devrinde T.B.M.M.’nin ilk başkanı seçilmesi.
3 Mart 1924 Şeriye ve Evkaf vekaletlerinin kaldırılması.
Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekaletinin kaldırılması.
3 Mart 1924 Hilafetin kaldırılması ve Osmanoğullarının Türkiye dışına çıkarılması. Tevhid-i Tedrisat Kanunu.
8 Mart 1924 Şeriat mahkemelerinin kaldırılışı.
20 Nisan 1924 Yeni anayasanın kabulü.1924 anayasasının kabulü.
25 Nisan 1924 Türkiye ile Cemiyet-i Akvam’ın Musul konusunda anlaşması.
25 Ekim 1924 Türk milliyetçiliğinin fikir babası ve sosyolog Ziya Gökalp öldü.
17 Kasım 1924 Terakki Perver Cumhuriyet Fırkasının kuruluşu. (5 Haziran 1925 te kapatılacak )
20 Kasım 1924 İsmet Bey’in başbakanlıktan istifası.
21 Kasım 1924 Fethi Bey’in yeni hükümeti kurması.
4 Aralık 1924 Şehit yetimlerine İstiklal madalyası yasasının kabulü.
8 Aralık 1924 Terakkiperver Cumhuriyet fırkasına Kazım Karabekir’in başkanı, Ali Fuat’ın genel sekreter olarak seçilmesi.
13 Şubat 1925 Şeyh Sait İsyanı.
17 Şubat 1925 Aşar vergisinin kaldırılışı.
2 Mart 1925 Fethi Bey’in istifası.
4 Mart 1925 Takrir-i Sükun kanununun çıkarılması, 2. İstiklal mahkemesinin
kuruluşu.
12 Nisan 1925 Şeyh Sait’in yakalanması.
3 Haziran 1925 Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının kapatılışı.
5 Ağustos 1925 Mustafa Kemal’in Latife Hanım’dan ayrılması.
2 Eylül 1925 Tekke ve zaviyelerin, türbelerin kapatılması, dini kıyafetleri ve memurların şapka giyeceklerine dair Bakanlar Kurulu kararının yayınlanması.
25 Kasım 1925 Şapka Kanunu.
30 Kasım 1925 Tekke ve zaviyeler ile türbelerin kapatılmasına ve türbedarlıklar ile bazı ünvanların men ve ilgasına dair kanun.
26 Aralık 1925 Milletlerarası saat ve takvimin kabulü hakkında kanun.
17 Şubat 1926Medeni Kanunun kabulü (Kadının medeni haklara kavuşması, çok evliliğin yasaklanması, hukuk düzeninin çağdaşlaştırılması).
1 Mart 1926 Yeni “Türk Ceza Kanunu’nun kabulü.
22 Nisan1926 “Borçlar Kanunu’nun kabulü.
16 Haziran 1926 Mustafa Kemal’e İzmir’de suikast girişimi
7 Mart 1927 İstiklal Mahkemeleri ihtiyaç kalmadığı için kapatıldı.
15-20 Ekim 1927Mustafa Kemal Paşa’nın Büyük Nutuk’unu okuması.
10 Nisan 1928 Anayasada mevcut olan “Devletin dini İslam’dır” hükmünün kaldırılması. Anayasada değişiklikler yapılarak Türkiye Cumhuriyeti’nin laik devlet karakterinin açıklığa kavuşturulması.
24 Nisan 1928 Milletlerarası rakamların kabulüne dair kanun.
28 Mayıs 1928 Millet mekteplerinin açılması hakkında kanun. Türk vatandaşlığı kanunu.
8 Ağustos 1928 Gazi Mustafa Kemal’in İstanbul Sarayburnu’nda halka ilk defa yeni Türk harflerinden söz açması.
1 Kasım 1928 Yeni Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun’un T.B.M.M.’den geçmesi.
24 Nisan 1929 İcra ve İflas Kanununun kabulü.
15 Mayıs 1929 Deniz Ticaret Kanununun kabulü.
7 Haziran 1929 Katolik mezhebinin merkezi Vatikan bağımsızlığını ilan etti.
20 Şubat 1930 Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanununun kabulü.
3 Nisan 1930 Belediye seçimlerinde Türk kadınlarına seçme ve seçilme hakkı tanıyan kanunun kabulü.
11 Haziran 1930 Cumhuriyet Merkez Bankası Kuruluşu Hakkında kanun.
12 Ağustos 1930 Fethi (Okyar) Bey başkanlığında Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşu.
17 Kasım 1930 Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kendini feshetmesi.
23 Aralık 1930 Menemen Ayaklanması.
26 Mart 1931Ölçüler kanununun kabulü.
12 Nisan 1931Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti (Türk Tarih Kurumu)’nin kuruluşu.
16 Eylül 1931 Libya özgürlük hareketinin lideri Ömer Muhtar vefat etti.
19 Şubat 1932 Halkevlerinin açılması.
12 Temmuz 1932 Türk Dili Tetkik Cemiyeti (Türk Dili Kurumu)’nun kurulması.
Bazan bir saat tefekkür,bir sene ibadetten daha hayırlı olur.
Asa-yı Musa.Risale i Nur.
18 Temmuz 1932 Milletler Cemiyeti’ne üye olundu.
31 Mayıs 1933 İstanbul Darülfünunun yerine İstanbul Üniversitesinin Kurulması Hakkında Kanun.
20 Haziran 1933 Üniversitede İnkılap Enstitüsü’nün kurulması.
4 Ekim 1933 Türk İnkılap Enstitüsünde ilk İnkılap dersinin Milli Eğitim Bakanı Yusuf Hikmet (Bayur) Bey tarafından verilmesi.
26 Ekim 1933 Türkiye kadınlarına köy İhtiyar heyetlerine seçme ve seçilme hakkının tanınması.
9 Şubat 1934 Balkan Antantı kuruldu. Türkiye, Yugoslavya, Romanya ve Yunanistan arasında kuruldu.
21 Haziran 1934 Soyadı Kanunu, Mustafa Kemal’e TBMM’nin Atatürk soyadını vermesi.
3 Aralık 1934 Hangi dine mensup olursa olsun, din adamlarının mabet ve ayinler dışındaki dini kisve taşımalarının yasaklanmasına dair kanun.
5 Aralık 1934 Türkiye kadınlarına milletvekili seçme ve seçilme hakkını tanıyan anayasa değişikliği.
8 Haziran 1936 İş Kanununu kabulü (Sosyal haklar ve sosyal güvenlik açısından ilk önemli adım).
20 Temmuz 1936 Montreux Boğazlar Sözleşmesinin imzalanması ve boğazların tamamen Türk hâkimiyetine geçişi. Türk askerinin “gayri askeri” adı verilmiş bölgelere girmesi.
9 Temmuz 1937Sadabat Paktı kuruldu. Türkiye, İran, Irak, Afganistan arasında kuruldu.
27 Ocak 1937 Hatay’ın bağımsızlığının Milletler Cemiyetinde kabulü.
5 Şubat 1937 1935 yılında CHP kurultayında kabul edilen Atatürk İlkeleri anayasaya girdi.
11 Haziran 1937 Atatürk’ün Trabzon’dan hükümete “Bütün çiftliklerini ve mallarını millete bağışladığını” bildirmesi.
15 Kasım 1937 Dersimdeki isyanın lideri Seyit Rıza bir askeri harekât soncunda yakalanıp oğlu ve bağlılarıyla birlikte Elazığ’da idam edildi.
14 Ocak 1938 Türkiye-Irak-İran-Afganistan arasında akdedilen “SaadabatPaktı”nın TBMM’ce onaylanması.
3 Temmuz 1938 Antakya’da Türk ve Fransız askeri heyetleri arasında askeri anlaşmanın imzası (Hatay’la ilgili).
5 Temmuz 1938 Türk birliklerini coşkun sevgi gösterileri içinde Hatay’a, İskenderun’a girişi. Anlaşmada öngörülen yerlerde Türk birlikleri göreve başlamıştır.
2 Eylül 1938 Hatay Millet Meclisinin toplanması ve Tayfur Sökmen’in Devlet Başkanı seçilmesi.
10 Kasım 1938 Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatı.
11 KASIM 1938-22 MAYIS 1950 İSMET İNÖNÜ DÖNEMİ(1884-1973)
İsmet İnönü Cumhurbaşkanlığı döneminin başbakanları sırasıyla:1939 – 1942 Refik Saydam; 1942 – 1946 Şükrü Saraçoğlu; 1946 – 1947 Recep Peker; 1947 – 1949 Hasan Saka1949 – 1950 Şemsettin Günaltay
11 Kasım 1938 İsmet İnönü Cumhurbaşkanı oldu. Atatürk’ün ölümü üzerine “İkinci Adam” İsmet İnönü oybirliğiyle Cumhurbaşkanlığına seçilmiştir.
26 Aralık 1938 İnönü “Milli Şef” oluyor. CHP Olağanüstü Kurultayı’nda İsmet İnönü’ye “Değişmez Genel Başkan” unvanı verildi. Ayrıca “Milli Şef” olarak anılmaya başlanılmıştır.
23 Haziran 1939 Türkiye ile Fransa arasındaki görüşmeler devam etti ve sonunda Hatay’ın Türkiye’ye bağlanması kabul edildi. Bunun üzerine Hatay Millet Meclisi Türkiye ile birleşme kararı aldı
7 Temmuz 1939 Hatay Türkiye’ye katılıyor. Kendi meclis kararıyla Türkiye’ye katılma kararı alan Hatay Cumhuriyeti, fiilen Türkiye’nin ili olmuştur.
1 Eylül 1939 Almanya’nın Polonya’yı işgal edilmesi ile II. Dünya Savaşı başlamış oldu.
17 Nisan 1940 Köy Enstitüleri kuruldu. Cumhuriyet tarihinin en önemli eğitim hamleleri arasında yaralan Köy Enstitülerinin kurulması kanunlaşarak yürürlüğe girmiştir.
18 Haziran 1941Türk-Alman Paktı imzalandı. (Türk-Alman saldırmazlık paktı)
23 Haziran 1941 Refah Faciası meydana gelmiştir. 2. Dünya Savaşı başlamadan İngiltere’ye sipariş edilen 4 denizaltı ve 4 muhribi teslim almak için yola çıkan Refah Şilebi batırılmıştır. Olayın seyri şöyledir; Mersin Limanından Mısır’ın İskenderiye Limanına giderken gece vakti atılan bir torpido sonucu gemi sulara gömülmüştür. Gemide yaklaşık 150 kadar mürettebat şehit olmuştur.
11 Kasım 1941 Varlık Vergisi kanunun çıkartılması. Özellikle gayrimüslim ticaret erbabını hedefleyen “varlık vergisi” kanunu çıkartılmıştır. Bu uygulama 1,5 yıl sürmüştür. Ödeme yapmayanlar çalışma kamplarına gönderilmiştir. Bu durum, CHP’nin büyük bir siyasi hatası olarak tarihe geçmiştir.
24Şubat1942 Almanya’nın Türkiye Büyükelçisi VonPapen’e Suikast girişiminde bulunulmuştur.
14Temmuz 1942 Atılay Denizaltısı batmıştır. 90 denizcimiz şehit olmuştur.
7 Aralık 1943tarihinde Roosevelt-İnönü-Churchill buluşup 2. Dünya Savaşının gidişatı üzerine konuşulmuştur. Amerikan başkanı Roosevelt, İngiltere başbakanı Churchill ve Türkiye’yi temsilen İsmet İnönü Kahire’de buluşmuşlardır.
7 Eylül 1944 Irkçı-Turancı Davası görülmeye başlandı. Aralarında Reha Oğuz Türkken, Fethi Tevetoğlu, Nihal Atsız, Zeki Velidi Togan ve Alpaslan Türkeş gibi isimlerin bulunduğu “Irkçı -Turancılar Davası” başlamıştır.
4-7 Şubat 1945 Üçler Konferans Masası Yalta’daki Livadia Sarayı’na Ukrayna’da bir araya gelen 2. Dünya Savaşı2nın üç önemli figürü; Churchill, Roosevelt ve Stalin savaş sonrası Avrupa topraklarının nasıl şekilleneceğini konuştular.
23 Şubat 1945 Türkiye Almanya’ya kağıt üzerinde savaş ilan etmiştir.
26 Haziran 1945 Birleşmiş Milletlerin kuruluşu.
18 Temmuz 1945 Milli Kalkınma Partisi kuruldu, çok partili hayat 15 yıl aradan sonra tekrar başladı.
24 Ekim 1945 Birleşmiş Milletler Örgütü yürürlüğe girdi.
16 Kasım 1945 UNESCO ( Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü ) 2. Dünya Savaşında tahrip ettiği kültürel değerleri sahiplenmek amacıyla kuruldu.
4 Aralık 1945 Tan Olayı meydana geldi. Dönemin en tanınmış ve sol eğilimli gazetelerinden “Tan” gazetesi ve matbaası kışkırtma sonucu öğrencilerce basılmıştır. Gazete idaresi ve matbaası yakılmıştır.
7 Ocak 1946 Demokrat Parti kuruldu; Celal Bayar ve Adnan Menderes gibi isimlerden oluşan bir grup CHP’den ayrılarak, Demokrat Parti’yi kurmuşlardır.
5 Nisan 1946 ABD Donanmasına ait Missouri savaş gemisi İstanbul’a gelmiştir. Gemi, Amerika’da ölen elçimiz Münir Ertegün’ün tabutunu Türkiye’ye getirmiştir. Bu ziyaret basit bir ziyaret olmaktan öte değerlendirilmiş ve Türk-ABD ilişkileri için jest olarak algılanmıştır.
21 Temmuz 1946 İlk Çok Partili Seçimler yapıldı. Cumhuriyet tarihinin ilk muhalefet partili seçimi yapılmıştır. CHP 396, DP 61 milletvekili çıkarmıştır.
7 Eylül 1946 Türkiye’de ilk büyük devalüasyon 7 Eylül 1946 tarihinde yapılmıştır. 7 Eylül Kararları olarak adlandırılan ve Recep Peker Hükümeti’nin gerçekleştirdiği bu devalüasyonla yüzde 116 oranında bir artışla ABD dolarının fiyatı 2,83 liraya çıkarılmıştır. İkinci devalüasyon Adnan Menderes Hükümetince 4 Ağustos 1958 tarihinde yapılarak 2,83 TL olan ABD doları 9 liraya çıkarılmıştır. Üçüncü büyük devalüasyon Süleyman Demirel hükümeti tarafından 10 Ağustos 1970 tarihinde gerçekleştirilmiştir. Bu devalüasyonla 1 ABD doları 9 liradan 15 liraya çıkarılmıştır. Türk parasının ABD doları karşısındaki değeri Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş tarihi olan 1923 yılında 1 dolar 0,75 kuruş idi.
12 Mart 1947 ABD Yardımı, Cumhuriyet tarihi içinde ilk ABD yardımı gündeme gelmiştir. Böylelikle daha sonra ABD ile gelişecek ilişkilerin temeli o günlerde atılmıştır.
10 Temmuz 1947 Pakistan Müslüman bir devlet olarak Hindistan’ın ikiye ayrılmasıyla kuruldu. Pakistan’ın başına Muhammed Ali Cinnah getirildi.
30 Ocak 1948 İngiliz sömürgeciliğine karşı mücadeleye önderlik eden ve bağımsız Hindistan’ın kurucusu olan MahatmaGandhi 79 yaşında faşist bir Hindu tarafından kurşunlanarak öldürülmüştür.
18 Temmuz 1948 Demokrat Parti’den ayrılan, Kurtuluş Savaşı komutanlarından Mareşal Fevzi Çakmak ve Osman Bölükbaşı Millet Partisi’ni kurdu.
11 Aralık 1948 İlk Arap – İsrail Savaşı’nın ardından Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Filistin Meselesinde arabulucu olarak atadığı Kont Bernadotte tarafından hazırlanan raporu görüştü, raporda Kudüs’ün Araplara bırakılması öneriliyordu.
4 Nisan 1949 NATO ( Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü ) kuruldu.
5 Mayıs1949 Türkiye Avrupa Konseyine katılmıştır.
1 Ekim1949 Kızıl Devrimi gerçekleştiren Komünist Partisi lideri Mao Zedong Çin Halk Cumhuriyeti’ni kurdu.
2 Mart 1950 Muğlalı Davası; Orgeneral Mustafa Muğlalı idama mahkum edilmiştir. Cezası daha sonra müebbede çevrilmiştir. Karara gerekçe olan olay Van’ın Özalp ilçesinde 33 köylünün öldürülmesidir. Bilindiği üzerede 2011 yılında AKP hükümetinin Savunma bakanlığının istemiyle, Genel Kurmay Başkanlığınca bu kışlanın kapısındaki Orgeneral Mustafa Muğlalı ismi kaldırılmıştır.
14 Mayıs 1950 Demokrat Parti iktidara geldi. Demokrat Parti İktidarı seçimleri kazanarak, 27 yıllık CHP’nin tek parti iktidarına seçimler yoluyla son verilmiştir. “Yeter, söz milletindir!” söylemiyle yola çıkan Demokrat Parti 14 Mayıs’taki seçimlerde 416 milletvekili çıkartarak tek başına iktidar olmuştur. Seçimlerin sonucunda; Demokrat Parti %53.3 oy oranı ile TBMM’ye 416 milletvekili soktu. CHP %39.9 oranında oy almasına rağmen 69, MP ve bağımsızlar 1’er milletvekili ile temsil edildi. Celal Bayar Cumhurbaşkanı, Adnan Menderes Başbakan olmuştur. ‘’ Beyaz Devrim’’, ‘’ Kansız Devrim’’ gerçekleştiren DP, 1954 yılında tarihinin en yüksek oy oranına (% 57) ulaşmıştır. Gizli oy açık sayım usulünün kullanıldığı ilk genel seçim sonrası göreve gelen başbakan Adnan Menderes’tir, Çünkü 1946 seçimleri açık oy gizli sayım ile yapıldı. Demokrat partinin temeli ‘DÖRTLÜ TAKRİR’ e dayanır. 1950 seçimleri sonucu dörtlü takrirde yer alanların statüsü şöyledir: Demokrat partinin kurucusu, Celal Bayar-Cumhurbaşkanı, Adnan Menderes-Başbakan, Mehmet Fuat Köprülü-Dış İşleri Bakanı, Refik Koraltan- Meclis Başkanı oldu.
22 MAYIS 1950-27 MAYIS 1960 CELAL BAYAR (1883-1986)DÖNEMİ
Cumhurbaşkanlığı döneminin başbakanı: Adnan Menderes (1950 – 1960 )
22 Mayıs 1950 Celal Bayar Türkiye Cumhuriyeti’nin üçüncü cumhurbaşkanı oldu. Adnan Menderes başkanlığındaki ilk Demokrat Parti hükümeti kuruldu. Refik Koraltan da Meclis Başkanı olarak göreve başladı.
6 Haziran 1950 DP hükümeti; Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları ve diğer bazı generalleri görevlerinden aldı.
16 Haziran 1950DP iktidarının ilk icraatlarından birisi, Türkçe okunan ezanın tekrar Arapça okunmasını sağlamak olmuştur.
5 Temmuz 1950 Radyodan dini program yayın yasağı kaldırıldı.
7 Temmuz 1950 Dünya Bankası Türkiye’ye 16 milyon 400 bin dolar kredi açtı.
Temmuz 1950 Kuzey-Güney Kore Savaşı’nda Birleşmiş Milletler bütün ulusları, komünist Kuzey Kore’ye karşı ABD’nin geniş katılımıyla oluşturulacak askeri güce katılmaya çağırdı.
28 Temmuz 1950 Türk Barışseverler Cemiyeti’nin Türkiye’nin Kore’ye asker göndermesini protesto amacıyla bildiri dağıtmasına izin verilmedi, Cemiyet başkanı Behice Boran ve genel sekreter Adnan Cemgil tutuklandı.
1 Ağustos 1950 Türkiye Kuzey Atlantik Antlaşması Teşkilatı’na (NATO) başvurdu.
16 Eylül 1950 Türkiye’nin, NATO’ya girme başvurusu reddedildi.
28 Ağustos 1950 Bir yazarın okul tarih kitaplarından İnönü’nün adını çıkartması tartışmalara yol açtı.
3 Eylül 1950 Belediye seçimlerinde 600’ü aşkın CHP’li belediyeden 560’ı Demokrat Parti’nin eline geçti.
17 Ekim 1950 General Tahsin Yazıcı komutasındaki 4500 kişilik bir tabur, tüm masraflar bize ait olmak üzere meclise danışılmadan, Demokrat Parti hükümetinin kararıyla ve ABD ile kurulan ilişkiler gereğince ilk Türk Tugayı Kore’ye gönderilmiştir. Askerlerimiz 1950 Birleşmiş Milletler kararı ile gönderilmiştir. Kore’ye asker göndermemiz 1952’de NATO’ya dâhil olmamızı kolaylaştırmıştır. Nazım Hikmet ‘Kimi öldürmeye gidiyorsun Ahmet’ adlı dizeleri Kore Savaşı için kullanmıştır.
3 Aralık 1950 Arap harfleriyle tedrisat yapmak için gizli ya da aleni dershane açanlar hakkında 23 Eylül 1931 gün ve 12073 sayılı kararnamedeki yasaklama kaldırıldı.
12 Aralık 1950 Hükümet, CHP Genel Merkez Binası’na el koyarak Hazine’ye aktardı.
24 Aralık 1951 İtalya sömürgesi altında olan Libya Ömer Muhtarın bağımsızlık mücadelesine rağmen ancak onun ölümünden 20 yıl sonra 2. Dünya Savaşı’nın ardından bağımsızlığını bugün kazanmıştır.
20 Şubat 1951 Rus yazarların kitaplarının okul kütüphanelerinden çıkarılmasına karar verildi.
25 Mart 1951 Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri, solcu öğretmenlerin tasfiyesinin sürdüğünü açıkladı.
3 Mayıs 1951 Demokrat Parti Meclis Grubu’nda din eğitiminin genişletilmesi istendi.
4 Mayıs 1951 Menderes Meclis’te yaptığı konuşmada “Halkevleri, Halkodaları faşist anlayış ve düşüncelerin ürünüdür. Bunlar sosyal yapımız içindeki tümüyle gereksiz, boş, geri ve yabancı unsurlardır” dedi.
22 Haziran 1950 İstanbul İnönü Stadı’nın adı Mithat Paşa Stadı olarak değiştirildi.
1 Temmuz 1951 Atatürk’ün heykel ve büstlerine karşı ülke düzeyinde yaygınlaşmış olan saldırıları kınamak için, yurdun çeşitli yerlerinde protesto mitingleri yapıldı.
25 Temmuz 1951 Atatürk’ü Koruma Kanunu çıkmıştır. Amaç, Atatürk devrimlerini korumak, Atatürk heykel ve anıtlarına saldırıların önüne geçmekti. Bu kanun halen geçerliğini korumaktadır. Ayrıca devlet dairesine Atatürk’ün portresinin konması hakkında genelge yayımlandı.
1 Ağustos 1951 Yabancı Sermaye Yatırımlarını Teşvik Kanunu çıktı.
8 Ağustos 1951 Hükümet, Halk Evleri’ne el koydu.
19 Eylül 1951 Kuzey Atlantik Paktı Konseyi, Türkiye ve Yunanistan’a NATO’ya katılma çağrısı yaptı.
20 Eylül 1951 Türkiye’nin NATO’ya katılması kabul edildi.
9 Ekim 1951 Devlet iç borçları 2 milyar 565 milyon liraya yükseldi.
26 Ekim 1951 Türkiye Komünist Parti’sine yönelik büyük çapta tutuklamalar yapıldı. Tutuklananlar arasında Zeki Baştımar, Mihri Belli, Sevim Tarı gibi tanınmış isimler vardı.
4 Kasım 1951 İlkokulların ders programlarına din dersi konuldu.
12 Ocak 1952 ABD yönetimi, Marshall Planı çerçevesinde Türkiye’ye 58 milyon dolarlık askeri yardım yapılmasını onayladı.
15 Ocak 1952 Amerika Birleşik Devletleri Türkiye’nin Kuzey Atlantik Antlaşması Teşkilatı’na (NATO) girişini onayladı.
21 Ocak 1952Milli Savunma Bakanlığı, Kore’de 34 subay, 46 astsubay ve 1252 erin şehit olduğunu açıkladı.
18 Şubat 1952Türkiye NATO’ya üye oldu. NATO’ya katılma protokolünü 1951 yılında Londra’da imzalayan Türkiye, 18 Şubat’ta örgüte resmen üye oldu. Bunun neticesi olarak topraklarımıza ABD askeri üsleri kurulmaya başlandı.
5 Haziran 1952 Lozan Antlaşmasına göre Fener Rum Patrikhanesi’nin başındaki kişinin TC vatandaşı olması gerekir. Bu ilke ilk kez ABD’den uçakla gönderilen Athenagoras’ın Türkiye’ye sokulması ile ihlal edildi. Başbakan Menderes Athenagoras’ı ziyaret etti.
18 Temmuz 1952Türkiye, Cemiyet-i Akvam’a (Birleşmiş Milletler) elli altıncı üye olarak kabul edildi.
8 Ekim 1952Balıkesir’e giden CHP lideri İnönü’yü Vali kent dışında karşılayarak, kente girmemesini, girerse olaylar çıkabileceğini ve kendisinin sorumluluk almayacağını belirtti. İnönü gezisinden vazgeçti.
30 Kasım 1952 ABD ilk hidrojen bombasını Eniwetok Adası’nda patlattı.
24 Aralık 1952“Anayasayı Yaşayan Dile Çevirmek” şeklinde adlandırılan yasa önerisi ile 1945 yılında Türkçeleştirilmiş olan anayasa metni, yürürlükten kaldırıldı. 24 Nisan 1924’te kabul edilmiş olan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu yeniden uygulamaya kondu, anayasadaki öz Türkçe kelimeler ayıklandı. ( Örneğin; “bakanlıklar”, “vekalet” oldu, Genelkurmay Başkanlığı’nın adı “Erkan-ı Harbiye-yi Umumi Reisliği” şeklinde değiştirildi ).
1953 Demokrat Parti döneminde CHP’nin tüm mal varlığı hazineye aktarılmıştır.
21 Ocak 1953Petrollerimizin işletilmesiyle ilgili ilk anlaşma bir ABD şirketiyle yapıldı.
14 Nisan 1953Döviz alım-satımı serbest bırakıldı.
30 Mayıs 1953Sovyetler Birliği hükümeti Türkiye’ye bir nota verdi. Türkiye’den toprak talebi olmadığını, dostluk ilişkisi kurmak istediklerini bildirdi.
8 Temmuz 1953Millet Partisi irticai faaliyet gerekçesiyle kapatıldı, mallarına el kondu.
21 Temmuz 1953Profesörlerin politika ile uğraşmalarını yasaklayan kanun kabul edildi.
27 Temmuz 19532 milyondan fazla insanın öldüğü Kore Savaşı sona erdi.
9 Eylül 1953 Millet gazetesi başyazarı Nurettin Ardıçoğlu 3 sene 2 ay, yazı işleri müdürü Hüsnü Söylemezoğlu 2 sene 1 ay hapse mahkum oldu.
10 Kasım 1953te Atatürk’ün naaşı Etnografya müzesinden alınarak Anıtkabir’e defnedilmiştir.
14 Aralık 1953Hükümet, CHP’nin menkul ve gayrı menkullerinin Hazineye devredilmesine yönelik yasayı çıkardı.
Aralık 1953CHP’nin Ulus Gazetesi’ne el konuldu.
1954 Osmanlı Devletinden kalan borçların tamamı Demokrat Parti döneminde ödendi.
18 Ocak 1954 Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu kabul edildi.
27 Ocak 1954 Millet Partisi yöneticileri birer gün hapis cezasına çarptırıldı.
27 Ocak 19546234 sayılı yasayla Köy Enstitüleri kapatıldı.Köy Enstitülerini kapatma sürecini ilk başlatan CHP olmuştur. DP tarafından daha hızlı bir biçimde içleri boşaltılmış ve nihayet kapılarına kilit vurulmuştur.Kapatıldıklarında, o güne kadar yetiştirmiş oldukları insan sayısı, 16 bin 400 öğretmen, 7 bin 300 sağlık memuru, 8 bin 756 eğitmendi.
24 Şubat 1954 İstanbul’da sıcaklık -6 dereceye düştü. Tuna Nehri’nden koparak Karadeniz’e ulaşan ve daha sonra İstanbul Boğazı’na inen buzlar Boğazı ve limanı kapladı. Deniz trafiği durdu.
7 Mart 1954 Petrol işletmeciliğini yabancı sermayeye açan ve MaxBall adlı bir yabancının hazırladığı Petrol Yasası Meclis’te kabul edildi.
8 Mart 1954Basını sıkı kontrol altına alan ve basın suçlarına yönelik cezaları yükselten Basın Kanunu kabul edildi. Hakaret suçuyla yargılananlara iddialarını mahkemede ispat hakkı tanınması isteği reddedildi.
14 Mart 1954 Demokrat Parti’den istifa ederek CHP’ye geçen Adnan Menderes’in yeğeni Özdemir Evliyazade, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a hakaret ettiği gerekçesiyle tutuklandı.
18 Nisan 1954 Mersin’de seçim konuşması yapan ana muhalefet lideri İnönü DP’lilerin saldırısı ile engellendi, İnönü alandan zorlukla kaçırılıp kurtarılabildi.
2 Mayıs 1954 Genel seçimler yapıldı. Oyların %57,6’sını alan Demokrat Parti 503 sandalye kazanırken, %35,4 oy alan CHP sadece 31 milletvekili çıkarabildi.
14 Mayıs 1954 TBMM ilk toplantısını yaptı. Celal Bayar yeniden cumhurbaşkanı seçildi. Adnan Menderes, kabineyi kurmakla görevlendirildi. Seçimlerden hemen sonra Celal Bayar “İnce demokrasiye paydos” söylemiyle, antidemokratik yasalarla tedbirlerin sürdürüleceğinin altını çiziyordu.
30 Mayıs 1954 Muhalefet lideri Osman Bölükbaşı’yı seçen Kırşehir, ceza olarak il olmaktan çıkarılıp ilçe yapıldı. Bununla da yetinilmedi ve bölünerek eski ilçelerinden bir kısmı ile Nevşehir ili kuruldu.
14 Haziran 1954Seçimlerde CHP’ye oy veren Malatya ceza amacıyla bölünerek Adıyaman ili kuruldu.
21 Haziran 1954 Demokrat Parti kendi kadrolarını kurmak için devlette tasfiyeye yöneldi. Yeni çıkarılan bir yasayla hükumete, 60 yaşını ya da 25 hizmet yılını doldurmuş yargıç ve profesörleri emekliye ayırma yetkisi verildi.
5 Temmuz 1954Memur Tasfiye Yasası, çıktı. Artık; memurlara bir süre için işten el çektirebilecek ya da emekli edilebilecek.
7 Ağustos 1954Millet gazetesi sahibi Fuat Arna, bir yazısında Başbakan Adnan Menderes’e hakaret ettiği gerekçesiyle tutuklandı.
18 Ağustos 1954 Millet gazetesi yazarı Nurettin Ardıçoğlu ile yazı işleri müdürü Hüsnü Söylemezoğlu gazetede çıkan bir yazıdan dolayı 7’şer ay hapis cezasına çarptırıldılar.
21 Ağustos 1954Liseler 11 sınıfa indirildi.
28 Ağustos 1954Emekli General Sadık Aldoğan tutuklandı. Gerekçe; Millet Gazetesine yazdığı bir yazıda adliyenin manevi kişiliğine hakaret etmek.
23 Eylül 1954Yeni Ulus gazetesindeki yazıları nedeniyle Hüseyin Cahit Yalçın, Cemal Sağlam, İbrahim Cüceoğlu hapis, Nihat Erim para cezasına çarptırıldı.
1 Aralık 1954 Demokrat Parti’ye muhalif Yeni Ulus Gazetesi’nin yazarlarından Hüseyin Cahit Yalçın, “Hükümetin manevi şahsiyetini tahkir ettiği” gerekçesiyle 26 ay hapse mahkum edildi ve 79 yaşında hapse girdi.
11 Mart 1955 Alexander Fleming yaşamını yitirdi. İskoç’lu bakteriyolog Penisilin’i buldu.
1 Nisan 1955 Kıbrıs’da EOKA terör örgütü faaliyetlerine başladı.
8 Nisan 1955İstanbul’da hane başına 100 gram kahve dağıtımına başlandı. Kahve alanlar, muhtarların hazırladığı listeleri imzaladı.
14 Mayıs 1955Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki sosyalist ülkeler yeni bir askeri ittifak içeren Varşova Paktı’nı imzaladılar.
20 Mayıs 1955Akis dergisi yazı işleri müdürü Cüneyt Arcayürek tutuklandı.
9 Haziran 1955Türk bayrağını yırtmaktan sanık 4 Amerikalı beraat etti.
10 Haziran 1955İstanbul Hilton Oteli açıldı. 2,5 yılda biten otelde 300 oda, 500 yatak bulunuyor.
23 Haziran 1955Hükümete muhalif Akis Dergisi’nin yazı işleri müdürü Cüneyt Arcayürek “Hükümetin nüfuzunu kıracak neşriyat yapması ve bu suçu işlemekte devam etmesi ihtimalinin bulunması” gerekçesiyle 6 ay hapis cezasına çarptırıldı.
20 Temmuz 1955Polis CHP Isparta İl Kongresini dağıttı. Genel Sekreter Kasım Gülek kürsüden indirildi.
Ağustos 1955Karadeniz gezisine çıkmış olan CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek, Sinop’ta tutuklanarak İstanbul’a getirildi ve bir gün hapiste kaldı. (Ertesi yıl benzer bir geziye kalkışması ve Rize’de dükkân sahiplerinin elini sıkması, gösteri yürüyüşü sayılarak 6 ay hapse mahkûm olacaktır).
5 Eylül 1955 İstanbul Ekspres Gazetesi’nde Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba atıldığı haberi yayınlandı.
6 Eylül 1955 Atatürk’ün evine bomba atıldığı haberi üzerine, “Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti’nin ” İstanbul Taksim Meydanı’nda düzenlediği açık hava toplantısı, 6-7 Eylül olaylarını başlattı. Çok önceden planlanan gösteriler, kısa zamanda Rum vatandaşların işyeri ve evlerine yönelik yağmaya dönüştü. İstanbul, Ankara, İzmir’de sıkıyönetim ilan edildi.
