Geçen sene bidayet-i hürriyette elli-altmış telgraf umum şark aşîretlerine sadaret vasıta-sıyla çektim. Meali şu idi: "Meşrutiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz mes’ele ise; hakikî adalet ve meşveret-i şer’iyeden ibarettir. Hüsn-ü telakki ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zira, dünyevî saadetimiz Meşrutiyette-dir. Ve istibdattan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz." Her yerden bu telgrafların cevabı, müspet ve güzel olarak geldi. Demek vilayât-ı şarkiyeyi tenbih ettim, gafil bırakmadım. Ta yeni bir istibdat onların gafletinden istifade etmesin. Ayasofya’da, Bayezit’te, Fatih’te, Süleymaniye’de umum ulema ve talebeye hitaben müte-addit nutuklar ile Şeriatın ve müsemma-i meşrutiyetin münasebet-i hakikiyesini izah ve teşrih ettim. Ve mütehakkimane istibdadın Şeriatla bir münasebeti olmadığını beyan ettim. Şöyle ki:
hadîsinin sırrıyla, Şeriat aleme gelmiş; ta istibdadı ve zalimâne tahakkü-mü mahvetsin. Herhangi bir nutuk irad ettim ise; herbir kelimesine kimsenin bir itirazı varsa, bürhan-ı katî ile ispata hazırım. Ve dedim ki: Asıl, Şeriatın meslek-i hakikisi, hakikat-i meşrutiyet-i meşrûadır. Demek meşrûtiyeti, delail-i şer’iye ile kabul ettim. Başka medeniyetçiler gibi taklîdî ve hilaf-ı Şeriat telakki etmedim. Ve Şeriatı rüşvet vermedim. Ve ulema ve Şeriatı, Avrupa’nın zünun-u fâsidesinden iktidarıma göre kurtarmaya çalıştım. Divan-ı Harb-i Örfî, ss. 21-22.
Meşrûtiyet, adalet ve şeriattır
İstanbul’da yirmi bine yakın hemşehrilerimi-hamal ve gafil ve safdil olduklarından-bazı particiler onları iğfal ile vilayât-ı şarkiyeyi lekedar etmelerinden korktum. Ve hamalların umum yerlerini ve kahvelerini gezdim.
Kavmin efendisi, onlara hizmet edendir. (Keşfü’l-Hafâ, 1:462. Hadîs no: 1515.)
Geçen sene anlayacakları suretle Meşrutiyeti onlara telkin ettim. Şu mealde: İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adalet ve Şeriattır. Padişah, Peygamberimi-zin emrine itaat etse ve yoluna gitse halîfedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tabi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar. Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı; sanat, marifet, ittifak silahiyle cihad edeceğiz. Ve bizi bir cihette teyakkuza ve terakkiye sevk eden hakikî kardeşlerimiz Türklerle ve komşularımızla dost olup el ele vereceğiz. Zira husumette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur. Hükümetin işine karışma-yacağız. Zira, hikmet-i hükümeti bilmiyoruz. İşte o hamalların, Avusturya’ya karşı-benim gibi bütün Avrupa’ya karşı (*) - boykotajları
(*) Bediüzzaman’a zürefadan biri birgün, irfanıyla mütenasip bir esvap giymesi lüzûmundan bahseder. Müşarünileyh de: "Siz, Avusturya’ya güya boykot yapıyorsunuz, hem onun gönder-diği kalpakları giyiyorsunuz. Ben ise, bütün Avrupa’ya boykot yapıyorum. Onun için yalnız memleketimin maddî ve manevî mamulâtını giyiyorum" buyurmuştur.
ve en müşevveş ve heyecanlı zamanlarda akılane hareketlerinde bu nasihatın tesiri olmuştur. Divan-ı Harb-i Örfî, s. 23-24.
Meşrûtiyetin müsemmasına ahd ü peyman ettim
Herkesin şevkini kıran ve neşesini kaçıran ve ağrazlar ve taraftarlıklar hissini uyandıran ve sebeb-i tefrika olan ırkçılık cemiyat-ı âvâmiyeyi teşkiline sebebiyet veren ve ismi meşrûtiyet ve mânâsı istibdat olan ve İttihad ve Terakki ismini de lekedar eden buradaki şube-i müstebidâ-neye muhalefet ettim. Herkesin bir fikri var. İşte sulh-u umumî, afv-ı umumî ve ref’-i imtiyaz lazım. Ta ki, biri bir imtiyaz ile başkasına haşerat nazarıyla bakmakla nifak çıkmasın. Fahr olmasın! Derim, biz ki hakikî Müslümanız; aldanırız, fakat aldatmayız. Bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz.
Zira biliyoruz ki, Fakat, meşrû, hakikî meşrûtiyetin müsemmasına ahd ü peyman ettiğimden, istibdat ne şekilde olursa olsun, meşrûtiyet libası giysin ve ismini taksın; rast gelsem sille vuracağım. Fikrimce meşrûtiyetin düşmanı; meşrûtiyeti gaddar, çirkin ve hilaf-ı Şeriat göstermekle meşveretin de düşmanlarını çok edenlerdir. "Tebeddül-ü esma ile hakaik tebeddül etmez." Divan-ı Harb-i Örfî, ss. 39-40.
Meşrûtiyetin hakikatlerinin dört mezhebden istihracı mümkündür
Avrupa, bizdeki cehalet ve taassup müsaadesiyle, Şeriatı-hâşâ ve kellâ-istibdata müsait zannettiklerinden, nihayet derecede kalben üzülmüştüm. Onların zannını tekzip etmek için, Meşrûtiyeti herkesten ziyade Şeriat namına
alkışladım. Lâkin yine korktum ki, başka bir istibdat tekrar o zannı tasdik eder, diye ne kadar kuvvetim varsa Ayasofya Camiinde meb’usana hitaben feryat ettim. Ve söyledim ki: Meşrutiyeti, meşrûiyet ünvanı ile telakki ve telkin ediniz. Ta yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, pis eliyle o mübareği ağrazına siper etmekle lekedar etmesin. Hürriyeti, âdâb-ı Şeriatla takyid ediniz. Zira câhil efrat ve âvâm-ı nas; kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaatsiz olur. Adalet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Ta ki, namaz sahih ola. Zira, hakaik-ı Meşrutiyetin sarahaten ve zımnen ve iznen dört mezhepten istihracı mümkün olduğunu dava ettim. Divan-ı Harb-i Örfî, ss. 24-25.
Şeriat, istibdadı izale için yeryüzüne geldi
Sual : "Şu pis istibdat ne vakitten beri başlamış, geliyor?"
Cevap : İnsanlar hayvanlıktan çıkıp geldiği vakit, nasılsa bunu da beraber getirmiştir. Sual : "Demek istibdat hayvaniyetten gelmedir?" Cevap : Evet. Müstebit bir kurt, bîçare bir koyunu parça parça etmek, daima kavî, zayıfı ezmek, hayvanların birinci düstur ve kavanîn-i esasiyesindendir. Sual : "Sonra?" Cevap : Şeriat-ı Garra zemine nüzûl etti; ta ki, zeminin yüzünü temiz ve insanın yüzünü ak etsin, şu insaniyetten siyah lekesini izale etsin; hem de, izale etti. Fakat, vaesefa ki, muhît-i za-manî ve mekanînin tesiriyle, hilafet saltanata inkılap edip, istibdat bir parça hayatlandı. Ta Yezid zamanında, bir derece kuvvet bularak, başını kaldırdığından, İmam Hüseyin Hazretleri hürriyet-i şer’iye kılıncını çekti, başına havale eyledi. Fakat, ne çare ki, istibdadın kuvveti olan cehil ve vahşet, cevanib-i alemde zeynab gibi Yezid’in istibdadına kuvvet verdi. Sual : "Şimdiki meşrûtiyet, istibdat nerede? Onların harekatı nerede? Hilafet, saltanat nerede? Nasıl tatbik ediyorsun? Yekdiğerine
musâfaha ve temas ettiriyorsun, aralarında karnlar ve asırlar var?" Cevap : Meşrûtiyetin sırrı, kuvvet kanundadır, şahıs hiçtir. İstibdadın esası, kuvvet şahısta olur, kanunu kendi keyfine tabî edebilir, hak kuvvetin mağlûbu. Fakat, bu iki ruh her zamanda birer şekle girer, birer libas giyer. Bu zamanın modası böyle giydiriyor. Zannolunmasın, istibdat galebe ettiği zaman tamamen hükmünü icra etmiş, meşrûtiyet mağlûp olduğu vakit mahvolmuş. Kellâ! Kainatta galib-i mutlak hayır olduğundan, pekçok enva ve şuubât-ı heyet-i içtimaiyede meşrûtiyet hükümferma olmuştur. Cidal berdevam, harb ise seccaldir. Sual : "Bazı adam, ’Şeriata muhaliftir’ diyor?" Cevap : Rûh-u meşrûtiyet, Şeriattandır; hayatı da ondandır. Fakat ilcâ-i zarûretle teferruat olabilir, muvakkaten muhalif düşsün. Hem de, her ne hâl ki, meşrûtiyet zamanında vücuda gelir. Meşrûtiyetten neş’et etmesi lazım gelmez. Hem de, hangi şey vardır ki, her cihetle Şeriata muvafık olsun; hangi adam var
ki, bütün ahvali Şeriata mutabık olsun? Öyle ise şahs-ı mânevî olan hükûmet dahi masum olamaz; ancak Eflatûn-i İlahînin medîne-i fazıla-i hayaliyesinde masum olabilir. Lâkin, meşrûtiyet ile sû-i istimalatın ekser yolları münsed olur; istibdatta ise açıktır. Sual : İ’tiraz ettiğin şeye nasıl cevap veriyorsun? Cevap : Ben libasa ilişiyordum. Hükümet iyi bir adamdır. Pislerin libasını giymişti. Biz o libası yırtmak ve yıkamak isterdik, olamadı. Zamana bıraktık; ta yavaş yavaş yırtılsın. Evet, na-mazı kılıyordu, kıbleyi tanımıyordu; sonra tanıdı ve tanıyacaktır. Ehvenüşşerreyn, bir adalet-i izafiyedir. Fakat kemal-i telehhüf ile bağırıyorum ki, şiddete inkılap eden fikr-i intikamın tedâhülü ve heyecanâtı intac eden tecrübesizlik, üzerimize emri şiddetlendirdi, pahalaştırdı. Muvakkaten, bir nevî karanlık çöktü. Emîn olunuz ki, çekilecektir. Sual : "Neden makine-i ahval güzelce işlemiyor?" Cevap : Zîra tecrübe, hamiyet, nûr-u kalb ve nûr-u fikri cem’ edenler, vezaife kifayet
etmezler. Bazı ehl-i gayret ve hamiyette, meyl-i tahrip meleke olmuş; tamire pek alışık değildir. Bazı ehl-i tecrübe ve tâmir ise, eskisine bir derece meyil ile, istidatları pek müsait değildir. Demek, bize bir nesl-i cedîd lazımdır. Bunu da cidden söylüyorum: Eğer, meşveret Şeriattan bir parmak müfarakat ederse, eski hal yüz arşın ayrılmıştır. Sual : "Neden?" Cevap : Bir ince teli, rüzgar her tarafa çevirebilir. Fakat içtima ve ittihat ile hasıl olan hablü’l-metîn ve urvetü’l-vüska değme şeylerle tezelzül etmez. İcma-ı ümmet, Şeriatta bir delil-i yakînîdir. Rey-i cumhur, Şeriatta bir esastır. Meyelan-ı âmme Şeriatta mûteber ve muhteremdir. İşte, bakınız: Eski padişahların iradesini, Ermeni rüzgarı ve ecnebî havası veya vehmin vesvesesi esmekle çevirebilirdi. O da, sükûta rüşvet-i mâneviye olarak, birçok ahkâm-ı Şeriatı fedâ ediyordu. Şimdi kapı açıldı; fakat, tamamı ileride. Üç yüz ara-i mütekabile ve efkar-ı mü-tehalife, hak ve maslahattan başka birşey ile musalaha etmez veya sükût etmezler.
Hak ve maslahat ise, Şeriatta esastır. Fakat, kaide-i şer’iye-since bazan haram bildiği-miz şey, ilca-i zarûretle vacip olur. Taaffün etmiş parmak kesilir; ta el kesilmesin. Selamet-i millet, cevher-i hayata tevakkuf etse, vermekten tevakkuf edilmez; nasıl ki, edilmedi. Dünyada en acîb, en garibi, rûhunu iftiharla selamet-i millete feda edenlerden, bazan garazında menfaat-i cüz’i-ye-i gurûriyesinde buhl eder, vermiyor. Demek, Şeriatı isteyenler iki kısımdır: Biri, muvazene ile zar-reti nazara alarak, müdakkik...ne meşrûtiyeti Şeriata tatbik etmek istiyor. Diğeri de, muvazenesiz, zahirperestane, çıkılmaz bir yola sapıyor.
Cevap: İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez; gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. Hem de, mağlûp bîçare bir reise yahut müdâhin memurlara veyahut mantıksız bir kısım zabitlere îtimat edilirse ve dînin himayesi onla-ra bırakılırsa mı daha iyidir? Yoksa efkar-ı amme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı İslâmiyenin madeni olan-herkesin kalbindeki şefkat-i îmâniye olan-envar-ı İlahînin lemeatının içtimalarından ve hamiyet-i İslamiyenin şerarât-ı neyyirânesinin imtizacından hasıl olan amûd-u nûranînin ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir? Siz muhakeme ediniz. Evet, şu amûd-u nuranî, HAŞİYE dînin himayetini şehametinin başına, murakabenin gözüne, hamiyetinin omuzuna alacaktır. Görüyorsunuz ki, lemeat-ı müteferrika tele’lüe başlamış, yavaş yavaş incizab ile imtizaç edecektir. Fenn-i hikmette takarrür etmiştir ki, hiss-i dînî, bahusus dîn-i hakk-ı fıtrînin sözü
HAŞİYE: Risale-i Nur’u hissetmiş ki, üç sayfa ile cevap veriyor. Fakat, siyaset perdesi başka renk vermiş.
daha nafiz, hükmü daha alî, tesiri daha şedittir. Elhasıl: Başkasına îtimat etmeyen nefsiyle teşebbüs eder. Size bir misal söyleyeceğim: Siz göçersiniz. Göçerin malı koyundur; o işi bilirsiniz. Şimdi, herbiriniz bazı koyunları bir çobanın uhdesine vermişsiniz. Halbuki çoban tenbel ve muavini kayıtsız, köpekleri değersizdir. Tamamıyla ona îtimat etseniz, rahatla evlerinizde yatsanız, bîçare koyunları müstebit kurtlar ve hırsızlar ve belâlar içinde bıraksanız daha mı iyidir; yoksa onun adem-i kifayetini bilmekle, nevm-i gafleti terk edip hanesinden herbiri bir kahraman gibi koşsun, koyunların etrafında halka tutup, bir çobana bedel bin muhafız olmakla hiçbir kurt ve hırsız cesaret etmesin, daha mı iyi-dir? Acaba Mâmehuran hırsızlarını tevbekâr ve sofî eden şu sır değil midir? Evet, ruhları ağla-mak istedi, biri bahane oldu, ağladılar. Evet, evet!.. Neam, neam!.. Sivrisinek tantanasını kesse, bal arısı demdemesini bozsa, sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz. Zîra, kainatı nağamatıyla raksa getiren
hakaikın esrarını ihtizaza veren mûsıka-i İlâhiye hiç durmuyor. Mütemadiyen güm güm eder. Padişahların padişahı olan Sultan-ı Ezelî, Kur’ân denilen mûsika-i İlâhiyesiyle umum alemi doldurarak, kubbe-i asumanda şiddetli ses getirmekle sadef, mağara, kehf-misal olan ulema ve meşâyih ve hutebanın dimağ, kalb ve femlerine vurarak, aks-i sadası onların lisanlarından çıkıp seyr ü seyelan ederek, çeşit çeşit sadâlarla dünyayı güm güm ile ihtizaza getiren o sadânın tecessüm ve intıba’ıyla umum kütüb-ü İslamiyeyi bir tanbur ve kanûnun bir teli ve bir şeridi hükmüne getiren ve herbir tel, bir neviyle onu îlan eden o sada-i semavî ve rûhanîyi kalbin kulağıyla işitmeyen veya dinlemeyen, acaba o sadaya nisbeten sivrisinek gibi bir emîrin dem-demelerini ve karasinekler gibi bir hükûmetin adamlarının vızvızlarını işitecek midir? Elhasıl: İnkılab-ı siyasî cihetiyle dîninden havf eden adamın dinde hissesi beytü’l-ankebût gibi zayıf düşmüş cehalettir onu korkutur, taklittir onu telaşa düşürttürür. Zîra îtimad-ı
nefsin fıkdânı ve aczin vücudu cihetiyle, saadetini yalnız hükûmetin cebinden zannettiğinden, kalbini, aklını da hükûmetin kesesinden tahayyül eder, korkar. Münâzarât, ss. 44-47.