7 Eylül 1955Olaylar diğer kentlere de sıçradı TBMM olağanüstü toplandı. Hükümet bu olayları muhaliflerinin üzerine yıkmak, onlardan da kurtulmak amacıyla Emniyet Amirliklerince komünist olarak bilinen 48 kişi, tahrik ve tahrip suçlamasıyla tutuklanıp Harbiye’ye getirildi. İdam talebiyle yargılanması öngörülen bu kişiler arasında Aziz Nesin, Kemal Tahir, Dr. Can Boratav, Asım Besirci, Hasan İzzettin Dinamo da bulunuyordu.
9 Eylül 1955İstanbul’da 3, Ankara ve İzmir’de birer askeri mahkeme kuruldu.
10 Eylül 1955İçişleri Bakanı Namık Gedik ile İstanbul Emniyet Müdürü Alâeddin Eriş görevlerinden istifa etti.
12 Eylül 1955TBMM sıkıyönetimi 6 ay uzattı.
16 Eylül 1955İzmir’de Sabah Postası gazetesi kapatıldı, gazete sorumlu yazı işleri müdürü ve başyazarı Orhan Rahmi Gökçe tutuklandı.
19 Eylül 1955Muhalif yayınlarından dolayı Ankara’da Ulus Gazetesi süresiz, İstanbul’da ise Hergün, Hürriyet ve Tercüman gazeteleri 15 gün süreyle kapatıldı.
15 Ekim 1955Demokrat Parti’de muhalefet yaptığı gerekçesiyle 9 milletvekili partiden ihraç edildi. Onları destekleyen 10 milletvekili de kendi isteği ile partiden ayrıldı. “Onbirler Hareketi” diye anılan bu milletvekilleri, bakanlar hakkındaki iddialarda, “ispat hakkını yasaklayan kanunun” kaldırılmasını sağlayacak bir fıkranın anayasaya eklenmesini istiyorlardı. (Siyasiler hakkında bir iddia ileri sürenler hakaret suçuyla yargılanıp mahkûm olmaktaydılar. Yargılanan kişiye iddiasını ispat hakkı tanınmamaktaydı. Reddedilen, bu hakkın tanınması isteğiydi).
24 Ekim 1955 Bayındırlık Bakanı Muammer Çavuşoğlu, (Nazlı Ilıcak ile Ömer Çavuşoğlu’nun babası ) 6/7 Eylül olaylarında uğradıkları kayıplar dolayısıyla, İzmir’deki Yunan Konsolosluğu’na, Yunan Bayrağı çekti.
17 Aralık 1955 : Ankara ve İzmir’de sıkıyönetim kaldırıldı.
20 Aralık 1955 : Demokrat Parti’den ayrılan 19 milletvekili, Hürriyet Partisi’ni kurdular.
5 Şubat 1956 : Meriç ve Tunca nehirleri dondu; Yeşilköy ve Mecidiyeköy’e kurtlar indi ve İstanbul halkı ekmeksiz kaldı.
8 Şubat 1956 : Ekonomik sıkıntılar nedeniyle gazetelerin sayfaları 6’ya indirildi.
2 Mart 1956 : Cumhurbaşkanına hakaretten sanık Ulus gazetesi yazarı Şinasi Nahit Berker 1 yıl hapse mahkum oldu
8 Nisan 1956 : Başbakan Adnan Menderes , muhalefeti, “Siyasi sapıklık, sahte ihtilalcilik, inkarcılık, adi ve alçak iftiracılık, sahte hürriyetçilik ve tedhişçilik”le suçladı.
29 Nisan 1956 : Ankara’da gazeteciler Oktay Ekşi, Hikmet Tanılkan, Altan Öymen, Aydın Köker ve Seyfettin Turhan götürüldükleri Çankaya Karakolunda hakarete uğradılar.
1 Mayıs 1956 : 6-7 Eylül olaylarında zarar gören kiliselere 10 milyon lira avans verildi.
31 Mayıs 1956CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, “Adım adım mutlakıyete gidiyoruz ” dedi.
7 Haziran 1956Demokrat Parti hükümetinin hazırladığı yeni Basın Kanunu Mecliste kabul edildi.Hürriyet Partisi adına konuşan Turan Güneş, “Bu kanunla, değil basın özgürlüğü, basın bile kalmayacak” dedi.
14 Haziran 1956CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek, TBMM’nin manevi şahsına hakaret ettiği gerekçesiyle 1 yıl hapse ve 4 ay Bursa’da ikamete mahkûm oldu.
27 Haziran1956Toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanunu görüşmelerinde, İnönü: “Aramızdaki farkı bilelim. Biz mutlakıyetten bugüne geldik, siz bugünden mutlakıyete gidiyorsunuz.” dedi. Muhalefet topluca salonu terk etti. Tasarı DP’lilerin oylarıyla yasalaştı.
13 Ağustos 1956Bakanlar Kurulunca ortaokullarda din dersi okutulmasına karar verildi.
28 Eylül 1956Maliye, İstanbul’da hazineye ait 10 bin arsa ve 500 binayı satışa çıkardı.
15 Kasım1956’da Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ ) kuruldu.
1957’de Erzurum Atatürk üniversitesi açılmıştır.
11 Mayıs 1957Zaman Gazetesi’nden Nusret Safa Coşkun ve Rıfat Ekinci birer yıl hapse mahkûm oldular.
19 Mayıs 1957Kayseri’de halka yaptığı açıklamada Menderes, DP’nin iktidarda olduğu yedi yıl içinde yeni 15.000 cami inşa edildiğini ve başta Süleymaniye olmak üzere 86 caminin onarıldığını belirtti.
31 Mayıs 1957Bakırköy Derbi Lastik Fabrikası hammadde yokluğundan kapandı, 720 işçi işsiz kaldı.
1 Temmuz 195730 Haziran 1954 tarihinde ilçe yapılan Kırşehir yeniden İl yapıldı.
2 Temmuz 1957CMP Genel Başkanı ve Kırşehir milletvekili Osman Bölükbaşı tutuklandı.
6 Temmuz 1957Hükümet, İstanbul Gazeteciler Sendikası’nı bir süre için kapattı.
20 Ekim 1957Menderes Adana’da yaptığı seçim konuşmasında “İstanbul’u ikinci bir Mekke, Eyüp Sultan Camiini de ikinci bir Kâbe yapacağız” dedi.
27 Ekim 1957Genel Seçimler yapıldı. Oyların % 47,9’unu alan DP 424, % 41,1’ini alan CHP: 178, % 7,1’ini alan CMP (Cumhuriyetçi Millet Partisi) 4, % 3,8’ini alan HP (Hürriyet Partisi) 2 ve bağımsızlar 2 milletvekili çıkardı. Toplam 610 milletvekili seçildi.
27 Ekim 1957Seçim sonuçları tartışmalara neden olmuş. En vahim olaylar Gaziantep’te yaşanmış, seçimi ilkönce CHP’nin kazandığı ilan edilmiş, sonra bu karar değiştirilmiştir. Bu olayın yarattığı tepkiler iki gün sonra CHP’lilerin Cumhuriyet Bayramı kutlama alanına sokulmaması nedeniyle doruğa çıkmış, ayaklanmaya dönüşmüştür. Olayları yatıştırmak amacıyla askerî uçaklara kent üzerinde alçak uçuş yaptırmak dahil her yöntemi kullanmak gerekmiştir. Aralarında Ali İhsan Göğüş ve Cemil Sait Barlas gibi önde gelenlerin de bulunduğu CHP’liler tutuklandılar ve 5,5 ay hapiste kaldılar.
29 Ekim 1957Gaziantep olayları ile seçim günü Mersin’de bir CHP’linin öldürülmesi olayına yayın yasağı konuldu.
1 Kasım 1957Yeni meclisin toplanacağı bugün halkın tepkisinden çekinen iktidar başta meclisin çevresini tanklarla çevirmek dahil kentin tüm önemli noktalarına askerî birlikler yerleştirdi.
1 Kasım 1957TBMM, 11. Dönem çalışmalarına başladı. İstanbul Milletvekili Celal Bayar 413 oyla, 3. defa Cumhurbaşkanlığına seçildi. Kabineyi kurmakla Adnan Menderes görevlendirildi.
28 Kasım 1957Hürriyet Partisi fesih kararı aldı. CHP ile güç birliğine karar verildi.
28 Ocak 1958Kıbrıs’ta Türklere yönelik şiddet olayları meydana geldi. İngiliz askeri Türklere karşı ilk defa silah kullandı.
Mart 1958Demokrat Parti örgütlerinin ramazan ayı boyunca camilerde düzenlediği mevlitlerin propaganda amacıyla devlet radyosundan naklen yayını uygulaması başlatıldı.
30 Nisan 1958Et sıkıntısını gidermek için Yeni Zelanda’dan koyun eti dışalımı yapıldı.
28 Mayıs 1958Basın suçlularının affı tasarısı, DP’lilerin oyu ile reddedildi.
12 Temmuz 1958Temmuz 1958’de Kıbrıs’ta olaylar tırmanıyor. Beş Kıbrıslı Türk pusuya düşürülerek öldürüldü.
14 Temmuz 1958 Irak’ta darbe gerçekleşti, Kral Faysal ve Başbakan Nuri Sait Paşa öldürüldüler.
16 Temmuz 1958Ortadoğu’daki muhtemel karışıklıklara müdahale etmek amacıyla 11 bin ABD askerinin İncirlik üssüne indirilmesine başlandı.
19 Temmuz 1958Nükleer silah taşıyan ABD uçakları İncirlik üssüne indi.
2 Ağustos 1958 Uluslararası Para Fonu (IMF) baskısıyla, İkinci devalüasyon Adnan Menderes Hükümetince Cumhuriyet tarihinin en yüksek orandaki devalüasyonu yapılarak 1 dolar 2,80 TL’den 9 TL’ye çıkarıldı. Devalüasyon oranı yüzde 221 oldu.
4 Ağustos 1958IMF’den ilk borç alındı. Fakat bu parayı kullanan darbe yönetimidir. 1961.IMF Türkiye’ye 250 milyon dolar kredi verdi.
6 Eylül 1958Başbakan Adnan Menderes, “İdam sehpalarında can verenlerden ders alsalar ya…” diyerek muhalefeti tehdit etti.
7 Eylül 1958CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, “Sehpalar kurulursa nasıl işleyeceğini kimse bilemez” diyerek başbakana cevap verdi.
21 Eylül 1958Başbakan Menderes, CHP’nin parti olmadığını, İsmet İnönü’nün siyaseti bırakması gerektiğini, basının istediğini yazamayacağını söyledi
22 Eylül 1958İnönü, “Demokrasiye paydos demeye Demokrat Parti genel başkanının gücü yetmeyecektir” şeklinde cevap verdi.
12 Ekim 1958Başbakan Adnan Menderes yurttaşlara muhalefetin kin ve husumet cephesine karşı bir “ Vatan Cephesi “kurmaları çağrısında bulundu. DP iktidarı ülkede demokratikleşmeyi sağlamak iddiasıyla gelmiş, ancak uygulamasıyla ülkede cepheleşmeyi arttırmış, kendi dışındaki siyasi güçleri tasfiye etmeye çalışmıştı. Bu uygulamalardan birisi de, vatandaşları ancak CHP’ye karşı olmakla vatansever kabul eden bu uygulamadır. O tarihten sonra ülkenin her yanında Vatan Cephesi örgütleri kurulmaya başlandı. Üyeler aslında DP’ye üye oluyorlar, fakat katıldıkları örgüte “Vatan Cephesi” deniyordu. Vatan Cephesi kuranların ve katılanların adları her gün radyoda tek tek okunuyordu. Rakipsiz tek yayın organı olan devlet radyosunda (çoğu uydurma olduğu iddia edilen) bu listelerin her gün ve dakikalarca okunması, vatandaşta sıkıntı ve tepkinin yanı sıra siyasal gerilimi de büsbütün artıran bir kampanyaydı. DP ve CHP’lilerin kahvehanelerini dahi ayırdıkları gözlenmeye başlandı.
19 Ekim 1958Başbakan Menderes, Said-i Nursî’nin yaşadığı Emirdağ’da Nurcular tarafından hilafet ve saltanatı temsil eden iki tuğralı, yeşil bayrak açılarak karşılandı. ( Menderes Risale-i Nurların ilk kez serbestçe basılması için 1956’da talimat vermiş ve kağıt tahsisi yapmıştı).
30 Kasım 1958DP hükümeti Adalet Bakanı Esat Budakoğlu, TBMM’de bir soru üzerine, Demokrat Partinin ilk sekiz yıllık hükümet dönemi içerisinde 811 gazeteciye toplam 57 yıl hapis cezası verilmiş olduğunu açıkladı.
17 Şubat 1959 Adnan Menderes’in İngiltere’ye doğru giden uçağı Gatwick Kasabası yakınlarında düştü. Londra’ya giden SEV adlı Türk Hava Yolları uçağı paramparça olmuştur. Menderes bu kazayı hafif sıyrıklarla atlattı. İngiltere’ye gitme amacı Kıbrıs Devletinin kurulması adına gündemde olan Zürih antlaşmasını garantör devlet İngiltere’ye sunmak ve imzalatmak. Olayın Türkiye’de duyulması üzerine, iktidar ile muhalefet arasındaki gerginlik bir anda yerini ılımlı bir ortama bıraktı. Ancak bu bahar havası fazla sürmedi.
20 Şubat 1959Yurda dönen Menderes, boğa ve develerin dahi kesildiği görkemli törenlerle karşılandı. Uçak kazasından kurtulmuş olması nedeniyle taraftarları arasında adeta evliya mertebesinde kabul edilen Menderes Eyüp Sultan’a gitti, yanında büyük bir kalabalıkla türbede dua etti, dağıtılmak üzere resimler çektirdi.
2 Mart 1959Menderes’in müsteşarı (mason) Ahmet Salih Korur, Eyüp Sultan Cami’sinin avlusunda büyük bir iftar yemeği verdi. Korur’un imzasıyla davetlilere gönderilen iftar çağrıları, 2 Mart 1959 değil, 2 Ramazan 1378 tarihini taşıyordu.
5 Mart 1959Türkiye ile ABD arasında ikili bir askeri bir antlaşma imzalandı. ABD’nin diğer Bağdat Paktı ülkeleriyle de imzaladığı bu ikili antlaşmaya göre, bu ülkelere doğrudan ya da dolaylı bir saldırı söz konusu olduğunda, ABD ülkenin isteği üzerine gerektiğinde silahlı kuvvetlere de başvurarak yardımda bulunacaktı. Bu maddede yer alan “dolaylı saldırı” kavramının, Irak’ta yaşanmış olan darbe benzeri bir tehditle karşılaşıldığında ABD’nin mevcut iktidarın yardımına koşacağı anlamına geldiği yorumu yapıldı. Çünkü NATO antlaşması çerçevesinde, ABD’nin bir “dış saldırı” konusunda zaten yardım taahhüdü bulunmaktaydı.
30 Nisan 1959İsmet İnönü’nün Uşak gezisinde olaylar çıktı. İnönü’nün Kurtuluş Savaşı’nda karargâh olarak kullandığı evi ziyaret etmesi, Uşak Valisi tarafından önlenmek istendi. Valinin bu yasadışı buyruğunu kabul etmeyen Emniyet Müdürü ve Jandarma Komutanı aynı gün görevden alındılar. Polis, halkı dağıtmak için göz yaşartıcı bomba kullandı.
1 Mayıs 1959Uşak’tan ayrılmak üzere tren istasyonuna gitmekte olan İnönü’nün arabası önü kesilerek durduruldu. İnönü arabadan inip, yaya olarak istasyona giderken arkasından başına taş atıldı, İnönü başından kan akarak trene ulaştı ve İzmir’e gitti. İzmir’de CHP’nin yapmak istediği toplantı engellendi.
4 Mayıs 1959CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’nün arabası İstanbul Topkapı’da Trafik Müdürü tarafından durduruldu. Çevrede organize olarak toplanmış ve içirilmiş kişiler tarafından araba sarıldı. Bir binbaşının olaya müdahale edip askerlere emir vermesi sonucu İnönü son dakikada linç edilmekten kurtuldu.
13 Temmuz 1959Trabzon’da bir Amerikan üssü kuruldu.
31 Temmuz1959Türkiye (sonradan AB’ye dönüşecek olan) Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) üyelik için resmen başvurdu.
7 Kasım 1959CMP lideri Osman Bölükbaşı 10 ay hapse mahkûm oldu.
23 Ekim 1960 Yapılacak olan nüfus sayımı ile cumhuriyet dönemimizde okur-yazar oranının yalnızca Demokrat Parti iktidarının 1995-60 döneminde gerilediği, 1955’te % 41 iken
1960’da % 39,5 e düştüğü görülecektir.
1 Ocak 1960Bir süredir yurt gezilerini sürdürmekte olan Said-i Nursi İstanbul’a geldi.
5 Ocak 1960Mersin’e gitmekte olan Menderes’in önüne Tarsus’ta elinde kasap bıçağı olan Ali Bayat adlı bir şahıs çıktı ve bacaklarının arasına sıkıştırmış olduğu beş yaşındaki çocuğu göstererek “uçak kazasından kurtulduğunuz için oğlumu size kurban edeceğim” dedi, son anda engellendi.
Ocak 1960Said-i Nursî’nin doğu illeri valilerine yazdığı bir mektup CHP’liler tarafından ele geçirilince basında yer aldı. Said-i Kürdî mektupta şunları söylemekteydi : “ Şark bölgesinde komünistliği 60 bin Nursî sayesinde önlemekteyim. Bu 60 bin talebenin içinde bir iki ahlaksız da çıkabilir. Bunları kitlemize mal etmek doğru değildir. Bu yüzden bölgenizde risale-i Nurlar toplattırılmamalıdır. Nasıl ki Arapça ezan okutturduk ve bu sayede Müslümanları Demokrat Parti cephesinde topladığımız malumunuzdur. Şimdi de dağıttığımız bu Risale-i Nurlarla komünizmle ve masonlukla savaşacağız. Müslüman Demokratların göstereceği yardıma güveniyorum. Bundan ötürü birkaç defa Ankara’ya gittim, Müslüman vekillerle görüştüm. Bilhassa başvekil sayın Adnan Bey ve (Milli Eğitim Vekili) Tevfik İleri ve sayın (İçişleri Vekili) Namık Gedik’ten bu neticeyi tayin ettim.’’
25 Şubat 1960CHP’li Cemil Sait Barlas, (Mehmet Barlas’ın babası) 10 ay hapse mahkum oldu.
12 Nisan 1960DP Grubu yayımladığı bildiri ile CHP’yi “silahlı ve tertipli ayaklanmalar hazırlamakla”, bir kısım basını da bunu yalan ve çarpıtılmış haberlerle desteklemekle suçladı ve üç ayda işini bitirecek bir Tahkikat (Soruşturma) Komisyonunun kurulması yönünde kararın alındığını açıklıyordu.
18 Nisan 1960 CHP’nin orduyla birlikte hareket ettiği ve bir ihtilal peşinde olduğunu düşünen Demokrat Parti, bu iddiaları araştırması için Tahkikat Komisyonu kurdu. DP Bursa Milletvekili Mazlum Kayalar ve Denizli Milletvekili Baha Akşit’in, ‘CHP’nin yıkıcı, gayri meşru ve kanun dışı faaliyetlerinin memleket sathında cereyan tarzı ve bunların mahiyetlerinin nelerden ibaret olduğunu tahkik, tespit ve memleketin her tarafında yaygın bir halde görülen kanun dışı siyasi faaliyetlerin muhtelif sebeplerine intikal etmek, matbuat meseleleriyle adli ve idari mevzuatın ne suretle tatbik edilmekte olduğunu tetkik eylemek üzere Meclis tahkikatı açılmasını isteyen önergeleri’ kabul edildi.Önergenin görüşülmesi esnasında Mecliste sert tartışmalar yaşandı. İnönü: ” Biz demokratik rejimi kurduk. Bu demokratik rejimi, istikametinden ayırıp baskı rejimi haline getirmek tehlikeli bir şeydir. Bu yolda devam ederseniz, ben de sizi kurtaramam…” dedi.
27 Nisan 1960Meclis bünyesinde kurulan 15 üyeli Tahkikat Komisyonuna ek yetkiler veren kanun, uzun ve çetin tartışmalardan sonra kabul edildi. 12 CHP Milletvekili 3-6; İnönü ise 12 oturum Meclis’ten çıkarılma cezası aldı. İnönü’nün konuşmasının tutanaklardan silinmesi kararı alındı. Oturumdan çıkarılma cezası alan CHP milletvekilleri direnince genel kurul salonundan polis zoruyla çıkarıldılar. Komisyonun ilk icraatı, ülkedeki tüm siyasal etkinliklerin ve Meclis görüşmelerinin yayınlanmasını yasaklamak oldu. Kurulan komisyon; sivil ve askerî savcılarla yargıçların tüm yetkilerine sahip olacak, istediği ev ve kuruluşu basabilecek, öngördüğü evrak, belge ve eşyalara el koyabilecek, gazeteleri toplatabilecek ve matbaalarıyla birlikte kapatabilecekti. Komisyon kararlarına karşı gelmenin veya savsaklamanın cezası üç yıla kadar hapis olacaktı. DP’nin yargı yetkisini özel bir heyete veren bu kararı açık bir anayasa ihlaliydi ve iktidardan düşüp yargılandıklarında sorumlu tutuldukları en ağır suçu oluşturdu.
28 Nisan 1960İstanbul Üniversitesi öğrencileri, üniversite merkez binasında hükümet aleyhine gösteri yaptı. Güvenlik güçleri, gösterilere müdahale etti. Güvenlik güçlerinin üniversiteden ayrılmasını isteyen rektör Sıddık Sami Onar, tartaklanarak Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldü. Polis çaresiz kaldı, ordu birlikleri çağrıldı. Gösterilerde, Orman Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz polis ateşi sonucu vurularak öldü, 40 kişi yaralandı. Üniversiteden çıkıp Sirkeci’ye kadar ilerleyen gençlerin karşı tarafa geçmemesi için köprüler açılarak geçiş kesildi. Ankara ve İstanbul’da sıkıyönetim ilan edildi.
2 Mayıs 1960 NATO Bakanlar Konseyi İstanbul’da toplandı.
5 Mayıs 1960 ( 555K) Demokrat Partililer hükümete destek için Ankara Kızılay’da bir gösteri düzenlemeye karar verdiler. İktidara karşı gençler de aynı gün, aynı saat, aynı yerde gösteri yaptılar. ( Gençlerin bu eylemi yapabilmek için “fısıltı gazetesi” denilen yöntemle haberleşmede kullandıkları 555 K, yani “beşinci ayın beşinde, saat beşte, Kızılay’da” parolası siyasî tarihe geçmiştir). Dolayısıyla DP’nin gösteri planı geri tepmiş oldu ve Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve başbakan Adnan Menderes alanda protestolarla karşılandı. Bu eylemlerde bir genç başbakan Adnan Menderes’in yakasına yapışır. Menderes, ne istiyorsunuz diye sorar. Genç, hürriyet istiyoruz der. Adnan Menderes’in cevabı manidardır: Koskoca bir başbakanın yakasına yapışabiliyorsun. Bundan büyük hürriyet mi olur?
21 Mayıs 1960Harp Okulu öğrencileri Ankara’da, hükümet aleyhinde sessiz bir yürüyüş yaptılar. Önlem olarak Harp Okulu öğrencileri tatile gönderildiler.
22 Mayıs 1960Haberleşmeye sansür koyan Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı, beş kişinin bir araya gelerek dolaşmasını yasakladı.
25 Mayıs 1960Meclis, 20 Haziran 1960 tarihine kadar tatil edildi.
27 Mayıs 196027 MAYIS İHTİLALİ… 27 Mayıs sabahı Silahlı Kuvvetler adına radyodan yayınlanan bildiride, “Bu gün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgalarına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini eline almıştır.” İlanıyla Demokrat Parti’nin ve Adnan Menderes’in görevlerine son verilmiş DP hükümeti tasfiye edilmiştir. 1960 darbesi sonucu yönetimi Milli Birlik Komitesi devralmıştır. Bunun sonucu olarak da hapis cezaları ve idamlar gerçekleşmiştir. 1960 darbesi sonucu Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan, Celal Bayar, Refik Koraltan ve birçok isim hakkında idam kararı verildi. Bu isimlerden sadece Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan idam edilmiştir. Diğerlerinin cezası ömür boyu hapse çevrildi.
27 MAYIS 1960-28 MART 1966 CEMAL GÜRSEL (1895-1966) DÖNEMİ
Cumhurbaşkanlığı döneminin başbakanları sırasıyla:1960 – 1961 Cemal Gürsel; 1961 – 1965 İsmet İnönü (3. kere); 1965 Suat Hayri Ürgüplü; 1965 – 1971 Süleyman Demirel
28 Mayıs 1960Cumhurbaşkanı Celal Bayar istifa etti.1960 darbesi sonrası Cemal Gürsel önce başbakan oldu. 1 yıl sonra da cumhurbaşkanlığı görevine geldi.Tarafsız kişilerden (3 asker, 14 sivilden) oluşan bir hükümet kurulduğu duyuruldu.
29 Mayıs 1960DP İçişleri Bakanı Dr. Namık Gedik, tutuklu bulunduğu Harp Okulu’nda pencereden atlayarak intihar etti. Gözaltına alınmış olan 150 kişi Yassıada’ya getirildi. Bu adanın adı günümüzde Özgürlük ve Demokrasi adası olmuştur.
12 Haziran 1960 tarihli bir yasa ile “Yüksek Soruşturma Kurulu” kurulmuştu. Aynı yasayla eski devrin sorumlularını yargılayacak “Yüksek Adalet Divanı’nı ‘’ kurma yetkisi Komite’ ye verildi.
5 Temmuz 1960’ta CHP Genel Başkanı İsmet İnönü “genel seçimlerin
Süratle yapılmasında saymakla bitmez yararlar vardır” diyordu. Buna karşın Cemal Gürsel seçimler için daha epey bir zaman gerektiğini ima eden açıklamalar yapmaktaydı. Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Sıddık Sami Onar da MBK’ nın bu tavrına destek vermişti.
18 Ağustos 1960 DP ileri gelenlerini yargılamakla görevli “Yüksek Adalet Divanı” 18 Ağustos tarihinde bir kararname ile kuruldu. Akabinde, 29 Eylül’de DP kapatıldı ve 14 Ekim’de Yüksek Adalet Divanı savcılığı, Menderes hükûmetinin önde gelenlerini “Anayasayı ihlal” ile suçladı. 27 Ekim’e gelindiğinde, topyekûn tasfiye hareketinin bir başka aşamasına geçilmiş ve 147 üniversite profesörü, hiçbir gerekçe gösterilmeden üniversiteden atılmıştı. Tasfiye hareketinin son safhası MBK içinden 14 muhalif subayın tasfiyesi olacaktır.
21 Eylül 1960Milli Birlik ve Hürriyet Bayramı ilan edildi. 27 Mayıs askeri müdahalesi ile ülkeyi yönetmeye başlayan Milli Birlik komitesi darbe gününü bayram ilan etti.
14 Ekim 1960’tan 14 Eylül 1961’e kadar Yassıada Mahkemeleri’nde 592 kişi yargılanmış, DP’nin ileri gelenlerinden 228 kişi hakkında ölüm cezası istenmiş ama yalnızca Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, ve Hasan Polatkan hakkındaki cezalar uygulanmıştı.
11 Şubat 1961 Demokrat Parti’nin ardılı olarak kurulan partilerin başında ise Adalet Partisi gelir.
11 Şubat 1961 tarihinde, 27 Mayısçılar’ la görüş ayrılığına düşen Em. Orgeneral Ragıp Gümüşpala tarafından kurulan parti liberal ve muhafazakâr bir siyasi görüşü benimsiyordu.
9 Temmuz 1961 Yeni Anayasanın kabulü. 1961 anayasası.
15 Ekim1961 seçimlerinde %34.8 oy alan AP, CHP ile Cumhuriyet tarihinin ilk koalisyonunu kurdu.
22 Kasım 1963 ABD’nin önemli başkanlarından John F. Kennedy uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetti.
6 Haziran 1964 Ragıp Gümüşpala ölünce, geçici genel başkan olan Saadettin Bilgiç kongrede görevini 28 Kasım 1964’te Süleyman Demirel’e devretti. 1965’te AP, İnönü başbakanlığındaki hükümeti düşürdü.
10 Ekim 1965 Süleyman Demirel, Adalet Parti’yi seçimlerde %52.9oy’la birinci parti yaptı.
28 MART 1966-28 MART 1973 CEVDET SUNAY (1899-1982)DÖNEMİ
Cumhurbaşkanlığı döneminin başbakanları sırasıyla: 1965 – 1971 Süleyman Demirel; 1971 – 1972 Nihat Erim; 1972 – 1973 Ferit Melen
12 Ekim 1969 seçimlerinde oy oranı düşmesine karşın seçim sistemi değiştiğinden AP’nin milletvekili sayısı arttı. 1970 yılında parti içi çekişmeler nedeniyle bazı milletvekilleri ve senatörler bütçeye ret oyu vererek 2. Demirel Hükümeti’ni düşürdüler ve Ferruh Bozbeyli başkanlığında Demokratik Parti’yi kurdular.
13 Kasım 1970 Hafız Esad Kanlı bir darbe ile iktidarı ele geçirdi. Baas Rejimi’ nin kurucusu baba Esad oğlu Beşar Esad’a zulmünü miras bıraktı.
12 Mart 1971 12 Mart Muhtırası. Türkiye’de de öğrenci hareketleri, işçi mitingleri ve özellikle Amerika karşıtlığı artmış ve Silahlı Kuvvetler 12 Mart 1971 uyarısıyla (muhtırasıyla) Süleyman Demirel’i Başbakanlıktan uzaklaştırmıştı.
06 NİSAN 1973-06 NİSAN 1980 FAHRİ KORUTÜRK (1903-1987)DÖNEMİ
Cumhurbaşkanlığı döneminin başbakanları sırasıyla: 1973 – 1974 Naim Talu; 1974 Bülent Ecevit; 1974 – 1975 Sadi Irmak; 1975 – 1977 Süleyman Demirel (2. kere); 1977 Bülent Ecevit (2. kere); 1977 Süleyman Demirel (3. kere); 1978 – 1979 Bülent Ecevit (3. kere); 1979 – 1980 Süleyman Demirel (4. kere); 1980 – 1983 Bülent Ulusu
6 Ekim 1973 Mısır’ın Sina yarımadasını geri almak için İsrail’e karşı başlattığı savaşın galibi Batı’nın desteğiyle İsrail oldu.
14 Ekim 1973 seçimlerinde CHP birinci parti olurken AP’nin oy oranı %29.76’ya indi. Demokratik Parti ve Milli Selamet Partisi sağ oyları bölmüşlerdi. CHP + Milli Selamet Partisi koalisyonu kuruldu. Kıbrıs olaylarıyla Hükümet saygınlık (itibar) kazandı. Ecevit erken seçim için ayrılınca; AP+MSP+CGP+ MHP bir araya gelerek Milliyetçi Cephe Hükümeti’ni oluşturdu.
20 Temmuz 1974 Kıbrıs Barış Harekatı. ( 14 Ağustos’ta Lefkoşe’ye girildi.)
22 Kasım 1975 İspanya’da yeniden monarşi ilan edildi. Don Juan Carlos Kral ilan edildi.
5 Haziran 1977 erken seçimlerinde kimse tek başına iktidar olamayınca CHP azınlık hükümeti kuruldu. Bu hükümete güvenoyu verilmeyince AP, 2. Milliyetçi Cepheyi kurdu. Ancak yıl sonunda bu hükümet de gensoruyla düşürüldü.
1 Şubat 1979 Abdi İpekçi, Mehmet Ali Ağca tarafından bir örgüt aracılığıyla katledildi.
12 Eylül 1980 Askeri Darbesi. Siyasi düzensizlik, kararsızlık (istikrarsızlık), terör, iktisadi gerileme, dış baskılar, hayat pahalılığı cuntayı bir daha harekete geçirdi. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi geldi.
16 Ekim 1981 Darbe sonrası, Askeri Mahkeme’nin 16 Ekim 1981 tarihli kararı ile o günlerde faaliyet gösteren 17 parti resmen kapatılmıştı. Bunlar şunlardı: Adalet Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi, Cumhuriyetçi Güven Partisi, Demokrat Parti, Hür Demokratlar Partisi, Hürriyetçi Millet Partisi, Millet Partisi, Milli Selamet Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi, Sosyalist Parti, Sosyalist Vatan Partisi, Türkiye Birlik Partisi, Türkiye İşçi Partisi, Türkiye İşçi Köylü Partisi, Türkiye Sosyalist İşçi Partisi, Türkiye Ulusal Kadınlar Partisi, Vatan Partisi.
09 KASIM 1982-9 KASIM 1989 KENAN EVREN (1917-2015)DÖNEMİ
Cumhurbaşkanlığı döneminin başbakanları sırasıyla: 1980 – 1983 Bülent Ulusu; 1983 – 1989 Turgut Özal
18 Ekim 1982 Yeni Anayasanın kabulü. 1982 Anayasası.
20 Mayıs 1983 Anavatan Partisi kuruldu. Anavatan partisi merkez sağda, liberal ve milliyetçi bir görüşe sahip olarak Turgut Özal tarafından kurulmuştu. Özgürlükçü ve bütün sağı ve liberalleri temsil etme gayesi ile kurulmuştu ancak köken olarak Adalet Partisi ve Demokrat Parti tabanlı idi.
6 Kasım 1983 Eski partilerin katılmasına izin verilmeyen 6 Kasım 1983 seçimlerinde Anavatan Partisi %45.1 oyla birinci parti olmuştu.
15 Kasım 1983 Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kuruldu.
15 Ağustos 1984 akşam 21:30’da Eruh ve Şemdinli’de PKK ilk büyük ölçekli silahlı eylemini gerçekleştirdi. 1974 yılından itibaren faaliyette olmasına rağmen kuruluş tarihi bu gün kabul edilir. Büyük çoğunluğu Kürt olmak üzere yıllar içeresinde 40 binin üzerinde insanın hayatını kaybetmesine sebep olacaktır.
9 Eylül 1984 Sinema Yönetmeni ve Sanatçısı Yılmaz Güney Paris’te yaşamını yitirdi.
3 Kasım 1985 SHP kuruldu. Aynı siyasi görüşte olan Halkçı Parti ile Sosyal Demokrasi Partisi’nin birleşmesi ile kurulmuş
6 Eylül 1987 6 Eylül 1987 halkoylamasıyla (referandumu) ile 1980 darbesinin yasakladığı siyasetçilerin yasakları kaldırıldı.
29 Kasım 1987 seçimlerinden de yine ANAP birinci parti olarak çıktı. Ama oylarını düşürmüş %36.3’de kalmıştı.
9 Kasım 1987 Turgut Özal Cumhurbaşkanı oldu. Çankaya Köşkü’ne çıktı.17 Nisan 1993 tarihinde vefat edinceye kadar görevi devam etmiştir.
3 Kasım 1985 SHP kuruldu. Aynı siyasi görüşte olan Halkçı Parti ile Sosyal Demokrasi Partisi’nin birleşmesi ile kurulmuş
6 Eylül 1987 6 Eylül 1987 halkoylamasıyla (referandumu) ile 1980 darbesinin yasakladığı siyasetçilerin yasakları kaldırıldı.
29 Kasım 1987 seçimlerinden de yine ANAP birinci parti olarak çıktı. Ama oylarını düşürmüş %36.3’de kalmıştı.
9 Kasım 1987 Turgut Özal Cumhurbaşkanı oldu. Çankaya Köşkü’ne çıktı.17 Nisan 1993 tarihinde vefat edinceye kadar görevi devam etmiştir.
11 Şubat 1990 Afrika Ulusal Kongresi Lideri Nelson Mandela 27 yıllık hapis hayatının ardından özgürlüğüne kavuştu.
2 Ağustos 1990 Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesiyle Körfez Savaşı başladı. 28 Şubat 1991’de savaş sona erdi.
09 KASIM 1989-17 NİSAN 1993 TURGUT ÖZAL (1927-1993) DÖNEMİ
Cumhurbaşkanlığı döneminin başbakanları sırasıyla: 1989 – 1991 Yıldırım Akbulut; 1991 Mesut Yılmaz; 1991 – 1993 Süleyman Demirel (5. kere)
2 Haziran 1991 büyük şair Ahmet Arif yaşamını yitirdi.
20 Ekim 1991’de yapılan seçimlerden Süleyman Demirel başkanlığındaki Doğru Yol Partisi %27.03 oy alarak birinci parti oldu. Bu oyla tek başına iktidar olamayacağı için Erdal İnönü liderliğindeki SHP ile koalisyon kurdu.
9 Kasım 1991Berlin Duvarı yıkıldı. Doğu Almanya Batı ile birleşti.
24 Ocak 1993 Gazeteci-Yazar Uğur Mumcu’nun suikast sonucu katledildiği gün.
17 Nisan 1993 Cumhurbaşkanı Turgut Özal vefat etmiştir.
16 MAYIS 1993-16 MAYIS 2000 SÜLEYMAN DEMİREL (1924-2015) DÖNEMİ
Cumhurbaşkanlığı döneminin başbakanları sırasıyla: 1993 – 1996 Tansu Çiller; 1996 Mesut Yılmaz (2. kere); 1996 – 1997 Necmettin Erbakan; 1997 – 1998 Mesut Yılmaz (3. kere); 1999 – 2003 Bülent Ecevit (4. kere)
24 Aralık 1995’te yapılan erken seçimlerde Necmettin Erbakan’ın Refah Partisi %21.38 oy alarak birinci çıkmış ama kazandığı 158 milletvekili ile tek başına iktidar olamamıştı. Erbakan, islamcı, muhafazakâr, maneviyatçı ve zaman zaman da anti emperyalizmi savunan ve “Milli Görüş” adı altında siyaset yapan partilerin fikir babası ve çoğunun da kurucusu olmuştur. Bu partiler şunlardır: 26 Ocak 1970’te Milli Nizam Partisi; 11 Ekim 1972’de Milli Selamet Partisi; 19 Temmuz 1983’te Refah Partisi; 11 Mayıs 2003’te Fazilet Partisi, 20 Temmuz 2001’de Saadet Partisi
9 Ocak 1996 Sabancı Center Suikastı, saldırıda Özdemir Sabancı, Haluk Görgün ve Nilgün Hasefe yaşamını yitirdi. Katliamı, DHKP-C üstlenmiş, faili Fehriye Erdal Belçika’da yakalanmıştır.
6 Mart 1996 ANAP lideri Mesut Yılmaz, DYP lideri Tansu Çiller ile 6 Mart 1996 tarihinde bir azınlık hükümeti kurdu. Bu Anayol Hükümeti TBMM’deki güven oylamasında 257 kabul, 207 ret, 80 çekimser oyla güvenoyu aldı. Ancak Refah Partisi Başkanı Erbakan Anayasa Mahkemesi’ne başvurarak bu güvenoyunun yok sayılmasını istedi. Mahkeme, toplantıya katılan 544 üyenin yarısından bir fazlası olan 273 oy gerektiğini belirterek oylamayı yok saydı (iptal etti). Bunun üzerine Başbakan Mesut Yılmaz istifasını verdi.
28 Haziran 1996 Refah Yol Hükümeti (54. Hükümet ) kuruldu. Necmeddin Erbakan’lı Refah Partisi ile Tansu Çiller’li Doğru Yol Partisi koalisyon yaptı. Bu dönemde meydana gelen Susurluk Olayı, Erbakan’ın Libya ziyaretinde Kaddafi’nin sarf ettiği sözler, Kayseri Belediye Başkanı Şükrü Karatepe’nin 10 Kasım’da söyledikleri, Başbakanlık konutunda Erbakan’ın tarikatçılara verdiği yemek, Sincan’da düzenlenen Kudüs gecesi gibi olaylar, 28 Şubat 1997’de yapılan MGK toplantısında laiklik tartışmalarına neden oldu.
28 Şubat 1997 Post modern Darbe gerçekleşti. Hazırlanan bildiri çok sertti. 13 Mart’ta Erbakan tarafından imzalanan bildiri 18 Haziran’da da istifasına neden olmuştur. Ertesi gün Demirel hükümeti kurma görevini ANAP Lideri Mesut Yılmaz’a verdi.
4 Nisan 1997 MHP lideri Alparslan Türkeş yaşamını yitirdi.
30 Haziran 1997’de Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit ve Hüsamettin Cindoruk’la ANASOL-D hükümetini CHP’nin de dışarıdan desteğiyle kurdu. (CHP, daha sonra Türk Bank ihalesindeki yolsuzluk nedeniyle desteğini geri çekecek, TBMM’ye verdiği gensoru önergesinin kabulüyle 55. hükümet düşecektir.)
17 Ocak 1999 Süleyman Demirel tarafından hükümeti kurmak için görevlendirilen Bülent Ecevit’in kurduğu azınlık hükümeti 17 Ocak’ta güvenoyu alarak 56. hükümeti kurumuştur.
10 Şubat 1999 Sanatçı Ahmet Kaya Magazin Gazetecileri Derneği ödül gecesi töreninde yılın en iyi sanatçısı ödülünü aldı. Yeni albümünde Kürtçe Şarkı söyleyeceğim ifadesi sebebiyle salondaki bazı kimseler tarafından linç edilmeye çalışılıp ülkesinden sürgün edilmiştir.
18 Nisan 1999 seçimlerinden %22.1 oy alarak birinci parti olarak çıkan DSP, hükümet kuracak çoğunluğu olmadığı için MHP ve ANAP ile anlaşarak 57. hükümeti kurdular.
17 Ağustos 1999Gölcük Kocaeli Sakarya depremi
3 Temmuz 2000 Büyük Sinema Oyuncusu Kemal Sunal yaşamını yitirdi.
16 Kasım 2000Büyük Sanatçı Ahmet Kaya Paris’te yaşamını yitirdi.
16 MAYIS 2000-28 AĞUSTOS 2007 AHMET NECDET SEZER (1941-Hayatta) DÖNEMİ
Cumhurbaşkanlığı döneminin başbakanları sırasıyla: 1999 – 2002 Bülent Ecevit (4. kere); 2002 – 2003 Abdullah Gül; 14 Mart 2003-2007 Recep Tayyip Erdoğan
11 Eylül 2001Nev York’taki Dünya Ticaret Merkezi’nin İkiz Kulelerine El-Kaide militanlarınca saldırı düzenlendi.
3 Kasım 2002 genel seçimlerinde, AKP lideri Recep Tayip Erdoğan, siyaset yasağı nedeniyle seçimlere katılamamış ama Adalet ve Kalkınma Partisi tek başına iktidara gelmişti. 58. hükümeti Kayseri Milletvekili Abdullah Gül kurmuş, 170 ret oyuna karşılık 346 oy ile güvenoyu almıştı. Daha sonra, aldığı siyaset yasağı nedeniyle kabine ve TBMM’de yer alamayan AKP’nin Genel Başkanı Recep Tayip Erdoğan’ın bu yasağı, CHP’nin de desteklediği bir Anayasa değişikliğiyle aşıldı.
8 Mart 2003 tarihinde Siirt’te yapılan yenileme seçimlerinde de Recep Tayip Erdoğan milletvekili seçilerek Meclis’e girdi. Bunun üzerine Abdullah Gül başkanlığındaki 58. hükümet istifa etti.
15 Mart 2003 tarihinde Recep Tayip Erdoğan 59. hükümeti kurdu.
20 Mart 2003 Irak Savaşı başladı. İkinci Körfez Savaşı, Irak’ı Özgürleştirme Operasyonu olarak da bilinir.
1 Mayıs 2003 Bingöl Depremi meydana geldi. Deprem 6,4 büyüklüğünde tespit edilmiştir. Merkezi Bingöl’ün 15 km. kuzeyidir. Etkilenen bölgede en az 176 kişi öldü, 625 bina çöktü veya ağır hasara uğradı.
26 Mayıs 2003 Trabzon’da İspanya uçağı düştü. Trabzon’un Maçka ilçesi yakınlarına düşen İspanya Barış Gücü askerlerini taşıyan uçaktaki 62 asker, 13 mürettebat yaşamını yitirdi.
20 Haziran 2003 Kayseri’de Kur’an Kursu’nun çökmesi sonucu 10 kişi öldü, 13 kişi yaralandı.
4 Temmuz 2003 Kuzey Irak’taki Süleymaniye kentinde Türk Özel Timi Bürosu’ nu basan 100 kadar ABD askeri, 3’ü subay, 8’i astsubay olmak üzere 11 Türk askerini başına çuval geçirerek gözaltına alıp Kerkük’e götürdü. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, olayın Türk ve ABD Silahlı Kuvvetleri arasında en büyük güven bunalımını yarattığını söyledi.
19 Ekim 2003 Bosna Hersek’in Bilge Kralı Aliyaİzzetbegoviç’in hakka yürüyüş günü.
15 Kasım 2003 İstanbul’daki Sinagoglara bombalı saldırı düzenlendi. Şişhane’deki Neve Şalom Sinagogu ile Şişli’deki Beth İsrail Sinagogu’na intihar saldırıları düzenlendi. Sinagoglardaki ayin sırasında bomba yüklü iki ayrı kamyonetin intihar eylemcilerince havaya uçurulmasıyla gerçekleştirilen saldırılarda 25 kişi öldü, 262 kişi yaralandı.
20 Kasım 2003 HSBC Bank ve İngiltere konsolosluğuna bombalı saldırı düzenlendi. Levent’teki HSBC Bankası Genel Müdürlüğü ve Beyoğlu’ndaki İngiltere Başkonsolosluğu’na yapılan saldırılarda Başkonsolos RogerShort ile Sanatçı Kerem Yılmazer’in de aralarında bulunduğu 33 kişi öldü, 450 kişi yaralandı.
22 Kasım 2003 Karaman’ın Ermenek ilçesinde meydana gelen grizu patlamasında, göçük altında kalan 10 işçi hayatını kaybetti.
2 Şubat 2004Konya´nın Selçuklu ilçesinde 11 katlı Zümrüt Apartmanı, ´´yapım hatası´´ nedeniyle çöktü, 92 kişi hayatını kaybetti.
2 Mart 2004 Adıyaman’ın Çelikhan İlçesi’nde meydana gelen ve sadece 3.8 büyüklüğünde olan depremde 6 kişi öldü.
Kadının batılı tarzdaki eğitimi,toplumun batılılaşmasının ilk basamağı olarak görülüyordu.Toplumun dönüşümünde kadın ,bir yapı taşıdır.
85. Atay Batış...,sy 22,23;Falih Rıfkı,"Kamarada",Tanin,21 şubat 1914;son Sebep,Tanin,16 mayıs 1914.
Falih Rıfkı Atay sy.179.
Konu ile ilgili ikinci köşe yazısına,arkadaşının"biz yürümekten ziyade yürütülürüz,düşünmekten ziyade düşündürülürüz"şeklindeki değerlendirmesi ile başlar.
33 Falih Rıfkı,"Kaçıran sebepler 2,Tanin, 2 mayıs 1914.
Falih Rıfkı Atay.sy.159.
Feraset,genellikle nefs ve şeytandan gelen bilgilerin daha ekrana düşmeden ayıklanması çabası sonucunda bir tür vahiy olan ilhamın kalbe düşen gölgesidir.
Ruhun Deşifresi.sy.326.
Önyargı,eşyayı kendi mahiyetiyle değil de sizin ona biçtiğiniz rol ile algılama şeklidir.İnsan inançsızlığa varmayı yani 'küfre düşmeyi'de önyargısı ile sağlar...
Ruhun Deşifresi.sy.286.
İrdelenmemiş hazır bilgiler, insanları ya taassuba ve bağnazlığa yada teslimiyetçi bir köleleşmeye götürür.Her iki halde hakikati görmeye manidir.Ve bu haller aşılamadığı,uzun süreçlere yayıldığı taktirde zamanla bir döngü (fasid daire) oluşturur.
Ruhun Deşifresi.sy.168.
Eğer peygamberlerin halleri taklit edilemeyecek kadar yüksek ve ilahi olsaydı,bizim için örnek olmaktan çıkarlardı.Çünkü nebiler,aynı zamanda insan formatı dediğimiz bu yapıyı en iyi kullanan insanlardır.
Ruhun Deşifresi sy.171.
Kur'an'ın tavsiye ettiği ve önerdiği eğitim yöntemi,'modelleyi' esas alır.Ve doğaldır.Kabiliyetlerin gelişmesini kontrol eder ama kabiliyetlere ket vurmaz.
Ruhun Deşifresi.sy.175.
Ruhun potensiyel kabiliyetleri kullanabilmesi,onları öğrenmesiyle mümkündür.Ruh öğrenmeden ve öğretilmeden tam olarak neyin neye yaradığını bilemez.O yüzden de daima bir öğretmen ve bir örneğe ihtiyaç duyar.
Ruhun Deşifresi.sy.30.
Ruh dünya dışı bir cevherdir fakat bu alemde bulunduğu sürece,bu dünyaya ait aparatlarla görme ve algılama yapabilmektedir.
Ruhun deşifresi.sy.45.
İnsanı insanlığa,başarıya,doğruya ve hakka götürecek ipuçları da,azdırıp bir firavun haline getirecek tohumcuklar da Ene'de saklıdır.
Ruhun deşifresi.sy.102.
Cenab-ı Hakkın rızası ihlas ile kazanılır.
Risale i Nur .lem'alar.
Dünyanın akıbeti ne olursa olsun lezaizi terk etmek evladır.
Risalei Nur .M.Nuriye.
Mekke-i Mükerreme'de de olsam buraya (Türkiye'ye) gelirdim diyen bediüzzaman
Gülen yapılanması
15 temmuz'a giden Süreçte Fetö'nün Analizi ve tavsiyeler.sy.125.
Yurtdışındaki bu okulların o ülkenin elit kesimlerinden ve en zekilerinden öğrenci topladığı dikkate alınırsa,söz konusu casusluk faaliyetlerinin bu okulları sadece bir üs ve öğretim kadrosunuda ajan olarak kullanmaktan ibaret kalmadığı,...
Gülen Yapılanması.sy.96.
...,tesis edilen güçlü bağlantılarla bu okullardan mezun edilen gençler ve aileleri üzerinden aynı zamanda o ülkenin geleceğini ipotek altına almanın amaçlandığı açıkça ortadadır.
Gülen Yapılanması.sy.96.
İslam dünyasında gelişen düşünce hareketleri bazı etkili cemaat ve siyasi aktörlerin Batı dünyasına uyum politikalarıyla kırılmıştır.
Dünya-Kumak
Eylem ve değişim
-islam dünyasının geleceği-sy.607.
İslamı batı politikalarını meşrulaştırma projesine çevirme girişiminin öncülüğü İslamcı/Muhafazakar bir parti ve bunu destekleyen bir parti ve bunu destekleyen dini grublar ve temsilcileri gerçekleştirmiştir.
Dünya kurmak eylem değişim.sy.607,608.
Her konuda Batı dünyasına tepki gösteren söz konusu dini-politik gelenek 'teslimiyeti' değişmek sanarak Türkiye'nin varolma mücadelesinin dayandığı kodları muhafakarlık örtüsü altında bozmaya çalışmaktadır.
Eylem ve değişim.sy.608.
Biz cehaletimiz yüzümüzden dini bu hala getirdik;din de bizi bu hale getirdi.
Mehmed Akif Ersoy.
Meryemoğlu isa da ,"Kişiyi kirleten ağzından girenler değil,ağzından çıkanlardır"demiş.
Selim b. Kays'il Amiri anlatıyor:İbn-ül Kevva',Hz.Ali r.a.ye sünnetin,bid'at'in birlik ve tefrikanın ne olduğunu sordu da ,Hz. Ali r.a. :
-Ey İbn'ül-Kevva'!Suali öğrenmişsin.Cevabınıda öğren:
11.Asker;Kenz'ül-Ummal 1/96.
Hadislerle Hz.Peygamber Ve Ashabının Yaşadığı Müslümanlık.cilt.2.sy.605.
...Sünnet,Muhammed s.a.v.in yoludur.Bidat,o sünnetten ayıran şeydir.Cemaat ise,az da olsalar, haklı olanların bir araya gelmesidir.Tefrka,çok da olsalar,haksız olanların bir araya gelmesidir.diye cevap verdi.
Devlet idaresi.
Hadislerle Müslümanlık.sy.605.
#227
Hz. Ali’ye (r.a) bir arkadaşı, bir topluluk içinde, “Bir kusurun var söyleyeyim mi?" demiş.
Hz Ali (r.a) “Hayır burada söyleme” cevabını vermiş. Dışarı çıktıklarında söyleyeceğini söyleyen arkadaşına, Hz. Ali (r.a) “Allah razı olsun, kendimi düzeltmeye çalışayım” demiş.
Bunun üzerine arkadaşı, “İçeride aynı şeyi söyleyecektim, neden istemedin” diye sorunca, Hz. Ali (r.a) şu anlamlı karşılığı vermiş:
“Ola ki topluluk içinde nefsime ağır gelir ve nefsimi müdafaa edebilirdim.”
#391
İleri de öyle bir zaman gelecek ki,
Kıtâl ve zulümsüz hükümdarlık etmeye yol bulunmayacak.
Çılgınlık ve cimrilik etmeden zengin olmak mümkün olmayacak.
Kişilerin arzularına uymadıkça da insanlarla sohbet etmek mümkün olmayacak.
Bu zamana kim yetişir ve sabır ve metânet gösterir kendini korursa, Allah-ü Teâlâ o kimseye elli sıddık sevabı verir.
Hz. Ali r.a.
#438
Hz. Ali (r.a) şöyle der:
Riyakârlar şöyledir:
Tek başına kaldığı zaman tembellik eder, ibadette gevşeklik gösterir ve nafile namazları oturarak kılar.
İnsanlarla beraber olduğu zaman tekrar canlanır, canla başla amel eder.
Biri kendisini methettiğinde daha fazla amel ve ibadet eder. Yerdiğinde ise amellerini azaltır.
#451
Sanırsın ki sen küçük bir cisimsin, oysa sende koca bir âlem dürülmüştür.
Hz. Ali r.a.
#525
İlim maldan hayırlıdır; ilim seni korur, sen ise malı korursun. Mal, vermekle azalır, ilim öğretmekle çoğalır. Mal sahipleri malın zevaliyle zeval bulup giderler.
Hz. Ali (r.a)
#531
Dünya sırtını dönmüş gidiyor. Ahiret de karşıdan geliyor. Her ikisinin de evlatları (bağlıları, isteklileri) vardır, Siz, gücünüz yettiğince ahiret evlatlarından olmaya bakın. Sakın dünya evlatlarından olmayın.
Bugün amel günüdür, hesap yoktur. Yarın ise hesap vardır, amel yoktur.
Hz. Ali (r.a)
#627
Hz. Ali r.a. Haricilerle konuşmak üzere gönderdiği İbn Abbas r.a.’a şöyle demiştir:
-Onlarla münakaşa ederken Kuran’dan delil getirme.
-Niçin ey Müminlerin Emiri? Ben Kur’an’ı onlardan daha iyi bilirim. Kur’an bizim hanelerimizde nazil oldu.
-Doğru söylüyorsun, ancak Kur’an ayetleri çok anlamlı bir yapıya sahiptir. Buna göre sen bir ayet okursun, onlar da kendi davalarını destekleyecek bir ayet okur. Sünnetlerden delil getir. Sünnetlerden delil ve te’vil yoluyla kaçamazlar.
Tarihi kaynaklar, “hakem tayin etme ve verdiği hükme razı olma meselesi etrafında cereyan eden” bu münakaşada İbn Abbas r.a.’ın Sünnet ve siretten (hadislerden ve Efendimizin uygulamalarından) deliller getirerek binlerce Harici’nin tövbe edip Hz. Ali r.a.’ın safına geçmesini sağladığını kaydeder. Yine Zübeyr b. Avvam r.a. da oğluna şu tavsiyede bulunmuştur: “Sana karşı koyanlara karşı Kur’an’la mücadele etme. Onları iknaya güç yetiremezsin. Sünnet’e sarılmaya bak.”
#664
Söz verdiğiniz zaman sözünüzde durun. Hükmettiğiniz zaman adaletle hükmedin. Soy sopla övünmeyin. Birbirinize lakap takmayın. Birbirinizle alay etmeyin. Birbirinize buğz etmeyin. Zayıfa, mazluma, borçluya, Allah yolunda cihad edene, yolda kalmışa, dilenciye, köleye yardımcı olun. Dullara, yetimlere acıyın.
Hz. Ali r.a.
#665
Allah’a verdiğiniz sözde durun. Zira Allah sadıklarla beraberdir. Yalandan da uzak durun. Zira yalanla iman bir arada bulunmaz.
Dikkat edin! Doğruluk kurtuluş ve şeref vesilesidir. Yalan ise alçaklık ve felakete götürür.
Hz. Ali r.a.
#679
Misafire ikram edin. Komşuya iyi davranın. Hastaları ziyaret edin. Cenazeleri teşyi edin. Ey Allah’ın kulları kardeş olun! Dünya yüz çevirdi, veda etmek üzere. Ahiretin ise gölgesi düştü; karşıdan göründü. Bugün hazırlanma günüdür; yarın müsabaka var. Kazanan cennete, kaybeden cehenneme girecek!
Hz. Ali (r.a)
#711
Hz. Ali (k.v.) evlatlarından birine diyor ki:
“ Oğlum, Allah’a öyle bir ümitle bağlan ki, bütün insanların günahlarıyla onun huzuruna çıkacak olsan da, hepsini affedeceğini düşün.”
#729
İnsan, ahiretteki evini dünyada inşa eder.
Hz. Ali (r.a)
#740
Hz. Ali’ye (r.a) sordular:
“Tevazu nedir?”
Şöyle buyurdu:
“Tevazu, toprak ile bir olmaktır. Bir insan, ne kadar şerefli makamlara geçerse geçsin, aslının toprak olduğunu ve bir gün yine toprağa karışacağını unutmamalıdır.
#792
Kalbiniz üç şeyin evi olsun. İmanın, ümidin, aşkın…
Hz. Ali (r.a.)
#803
Haksızlığın önünde eğilmeyiniz. Çünkü hakkınızla beraber şerefinizide kaybedersiniz.
Hz. Ali (r.a.)
#804
7 yaşına kadar olan çocuğunuzla oynayınız, 15 yaşına kadar arkadaşlık ediniz, 15 yaşından sonra istişare ediniz.
Hz. Ali (r.a.)
#810
“Duadan bıkkınlık göstermeyiniz. Çünkü dua ile beraber olan hiç kimse helak olmamıştır.”
Hz. Ali (r.a.)
#812
Sakladığın sır senin esirindir. Açığa vurursan sen onun esiri olursun.
Hz. Ali (r.a)
#820
Yemekte, içmekte ölçüye uymayan kendinin düşmanıdır.
Hz. Ali (r.a.)
#944
Hz. Ali (r.a) der ki: “Savaşlarda Hz. Peygamber (s.a.v) kadar düşmana yaklaşan bir kimse bulunmazdı. Birçok kez savaş kızışıp başımız dara düşünce O’na sığınırdık.
Sa'di (kuddise Sırruhu) şöyle buyurmuştur:
Allah-u Teala,temiz insanların,
İyi işlerini birken on yazar.
Sen de oğlum! Kimde hüner görürsen,
On tane aybını görmezlikten gel.(Bostan,No:3303,3304)
Ruhu'l Furkan Tefsiri cilt 12. sy.552.
BeğenAntolojimYorumlarPaylaşTweetlePaylaş
Biz,kısık sesleriz...minareleri,
Sen,ezansız bırakma Allahım!
Ya çağır şurda bal yapanlarını,
Ya kovansız bırakma Allahım!
Mahyasızdır minareler...göğü de,
Kehkeşansız bırakma Allahım!
Müslümanlıkla yoğrulan yurdu,
Müslümansız bırakma Allahım!
Bize güç ver...cihad meydanını,
Pehlivansız bırakma Allahım!
Kahraman bekleyen yığınlarını,
Kahramansız bırakma Allah'ım!
Bilelim hasma karşı koymasını,
Bizi cansız bırakma Allah'ım!
Yarının yollarında yılları da,
Ramazansız bırakma Allah'ım!
Dua
BeğenAntolojimYorumlarPaylaşTweetlePaylaş
Biz,kısık sesleriz...minareleri,
Sen,ezansız bırakma Allahım!
Ya çağır şurda bal yapanlarını,
Ya kovansız bırakma Allahım!
Mahyasızdır minareler...göğü de,
Kehkeşansız bırakma Allahım!
Müslümanlıkla yoğrulan yurdu,
Müslümansız bırakma Allahım!
Bize güç ver...cihad meydanını,
Pehlivansız bırakma Allahım!
Kahraman bekleyen yığınlarını,
Kahramansız bırakma Allah'ım!
Bilelim hasma karşı koymasını,
Bizi cansız bırakma Allah'ım!
Yarının yollarında yılları da,
Ramazansız bırakma Allah'ım!
Ya dağıt kimsesiz kalan sürünü,
Ya çobansız bırakma Allah'ım!
Bizi sen sevgisiz,susuz,havasız;
Ve vatansız bırakma Allah'ım!
Müslümanlıkla yoğrulan yurdu,
Müslümansız bırakma Allah'ım!
Arif Nihat Asya
Ahir zamanda köpekler gibi alimler öldürülecek.
Keşke o zaman alimler birleşselerdi.
Esad coşan
Hadisler deryası.
Allah c.c. a isyanda mahluka itaat yoktur.
Allah c.c. ın yasaklarını işlemede Anne Baba dahil kimseye boyun eğilmez.
Esad Coşan hoca.
Yani haram emrdilirse o kimseye veya kurala uyulmaz.
Akra fm.
Hadisler deryası.
Aşağalayarak ve dalga geçerek gülmek kalbi öldürür.
Ömer Tuğrul İnançer.
"Dünya,ahiret ehline haramdir, ahiret ise dünya ehline haramdir." Mevlâ'yı isteyenlere her ikisi de haramdir. Tarikat ne icindir? Allah'tan başkasini unutturmak icindir. Sure-i Suarâ'da Şuarâ'da śõyle buyurulur.
Seyh Mustafa İsmet Garibullah
Risale-i Kudsiye 42sf
İşte kabe-i saadetimiz olan ittihad-ı münevvere-i İslamın hacer-ül esvedi,Kabe-i Mükerreme'dir.Ve dürret-i beyzası,Ravza-i Mutahharadır.Mekke-i Mükerremesi,Ceziret-ül Arabdır.Medine-i Medeniyet-i Münevveresi,Devlet-i osmaniyedir.
Asar-ı Bediiyye.sy.83.
Risale-Nur Mebde'lerinden.
BeğenAntolojimYorumlarPaylaşTweetlePaylaş
İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya:
Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.
Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak;
Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.
Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir:
Oluklar çift, birinden nur akar, birinden kir.
Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kainat:
Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat!
Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne?
Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine:
Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için.
Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?
Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur.
Sırtına Sakaryanın, Türk tarihi vurulur.
yvah, eyvah, Sakaryam, sana mı düştü bu yük?
Bu dâvâ hor, bu dâvâ öksüz, bu dâvâ büyük! ..
Ne ağır imtihandır, başındaki Sakarya!
Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?
İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal;
Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal,
Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan:
Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan!
Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân;
Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!
ani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu?
Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?
Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna?
Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?
Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?
Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir!
Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler;
Sakarya, kandillere katran döktü geceler.
Vicdan azabına eş kayna kayna Sakarya.
Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!
nsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su:
Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.
Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek:
Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?
Kafdağını assalar, belki çeker de bir kıl!
Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl!
Sakarya, saf çocuğu, mâsum Anadolu nun
Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!
Sen ve ben, gözyaşıyle ıslanmış hamurdanız;
Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!
krebin kıskacında yoğurmuş bizi kader;
Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider!
Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz:
Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber kılavuz!
Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya:
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!
NECİP FAZIL KISAKÜREK
Hazreti Resul (A.S.) bu hadisinde şöyle buyuruyor:
Her şey bir şeydir;fakat cahil hiç bir şeydir.
Makalat.Hacı Bektaşi Veli
Esad Coşan.
"Ahiret için dünyanı feda et, her ikisini de kazanırsin. Dünya için ahiretini ziyan etme, her ikisini de kaybesersin."
Osman Nuri TOPBAŞ
altınoluk şebnem sf:22
Asdaf:Sedefler; ( mec.) çok değerli gerçeklerin saklı kaynağı.
Risale-i Nur'un Büyük Lügatı.sy.48.
Arı su içer bal akıtır,yılan su içer zehir döker.
Hakikaten cerbeze,enva'iyle garaibin makinesidir.
Asarı Bediiyye
Risale-i Mebdelerinden.sy.100,101.
Tebe-i tabiin neslinin fıkıh ve hadis alimlerinden olan imam Evzai..de
Bunun sebebi,Sünnet'in Kur'an üzerinde hüküm koyucu olarak gelmesidir.buyurmuştur.
Altınoluk.sayı.379.sy.36.
Bana ulaştığına göre dinin yok olup gitmesi,Sünnet'in terkiyle başlayacaktır.Halatın tel tel çözülüp nihayetinde tamamen kopması gibi,din de sünnetlerin bir bir terk edilmesiyle elden gidecektir.
(Darimi,Mukaddime,16/98)
Altınoluk.sy.379.
Bir günah var ki bağışlanır... Bir günah var ki,bağışlanmaz...
Bir günah var ki onunla ceza görülür...
Bağışlanan günah odur ki:amelin ola ... Seninle Rabbın arasında kala...
Bağışlanmayan günah:Allah 'a şirktir...
Ceza görülen günah ise:kardeşine zulümdür...
Hadisi Serifler
Ve
Vaaaz örnekleri Es-Seyyid Ahmed Haşimi 275. Sy
Asfiya-i müctehidin:müctehid asfiya;dinde açık hükümler bulunmayan konularda Kur'an ve hadislerin var olan hükümlerinden hareketle,bu hükümlere ters düşmeyen,
Risale i Nur'un Büyük Lügatı
İnşaallah asfiya-i Müctehidin Hz.Muhammed s.a.v. hürmetine yetiştirilir.
bu hükümlerin mantığa uygun sonuçları olan yeni hükümler çıkarabilen ve bu yolla,yeni ortaya çıkan hukuki ve dini problemlere çözümler getirebilen (ictihad sahibi),bilgi bakımından yeterli,günahlardan hep uzak durmasını bilen (asfiya) islam büyükleri.
Risale-i Nur'un Büyük Lügatı.
İnşaallah Allah c.c. ın bildiği hayırlıların hürmetine asfiya-i müctehidin yetiştirilir.
Köpeksiz sürüye kurt dalar.
Zaten şimdi bazı hakaikte bir inkılab var.Ezdad isimlerini değiştirip,mübadele etmişler.Zulme adalet,cihada bağy,esarete hürriyet namı veriliyor.
Risale-i nur Mebde'lerinden Asar-ı Bediiyye.sy.104.
Bağy:isyan.Zulüm,haksızlık.azgınlık.
Risale-i Nur'un Büyük Lügatı.sy.71.
Ezdad:Zıdlar,birbirine ters olan şeyler.
Risale-i Nur'un Büyük lügatı.sy.252.
İstihbarat örgütleri, gizlenenleri hatta akıldan, kalpten geçenleri bilmeye çalışıyor. Bu şekilde geleceği yönetmeye çalışıyorlar
Kulun temizlenmesi gereken organı dilidir.
Abdullah ibn-i Ömer
En Güzel Sözler Unutulmaz özdeyişler sy.317.
İnsanın ilimde belli bir seviyeye gelebilmesi için, kendinden yüksekte olanları kıskanıp aşağıda olanları küçük görmemesi gerekir.
Abdullah İbn-i Ömer
En Güzel Sözler Unulmaz Özdeyişler.sy.317.
Midesinde haram lokma olan kimsenin ibadetini Allah c.c. kabul etmez.
Abdullah ibn-i Abbas
En Güzel Sözler Unutulmaz Özdeyişler.sy.317.
Hayat,inanmak ve mücadele etmektir.
Biz Yezide biat edersek,İslam'ın en büyük direklerinden biri olan seçim yollu idareyi temelinden sarsmış oluruz.
Hz.Hüseyin r.a.
En Güzel sözler unutulmaz Özdeyişler.sy.315.
Onun yanında insanların en üstünü herkese öğüt veren,şereflisi de en çok yardım eden kişilerdi.
Hz.Hüseyin r.a.
En Güzel Sözler Unutulmaz Ödeyişler.sy.314.
Allah c.c.başkalarını küçümseyen kibirli insanları sevmez.