Zulüm, meşrûtiyetin hatası değil, kafanızdaki cehaletin zulmetindendir
Sual : "Derman, dermandır; neden zehir olsun?" Cevap : Bir derdin dermanı başka bir derde zehir olabilir. Bir derman hadden geçse, dert getirir.
Sual : "Ne diyorsun? Hal-i hazırın eskisi gibi çok fenalığı var, bize zulmeder; hem de zaafta, kuvvetsizlikte eskisine benzer. Demek, tarif ettiğin meşrûtiyet daha
Arap atasözü: "Vücudu hastalıktan şişerek dolgunlaşmış kimseyi güzel gördün."
bize selam etmemiş; ta ki, biz de ’Ehlen ve sehlen’ desek?ö Cevap :
Fakat, sizin dîvaneliğinizden korkmuş, gelememiş. Zulüm, meşrûtiyetin hatası değil, belki kafanızdaki cehaletin zulmetindendir. Siz dîvanelikle kısa yolu uzun yapıyorsunuz. Küdân ve Mâmehurân aşîretleri, daha asker gelmeden, alâküllihâl vermeye mecbur olan emvâl-i emîriyeyi hazır etse idiler, şu kadar zulüm olmayacaktı. Evet, bir millet cehaletle hukûkunu bilmezse, ehl-i hamiyeti dahi müstebit eder. Siz diyorsunuz: "Şimdiki hükümet eskisi gibi zayıftır."
Hayır! Aksine, ben bir akarsudan su almak istedim. Bir bulutun çalışıp yağmur indirmesini arzu ettim. Siyah gözlüyü güzel gördüm. Ben hûri gibi güzel, hür bir hürriyeti methettim.
Evet; kuvvetsizlikte, dokuz yaşındaki çocuk, doksan yaşındaki ihtiyara benzer. Fakat, o kabre müteveccihen iner, eğilir, girer; şu ise, doğrulur, şebâbe doğru yükselir.
Sual : "Neden böyle bulanıktır, safî olmuyor?" Cevap : Yüz seneden beri haraba yüz tutan birşey, birden yapılamaz. Size bir misal söyle-yeceğim. Bir belağbaşı, çok zaman taaffün ve tesemmüm etmiş, içine çok pislik düşmüş, sonra da onu tasfiye için o pislikleri içinden çıkarılırsa ve bir havuz gibi yapılırsa, acaba pınarın suyu bir zaman bulanık olarak gelmeyecek mi? Fakat merak etmeyiniz; akıbet berrak olacaktır.
Sual : "Tarif ettiğin meşrûtiyetin ne miktarı bize gelmiş ve niçin bütün gelmiyor?" Cevap : Ancak on kısımdan bir kısmı size gelebilmiş. Zîra sizin şu vahşetengiz, cehalet-perver husumetefza olan sarp dağ ve derelerinizdeki vahşet ayılarından, cehalet ejderhasından, husûmet kurtlarından bîçare meşrûtiyet korkar, kolaylıkla gelmeye cesaret edemez. Eğer siz tenbel kalıp da onun yolunu
yapmazsanız, tenbellik etseniz, yüz sene sonra tamamen cemâlini göreceksiniz. Zîra sizinle İstanbul arasındaki mesafe bir aylıktır; fakat sizinle ehl-i meşrûtiyet arasındaki mesafe bin aydan fazladır. Zîra eski zamanın adamlarına benzersiniz. O nazik meşrû-tiyet, İstanbul havalisindeki yılanlardan kurtulsa, şu uzun mesafeden geçmekle, cehalet gibi müthiş bataklığı, fakr gibi mütevahhiş kıraçları, husûmet gibi gayet keyşer dağları katetmekle beraber, eşkiyaya rast gelecektir. Ezcümle, bazı ceza-i sezasını hazmetmeyen, bir kısım da başkasının etini yemekten dişi çıkarılan ve bazı bir meşhur bektaşi gibi mânâ verenler, yol üzerine çıkıp, gasp ve garet edi-yorlar. Daha onların öte tarafında da bir kısım gevezeler vardır; bazı bahane ile, parça parça etmek istiyorlar. Öyle ise, ona bir yol veyahut bir balon yapınız.
Sual : "Şimdi fenalığı da görüyoruz, iyiliği de görüyoruz. Meşrûtiyetin âsârı hangisi, öte-kisinin asarı hangisidir?" Cevap : Ne kadar iyilik var, meşrûtiyetin ziyasındandır; ne kadar fenalık var, ya eski istibdadın
zulmetinden, yahut meşrûtiyet namıyla yeni bir istibdadın zulmündendir. Geri kaldı; ta taziyeden sonra veda edip, pederini takip etsin. Fakat, emîn olunuz, ziya galebe çalacaktır. Münâzarât, s. 27-31.
Hürriyet ve meşrutiyeti takdir etmeyen kimlerdir?
Sual : "Efkârı teşviş eden, hürriyet ve meşrûtiyeti takdir etmeyen kimlerdir?" Cevap : Cehalet ağanın, inat efendinin, garaz beyin, intikam paşanın, taklit hazretlerinin, mösyö gevezeliğin taht-ı riyasetlerinde, insan milletinden menba-ı saadetimiz olan meşvereti inciten bir cemiyettir; HAŞİYE benî beşerde ona intisap eden; bir dirhem zararını bin lira milletin menfaatine feda etmeyen; hem de
HAŞİYE: Burada mason ve dönmelerin cemiyetinden haber vermek içinde, bir çeyrek asır istibdad-ı mutlakla hükmeden bir hakimiyeti gaybî ihbar eder.
menfaatini ızrar-ı nasda gören; hem de muvazenesiz, muhakemesiz mana veren; hem de meyl-i intikam ve garaz-ı şahsîsini feda etmediği halde, mağrurane, millete rûhunu feda etmek davasında bulunan; hem de beylik veya tavaif-i mülûk mukaddemesi olan muhtariyet veya istibdad-ı mutlak manasında bir cumhuriyet gibi gayr-ı makul fikirlerde bulunan; hem de zulüm görmüş, kin bağlamış, hürriyet ve meşrûtiyetin birinci ihsanı olan af ve istirahat-i umûmiyeyi fikr-i intik...mına yediremediğinden herkesin asabına dokundurmakla, ta heyecana gelip terbiye görmekle teşeffî isteyenlerdir. Sual : "Neden bunların umûmuna fena diyorsun? Halbuki, hayırhahımız gibi görünüyorlar." Cevap : Hiçbir müfsid, "Ben müfsidim" demez, daima sûret-i haktan görünür, yahut batılı hak görür. Evet, kimse demez "Ayranım ekşidir." Fakat, siz mihenge vurmadan almayınız. Zîra, çok silik söz, ticarette geziyor. Hatta, benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip, tamamını kabul etmeyiniz; belki ben
de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın; mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalbde saklayınız, bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz. Münâzarât, ss. 47-49.
"Eski hal muhal; ya yeni hal, ya izmihlal!"
Sual : "O fırkadan ehl-i fazl kısmına ne diyeceğiz? Onlar iyi adamlardır." Cevap : Çok iyiler var ki, iyilik zannıyla fenalık yapıyorlar. Sual : "Nasıl iyilikten fenalık gelir?" Cevap : Muhali talep etmek, kendine fenalık etmektir. Bir dağdan uçmak niyetiyle kendini havalandıran, parça parça olur. Zîra, onların istedikleri şey, ya bir hükûmet-i masumedir. Halbuki, şimdi şahs-ı vahid bile masum olamaz. Nerede kaldı, zerratı günahkarlardan
mürekkep bir hükûmet, tamamıyla masum olsun. Demek, nokta-i nazar, hükûmetin hasenatı seyyiatına tereccühüdür. Yoksa, seyyiesiz hükûmet muhal-i adidir. Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zîra, onlardan birisi, Allah etmesin, bin sene yaşayacak olsa, adeta mümkün hükûmetin hangi sûretini görse hülya ile yine razı olmayacak, şu hülyanın neticesi olan meylü’t-tahrip ile o sûreti bozmaya çalışacak. HAŞİYE Şu halde, böylelerin fena zannettikleri Jön Türklerin nazarlarında dahi mel’un, anarşist ve iğtişaşcı fırkasından addolunurlar. İstedikleri şey muhal olduğundan, neticesi ihtilal ve fesattır.
Sual : "Belki onlar eski hali istiyorlar?" Cevap : Size kısa bir söz söyleyeceğim; ezber edebilirsiniz. İşte: Eski hal muhal, ya yeni hal veya izmihlal. Sual : "Acaba daha Sultan Hamid gibi padişah tahta çıkmayacak mıdır? Eski hal olmayacak mıdır?"
HAŞİYE: Komünist ve anarşist manasıyla Kemalizmi ve inkılap softalarını ve dönmelerini görmüş gibi haber veriyor.
Cevap : Acaba sizin şu siyah çadırınız parça parça edilip yandırılırsa, külü havaya savrulursa, o külden yeniden çadır edip içinde oturmak k...bil midir?
Sual : "Neden?" Cevap : Zîra, eskiden bin adamdan yalnız onu mütenebbih iken, istibdat o dehşetli kuvvetiyle karşısında duramadı, parçalandı. Şimdi, istibdadın kuvveti binden bire indi; tenebbüh ve iltihab-ı ezhan birden bine çıktı.
Sual : "İstibdat o kadar fena birşey iken, niçin herkes bir çeşit ile onu irtikab ederdi?" Cevap : İçinde tefer’unun lezzet-i menhûsesi ve tahakküm ve tehevvüs-ü nemrudane vardı.
Sual : "Şimdi çok hilaf-ı Şeriat şeyler yapılıyor?" Cevap : Bence, muhalif-i hakîkat-i Şeriat olan şeyler, meşrûtiyete dahi muhaliftir, ya günahlarıdır veya ilca-i zarûrettir. Farz ediniz, şu siyaset muhalif olsun, yine telaşa mahal yoktur. Zîra, Şeriat-ı Garranın bin kısmından bir kısmıdır ki, siyasete taallûk eder. O kısmın ihmaliyle, Şeriat ihmal olunmaz.
Evet, imtisal etmemek, inkar etmek demek değildir. Hem de, Devlet-i Osmaniyeye tabî olan İslamların on beş misli İslamlar, sırf siyaset-i ecanib altındadırlar. Onların dinlerine zarar gelmez; nerede kaldı ki, şu hükûmette-ki; kendisi İslam, millet-i hakimesi İslam, üssü’l-esas-ı siyaseti de şu düsturdur: öBu devletin dîni, dîn-i İslamdır. Şu esası vik...ye etmek vazifemizdir. Çünkü, milletimizin maye-i hayatiyesidir.ö
Sual : "Demek, hükûmet bundan sonra da İslâmiyet ve din için hizmet edecek midir?" Cevap : Hay hay. Bazı akılsız dinsizler müstesna olmak şartıyla, hükûmetin hedef-i maksadı, velev gizli ve uzak olsa bile, uhuvvet-i îmaniye sırrıyla, üç yüz milyonu bir vücut eden ve nûranî olan İslâmiyetin silsilesini takviye ve muhafaza etmektir. Zîra, nokta-i istinad ve nokta-i istimdat yalnız odur. Yağmurun kataratı, nûrun lemeatı dağınık ve yayılmış kaldıkça çabuk kurur, çabuk söner. Fakat, sönmemek ve mahvolmamak için, Cenab-ı Feyyaz-ı Mutlak bize ve
ile ezel canibinden nida ediyor. Evet, şeş cihetten nağme-i eyler hurûş. Evet, zarûret ve incizap ve temayül ve tecarüb ve tecavüb ve tevatür, o katarat ve lemeatı musafaha ettirerek ortalarındaki mesafeyi tayyedip, bir havz-ı ab-ı hayatı ve dünyayı ışıklandıracak bir elektrik-i nevvareyi teşkil edecektir. Zîra, kemalin cemali dindir. Hem, din saadetin ziyasıdır, hissin ulviyetidir, vicdanın selametidir. HAŞİYE Münâzarât, ss. 51-54.
Şeriat da, yüzde doksan dokuz ahlak, ibadet, ahiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nisbetinde siyasete mütealliktir; onu da ulü’l-emirlerimiz düşünsünler. Divan-ı Harb-i Örfî, s. 28.
Sual : "Meclis-i Mebusanda Hıristiyanlar, Yahudîler vardır; onların reylerinin Şeriatta ne kıymeti vardır?" Cevap : Evvela, meşverette hüküm ekserindir. Ekser ise, Müslümandır, altmıştan fazla ulemadır. Mebus hürdür, hiçbir tesir altında olmamak gerektir. Demek, hakim İslamdır. Saniyen: Saati yapmakta veyahut makineyi işletmekte, sanatkar bir Haço ve Berham’ın reyi mûteberdir; Şeriat reddetmediği gibi, Meclis-i Mebusandaki mesalih-i siyasiye ve menafi-i iktisadiye dahi ekserî bu k...bilden olduğundan, reddetmemek lazım gelir. Amma ahkam ve hukuk ise, zaten tebeddül etmez; tatbikat ve tercihattır ki, meşverete ihtiyaç gösterir. Mebusların vazifesi, o ahkam ve hukûku sû-i istimal etmemek ve bazı kadı ve müftülerin hilelerine meydan vermemek için bazı k...nunları yapmak, etrafına sur etmektir. Aslın tebdiline gitmek olamaz; gidilse, intihardır.
Sual : "Adalettir’ diyorsun. Neden tekalif-i devlet, fukara üstünde hafifleşmedi?" Cevap : Bir fark vardır: Eskide varidat zayi olur giderdi, şimdi millet rakîbdir. Demek, evvel suya ve şûristana atılır idi, şimdi tarlaya atılıyor veya atılacaktır. İşte, bir nevî hafiflik.