İntikam almaya gücü yeterken affeden kişi,insanların en büyüğüdür.
Hz. Hüseyin r.a.
En Güzel Sözler Unutulmaz Özdeyişler.sy.315.
Malın hayırlısı, kişinin şeref ve namusunu korumak için harcadığı paradır.
Hz.Hüseyin r.a.
En Güzel Sözler Unutulmaz Özdeyişler.sy.315.
Keynes.... Faiz buhranı hem başlatır, hem de şiddetlendirir.
İstihdam,faiz ve para genel teorisi adlı kitabında
İktisadi Presipler
Avrupanın birinci yönünü zulüm,sömürgecilik ve materyalizm gibi esaslar şekillendirmektedir.
İktisadi Prensipler sy.275.
Allah c.c.a kasem olsun,insanlar öyle devir yaşayacaklar ki, katil niçin öldürdüğünü,maktul niçin öldürüldüğünü bilmeyecek.
Hadis-i Serif.
İmamları (liderleri) Allah c.c. ın kitabıyla hükmetmezler ve Allah c.c.ın indirdiğini terk ederlerse o kavmi Allah c.c.,kendi içlerinde belaya maruz kılar.
Hadis-i Serif
Anarşi sy.349.
İslamiyet tümüyle iyiliktir,insanlık kolay iş değildir.
Mahmud Efendi Hazretleri'nden duyulan hikmetli sözler.sy.255.
Allah,bu ümmet için her yüz senenin başında,dini tecdid edip yenileyecek kimse(ler) gönderecektir.
Hz. Muhammed s.a.v.
buyurmaktadır.
Kusurunu görmemek,o kusurdan daha büyük bir kusurdur.
Risale-i Nur
Lemalar.
775) "Bakirelerle,evlenmelisiniz,zira onların ağızları daha temizdir..Daha çok doğururlar..Önleri daha sıcak olup ve az işle daha çok yetinirler.."
Onların az işle yetinmeleri: Cinsi ifrata varmamalarıdır.Zira,evlilikte cinsi ifrat insanı yıpratır.
Muhtar'ül-ehadisin-Nebeviyye izahlı tercümesi.sy.321.
770)" Çocuklarınıza,yüzmeyi ve atma'yı öğretiniz ..Mümine bir kadın için evinde iğ eğirmek ne güzel eğlencedir..Anan baban seni,-birlikte-çağırırlarsa,önce anana koş..
Atmak:Bilcümle silah atıcılığına şamildir..
Burada zımnen: Erkek çocularınıza yüzmeyi ve atıcılığı,kız çocularınızada ev ve el işlerini öğretiniz; manası anlatılmaktadır.
Muhtar'ül-Ehadisin-Nebeviyye izahlı Tercümesi.sy.319.
777)"Size SIDK lazımdır..Çünlü o,cennet kapılarından bir kapıdır..
Bilhassa KEZİB'ten sakınınız..Çünkü o,cehennem kapılarından bir kapıdır.."
SIDK: Doğru söz ve doğru iş..
KEZİB: Yalan söz..
İşte cennetin kapısı ve işte cehennemin kapısı..
Muhtar'ül ehadisin Nebeviyye izahlı tercümesi.sy.322.
778) "Gece namazına kalkmalısınız..Çunkü bu, sizden evvelki salihlerin adeti idi..Allah c.c.a bir yakınlıktır..Günahtan alır..Hatalara kefaret olur..Cesetten hastalığı atar.
Muhtar'ül-Ehadisin-Nebeviyye İzahlı tercümesi sy.322.
S-Zalim gavurların bu kadar propagandalarına nasıl mukabele edilmeli?
C-Propaganda,sabıkan tezyif ettiğim zalim cerbezenin veled-i nameşruudur.Ona mukabele,oyalancı silahla olmamalı,belki sıdk ve hak ile olmalı.Bir tane sıdk, bir harman yalanı yakar.
Asar-ı Bediiyye
Risale-i Nur.külliyatı sy.109.
Maziye, mesaibe kader nazarıyla;ve mustakbele,ma'siye teklif noktasından bakmak lazımdır.
Çaresi bulunan şeyde acze,çaresi bulunmayan şeyde ceza'a iltica etmemek elzemdir.
Asar-ı Bediiyye sy.110.
Asıl ismi Belam-ı Baura olup, Musa aleyhisselam zamanında yaşamıştı. İsm-i a'zamı bilen, her duası kabul olan büyük bir âlimdi. İlmi o derecede idi ki, sözlerini yazmak için, iki bin kişi yanında bulunurdu. Şöhreti her yere yayılmıştı. Bulunduğu Belka şehrinin valisi Belak, Hazret-i Musa’nın askerlerinin şehre girmemesi için, dua etmesini istedi. Ölüm ile tehdit etti. Can korkusu ile ve halkın verdiği rüşvete aldanarak, Musa aleyhisselama beddua etti. Akabinde dili göğsüne kadar sarkıp yapıştı. Musa aleyhisselamın askerleri tarafından öldürüldü. Müminlere beddua ettiği için ilahi gazaba uğradı. Dili göğsüne kadar sarkıp yapıştı. (Onun gibiler köpek gibidir) diye dillerde kaldı. Kur'an-ı kerimde de onun hakkında, mealen şöyle buyuruluyor:
(O, dünyaya meyletti ve nefsinin hevâsına uydu. Onun ibret verici hâli, üstüne varsan da, kendi hâline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğe benzer.) [Araf 176]
Müslüman, Belam gibi beddua etmez, lânet okumaz. Bir savaşta, kâfirlerin yok olması için Peygamber efendimizden beddua etmesini istediklerinde, (Ben lanet etmek için gönderilmedim. Ben, herkese iyilik etmek için, insanların huzura kavuşması için gönderildim) buyurdu. Nitekim Kur'an-ı kerimde mealen, (Seni âlemlere rahmet, iyilik için gönderdik) buyuruluyor. (Enbiya 107)
Asıl ismi Belam-ı Baura olup, Musa aleyhisselam zamanında yaşamıştı. İsm-i a'zamı bilen, her duası kabul olan büyük bir âlimdi. İlmi o derecede idi ki, sözlerini yazmak için, iki bin kişi yanında bulunurdu. Şöhreti her yere yayılmıştı. Bulunduğu Belka şehrinin valisi Belak, Hazret-i Musa’nın askerlerinin şehre girmemesi için, dua etmesini istedi. Ölüm ile tehdit etti. Can korkusu ile ve halkın verdiği rüşvete aldanarak, Musa aleyhisselama beddua etti. Akabinde dili göğsüne kadar sarkıp yapıştı. Musa aleyhisselamın askerleri tarafından öldürüldü. Müminlere beddua ettiği için ilahi gazaba uğradı. Dili göğsüne kadar sarkıp yapıştı. (Onun gibiler köpek gibidir) diye dillerde kaldı. Kur'an-ı kerimde de onun hakkında, mealen şöyle buyuruluyor:
(O, dünyaya meyletti ve nefsinin hevâsına uydu. Onun ibret verici hâli, üstüne varsan da, kendi hâline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğe benzer.) [Araf 176]
Müslüman, Belam gibi beddua etmez, lânet okumaz. Bir savaşta, kâfirlerin yok olması için Peygamber efendimizden beddua etmesini istediklerinde, (Ben lanet etmek için gönderilmedim. Ben, herkese iyilik etmek için, insanların huzura kavuşması için gönderildim) buyurdu. Nitekim Kur'an-ı kerimde mealen, (Seni âlemlere rahmet, iyilik için gönderdik) buyuruluyor. (Enbiya 107)
Kalb hangi bir şeye el atarsa bütün kuvvetiyle,şiddetiyle oşeye bağlanır.Ve ebedi bir devamla,onunla beraber kalmak ister.Demek ki kalb bu fani dünyaya razı değildir.
Mesnevi-i Nuriye.
Risale-i Nur külliyatı.
Fatih sultan Mehmed İstanbul'u fethettikten sonra , ilk cuma namazını Ayasofya'da kılmak için kilisenin derhal camiye çevrilmesini emretmiş, ordudaki ustalar kısa sürede Ayasofya Kilisesi'ni, Büyük Fetih Camii'ne çevirmişler ve cuma namazına hazırlamışlar. Cemaat toplanmış Fatih Sultan Mehmed etrafındakiler:
- Aranızda ikindi namazının sünnetini hiç kaçırmayan var mı? diye sormuş.
- Eğer kaçırmayan varsa bütün cemaatin başına o geçecek ve imamlığı o yapacak, demiş. Herkes büyüklere bakmaya başlamış. Fatih Sultan Mehmed'in orada bulunan lalası da diğer alimlere ve en son da Akşamseddin'e bakmış. Ama herkes başını yere eğmiş. Akşamseddin bile başını yere eğmiş ve:
- Bir keresinde evime misafir geldi. Misafirleri kıramadığım ve çok meşgul olduğum için ikindi vakti keraate girdi. Hayatımda sadece bir kez ikindi namazının sünnetini kılamadım, demiş. Akşemseddin'in bu sözü üzerine Fatih Sultan Mehmed:
- Ben hayatımda hiç ikindi namazının farzını ya da sünnetini kaçırmadım, demiş. Bunun için de oradaki heyet tarafından İstanbul'un fethinden sonra Ayasofya'da kılınacak ilk cuma namazına imamlık yapmaya Fatih Sultan Mehmed layık görülmüş.
Yani hem padişah olduğu için hem de kadar savaşın arasında ikindi namazının sünnetini kaçırmadığı için imamlığa geçmiş.
Fatih Sultan Mehmed imamlığa geçtikten sonra namaza başlamak için tekbir getirir ama hemen sonra durmuş ve sağına soluna selam vererek namazını bozar. Sonra tekrar tekbir getirmiş ve tekrar durur sağa sola selam vererek namazını bozar. Üçüncüsünde de tekbir getirdikten sonra ellerini bağlar ve ilk cuma namazını kıldırmaya başlar. Cemaatten bazıları: "Padişah büyük kibre girdi o kibrinden dolayı namazı başlatamadı" diye düşünmüşler. Namaz kılındıktan sonra Fatih Sultan Mehmed'e namazı nenden üç kere bozduğunu sormuşlar o da:
- İstedim ki namaz sırasında bana ve bütün cemaate Kabe görünsün, yani biz Kabe'nin önünde namaz kılalım. Bu niyetle birinci tekbiri getirdim fakat Kabe görünmedi. İkincisinde de tekbir getirdim Kabe görünmedi. Fakat üçüncüsünde tekbir getirdim ve Kabe gözümün önünde belirdi, demiş. Bunun sebebini de Akşemseddin Hazretleri'ne sormuşlar o da bu hadiseyi şöyle anlatmış. Demiş ki:
- Padişahımız üç defa tekbir getirdi. Birinci tekbirde baktım ki, Ayasofya'nın yönü kıbleye bakmıyor. İçimden "İnşallah bir yanlış yapmayız" dedim. İkinci kez tekbir getirdi, tekrar namazı bozdu, namazı bozduğu için sevindim. Üçüncü tekbirde yine içimden: "İnşallah namazını bozar" dedim. Fakat o an bana manevi alemde cemaatin en arka safı gösterildi. En arka safta, bir kişilik yerin eksik olduğunu gördüm. Bir an baktım ki Hızır Aleyhisselam, o bir kişilik yere doğru saf tutmak için gelirken terler direğe parmağını soktu ve Ayasofya'nın yönünü kıbleye doğru çevirdi. Ondan sonrada bir kişilik yerin eksik olduğu o safa geçti ve namaza durdu. Böylece padişah üçüncü kez tekbir getirdikten sonra Kabe'yi tam karşısında gördü, bir daha selam vermedi ve böylece İstanbul'un fethetinden sonraki ilk cuma namazını kıldırdı
FAİZ
Ödünç işlemlerinde ve alışverişte karşılığı bulunmayan hakiki veya hükmî fazlalık.
1. Faizin Tarihçesi Ve Faiz Teorileri
2. Kur’an Ve Sünnette Faiz
3. İslâm Hukukçularının Faizle İlgili Görüşleri
4. Faizin Yasaklanma Sebepleri
5. Faizle İlgili Bazı Tartışmalar
Türkçe’deki yaygın karşılığı “faiz” olan Arapça ribâ kelimesi sözlükte “fazlalık, nema, artma, çoğalma; yükseğe çıkma; (beden) serpilip gelişme” gibi anlamlara gelir. Arapça’da tepelere, düz araziye nisbetle daha yüksek oluşları sebebiyle râbiye, canlıları besleyip büyütmeye de terbiye denir. Bu sözlük anlamıyla ribâ, hem bir şeyin kendi içinde bulunan hem de iki şey arasında mukayeseden doğan fazlalığı ifade eder. Kur’an’da ribâ kelimesi her iki anlamda da kullanılmıştır. Birinci durumla ilgili olarak, üzerine yağmur yağan toprağın kabarması “rebet” kelimesiyle (el-Hac 22/5; Fussılet 41/39), ikinci anlamla ilgili olarak da iki topluluktan birinin diğerine göre mal bakımından veya sayıca yahut değerce daha üstün olması hali “erbâ” kelimesiyle (en-Nahl 16/92) ifade edilmiştir. Fıkıh literatüründe ise ribâ, borç verilen bir parayı veya malı belli bir süre sonunda belirli bir fazlalıkla, yahut borç ilişkisinden doğan ve süresinde ödenmeyen bir alacağa ek vade tanıyıp bu süreye karşılık onu fazlalıkla geri almanın veya bu şekilde alınan fazlalığın adıdır. Türkçe’de kullanılan “faiz” kelimesi de Arapça kökenli olup genelde ribâ ile eş anlamlı kabul edilir.
Câhiliye dönemi Arapları ribâ kelimesini ve ondan türeyen diğer kelimeleri sözlük mânasından ziyade terim anlamında, yani vadeye veya vadenin uzatılmasına karşı borcun da artması anlamında kullanıyorlardı. Nitekim kaynakların bildirdiğine göre Câhiliye devrinde borçlu alacaklısına giderek. “Borcu ertelersen sana şu kadar fazla veririm” derdi, alacaklı da borcu ertelerdi (Taberî, VI, 8). Bu dönemde Araplar, faizi belirli aralıklarla ödenmek şartıyla borç para verirler, ara dönem sonlarında faizi, vade dolduğunda da ana parayı isterlerdi. Eğer borçlu ödeme yapamayacak durumda ise vadenin uzatılması karşılığında faiz miktarı da arttırılırdı (Fahreddin er-Râzî, VII, 91).
İbn Hişâm, Kâbe’nin yeniden inşa edilmesi sırasında Hz. Peygamberle de akrabalığı bulunan Ebû Vehb’in şöyle konuştuğunu yazar: “Ey Kureyş topluluğu! Kâbe’nin inşasına ancak temiz kazancınızla iştirak edin. Buraya ne zina parası ne ribâ kazancı ne de insanlardan zorla alınmış mal girsin” (es-Sîre, I, 205-206). Bunun üzerine Mekkeliler bu yollarla elde ettikleri kazançlarını kullanmaktan çekinmişler, fakat diğer gelirleri de inşaat için yeterli olmamış ve Kâbe’nin Hicr denilen kısmı binanın dışında kalmıştır. Bu tüccar kavim içinde diğer iki kazanç türünün fazla bir yekûn tutmayacağı göz önünde bulundurulursa faizin bu toplumda ne derece yaygın olduğu anlaşılır (Salih b. Abdurrahman el-Husayn, XXXV (1412), s. 104-105). Bu rivayetler, ribâ kelimesinin İslâm öncesi dönemde de bugünkü faiz anlamında örfî bir kullanımının bulunduğunu, ayrıca ribânın Câhiliye Arapları’nın nazarında da çirkin bir kazanç olarak değerlendirildiğini göstermektedir.
Kur’an’da sekiz yerde geçen ribâ kelimesi bu örfî anlamında kullanılmış, hadislerde de ribâ kavramına yeni bir boyut getirilerek literatürdeki vade faizi -fazlalık faizi (ribe’n-nesîe - ribe’l-fadl) veya borç faizi - alışveriş faizi (ribe’d-deyn -ri-be’l-bey‘) şeklindeki ayırım ve adlandırmalara zemin hazırlanmıştır.
1. Faizin Tarihçesi Ve Faiz Teorileri
Faiz ortaya çıktığı andan itibaren başta din adamları olmak üzere filozof ve iktisatçıların inceleme konularından birini teşkil etmiştir. Faizi din ve ahlâk açısından tahlil eden İlkçağ filozofları Eflâtun ile Aristo onu mahkûm etmişlerdir. Çirkin bir kazanç yolu olarak gördükleri faiz onlara göre zenginlerle fakirleri karşı karşıya getirerek devletin selâmetini tehlikeye atabilir. Aristo, kısır bir metal olan paradan kazanç elde etmeyi gayri tabii ve adalete aykırı bulur (Divine, XXVII, 824). Onun bu görüşü, ödünç alınan para ile bir kazanç sağlanacağı, dolayısıyla bu kazançtan para sahibine de faiz ödenmesi gerektiği şeklinde bir itirazla karşılansa bile (Samuelson, s. 261, 563) faizde aklıselim ve vicdanın kabul edemeyeceği özelliklerin bulunduğunu göstermesi bakımından önem taşır. Faizi kınayan benzer ifadelere Cicero, Cato ve Seneca gibi ilk dönem Romalı düşünürlerde de rastlanır. Beşerî zaafların kontrol altına alınamadığı toplumlarda ahlâkî, içtimaî ve iktisadî bir hastalık olarak baş gösteren faiz Mısır, Sümer, Bâbil, Asur, eski Yunan, Roma gibi toplumlarda hüküm sürmüş ve diğer sosyal hastalıklar gibi bununla da mücadele edilmiştir.
Hammurabi kanunları ödünç işlemlerini her yönüyle düzenlemiş. Firavunlar devrinde Mısır’da faizin ana parayı aşması yasaklanmış, borcunu ödeyemeyen kişinin alacaklısının kölesi haline geldiği eski Yunan ve Roma’da borçlunun sorumluluğu malı ve zimmetiyle, faiz haddi de % 12 ile sınırlandırılmış, daha sonra Romalı Jüstinyen ticarette bu oranı devam ettirirken asillere % 4 sınırını getirmiştir. Eski Hint’te de yüksek kastlar için faiz tamamen yasak iken aşağı kastlar için âdil bir faizden bahsedilir. Bu toplumda sosyal statü ve asalet seviyesi yükseldikçe faizin kınanması ve yasaklanması temayülü artmaktadır. Bütün bu rivayetler, ilk dönemlerden itibaren tarih boyunca bazı kayıt ve sınırlamalar getirilerek kontrol altına alınmaya çalışılan faizin esasen ahlâka ve insan tabiatına aykırı bir âdet olduğu konusunda hemen hemen ortak bir fikir ve tavır birliği oluştuğunu göstermektedir.
Dinî olmayan hukuk sistemlerinde genellikle borçlu lehine getirilen bazı kolaylıklar, özellikle de faiz haddini sınırlama şeklinde kendini gösteren faize karşı bu mücadele, Musevîlik ve Hıristiyanlık gibi semavî dinlerde daha net-leşerek faizin kökten yasaklanması şeklinde ortaya çıkmıştır. Ancak yahudiler faiz yasağını sadece kendi aralarında uygulamış, yabancılardan faiz almakta bir sakınca görmemişlerdir (Tesniye, 23/19-20). Onların bu davranışı, faizin dünyada bugüne kadar devam edip yaygınlaşmasının ve onu hafife alıp meşrulaştırmaya gayret etmenin önemli bir sebebini teşkil etmiştir. Başta Luther olmak üzere faiz konusunda büyük duyarlılık gösteren hıristiyan din adamları ise faizi haram saymakta asırlarca direnmişlerdir.
Ortaçağ kilisesindeki faiz yasağı en başta tüketim kredilerini hedef alıyordu. Ancak Avrupa’da sanayi ve ticaret hacminin genişlemesi ödünç sermaye ihtiyacını ortaya çıkardı. Hatta bizzat kilise erbabı iş kurmak ve Haçlı seferlerini finanse etmek için büyük miktarlarda ödünç paraya gerek duydu. Daha sonra kilise geniş servet sahibi olarak kendisi de ödünç para vermeye başladı. Bu durum kilise mensuplarını, İncil âyetlerini bu tür faaliyetlerine imkân
tanıyacak şekilde yorumlamaya sevketti. Bunlar, ticaretin bile hırs ve tamah duygularına dayanan kötü bir şey olduğu yolundaki eski görüşlerini terketmekle kalmayıp faiz konusunda çok yumuşak bir çizgi takip ederek kapitalizmin tohumlarını da atmış oldular. Hıristiyanlığın faiz yasağının yerini dolduracak müesseseler getirememesinin yanı sıra ortaya çıkan ekonomik gelişmeler Ortaçağ’da faiz yasağının tedricî olarak gevşemesine, hatta yasağı tamamıyla kaldırma teşebbüslerinin ortaya çıkmasına sebep oldu.
Bu çerçevede, Ortaçağ filozofları bütün borçlu-alacaklı ilişkilerine uygulanabilecek bir faiz tahlili oluşturmayı kendilerine görev bildiler. Bunlardan Saint Thomas d’Aquinas başlangıçta, kullanıldığında tüketilen eşya ile (gıda maddeleri gibi) tüketilmeden kullanılabilen eşyayı (at, ev gibi) birbirinden ayırdı. Ona göre tüketilmeden kullanılabilen eşyanın kullanımına karşılık bir ödemenin (kira) talep edilmesi adalete uygundur. Buna mukabil tüketilerek kullanılan eşyanın mislinin iadesinde ödünç alınan miktara ilâve olarak bir de kullanım bedelinin (faiz) talep edilmesi haksızlıktır ve mevcut olmayan bir şeyi satmak demektir. Çünkü bu eşyanın kullanımı tüketilip yok edilmesinden ibarettir. Ancak faiz hakkında önceleri bu açıklamaları yapan ve faiz-kira ayırımında önemli esaslar ortaya koyan Saint Thomas, iktisadî şartların zorlaması ve yatırım amaçlı ödüç ihtiyacının artmasıyla faize cevaz vermede gittikçe daha yumuşak davranmış ve bazı gerekçeler ileri sürerek para sahibinin verdiği paradan başka “tazminat akçesi” adı altında ayrı bir fazlalık almasını da meşru görmeye başlamıştır. Bu görüşünü, ödünç verenin bir müddet parasını kullanma imkânından mahrum kalması sebebiyle zarara uğramış olması, paranın ödünç verilmeyip de bir işte kullanılması halinde elde edilebilecek kazancın kaybı veya bir gemi karşılık gösterilerek ödünç verilen bir paranın bu geminin batması halinde karşılaşabileceği risk gibi gerekçelerle açıklamaya çalışmıştır. Böylece önceleri faize karşı olan Saint Thomas, sonradan ileri sürdüğü birtakım gerekçelerle faiz yasağının ortadan kalkmasına zemin hazırladı.
Bu yasağın bertaraf edilmesinde kullanılan en etkili yol, daha sonra İslâm dünyasında da görülen, tüketim ödüncü ile ticarî ödüncü birbirinden ayırma teşebbüsü oldu. Tüketim ödüncüne ribâ deyip reddetme, ticarî ödünce faiz deyip kabul etme yöntemi, dindeki yasakla faizli kredilere olan ihtiyacı bağdaştırma yolunda ısrarla kullanıldı. Bu görüşün mensuplarına göre faiz sermayenin üretkenliği, en azından üretken kullanımlara uygulanabilirliği sebebiyle meşrudur. Nitekim önceleri muhalefet etmesine rağmen daha sonra ticarî amaçla faizli ödünç almanın caiz olduğunu ilk defa ciddi surette savunan hıristiyan reformcusu Jean Calvin, faizi günah olmaktan çıkartma yolunda gayret sarfederken tüketimle üretim ödüncünü, dolayısıyla ribâ ile faizi birbirinden ayırma yöntemini kullandı. Böylece söz konusu yöntem kapitalizmin doğuşunda zorunlu bir yardım eli olarak kendini gösterdi. Bundan sonra ribâ ile faiz birbirinden farklı görülerek ayrı hükümlere tâbi tutuldu ve nihayet 1789 Fransız İhtilâli sonrasında kanunun belirlediği sınırlar çerçevesinde faizli işlemlere resmen izin verildi.
Kilisenin faiz konusundaki tavrının değişmesinden itibaren faizin kaynağını, sebebini ve haklılığını açıklamaya çalışan teoriler ortaya konmaya başlandı. Merkantiüstler faizi, arazinin icarı ve gayri menkullerin kirasıyla aynı hükümde ve değerde tutarak, “Faiz de Kapitalin kirasıdır” demişlerdir. Fizyokratlara göre ise ancak toprak üretkendir. Şu halde rant temin eden bir toprak satın almaya yarayan bir meblağ ödünç verildiğinde bu rant kadar faize hak kazanmalıdır. Klasik iktisatçılardan John Baptiste Say ve Roscher sermayeyi emeğe benzeterek işçinin emeğiyle kazandığı değere ücret denildiği gibi sermayenin üretime katılma payını da faiz terimiyle ifade etmek gerektiğini belirtmiş ve kredinin üretim araçları sağladığını, dolayısıyla faizin sermaye tarafından üretilmiş bir gelir payı olduğunu savunmuşlardır. Bu görüş sermayenin prodüktivitesi teorileri arasında yer almaktadır. Adam Smith ve David Ricardo gibi klasik iktisatçılar faizi, ödünç alanın paradan sağlayacağı kâr için ödünç verene ödediği karşılık olarak ele almışlardır.
Tasarrufun fedakârlığı ve aynı zamanda paranın sağlayacağı tatminden vazgeçmeyi gerektirdiği tezini ilk olarak ortaya atan Nassau Senior’ün görüşü, zenginlerin en küçük bir sıkıntıya katlanmadan tasarrufta bulundukları gerekçesiyle birçok tenkide mâruz kaldı (Schumpeter, s. 147). Bu sebeple Alfred Marshal, “fedakârlık” veya “el çekme” yerine “bekleme” ifadesini koydu. Marshal’a göre tasarruf eden bugünkü tüketimi gelecek bir güne ertelemiştir. Bunun için bir özendiriciye ihtiyaç vardır, bu da faizdir. J. M. Lauderdale tarafından geliştirilen sermayenin prodüktivitesi teorisi verimliliğe sermayenin tabii bir sonucu olarak bakar. Sermaye emek yerine ikame edilebilmektedir. Bu ikame olayı sermayenin de emek gibi değer ürettiğinin ispatıdır. Faiz kredi kullanımıyla elde edilen değer artışının karşılığıdır. Öyleyse faiz vardır, çünkü sermaye üretim artışına yol açmaktadır. Böhm Bavverk’e göre ise insanlar genellikle günlük ihtiyaçlarını ön planda tutar ve geleceği küçümserler. Önemli olan bugünün ihtiyacı ve bugünün fırsatı olduğundan elde bulunan para, yarın ele geçeceği umulandan daha büyük değer taşır. Gelecekteki 110 liradan bugünkü 100 lira daha kıymetlidir. Şu halde bugünün hazır parası ile yarının belirsiz parası arasında bir acyo vardır ve bir zaman tercihi söz konusudur. Bugünkü malların ileriki mallarla mübadele edilebilmesi için bu acyo farkının kaldırılması gerekir. İşte faiz bu farkı ortadan kaldırmaya yaramaktadır.
Dikkat edilecek olursa Böhm Bawerk, kendisinden on üç asır önce Hz. Peygamber’in işaret ettiği bir gerçeğe temas etmektedir. Resûl-i Ekrem, bir mal veya paranın kendi cinsinden bir mal veya para ile aynı miktarda bile olsa vadeli satışını faiz olacağı gerekçesiyle yasaklamıştır (Buharî, “BüyûǾ”, 76; Müslim, “Müsâķāt”, 75). Böhm Bawerk’in bu tesbiti, hatalı yönlerine rağmen Hz. Peygamberin araya zaman unsurunun girmesi sebebiyle vadeli mübadelelerin faiz ihtiva ettiğine dair beyanlarını teyit etmektedir. Ancak Böhm Bawerk, bu değer farklılaşmasının ne yönde tecelli edeceği kesin olarak bilinmemesine rağmen bunu, sermaye sahibinin sabit bir fiyatla (faiz) ödüllendirilmesi gerektiği şeklinde değerlendirip tercihini tek taraflı olarak kullanmış, borçlunun karşılaşabileceği durumları hesaba katmamıştır. Hz. Peygamber ise para ve mal piyasalarının değişkenliği sebebiyle, vadeden doğan değer farklılaşması her iki yönde tecelli edebileceği ve bunu önceden kestirmek mümkün olmadığı için, iki tarafın da hakkını korumak amacıyla kendi cinslerinden vadeli para ve mal mübadelelerini yasaklamıştır.
J. M. Keynes’in “likidite tercihi teorisi”ne göre faiz, likid vasıtaları elde tutmaktan
ve para biriktirmekten vazgeçirmek maksadıyla para sahibine ödenen fiyattır. Faiz, insanların günlük alışveriş ihtiyacı, ihtiyatlı davranma ve spekülatif kazançlar elde etme gibi etkenlerle tasarruflarını elde nakit olarak tutma arzularına (likidite tercihi) karşı bir tedbirdir. Kısacası faiz tasarrufun değil tasarrufu elde tutmaktan vazgeçirmenin bedelidir. Keynes’e göre insan, geliri ve hayat standardı tasarruf etmesine el verdiği zaman para biriktirebilir ve bunu faizi düşünmeden yalnızca kötü günler için yapar. Bu sebeple tasarruf herhangi bir karşılığı veya özendirici tedbir almayı gerektirmez. Keynes, klasik iktisatçıların tasarrufların artması için faiz hadlerinin de yükselmesi gerektiğine dair iddialarına şiddetle karşı çıkmış ve yüksek faizin yatırımları daraltarak halkın gelir seviyesini düşüreceğini, sonuçta da tasarruf kapasitesinin daralacağını savunmuştur. Keynes’e göre binlerce seneden beri devamlı yapılan ferdî tasarruflara rağmen dünyanın çektiği sermaye malları sıkıntısı eskiden araziye, şimdi de paraya verilen yüksek faiz sebebiyledir (The General Theory, s. 220-221).
Batı’da XV ve XVI. yüzyıldan itibaren ileri sürülmeye başlanan ve XVIII. yüzyılın ikinci yarısından sonra daha da yoğunluk kazanan faiz teorileri, genelde faizi ilke olarak benimsemekle birlikte faizin kaynağını, haklılığını ve dayandığı gerekçeleri açıklamada net ve kesin bir hükme varamamışlardır. Bugün faiz konusundaki tartışmalar, artık onun haklılık ve meşruiyetini ispatlama gayretinden ziyade faiz haddinin hangi seviyelerde olması gerektiği meselesine yönelmiştir. Tartışma konusundaki bu değişiklik, faizin haklılık ve meşruiyetinin kabul edilmiş olmasından değil bu konuda herkesin benimseyebileceği açık ve kesin bir izahın yapılamamasından dolayıdır. Bu hususta bundan sonra da kesin bir söz söylenemeyeceği gibi faiz haddinin ne olması gerektiği konusunda da her ekonomik bünye için geçerli standart bir faiz oranı tesbit etme imkânı yoktur.
2- Kur’an Ve Sünnette Faiz
Kur’ân-ı Kerîm’de faizle ilgili âyetler dört grupta toplanabilir. Nüzul tarihleri farklı olan bu âyetler, faizin yasaklanmasında tedrîcî bir yol takip ederek faize karşı önce sitem ve ta‘rizde bulunmuş, daha sonra açık ve kesin bir ifade ile onu yasaklamış ve faizde ısrar etmenin Allah’a ve Resulü’ne bir nevi savaş açma olduğunu bildirerek veya faiz uygulamasının farklı yönlerine dikkat çekerek bu yasağı teyit etmiştir. Kur’an’ın benimsediği bu tedrîcî yöntem, içkinin dört ayrı âyetle haram kılınmasına benzerlik göstermekte olup bunun da İslâm’ın yaygınlık kazanmış sosyal hastalıklar karşısında uyguladığı metodun tabii bir sonucu olduğu şüphesizdir.
Faizle ilgili olarak nüzul sırasına göre Kur+an’da ilk yer alan âyetin meali şöyledir: “İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz herhangi bir faiz Allah katında artmaz. Allah’ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekâta gelince, bunu yapanlar -sevaplarını ve mallarını- kat kat arttıranlardır” (er-Rûm 30/39). Bazı müfessirler, Mekke döneminde nazil olan bu âyette geçen ribânın Kur’an’ın yasakladığı faiz olmadığını ileri sürmüşse de çoğunluğun görüşü, söz konusu âyette o çağdaki Araplar arasında çirkin karşılanmakla birlikte son derece yaygın olan faiz işleminin kastedildiği yönündedir (Taberî, XXI, 29-31; Şevkânî, Fetĥu’l-kadīr, III, 227; Âlûsî, XXI, 45).
Kur’an’da faiz yasağını ayrıntılı bir şekilde ele alan ikinci grup âyetlerde ise şöyle buyrulur: “Faiz yiyenler -kabirlerinden- şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden ayılışı gibi kalkacaklardır. Bu hal onların, ‘Alım satım da tıpkı faiz gibidir’ demeleri yüzündendir. Halbuki Allah alım satımı helâl, faizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime rabbinden bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse geçmişte olan kendisinindir ve artık onun işi Allah’a kalmıştır. Kim tekrar faize dönerse işte onlar cehennemliktir, orada devamlı kalırlar. Allah faizi tüketir (faiz karışan malın bereketini giderir), sadakaları ise bereketlendirir. Allah küfürde ve günahta ısrar eden kimseleri sevmez... Ey iman edenler! Allah’tan korkun, eğer gerçekten inanıyorsanız mevcut faiz alacaklarınızı terkedin. Şayet böyle yapmazsanız Allah ve Resulü tarafından açılan savaştan haberiniz olsun. Ancak tövbe edip vazgeçerseniz ana paranız sizindir. Böylece ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz” (el-Bakara 2/275-279) Bu âyetlerle faiz kesin olarak yasaklanmıştır. Faizden vazgeçilirse ana paranın borç verene ait olduğunun vurgulanması, ana paraya yapılacak az veya çok her türlü ilâvenin faiz kapsamına gireceğini ifade etmektedir.
Faiz yasağıyla ilgili olarak gelen bir diğer âyetin meali şöyledir: “Ey iman edenler! Kat kat arttırılmış olarak faiz yemeyin; Allah’tan korkun ki kurtuluşa eresiniz” (Âl-i İmrân 3/130). Hicretin ikinci veya üçüncü yılında, Bakara süresindeki faiz âyetlerinden sonra nâzil olduğu tahmin edilen bu âyet, yasağın ve faiz uygulamasının bir başka yönüne dikkat çekmektedir. Müfessirler, âyette geçen “kat kat arttırılmış olma” kaydının ihtirazı değil vukuî bir kayıt olduğunu, yani bu ifadenin faiz yasağının sınır ve şartlarının belirtilmesi amacıyla değil Araplar’ın o günlerde en çok uyguladıkları bir faiz şeklinin açıklanması maksadıyla zikredildiğini kabul ederler (Beyzâvî, I, 585). Bu âyetle faizin katlı şeklinin yanında diğer bütün şekilleri de yasaklanmıştır. Ayrıca âyetten açıkça anlaşıldığına göre “kat kat” ifadesi ana paranın değil faizin vasfıdır. Buna göre kat kat tabiri hükmün taalluk ettiği şart olmayıp bunun bir vakıayı ifade ettiği, sadece Arap yarımadasında görülen faiz şeklini değil, yüzde oranı ne olursa olsun faiz nizamının işletildiği her dönem ve yerdeki bütün faizli işlemleri kapsadığı söylenebilir. O dönemde Araplar arasında fahiş ribâ, tefecilik ve katlamalı faiz uygulamasının bulunduğu doğru olsa bile bu âyetle sadece bu tür faizin yasaklandığı söylenemez. Nitekim fahiş olan ve olmayan ribâ veya basit faiz-birleşik faiz ayırımları daha çok faizle ribânın arasını ayırma amacıyla sonraki dönemlerde yapılmıştır. Hz. Peygamber’in, esasta borç faiziyle hiçbir ilgisi olmadığı halde kaliteli bir hurma ile kalitesiz bir hurmayı kalitesizin miktarını fazla tutarak mübadele eden bir sahâbîye, “Katladın, ribâ yaptın” (Müslim, “Müsâķât”, 99) demesi, yani peşin bir mübadelede cereyan eden faizi bile “katlama” olarak tavsif etmesi, faizin az veya çok her şeklinin katlama mânası taşıdığını göstermektedir. Ayrıca katlama ifadesi, meselâ dört yaşındaki bir hayvanın bir yıl vade ile beş yaşındaki bir hayvan karşılığında ödünç verilmesini de içine almaktadır. Bu iki hayvan arasındaki fiyat farkı ise % 20-25 civarında olmalıdır. Şu halde Kur’an’ın sözünü ettiği katlama, 100’ün 200 olması şeklindeki ana paranın katlanmasını değil yüzde nisbeti ne olursa olsun faizin katlarını, her çeşit ve miktarını kapsamaktadır. Âyetin bu ifadesinden hareketle Kur’an’ın düşük oranlı faiz muamelelerini yasaklamadığını iddia etmek de bundan dolayı doğru olmaz. Bu âyetle, hayvanların yaşında katlamadan vadede katlamaya ve aylık gelir şeklindeki faize kadar faizin bilinen, örf haline gelmiş bütün şekil ve çeşitlerinin tamamıyla yasaklandığı söylenebilir.
Zira âyetin nazil olmasından sonra hiçbir sahâbi, âyette geçen ribâdan neyin kastedildiğini veya bu katlamaların haddini sormaksızın faiz yasağına uymuştur. Öte yandan Kur’an’ın yasaklaması sırasında Arap yarımadasında faiz hadlerinin oldukça düşük seviyelerde bulunduğu, faiz hadleri % 4-8 arasında seyreden Bizans ile sıkı ticarî ilişkiler içinde bulunan Arabistan’da bunun en çok % 10 olabileceği ifade edilmektedir (Hasan Zeme-Muhammed Faruk, s. 20-21). Bu husus, Kur’an’daki faiz yasağının bu seviyelerdeki faiz hadlerini de kapsadığını gösterir.
Kur’an’da. “Ana paranız sizindir” denilmek suretiyle verilen ödünçte alacaklının hakkının sadece ana para olduğu belirtilmiştir. Burada söz konusu olan faiz türü borç faizidir. Bu faizin Hz. Peygamber’in hadislerinde sözü edilen alışveriş faiziyle esasta bir ilgisi yoktur. Ancak faize konu teşkil eden borcun herhangi bir alışveriş akdinden doğmuş vadeli bir borç olması halinde dolaylı bir alâka doğabilir. Usulüne uygun bir alışverişle zimmete geçen borç vadesinde ödendiğinde ne alışverişe ne de borç faizine konu olur; ödenmeyip vadesi uzatıldığında miktarının da arttırılması durumunda tam anlamıyla bir borç faizi ortaya çıkar ve Kur’an’da ele alınan faizin kapsamına girer. Kur’an’da yasaklanan faizin borç faizi olduğunu, henüz tahsil edilmemiş faiz alacaklarından vazgeçilmesini isteyen Bakara süresindeki âyetle (2/278) devamındaki âyetlerin nüzul sebebi olarak rivayet edilen hususlar da teyit etmektedir (Müsned, V, 573; Ebû Dâvûd, “Menâsik”, 56, “BüyûǾ“, 5; Taberî, III, 70-71).
Faizle ilgili olarak yukarıdaki âyetlerden daha sonra nazil olduğu tahmin edilen bir başka âyette, kendilerine yasaklandığı halde yahudilerin ribâ aldıklarından ve insanların mallarını haksız yollarla yediklerinden söz edilir (en-Nisâ 4/160-161). Bu âyet faizin önceki şeriatlarda da yasaklandığını haber vermekte ve dolayısıyla İslâm’daki faiz yasağını bir başka açıdan tekit etmektedir. Âyetin muhtevasını bazı hadisler de desteklemektedir. Hz. Peygamber’e gelen iki yahudi, “Biz Musa’ya apaçık dokuz âyet verdik” (el-İsrâ 17/101) mealindeki âyetin mânasını sormuşlar, Resûl-i Ekrem de dokuz âyetin, içinde faiz yasağının da bulunduğu dokuz haramdan ibaret olduğunu söylemiştir (Tirmizî, “Tefsir”, 18). Ancak yahudi ileri gelenleri bu emri tahrif ederek söz konusu yasağın sadece yahudiler arasında geçerli kılındığı, yahudi olmayanlardan faiz alınabileceği şeklinde (Tesniye, 23/19-20) bir yorum ve uygulama getirmişlerdir. Aslında konuyla ilgili olarak mevcut Tevrat’ta yer alan âyetler topluca ele alındığı takdirde tahrifin mevcudiyeti ortaya çıkmaktadır. Meselâ Tevrat’ta faiz yemeyeni öven ifadeler vardır. Nebî Hezekiel’in iyi insanı tavsif ederken, “Faizle para vermez, murabaha kârı almaz” (Hezekiel, 18/8) şeklinde sözleri bunlardandır. Kur’ân-ı Kerîm’in faizin yahudilere yasaklandığını haber vermesi faizin kaynağına dikkat çekmesi bakımından önemlidir. Zira Arap toplumunda faizin yaygınlaşmasının önemli sebeplerinden biri de onların komşuları olan yahudilerin uygulamalarıdır.
Hadis literatüründe. Kur’an’da yer alan borç faizi ve sadece sünnetin koyduğu alışveriş faizi olmak üzere iki grup hükmün bulunduğu tesbit edilmektedir. Borç faizi hakkındaki hadisler çok azdır. Bu durum borç faizinin yeterince bilindiğini göstermektedir. Hz. Peygamber bu konudaki ilk açıklamayı, Amroğullarının Mugîreoğullan’ndan faiz alacaklarını talep etmeleri üzerine yapmıştır. Henüz tahsil edilmemiş faizleri bırakmayı emreden âyetin inmesi üzerine Hz. Peygamber Mekke Valisi Attâb b. Esîd’e mektup yazarak, “Ya razı olurlar ya da onlara harp ilân edersin” (Taberî. VI, 23) demiştir. Resûl-i Ekrem’in Veda haccında faiz yasağıyla ilgili olarak yaptığı açıklama da yine borç faiziyle ilgilidir.
Alışveriş faizi Araplar’ın daha önce bilmedikleri, ilk defa Hz. Peygamber tarafından açıklanan bir faiz çeşididir. Peşin alışverişlerde ortaya çıkan faize “fazlalık faizi” (ribe’l-fadl), vadeli alışverişlerde ortaya çıkan faize de “veresiye faizi” (ribe’n-nesîe) denilmiştir. Alışveriş faizi hakkındaki ilk açıklama 7. (628) yılda gerçekleşen Hayber Gazvesi sırasında yapılmıştır. Kur’an borç faizini Medine döneminin ikinci veya üçüncü yılında yasaklarken alışveriş faizinin yasaklanma süreci bundan dört beş yıl sonra başlamıştır. Gazveye katılan Ubâde b. Sâmit’in rivayet ettiği hadis, alışveriş faizinin iki çeşidini de açıklamakta ve bu konudaki hadislerin bütünlük ve mükemmellik açısından en önemlisi olarak görülmektedir. Hadisin meali şöyledir: “Altına karşılık altın, gümüşe karşılık gümüş, buğdaya karşılık buğday, arpaya karşılık arpa, hurmaya karşılık hurma, tuza karşılık tuz cinsi cinsine birbirine eşit ve peşin olarak satılır. Malların sınıfları değişirse peşin olmak şartıyla istediğiniz gibi satın” (Müslim, “Müsâķāt”, 81; Tirmizî, “BüyûǾ”, 23). Bu hadis, önemli olmayan bazı lafız farklılıklarıyla Ebû Saîd el-Hudrî ve Ebû Hüreyre gibi sahâbîlerden de rivayet edilmiş olup hemen hemen bütün sahih hadis kitaplarında yer almaktadır (Buhârî, “BüyûǾ”, 74-82; Müslim, “Müsâķāt”, 79-104). Bu hadislerden birinin devamında, “Müşteri evine girecek kadar bile vade isterse vermeyiniz; çünkü sizin hakkınızda ramâdan (ribâ) korkuyorum, rama ise faizdir” (el-Muvaŧŧaǿ “BüyûǾ”, 34-35; Müsned, II. 109) ifadesi yer alır. Sıhhati hakkında ittifak edilen ve “Üsâme hadisi” diye meşhur olan, “Faiz ancak veresiyede cereyan eder” (Müsned, V, 200; Müslim, “Müsâķāt”, 86) mealindeki hadis eskiden beri dikkatleri çekmiştir. Hadisin, “Peşin muamelede faiz cereyan etmez” şeklinde değişik bir lafızla da rivayet edilmiş olması (Müslim, “Müsâķāt”, 103), onun borç değil alışveriş faizi konusunda olduğunu gösterir. Ancak bu hadisin peşin değişimlerdeki fazlalığın da faiz olduğunu bildiren hadislerle çeliştiği ve iki grup hadisin uzlaştırılması gerektiği açıktır. Buğdayla arpa ve altınla gümüşün fazlalıkla mübadelesinin sorulması üzerine Hz. Peygamber’in verdiği, “Faiz ancak veresiyede cereyan eder” cevabını nakleden Üsâme’nin baştaki soruyu işitmeyip sadece cevabı duymuş olması, yahut işittiği halde rivayetinde bu soruya temas etmemiş bulunması kuvvetle muhtemeldir (Serahsî, XII, 111-112). İbn Abbas da bu hadise dayanarak peşin muamelelerde faizin cereyan etmediğini söylemiştir (Müslim, “Müsâķāt”, 103). Ancak fazlalık faizini açıklayan hadisin râvisi Ebû Saîd el-Hudrî, İbn Abbas’ın bunu kabul etmeyip yalnız veresiye olması halinde faiz olacağını söylediği kendisine bildirilince durumu tahkik için onunla görüşmüş. İbn Abbas da Ebû Saîd’in Hz. Peygamber’i kendisinden daha iyi tanıdığını, Kur’an’da da böyle bir hükmün varlığını tesbit etmediğini ve söz konusu hadisi Üsâme b. Zeyd’den işittiğini söylemiştir (Müslim, “Müsâķāt”, 104). Sonuçta İbn Abbas’ın alışveriş faiziyle ilgili hadisleri duyunca bu görüşünden vazgeçtiği bildirilmektedir (a.e., “Müsâķāt”, 100; Karaman, İslâm Hukuku, II, 208).
Faizin alacaklıya menfaat sağlayan özelliğini belirten rivayetlere gelince, Abdullah b. Selâm’a göre bir yük saman veya arpa yahut kuru yonca bile olsa
borçlunun alacaklıya hediye edeceği her şey faizdir (Buhârî, “Menâķıbü’l-enśâr”, 19) Konuyla ilgili olarak fıkıh literatüründe sıkça kullanılan, “Menfaat sağlayan her ödünç faizdir” mealindeki hadis ise sahih hadis kitaplarının hiçbirinde yer almayıp Haris b. Ebû Üsâme’nin Müsned’inde ve Beyhakî’nin es-Sünenü’l-kübrâ’sı (V, 350) gibi hadis mecmualarında daha çok sahabe sözü olarak rivayet edilir (İbn Hacer, el-Meŧâlîbü’l-Ǿâliye, (41); Aclûnî, Keşful-ħafâǿ II, 125). Birçok hadis âliminin sıhhati konusunda ciddi itirazlar ileri sürmesine rağmen bu hadisin sonraki dönem literatüründe yer alması ve özellikle fakihler arasında oldukça rağbet görmesi, herhalde o döneme kadar teşekkül etmiş klasik fıkıh anlayışıyla uyum göstermesi sebebiyledir. Sâmî Hasan Ahmed Hamûd, borçlunun şart kılınmaksızın ödünç sahibine gönül rızasıyla verdiği maddî fazlalıkla şükran duygularını dile getirmesi ve ödünç sahibini hayırla yâdetmesi gibi hususların faiz kapsamına girmemesi, ayrıca söz konusu hadiste geçen menfaatin ödünç veren lehine şart kılınmış maddî bir kazanç olduğunun belirtilmemesi sebebiyle hadisin Hz. Peygamber’e ait olamayacağını, belki bir sahâbî tarafından söylendiğini öne sürmektedir (Taŧvîrü’l-aǾmâli’l-maśrifiyye, s. 292). Ancak her borçlunun alacaklısına hediye vermesinin yaygınlaştığı bir toplumda para sahipleri artık bu hediye beklentisiyle ödünç verir hale geleceklerinden şart koşulmasa bile bu hediyeler de faiz hükmünü alır. Çünkü âdet haline gelen bir uygulama şart kılınmış hükmündedir (el-Muvaŧŧaǿ, “BüyûǾ”, 90; Serahsî, XVI, 36). Bu sebeple anılan hadisten sarfınazar edilmesi mümkün değildir.
Alışveriş faiziyle ilgili hadislerden anlaşıldığına göre aynı cins para veya malların birbiriyle peşin mübadelesinde bedellerden birindeki fazlalık faizdir; buna fazlalık faizi denir. Bedellerden birinin parayla alınıp satıldığı durumlar hariç bu malların birbiriyle vadeli olarak mübadelesinde de ister tek bedel ister iki bedel de vadeli olsun yine faiz cereyan eder; cinslerin aynı veya ayrı miktarların eşit veya farklı olması durumu değiştirmez. Bu konuda mislî mallarla kıyemî mallar arasında da fark yoktur. Bu faiz türüne de veresiye faizi adı verilir. Fazlalık faizi, aynı cinsten iki malın veya paranın peşin mübadelesinde bedellerden birinde bir fazlalığın bulunması halinde gerçekleşir. Nicelik olarak ölçülebilen bu fazlalık mallar arasındaki kalite, ayar veya işçilik farkından dolayı verilse bile faiz kapsamına girmektedir. Meselâ işlenmiş bir altın, fazla miktarı işçiliğe karşılık tutularak kendisinden daha ağır bir altınla mübadele edilemez. Çünkü Hz. Peygamber içinde altın, gümüş ve cevher bulunan bir gerdanlığın tahminî bir para (altın) karşılığında satışına izin vermemiştir. Gerdanlıktaki altınların çıkarılmasını emretmiş ve altınlar çıkarıldıktan sonra, “Altını altın karşılığında tartı ile (eşitliğe riayet ederek) mübadele edin” demiştir (Müslim, “Müsâķāt”, 89-92). Buna göre meselâ 24 ayar 10 gram altın 18 ayar 12 gram altınla veya 10 gramlık bir bilezik 12 gramlık külçe altınla değiştirilse bu gram farkları fazlalık faizi sayılır. Fazlalık faizi altın ve gümüşün dışında kalan malların peşin değişiminde de cereyan edebilir. Nitekim Ebû Saîd el-Hudri ve Ebû Hüreyre’den nakledilen bir hadisin meali şöyledir: “Resûlullah bir zatı Hayber’e vali göndermiş, o da kaliteli bir hurma getirmişti. Resûl-i Ekrem ona, ‘Hayber’in bütün hurmaları böyle midir?’ diye sordu: O da, ‘Hayır yâ Resûlallah! Biz bunun bir ölçeğini iki ölçeğe, iki ölçeğini üç ölçeğe alıyoruz” cevabını verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Öyle yapma; âdi hurmayı para ile sat, sonra bu para ile kaliteli hurma al’ dedi” (a.g.e., “Müsâķāt”, 81). Bu yasak, alışverişe konu malın miktar, kalite ve vasıf itibariyle bilinir olmasını ve parayla değerinin belirlenmesini sağlayarak hem aldanmayı önleme, hem de paraya dayalı piyasa ekonomisini canlandırma gibi sebeplere dayanmaktadır.
Veresiye faizi, ister aynı ister farklı cinsten olsun, faize konu teşkil eden iki malın mübadelesinde bedellerden birinin veya her ikisinin vadeli olması halinde gerçekleşir. Karşılıklı bedeller eşit tutulmuş olsa bile vade halinde veresiye faizi doğar. Meselâ 10 gram altın, vadeli 10 gram altın veya 750 gram gümüş karşılığında satılırsa veresiye faizi ortaya çıkar. Alınan ve verilen miktarların eşit olması şartıyla ödünç akdinde faizin söz konusu olmadığını belirtmek gerekir. Bunun sebebi ödünç akdinin teberru sayılması ve konan vadenin bağlayıcı olmamasıdır.
İslâm’ın izin verdiği vadeli satış türü bedellerden birinin para olduğu muameledir. Paralı bir muamelede ister mal peşin, para vadeli, ister para peşin, mal vadeli olsun alım satım caizdir.
3. İslâm Hukukçularının Faizle İlgili Görüşleri
Faiz konusunda klasik fıkıh literatüründe yer alan yorum ve tartışmalar İslâm’da faizin niçin yasaklandığı, faizin ferdî ve içtimaî hayatta yol açtığı zararların neler olduğu konusundan ziyade faizli İşlemlerin ve faiz yasağının hukukî çerçevesinin çizilmesi ve bu hususta objektif ve açık kriterlerin geliştirilmesi noktasında yoğunlaşmıştır. Şüphesiz ki bu anlayışta, faizin İslâm’da açık ve kesin olarak yasaklanmış, bu yasağın müslüman toplumlarca ittifakla benimsenmiş ve o dönemlerde faize ihtiyacın hissedilmediği bir ticarî ve iktisadî hayatın geliştirilmiş olmasının yanı sıra, müslüman toplumlarda çağımızda olduğu şekliyle faize dayalı ekonomi anlayış ve uygulamasının fiilî veya doktriner tarzda ağır baskılarının bulunmayışının da rolü vardır.
Fıkıh kitaplarında mezhep imamlarının faizle ilgili değerlendirmelerinde hareket noktası, Ubâde b. Sâmit ve Ebû Saîd el-Hudrî’nin rivayet ettikleri “altı eşya hadisi” diye meşhur olan hadistir. Bu hadiste Hz. Peygamber altın, gümüş, buğday, arpa, hurma ve tuzun birbiriyle mübadelesinde hangi şartlarda faizin tahakkuk edeceğini açıklamıştır. Bu altı eşyada faizin cereyan ettiği ittifakla benimsenmiştir. Ancak mezhep imamları ve fakihler, bu altı maddenin o günün şartlarında en çok mübadele edildiği ve diğer mallar için ölçü olabilecek özellikler taşıdığı için örnek olarak mı zikredildiği, yoksa faizin sadece bu altı maddenin mübadelesinde mi söz konusu olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptir. Kıyası hukukî bir delil olarak kabul etmeyen Zahirî mezhebiyle sadece bu meselede kıyas yapmayan Osman el-Bettî, ayrıca Katâde b. Diâme, Tâvûs b. Keysân, Mesrûk b. Ecda‘, Şa‘bî Ve Hanbelîler’den İbn Akil’e göre faiz yalnız bu altı maddenin peşin veya veresiye mübadelesinde söz konusudur (Serahsî, XII, 1l2). Dört mezhebin de dahil bulunduğu büyük çoğunluğa göre ise faiz bu altı maddeye münhasır kalmayıp başka mallarda da cereyan eder. Ancak bu altı maddede ve bunlara kıyasen diğer mallarda faizin cereyan etmesine sebep teşkil eden özelliğin ne olduğu hususunda ihtilâf edilmiş, bu ise “faizde illet” meselesini ortaya çıkarmıştır.
İslâm hukukçuları arasında faizin haram olduğu konusunda görüş birliği bulunmakla birlikte nerelerde cereyan ettiği
hususunda değişik fikirler ileri sürülmüştür. Bu farklı görüşler, fıkıh mezheplerinin faiz hükmünün dayandığı illet konusunda farklı değerlendirmelerde bulunmasından ileri gelmektedir. Faize konu mallarda faizin illeti denilince faiz hükmüne esas teşkil eden ve o malda bulunan açık, belirli ve hissedilebilir vasıf kastedilir. Bu vasfından dolayı o malda faiz hükmü geçerli olur. Hadiste yer alan altı eşyadan altın ve gümüşteki faiz illetiyle diğer mallardaki faiz illeti birbirinden farklıdır.
Altın ve Gümüşte Faiz İlleti. Faizin cereyan ettiği malların başında yer alan altın ile gümüşteki faizin illetinin ne olduğu hususunda üç ayrı görüş ileri sürülmüştür.
a) Cins birliğinin bulunması ve tartılabilir (vezni) olması. Hanefî, Hanbelî, Ca‘ferî ve Zeydî âlimlerinin benimsediği bu görüşe göre altın altınla veya gümüş gümüşle mübadele edildiğinde fazlalık faizine engel olmak için bedellerin eşit ağırlıkta bulunması şarttır. Cinsler değiştiği takdirde (Altınla gümüşün mübadelesinde olduğu gibi peşin mübadelede bedeller farklı ağırlıklarda olabilir. Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf bir felsin iki fels ile mübadelesinin caiz olduğu görüşündedir. Çünkü bunlar tartı ile değil sayı ile mübadele edilir. Sayı ile mübadele edilen mallarda fazlalık faizi cereyan etmez. İmam Muhammed ise felsleri altın ve gümüş gibi para semen) olarak telakki ettiğinden bu tür bir işlemin faiz olacağı görüşündedir. Çünkü felsler de teamül ile para yerini almıştır.
b) Altın ve gümüşte faizin illeti semeniyyet vasfının galip olmasıdır. Şafiî mezhebince benimsenen bu görüş Mâlikîler’de de yaygındır; Hanbelî mezhebinde İmam Ahmed’den rivayet edilen ikinci görüş de bu yöndedir. Para olma vasfının altın ve gümüşte galip olması demek diğer paraların bunlara kıyas edilmemesi, para deyince akla sadece altın ve gümüşün gelmesi demektir.
c) İllet mutlak mânada semeniyyet vasfıdır. Mâlikî mezhebinin yaygın olmayan telakkisi bu yöndedir. Hanbelî fakihlerinden İbn Teymiyye’nin, “Felsler para oldukları takdirde bir para diğerine karşılık vadeli satılamaz” (MecmûǾu Fetâvâ, XXX, 472) şeklindeki ifadesinden onun da bu görüşte olduğu anlaşılmaktadır. Bu anlayışa göre altın ve gümüşte faizin cereyan etme sebebi bunların mutlak mânada para olmalarıdır; yani başka hiçbir özellikleri bulunmasa bile sadece para vasfını taşımaları bu maddelerde faizin oluşması için yeterlidir. Şu halde eşyanın fiyatı ve değer ölçüsü olması itibariyle mübadele vasıtası olarak kullanılan şeyin hükmen para sayılabilmesi onun altın ve gümüşle kıyaslanmasına bağlıdır. Felsler gibi altın ve gümüş dışındaki madenlerden yapılan paralarla günümüzde hemen hemen bütün toplumların kullandığı kâğıt paralar da altın ve gümüş gibi kendisinde faizin tam anlamıyla cereyan ettiği mübadele vasıtalarıdır.
İslâm hukukçularının para olarak altın ve gümüşü esas almalarına rağmen tarih boyunca para, trampadan başlayıp mal-para ve kâğıt para ile birlikte banka parası şeklinde gelişmiş ve insanlar çok çeşitli maddeleri para olarak kullanmışlardır. Bugün revaçta bulunan kâğıt para dünyanın her yerinde kullanılmakta ve paranın bütün fonksiyonlarını görebilmektedir. Bunun yanı sıra kaydî paranın da (banka parası) kullanılır hale gelmesi para kavramının gittikçe soyutlaşması anlamına gelmektedir. İletişimde ve elektronik bilgisayar alanındaki gelişmeler sayesinde bankacılık işlemlerinin daha da soyutlaşacağı muhakkaktır. Nitekim bilgisayar terminalleri vasıtasıyla birçok işlemin merkezî hafıza veya veri bankalarına kaydedildiği günümüzde cepte para taşıma ihtiyacı gittikçe azalmakta, fertlerin bütün gelir ve harcama bilançolarının otomatik kayıtlar şeklinde cereyan edeceği ve yerini bu işlemlere bırakan paranın sadece bir hesap birimi fonksiyonu göreceği günler pek uzak görünmemektedir (Samuelson, s. 262). Bu gelişmeler para kavramının, paranın fonksiyonlarını görebilecek somut veya soyut bütün eşyaya taşınması gereğini ortaya koymaktadır. Bu durumu dikkate alan çağdaş İslâm hukukçuları arasında altın ve gümüşte faiz illeti olarak mutlak semeniyyet görüşü kuvvet kazanmış bulunmaktadır (Sâmî Hasan Ahmed Hamûd, Taŧvîrü’l-aǾmâli’l-maśrifiyye, s. 196; Karaman, İslâm Hukuku, II, 215; Erkal, s. 179-182). Zira bu illet, altın ve gümüşle birlikte ister kâğıt para olsun ister bakır, alüminyum ve nikelden yapılmış madenî para şeklinde veya başka şekillerde olsun, eşyaya fiyat ve değer ölçüsü olma özelliği taşıyan ve paranın bütün fonksiyonlarını gören her çeşit mübadele vasıtasının hukukî olarak para kapsamına alınmasını sağlamakta ve faiz yasağı konusunda şâriin maksadına daha uygun görünmektedir (Sâm Hasan Ahmed Hamûd, Taŧvîtrü’l-aǾmâli’l-masrifiyye, s. 196). Aksi takdirde kıymetli maden olma vasfı giderek ağırlık kazanan altın ve gümüşte veya bütün para fonksiyonlarını görmekle birlikte ölçülüp tartılamayan kâğıt parada faizin cereyan ettiğini söylemek pek mümkün olmayacaktır. Bu durumda ise kâğıt para, bütün faiz işlemlerinin üzerinde cereyan ettiği ve insanların faizden kaçmak için sıkça başvurdukları bir vasıta durumuna gelecektir. Esasen fakihlerin altın ve gümüşte faiz illetiyle ilgili görüşleri dikkatle incelendiğinde onların bu iki madendeki temel özelliğin mutlak semeniyyet olduğunu kabul ettikleri anlaşılır.
Öte yandan Hanefîler, Şafiî ve Mâlikîler’in iki madende semeniyyet vasfının galip olması illetini tesbit ettikleri halde bu illeti taşıyan diğer maddelere aynı hükmü uygulamamalarını çelişkili bularak tenkit etmişlerdir (Nevevî, IX, 445). Zira bir malda faiz illeti bulmak demek, aynı illete sahip diğer mallarda da aynı hükmü uygulamak demektir. Eğer böyle yapılmayacaksa esasen para olma vasfı nasla bilinen altın ve gümüş için illet tesbit etmeye ihtiyaç kalmaz. Nitekim para konusunda diğer madenî paraları altın ve gümüşe kıyas etmeyen Şâfiîler’in zekât konusunda, para olarak revaç bulması veya ticaret metaı haline gelmesi durumunda felslerden de zekât verilmesi gerektiğine dair Hanefîler’in görüşlerine katılmaları, onların felslerdeki para olma hususiyetini benimsediklerine delâlet etmektedir. Mâlikîler de umumiyet itibariyle felsi para olarak kabul etmemekle birlikte İmam Mâlik’in şu sözleri onun bu konudaki geniş ufkunu göstermektedir: “Felslerin altın veya gümüş karşılığında vadeli mübadelelerinde hayır yoktur. Hatta insanlar, derileri sikke yapıp para haline getirselerdi bunların altın veya gümüş karşılığında vadeli mübadelelerini hoş karşılamazdım” (Bk. Sahnün, III, 395-399). İmam Mâlik, kendi arkadaşları tarafından bile tam anlaşılamadığı için meşhur olmayan bu görüşüyle Mâlikîler açısından felslerin para olması konusuna önemli bir açıklık getirmektedir. Zira felslerin altın ve gümüş karşılığında vadeli mübadelesinin yasaklanması onların para olarak değerlendirildiğini gösterir. Paralarla ilgili mutlak semeniyyet anlayışını Halife Ömer’in de benimsediğini söylemek mümkündür. Belâzürînin kaydettiğine göre Hz. Ömer deve derisinden dirhem yapmak istemiş, fakat deve türünün bundan zarar göreceği kendisine söylenince vazgeçmistir
Fütûh, s. 456). Hz. Ömer’in bu telakkisi, onun madenî olmamakla birlikte değer ölçüsü taşıyabilecek itibarî bir mübadele vasıtasına ulaşma konusundaki ileri görüşlülüğünü aksettirmektedir (Sâmî Hasan Ahmed Hamûd, Taŧvîrü’l-Ǿa- mâlil-maśrifiyye, s. 193).
Ebû Hanîfe ile Ebû Yûsuf’a göre fels!er sayı ile işlem gördüğü ve sayıya tâbi mallar da faiz malı sayılmadığı için bir felsin peşin iki felsle mübadelesinde fazlalık faizi cereyan etmez (Mergînânî, III, 107; İbn Âbidîn, V, 175). Bu ictihaddan, bugünkü kâğıt paraları fels yerine koyarak sayı ile işlem görmelerinden hareketle bunlarda da faizin cereyan etmeyeceği sonucu çıkarılamaz. Zira felsler hakkındaki bu ictihad onların mislî mal olmaması esasına dayandırılmıştır. Kâğıt paraların ise mislî değer olduklarında şüphe yoktur. İmam Muhammed, felslerin revaç bulması halinde altın ve gümüşten farkı bulunmayan bir para haline gelebileceklerini ileri sürerek kamuoyunun kabul ettiği her mübadele vasıtasının para vasfını kazanabileceğini ifade etmiştir. İmam Muhammed’in bu içtihadı, Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf’un aksine altın ve gümüşteki faiz illetinin mutlak para olma vasfı olduğunu teyit etmektedir. Ca‘feriyye mezhebine gelince, altın ve gümüşte mevcut cins ve tartı birliği şeklindeki faiz illeti ölçü alınarak kâğıt parada faizin cereyan etmeyeceği görüşü yanında (M. Bakır Sadr, el-Benk, s. 173), altın ve gümüşün eşyaya fiyat olma özelliğinden doğan faiz cereyan etme hükmünü kâğıt paralara da tamim etmenin gerekeceği, mal gibi alınıp satılmadıkça türü ne olursa olsun fonksiyonu para olan her nakde bu hükmün uygulanacağı yönünde görüşler de ileri sürülmüştür (M. Cevâd Mağniyye, III. 265-266).
Buğday, Arpa, Hurma ve Tuzda Faiz İlleti. Hanefîler’e göre, cins ile miktarın kabul edilmesinden hareketle bu dört malda da faiz illeti cins birliğiyle beraber bunların hacmen ölçülebilir (keylî) olmalarıdır. Bu mallara kıyasen mısır, pirinç, mercimek gibi hububatın yanı sıra gıda maddesi olmasa bile kireç, kına gibi hacim hesabıyla ölçülen mallarda yine faiz cereyan eder. Aynı hüküm altın ve gümüş dışında tartılabilir mallarda da geçerlidir. Buna göre demir, bakır, kurşun gibi madenlerde, değerli taşlarda, et, balık, yağ, sebze, şeker ve bazı meyvelerde de belirtilen şartlar çerçevesinde faiz cereyan eder. Ölçü veya tartıya tâbi malların kendi aralarındaki peşin mübâdelelerinde bedellerden birindeki artıklık fazlalık faizine yol açarken cinsleri ister aynı ister farklı olsun, bedellerden birinin vadeli olduğu mübadelelerde de veresiye faizi cereyan eder. Ancak tartılan mallarda veresiye faizinin bir istisnası, veresiye mübadelede bedellerden birinin para (altın veya gümüş) olmasıdır. Buna göre tartılan bir mal, kendisi gibi tartıya tâbi olduğu halde altın ve gümüş karşılığında veresiye mübadele edilebilir. Hanefîler buradaki tartı birliğini bozmak için malları “kantarla tartılan”, “dirhem ve miskalle tartılan” şeklinde gruplandırarak altın ve gümüşü diğer tartılan maddelerden ayırmışlar ve bu madenlerdeki para olma vasfını ön plana çıkarmışlardır. Ölçü ve tartıya tâbi olmayan, meselâ metre gibi uzunluk ölçüsü (mezrûât) veya sayı hesabıyla miktarı belirlenen mallarda ise (ma‘dûdât) fazlalık faizi değil veresiye faizi cereyan eder (İbn Âbidîn, XI, 125). Yani bu mallar birbirleriyle eşitliğe bakılmadan peşin mübadele edilebilir, ancak veresiye mübadele edilemez. Kısacası Hanefî fakihlerine göre faiz illeti cins birliği ve malların keylî ve veznî olmasıdır. Ölçülen ve tartılan her şeyde faiz hem fazlalık hem veresiye şekliyle, uzunluk ölçüsüne ve sayıya tâbi mallarda ise sadece veresiye şekliyle cereyan eder. Dört maldaki faiz illeti konusunda Hanbelîler, İmâmiyye ve Zeydiyye de Hanefîler’le aynı görüştedir.