Sual : "Şu hükûmet ve Türkler nasıl olsalar, biz rahat edemiyoruz, yükselemiyoruz. Başımızı kaldırıp onların üzerinden aleme temaşa etmek ve ellerimizi onlarla beraber safî suya uzatmak, kendimizi de bir kavim olduğumuzu göstermek nasıldır? Zîra hükûmet ve İstanbul daha bulanıktır." Cevap : Meşrûtiyet hakimiyet-i millettir. Yani efkar-ı ammenizin misal-i mücessemi olan mebusan hakimdir; hükûmet, hadim ve hizmetkardır. Öyle ise kendinizden teşekkî ediniz; her kabahati hükûmet ve Türklere atmakla çok aldanırsınız. Size bir misal söyleyeyim: Her tarafa şubeler salmış bir büyük çeşme başında bir tegayyürat olursa, her tarafa da sirayet eder. Fakat yüz pınarın ortasında büyük
bir havuz olursa, o havuz pınarlara bakar ve onlara tabîdir. Faraza, o havuz tamamen tegayyür ederse veyahut Allah etmesin bozulursa da, çeşmelere tesir etmez-eğer pınar, pınar olursa. İşte, bakınız: İstibdadın hükmünce, İstanbul ve hükûmet belağbaşı idi; şikayette hakkınız vardı. Şimdi ise hakîkat îtibariyle bilkuvve, İstanbul göldür, hükûmet havuzdur, Türk zeynabdır veya öyle olmak lazımdır. Pınar bizlerdedir ve bizde olmak gerektir. Ey Kürtler! Görüyorum ki, bizde pınar yoktur. Onun için, uzaktan gelen taaffün eden bir suyu içiyoruz. Eskisi gibi istibdadı görüyoruz. Öyle ise, gayret ediniz, çalışınız; sebeb-i saadetimiz olan meşrûtiyeti takviye için, fikr-i milliyeti haffar yapıp, marifet ve fazîleti eline veriniz. Şu yerlerde de bir küngan atınız; ta bir kemalat pınarı bizde de çıksın. Yoksa daima dilenci olacaksınız, ya susuzluktan öleceksiniz. Hem de, dilencilik para etmez. İnsan dilenci olursa, nefsine olsun. Bence merhamet dilencileri ya haksız veya tenbeldirler. Eğer siz insan olsanız, hükûmet ve İstanbul ve Türkler
nasıl olsalar olsunlar, size fenalıkları dokunmaz, fakat iyilikleri gelir.
Sual : "Neden iyilik gelsin, fenalık gelmesin? İkisi arkadaştır." Cevap : Yahu! Dedik: Şimdi, hükûmet ve İstanbul çukurda bir havuzdur veya öyle olacaktır. Havuz ise, aşağıdadır. Fenalık sakîldir, yukarıya yuvarlanmaz-cehaletle cezb etmemek şartıyla. İyilik nurdur, yukarıya akseder. Münâzarât, ss. 41-44.
Memuriyet hizmetkarlıktır
Sual: "Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar; nasıl olur?" Cevap: Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi. Zîra, meşrûtiyet, hakimiyet-i millettir; hükûmet hizmetkardır. Meşrûtiyet doğru olursa, kaymakam ve vali reis değiller, belki ücretli hizmetkarlardır. Gayr-i müslim reis olamaz, fakat hizmetkar olur. Farz ediniz ki, memuriyet bir nevî riyaset ve bir ağalıktır. Gayr-i müslimlerden üç bin adamı ağalığımıza,
riyasetimize şerik ettiğimiz vakitte, mil-let-i İslamiyeden aktar-ı alemde üç yüz bin adamın riyasetine yol açılıyor. Biri zayi edip, bini kazanan zarar etmez.
Sual : "Şeriatın bazı ahkamı, mesela valilerin vazifelerine taallûku var." Cevap : Bundan sonra, bizzarûre, hilafeti temsil eden Meşihat-ı İslamiye ve Diyanet Dairesi hem alî, hem mukaddes, hem ayrı, hem nezzare olacaktır. Şimdi hakim, şahıs değil, efkar-ı amme olduğu için, onun nevinden şahs-ı manevî bir fetva emîni ister. İşte şu hakimin fetva emîni, Meşîhatta mezahib-i erbaadan kırk elli ulema-i muhakkik bir meclis-i mebusan-ı ilmiye teşkiliyle şahs-ı manevîleri, öteki şahs-ı manevîye fetva emînlik edecektir. Yoksa, hakim ve müfti bir cinsten olmazsa, birbirinin lisanını anlamazlar. Zîra şahs-ı vahid, şahs-ı manevîyi kandıramaz ve tenvir edemez. Münâzarât, ss. 79-80.
Sual : "Gayr-i müslimlerle nasıl müsavi olacağız?" Cevap : Müsavat ise, fazîlet ve şerefte değildir, hukuktadır. Hukukta ise, şah ve geda birdir. Acaba bir şeriat, "Karıncaya bilerek ayak basmayınız"dese, tazibinden menetse, nasıl benî adem’in hukûkunu ihmal eder? Kella! Biz imtisal etmedik. Evet, İmam-ı Ali’-nin (r.a.) adi bir Yahudî ile muhakemesi ve medar-ı fahriniz olan Salahaddin-i Eyyûbî’nin miskin bir Hıristiyan ile mürafaası, sizin şu yanlışınızı tashih eder zannederim. HAŞİYE Münâzarât, s.66.
HAŞİYE: Eski Said, Nur’un parlak hasiyetinden gelen kuvvetli ümit ve tam tesellî ile siyaseti İslamiyete alet yaparak, hararetle hürriyete çalışırken, diğer bir hissûi kable’l-vukû ile dehşetli ve ladînî bir istibdad-ı mutlakın geleceğini bir hadîs-i şerifin manasından anlayıp, elli sene evvel haber vermiş. Said’in tesellî haberlerini o istibdad-ı mutlak, yirmi beş sene bilfiil tekzib edeceğini hissetmiş ve otuz seneden beri (Şeytan ve siyasetten Allah’a sığınırım) deyip, siyaseti bırakmış, Yeni Said olmuştur. Başka bir nüshada bu haşiye şu şekildedir : Eski Said, parlak bir nûrun haysiyetiyle, kuvvetli bir ümitle, tam bir tesellî ile, siyaseti İslamiyete alet fikriyle, hararetle hürriyete çalışırken, diğer bir hiss-i kable’l-vukû ile dehşetli ve dinsizce bir istibdad-ı mutlakın kırk sekiz sene evvel, bir hadîsin manasıyla, geleceğini haber verdiği; ve bir kumandanın çıkmasını ve Said’in tesellî haberlerini yirmi senede bilfiil tekzib edeceğini hissederek, otuz seneden beri "Eûzü billahî mine’ş-şeytani ve’s-siyaseti" deyip, siyaseti bıraktı; Yeni Said oldu.
Sual : "Yahudî ve Nasara ile muhabbetten Kur’an’da nehiy vardır:
"Bununla beraber nasıl ’Dost olunuz!’ dersiniz?" Cevap : Evvela: Delil, katîü’l-metin olduğu gibi, katîü’d-delalet olmak gerektir. Halbuki, tevil ve ihtimalin mecali vardır. Zîra, nehy-i
Kur’anî amm değildir, mutlaktır. Mutlak ise, takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, îtiraz olunmaz. Hem de, hüküm müştak üzerine olsa, me’haz-ı iştikakı illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy, Yahudî ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan ayineleri hasebiyledir. Hem de, bir adam zatı için sevilmez; belki, muhabbet sıfat veya sanatı içindir. Öyle ise, herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lazım olmadığı gibi, herbir kafirin dahi bütün sıfat ve sanatları kafir olmak lazım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir sanatı, istihsan etmekle iktibas etmek neden caiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa, elbette seveceksin!.. Saniyen: Zaman-ı Saadette bir inkılab-ı azîm-i dînî vücuda geldi. Bütün ezhanı nokta-i dîne çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için, gayr-i müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lakin, şimdi alemdeki, bir inkılab-ı acîb-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhanı zapt ve bütün ukûlü
meşgul eden nokta-i medeniyet, terakkî ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkîlerini istihsan ile iktibas etmektir ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan asayişi muhafazadır. İşte şu dostluk, katiyen nehy-i Kur’anîde dahil değildir. Münâzarât, ss. 70-71.
İş ve sanatta maharet tercih edilir
Sual : "Bazı nas, senin gibi mana vermiyorlar. Hem de bazı Jön Türklerin a’mal ve etvarı pis tefsir ediliyor. Zîra, bazısı Ramazan’ı yer, rakı içer, namazı terk eder. Böyle, Allah’ın emrinde hıyanet eden, nasıl millete sadakat edecektir?" Cevap : Evet, neam, hakkınız var. Fakat, hamiyet ayrı, iş ayrıdır. Bence, bir kalb ve vicdan fezail-i İslamiye ile mütezeyyin olmazsa, ondan hakîki hamiyet ve sadakat ve adalet beklenilmez. Fakat iş ve sanat başka olduğu
için, fasık bir adam güzel çobanlık edebilir; ayyaş bir adam, ayyaş olmadığı vakitte iyi saat yapabilir. İşte şimdi salahat ve mahareti, tabir-i aharla fazîleti ve hamiyeti, nur-u kalb ve nur-u fikri cem’ edenler, vezaife kifayet etmezler. Öyle ise, ya maharettir veya salahattir. Sanatta maharet ise, müreccahtır. Hem de, o sarhoş namazsızlar Jön Türk değiller, belki şeyn Türktürler; yani fena ve çirkin Türktürler, Genç Türklerin rafızîleridirler. Herşeyin bir rafızîsi var; hürriyetin rafızîsi de süfehadır. Ey Türkler ve Kürtler! İnsaf ediniz. Bir Rafızî bir hadîse yanlış mana verse veya yanlış amel etse, acaba hadîsi inkar etmek mi lazımdır, yoksa o rafızîyi tahtie edip namus-u hadîsi muhafaza etmek mi lazımdır? Belki, hürriyet budur ki: Kanun-u adalet ve te’dibden başka hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukûku mahfuz kalsın, herkes harekat-ı meşr-asında şahane serbest olsun,
Bir kısmınız, Allah’ı bırakıp da bir kısmınızı ilahlaştırmasın.
nehyinin sırrına mazhar olsun. Münâzarât, ss. 56-57.
Güzel gören, güzel düşünür
Sual : "Çok fena şeyleri işitiyoruz. Bahusus gayr-i müslimler de, güya bir İslam kızını almışlar. Filan yerde böyle olmuş, diğer yerde şöyle olmuş; olmuş, olmuş, olmuş, ila ahir." Cevap : Evet, maatteessüf, daha yeni ve bulanık bir devlette ve cahil ve perişan bir millette, şöyle fena ve pis şeylerin vuk-u zarûri gibidir. Eskiden daha berbatı vardı. Fakat, şimdi görünüyor. Bir dert görünürse, devası asandır. Hem de, büyük işlerde yalnız kusurları gören, cerbezelik ile aldanır veya aldatır. Cerbezenin şe’ni, bir seyyieyi sünbüllendirerek hasenata galip etmektir. Mesela, şu aşîretin herbir ferdi bir günde attığı balgamı, cerbeze ile, vehmen tayy-i mekan ederek, birden bir şahısta tahayyül edip, başka efradı ona kıyas ederek, o nazar ile
baksa veya-hut bir sene zarfında birisinden gelen rayiha-i kerîheyi, cerbeze ile, tayy-i zaman tevehhümüyle, birden dakika-i vahidede o şahıstan sudurunu tasavvur etse, acaba ne derecede evvelki adam müstakzer, ikinci adam müteaffin olur? Hatta, hayal gözünü kapasa, vehim dahi burnunu tutsa, mağaralarından kaçsalar hakları var. Akıl onları tevbih etmeyecektir. İşte şu cerbezenin tavr-ı acîbi; zaman ve mekanda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile herşeyi temaşa eder. Hakîkaten cerbeze, envaıyla garaibin makinesidir. Görün-müyor mu ki, cerbezealûd bir aşığın nazarında umum kainat birbirine muhabbet ile müncezib ve rakkasane hareket ediyor ve gülüşüyor. Çocuğunun vefatıyla matem tutan bir validenin naza-rında, umum kainat hüznengizane ağlaşıyor. Herkes istediği ve haline münasip gördüğü mey-veyi koparır. Bu makamda size bir temsil îrad edeceğim. Mesela, sizden bir adam yalnız bir saat tenezzüh etmek üzere gayet müzeyyen ve müzehher bir bahçeye girse, nekaisten müberra
olmak cinan-ı Cennetin mahsûsatından ve her kemale bir noksanı karıştırmak şu alem-i kevn ü fesadın mukteziyatından olmakla, şu bahçenin müte-ferrik köşelerinde de bazı pis ve murdar şeyler bulunduğu için, inhiraf-ı mizaç sevki ve emriyle yalnız o taaffünatı taharrî ve o murdar şeylere idame-i nazar eder. Güya, onda yalnız o var. Hülyanın hükmüyle fena hayal tevessü ederek o bostanı bir salhane ve mezbele sûretinde gös-terdiğinden, midesi bulanır ve istifra eder, kemal-i nefret ile kaçar. Acaba, beşerin lezzet-i hayatını gussedar eden böyle bir hayale, hikmet ve maslahat rûy-i rıza gösterir mi? Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen güzel rüya görür, güzel rüya HAŞİYE gören hayatından lezzet alır. Münâzarât, ss. 72-74.
Fenalık perde altında kaldıkça küçülür
Sual: "Eskiden beri işitiyoruz ki, bazı Jön Türkler masondurlar, dîne zarar ediyorlar."
Cevap : İstibdat, kendini ibka etmek için şu telkinatı vermiştir. HAŞİYE Bazı laubalilik dahi, şu vehme kuvvet veriyor. Fakat, emîn olunuz ki, onların masonluğa girmeyen kısmının maksat-ları dîne zarar değildir, belki milletin selametini temin etmektir. Fakat, bazıları dîne layık olma-yan barid taassuba müfritane ilişiyorlar. Demek, hürriyete ve meşrûtiyete hizmetleri sebkat eden veyahut kabul eyleyenleri Jön Türk tesmiye ediyorsunuz. İşte, onların bir kısmı İslâmiyet fedai-leridir, bir kısmı da selamet-i millet fedaileridir. Onların ukde-i hayatiyelerini teşkil eden, mason olmayan ekseri, İttihat ve Terakkîdir. Ve sizin şu aşairiniz kadar ulema ve meşayih, Jön Türkler meyanında mevcuttur. Vakıa onlarda bir takım edepsiz, çok sefih masonlar dahi bulunur; lakin yüzde ondur, yüzde doksanı sizin gibi mûtekid müslimlerdir.
Hüküm ekseriyete göre verilir.
HAŞİYE: Nasıl ki şimdi yirmi beş sene istibdad-ı mutlakı yapanlar, dindarları irtica ile itham ederek istibdad-ı mutlakın elindeki irtidatlarını saklıyorlar.
Sual : "Neden sû-i zannımız onlara zarar versin?" Cevap : Onların bir kısmı sizin gibi tahkiksiz, taklit ile İslâmiyetin zevahirini bilirler. Taklit ise, teşkîkat ile yırtılır. O halde bazılarına-bahusus dinde sathî, felsefe ile mütevaggıl olursa-dinsiz dediğiniz vakit, ihtimal ki tereddüte düşüp, meslek-i İslâmiyetten hariçmiş
Rıza sözünün süsü lütûf ve şefkatle güzel bakmaktır; gönlün nûru, yumuşaklık ve merhametledir. [Kulum beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim. (Hadis-i şerif: Buharî, Tevhid: 15; Müslim, Tevbe: 1)] hadîsinin kandilinden ışık almayı tercih eden kişi, muvaffakiyetin sevkiyle hakîkate yükselir ve bahtiyar olur" kaidesiyle.
HAŞİYE: Tekrar temaşa et; çünkü, bu Arabî fıkra şifrelidir, işaratı var.
gibi vesvese-lerle, "Herçi-bad-âbâd" diyerek me’yusane, belki muannidane İslâmiyete münafi harekata baş-lar. İşte, ey bîinsaflar! Gördünüz, nasıl bazı bîçarelerin dalaletine sebep oluyorsunuz. Fena ada-ma, "İyisin, iyisin" denilse iyileşmesi; ve iyi adama, "Fenasın, fenasın" denildikçe fenalaşması çok vukû bulmuştur.