Mâlikîlerde ise bu dört eşyada faiz illeti, bunların depolanıp saklanabilen gıda maddeleri olmasıdır. Bu maddeler gibi depolanıp saklanabilen gıda maddelerine “faiz malları” denir. Aynı cinsten bir faiz malının diğeriyle mübadelesinde bedellerden birindeki artıklık fazlalık faizine, cinsler ister aynı ister farklı ve ister faiz malı olsun ister olmasın, iki yiyecek maddesinin veresiye mübadelesinde her durumda veresiye faizi cereyan eder (İbn Cüzey, s. 217-218). Mâlikîler’de faiz illeti olarak saklanan gıda maddesi olma kriterinin kabul edilişi ve bu malların hiçbir şekilde veresiye mübadelelerinin câiz görülmemesi, zaruri ihtiyaç maddelerinin veresiye mübadele yoluyla piyasadan çekilmesinin engellenmesi amacına yönelik olmalıdır.
İmam Şafiî’nin faiz illeti konusundaki ilk görüşü, gıda maddesi olmakla birlikte bu malların ölçülebilir veya tartılabilir nitelikte bulunmasıdır. Buna göre ölçülen ve tartılan gıda maddelerinde faiz cereyan eder. Fakat ölçü ve tartı ile belirlenmeyen gıda maddelerinde, meselâ sayı hesabıyla satılan yumurtada faiz cereyan etmez. Tabiînden Saîd b. Müseyyeb de bu görüştedir. Şafiî’nin mezhepte hâkim kabul edilen daha sonraki görüşüne göre ise faiz illeti, mübadeleye konu olan malın sadece gıda maddesi olmasıdır. Dolayısıyla altın ve gümüş dışında, ister tartılsın veya ölçülsün isterse tartılıp ölçülmesin, gıda maddesi olmayan hiçbir malda faiz cereyan etmez. Buna benzer bir görüş Ahmed b. Hanbel’den de rivayet edilmiştir. Şâfiîler’in bu görüşüne göre gıda maddesi olan bir malın peşin mübadelesinde bedellerden birindeki artıklık fazlalık faizi olduğu gibi bedeller eşit olsa bile birinin veresiye olması halinde veresiye faizi tahakkuk eder. Şâfiîler, farklı cinslerin ister para (altın veya gümüş) ister gıda maddesi olsun birbirleriyle mübadelesinde bedellerden birinin veya her ikisinin veresiye olması halinde doğan faize riben-nesîe yerine “ribe’l-yed” adını verirler.
Faizin illeti hususunda münferit bazı görüşler de vardır. Meselâ Saîd b. Cübeyr’e göre faizin illeti cinsteki menfaatin farklı oluşudur. Şu halde biri fazla olmak şartıyla buğday karşılığında arpanın mübadele edilmesi haramdır. Çünkü menfaatleri birbirinden farklıdır. Bakla karşılığında nohut ve darı karşılığında mısır gibi şeyleri mübadele ederken de mallardan birinde bulunan fazlalık faizdir. Faizin doğmaması için miktarlarda eşitlik şarttır. Muhammed b. Sîrîn ile Şâfıîler’den Ebû Bekir el-Evdî’ye göre ise faizin illeti cinsiyettir. Cinsi cinsine satılan her şeyde, hatta toprak karşılığında toprak, kumaş karşılığında kumaş ve koyun karşılığında koyun satarken bile bedellerden birindeki fazlalık faiz olur. Hasan-ı Basrî de faiz mallarında illeti aynı cins mallardaki değer farkı olarak görmüştür. Ona göre kıymetçe birbirine eşit olmayan aynı cinsten malların mübadelesinde bedellerden birindeki fazlalık faizdir. Rebîa b. Ebû Ab-durrahman’a göre illet malın zekâta tâbi mallardan olmasıdır. Buna göre hayvanlarla ekinlerin zekâta tâbi olanlarında fazlalık haram, olmayanlarında ise haram değildir. Ebû Bekir el-Esamm’a göre faiz mallarında illet bu malların taşıdıkları menfaattir; faydası olan her malda faiz cereyan eder.
Faizin oluşumu için esas kabul edilecek illet konusunda görüşlerin bu kadar farklı olması alışveriş faizi meselesini karmaşık bir
hale getirmiştir. Bir görüşe göre faiz sayılan muamelenin başka bir görüşe göre faiz sayılmaması, bu konuda farklı illetlerin benimsenmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Meselâ illetin yalnız cinsle beraber keyl veya vezin olarak görülmesinin sayı ve uzunluk ölçüsüne tâbi malları faiz kapsamından çıkarması yanında saklanan gıda maddesi olmanın illet olarak görülmesi de bazı gıda maddelerini dışarıda bırakmakta, aynı şekilde sadece gıda maddesi olmanın illet kabul edilmesi gıda maddesi olmayan, fakat hayatî ehemmiyet taşıyan birçok maddeyi faiz kapsamından çıkarmaktadır. Halbuki insanların zaruri ihtiyacını yalnız gıda maddesi olarak görüp meselâ aynı cinsten bir ton kömürün iki ton kömürle mübadelesinin faiz kapsamı dışında tutulması mâkul görünmemektedir. Bugün dünyanın büyük bir kısmında mesken hayatî bir ihtiyaç olduğu için demir, çimento, kereste gibi mallar zaruridir. Aynı şekilde ısınmadan aydınlanmaya kadar birçok önemli ihtiyacın karşılanmasında kullanılan kömür, petrol vb. maddeler de zaruri ihtiyaç maddeleridir. Bu tür malların faiz dışında tutulması şâriin maksadına uygun olmasa gerektir (Karaman, İstâm Hukuku, II, 215).
Şüphesiz faizin yasaklanmasında ki en önemli sebep, onun bir akidde taraflardan birinin aleyhine, öbürünün lehine şart kılınan bir fazlalık olmasıdır. Faizin illeti konusunda ileri sürülen görüşler de bu haksızlığı tesbit edip önlemek içindir. Ancak bu konudaki görüşler ele alındığında bunların Hz. Peygamber’in faizle ilgili hadislerine bir bütün olarak bakmayıp genellikle meselenin sadece bir yönünü esas aldıkları görülmektedir. Meselâ Hanefiler, hadisteki “tartısı tartısına” ve “ölçeği ölçeğine” ifadelerinden hareketle faiz mallarının ölçü ve tartıya tâbi olma özelliğini, Şâfiîler malların yiyecek maddesi olma vasfını, Mâlikîler bu yiyecek maddelerinin saklanabilme özelliğine sahip olmasını ön plana çıkarmışlardır. Halbuki Hz. Peygamber’in faizle ilgili hadislerinin bütününü göz önünde bulundurup illet konusunda serdedilen görüşleri de dikkate alarak bir hükme varmak gerekirse hadiste geçen “altın ve gümüş” ile, hangi devirde olursa olsun umumi iradenin kabul edip eşyaya fiyat ve değer ölçüsü olarak kullandığı her çeşit mübadele vasıtasının kastedildiğini, diğer dört mal ile de insanların faydalandığı, aralarında geliştirdikleri çeşitli ölçü aletleriyle miktarlarını belirleyip mübadelede bulundukları, alım satım konusu olabilen bütün malların kastedildiğini söylemek mümkün olur (a.g.e., II, 214).
Günümüz hukukçularının benimsediği, faiz mallarının sahasını genişletme şeklindeki bu yaklaşım, en azından bütün mislî malların faiz kapsamına girmesi sonucunu doğurmaktadır. Bu konudaki hadislerden anlaşıldığına göre fazlalık faizi, mislî bir malın kendi cinsiyle mübadelesinde bedellerden birinde diğerine göre bir fazlalık olması halinde gerçekleşmekte ve Hz. Peygamber bu faizin doğmaması için malın misliyle ve bağlı olduğu ölçü birimine göre miktarca eşitliği sağlanarak mübadele edilmesini şart koşmaktadır. Hadislerdeki “misli misline” ve “birbirine eşit” ifadelerinden bu anlaşılmaktadır. Mutlak olarak zikredilen “birbirine eşit” ifadesi, eşyanın miktarını belirlemede kullanılan bütün ölçü birimlerini içine almaktadır. Bundan dolayı Resûl-i Ekrem’in, ölçü birimi ne olursa olsun bütün mislî malları faiz malı olarak kabul ettiğini söylemek gerekir. Bu mallarda faizin illeti, aynı cinsten ve aynı ölçü birimine bağlı mislî mal olması özelliği olarak gösterilebilir. Dört malda faiz illeti konusunda diğerlerine göre en şümullü illeti tesbit eden Hanefiler’le aradaki fark bu görüşün mislî olan bütün malları, yani sayı ve uzunluk ölçüsüne tâbi olanları da faiz kapsamına almasıdır.
Hz. Peygamber’in alışveriş faiziyle ilgili hadisinde yalnız ağırlık ve hacim ölçüsüne tâbi mallardan söz edilmesinin sebebine gelince bu konuya getirilecek açıklama, aynı zamanda Hanefîlerin uzunluk ölçüsü ve sayı hesabına tâbi malları fazlalık faizi kapsamına almamalarının da sebebini teşkil eder. Öyle anlaşılıyor ki hem Resûl-i Ekrem’in zamanında, hem de bu mezhebin esaslarının teşekkül ettiği sırada kumaş gibi uzunluk hesabına ve kap kaçak gibi sayı hesabına tâbi eşyanın basit şekilde üretilmesi, bu malların mislî mal şeklinde görülmeyip kıyemî mal olarak değerlendirilmesi sonucunu doğurmuştur. Birçok alanda seri üretime geçilen günümüzde ise çeşitli vasıfları bakımından büyük ölçüde birbirine benzeyen tekstil ürünleri, buzdolabı, otomobil gibi eşya, araç ve gereçler tam anlamıyla mislî mal haline gelmiştir.
Uzunluk ve sayı hesabına tâbi malları fazlalık faizi kapsamına almayan Hanefîler’in o günün şartlan içinde yukarıdaki görüşlerin en kapsamlısına sahip olduğu, bu malları faize dahil etmeme sebebinin ise bunların o dönemde mislî mal olmaması gibi haklı bir gerekçeye ve sosyoekonomik realiteye dayandığı anlaşılmaktadır. Nitekim İbnü’l-Hümâm, Mergînânî’nin faiz illetini “kadr ve cins” şeklinde ifade ederek “kadr” (miktar) kelimesini mutlak olarak zikretmesine, bunun ağırlık ve hacim ölçüsüyle birlikte sayı ve uzunluk ölçüsünü de içine alabileceği gerekçesiyle ve mezhepte yerleşik görüşe dayanarak itiraz etmekte, illetin “kadr ve cins” değil “vezn ve cins” ve “keyl ve cins” olduğunu vurgulamaktadır (Fetĥu’l-ķadīr, V, 274, krş. İbn Âbidîn, V, 173). Burada İbnü’l-Hümâm dönemin tarihî ve sosyoekonomik realitesi sebebiyle. Mergînânî de muhtemelen sayı ve uzunluk ölçüsüne tâbi mallarda gördüğü misliyet özelliğinden dolayı haklıdır. Nitekim bu mallar günümüzde kesin olarak mislî hale gelmiştir ve fazlalık faizi kapsamına dahil edilmektedir.
Öte yandan mallara ait ölçü birimlerinin zamanla değişmesi, keylî bir malın veznî olmasına yol açtığı gibi adedî veya zer‘î bir malın da veznî olmasına sebep olmuştur. Meselâ şer’an keylî sayılan hububat bugün büyük ölçüde veznî duruma gelirken kavun, karpuz, hatta havlu ve bazı kumaşlar bile artık tartılarak satılmaktadır. Ayrıca paketleme ve ambalajlama birçok malı sayı hesabıyla alınıp satılır hale getirmiştir. Fakihlerin çoğunluğunun, malların ölçü birimlerinin başta tesbit edildiği gibi devam edeceğine dair görüşüne karşılık Ebû Yûsuf ölçü birimlerinin örfe göre değişebileceğini söylemektedir. Ebû Yûsuf’a göre Hz. Peygamber’in malların bazısını veznî, bazısını da keylî olarak beyan etmesi o zamanki örften dolayıdır. Şu halde örfün değişmesiyle malların ölçü birimleri de değişebilir (İbn Âbidîn, V, 176-177). Bu takdirde önceleri sayıya tâbi iken faiz hükmüne dahil edilmeyen kavun, karpuz gibi malların daha sonra tartılarak satılması ile faizin cereyan ettiği mallar kategorisine girmesi ve diğer sayı veya uzunluk ölçüsüne tâbi malların da faiz malları kapsamına alınması isabetli görünmektedir.
Veresiye faizine gelince, gıda maddesinin saklanabilme özelliğine dikkat çekmekle faiz illetinde vade unsuruna bir ölçüde yer veren Mâlikîler hariç faizde illetle ilgili görüşler, veresiye faizinin esas unsuru olduğu anlaşılan vadeye gereken ağırlığı vermemiştir. Para-mal veya mal-para mübadelesi dışında veresiye mübâdelelerde
faizin illetinin tek başına bu vade unsuru olduğu anlaşılmaktadır. Sadece mislî mallarda değil, ihtilâf olmakla birlikte Hz. Peygamberin kıyemî malların bile vadeli mübadelesini yasakladığı rivayeti bunu gösterir. Ayrıca gümüşün gümüş veya altın karşılığında vadeli satışını yasaklayan hadisin (el-Muvaŧŧaǿ, “BüyûǾ”, 34-35) mutlak bir ifadeyle vadenin her çeşidini menetmesi de veresiye mübadelelerde faizin illetinin vade olduğunu ortaya koyar. Çünkü vadeli mübadelede bedellerin cinsi ve miktarı önemli değildir. Ubâde hadisinde Resûl-i Ekrem’in, “Malların sınıfları değişirse peşin olmak şartıyla istediğiniz gibi satın” (Müslim, “Müsâķāt”, 81) demesi, malların cins ve miktarlarında ki farklılık veya ayniyetin vadeli mübadeledeki haram hükmünü değiştirmediğini belirtmektedir. Diğer taraftan Hanefî mezhebinde sayıya ve uzunluk ölçüsüne tâbi malların peşin mübadelesine izin verilirken bedellerin eşit olması halinde bile vadeye izin verilmemesi, ayrıca mal sınıflarının değişmesi durumunda da mübadelenin peşin olmasının istenmesi, veresiye faizinde illetin cins ve miktar birliği olmayıp vade olduğunu gösterir.
Vadenin önemi, iki bedel arasında ortaya çıkabilecek değer farklılaşmasının eşitsizliğe zemin teşkil etmesinden kaynaklanmaktadır. Bir yandan mal ve para piyasalarında meydana gelen yükselme ve düşmeler, öte yandan alacaklının vade İçinde parasını veya malını kullanma imkânından mahrum kalması sebebiyle karşılaşabileceği fırsat kaybı, yahut borçlanılan para veya mal biriminin ani değer kazanmasıyla borçlunun yükünün ağırlaşması bu farklılaşma ve eşitsizliğin önemli faktörleridir. Şu halde en önemli belirsizlik, dolayısıyla anlaşmazlık kaynağını teşkil eden vade veresiye mübadelelerde faizin temel illeti olmalıdır.
Sonuç olarak fazlalık faizi, aralarında kalite ve vasıf farkı olsa bile mislî bir malın kendi cinsinden bir mal ile mübadele edilmesi halinde bedellerden birinde bulunan kemmî fazlalık, veresiye faizi ise ister aynı ister farklı cinsten olsun, mislî veya kıyemî iki malın mübadelesinde bedellerden birinin vadeli olması halinde vade farkından doğan takdirî ve hükmî fazlalıktır.
Faizin Yasaklanma Sebepleri
İslâm dininde bütün emir ve yasaklar müslümanlar nazarında dinî inanç ve mükellefiyet boyutuna sahip olduğu gibi fert ve toplumun umumi menfaatiyle ilgili birtakım hikmet ve amaçlar da taşır. Özellikle muamelât alanında dinin emir ve yasaklarının hikmeti insanlar tarafından çok defa kolaylıkla anlaşılabilmektedir. İslâmiyet’in ticaret ve kazancı serbest bırakırken faizi yasaklamış olmasının bilinemeyen bazı hikmetleri bulunsa bile öncelikle fert ve toplumun ortak yararını korumayı hedef aldığı muhakkaktır. Ekonomik hayatta faiz, kaynakların tam kapasite ile kullanılmasını ve sermaye sahiplerinin yatırıma yönelmesini önlediği için toplum içinde işsizliği arttırmakta, yatırımlarda faizli kredilerin kullanımı üretimde maliyetlerin yükselmesine ve sunî fiyat artışına yol açmakta, bu arada kalıcı, fakat az kâr getiren yatırımların ihmal edilmesi sonucunu doğurmaktadır. Faizle giderek katlanan ve çoğalan sermaye her yönden toplum üzerinde hâkimiyet kurup onu yönlendirebilecek bir konuma gelmekte, topluma yön vermesi gereken asıl değerler ise sermaye ile ilişkileri derecesinde rağbet görmektedir. Değerlerin altüst olup yardımlaşma, dayanışma, sevgi ve şefkat gibi insanî hasletlerin yerini daha çok para ve itibar kazanma hırsının aldığı cemiyetlerde yeni nesillerin de bu değerlerle yetişeceği, bencilliğin körüklenip insanların barbarca bir hayat mücadelesine sürükleneceği açıktır. Faizli dış borçlar da kalkınmakta olan ülkeleri giderek ağır bir borç batağına sürüklemekte, neticede iktisadî hatta siyasî istiklâllerini ciddi ölçüde tehdit etmeye başlamaktadır. Faiz, var olduğu günden itibaren daima güçlünün ve sermaye sahibinin yararına çalışan, zayıf, muhtaç kimselerin durumlarını da gittikçe kötüleştiren bir işleve sahip olmuştur. Çağımızda küçük tasarruf sahiplerinin faiz yoluyla gelir elde ettiği, faizin sermaye birikimine ve gelirin tabana yayılmasına hizmet ettiği söylense de aracı kurumların düşük faizle topladıkları sermayeyi yüksek faizle yatırımcılara verdiği, yüksek faiz oranının sebep olduğu maliyet artışlarının ve enflasyonun sonuçta küçük tasarruf sahiplerinin kazancını yok ettiği ve toplumun daha büyük kesimini teşkil eden dar gelirlileri ezdiği bilinmektedir. Bu sebeple İslâm dini faizi yasaklayarak ekonomik hayatta kâr ve riskin emek ve sermaye tarafından birlikte paylaşılmasını, alınterini, ticaret ve yatırımı teşvik etmiş, dünya ve âhireti birlikte ele alarak insanî ve ahlâkî hasletlerin hâkim olduğu bir toplum düzeni kurmayı amaçlamıştır.
. Borç Faizi. Faiz teorilerinin faiz hakkında açık ve kesin bir hükme varamamış olması, bir iktisatçının tartışmasız bir gerçek olarak kabul ettiği faiz teorisinin bir süre sonra başka bir iktisatçı tarafından anlamsız bulunması, ayrıca iktisat düşüncesinde devrim yaptığı kabul edilen J. M. Keynes’in sıfır faiz haddini savunması (Yk. bk) gibi faiz karşıtı görüşler faizin gerekliliği ve doğruluğu konusundaki şüpheleri arttırmaktadır. Bununla birlikte faiz teorilerinin hemen hemen hepsinin birleştiği ortak nokta, faizi iktisadî hayatın ayrılmaz bir parçası ve zaruri bir vak‘a olarak görmeleridir. Ancak bu husus faizin haklı ve meşru olmasından kaynaklanan bir durum değildir. Bunun sebebi, üretim unsuru olarak sermayenin sahip bulunduğu potansiyel (bilkuvve, takdirî) nemâdır. Sermayenin bu özelliği kapitalizmde, ona mutlaka faizin ödenmesi gerektiği şeklinde bir düşüncenin doğmasına yol açmıştır. İslâmiyet de sermayenin potansiyel nemâya sahip olduğunu kabul eder. Nitekim zekâtı verilecek mallarda aranan şartlardan biri de malın üretken (nâmî) olmasıdır. Ancak bu konuda İslâm’ı kapitalizmden ayıran özellik şudur: Kapitalizm, sermayede bulunan potansiyel nemâyı sermaye ödünce verilir verilmez derhal hakiki nemâya dönüşmüş farzederek faiz tahakkuk ettirir. İslâm ise bu potansiyel nemânın bilfiil gerçekleşip gerçekleşmeyeceğinin önceden bilinememesi, gerçekleşse bile miktarının ne olacağının kestirilememesi sebebiyle kazancın baştan tahakkuk ettirilmesini kabul etmez. Şu halde İslâm’ın faizi yasaklamasının sebebini, sermayede bilkuvve bulunan bu nemâ hakkında daha fiile çıkmadan verilen kesin hükmün ve nemânın ödünç alanla veren arasında bu şekilde bölüşülmesinin isabetsizliğinde aramak gerekir. Buna göre, kredi kullanımı neticesinde ortaya çıkacak kâr veya zarar miktarının önceden bilinememesine rağmen faiz nisbetinin baştan tesbit edilmesinin, kredi kullanımından elde edilen sonucun taraflar arasında âdil ve dengeli bir şekilde paylaştırılma imkânını ortadan kaldırması ve neticede ister alan isterse veren olsun taraflardan birinin mutlaka zarara uğraması faizin İslâm’da yasaklanmasındaki en önemli sebep olmalıdır. Nitekim Kur’an’da faizin iki taraftan biri için haksızlık sebebi
olduğuna işaret edilir: “Eğer tövbe eder, faizden vazgeçerseniz ana paranız sizindir. Böylece ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz” (el-Bakara 2/279).
Tüketim amaçlı borçlanmalarda bu haksızlık tamamen borçlu aleyhinde tezahür etmektedir. Üretim amaçlı borçlanmalarda da faizli kredi ile girişilen teşebbüs sonucu kâr sağlanamaması, hatta zarar edilmesi halinde bile alacaklıya ana parasıyla birlikte ayrıca faizin ödenmesi borçlu açısından apaçık bir haksızlık sebebi olmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber, “Bir ağacın meyvesini satan kimse, meyve henüz toplanmadan bir âfete mâruz kalırsa müşterisi olan kardeşinden parasını almasın; müslüman kardeşinizin parasını neye karşılık alacaksınız ki?” (İbn Mâce, “Ticârât”, 33) diyerek ticarî işlemlerde tarafların hak ve borçları arasındaki dengenin korunması gerektiğini vurgulamış, bir zararın ortaya çıkması halinde bunun taraflar arasında paylaşılmasını tavsiye etmiştir. Öte yandan meseleye borç veren açısından bakıldığında, borç verdiği kişi onun parasıyla çok büyük kârlar elde etse bile sadece önceden belirlenen miktar kadar bir pay alabilecektir. Bu durumda da ödünç veren haksızlığa uğramış olmaktadır. Şu halde iki tarafın da razı olabileceği âdil çözüm, ödünç muamelesinden doğacak bütün sonuçların her iki taraf arasında dengeli bir şekilde paylaşılmasıdır.
Belli bir faiz yüzdesinin baştan tesbit edildiği bütün kredi işlemleri Kur’an ve Sünnet tarafından kesin olarak yasaklanmıştır. Faizin mürekkep veya basit olması, ana paraya eklenen fazlalığın ilk akidde veya vadesi gelip de ödenmeyen borcun vadesinin yeniden uzatılması sırasında konulmuş olması, kredinin üretim veya tüketim amaçlı bulunması, faiz haddinin yüksek veya düşük olması, ana paraya eklenen fazlalığa ribâ, faiz, fayda, nemâ veya gelir payı denmesi, faizin reel veya nominal, pozitif veya negatif olması, faizi ödeyen veya alanın fakir veya zengin yahut şahıs veya kurum olması haram oluş hükmünü değiştirmez. Aynca ağırlık dereceleri ve cezaları farklı olmakla birlikte haramın bütün şekilleri o haramın kapsamı içinde değerlendirilir (Karaman, İslâm Hukuku, II, 224). İslâm’ın faizi yasaklamakla ulaşmak istediği en önemli amacın, onun gelir dağılımında yol açacağı dengesizlikleri ortadan kaldırılması olduğu anlaşılmaktadır.
Negatif Faiz. Faizli bir ödünç akdinde ana para ile faiz toplamı vade sonunda, vade başındaki ana paradan daha az mal ve hizmet satın alıyorsa buna negatif faiz denir. Bu durum faiz haddinin enflasyonun altında tesbit edilmesi halinde ortaya çıkar. Herhangi bir sebeple zimmete geçen borca karşılık ödenecek mal veya parada şart kılınan fazlalık demek olan borç faizindeki bu artıklık iki taraftan birinin lehine, öbürünün aleyhine gerçekleşir. Ancak faiz denilince genellikle bunu veren kişinin zarara girdiği düşünülür, alanın zararlı çıkabileceği pek hesaba katılmaz. Faiz her iki şekilde de gerçekleşebileceğine göre negatif faiz pozitif faizle aynı hükme tâbi olmalıdır. Esasen faiz taraflardan biri için fazlalık şeklinde olup pozitif değer taşıyorsa diğeri için negatif değer taşıyor demektir. Buna göre İslâmî mânada faiz ekonomide olduğu gibi reel faizden, fazlalık, emek sarfedilmeden kazanılan para ve enflasyonun üzerindeki fazlalıktan ibaret değildir. İki taraftan birinin lehine dengeyi bozan fazlalık faiz sayıldığı gibi öbür tarafın aleyhine olan eksilme de faizdir. Negatif faiz borcun daha azıyla ödenmesinin şart kılınması açısından da haram faize girer. Nitekim İbn Hazm, borcun daha azıyla ödenme şartının koşulmasını faiz olarak kabul etmektedir. Şunu da belirtmek gerekir ki negatif faizin pozitif faizle aynı hükme tâbi olması, faiz haddinin taraflarca bilerek enflasyonun altında tesbit edilmesi durumunda söz konusu olur. Karz-ı hasenden veya bir satım akdinden doğan borcun gecikmesi halinde enflasyon sebebiyle meydana gelen kayıp ise negatif faiz olarak değerlendirilemez. Böyle bir durumda alacaklının enflasyon sebebiyle uğradığı zararın tazmin edilmesi gerektiği konusunda günümüz hukukçuları arasında ittifak bulunduğunu söylemek mümkündür.
Enflasyon ve Faiz. Enflasyonla faiz arasında bir ilişki kurularak enflasyonun faize gerekçe gösterilmesi doğru değildir. Faiz haddinin enflasyonun üstünde, altında veya ona eşit olması, faizin sebebiyet verdiği haksızlığı ortadan kaldırmamaktadır. Ayrıca enflasyon gerekçesiyle faize izin verilmesi, sermaye sahibinin enflasyondan doğan kaybının telâfi edilmesi gibi cüzi bir fayda için faiz sisteminin sebep olduğu sayısız zararlara kapı açılması demektir.
Enflasyondan dolayı paranın satın alma gücünde meydana gelen azalmanın telâfi edilmesi, özellikle vadeli borç ilişkisinde paranın enflasyona karşı değerinin korunması ve bunu sağlayacak birtakım yöntemlerin geliştirilmesi İslâm’ın hukukî işlemlerde gözettiği denge, açıklık ve hakkaniyet ilkesinin de gereğidir. Çağımızda birçok müslüman araştırmacı, enflasyonun yol açtığı değer kaybını önleyici ve paranın reel değerini koruyucu tedbirleri faiz yasağının dışında mütalaa etmektedir. Ancak paranın enflasyona karşı değerinin korunması gibi bir kaygı faizin kural olarak caiz görülmesinin gerekçesi olmamalı ve enflasyon karşısında alınacak tedbirlerde paranın değerini koruma amacı hâkim kılınıp değişmez bir oran söz konusu edilmemelidir. Bununla birlikte enflasyonun önemli sebeplerinden birini faizin teşkil ettiği, bu yüzden vadeli para borçlarında enflasyon oranına endeksli bir arttırımın en azından faiz şüphesi taşıyacağı da belirtilmelidir.
İskonto Faizi. Vadeli bir alacağın belli bir miktarının düşülerek vadesinden önce tahsil edilmesine iskonto denir. İbn Abbas, Hanefîler’den İmam Züfer, bir rivayete göre Şafiî ve Ahmed b. Hanbel, İbn Kayyim ve İbn Teymiyye iskontonun cevazına; Abdullah b. Ömer, Ebû Hanîfe, İmam Mâlik, meşhur olan görüşlerine göre Şafiî ile Ahmed b. Hanbel ve Süfyân es-Sevrî haram olduğuna hükmetmişlerdir (İbn Rüşd, 11, 119; İbn Cüzey. s. 217). İskontoyu caiz gören günümüz araştırmacılarından Salih b. Fevzân el-Fevzân’a göre vadeye karşılık artışın (faiz) yasaklanmasının sebebi, bir istifadesi olmaksızın borçlunun yükünün artmasına engel olmaktır. Bunda ise borçlunun yükü hafifletilmektedir (Ađvâǿü’ş-şerîǾa, X/3, s. 246-247). İbn Kayyim şöyle der: “Faiz, bedellerden birinde vade karşılığında tutulan fazlalıktır. İskonto ise vadenin kalkması karşılığında zimmetin borcun bir kısmından kurtulma sıdır. Bu ne hakikat ne lügat ne de örf açısından faizdir. Faiz artış demektir, burada ise zıddı söz konusudur. Nitekim, ‘Artırıyor musun, ödüyor musun?’ ile ‘Şimdi öde, ben de şu kadarını hibe edeyim’ arasındaki fark açıktır” (İǾlâmü’l-muvaķķıǾîn, III, 371). Bu grubun dayandığı delil İbn Abbas’ın rivayet ettiği, Medine’den sürülen yahudilere Hz. Peygamber’in vadeli alacaklarını iskonto ile tahsil etmelerine izin veren hadistir. Bu muamelenin haram olduğuna hükmedenler ise iskontoyu vadeye paralel olarak borcun artmasına benzetmişlerdir. Bu benzetme
her iki durumda da zamana belli bir fiyatın biçilmesinden dolayıdır. Birincide zaman uzadıkça fiyat artarken ikincide zaman kısaldıkça fiyat düşmektedir. Bu grubun delilleri de şunlardır: Beyhaki’in kaydettiğine göre ashaptan Mikdâd b. Esved bir kişiye 100 dinar borç vermiş ve alacağını vadesinden önce 10 dinar eksiğiyle tahsil etmişti. Durum kendisine arzedildiğinde Hz. Peygamber, “Ey Mikdâd! Hem faiz yedin hem yedirdin” demiştir (es-Sünenü’l-kübrâ, VI, 28). Abdullah b. Ömer de vadeli alacağın bu şekilde tahsil edilmesini hoş karşılamamıştır (el-Muvatta, “Büyûc”, 82), Aynı görüşü teyit eden başka deliller de vardır (el-Muvaŧŧaǿ, “BüyûǾ”, 81; Beyhakī, VI, 28). İskontoyu faiz addeden gruba göre karşı grubun delil olarak ileri sürdüğü yahudilere iskonto izni verilmesi olayı. Uhud Gazvesi’nin ardından ve faiz yasaklanmadan önce vuku bulduğu için muteber sayılmaz (Bayındır, İslâm Ekonomisinde Finansman Meseleleri, s. 139).
Vadenin uzatılmasına karşılık borca yapılan ilâve ile vadenin kaldırılması için borçtan yapılan indirimin aynı mahiyette iki işlem olduğu görüşü daha mâkul görünmektedir. Çünkü her iki durumda da zamana bir fiyat biçilmektedir. Halbuki zamanın iki taraf açısından ne getirip ne götüreceği belli olmadığından ona biçilen fiyatın iki taraftan birini zarara sokma ihtimali her an mevcuttur. Fevzân’ın ileri sürdüğü gibi vadeye karşılık faizin yasaklanması, yalnız borçlunun yükünün artmasına engel olmak için değil böyle bir işlemin sonunda iki taraftan birinin haksızlığa uğrama ihtimalinin bulunması sebebiyledir. Zamana fiyat biçerek borçtan bir indirim yapma halinde de aynı haksızlık söz konusudur. İskontonun, vadeli 100 liranın peşin 90 liraya satılması şeklinde cereyan etmesi dolayısıyla sünnette yasaklanan fazlalık faizi kapsamına girdiği de söylenebilir.
2- Alışveriş Faizi. Bu kavramla, Hz. Peygamber’in büyük ölçüde aynî mübadele ekonomisini asgariye indirmek amacını güttüğü anlaşılmaktadır. Hadislerde aynî mübadeleye getirilen sınır ve ince ölçüler Resûl-i Ekrem’in para ekonomisini tercih ettiğini ortaya koymaktadır. Bu ekonomiye verilen önem vadeli satışlarda kendini daha fazla göstermektedir. Malların birbirleriyle vadeli satışına hiçbir şekilde izin verilmediği halde satışın para mukabilinde yapılmasına iznin verilmiş olması mallara karşı paraya tanınan bir imtiyaz olarak görülebilir. Öte yandan paraların kendi aralarındaki vadeli işlemlerine de izin verilmemiştir. Çünkü vadeli bir para mübadelesinde vade sebebiyle iki bedel arasında meydana gelebilecek değer farklılaşması ve eşitsizlik, aslında metre ve kilo gibi bir değer ölçüsü olan paranın bu fonksiyonunu kaybetmesi mânasına gelir. Aynı paranın vade yüzünden bugünkü değeriyle yarınki değeri eşit olmayacaktır. Bu durum günümüzde fiyat artışlarının da bir sebebini açıklamaktadır. Çünkü bugünkü 100 liranın yarınki 110 liraya eş tutulması, bugünden yarına mal ve hizmet üretiminde % 10’luk artış olmadığı takdirde fiyatlarda % 10’luk bir artış olması anlamına gelir.