Sual : "Neden?" Cevap : Faraza, bazılarının altında büyük fenalıkları varsa da, hücum edilmemek gerektir. Zîra, çok fenalık vardır ki, iyilik perdesi altında kaldıkça ve perde yırtılmadıkça ve ondan tega-fül edildikçe mahdut ve mahsur kaldığı gibi, sahibi de perde-i hicap ve haya altında kendisinin ıslahına çalışır. Lakin, vakta ki perde yırtılsa, haya atılır; hücum gösterilse, fenalık, fena tevessü eder. Ben Otuz Bir Mart Hadisesinde şuna yakın bir hal gördüm. Zîra, İslâmiyetin meşrûtiyet-perver ve hamiyetli fedaileri, cevher-i hayat makamında bildikleri nîmet-i meşrûtiyeti, Şeriata tatbik ile, ehl-i hükûmeti adalet namazında kıbleye irşad ve nam-ı mukaddes-i Şeriatı meşrûtiyet
kuvvetiyle îla ve meşrûtiyeti Şeriat kuvvetiyle ibka ve bütün seyyiat-ı sabıkayı muhalefet-i Şeriat üzerine ilka etmek için bazı telkinatta ve teferruatın tatbikatında bulundular. Sonra, sağı-nı solundan fark edemeyenler-haşa-Şeriatı, istibdada müsait zannederek tûtî kuşları taklidi gibi "Şeriat isteriz!" demekle, hakîki maksat ortada anlaşılmaz oldu. Zaten planlar serilmişti. İşte o zaman, yalan olarak hamiyet maskesini takınan bazı herifler, o ism-i mukaddese tecavüz ettiler. İşte cay-ı ibret bir nokta-i siyah! HAŞİYE
İşte bu nokta yüzünden, himmet oturmuş, ayağa kalkamamıştır. Şüphesiz, ard niyetlerin gürültüsü, hürriyet mûsikîsinin sadasını bozmuştur. Meşrûtiyet, sadece ismiyle az bir kısım insanlara inhisar ettirilmesi yüzünden, şerefinin asıl koruyucuları ondan ayrılarak çekilmişlerdir.
HAŞİYE: Gitme, dikkat et alihimmed olanlar o hadisede sükût ettiler. Garazkar cerîdeler, hakîki hürriyetin sadasını susturdular. Meşrûtiyet pek az adamların üstünemünhasır kaldı. Fedakarları da dağıldılar.
Kur’ân-ı Kerîm, Rabbimiz yüce Allah’ın bütün insanlara gönderdiği cihanşümûl, son ve en mükemmel talimat ve tebligâtıdır. Onu insanların, özellikle inananların dilinden kalbine aksedip hayatına hâkim olması için indirmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm, küfür, şirk ve tâğût gibi, Allah’ın varlığını ve hâkimiyetini inkâra ve talimatlarını terke yönelik her türlü düşünce ve hareketleri gündemden kaldırıp onun yerine insanları yalnız yüce Allah’a kul yapmak ve yalnız O’nun emirlerine uymak gayesiyle, okunması, anlaşılması, anlatılması ve gereğinin yapılması için indirilmiştir.
Çünkü Rabbimiz’in “Andolsun ki biz her ümmete, ‘Allah’a kulluk edin ve (vahye dayanmayan ve hevâsına göre davranan) tâğûttan kaçının’ diye tebliğde bulunan bir peygamber gönderdik!..” (16/36) buyruğu, bütün çağlara damgasını vuracak şekilde önümüzdedir.
Allah’ı tanımak, Kur’an’ı tanımakla; Kur’an’ı tanımak ise lafzını okumak, ilke ve esaslarını hayata geçirmekle olur.
“Allah var” deyip de yokmuş gibi yaşamanın, Kur’an’a inandığını söyleyip de Kur’an’sız bir yaşantının doğuracağı tehlikeden kendimizi ve neslimizi korumak mecburiyetindeyiz.
Tarihte müslümanların temiz, parlak ve örnek devirleri, Kur’an’a sadece sözle değil, kalpleriyle bağlanmaları ve öylece yaşamalarıyla mümkün olmuştur. Çünkü Kur’an’da Allah’ı, kendisinin bildirdiği şekilde bilmenin ve O’na kulluğun öğretisi var, ahlâk var, hürriyet esasları var, insanlar arası eşitlik ilkesi var, kral tanrıların değil, takvâlının üstünlüğü var, sosyal hayatta fert ve toplumun uyması gereken köklü kurallar var. Bunlar olmadan insanlık ve hatta müslümanız diye ortaya çıkanlar bile, nefislerinin/hevâlarının sürüklediği haksız davranışlardan, zulümden ve vahşetten kurtulamayacaklardır.
İslâm dünyasının bir türlü kendine gelememesinin asıl sebebi, Kur’an’dan ve onun uygulaması olan Sünnet’ten gereği gibi faydalanmamasıdır. Midesi ağrıyan kimsenin ilaç içmesi gerekirken, derisinin üstüne merhem sürmesi gibidir. Bundan dolayı toplumlarda göze çarpan anarşi ve ahlâk erozyonunun hepsi Kur’an kültür ve ahlâkından uzaklaşmanın, İslâm’ı kendi anlayışımıza göre yaşamamızın bir neticesidir. Ehl-i Kitab’ın en önemli sapma nedeni kendilerine gelen ilâhî vahyi atmaları, onu görmezlikten gelmeleri, işlerine gelmeyen kısımlarını tahrif etmeleri/değiştirmeleri ve bozmaları olmuştur.
Bütün kitap ve dinleri içine alan, son ilâhî kitabımız Kur’ân-ı Kerîm, sadece zihnimize hitap eden ve zihnen ilgi duymak ve inandığımızı söylemekle yetinmemiz gereken bir kitap değildir. O, bütün eylemlerimizde kendisine yönelmemiz ve yaşantımızda uygulamamız gereken bir kitaptır. Çünkü katılaşmış/taşlaşmış kalpler onunla yumuşar, çağlara açılan yol bu hakikat nûruyla aydınlanır
Bunun için şimdiye kadar eksik olarak ve taklit yoluyla aldığımız/öğrendiğimiz atalar müslümanlığından, artık İslâm’ın öngördüğü Kur’an ve Sünnet’in müslümanlığında devam etmek mecburiyetindeyiz. Kalplerin şifâsı ve toplumun arınıp temiz toplum olması için, sahâbe misâli onar âyet şeklinde, azar azar da olsa ciddiyet ve samimiyet içinde Kur’an’ı okumak ve gereğini yapmakla işe koyulmak gerekir.
Bunun için Kur’an’ı rehber, Hz. Peygamber’i asıl önder ve örnek edinerek yola çıkan ve “Kur’an kitabımdır.” diyerek hayatını onunla bütünleştirmek isteyenlerin teveccühü ve artan talebi sonucuFeyzü’l-Furkân adlı mealimizin ilk baskıları çok kısa bir sürede (Ankara 1989, 1991) bitti. İsteklere rağmen meali, yeniden ele alıp, Kur’an’ın iniş gâyesine uygun açıklamalar ve mesajlarla, mevcut emsal meallerden farklı olarak, uzun bir çalışma neticesinde hazırlayıp yayımlamayı Rabbim tekrar nasip etti (İstanbul 2001).
Şimdiye kadar yapılan mealler de, elbette büyük bir emek mahsûlüdür. Fakat âcizâne İmam-Hatip liselerinde, Kur’an başta olmak üzere, senelerdir tefsir derslerini okutmam ve bu ilimle de bir uygulayıcı olarak meşgul olmam dolayısıyla, şimdiye kadar başka mealler yazılmışsa da, bunların aşağıda işaret edilen kusurlarına düşmeksizin, ilim erbâbının, din görevlilerinin, dîne hizmet gâyesiyle yetişen her seviyedeki talebenin ve Kur’an’ı doğru anlamak isteyen halkın ihtiyacına daha uygun ve kolay cevap veren ve inananları da şüpheye düşürmeyen bir meal hazırlamak istedim. Eseri hazırlarken klâsik bir mealden ziyade, genel anlamda dünya tarihini dikkate alarak çağların hastalıklarını, Firavunları/kral tanrıları ve olaylarını, tevhîdi, şirk ve çeşitlerini, müşriklerin söylemlerini ve her çağda bu mantıkta olanları, şeytanın Allah’a baş kaldırış söylem ve hareketinin taraftarlarınca paylaşılmasını, kâfir ve münâfık tiplemelerini, Kur’an ve Peygamber birlikteliğini, hukûkî ve sosyal meseleleri açıklayan bir meal hazırlanması hedefini düşünerek bu çalışmayı yaptım.
Önceki meallerin tespit edebildiğim bazı özellikleri şunlardır:
1) Bir kısım meallerde kısa da olsa hiçbir açıklama yapılmamış (çıplak meal), hatta bazısında alışılmamış bir dil, bazısında ağır ve kapalı bir üslûp kullanılmıştır. Böylece Allah’ın murâdını anlamak, büyük oranda güçleşmiştir. Bu sebeple birçok kimse okuduğu mealleri anlamamış veya şer’î ilimleri ve Hz. Peygamber’i devreden çıkarmış, ilimsiz âlim kesilmiştir.
2) Kimi çalışmalarda, açıklamaların çoğunun dipnot hâlinde oluşu araştırmacıların dışında istifadeyi azaltmıştır.
3) Bazı meallerde âyetler, kelime karşılığı olan mânâlarından ziyade, esnek bir anlatım şeklinde tercüme edilmiştir.
4) Son zamanlarda yayımlanan bazı meallerde, teknik bakımdan uygun bir yol tutulmuşsa da, bir kısım âyetlere, bugün henüz kesinlik kazanmamış, hatta tenkit edilip ilmen çürütülmüş fikirlerle yorum getirilmiştir. Oysa bunu Allah’ın kudretiyle bağdaştırmak imkansızdır.
Bu tür fikirlere, sınırlı sayıda kişiler çağdaşlık adına iltifat etse bile, yine de onlar Kur’an’ın hükümlerinin bütününe (yanlış bilgilendirildiklerinin dışında) iltifat etmeyeceklerdir. Aynı zamanda bu yorum ve ifade şekilleri, inananları şüpheye düşürmekten başka bir işe yaramayacaktır.
5) Pek çok mealde ise çağın mânevî hastalıklarına ait açıklamalara yer verilmemiştir.
Bütün bunları göz önünde tutarak, çalışmamı aşağıdaki esaslar dâhilinde yürütmüş bulunuyorum:
1) Âyetlerde, kelimelerin âyet içindeki anlamına göre, Türkçe karşılığı verilmiş olup kelimenin ihtivâ ettiği diğer anlam parantez içine yazılmış, bunun için ayrıca lügatçe koymaya lüzum görülmemiştir.
2) Parantez içine yazılmış ifadeler hâriç tutularak okunduğunda âyet-i kerîmelerin, kelime kelime mealinin ortaya çıkması sağlanmaya çalışılmış, bununla birlikte, mealin hem parantez dışı hem de parantez içi kısımlarının birlikte okunmasının uygun olacağı fikri esas alınmıştır.
3) Böylelikle âyetlerin kelime anlamı lügate fazla ihtiyaç duymadan parantez dışından takip edilecek, parantez içlerindeki açıklamalarla da bir tefsire ihtiyaç duyulmadan, öz olarak anlaşılacaktır.
4) Âyetlerin tercümelerinin, gramer kâidelerine uygun olarak yapılmasına da dikkat edilmiştir. Yerine göre, zamirlerin mercîleri, tekil kelimelere ifade gereği olarak ilâve edilen çoğul ekleri ve bazı yardımcı kelimeler parantez içine yazılmıştır.
5) Âyetlerdeki mananın açıklığa kavuşması için, yer yer sebeb-i nüzûlüne (iniş sebebine), ihtivâ ettiği mesaja ve delâlet ettiği manaya uygun gerekli fıkhî, itikâdî ve tarihî açıklamalar yapılmıştır. Her seviyedeki insan bunları rahatlıkla anlayacak ve anlatacaktır.
6) İki türlü mâna taşıma ihtimali bulunan ve müfessirlerin de, her iki manaya delâletinden vazgeçmedikleri âyetlerde, kesinliğe daha yakın olan mânaya metinde yer verilmiş, diğerine ise dipnotta işaret edilmiştir.
7) Kıraat farklılıklarının mânaya tesirine yer yer işaret edilmiştir.
8) Bugünkü Tevrat ve İncil nüshalarındaki yanlış inanç şekilleri, ilgili âyetlerin dipnotunda gerekli görüldükçe belirtilmiştir. Bu hâliyle meal, kısa ve öz bir tefsir niteliği de taşımaktadır.
9) Âyetler arasında insicâma dikkat edilmiştir.
10) Dil itibâriyle ağdalı, yapmacık ve kullanılmayan kelimelere yer verilmemiştir.
11) Kur’an metninde olduğu gibi, mealde de secde âyetlerine ve ayn duraklarına işaret edilmiş, böylelikle meal okumak isteyenler için secde yerlerini tespitte ve konu bütünlüğüne riâyette yardımcı olunmaya çalışılmıştır.
12) İmlâ ve noktalama açısından günümüz insanının rahat okuyabileceği bir yöntem benimsenmiş; halk arasında sık kullanılmakta olan Türkçe’ye mâl olmuş kelimelerdeki inceltme ve uzatmalar belirtilmemiştir.
13) Özellikle konuların bir bütün hâlinde anlaşılması ve Kur’an’ın Kur’an ile tefsiri açısından ilgili âyetler arasında atıflar yapılmış; iki âyet aynı konudan bahsediyorsa “bk.”, birbiriyle ilgili konularda ise “krş.” şeklinde gösterilmiştir.
14) Mealden daha fazla istifade edilmesini sağlamak üzere, değişik açılardan fihristler ve kapsamlı bir dizin hazırlanmıştır.
15) Sûrelerin ana konularını ihtivâ eden bir indeks ilâve edilmiştir.
Bununla birlikte yine de tam anlamıyla doğruya ve mükemmele ulaşmak insan gücünün üstündedir. Bu sebeple, göze çarpacak yanlışlıkların ilim erbâbı tarafından halisâne bir davranışla bildirilmesi halinde, onlara minnettar kalacağımı şimdiden ifade etmek isterim.
Bu uğurda riyâdan uzak bir şekilde, samimi bir niyet ve gayretle eserler ortaya koyan üstadlarımın ve ilim erbâbı kardeşlerimin çalışmalarının meşkûr, amellerinin makbul olmasını; mü’min kardeşlerimin bu ilâhî kaynaktan feyiz alıp gereğince amel etmelerini; bu sâyede Cenâb-ı Hakk’ın hepimizi rızâsına kavuşturmasını niyâz ederim. Tahsilimde maddî ve mânevî desteklerini esirgemeyen anne ve babama, Kur’an hâfızlığımda, tashîh-i hurûf tâlimimde (1947-1950), başta Arapça olmak üzere din ve fen ilimleri tahsilimde (1950-1963), kıraat-i aşere öğrenimimde (1968-1970) kendilerinden feyiz ve nasip aldığım üstadlarıma yüce Allah’tan rahmet ve mağfiret niyâz ederim.
Özellikle, İslâm ve Kur’an sevgisini insanlara ulaştırma yolunda rûhunu teslim eden muhterem Mahmud Esad Coşan Hocaefendi’nin aziz hatırasını yâd ederek, bu çalışmanın seçkin bir heyet tarafından yeniden gözden geçirilmesi, yaptığımız yeni düzenleme ve ilâvelerle bu baskının yapılıp yayımlanmasındaki himmetleri dolayısıyla kıymetli öğrencim Muharrem Nureddin Coşan Hocaefendi’ye, Server İletişim yetkililerine ve bundan önceki baskılarda hâlisâne emeği geçen bütün güzîde dostlarıma şükranlarımı arz eder, hizmet ve katkılarının her bir harfine sayısız ecirler dilerim.
Mekke döneminde nâzil olmuştur. Yedi âyettir. Kur’ân-ı Kerîm’in başlangıç sûresi olduğu için “açan” anlamında Fâtiha şeklinde anılmıştır. Aynı zamanda “Ümmü’l-Kitâb” (Kitab’ın anası/özü), “el-Esâs” gibi adları da vardır.
1. Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
2. Hamd(in övme ve övülmenin her türlüsü), âlemlerin (tek) Rabbi[1] olan Allah’adır.
3. (O) Rahmân’dır (dünyada bütün yaratıklara bol merhamet edendir), Rahîm’dir (âhirette yalnız mü’minlere acıyıp mağfiret edecek olandır).
4. Din gününün (âhirette hesap ve karşılık görme gününün) mâliki/hükümrânıdır.
5. (Ey Rabbimiz!) Yalnız sana (ibâdet ve itaatle) kulluk eder ve (her hal ve ihtiyacımızda) ancak senden medet umar/yardım dileriz.[2]
6. Bizi doğru yola (İslâm’a) ilet (İslâm ile yaşat).
7. Kendilerine (lütfundan) nimet verdiğin kimselerin yoluna (ilet); [4/69] (emirlerine âsi olmuş ve) gazaba uğramışların ve sapıtanların değil (Yâ Rabbi).[3] (Âmin…)[4]
[1] Rablık bir insan, bir toplum veya birşey üzerinde otorite iddiasında bulunmaktır. Rab aynı zamanda besleyen, büyüten ve varlığı devam ettirme gücüne sahip olandır. Kurumsal olarak kâinatta her türlü otoritenin asıl kaynağı, sahibi ve hayata hükmü geçerli olandır, ki O da ancak Allah’tır. O’nun emrini beğenmemek ve dışlamak Allah’ı Rab olarak tanımamaktır. [bkz. 6/102; 33/36; 41/30; 46/13]
[2] Bu âyet inananların Allah’a verdiği bir taahhüttür. Bilmemiz gerekir ki Allah’a kulluk, yalnız O’na ibadet etmekle değil, hem ibadet hem de emir ve yasaklarına itaatle gerçekleşir. Çünkü Allah, yalnız ibadet ilâhı değildir. Bunun içindir ki İslâm “lâ ilâhe illallah” ile başlar, “iyyâke na‘büdü” ile yürürlüğe girer. Kur’an’da birçok yerde Allah’a kulluk emredilir. Çünkü insanları, bütün emirlerine itaatte kul etme hakkı ancak O’nundur. Zaten Allah da insanları bunun için yaratmıştır (51/56). Çünkü Bir’e kul olmayan bine kul olur; Allah’a kullukta yücelik ve hürlük, kula kullukta ise esaret ve küçülme vardır. Seyyid Kutub, tefsirinde; “Öyle bir zaman gelir ki insanlar, Allah’ı sözde inkâr etmeyebilir, O’na ibadeti de terketmezler ama o ibadeti ya birine gösteriş olarak yaparlar, ya helal ve haramı (serbestlik ve yasakları) tayin ve ilanda, başkalarının İslâm’a
aykırı emirlerine istekle itaat ederler, ya da İslâm’a aykırı olarak bir kimseye sığınmak ve ondan bir pâye elde etmek isterler ki (4/139; 35/10) bu durumda onları rab kabul etmiş, onlara tapmış ve kulluk etmiş olurlar (9/31). Böylece ‘müslümanım’ dedikleri halde –Allah korusun– şirke düşerler.” der. “İslâm öncesi Arap müşrikleri de ideolojileri yönünden Allah’ı inkâr etmiyorlar fakat O’nun, hayatlarında hükümleri geçerli olan Rab olmasını kabul etmiyorlardı. İşte Allah’a Rab, Mâlik (Hükümran) ve tek İlâh olarak (112/1-4) inanmamak şirk olur.” (Seyyid Kutub, VIII, 284). [bkz. 2/107, 138; 5/52; 6/102; 12/40, 106; 16/49, 52; 29/25; 39/64, 65; 40/60; 41/30; 43/84; 46/13]
[3] Yahudiler, hıristiyanlar ve diğerleri gibi. [bkz. 2/90; 5/77; 58/14] Yahudiler dinlerini merasimleştirdiler, peygamberlerini küçük düşürdüler, devre dışı bıraktılar, hakaret ettiler, hatta bazısını öldürdüler. Hıristiyanlar ise peygamberlerini ilâhlaştırdılar. “Din vicdan işidir.“ diye onu vicdanlara hapsettiler ve dini dünyevîleştirdiler. Halbuki inancın/dinin, kişinin iç dünyasına ait birşey olduğunu söyleyip onu vicdanla sınırlı bir alan içine hapsetmek ve kişiyi, dînî yaşamından engellemek yanlış ve geçersizdir. Çünkü vicdanda olan herşey her yerde var demektir. Bu yönden bunu hegemonik/baskıcı usul ve üslupla bastırmak insan onurunu zedeleyen bir tavır olmuştur.
[4] Âmin, “Öyle olsun, kabul eyle” anlamındadır ve “âmin” demek sünnettir. Sesli namazlarda Hanefîler’de imam ve cemaat sessiz; Mâlikîler’de yalnız cemaat sesli; Şâfiî ve Hanbelîler’de imam ve cemaatin sesli okumaları menduptur. Besmele, İmam Şâfiî’ye göre sûreye dahil sayıldığından sesli namazlarda açıktan okunur. İmâm-ı Âzam ve Mâlik’e göre yedinci âyet “gayri’l-magdûbi…”dir.
1 . Mukaddes Kitabımız Kur’ân-ı Kerîm Allah Kelâmıdır
Kur’ân-ı Kerîm’de eksiklik ve fazlalık yoktur. Vahyedildiği hâli ile korunmuştur. Allahu Teâlâ onu, Resûlü Muhammed’e (sas.) Cebrail (as.) vasıtasıyla Arapça olarak indirmiş ve Resûlü’nü de bütün âlemlere rahmet olarak göndermiştir. Onun indirilmesiyle bütün dinlerin hükmü ortadan kalkmış, böylece Kur’ân-ı Kerîm, akıl sahiplerinin kıyâmete kadar uyması gereken tek kitabı olmuştur. O, İslâm hukukunun ilk ve değişmez kaynağıdır. Kur’ân-ı Kerîm’in hükümleri, insanların Allah’a ve birbirlerine karşı görevlerini bildiren ilâhî kanunlardır.
Kur’ân-ı Kerîm, bütün insanları, inkârcılığın ve sapıklığın her türlüsünü bırakıp bir tek Allah’a inanmaya ve O’na teslim olup kulluk etmeye davet eder. Açık delillerle Allah’ın varlığını ve birliğini ortaya koyar. Ancak düşünmesi sayesinde bir değer kazanan insanı, hem kendisi hem de kendisini kuşatan engin kâinat hakkında düşünmeye, nihayet hepsinin asıl yaratanı olan O yüce Allah’a imana çağırır.
Kur’ân-ı Kerîm, her seviyedeki insana o özelliği ile hitap eden ilâhî bir kitaptır. Beşerî sistemler birbirini yıkarken, ilâhî kaynaklı ve zaman üstü erişilmez sistem, dünya ve âhiret hayatında bütün insanların saadete erişmesi için devam edecek; ona gerçekten tutunanlar kurtulacak, bütün kötülüklerden arınacaktır.
Kur’ân-ı Kerîm insanı değerlendirirken, onu, aile, cemiyet, ahlâk, sosyal hayat ve bütün bir kültür ortamı içinde ele alır. Aynı zamanda insan hayatına tesir eden maddî ve mânevî âmillere de gerekli önemi verir.
İslâm dîni, bütün hayat gücünü Kur’an’dan alır. Bu itibarla müslümanlar, hem inanç ve düşünce hayatlarında hem de beşerî ve ahlâkî münasebetlerinde takip etmeleri gereken yolu Kur’an’dan öğrenirler. Çünkü Kur’an hem ferdî hem de sosyal hayatın gerekli prensiplerini ihtiva eder.
Yüce Allah “(Resûlüm!) Kendilerine okunan (bu) Kitab’ı, sana bizim indirmemiz onlara yetmiyor mu? Hiç şüphesiz bunda inanan bir toplum için elbette (büyük) bir rahmet ve (kulluğunu yerine getirmede) bir öğüt/bir hatırlatma vardır.” (29/51) buyurarak; Kur’an’ın insanlara her hususta kâfî geleceğini, ilminde, kudretinde, hüküm ve hikmetinde ve her hususta tek galip olduğunu bildirmektedir. Bunun içindir ki “Onlar Kur’an(ın söyledikleri) üzerinde düşünmezler mi? Yoksa kalpleri(nin) üzerinde kilitler mi var?” buyurur (47/24).
Şüphesiz bu prensiplere göre hareket etmek de ancak, Kur’an’ın manasını iyice anlamak ve onun üzerinde düşünmekle olur. Kur’an’ı sadece evlerde ve mezarlarda okumak, süslü kılıflarla duvarlara asmak insanları sorumluluktan kurtarmaz. Çünkü Kur’an’da “(Kur’an) mübarek bir kitaptır ki onu sana, âyetlerini iyiden iyiye düşünsünler ve aklı olanlar öğüt (ve ibret) alsınlar diye indirdik.” (38/29) buyurulmaktadır. Ayrıca Kur’an’ın pek çok âyetinde onun okunup anlaşılması emredilmektedir. Öte yandan pek çok hadîs-i şerîfte güçlükle de olsa Kur’an’ın okunup ezberlenmesi teşvik edilmiştir. Kur’an’ın mü’minin hayatındaki önemi dolayısıyladır ki Arapça bilmeyenler de, güvenilir meallerden Kur’an’ın mealini mutlaka okumalıdır, denilmiştir.
2. Kur’ân-ı Kerîm’in Tercüme Edilmesi ve Kendi Lafzıyla Okunması
Kur’ân-ı Kerîm, Peygamber Efendimiz vasıtasıyla bütün insanlara ulaştırılması için gönderilmiştir. Allahu Teâlâ Resûlü’ne “Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni (tamamen) tebliğ et (bildir). Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Şüphesiz Allah, inkârcılar toplumunu doğru yola iletmez.” (5/67) buyurmuştur. Peygamber Efendimiz’in risâleti (mesajı) bütün insanlaradır, umûmîdir. Bundan dolayı Kur’ân-ı Kerîm’i tebliğ için, hazırlayanın gerekli yeterliliğe sahip olması şartı ile onun bütün dillere çevrilmesi, uygun hatta zorunlu görülmüştür. Ancak Hanefî ulemâsı, tercümenin Kur’an’ın yerini asla tutamayacağından, tercümenin bir meal olmak üzere Arapçası ile birlikte yazılmasını şart koşmuştur.
Merhum İzmirli İsmâil Hakkı, Meânî-i Kur’ân (I-II, İstanbul, Millî Matbaa, 1927; Eren Yayıncılık, 1977) adlı tercümesinin önsözünde “Kur’ân-ı Mübîn’i tercüme câizdir, bunda asla şüphe ve ihtilaf yoktur.” demektedir.
Bu konuda Mahmud Esad Efendi de “Evet Kur’an, mealen tercüme edilebilir ama namazda Arapça okumak şartı ile.” demiştir. İşte, Allahu Teâlâ’nın neler buyurduğunu bilmek istiyorsak ve onu aslî dilinde anlayamıyorsak, mealini okumamız ve dinlememiz gerekir. Fakat ibâdette ise Kur’an’ı yine kendi diliyle okumamız zorunludur.
Nitekim bugün Avrupa halkının çoğunluğu Latince bilmediği halde, Katolik dünyası ibâdet ve duasını Latince yapar. Çünkü mukaddes kitapları Latince’dir.
Netice olarak diyebiliriz ki; Kur’ân-ı Kerîm, yalnız mânasıyla değil, lafzıyla da Kur’an’dır. Yani her iki yönden ilâhîdir. Onu anlamak için mealen tercümesi yapılır. Fakat hiçbir zaman Kur’an’ın tercümesi Kur’an değildir ve namazda Kur’an yerine okunamaz. Bunun için namazda kendisini, namaz dışında hem kendisi hem de tercümesini okuyarak her iki sorumluluğumuzu da yerine getirmemiz gerekmektedir.
3. Kur’ân-ı Kerîm’in Eşsizliği (İ’câzı)
Kur’ân-ı Kerîm hem lafız hem anlam bakımından Allah’a ait yani Rabça bir ifade ve üslûba sahip olduğundan, onun bir benzerini, değil başka milletler, Araplar dahi yapamamışlardır. Hatta bu amaçla hummalı bir yarışma içerisine girmişler, ne var ki bu çabalar mağlubiyet ve Hakk’a teslimiyetle son bulmuştur.
Kur’ân-ı Kerîm’de, Hak Teâlâ onu küçümseyenlere karşı “Yoksa ‘onu (o Kur’an’ı) kendisi uydurup söyledi’ mi diyorlar?.. Hayır! Onlar (bu tavırlarıyla) iman etmezler. Eğer (onlar) doğru söyleyenler iseler onun gibi bir söz getirsinler!” buyurur (52/33-34).
Hûd sûresinin 13. âyetinde Cenâb-ı Hak, insanları Kur’an’ın benzeri on sûre getirmeye davet etmiş, Bakara sûresinin 23. âyetinde de “Eğer kulumuz (Muhammed’)e indirdiğimiz (Kur’ân-ı Kerîm’)den şüphe ediyorsanız, (haydi!) siz de onun benzeri bir sûre getirin. Eğer (iddianızda samimi iseniz, Allah’dan başka bütün yardımcılarınızı da çağırın.” şeklinde onlara meydan okumuştur. Fakat hemen sonra gelen âyet-i kerîme ile “Eğer bunu yapamazsanız, ki hiçbir zaman yapamayacaksınız; yakıtı insanlar ve taşlar olan, kâfirler için hazırlanmış ateşten sakının.” buyurarak, onların âcizliklerini ve âkıbetlerini ortaya koymuştur.
Kureyş’in meşhur şairlerinden olan Velîd b. Muğîre, bir gün Peygamber Efendimiz’i “peygamberlik sevdasından vazgeçirmek” hayaline kapılarak huzuruna gitmişti. Fakat Resûl-i Ekrem Efendimiz tarafından kendisine okunan âyetleri dinledikten sonra, büyük bir hayret içinde geri dönmüş ve başına toplanan halka hitaben cemaat! Bilirsiniz ki ben şiirlerin bütün çeşitlerini bilirim. Belâgatlı sözleri benim kadar takdir edecek yoktur. Yemin ederim ki Muhammed’e inen âyetler, bizim bildiğimiz sözler kabilinden değildir. Onlarda öyle yüksek bir belâgat, bir letâfet var ki onlar bütün sözlerin üzerindedir, onlara üstün gelecek bir söz bulunamaz.” diyerek hakikati itiraf etmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm öyle bir mucize kitaptır ki maddî, mânevî, ilmî, edebî, ahlâkî, içtimâî, iktisâdî ve tarihî birçok hakikatleri içine almaktadır. Asırlar geçtikçe ilimlerin, keşiflerin, buluşların artması, sadece ve sadece onun daha iyi tefsirine ve anlaşılmasına yarayacaktır. Her şeyden çabuk usanan insan, dünya durdukça onu bıkmadan usanmadan okuyacak, okutacak, anlayacak ve anlatacaktır.
Kur’ân-ı Kerîm, Allah katından Resûl-i Ekrem’e 40 yaşında iken (m. 610) Ramazan ayında mübarek bir gecede, Kadir gecesinde Hz. Cebrail vasıtasıyla indirilmeye başlanmış ve 22 sene 2 ay 22 günde tamamlanmıştır.