Hz. Peygamber’in vadeli para mübadelesine getirdiği yasağın hikmeti eskiye göre bugün daha iyi anlaşılabilmekte ve bu işlemlerdeki faiz özelliği daha açık görülebilmektedir. Nitekim bugün dünyada borsa ve para işlemlerinin hızla gelişmesi, başlıca para birimlerinin kendi aralarında vadeli fiyat esası üzerine satış türlerinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bundan dolayı her para biriminin diğer paralarla mübadele edildiği milletlerarası para piyasasında her gün açıklanan bir peşin fiyat, bir de vadeye göre değişen fiyatlar yer alır. Vadeli fiyatın peşin fiyata bazan eşit, bazan ondan daha yüksek, bazan da daha düşük olması şeklinde tezahür eden bu fiyat farkının her para biriminin bağlı olduğu ülkedeki câri faiz hadleriyle doğrudan ilgisi vardır.
Bir dövizin ilân edilen vadeli alım satım fiyatının, o dövizin bağlı olduğu ülkedeki carî faiz haddiyle mübâdelesinin yapıldığı dövizin bağlı olduğu ülkedeki câri faiz haddi arasındaki farkı da mahsuben içine aldığı görülmektedir. 1974 yılında Londra, New York, Cenova ve Frankfurt gibi büyük merkezlerde vadeli fiyatlarla işlem gören bankaların döviz fiyatlarında meydana gelen değişiklikler İflâslara kadar varan büyük zararlara sebebiyet vermiştir (Sâmî Hasan Ahmed Hamûd, Taŧvîrü’l-aǾmâli’l-maśrifiyye, s. 136-138, 353-355). Bu husus, Hz. Peygamber’den rivayet edilen, “Gümüş para ile altın paranın mübadelesi peşin olmadıkça faizdir” (Müslim, “Müsâķāt”, 79) hadisindeki prensiplere günümüz toplumunun daha çok ihtiyacı olduğunu göstermektedir. Bugün vadeli fiyat esası üzerine döviz muameleleri, döviz ve faiz fiyatları arasındaki farklardan kazanç sağlamaya çalışan spekülatörlerin işine yaramaktadır. Bundan dolayı birçok ülkede millî bankalar daha çok kumara yakın olan bu riskli mübâdele yoluna girmemektedir.
Malın mal karşılığında veya paranın para karşılığında vadeli mübâdelelerinin yasaklanmasının önemli sebeplerinden biri, araya vade girmesi dolayısıyla iki bedel arasında ortaya çıkabilecek olan değer farklılaşması ve eşitsizliktir. Aslında İslâm ekonomisi, zamanın para ve malların değerinde değişiklikler meydana getirebileceğini kabul etmektedir. Bir yandan zaman içinde para ve mal piyasalarında görülen yükselme ve düşmeler, öte yandan ödeme yapılacak tarafın bu süre içinde parasını veya malını kullanma imkânından mahrum kalması yüzünden uğrayacağı kayıplar bu değişikliklerin önemli sebeplerindendir. Ancak İslâm ekonomisinde vade tek başına bir kazanç ve değer artış sebebi görülmeyerek hem ticarî hayatta ve borç ilişkilerinde açıklık ve bilinirlik ilkeleri ve emek faktörü korunmaya, hem de taraflardan birinin haksız ve beklenmedik şekilde zarara uğraması önlenmeye çalışılmıştır.
İslâm’ın izin verdiği vadeli tek satış türü bedellerden birinin para olduğu muameledir. Bu izni, veresiye alışverişlere olan İhtiyaçtan dolayı sadece paraya tanınan bir imtiyaz gibi görmek mümkündür. Bunun sebeplerini para ile malın farklı iki cinsten olması, yani birinin diğerinden aritmetik olarak ölçülebilen bir fazlalığından söz edilememesi, insanların para ile mal arasındaki değer farklılaşmasına iki mal arasındaki farklılaşma kadar önem vermemeleri ve enflasyona rağmen paranın değer ölçüsü olma özelliğini kabullenmeleri, daha önemlisi de paranın hiçbir malın sahip olamadığı ölçüde bir likiditeye sahip bulunması şeklinde açıklamak mümkündür. Hayber valisiyle ilgili olayda (Yk. bk) Hz. Peygamber’in sonucun aynı olmasına rağmen devreye paranın sokulmasını istemesi, insanların parayı değer ölçüsü olarak telakki edişleriyle açıklanmalıdır. Paranın bu özelliğini daima koruduğu kabul edilmektedir. İbn Kayyim el-Cevziyye, alışveriş faizinin yasaklanma gerekçelerinden birinin de İslâmî teşrîde ve hukuk metodolojisinde gözetilen “kötülüğe giden yolun kapatılması” (sedd-i zerâî) ilkesi olduğunu ileri sürmekte, peşin mübâdelelerdeki fazlalık faizinin kişileri giderek veresiye faizine yönlendireceğini
veya kişilerin fazlalık faizi perdesi altında veresiye faizini meşrûlaştıracaklannı, bu yüzden de para ve malların kendi aralarındaki değişimlerde karşılıklı teslim-tesellümün şart koşulduğunu ifade etmektedir (İǾlâmü’l-muvaķķıǾîn, II, 136-143).
İslâm dini vadeli mübâdelelere getirdiği sınırlamalarla haksız kazançları ve belirsizlikleri ortadan kaldırmayı amaçladığı gibi ekonominin önemli unsurlarından biri olan üretimle tüketim arasında denge kurmayı da hedeflemiştir. Paranın ekonomiye girmesi piyasada canlılık sağlamış, ancak bazı problemleri de beraberinde getirmiştir. Nitekim en büyük ekonomik krizlerden biri olan 1929 krizi paranın piyasadan çekilmesi, dolayısıyla mübâdele sürecinin durmasıyla ortaya çıkmıştır. Bu problemin kaynağı, paranın bir mübâdele vasıtası ve değer ölçüsü olmasının ötesinde bizzat eşyanın yerine geçmesi, yani araç olmaktan çıkıp amaç haline gelmesidir (Samuelson, s. 49).
Takas ekonomisinde kişi ürettiği malın ihtiyacından fazla olan kısmını ihtiyaç duyduğu başka bir malla değişir. Çok büyük zorlukları olmasına rağmen takasta üretimle tüketim arasında denge vardır. Para devreye girdiği zaman ise faaliyet ikiye bölünmektedir: Malı para karşılığında satma ve eldeki para ile başka mal satın alma. Bu husus, parayı elde tutanlara bir müddet risksiz ve maliyetsiz seçim yapma imkânı verir. Böylece mübadele faaliyeti kesilmekte ve paranın bu fonksiyonu eksik bırakılmaktadır. Ayrıca üreterek sattığı mallar karşılığında elde ettiği parayı başkalarının mallarını satın almada kullanmayan ve onu biriktiren kişi topluma zarar vermektedir; zira üretimle tüketim arasındaki denge ve ekonominin tabii akışı bozulmaktadır. Dolayısıyla takas ekonomisinin zorluklan ile disiplinsiz bir para ekonomisinin problemleri karşısında İslâm yine itidali seçmiş, disiplinli bir para ve mal piyasasını amaçlamıştır.
5- Faizle İlgili Bazı Tartışmalar
Haram kılındığı ittifakla kabul edilmekle birlikte faiz bazı açılardan tartışma konusu olmuştur. Sahâbe arasındaki faiz tartışmaları tipik bir muhtelefü’l-hadîs konusudur. Bu hususta muhtemelen ilk ihtilâf, peşin mübâdelelerdeki fazlalığı da faiz kapsamına alan hadislerle, sahabeden Üsâme’nin rivayet ettiği, “Faiz ancak veresiyede cereyan eder” hadisi arasında görülmektedir. Nitekim bu hadise dayanarak Abdullah b. Abbas”ın, sahâbe ve tabiînden bazı âlimlerin fazlalık faizini câiz gördüğü rivayet edilmişse de İbn Abbas’ın daha sonra bu görüşünden rücû ettiği kaynaklarda belirtilmektedir. Böylece faiz konusunda birinci grup hadislerin esas alınması üzerinde âdeta görüş birliği oluşmuştur (Serahsî, XII, 111-112).
Fıkıh mezhepleri arasındaki ihtilâfların ağırlık noktasını ise. faizde illet konusu ve hangi malların faiz kapsamına gireceği hususu teşkil etmiştir. Faizin illeti konusunda fıkıh mezheplerinin ve İslâm hukukçularının farklı ölçüler benimsemiş olması faizin tanım ve kapsamı, faizin hangi tür mallar arasında ne şekillerde cereyan edeceği gibi hususlarda farklı görüşlerin ortaya çıkmasının temel sebebi olmuştur (Yk. bk). Bu arada diğer bazı hususlar da tartışma konusu edilmiştir.
Hayvan Ticareti. Bununla ilgili hadislerin bir kısmı hayvanın hayvanla vadeli satışına izin verirken (el-Muvaŧŧaǿ “BüyûǾ”, 63-66; Buhârî, “BüyûǾ”, 108) diğer bir kısmı bunu yasaklamıştır (İbn Mâce, “Ticârât”, 56; Ebû Dâvûd, “BüyûǾ”, 15). İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre veresiye hayvan ticareti câiz olup veresiye satışı yasaklayan İbn Mâce’deki Câbir ve Semüre hadislerinin senedleri zayıftır. Buna rağmen Ebû Hanîfe ve Ahmed b. Hanbel bu vadeli satışları câiz görmemişlerdir. İmam Şafiî ise şöyle bir yorum yapmıştır: “Veresiye satışı yasaklayan hadisler, alınan hayvanla satılan hayvanın ikisinin de veresiye olması hakkındadır. Birisi peşin, diğeri veresiye olursa veresiye olan hayvan sayısı fazla da olsa bir sakınca yoktur.”
Hayvanın hayvan karşılığında satışıyla ilgili bu tartışmaların ev, arsa, antika eşya gibi piyasada eş değeri bulunmayan kıyemî malların birbirleriyle vadeli mübâdelesini yakından ilgilendirdiği ileri sürülebilirse de garârlı alışverişler, hayvanların henüz doğmadan satımı, hayvanın etle mübâdelesi gibi konularda hadislerde görülen yasak ve kayıtlar dikkatle incelendiğinde hayvanın hayvanla vadeli olarak değişiminin faiz şüphesinden çok garar ve bilinmezlik sebebiyle yasaklandığı söylenebilir.
Devlet Faizi. Mezhepler baba-oğul, karı-koca ve köle-efendi gibi aralarında özel ilişki bulunan fertler arasında faizin cereyan edip etmeyeceğini tartışmışlardır (İbn Hazm, VIII, 515; Nevevî, IX, 442; İbn Âbidîn, V, 185-186;). Bu mesele günümüzde, devletle onun vatandaşları arasında faizin cereyan edip etmeyeceği hususuyla ilgili olarak gündeme getirilmiştir (Hemşerî, s. 106-107). Bu konudaki mezhep görüşleri, bağımsız bir malî zimmete sahip özel veya tüzel kişiler arasında faizin cereyan edeceği noktasında birleşmektedir. Bundan dolayı Hanefîler, kölenin kendine ait bir malı olmadığından hareketle köle-efendi arasında faizin cereyan etmediği görüşüne karşılık baba-oğul ve karı-koca arasında faizin oluşacağını kabul ederler (Serahsî, XIV, 60). Buna göre müstakil malî zimmete sahip devletle vatandaşlar arasında faizin cereyan etmeyeceğini söylemek mümkün değildir.
Dârülharpte Faiz. Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre dârülharpte müslümanla harbî arasında faiz muamelesi câizdir. Aynı şekilde Hanefî mezhebine göre fâsid kabul edilen alışveriş ve ticari muameleler, bu arada kan, domuz ve ölü hayvan eti satmak, bahis ve kumar oynamak da câizdir. Ancak müslümanın bu işlemlerden kazançlı çıkması şarttır. Şafiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhepleriyle Hanefîler’den Ebû Yûsuf gibi hukukçuların çoğunluğuna göre ise müslümanların dârülharpte faizli işlemlerde bulunmaları haramdır. Zâhirî mezhebi de bu görüştedir (Bk. DÂRÜLHARP).
Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’in müslümanın kazançlı çıkması şartıyla cevaz verdikleri harbîlerle faizli işlemlerde bugün müslümanlann ne fert ne de devlet seviyesinde kazançlı oldukları söylenebilir. Birçok İslâm ülkesi kalkınabilmek için sermaye sıkıntısı çekerken zengin müslüman kişi veya devletler paralarını düşük faizle yabancı bankalara yatırmakta, fakir İslâm ülkeleri ise daha yüksek faizlerle bu ülkelerden borç almaktadırlar. Ayrıca yabancılar, müslümanlara sattıkları malların fiyatlarına onlara yaptıkları faiz ödemelerini de yansıtmaktadırlar. Müslümanların kat kat zarara uğradığı bu şartlar altında yabancılarla faizli işleme Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’in ictihadları da izin vermemektedir. Bu işleme cevaz verilmesi, müslümanların araya bir yabancıyı sokarak kendi aralarındaki faiz yasağını ihlâl etmelerine de sebep olabilir. Öte yandan İslâm tebliğini bütün insanlığa, bu arada esasen kendilerine de Allah’ın faizi yasaklamış bulunduğu hıristiyan ve yahudilere ulaştırmakla yükümlü olan Müslümanların (el-Enbiyâ 21/107; el-Enfâl 8/39)
faizden uzak kalmaları İslâm’ın ulviyet ve kutsiyetine daha uygundur.
Vade Farkı. Eski hukukçuların tartıştıkları, günümüzde de önem taşıyan vade farkı müctehidlerin büyük çoğunluğu tarafından kabul edilirken bunu faiz gerekçesiyle reddedenler de vardır. Vade farkını reddeden âlimler bir satış içinde iki satışı (el-Muvaŧŧaǿ, “BüyûǾ”, 72; Müsned, II, 174), bir satış içinde bir veya iki şartı yasaklayan hadislere (Müsned, II, 179; Dârimi, “BüyûǾ“, 26; Ebû Dâvûd, “BüyûǾ”, 68) ve faiz şüphesine dayanmaktadırlar. Hukukçuların çoğu bir satış içinde iki şartı, “Şu malı peşin 100 liraya, vadeli 150 liraya sattım” veya. “Sana şunu 10 ton buğday veya 15 ton arpa karşılığında sattım” şeklinde hangi fiyat üzerinde anlaşmaya varıldığı belli olmayan bir satış veya, “Senin bana evini şu fiyata satman şartıyla ben de otomobilimi sana şu fiyata sattım” tarzında gerçekleşmesi başka bir şarta bağlanan bir satış olarak ele almışlar ve bu tür akidlerin caiz olmayışını da satışın peşin mi vadeli mi veya hangi fiyattan olduğunun kesinleşmiş olmamasına bağlamışlardır (Kâsânî, V, 158; Karaman, İslâm Hukukuna Göre Vade Farkı, s. 31). Akid bitmeden tek fiyat üzerinde anlaşma olduğu ve satış buna göre yapıldığı takdirde belirsizlik ortadan kalkacağından satış caiz olacaktır. Buna göre vade farkı satışın caiz olmasına engel görülmemiş ve vade sebebiyle fiyatın arttırılabileceği kabul edilmiştir (Kâsânî, V, 224; Karaman, İslâm Hukukuna Göre Vade Farkı, s. 32). Bu çerçevede vade farkının faiz kabul edilmemesinin sebebi, vadeye paralel olarak artan fiyatın karşısında bir malın bulunması, yani bedellerden birinin para. diğerinin mal olmasıdır.
Ancak Ebû Dâvûd’un rivayet ettiği, “Kim bir satış içinde iki satış yaparsa ya az olan bedeli alır yahut faiz olur” (Ebû Dâvûd, “BüyûǾ”, 53) mealindeki hadis vade farkının faize yol açabileceği bir durumu açıklamaktadır. Şöyle ki: Vadeli satılan bir malın bedelinin vade dolduğunda ödenememesi üzerine vadenin yeniden uzatılması karşılığında fiyatın da arttırılması sonucu biri vadesi dolmuş olan ilk fiyat, diğeri de ikinci ve daha yüksek fiyat olmak üzere iki satış ortaya çıkmış olur. Hadise göre bu ikinci fiyattaki fazlalık faizdir (Şevkânî, Neylü’l-evŧâr, II, 171-173). Bunun faiz olarak görülmesi, ikinci fiyat karşısında artık bir malın değil daha önceki satıştan doğan borcun bulunduğu gerekçesine dayanır. Paranın para karşılığında vadeli ve fazlalıklı satılması demek olan bu işlemin İslâm hukukundaki klasik anlayışa göre faiz olduğunda şüphe yoktur.
Usulüne uygun vadeli satışta vade farkının câiz olmasının başka sebepleri de vardır. Piyasada her malın ilân edilen bir fiyatı olmakla beraber genelde satışa konu olan malın fiyatı, alışverişin esasını teşkil eden icap ve kabulün üzerinde birleştiği yani tarafların anlaştığı fiyattır. Bu ise bir pazarlık sonucu ortaya çıkar ve bu arada müşteri fiyatı düşürmeye, satıcı da yükseltmeye çalışır. Fiyatın tesbitinde piyasa şartlarının yanı sıra tarafların pazarlık gücü ve ödeme şartları da etkili olur. Sonuçta müşterinin peşin ödeme ile teklif ettiği düşük fiyat nasıl mala ve aynı zamanda satıcının elde ettiği peşin kâra tekabül ediyorsa, vadeli satışta satıcının veya müşterinin teklif ettiği yüksek fiyat da aynı şekilde mala ve satıcının vadeli satış dolayısıyla karşılaştığı bazı güçlüklere tekabül etmektedir.
Günümüzde Faiz Tartışmaları. Bugün faiz tartışmalarının çok farklı bir boyutta cereyan ettiği ve faizin tanım ve kapsamından yasaklanış amacına kadar birçok konunun tartışmaya açıldığı görülmektedir. Çağımızda faiz hususunda ortaya çıkan ilk tartışmalardan biri, Kur’an’da asıl yasaklanan faizin katlı veresiye faizi (ed’âf-ı mudâafe) olduğu iddiasıdır. Bu görüşün sahibi olan Mısırlı âlim Abdülaziz Çâvîş fikrini 1908 yılında bir konferansta ortaya koydu (el-Livâ, 16-26 Nisan 1908; Fethi Sıdvan, el-Ehrâm, Haziran 1975). Sağlam bir mesnede dayanmamakla birlikte Abdülaziz Çâvîş’in iddiası kendinden sonra bu yöndeki birçok görüşe kaynaklık etmiştir. İsmail Hakkı İzmirli onunla aynı görüşü paylaşmış ve Kur’an’daki faiz âyetlerinin mutlak olup ed’âf-ı mudâafe âyetinin bu ıtlâkı sınırlandırdığını ileri sürmüştür (Usûl-i Fıkıh Dersleri, s. 160). Süleyman Uludağ da İslâm’da Faiz Meselesine Yeni Bir Bakış adlı eserinde bu yaklaşımı esas alıp savunmaktadır (Bu görüşün tenkitleri için bk. Özsoy, Faiz ve Problemleri, s. 274-365).
Abdülaziz Çâvîş’in açtığı bu çığırın en önemli takipçisi olan Reşîd Rızâ da haram olan faizin katlı birleşik faiz olduğu görüşündedir. İbn Kayyim’in “zannî faiz” dediği fazlalık faizinin ihtiyaç halinde caiz olabileceği görüşü ile, ilk zamanlar Üsâme hadisine dayanarak bu faiz türüne izin veren İbn Abbas’ı esas alan Reşîd Rızâ vadeli ve fazlalıklı bir mübâdeleye cevaz vermiştir. Böylece esas aldığı, vadeli mübâdelelere kesinlikle izin vermeyen bu görüşlere de ters düşen Reşîd Rızâ, haram faizin ancak ikinci bir vadeye karşılık ilâve bir fazlalığın talep edilmesi halinde gerçekleşeceğini savunmuştur (Tefsîrü’l-menâr, III, 113-114, IV, 124; a.mlf., er-Ribâ, s. 52-53, 76-77, 83; a.mlf., Fetâvâ, III, 608). Ancak Reşîd Rızâ’nın görüşü kabul edildiği takdirde İslâm’daki haram olan faizden geriye bir şey kalmamaktadır. Zira faizle borç verenin, vade sonunda borçlu ile her defasında yeni bir akid yapıp bu akidlerdeki fazlalığı ilk fazlalık olarak değerlendirmesini önlemek mümkün değildir. Öte yandan borçlunun vadesi dolan borcunu ödeyememiş olması ikinci akiddeki faizi çirkin ve haram kılıyorsa borçlunun ilk akdi de böyle bir aczin zorlamasıyla yapması halinde onun da aynı hükmü taşıması gerekir. Basit faizle mürekkep faiz arasında mahiyet itibariyle önemli bir fark yoktur. Zira gayri meşrûluk ve çirkinlik işin aslında yani faizdedir.
Mısır’da XX. yüzyılın başında kurulan Posta Yatırım Sandığı halktan topladığı mevduata banka gibi sabit bir faiz veriyor, ancak hükümet buna faiz demekten kaçınıyordu. Halkın gerçekleşen faizleri almaması sebebiyle hükümetin isteği üzerine Mısır müftüsü Muhammed Abduh’un buna fetva verdiği iddia edilmesine rağmen Reşîd Rızâ hocası Abduh’a ait böyle resmî bir fetvanın mevcut olmadığını belirtmiş; ancak hükümetin ısrarı üzerine hocasının sözlü olarak, “Bu haliyle faiz hiçbir şekilde helâl olmaz, fakat bu paraları mudârebe şirketinin esaslarına göre işletmek mümkündür” dediğini kaydetmiştir (el-Menâr, 5 Aralık 1903, 22 Şubat 1917; Sâmî Hasan Ahmed Hamûd, Taŧvîrü’l-aǾmâli’l-maśrifiyye, s. 249-251). Buna rağmen Abduh’un sözleri banka faizine cevaz vermek isteyenler tarafından ısrarla kullanılmıştır. Nitekim aynı meselenin 1951 yılında bir okuyucu tarafından kendisine sorulması üzerine Şeyh Abdülvehhâb Hallâf, benzer soruya daha önce Reşîd Rızâ’nın hocası Abduh’tan naklen, “Kişinin, işletilmek ve kazançtan belirli bir pay almak üzere parasını bir başkasına vermesinin kesin olarak yasaklanan birleşik faize girmediği, sadece fakihlerin koyduğu kaidelere aykırı olduğu” cevabını verdiğini ifade etmişse de (Mecelletü Livâǿi’l-İslâm, s. 822) bu sözler Hallâf’in iddia ettiği gibi Abduh’a değil tefsirinde de görüldüğü
üzere Reşîd Rızâ’ya aittir (Tefsîrü’l-menâr, III, 116). Posta Yatırım Sandığı’nın verdiği faizin mudârebe kârı olduğunu ileri süren ve Reşîd Rızâ’ya ait bulunduğu anlaşılan bu fetvalar (el-Ehrâm, 16, 23, 30 Mayıs 1975; Sami Hasan Ahrrıed Hamûd, Taŧvîrü’l-aǾmâli’l-maśrifiyye, s. 229-230, dipnot), bugünkü banka faizlerinin de mudârebe kârı olabileceği iddiasında mesnet olarak kullanılmaktadır. Şüphesiz ki bankaların bir mudârebe şirketi şeklinde değerlendirilmesi mümkün değildir. Zira bankaların faizi önceden sabit bir miktar olarak belirlenmişken mudârebede kârın oran üzerinden paylaşılması söz konusudur (Bk. mudârebe) 1951 yılında Paris’te düzenlenen İslâm Hukuku Konferansı’na katılan Ma‘rûf Devâlîbî’ye göre haram faiz, ancak ribâcıların fakirleri istismar edip yüksek faizle onları ezdikleri tüketim kredilerinde söz konusudur. İktisadî şartların değişip şirketlerin yaygınlaştığı günümüzde ise kredilerin çoğu üretim kredisidir. Şartlardaki bu değişme hükümlerin de değişmesini gerekli kılmaktadır. Bundan dolayı mâkul olması kaydıyla üretim ödüncüne izin verilmelidir. Bu hükmü zaruret ve kamu maslahatını özel maslahata tercih esası üzerine bina etmek mümkündür (Senhûrî, III, 259-260). 9 Mayıs 1975’te el-Ehrâm gazetesinde yayımlanan görüşleriyle Şeyh Abdülcelîl Îsâ da Devâlîbî’ye katılmıştır.
Şartların değiştiği görüşü tarihî açıdan doğrulanmamış olup tamamen aksi bir durum söz konusudur. Ayrıca Kur’an’ın üretim kredisini değil tüketim kredisini yasakladığı iddiası ne tarihî gerçeklerle ne de Kur’an’ın faiz anlayışıyla bağdaşabilir. Zira Kur’an’ın yasaklaması sırasında Araplar’ın kullandıkları krediler esas itibariyle ticarî amaçlıydı. Geçimleri ticarete dayanan Kureyş ileri gelenleri İranlılar, Habeşliler ve Yemen’deki Himyerîler’le ticaret antlaşmaları yapmışlardı (Ali Ahmed es-Sâlûs, Hüķmü vedâǿiǾbünûk, s. 14). Bunlara dayanarak ülkeler arasında büyük ticaret kervanları düzenliyor ve ticaretin finansmanını çoğunlukla faizli kredilerle sağlıyorlardı. Ziraata elverişsiz bir vadi olan Mekke çok canlı bir ticarî hayata sahipti ve borsa simsarları, komisyoncularla bankerler için elverişli bir yer durumundaydı. Kervanların yollarda geçirdiği tehlikeler, yabancı paralardan oluşan para piyasasında spekülatif faaliyetlere imkân sağlıyordu (Muhammed Akram Khan, s. 40-41). Hz. Peygamberin amcası Abbas bu bankerlerden biriydi. Resûl-i Ekrem Vedâ hutbesinde Abbas’ın faiz alacaklarını da kaldırdığına göre İslâm’ın faiz yasağı kesin olarak ticarî faizleri de içine almaktadır. Diğer taraftan tüketim amaçlı ödünce, ihtiyaçların çoğaldığı günümüzde insanların eskisinden çok daha fazla ihtiyacı olduğu açıktır. Şu halde şartların değiştiği iddiası, günümüzde tüketim ödüncüne ihtiyacın eskisinden daha fazla olması açısından doğrudur. Buna göre faiz yasağına bugün daha çok İhtiyaç var demektir.
Öte yandan kredilerin üretim kredisi-tüketim kredisi şeklinde ayrılması da gerçekçi değildir. Bir kredi hem üretimde hem tüketimde kullanılabilir. Ayrıca her tüketim ödüncü borçluyu ezmeyeceği gibi her üretim ödüncü de ekonomik açıdan üretken olmayabilir. Tarihî, ekonomik ve sosyal gerçekler İslâm’daki faiz yasağının bütün faizli kredileri içine aldığını göstermektedir. Nitekim Abdürrezzâk es-Senhûrî, üretim kredisiyle tüketim kredisinin birbirinden ayrılmasını mümkün görmediği için ya bütün ödünçlerdeki faize izin verilmesi ya da hepsinin yasaklanması gerektiğini savunmuştur.
Faiz, haram kılınmasındaki temel unsur her halükârda sebebiyet verdiği, önüne geçilmesi mümkün olmayan haksızlık olduğuna göre ya alanı veya vereni kaçınılmaz bir şekilde zarara uğratacaktır. Nitekim eskiden faizli krediyi zayıflar kullanıyor ve bundan dolayı eziliyordu. Bugün de güçlü kuruluşlar halktan düşük faizle topladıkları sermayelerle büyük kârlar elde etmekte ve ürettikleri mal ve hizmetlere bu kredi maliyetlerini yansıtarak ödedikleri faizleri de halktan geri almaktadırlar. Burada ezilen ve kredi sisteminden zararlı çıkan yine halk kitleleri olmaktadır.
Devâlîbîve Şeyh Abdülcelîl Îsâ’nın görüşlerini zaruret ve maslahat esaslarına dayandırmaları isabetli değildir. Çünkü zaruret, kişinin temel haklarını ciddi ölçüde tehdit eden bir haldir ve bu durumda ancak ferdî ve geçici olaylarda söz konusu olup toplum düzeninin bütününde sürekli şekilde görülmez. Başka çaresi kalmayan borçlu için faiz zaruret hali çerçevesinde câiz görülse bile bunu alacaklı hakkında düşünmek mümkün değildir. Olağan üstü durumlarda kabul edilebilecek zaruret halleri üzerine daimî ve genel hükümler bina edilemez. Zaruretin gerçekleşmiş sayılabilmesi için başka çarenin bulunmaması şart olduğuna göre müslümanlann öncelikle meşru yollara başvurmaları ve faize alternatif sistemler geliştirmeleri gerekmektedir.
Faizde hukuken maslahat olduğunu söyleyebilmek için hakkında onu yasaklayan nasların bulunmaması gerekir. Halbuki faize dair birçok âyet ve hadis mevcut olup kesin şekilde yasaklandığı bilinmektedir. Faizde iki taraftan biri lehine veya fertlerden bir kısmı adına mevcut olan maslahat ise umumun maslahatı sebebiyle geçersiz sayılmıştır.
Pakistanlı âlim Fazlurrahman ilk akiddeki fazlalığın faiz olmayacağını söyleyerek Reşîd Rızâ’ya tâbi olmuştur. Zeyd b. Eslem’in. “Câhiliye döneminde ribâ uygulaması şöyle olurdu: Bir kişide vadeli alacağı olan kimse vade dolunca borçlusuna, ‘Ödüyor musun, yoksa arttırıyor musun?’ derdi. Verirse alır; vermezse borçlu borcun miktarını arttırır, alacaklı da vadeyi uzatırdı” (el-Muvaŧŧaǿ, “Büyû’“, 39) şeklindeki rivayetini ve ed’âf-ı mudâafe âyetini esas alan Fazlurrahman, bu rivayette sözü edilen vadeli ilk alacağı faizli alacak olarak değerlendirip şöyle demektedir: “Bu ilk faiz haram değildir. Haram olan faiz, belli bir vade ile faiz karşılığında verilen paranın, vade dolunca borçlunun ödeyememesi üzerine ödenmesi zor bir artış karşılığında vadesinin uzatılması halinde söz konusu olur. Sonra borç ekseriyetle ödenemeyecek miktarlara ulaşır” (ed-Dirâsâtü’l-İslâmiyye, s. 7).
Fazlurrahman ayrıca hayvanın hayvan karşılığında vadeli ve fazlalıklı olarak satılmasına izin veren hadislerle (et-Muvaŧŧaǿ “BüyûǾ”, 63-66; Buhârî, “BüyûǾ“, 108) hüsn-i kazâyı (borcunu isteyerek ve şart kılmaksızın fazlasıyla ödeme) caiz gören hadisleri (Müslim, “Müsâķāt”, 119) ilk akiddeki fazlalığın cevazına delil olarak göstermekte ve bunların, menfaat sağlayan her ödüncün faiz olduğunu bildiren hadisin sıhhatini de büyük ölçüde gölgelediğini ileri sürmektedir (ed-Dirâsâtu-İslâmiyye, s. 17-18, 23-24, 28-29). Halbuki hayvanda faiz cereyan etmezken diğer eşyada faizin gerçekleşmesinin sebebi birincinin kıyemî, ikincinin mislî mal olmasıdır. Mislî malların mübadelesinde bedellerin birbiriyle karşılaştırılması halinde aralarında miktar olarak ölçülebilen birim farklılıkları tesbit edilebilir ve fazla veya az olan bu miktar faiz ilişkisine esas teşkil eder. Fakat hayvan vb. kıyemî malların arasındaki değer farkı objektif olarak değil ancak tarafların sübjektif hükümlerine göre tesbit edilir.
Bundan dolayı kıyemî malların peşin mübadelelerinde hiçbir şekilde faiz cereyan etmezken vadeli mübadelelerinde cereyan edip etmediği ihtilaflıdır.
Hüsn-i kaza (hüsn-i edâ) hadislerde teşvik edilmekle birlikte kesinlikle faize mesnet olmamalıdır. Zira faiz şart kılınmış bir fazlalık olup müeyyidesi vardır ve borçlunun üzerine bir vazifedir; hüsn-i kaza ise zorunlu değildir. Nitekim Abdullah b. Ömer bir kişiden ödünç dirhem almış, daha sonra fazlasıyla ödemişti. Borç veren kişi, “Bu benim sana verdiğimden fazladır” deyince de, “Biliyorum, fakat gönlüm böyle istedi” cevabını vermiştir (el-Muvaŧŧaǿ, “BüyûǾ”, 90).
“Menfaat sağlayan her ödünç faizdir” mealindeki hadise gelince, bu hadis rivayet ve hadis tekniği bakımından sahih olmasa bile mâna yönünden doğrudur. Çünkü şart kılındığı takdirde bir ödüncün sağlayacağı menfaatin faiz olduğu açıktır. Nitekim Ebû Bekir el-Cessâs, Câhiliye faizinin belli bir fazlalığın şart koşulduğu vadeli ödünç olduğunu ve bu fazlalığın vadeye karşılık tutulduğunu ifade etmektedir (Aĥkâmu’l-Ķurǿân, 1, 467). Bir kişi Abdullah b. Ömer’e gelerek, “Bir adama ödünç verdim ve verdiğimden daha fazlasını şart koştum, ne dersiniz?” diye sormuş, İbn Ömer de, “Bu faizdir” cevabını vermiştir (el-Muvaŧŧaǿ, “BüyûǾ”, 92). Yine Abdullah b. Ömer, “Borç veren kişi bu borcun geri ödenmesinden başka bir şey şart koşmasın” demiştir (a.e., “BüyûǾ”, 93). Abdullah b. Mes‘ûd’un da şöyle dediği rivayet edilir: “Borç veren kimse verdiğinden daha fazlasını şart koşmasın. Bu fazlalık bir tutam ot bile olsa faizdir” (a.e., “BüyûǾ“, 94).
Abdürrezzâk es-Senhûrî’ye göre faizin istisnasız her çeşidi haram kılınmakla birlikte Kur’an’da esas olarak yasaklanması hedeflenen türü bugün mürekkep faiz denilen, sermayenin birkaç yılda katlandığı Câhiliye ribâsıdır. Faizin diğer şekilleri ise temel hedef olarak değil asıl faize giden yolları kesmek için yasaklanmıştır. Haram olmakla birlikte bunlar istisnaî hallerde caiz görülebilir. Bugün birçok ülkede hâkim olan kapitalist ekonomik düzende umumi bir sermaye ihtiyacı söz konusu olup bunu temin etmenin birinci yolu ödünce başvurmaktır. Bu ihtiyaç devam ettikçe kanunun çizdiği sınırlar içinde mâkul bir faiz istisnaî olarak câiz görülebilir. Bu düzenin değişmesi, dolayısıyla ihtiyacın ortadan kalkması halinde bu faiz de haram olur (Senhûrî, Meśâdîrü’l-ĥaķ, III , 241-244).