Kur’ân-ı Kerîm’in bu kadar zamanda inmiş olmasında bir takım hikmetler vardır:
1) Kur’ân-ı Kerîm’in hem ezberlenmesi ve yazılması hem de etrafa yayılması kolaylaşmıştır.
2) İhtiva ettiği hükümlerin hepsini birden daha yeni iman etmiş kimselere yüklemek hem çok ağır gelecek hem de henüz sayıları çok az durumda olan müslümanlar hemen cihad etmek mecburiyetinde kalacaklardı. Dolayısıyla Kur’an’ın peyderpey indirilmesi pedagojik ve psikolojik açıdan daha uygundur. Cenâb-ı Hak da “Yine biz, Kur’an olarak onu, insanlara sindire sindire (ve ağır ağır) okuman için (âyet âyet, sûre sûre) ayırıp (gerektikçe) peyderpey indirdik.” (17/106) buyurarak bu hikmeti açıklamıştır.
Kur’ân-ı Kerîm’in tespiti hemen anında yazılması ve ezberlenmesi şeklinde oluyordu. Bir âyet-i kerîme nâzil olunca Peygamberimiz, onu ashabdan vahiy kâtiplerine, deri üzerine, enli düz taşlar ve diğer malzemelere huzurunda yazdırır, bir nüshası kendi evinde kalırdı. Diğer taraftan bu vahyedilen âyetler hâfızlarca da günü gününe ezberlenirdi. Vahyedilen âyetlerin gerek yazılırken ve gerekse ezberlenirken hangi sûrenin neresinde kaçıncı âyet olarak yer alacağı ve nasıl tertip edileceği, Hz. Cebrail’in bildirmesi ve Resûl-i Ekrem’in göstermesi ile tevkîfî olarak tespit edilirdi.
Şu kadar var ki vahyin devam etmesi sebebiyle âyetler her ne kadar gösterilen tertibe göre yazılmış ise de hem dağınıktı hem de sûreler tertip edilip bir mushafta toplanmamıştı.
Bu böyle olmakla beraber, Hz. Peygamber’in her Ramazan ayında 10 gün itikâfa çekilip o zamana kadar vahyedilen Kur’an’ı Hz. Cebrail’e okuduğunu, Cebrail’in de kendisine okuyup karşılaştırma yaptığını Hz. Fâtıma (r.anhâ) şöyle anlatır:
“Peygamber bana gizlice ‘(Kızım), her sene Cebrail, Kur’an’ı benimle arza yapar (karşılaştırırdı), bu sene iki sefer karşılaştırma yaptı. (Buradan hareketle) muhakkak ecelimin yaklaştığını sanıyorum.’ buyurdu.”
Hz. Ebû Hureyre de “Resûlullah (sas.) her sene bir defa, vefât ettiği sene iki defa arza (Cebrail’le karşılaştırma) yaptı ve her sene 10 gün, vefât ettiği yıl ise 20 gün itikâfa girdi.” buyurmuşlardır.
5. Kur’ân-ı Kerîm’in Kitap Halinde Toplanması
Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ebû Bekir’in halîfeliği devrinde, dinden dönenlere karşı yapılan Yemâme savaşında (m. 633) 70 kadar hâfız şehid olmuştu. Bu hal Hz. Ömer’i telaşa düşürdü. Çünkü insanlar savaş yapmak mecburiyetinde kalabilirler; buralarda da pek çok hâfız/kurrâ şehid olabilirdi. Bunun için Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir’e müracaat etti. O da teklifi yerinde bularak, Hz. Peygamber’in çok sevdiği vahiy kâtibi Zeyd b. Sâbit’i (ra.) çağırarak bu görevi ona verdi. O da bir yandan eldeki çeşitli malzemelere yazılmış mevcut nüshaları bir araya getirdi. Diğer taraftan Hz. Peygamber’in huzurunda Kur’an âyetleri yazmış bulunanları, sahabeden iki âdil şâhidin şâhitliği ile kabul etti.
Böylece, eldeki bütün yazılı âyetleri Zeyd b. Sâbit (ra.) kendisinin ve hâfızların ezberleriyle karşılaştırdı. Artık Mushaf’ın eksiksiz olduğu hususunda tam emniyet hâsıl oldu. Sonunda her sûre ve âyetleri vahiyle belirlenmiş sıraya göre ve Kureyş lehçesiyle bir kitap hâlinde yazıldı ve adına “Mushaf” denildi. Bunun yanında Kur’ân-ı Kerîm, Hudâ, Furkân, Zikr, Nûr, Hakîm gibi adlarla da anılmıştır.
Hz. Ebû Bekir vefat edince bu Mushaf, Halîfe Hz. Ömer’e teslim edildi.
Nihayet Hz. Osman halîfe seçilince nüsha ona intikal etti. O da İslâm’ın yayılması ile Kur’an’ın metninde bazı değişik okuma/kıraat farklarına ve ihtilaflarına meydan vermemek için, yine Hz. Zeyd b. Sâbit’in başkanlığında bir heyet kurup sûreleri son arzaya uygun olarak (geliş sırasına göre değil de aralarındaki ilgiye göre tertip edip) birkaç (4-5 veya 7-8) nüsha yazdırarak bazı büyük vilayetlere gönderdi. Hz. Ömer’den intikal eden asıl nüsha, tekrar kızı Hz. Hafsa’ya iade edildi. İşte kıyâmete kadar Allahu Teâlâ’nın muhafazası altında olan yüce kitabımız Kur’an böylece toplanıp tertip edilmiş oldu.
Halbuki diğer ilâhî kitaplardan Tevrat, Hz. Musa’dan en az 750 sene sonra bir kitap halinde toplanabilmiştir. Hz. Davud’un da genellikle milattan önce XIII. asırda yaşadığı kabul edilmektedir. Tevrat ve Zebûr’a, birlikte “Ahd-i Atîk” denilmiştir. Milattan önce 1200 yılında yazılmaya başlanmış ve yazımı bin yıl kadar sürmüştür. “Ahd-i Cedîd” denilen İncil de hemen yazılmamış, milattan sonra 110 tarihinde yazıya geçirilmeye başlanmıştır. 325 yılında İznik Konsili’ne 400’e yakın İncil nüshası getirilmiş fakat Hz. İsa’nın tanrılığını yazan ve papazların kendi isimlerini alan (dört) İncil kabul edilmiştir.
Görülüyor ki artık asılları ilâhî olan bu kitaplar, yeni şekliyle, mensupları tarafından Allah’ın sözünü hatırlayabildikleri ve bulabildikleri kadar eksikli fazlalı ve aslı değiştirilmiş şekliyle meydana getirilmişlerdir.
İşte Kur’ân-ı Kerîm, onların hem aslını tasdik etmiş, yenilemiş hem de onlar gibi yalnız inançlar manzûmesi olarak kalmamış, inananların yaşayışlarına ait sosyal ve hukûkî esaslar da getirmiştir.
II – MUSHAF’A NOKTA VE HAREKE KONULMASI
Hz. Osman zamanında Kureyş hattı ile yazılan Kur’ân-ı Kerîm nüshalarında nokta ve hareke yoktu. Her ne kadar bu hal, Araplar için bir güçlük değil idiyse de, Müslümanlığın Arap olmayan milletlere yayılması ile okuma güçlükleri doğmuştu.
Bunun üzerine Emevî hükümdarı Abdülmelik zamanında (v. 65/684) görevlendirilen Ebü’l-Esved ed-Düelî (v. 69/688) Kur’an’da önce nokta yerlerini hareke ile belirtti. Bundan sonra çalışmalar devam etti. Irak emîri Haccâc zamanında da Yahyâ b. Ya’mer (v. 65/684) ile talebesi Nasr b. Âsım el-Leysî (v. 89/707) noktalama işini geliştirip bugünkü nokta ve harekeleri koydular. Hemze, şedde, sıla, revm, işmâm ve diğer işaretler de Halil b. Ahmed (v. 175/791) tarafından konuldu.
Sûre şeref, yüksek rütbe veya binanın kısmı anlamlarına gelir. Tefsir ilmine göre sûre Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerden meydana gelen bölümlerine denilir. Sûrelerin sayısı güvenilir bilginlerin icmâı ile 114’tür.
Âyet sözlükte alâmet, işaret, ibret, delil ve mûcize anlamlarına gelir. Tefsir ilminde sûrelerin bir mâna veya bir hükmü ifade eden her bölümüne âyet denilir. Yukarıda da işaret edildiği üzere, âyetlerin yerinin tespitinin tevkîfî olduğu hususunda icmâ-ı ümmet vardır. Sûrelerin yerlerinin tespitinin tevkîfîliği ise tartışmalı olup bazılarınca Hz. Peygamber tarafından, bazılarına göre ise sahabenin icmâına göre tespit edilmiştir.
Âyetlerin sayısı Zemahşerî’ye göre 6666 olup yaygın olarak kabul edilen görüş budur. Bazılarınca ise âyet sayısı bundan daha azdır. Bugün yaygın olarak bulunan Mushaf’ta 6236 âyet vardır. Genel değerlendirmeye göre âyetlerin bini emre, bini nehye, bini va’de, bini va’îde (tehdîde), bini haber ve kıssalara, bini mesel ve ibretlere, beş yüzü ahkâma (helal ve haramlar), yüzü tesbih ve duaya, altmış altısı nasihate dairdir.
Kur’an’ın kelimelerinin sayısı ise, Medinelilerce 77.934; Mekkelilerce 77.437’dir. Fadl b. Şâzân’ın Atâ b. Yesâr’dan naklettiğine göre ise 77.439’dur.
Öte yandan, sûrelerin Mekkî veya Medenî oluşu konusunda da farklı görüşler ileri sürülebilmiştir. Bu da, isimlendirmenin vahyin nâzil olduğu mekanın dikkate alınması, hicretin nazar-ı itibara alınması ve âyetin hitap ettiği kesim ve üslûbun dikkate alınması gibi farklı yaklaşımlardan kaynaklanır. Yine sûrenin tamamı Mekkî veya Medenî olabileceği gibi, ağırlıklı vasfın arasında bazı âyetler genelden farklı da olabilir.
Sûreler uzunluklarına göre de tasnif edilir. Fâtiha sûresinden sonra gelen yedi uzun sûreye es-Seb’t-tıvâl, âyetleri yüzden fazla olana el-Mi’ûn, âyetleri yüzden aşağı olan sûrelere el-Mesânî, kısa sûrelere de Mufassal denilir.
IV – KUR’AN’IN KIRAATLERİ
Peygamber Efendimiz’e indirilen, Fâtiha’dan başlayıp Nâs sûresinin sonuna kadar Mushaflarda yazılan, tevâtürle nakledilen, tilâvetiyle ibâdet edilen, kendisine has özellikler taşıyan ve benzerinin yapılması konusunda herkesi âciz bırakan ilâhî kelâm şeklinde tanımlanan Kur’ân-ı Kerîm’in lafızlarında, harflerinde ve edasındaki değişik rivâyet hususuna, diğer bir ifadeyle kelimelerdeki med, kasır, hareke, sükûn, nokta ve i’rab bakımından değişik okumaya “kıraat” denilir. Bu hususta küçük farklılıklar olsa da oluşumların esası/mihveri birdir. Ashâb-ı kirâmdan bu hususta hem senetleri sahih, hem de tevâtür derecesine ulaşmış rivâyetler “yedi tarîk/kıraat” (yedi okunuş şekli) toplandı ki, bunlara “Kıraat-i Seb’a” denilmiştir.
Sonra buna senedi sahih olmakla beraber tevâtür derecesine ulaşmasında ihtilaf edilen üç kıraat daha ilave edilerek kıraatler 10’a yükselmiş ve hepsine birden “Kıraat-i Aşere” denilmiştir.
Her kıraatin bir imamı ve meşhur olan iki râvisi vardır. Dünyada genellikle Türkiye’deki gibi Kıraat-i Âsım ve Rivâyet-i Hafs tarîki okunur. Kuzey Afrika’nın bir çok yerinde Kıraat-i Nâfi’ ve Rivâyet-i Verş, Sudan’da Ebû Âmir Kıraati okunur. Diğer kıraatlerin ayrıca okuyucusu kalmamışsa da bir ilim olarak muhafaza edilmekte ve öğretilmektedir. Günümüzde de şere” öğrenip okuyanlar bu 10 kıraati tatbik edip okumaktadırlar.
Cenâb-ı Hak bizleri Kur’ânı Kerîm’in lafzından ve mânasından faydalandırsın. Her an Kur’ân-ı Kerîm’in feyiz pınarından kana kana içmeyi nasip eylesin (Âmin).
Binaenaleyh sen,semerei mesaini görüp görmeyeceğini hisaba almıyarak çalış, bu uğur da can vermek de lazım gelse vazifen olan tebliği yap ilersini bize bırak. Hak Dini Kur'an Dili cilt.4.sy.3004,3005.
Medine döneminde nâzil olmuştur. 286 âyettir. Yalnız 281. âyeti Mekke’de, Vedâ Haccı’nda inmiştir. Adını 67-71. âyetlerinde zikredilen ve İsrâiloğulları’nın, bir cinayetin fâilini bulmak için kesmeleri emredilen “bakara” (inek) olayından almaktadır.
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
1. Elif, Lâm, Mîm.[1]
2. Bu, (öyle bir) kitaptır[2] ki onda (ve onun İlâhî kelâm olduğunda)[3] hiç şüphe yoktur. O, muttakîlere (Allah’ın emirlerine uygun yaşamak/aykırı davranmaktan sakınmak isteyenlere)[4] doğru yolu gösteren (öğreten)dir.
3. O (takvâ sahibi) kimseler ki, gayba[5] (Allah’a, meleklere, âhirete, vahye, Allah’ın takdirine) inanırlar, namazı dosdoğru/gereğine uygun kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de (gereken yerlere Allah için) verirler.
4. Yine onlar, (Hak katından) sana indirilen (Kur’ân-ı Kerîm’)e ve senden evvel indirilenler(in asılların)a iman edip âhirete de kesinlikle inanırlar.[6]
5. İşte onlar,[7] hem Rableri tarafından (gösterilen) dosdoğru yol üzere olan hem de kurtuluşa/murada erenlerin ta kendileridir.
6-7. (Allah’ın birliğini, hâkimiyetini ve Kur’an’ı dışlayıp) küfre sapanlara gelince, şüphesiz ki onları (başlarına gelecek ile korkutup) uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir; (üzülme, bilesin ki onlar) inanmazlar. Allah, onların (inkârcı niyet ve eylemlerinden dolayı) kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerine de (ilâhî hakikatlere karşı) perde inmiştir.[8] Ve onlar için büyük bir azap vardır. [krş. 7/179; bk. 2/161-162]
8-9. İnsanların bir kısmı da (münâfıkdırlar; onlar kalpten) inanmadıkları halde (dilden) “Allah’a ve âhiret gününe inandık.” derler (ve akıllarınca) Allah’ı ve inananları aldatmaya çalışırlar. Halbuki onlar ancak kendilerini aldatırlar da farkında bile olmazlar. [bk. 2/165, 204, 207]
10. Onların kalplerinde (batılı sevme, maddeperestlik, dünyevîlik, şüphe, münâfıklık ve küfür gibi mânevî ölüme götüren) bir tür hastalık vardır. Allah da onların (bu) hastalığını artırmıştır. (İnanıyoruz diye) yalan söylediklerinden dolayı onlar için dayanılmaz bir azap vardır. [bk. 4/142-143]
(Çünkü yalan münâfıklık alametlerinin ilkidir.)
11. (Kendilerine:) “Yeryüzünde (Allah’ın emirleri dışına çıkarak) sakın fesat çıkarmayın (bozgunculuk yapmayın)!”[9] denildiği zaman: “Bizler sadece düzeltenleriz.” derler.
12. İyi bilin ki (Allah’ın hükümlerini beğenmeyip aykırı hareket ettiklerinden dolayı toplumda) asıl bozguncu onlardır. Fakat (bunun) farkında değildirler.
13. Yine onlara: “(Gerçek mü’min) insanların iman ettiği gibi (samimi olarak) iman edin.” denildiği zaman: “Biz ille de, o sefih (ahmak) kimselerin inandığı gibi mi iman edelim? (Bizimki bize yeter.)” derler. İyi bilin ki, asıl sefih olanlar kendileridir. Fakat (bunu) bilmezler.
(Bu âyet-i kerîmedeki iman teklifi münâfıklaradır. Allahu Teâlâ onların samimi olarak iman etmelerini istemektedir. Onlar ise kalplerindeki sahte imanı Allah’ın bildiğini düşünmeyerek kendilerini elit, seçkin tabakadan görerek, bu zırha bürünüp, samimi müslümanları küçük görüyorlardı. Ayrıca kâfirler de iman etmemek için aynı bahaneyi ileri sürüyorlardı. Çünkü o samimi mü’min (sahâbî)ler bir cihadda veya bir infakta varlıklarını derhal ortaya koyuyorlardı. Onlar ise, hem Allah ve Resûlü’nün buyruklarına, iş ve menfaatlerine uygun olduğu kadarıyla ve göstermelik itaat ediyorlar hem de İslâm’ı içlerine sindiremedikleri için, dîne ve o mü’minlere karşı düşmanlıklarını çeşitli engellemelerle gösteriyorlardı. İşte yüce Allah, emirlere intibak ve uyma kabiliyetine sahip olmadıkları için sefihlik ve budalalık sıfatlarını onlara iade etti.) [bk. 26/111]
14. Ama (münâfıklar/Müslümanlık’tan geçinenler) mü’minlere rastlayınca: “Biz de (sizin gibi) iman ettik.” derler. Fakat kendi şeytan (gibi olan yandaş)larıyla başbaşa kaldıklarında: “Şüphe yok ki biz (fikir ve ideolojide) sizinle beraberiz, biz sadece onlarla alay etmekteyiz.” derler. [krş. 2/76; 57/12-14]
15. Allah da onların alaylarına mukâbele eder (hakettikleri karşılığı verir) ve onlara azgınlıkları/isyanları için de (bir müddet) mühlet verir; onlar da (bir ceza olarak) şaşkınca bocalayıp dururlar. [krş. 15/95]
16. İşte onlar, hidayete (doğru yola) karşılık, (niyet ve tavırlarıyla kâfirler safında yer alıp) sapıklığı satın alan (tercih eden) kimselerdir ki onların (bu) alışverişi, kendilerine kâr sağlamadığı gibi doğru yolu da bulamadılar. [krş. 17/7]
17. Onların (münâfıkların) durumu (karanlık bir sahrada) bir ateş tutuştur(up aydınlan)mak isteyen kimse gibidir ki o (ateş yanıp da) çevresini aydınlatınca (faydalanmadılar), Allah da onların ışığını giderip kendilerini (yine) karanlıklar içinde, görmez (ve şaşkın) olarak bıraktı.
(İşte cehâlet ve küfür karanlığında iken, Allah’tan bir meşale olan Kur’an gelince, o aydınlatıcı olmasına rağmen faydalanmadılar. Allah da onların basiretlerini bağladı. Böylece yine dünya ve âhiret karanlığı içinde kaldılar ve kalmaya da devam edecekler.)
18. (Onlar mânen) sağır, dilsiz ve kördürler. Artık onlar (bulundukları sapıklıktan Hakk’a) dönemezler.
19. Yahut (onların durumu), yoğun karanlıklar, gök gürlemesi ve şimşek(ler) içinde gökten boşalan şiddetli bir yağmur(a tutulmuş kimsenin hali) gibidir. Onlar, yıldırımlardan ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Oysa Allah, kâfirleri (ilim ve kudretiyle) çepeçevre kuşatmıştır.
20. O şimşek, neredeyse gözlerini kapıp alıverecek. Onlara aydınlık verince ışığında (biraz) yürürler, karanlık tekrar basınca da dikilip kalırlar. Allah dileseydi elbette onların işitmelerini ve görmelerini de giderirdi. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir.[10]
21. Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize (ibadet ve itaatle) kulluk ediniz ki takvâya erenlerden (emirlerine uygun yaşayıp yasaklarından kaçınarak korunanlardan) olasınız. [krş. 2/168]
22. O (Rab) ki yeryüzünü sizin (yaşamanız ve istirahatiniz) için bir döşek, göğü de (kubbe gibi) bir tavan (bina) yaptı. Gökten su indirip onunla size rızık olmak üzere (yerden) çeşitli ürünler çıkardı. Siz de artık bunu bildiğiniz halde, Allah’a hiçbir şeyi denk tutmayın.[11]
23. Eğer kulumuz (Muhammed’)e indirdiğimiz (Kur’ân-ı Kerîm’)den şüphe ediyorsanız, (haydi!) siz de (aynı nitelikte) onun benzeri bir sûre getirin; eğer (“bu beşer sözüdür” diye iddianızda) samimi iseniz, Allah’tan başka bütün yardımcılarınızı da çağırın.
24. Eğer bunu yapamazsanız, ki hiçbir zaman yapamayacaksınız yakıtı insanlar ve taşlar olan, kâfirler için hazırlanmış ateşten sakının. [krş. 66/6]
(Kur’an’ın bir âyetine bile inanmayan veya değer vermeyen elbet kâfir olur. Münâfıklar da aynı gruptandırlar. Çünkü onlar, hem dilleriyle müslüman olduklarını söylerler, hem de her fırsatta Kur’an’ın hükümlerine ve İslâm’ca yaşantıya karşı çıkarlar.) [bk. 4/140]
25. (Resûlüm!) İman eden, bir de sâlih[12] amellerde bulunanlara, kendileri için alt tarafından ırmaklar akan cennetler (hazırlandığın)ı müjdele! Onlara orada ne zaman rızık olarak bir meyve verilse: “Bu, daha önceden (dünyada) rızıklandırıldığımız şeydir.” diyecekler. Onlara (tatları bambaşka güzellikte olmakla beraber dünyadakilerin) benzerleri verildiği için (böyle derler). Onlar için orada tertemiz[13] eşler de vardır ve onlar, orada sürekli (ebedî) kalacaklardır.
26. Muhakkak ki Allah, (hakikati açıklamak için) bir sivrisineği ve hatta (yaratılışta) onun daha da ötesinde (zayıf ve basit) olanı, misal getirmekten çekinmez. Artık iman edenler, onun, Rablerinden (gelen) bir gerçek olduğunu bilirler. Küfre sapanlar ise (zihinlerde şüphe uyandırmak için): “Allah bu misalle ne demek istedi?” derler. O, bununla bir çoğunun saptığını, bir çoğunun da doğru yola geldiğini gösterir ve bununla ancak, fâsık[14] olanları sapıklıkta bırakır. [krş. 22/73]
27. Onlar öyle (fâsık) kimselerdir ki (“iman ettim, müslüman oldum” dedikleri halde) Allah’a vermiş oldukları taahhüdü (teslimiyet ve itaat sözünü) bozarlar, hem de Allah’ın birleştirilmesini emrettiği (akraba ve müslümanlar, din ile ahlâk ve din ile dünya işleri arasındaki) ilişkileri/bağları keserler ve yeryüzünde (Allah’ın emrine aykırı hareket ve uygulamalarla toplumda) bozgunculuk yaparlar. İşte (dünya ve âhirette) ziyana uğrayanlar onlardır. [krş. 5/1; 13/21, 25]
(Bu bağlar kesildiği zaman, insanlar Allah’a karşılık dünyalık rabler edinirler. Din yalnız âhirete yönelik zannedilmeye başlanır. Ahlâk menfî ve çıkarcı hale dönüşür. Böylece toplum bozulur.)
28. Allah’a karşı nasıl olur da nankörlük yapar/küfre saparsınız? Halbuki sizler, ölü (yok) halde idiniz de O sizi (annenizin karnında can verip) diriltti; sonra (ecelleriniz gelince) yine sizleri öldürecek, sonra (haşr günü) tekrar O sizi diriltecek, sonra da (hesabınız görülmek üzere) ancak O’(nun huzuru)na döndürüleceksiniz. [krş. 22/66]
29. O (Allah) ki yeryüzünde ne varsa hepsini sizin (faydalanıp ibret almanız) için yarattı; sonra (iradesiyle) göğe yönelip onları yedi (kat) gök olarak (bir sistem üzere) düzenledi. O her şeyi hakkıyla bilendir. [krş. 41/12; 65/12; 67/3; 71/15]
30. (Ey Resûlüm!) Hani Rabbin meleklere: “Ben, yeryüzünde (hükümlerimi yerine getirecek) bir halife (yetki ve yöneticiliğe elverişli insan)[15] yaratacağım.” demişti. (Melekler de: “Yâ Rab!) Biz seni hamd (övgü) ile yüceltip ve seni bütün noksanlıklardan tenzih edip ulularken, orada (senin emirlerini tutmayıp) bozgunculuk çıkaracak ve kan akıtacak birisini mi yaratacaksın?” dediler.[16] (Allah da): “Şüphesiz ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim.” dedi.
31. (Allah, yarattığı) Âdem’e (eşyaya ait) bütün isimleri öğretti, sonra onları meleklere gösterip: “Haydi! Görüşünüzde doğru iseniz, onların isimlerini bana haber verin.” dedi.
32. (Melekler de: “Yâ Rabbi!) Seni (bütün noksan sıfatlardan) tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. Her şeyi hakkıyla bilen, ‘hüküm ve hikmet sahibi’ mutlaka o sensin sen.” demişlerdi.
33. (Bunun üzerine Allah:) “Ey Âdem! Eşyanın isimlerini onlara (hemen) haber ver.” dedi. (Âdem de onların) isimlerini onlara bildirince (Allah): “Ben size, göklerin ve yerin gaybını (sırlarını/hikmetini) bilirim, (ayrıca) açıkladığınız ve gizlediğiniz her şeyi de bilirim, dememiş miydim?” dedi.
34. Hani biz meleklere: “(Kudretim için) Âdem’e secde edin.”[17] demiştik de İblis hariç, hepsi hemen secde ettiler. O ise direndi (secde etmedi), büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu.[18]
35. Yine dedik ki: “Ey Âdem! Sen ve eşin (Havva) cennette kalın, dilediğiniz yerde oradakilerden (nimetlerinden) bol bol yiyin, yalnız şu ağaca yaklaşmayın; yoksa (kendisine) yazık edenlerden olursunuz.”
36. Derken, şeytan (onları “cennette ebedî kalırsınız.” aldatmacasıyla o ağaçtakinden yedirdi ve) ikisinin ayağını kaydırıp içinde bulundukları yerden (cennetten) çıkar(mayı sağla)dı. Biz de: “Haydi! (şeytana uymakla) birbirinizin düşmanı olarak (hepiniz yeryüzüne) inin. Sizin için bir vakte (ömrünüzün sonuna) kadar yeryüzünde ikamet etme ve faydalanma (geçiminizi sağlama imkânı) vardır.” dedik. [krş. 7/11-24; 20/116-123]
37. Bunun üzerine Âdem, Rabbinden aldığı birtakım kelimeleri belledi (öğrendi ve onlarla O’na tevbe etti, yalvardı). O da onun tevbesini kabul etti. Şüphesiz O, (samimi dua ve kesin yapılan) tevbeyi çokça kabul edendir, çok acıyandır. [bk. 7/23; 25/77; 66/8]
38. Biz (onlara): “Hepiniz (Âdem, zevcesi ve şeytan) oradan (cennetten) inin. Eğer benden size (ve neslinize) bir hidayet (Peygamberlik/Kitab) gelir de, kim hidayetime/rehberime tâbi olursa, artık onlara hiçbir endişe yoktur ve onlar bir üzüntü de duymayacaklardır.” dedik.
39. O küfre sapanlar ve âyetlerimizi yalanlayanlar var ya, işte onlar cehennemlik olanlardır. Onlar orada sürekli kalacaklardır. [krş. 7/24-35; 20/123]
40. Ey İsrâiloğulları![19] Size verdiğim nimeti hatırlayın (şükredin); bana (iman ve itaat hususunda) verdiğiniz sözü yerine getirin, ki ben de size (cennetle ilgili) vaadettiklerimi vereyim. Yalnız benden korkun!
41. Ve yanınızdaki (Tevrat’ın aslı)nı tasdik edici olarak indirdiğim (Kur’an’)a iman edin, ona inanmayanların ilki siz olmayın; benim âyetlerimi az bir bedele (dünyalık karşılığa) satmayın ve ancak (benim emrime uygun yaşayın) ve yalnız benden (benim azabımdan) korkun!
42. Hakkı (gerçeği) batıl ile bulayıp/örtüp de bile bile hakkı gizlemeyin (hakkın üstüne örttüğünüz batılı hak diye göstermeyin).[20]
43. Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve rükû eden (mü’min)lerle birlikte rükû edin.[21]
44. Siz Kitab’ı okuyup durduğunuz halde, kendinizi unutup da, (diğer) insanlara iyilik yapmalarını (ve takvâyı) mı emrediyorsunuz? (Bunun çirkin olduğunu) hiç düşünmüyor musunuz?
45. (Ey müslümanlar!) Sabır ve namazla (Allah’tan) yardım isteyin. Şüphesiz bu (şekilde yardım istemek Allah’a) gönülden saygı duyanlardan başkasına zor ve ağır gelir. [krş. 2/153, 186]
46. Onlar, mutlaka Rablerine kavuşacaklarını ve O’na döneceklerini bilirler (de namazlarını yüksünmeden, huşû içinde kılarlar).
47. Ey İsrâiloğulları! Size bağışladığım (bunca) nimetimi ve bir de (vaktiyle tevhid inancında olmanız dolayısıyla) insanlar arasından siz(in o zamanki ecdadınız)ı tercih ettiğimi (üstün kıldığımı) hatırlayın.
48. Artık öyle bir günden korkun, ki (o günde azaptan kurtulmak için) hiçbir kimse, bir başkası yerine bir şey ödeyemez. (Allah’ın izni olmadıkça) hiç kimseden şefaat kabul olunmaz; hiç kimseden bedel (fidye) de alınmaz ve (Kur’an geldiği halde) o(na inanmaya)nlara yardım da edilmez. [bk. 2/123]
49. (Ey İsrâiloğulları! Yine hatırlayın ki) vaktiyle, (doğan) erkek çocuklarınızı boğazlayıp kızlarınızı hayatta bırakarak, size azabın/işkencenin en şiddetlisini reva gören Firavun (ve) soyundan sizi kurtarmıştık. Bu (size reva görülenler), sizin için Rabbinizden büyük bir imtihandı. [krş. 7/141]
(Firavun, Mısır’da tenkit edilemez, buyrukları ve yönetimiyle tâğutlaşan ve tanrılık taslayan hükümdarlardan biriydi. Kâhinlerin, “İsrâiloğulları’ndan bir çocuk doğacak, peygamber olacak, senin sistemini ve saltanatını yıkacak.” sözleri üzerine, onların yeni doğan bütün erkek çocuklarının bulunup öldürülmesini emretmişti.) [krş. 14/6; 28/4]
50. Hani, sizin için (Kızıl)denizi yarıp sizi (geçirerek, işkenceli hayattan) kurtarmış, Firavun (ve) soyunu/adamlarını da siz bakıp dururken (gözlerinizin önünde) boğmuştuk. [krş. 10/90-92; 43/55-56]
51. Hani Musa’ya kırk gece (Tûr’da vahyetmek için) söz vermiştik. Sonra (o, Tûr’a gidince) onun arkasından siz kendinize yazık ederek buzağıyı (bir tanrı) edinmiştiniz.