Senhûrî’nin ileri sürdüğü ihtiyaç gerekçesi basit faizin câiz görülmesini yeterince açıklamaktan uzaktır. Esasen basit faizle katlı faiz arasında yakın ilişki vardır; çünkü sonuçta katlı faiz de basit faize dayanmaktadır. Ayrıca ihtiyaç hali de faizi câiz kılmaz; zira Câhiliye toplumunda da ribâ ticaret için vazgeçilmez bir ihtiyaçtı. Diğer taraftan kapitalist sistem içinde bile olsa sermaye temini sadece faizli ödünçlerle olmamaktadır. Meselâ Amerika Birleşik Dev-letleri’nde 1980 yılında 299.1 milyar dolarlık yatırımın sadece 28, 2 milyarlık kısmı faizli kredi yoluyla gerçekleştirilmiştir (Salih b. Abdurrahman el-Husayn, XXXV [1412], s. 125).
Ekonomik bir araç olarak kabul edildikten sonra faize kanunî bir sınır getirilmesi fazla bir anlam ifade etmez. Çünkü arz-talep dengesinin bu sınırın üzerinde oluşması halinde sınırlamanın pratik bir değeri kalmamaktadır. Bu durumda görünüşte kanunî faizden, fakat esasta piyasa fiyatından işlemler yürütülür. Nitekim Orta çağ’lardan beri İngiltere’de ve daha sonra Amerika Birleşik Devletleri’nde faize getirilen kanunî sınırlamalar istenilen sonucu vermemiştir (Noorzoy, XIV/1, s. 8). Hıristiyan dünyasında asırlar süren bu düzenlemelerin uzun tekâmül süreci sonunda bugün geleneksel sınırlamacı görüşün yerini ödünçlerin serbest piyasada fıyatlandırılmasını savunan ekonomik görüşün almış olduğu görülmektedir.
Faizin yasaklanması halinde onun el altından yine hükmünü icra edeceği, alternatif metotlar geliştirip insanları buna hazırlamadan faizi kaldırmanın yalnız şeklen bir yasaklama olacağı ileri sürülmektedir. Bu metotların geliştirilmesi halinde ise faiz haddinin yerini kâr haddinin alacağı ve kâr haddinin, kaynakların verimli alanlara tahsisi ve sermaye birikimi gibi bütün ekonomik fonksiyonları, faizin sebep olduğu istikrarsızlık ve gelir dağılımı dengesizliği gibi sıkıntılara meydan vermeden görebileceği savunulmaktadır (Ayrıntılı bilgi için bk. Chapra, The American Journal, I/2, s. 23-40).
Faizle İlgili Milletlerarası Kararlar. Banka faizleriyle ilgili olarak 1975 yılında Kahire’de toplanan ve İslâm hukukçularıyla birlikte diğer hukukçu, iktisatçı ve mütefekkirlerin de katıldığı II. İslâm Araştırmaları Kongresi’nde, ödünç türleri üzerine tahakkuk ettirilen her çeşit faizin haram olduğu ve bu konuda tüketim kredisiyle üretim kredisi arasında bir fark bulunmadığı gibi faizin azıyla çoğu arasında da fark olmadığı, faizli kredinin her çeşidinin Kur’an ve Sünnet’in yasakladığı haram kapsamına girdiği, ihtiyaç ve zaruretin faiz almayı caiz kılmayacağı, aynı şekilde faizli kredi almanın da haram olduğu ve bunu ancak zaruret halinin caiz kılabileceği, faizle ilgili olmadıkça câri hesap, çek bozdurma, kredi mektubu gibi işlemlerin câiz olup bunlardan alınan komisyonun faiz sayılmayacağı, vadeli hesapların, açılan faizli kredilerin ve faiz karşılığında verilen diğer kredi türlerinin haram olduğuna karar verilmiştir.
20-22 Mayıs 1979’da Birleşik Arap Emirliklerinin Dübey şehrinde yapılan I. İslâm Bankası Kongresi’nde İslâm ülkelerine, bankalarını İslâm bankacılığı prensiplerine göre kurmaya yönelmeleri ve bu konuda müteşebbislere her türlü kolaylığı göstermeleri, aralarındaki ticari mübadeleleri İslâmî prensiplere uygun olarak doğrudan yapmaları çağrısında bulunulmuştur.
23 Mart 1983 tarihinde toplanan II. İslâm Bankası Kongresi faizin şer’an haram olduğunu teyit etmiş ve müslümanlara paralarını İslâmî banka ve şirketlere yatırmalarını, yabancı ülkelerdeki bankalara yatırılan paraların getirdiği faizi o bankalarda bırakmayıp müslümanların amme hizmetlerinde kullanmak suretiyle bu gayri meşru kazançtan kurtulmalarını tavsiye etmiş ve meşru imkânlar varken faizli kuruluşlara para yatırmayı da haram olarak değerlendirmiştir.
25 Ekim 1985’te yapılan III. İslâm Bankası Kongresi’ ndeki ulemâ meclisinin fetvalarında İslâm bankalarının kurulmasının şer‘î bir zaruret, ümmetin temel maslahatlarından biri ve farz-ı kifâye olduğu, mevcut bankalarla şer‘an mahzurlu işlem yapmanın haram bulunduğu, İslâm bankalarıyla iş yapmanın müslümanların görevi sayıldığı, bu imkânı bulanların yurt içinde ve dışında bankalarla iş yapmalarının haram olduğu, faiz yoluyla elde edilen her kazancın şer‘an haram kılındığı, müslümanın bu kazancı kendisi ve bakmakla yükümlü olduğu kimseler için kullanmasının câiz olmadığı, böyle bir kazancı okul, hastahane gibi kamu hizmeti veren kurumlara sadaka olarak değil haramdan temizlenmek amacıyla vermeleri gerektiği belirtilmiştir.
Bu arada İslâm ülkelerindeki sorumlular ve banka yetkilileri Allah’ın, “Eğer müminseniz mevcut faiz alacaklarınızı terkedin” (el-Bakara 2/278) emrince bankalarını faizden arındırma yarışına davet edilmiştir (Bu konudaki milletlerarası kongreler, alınan karar ve fetvalar için bk. Ali Ahmed es-Sâlûs, el-MuǾâmelâtü’l-mâliyyetü’l-muǾâśıra, s. 223 vd., 403-406; Ahmed Bâzi’ el-Yâsîn, III/3, s. 1821-1825).
Faizsiz Ekonomi ve Banka. İslâm Ülkeleri, özellikle XIX ve XX. yüzyıllarda faize dayalı kapitalist-Batı ekonomisinin gerek doktrin gerekse uygulama ve kurumlaşma açısından ağır tesiri altında kaldığından çok defa bu ülkelerde faizsiz bir ekonominin mümkün olmayacağı, faizle çalışan bankaların iktisadî hayatta önemli bir role sahip olduğu iddiası gündeme gelmekte ve bu kanaat zaman zaman bazı müslüman iktisatçı ve düşünürleri de etkisi altına almaktadır. Fakat bu görüşün tarihî ve halihazır uygulama örnekleriyle çeliştiği açıktır. Faizin ekonominin vazgeçilmez bir şartı olduğu iddiası sadece kapitalist - liberal ekonomi için kısmen geçerli olabilir. Çünkü kapitalist ekonomi içinde de kâr-zarar ortaklığı esasına dayalı bir şekilde tasarrufun teşviki, sermaye birikimi ve kredi kullandırılması mümkündür. Ayrıca sosyalist ekonomi de faizi öngörmemektedir. Bugün başta Pakistan, İran, Suudi Arabistan olmak üzere bazı İslâm ülkelerinin ekonomilerini faizden arındırmaları ve birçok İslâm ülkesinin bu alanda giderek mesafe alması, faizin ekonominin vazgeçilmez şartı olduğu iddiasını fiilen de çürütmektedir. Ancak bütün alt yapısı ve kurumlan faize dayalı kapitalist ekonomiye göre şekillenmiş, fertleri bu yönde eğitilmiş ve şartlandırılmış toplumlarda faizsiz ekonomiye geçmenin zorluğu da ortadadır. Bundan dolayı öncelikle fertlerin İslâm inanç, ahlâk ve düşüncesiyle yetişmiş olması, faizsiz ekonomiye geçiş yönünde ciddi azim, talep ve girişimlerin bulunması gerekir. İslâm toplumlarında faizin tamamen devre dışı bırakılabilmesi için sermaye birikimini ve yatırımlara kaynak teminini sağlayacak ve tasarrufları değerlendirecek olan alternatif faizsiz modellerin geliştirilmesi zorunludur.
Tasarrufların sermaye birikimine ve yatırıma dönüştürülmesi, sermayeye üretim ve kârdan pay verilmesi ve yatırımlar için kredi temininin tek yolu şüphesiz ki faiz değildir. Ancak bütün bunlar için alternatif faizsiz kurum ve modeller geliştirilemediğinden müslüman toplumlarda faiz sisteminin giderek güçlendiği, âdeta istemeyerek de olsa kabullenilme aşamasına gelindiği de bir gerçektir. Bu olumsuz gelişmeler sonucudur ki İslâm dünyasında özellikle XX. yüzyılın ortalarından itibaren faizsiz ekonomik model arayışları hızlanmış, sermaye sahibiyle yatırımcıyı kâr ve zararda ortaklık esasına göre bir araya getiren aracı kurumların nasıl oluşturulabileceği, ayrıca faizsiz sermaye birikimi ve faizsiz kredi gibi ekonomik konular İslâm iktisatçıları arasında tartışılmaya başlanmıştır. İslâm ülkelerinde çeyrek asırlık geçmişi bulunan faizsiz banka veya İslâm bankası uygulamaları bu çabaların sonucudur. 1963 yılında Ahmed Neccâr’ın öncülüğünde Mısır’da kurulan ve birkaç yıl uygulamada kalan faizsiz banka örneği. 1974’te İslâm Konferansı Teşkilâtına dahil kırktan fazla müslüman ülkenin ortaklığıyla kurulan İslâm Kalkınma Bankası bu yönde atılmış ciddi adımlardır. Bugün birçok İslâm ülkesinde faaliyet gösteren özel finans kurumları ve faizsiz bankalar meşru ölçüler içinde kalmaları, dolaylı yoldan da olsa faizli işlemler yapmamaları şartıyla bu olumlu adımların devamı sayılabilir. Mısır, Ürdün, bazı Körfez ülkeleri gibi İslâm ülkelerinde bu kurumlar özel bir hukukî statü içinde yasallaştırılmış ve kendilerine birtakım imtiyazlar tanınmıştır. Üç yıllık geçiş döneminden sonra faizsiz ekonomiyi uygulamaya başlayan Pakistan’da ve İran’da ise sadece bu tür kurum ve bankalar faaliyet gösterebilmektedir. Özel finans kurumları ve faizsiz bankaların faize dayalı ekonominin boşluklarından, enflasyonun olumsuz sonuçlarından veya vade farkıyla ilgili yerleşik ticarî uygulamalardan geniş ölçüde faydalanmakta olduğu, bu yüzden faizli ekonomiden tamamıyla ayrı düşünülemeyeceği görüşleri de mevcut olmakla birlikte bu kurumların topladıkları tasarrufları klasik fıkıh literatüründe yer alan ve kural olarak meşru görülen murabaha, mudârebe, müşâreke ve icar usulüyle nemâlandırdıkları göz önüne alındığında yaptıkları işlemlerin prensip itibariyle faizli işlem sayılmaması gerekir. Murabaha, vade farkıyla alım satım esasına dayanan üretim desteği sağlama usulüdür. Mudârebe ve müşâreke, emek-sermaye ortaklığı, kâr ve zarara katılım, icar ise finansal kiralama usulüdür. Bu kurumların toplumun iktisadî gelişmesinde aktif rol oynayacak kalıcı yatırımlara, üretim ve ticarete yönelebilmesi ise tasarruf sahiplerinin beklenti ve güvenleriyle de ilgili bir konudur. Çünkü tasarruf sahiplerinin kısa dönemde ve yüksek gelir elde etme beklentileri, uzun vadede gelir sağlayacak köklü yatırımlara gidilmesine pek imkân vermemektedir. Faizsiz finans kurumlarının, faize dayalı sistemle yabancı ülke paralarının enflasyona karşı sağladığı güvencenin ikileminde sıkışıp kalan günümüz insanı için alternatif bir çözüm getirdiği ve bu yönde gösterilecek çabaların sonucunda kurulacak faizsiz ekonomik model için de önemli bir başlangıç teşkil ettiği söylenebilir.
İbadetteki bidat ise her ne kadar itikadi bidatin asaginda ise de, fakat yine o da munker ve dalalettir.
Denilmistir ki: cunku itikadi bidat, hakkin nazargahini pislemektir.
Ameli bidat ise, halkin nazar mevziini necislemektir. Nitekim hadiste sebep ortaya cikmaktadir.
Suphesiz: Allah sizin ne cesedlerinize, ne de dis görunusunuze nazar etmez(bakmaz), fakat sizin kalbinize nazar eder (bakar)
Tum ahlakin temeli, yalanin kökünü temelli kurutmaktır.
Thomas Hardy
Herkes düzene uymak için doğmuştur;birkaçkişi ise onu kurmak için.
Türk tarih kurumu'nun özel arşivinde Atatürk'e ait başka ne tür belgeler bulunuyor?Bugünkü Türk Tarih Kurumu yönetimi neden hala bu belgeleri gizli tutuyor?
Atatürk'ün Gizlenen Vasiyeti.sy.35.
Türkün kadim coğrafyasında,Oğuzlardan Hunlara,Göktürklerden Seçuklulara,Osmanlılardan Türkiye Cumhuriyeti'ne kadar Türk devlet kuruculuğu incelendiğinde üç ortak makenizmanın varlığına şahid olmaktayız.
Atatürk'ün Gizlenen Vasiyeti.sy.9.
Türk,devlet kurmaya karar verdiğinde;vizyon,istihbarat ve bunları idare edecek beyin takımını oluşturarak özgürlük mücadelesine başlar.
Atatürk'ün Gizlenen Vasiyetnamesi.sy.9.
Avrupalılar haçlı seferlerinde yenildiklerinde Türkler (Müslümanlar) geliyor diye kaçmıslardır.
Bor'dan yeşil enerji elde edildi.
Tıpkı farklı çiceklerden bal toplayan
arı gibi bilge insanda farklı kitapların özünü kabul eder.
Gerçek din,ilan ettiğimiz inancımız değil,sürdürdüğümüz hayattır.
Hayat kişinin cesaretiyle orantılı olarak daralır ya da genişler.
Hiçbir büyük başarı,coşkusuz elde edilememiştir.
Dünya,soğukkanlılığını koruyan coşkulu kişilere aittir.
Karakter yazgı demektir.
Herkes cahildir fakat farklı konularda.
Keşfin önündeki en büyük engel cehalet değil,bilgi yanılsamasıdır.
Annenin borcu asla ödenemez.
Gençlerin ruhunu yontan kişi,tüm ressam ve heykeltıraşlardan daha üstündür.
HÜRRİYET ÎMANIN HÂSSASIDIR;
MEŞRÛTİYET MEŞVERET-İ ŞER’İYEDİR
(1908-1920)
Cevap : sırrınca, istibdat herkesin damarlarına sirayet etmişti, çok nam ve sûretlerde kendini gösteriyordu, çok dam ve planlar istimal ediyordu. Hatta benim gibi bir adam, ilmi vasıta edip, tahakküm ediyor idi veyahut sehavet-i milliyeyi sû-i istimal ederdi. Veyahut şu şeyh gibi, necâbeti sebebiyle herkes onun hatırını tutarak-tutmakla mükellef bildiğinden-tahakûküm ve istibdat ediyordu.
Sual : "Demek, öldürmemize, hükûmetin istibdadına yardım eden başka istibdatlar da varmış?"
Cevap : Evet, cehaletimizin silahıyla, asıl bizi mahveden, içimizdeki, garip namlar ile hüküm süren parça parça istibdatlar idi ki, hayatımızı tesmîm etmiş idi. Fakat, yine kabahat, o küçük istibdatların pederi olan istibdad-ı hükûmete aittir.
Münâzarât, ss. 31-34.
Hadîs-i şerif: "İnsanlar kendi idarecilerinin yolundadırlar." (Keşfü’l-Hafa, 2:311.)
Hürriyetin şe’ni odur ki, ne kendine, ne gayriye zararı dokunmasın
Sual : "Şimdi, hürriyet bahsini sual edeceğiz. Nedir şu hürriyet ki, o kadar tevilat onda birbiriyle çekişiyorlar ve hakkında acîb, garip rüyalar görülür?"
Cevap : Yirmi seneden beri onu, hatta rüyalarda takip eden ve o sevda ile herşeyi terk eden birisi, size güzel cevap verebilir.
Sual : "Hürriyeti bize çok fena tefsir etmişler. Hatta, adeta, ’Hürriyette, insan her ne sefahet ve rezalet işlese, başkasına zarar vermemek şartıyla birşey denilmez’ diye bize anlatmışlar. Acaba böyle midir?"
Cevap : Öyleleri hürriyeti değil, belki sefahet ve rezaletlerini îlan ediyorlar ve çocuk bahanesi gibi hezeyan ediyorlar. Zîra, nazenin hürriyet, âdâb-ı Şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lazımdır. Yoksa, sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir; belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır, nefs-i emmareye esir olmaktır.
Hürriyet-i umûmi, efradın zerrât-ı hürriyâtının muhassalıdır. Hürriyetin şe’ni odur ki; ne nefsine, ne gayriye zararı dokunmasın.
HAŞİYE 1
Münâzarât, s. 55.
Hürriyet îmanın hassasıdır.
Sual: HAŞİYE 2 "Demek biz eskiden beri hürriyetimize mâlik idik. Hürriyetimiz tev’em
Tam ve mükemmel hürriyet, kişinin firavunlaşmaması ve başkasının hürriyeti ile alay etme-mesidir. Şüphesiz, gaye haktır; ama mücadele usûlüne uygun değildir.
HAŞİYE 1: Acele etme! Yani, Mîzan cerîdesinin sahibi Murad haklıdır. Tanîn muharriri Hüseyin Cahid yanlış ve hata ediyor.
HAŞİYE 2: Haymenîşinler tarafından, yani göçebe, siyah çadırlı bedevîlerin suladir.
Meşrutiyet (cumhuriyet) adalet, meşveret ve kanun üstünlüğünden ibarettir .
Cihad-ı hariciyi, Şeriat-ı Garranın berahin-i katıasının elmas kılınçlarına havale edeceğiz. Zira, medenîlere galebe çalmak ikna iledir. Söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz. Husûmete vaktimiz yoktur. Cumhuriyet ki: HAŞİYE
Adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. On üç asır evvel Şeriat-ı Garra teessüs ettiğinden, ahkâm-da Avrupa’ya dilencilik etmek, din-i İslâma büyük bir cinayettir. Ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir. Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa istibdat tevzi olunmuş olur. Hâkim ve amir-i vicdanî olmalı. O da; marifet-i tam ve medeniyet-i âmm veyahut din-i
Şüphesiz ki Allah, kuvvet ve kudret sahibidir.
HAŞİYE: O zaman meşrutiyet. Şimdi o kelime yerine Cumhuriyet konulmuş.
İslâm namiyle olmalı. Yoksa istibdat daima hükümferma olacaktır.
İttifak hüdadadır, hevada ve hevesde değil. İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahdırlar. Her şey hür oldu. Şeriat da hürdür, meşrutiyet dea Mesâil-i Şeriatı rüşvet vermeyeceğiz. Başkasının kusuru, insanın kusuruna sened ve özür olamaz. Yeis mâni-i her kemaldir. "Neme lazım, başkası düşünsün," istibdadın yadigârıdır.
Bu cümlelerin mabeynini rabtedecek olan mukaddematı, Türkçe bilmediğim için müta-liînin fikirlerine havale ediyorum.
Divan-ı Harb-i Örfî, ss. 64-66.
Meşrutiyetin hayatı hak, kalbi marifet, aklı kanundur
Sual : "İstibdat nedir; meşrûtiyet nedir?"
Cevap : İstibdat tahakkümdür, muamele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vahiddir, sû-i istimalata gayet müsait bir zemindir,
zulmün temelidir, insaniyetin mahisidir. Sefalet dere-lerinin esfel-i safilînine insanı tekerlendiren ve alem-i İslâmiyeti zillet ve sefalete düşürttüren ve ağraz ve husûmeti uyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren, hatta herşeye sirayet ile zehrini atan, o derece ihtilafatı beyne’l-İslam îka edip, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır.
Evet, taklidin pederi ve istibdad-ı siyasînin veledi olan istibdad-ı ilmîdir ki, Cebriye, Rafı-ziye, Mûtezile gibi İslâmiyeti müşevveş eden fırkaları tevlid etmiştir.
Sual : "İstibdat bu derece bir semm-i katil olduğunu bilmezdik. Lehü’l-hamd, parçalandı. Onu esasiyle tedavi edecek olan tiryak-ı meşrûtiyeti bize tarif et."
Cevap : Bazı memurların ef’ali, adem-i ülfetten dolayı size yanlış ders gösterdiği ve şiddetten neş’et eden müşevveşiyetle hal-i hazırdan fehmettiğiniz meşrûtiyeti tefsir etmeyeceğim. Belki hükümetin hedef-i maksadı olan meşrûtiyet-i meşrûayı beyan edeceğim. İşte:
Meşrûtiyet -1- -2- ayet-i kerîmelerinin tecellîsidir ve meşveret-i şer’iyedir. O vücud-u nûranînin kuvvete bedel, hayatı haktır, kalbi marifettir, lisanı muhabbettir, aklı kanundur, şahıs değildir.
Evet, meşrûtiyet hâkimiyet-i millettir; siz dahi hâkim oldunuz. Umum akvamın sebeb-i saadetidir; siz de saadete gideceksiniz. Bütün eşvak ve hissiyât-ı âliyeyi uyandırır; uyku bes, siz de uyanınız. İnsanı hayvanlıktan kurtarır; siz de tam insan olunuz. İslâmiyetin bahtını, Asya’nın taliini açacaktır. Size müjde. Bizim devleti ömr-ü ebedîye mazhar eder. Milletin bekasıyla ibka edecek; siz daha me’yus olmayınız. Bir ince tel gibi her tarafa heva ve hevesin tehyîci ile çevrilmeye müstaid olan rey-i vahid-i istibdadı layetezelzel bir demir direk gibi, lâyetefellel bir elmas kılınç gibi olan
1 Ve işlerde onlarla istişare et. (Âl-i İmran Sûresi: 159.)
2 Onların aralarındaki işleri istişare iledir. (Şûra Sûresi: 38.)
efkâr-ı âmmeye tebdil eder; siz de, sefîne-i Nuh gibi emniyet ediniz.
Herkesi bir padişah hükmüne getiriyor; siz de hürriyetperverlikle padişah olmaya gayret ediniz. Esas-ı insaniyet olan cüz’-ü ihtiyarı temin eder, azad eder; siz de câmid olmaya razı olmayınız. Üç yüz milyondan ziyade ehl-i İslâmı bir aşîret gibi birbirine rapteder; siz de o rabıtayı muhafaza ediniz. Zîra meşveret perdeyi attı; milliyet göründü, harekete geldi. Milliyet içinde İslâmiyet ışıklandı, ihtizaza geldi. Zîra, milliyetimizin rûhu İslâmiyettir; hakîki ve nisbî ve izafîden mürekkeptir. Başka millete benzemiyoruz.
Sual : "İstibdadın çirkinliğine, meşrûtiyetin bu derece iyiliğine delilin nedir?"
Cevap : Siz avam olduğunuzdan hayalinizle tefekkür, gözünüzle taakkul ettiğinizden, temsil size bürhan-ı nazarîden daha ziyade muknîdir. İşte, ikisinin mahiyetlerini misalle tasvir edip göstereceğim.
İşte, biliniz:
Hükûmet hekim gibidir; millet hastadır. Farzediniz, ben şu çadırda oturmuş bir hekimim.
Şu etraftaki herbir köyde, Allah etmesin, birer ayrı hastalık var. Ben o hastalıkları teşhis etme-mişim, hem de tacizimi istemeyen müdahenecilerden, yalancılardan başka kimseyi görmemişim. Şu halde, şu köylere, tanımadığım bir hastalığa, görmediğim bir hastaya gönderdiğim reçetesiz, mîzansız bir ilacı istimal eden, acaba şifa mı bulur veyahut ölür?
Evet, sırrınca, şunun sâye-i muzlimânesinde mazhar oldunuz. İşte her köye böyle ilaç göndermek, hatta dâü’l-cû ile karın ağrısına müptela olan emsalinize hazım ilacı hükmünde olan iane toplamak, yahut eşkiyalık ve husûmet derdiyle mültehap bulunan o vücu-da, iltihabı tezyid eden Hamidîlik icra etmek ve ila ahir. . . acaba tedavi mi, yoksa tesmîm midir, melekü’l-mevte yardım etmek midir?
İşte mahiyet-i istibdadın timsali budur. Zîra, sabıkta, Padişah kendi yerinde mahpus gibi oturuyordu, bîçare milletin halini anlamıyordu,
Ölmeden evvel ölünüz!
yahut zaaf-ı kalb ve kuvvet-i vehim ile anlamak istemiyordu, yahut mütehevvisane ve mütekeyyifane ve mütekalkıl olan tabiatı, anlattırmaya müsait değildi. İşte hükümetteki istibdada, herşeydeki istibdadı kıyas ediniz. Hatta, taklidi tevlid eden ilmin istibdadı dahi böyledir.
Amma, bizzarûre hükümet-i İslamiyenin hedef-i maksadı olan meşrûtiyet-i meşrûanın timsalini isterseniz, farzediniz ben bir hekimim. Şu çadır dahi eczahanedir; içindeyim. Umum köylerde veyahut evlerde çeşit çeşit hastalıkları teşhis etmiş, reçetesini yazmış bir müntehap adam, yanıma geliyor, reçetesini ibraz ediyor ki; "Daü’l-cehl ile baş ağrısı var" yazılıdır. Ben dahi, fen afyonunu iptida onların lisanlarının zarfında, sonra da lisan-ı resmiyeye ifrağ ederek veriyorum. Bir başkasının reçetesini gösteriyor ki; kalb hastalığı olan zaaf-ı diyanet var. Ben de, fünûnu maarif-i İslamiye ile mezc ederek bir macun yapıyorum, müderrislerin ellerine veriyorum, gönderiyorum. Diğerinde daü’l-husûmet ile ihtilal sıtması var. Ben de fikr-i milliyeti uyandırarak,
şıklandırarak, tiryak misal adalet ve muhabbeti o nur ile mezc ettirerek, sulfato-misal bir ilaç veriyorum. İşte böyle bir hekimdir ki, vatan hastahanesinde, bîçare etfali helaktan halas eder. Hâ, hükümet-i meşrûtanın timsal-i nûranîsi sırrınca, herbir büyük adam, bu düsturu nazara almak gerektir.
Münâzarât, ss. 22-27.
Hakimiyet-i milliyeyi temin eden meşrûtiyet, beşer saadetinin bir sebebidir
Hem de Meşrutiyet-i meşrûa denilen dünyada beşer saadetinin bir sebebi ve hâkimiyet-i milliyeyi temin ile makina-i hayatın buharı olan hürriyetteki irade-i cüz’iyeyi, istibdat ve tahak-kümün belasından kurtaran meşveret-i
Hadîs-i şerif: "Hepiniz çobansınız ve idareniz altındakilerden mes’ulsünüz." (Müslim, İmare: 20.)
’nın başka bir ünvanı olan teşebbüs-ü şahsiyeye teşvik ediyor.
Divan-ı Harb-i Örfî, ss. 59-60.
Asya’nın kalkınmasının şartları hürriyet ve şûradır
Hem de mânâ-i meşrûtiyete iptila ve muhabbetimin sebebi şudur ki: Asya’nın ve alem-i İslâmın istikbalde terakkîsinin birinci kapısı meşrûtiyet-i meşrua ve Şeriat dairesindeki hürri-yettir. Ve tali’ ve taht ve baht-ı İslâmın anahtarı da meşrutiyetteki şûradır. Zira, şimdiye kadar üç yüz yetmiş milyon İslâm ecanibin istibdad-ı manevîsi altında eziliyordu. Şimdi hâkimiyet-i İslâmiye, alemde, bahusus bundan sonra Asya’da hükümferma olduğu halde herbir ferd-i Müslüman hâkimiyetin bir cüz-ü hakikîsine malik olur. Ve hürriyet üç yüz yetmiş milyon İslâmı esaretten hâlâs etmeye bir çâre-i yegânedir. Farz-ı muhal olarak; burada
İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır. (Necm Sûresi, 39.)
yirmi milyon nüfus, te’sis-i hürriyette çok zarardîde olsalar da feda olsunlar. Yirmiyi verir, üç yüzü alırız.
Yaşasın Meşrutiyet-i meşrûa! Sağ olsun hakikat-ı Şeriat terbiyesinden tam ders alan neyyir-i hürriyet!
Divan-ı Harb-i Örfî, ss. 55-56.
Şahısların gayr-i meşrû fiilleri sanattaki maharetlerine zarar vermez
Ey asâkir-i muvahhidîn! Fahr-i Alem’in (Aleyhissalatü Vesselam) fermanını size tebliğ ediyorum ki, Şeriat dairesinde ululemre itaat farzdır. Ululemriniz ve üstadlarınız zabitlerinizdir. Askerlik ocağı cesîm ve muntazam bir fabrikaya benzer. Çarklarının biri intizam ve itaatte serkeşlik etmekle, bütün fabrika herc ü merc olur.
..........
Bazan zarar zannettiğiniz şey, siyaseten büyük zararı def ettiği için ayn-ı maslahat olduğundan,
zabitleriniz tecrübeleri hasebiyle görüyor ve size emir veriyor. Sizde de tereddüd câiz değildir. Ef’al-i hususiye-i nameşrua, san’attaki meharet ve hazakate münafi değildir ve san’atı menfur etmez. Nasıl ki, bir tabib-i hâzık ve bir mühendis-i mâhirin nâmeşrû harekatı için, onların tıb ve hendeselerinden mani-i istifade olamaz.
Hutbe-i Şamiye, ss. 112, 113.
(Dinî cerîde numara: 110,
30 Nisan 1909.)
Asya’nın bahtını açacak, meşrûtiyet ve hürriyettir
Asya’nın bahtını, İslâmiyetin taliini açacak yalnız meşrûtiyet ve hürriyettir. Fakat, Şeriat-ı Garranın terbiyesinde kalmak şartıyla.
Tenbih : Mehasin-i medeniyet denilen emirler, Şeriatın başka şekle çevrilmiş birer mesele-sidira
Muhakemat, s. 39.
Bizdeki hürriyet alem-i islamın hürriyetine sebep olacaktır
Sual : "Heyhat! Nasıl hürriyetimiz umum alem-i İslamın hürriyetinin mukaddimesi ve fecr-i sadıkı olur?"
Cevap : İki cihet ile.
Birincisi: Bizde olan istibdat, Asya’nın hürriyetine zulmanî bir sed çekmişti. Ziya-i hürriyet o muzlim perdeden geçemezdi ki, gözleri açsın, kemâlâtı göstersin. İşte bu seddin tahribiyle, fikr-i hürriyet Çin’e kadar yayıldı ve yayılacaktır. Fakat, Çin ifrat edip komünist oldu. alemdeki terazinin hürriyet gözü ağır geldiğinden, birdenbire terazinin öteki gözünde olan vah-şet ve istibdadı kaldırdı, git gide kalkacak. Eğer siz sahîfe-i efkârı okusanız, tarîk-ı siyaseti görseniz, hutebâ-i umûmi olan doğru konuşan cerâidi dinleseniz, anlayacaksınız ki, Arabistan, Hindistan, Cava, Mısır, Kafkas, Afrika ve emsallerinde o derece fikr-i hürriyetin galeyanıyla, alem-i İslamın efkarında öyle bir tahavvül-ü azîm ve inkılab-ı acîb
ve terakkî-i fikrî ve teyak-kuz-u tam intac etmiştir ki, pahasına yüz sene verseydik yine ucuzdu. Zîra, hürriyet milliyeti gösterdi; milliyet sadefinde olan İslâmiyetin cevher-i nûranîsi tecellîye başladı. İslâmiyetin ihti-zazını ihbar etti ki, herbir müslim, cüz-ü fert gibi başıboş değildir; belki, herbiri mürekkebat-ı mütedahile-i mütesaideden bir cüz’dür, sair eczalar ile cazibe-i umûmiye-i İslamiye noktasında birbiriyle sıla-i rahimleri vardır. Şu ihbar bir kavî ümit verir ki, nokta-i istinad ve nokta-i istimdat gayet kavî ve metîndir. Şu ümit, yeisle öldürülen kuvve-i maneviyemizi ihya etti. Şu hayat, alem-i İslamdaki galeyan eden fikr-i hürriyetten istimdat ederek umum alem-i İslâm üzerine çökmüş olan istibdad-ı manevî-i umûminin perdelerini parça parça edecektir. HAŞİYE
Ümitsizliği adet edinmiş kimseye rağmen.
HAŞİYE: Lillahilhamd, kırk beş sene sonra parça parça etmeye başladı.
İkinci Cihet: Şimdiye kadar ecnebîler bahane mahane tutarlardı, milletimizi eziyorlardı. Şimdi ise, ellerinde urûk-u insaniyetkârânelerine veya damar-ı mutaassıbânelerine veya âsâb-ı dessasânelerine dokunduracak ellerinde serrişte-i bahane olacak öyle nokta bulamazlar. Bulsalar da tutamazlar. Bahusus, medeniyet hubb-u insaniyeti tevlid eder.
Münâzarât, ss. 63-65.
Şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazîlettir
Bidayetlerde herkesten sual olunduğu gibi, Divan-ı Harbde bana da sual ettiler:
"Sen de Şeriatı istemişsin?"
Dedim:
"Şeriatın bir hakikatına bin ruhum olsa feda etmeye hazırım! Zira Şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilalcilerin isteyişi gibi değil."
Divan-ı Harb-i Örfî, s. 19.
Yorum Gönder