52. Sonra (bu defa içten tevbe edince), biz de belki şükredersiniz diye, sizi affetmiştik.
53. (Yine hatırlayın ki, biz) Musa’ya (sapıklıktan kurtulup) doğru yolu bulasınız diye (Tûr’da) Kitab’ı ve (içinde) Furkân’ı (hak ile batılı ayıran hükümleri) vermiştik.
54. Hani Musa kavmine: “Ey kavmim! Siz buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize yazık ettiniz.[22] Hemen Yaradanınıza tevbe edin, (değilse) nefislerinizi öldürün.[23] İşte böyle yapmanız, (her iki halde de) Yaradanınız katında sizin için daha hayırlıdır.” demişti. Böylece (Allah da) tevbelerinizi kabul etsin. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir, çok merhametlidir.
55. Yine vaktiyle siz: “Ey Musa! Biz, Allah’ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayacağız.” demiştiniz. O sırada sizi yıldırım(ın dehşeti) çarpıvermişti ve siz de (serilip kımıldayamayacak bir halde)[24] bakakalmıştınız. [bk. 7/155]
56. Sonra, şükredesiniz diye, ölüm (hal)inizin ardından sizi yine diriltmiştik.
57. Ve (Tîh çölünde Sînâ’da güneşten korunasınız diye beyaz) bulutları üzerinize gölge yaptık, size kudret helvasıyla bıldırcın (kuşu) da indirdik. “Size verdiğimiz bu güzel helal rızıklardan yiyin.” (dedik). Ama onlar (nankörlük edip itaat etmemekle), bize değil fakat kendi kendilerine zulmediyorlardı.
58. Hani (o Tîh çölünden çıktıktan sonra): “Şu kasabaya[25] girin, orada istediğiniz yerden dilediğinizi bol bol yiyin, (şükür) secde(si) ederek kapıdan girin ve: ‘(Yâ Rabbi!) Hıtta (affet bizi).’ deyin ki biz de sizin hatalarınızı bağışlayalım. Zira biz ihsan edenlere (iyilik ve itaatte bulunanlara) karşılığını artıracağız.” demiştik.
59. Fakat (nefislerine) zulmedenler; sözümüzü kendilerine söylenenden başka şekle çevirdiler.[26] Biz de doğru yoldan sapmaları sebebiyle, zulmedenlerin üzerine gökten bir azap indirdik.[27]
60. Hani vaktiyle Musa, (çölde susuz kalan) kavmi için su aramıştı. Biz de: “Âsânı taşa vur.” demiştik. Hemen (âsâyı taşa vurur vurmaz) oradan (kabileleri sayısınca) on iki pınar fışkırdı. Herkes (kendi) su içeceği kaynağı bildi ve (onlara): “Allah’ın rızkından yiyin, için, yeryüzünde (O’nun emirlerinin dışına çıkıp)[28] bozgunculuk yaparak kargaşa çıkarmayın.” (dedik.)
61. Hani siz (yine): “Ey Musa! (Biz artık) bir tek (kudret helvasıyla bıldırcın etinden) yemeye asla tahammül edemeyeceğiz; Rabbine bizim için dua et de, bize yerin bitirdiği; sebze, salatalık, sarımsak, mercimek ve soğandan çıkarsın.” demiştiniz. (Hz. Musa da:) “Daha iyi olanla, daha aşağı olanı değiştirmek mi istiyorsunuz? (Öyleyse) bir şehre/kasabaya[29] inin, şüphesiz (orada) sizin için istediğiniz (sebzeler) vardır.” dedi. Onlar (bu sabırsızlıklarından dolayı) yine yoksulluğa/düşkünlüğe, aşağılığa mâruz kaldılar, Allah’ın gazabına da uğradılar.[30] Bu (musibetlerin
sizin için istediğiniz (sebzeler) vardır.” dedi. Onlar (bu sabırsızlıklarından dolayı) yine yoksulluğa/düşkünlüğe, aşağılığa mâruz kaldılar, Allah’ın gazabına da uğradılar.[30] Bu (musibetlerin sebebi), hem Allah’ın âyet (mucize ve açık belge)lerini inkâr etmeleri ve (kimseye peygamberleri öldürme) hakları olmadığı halde peygamberleri(nden Zekeriya, Yahya ve Şa’yâ’yı)[31] haksızlık yaparak öldürmelerinden hem de (Allah’a) isyan edip aşırı gitmelerindendir. [krş. 3/21]
62. Şüphesiz (bütün) iman edenlerle,[32] yahudiler, hıristiyanlar ve sâbiîlerden[33] (son din İslâm’a göre veya İslâm’dan önce)[34] Allah’a ve âhiret gününe inanıp da sâlih amel işleyenler var ya, artık onların mükâfatı Rableri katındadır. Onlar için hiçbir korku yoktur, onlar üzüntü de çekmeyeceklerdir. [krş. 4/162; 5/69]
63. Hani (ey yahudiler! Vaktiyle Tevrat ile amel edeceğinize dair) sizden kesin söz almıştık, (sonra bu ahdi bozduğunuz için yeniden söz veresiniz diye tehdit olarak) Tûr’u (Tûr dağını da mûcize olarak) üzerinize yükseltip kaldırmıştık da: “Size verdiğimiz (hükümler)e kuvvetle sarılın ve içindekileri daima hatırlayın ki (helakten ve azaptan) sakınanlardan olabilesiniz.” (demiştik). [krş. 52/1]
64. Bunun ardından (söz verdikten sonra), yine döndünüz. Eğer Allah’ın üzerinizde büyük lütfu ve merhameti olmasaydı, en büyük zarara uğrayanlardan ol(up yok ol)urdunuz.
65. Cumartesi günü içinizden (ibadet etmek yerine balık avlayarak) haddi aşanları elbette bilmektesiniz. İşte onlara: “Aşağılık birer maymun olun.” dedik.[35] [krş. 5/60; 7/163, 166]
66. İşte biz bunu (bu cezayı) hem o zamandakilere/orada bulunanlara, hem sonradan geleceklere ibret; muttakîlere (Allah’a karşı gelmekten sakınanlara) da bir nasihat kıldık.
(Bir adam, kendisi öldürdüğü halde, Hz. Musa’ya gelerek, öldürülmüş birini gördüğünü söyleyip kâtilinin bulunmasını istemişti. Hz. Musa da Allah’ın emri üzerine bir inek kesileceğini, onun bir uzvu ile öldürülen kişiye vurulacağını, onun da dirilip kâtili bildireceğini söylemişti. Fakat onlar kesme emrini yerine getirmeyip ineğin özelliği hakkında soru sormaya başladılar. Aşağıdaki âyetler bunları anlatmaktadır.)
68. (Onlar: “Ey Musa!) Rabbine bizim için yalvar (O’na sor) da onun ne biçim (bir sığır) olduğunu bize açıklasın.” dediler. (Musa da: “Allah) buyuruyor ki; o ne çok yaşlı ne de körpe, bunun arasında (dinç) bir sığırdır. Artık emredildiğiniz şeyi yapın.” demişti.
69. Onlar (tekrar): “Rabbine bizim için yalvar da onun renginin ne olduğunu bize açıklasın.” dediler. (Musa:) “O (Rabbim), rengi bakanlara neşe (ferahlık) veren sapsarı bir inektir.” buyuruyor, dedi.
70. Yine: “Bizim için Rabbine dua et de, onun (mahiyetinin) nasıl olduğunu bize açıklasın çünkü bizce, sığırlar birbirine karıştı. Eğer Allah dilerse biz (emredileni yapmakta) elbette doğruya erişmiş oluruz.” dediler.[36]
71. (Musa şöyle dedi): “(Rabbim) buyuruyor ki: O, henüz toprağı ‘sürmek ve ekin sulamak’ için boyunduruk altına girmemiş, hiç alacası olmayan, serbest dolaşan, kusursuz bir sığırdır.” (İsrâiloğulları:) “Şimdi (Rabbinden) gerçeği getirdin.” deyip hemen o ineği (bulup) boğazladılar. (Emre derhal itaat etmeleri gerekirken, isteklerini çoğaltmaları sebebiyle) neredeyse (cayıp bunu) yapmayacaklardı.
72. (Ey yahudiler!) Hani siz bir kişiyi öldürmüştünüz de onun (kâtili) hakkında atışmış (suçu birbirinize atmış)tınız. Allah ise gizlediğiniz şeyi açığa çıkarandır.
73. (İşte bunun için) biz: “(Kesilen sığırın) bir parçasıyla ona (o öldürülen adama) vurun.” demiştik, (onlar da vurunca, ölü dirilip kâtilini söylemişti). İşte Allah, tıpkı bunun gibi ölüleri diriltir ve düşünesiniz diye size âyetlerini (kudretini açıklayan delil ve mucizeleri bu şekilde) gösterir.
74. Sonra, bunun ardından (ibret alıp samimi inanmanız gerekirken) kalpleriniz yine katılaştı; taş gibi, belki de ondan daha katı (oldu). Çünkü taşlardan öylesi var ki içinden nehirler fışkırır; öylesi de vardır ki çatlar da ondan su çıkar; yine öylesi vardır ki, Allah korkusundan (dağdan yuvarlanıp) aşağı iner. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.
75. (Ey mü’minler! Yine de yahudilerin) size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Halbuki onlardan bazıları vardı ki Allah’ın kelâmı (olan tahrif edilmemiş Tevrat’ı)nı dinlerlerdi de, onu anladıktan sonra, bile bile tahrif eder (bozup değiştirir)lerdi.
76. (O yahudilerden olan münâfıklar) iman edenlerle karşılaştıkları zaman: “Biz de iman ettik (sen Tevrat’ta müjdelenen peygambersin).” derlerdi. Birbirleriyle tenhada (başbaşa) kaldıkları zaman ise (yahudilerin ileri gelenleri bunlara): “Allah’ın size açıkladıklarını (yani Tevrat’ta bildirdiği Hz. Muhammed’e ait özellikleri), Rabbiniz katında si(zin aleyhini)ze delil getirsinler diye mi onlara söyleyip duruyorsunuz? Buna aklınız ermiyor mu?” derler. [krş. 2/14]
77. (Onlar) bilmiyorlar mı ki Allah onların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da (hepsini) bilmektedir?
78. Onlardan bir kısmının da okuyup yazması yoktur. Kitab’ı (Tevrat’ı) bilmezler. Bildikleri, ancak (reislerinin anlattıkları) bir sürü hayalî uydurmalardır ve onlar ancak zan (ve tahmin)de bulunuyorlar.
79. Kitab’ı elleri ile yazıp, sonra da az bir değere (dünyalık menfaate) satabilmek için: “Bu Allah katındandır.” diyenlerin vay haline! Ellerinin (tasnif ederek uydurup) yazdığı şeylerden dolayı vay başlarına gelenlere! Vay, şu (uydurdukları şeylerle elde ettikleri haksız) kazançları yüzünden onların haline!
80. (O yahudiler:) “Ateş, bize sayılı günler (atalarımızın buzağıya taptığı kırk gün) dışında asla dokunmayacak.” dediler. De ki: “Allah’tan (bu hususta) bir söz mü aldınız? (Böyle ise) Allah verdiği sözden asla dönmez. Yoksa Allah hakkında, bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?”
(Yahudiler, kendilerini Allah yanında imtiyazlı üstün bir ırk olarak görüyorlardı. Yüce Allah, onların kutsayıp put haline dönüştürdüğü üstün ırk anlayışını ve ırkçılığı İncil ve Kur’an’la reddetmiştir [krş. 3/24].)
81. Hayır (iş böyle değil!) Kim (büyük) bir kötülük işler de (şirk olan bu) günahı kendi (benliği)ni çepeçevre kuşatırsa, işte onlar ateş ehlidirler. Orada devamlı kalacaklardır.
82. İman edip sâlih amel işleyen kimseler ise cennet ehlidirler; işte onlar orada ebedî kalacaklardır.
83. Hani (vaktiyle) İsrâiloğulları’ndan: “Allah’tan başkasına kulluk etmeyin, ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara güzel davranıp iyilik edin; hem de insanlara güzel söz söyleyin, namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin.’’ diye (emretmiş), sağlam söz almıştık. (Bu sözden) sonra, sizin pek azınız hariç, (hepiniz) döndünüz. Sizler zaten yüz çeviren (dönek)lersiniz.
(İsrâiloğulları’nın yaptığı işler ve davranışlar hakkındaki bu bilgiler, Kur’an’ın geldiği devirde yaşayan yahudilerin Tevrat’ı tahrif edip gerçekleri gizlemelerinden dolayı verilmiştir. Çünkü Peygamberimiz gönderildiği zaman Arabistan’da özellikle Medine ve civarında oldukça kalabalık bir yahudi topluluğu yaşamaktaydı. Son peygamber olan Hz. Muhammed gönderilmeden önce bir peygamber geleceğini etrafa yayan yahudiler, peygamberimiz gelince ağız değiştirdiler. Zira onlar gelecek peygamberi yahudilerden bekliyorlardı (2/146). Halbuki onlar kendilerinden gelen üç peygamberi de öldürmüşlerdi (2/87). Araplar’dan gelince onu kıskandılar. “Bu İsrâil değil İsmail oğullarındandır.” diye inanmadılar. Kur’an’da yahudiler hakkında daha çok bilgi
İsmail oğullarındandır.” diye inanmadılar. Kur’an’da yahudiler hakkında daha çok bilgi verilmesinin sebebi budur. Peygamberimiz ahitlerini bozmaları ve çeşitli hainlikleri yüzünden onlarla savaşmak ve onları yurtlarından sürmek zorunda kalmıştır.)
84. Yine bir zamanlar: “Birbirinizin kanlarını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız.” diye siz (yahudiler)den kesin söz almıştık, sonra siz de kabul etmiştiniz ve (hâlen Tevrat’ta buna) şehadet etmekte/görmektesiniz.
85. Sonra siz, öyle kimselersiniz ki (bu sözünüze rağmen) yine kendinizi (birbirinizi) öldürüyor, içinizden bir grubu yurtlarından çıkarıyor, onlara karşı günah ve düşmanlık yapmakta (birleşip) yardımlaşıyorsunuz. Onları yurtlarından çıkarmak size haram kılındığı halde (hem aranızda savaşıyor hem de) size esir düşerlerse, karşılıklı fidye alışverişi yapıp onları[37] kurtarıyorsunuz. Yoksa siz, Kitab’ın bir kısmına inanıp geri kalanını inkâr mı ediyorsunuz? İşte içinizden bunu yapanların cezası, dünya hayatında aşağılık (ve rezil olmak)tan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde de azabın en şiddetlisine çarptırılacaklardır. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.
(Âyet-i kerîmedeki, “Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp geri kalanını inkâr mı ediyorsunuz?” ifadesi bütün insanlara yönelik umûmî bir ifade olup her zaman dikkat edilmesi gereken bir konudur. Çünkü Allah’ın hükümlerinden bir kısmını beğenmeyip kaldırmak, yasaklamak, yasakladıkları şeyleri de serbest bırakmak; Allah’a karşı gelmek, dinden çıkmak ve kendi arzu ve heveslerini ilâhlaştırmak demektir. Cezası da çok şiddetlidir. Kur’an’ın ihtiva ettiği hükümler kısaca şunlardır: 1. İman. 2. İbadet. 3. Ahlâk. 4. Muâmelât (sosyal ve hukûkî münasebetler). 5. Ukûbât (cezalar). İslâm dîni, yalnız ibadetlerle değil, Kur’an’ın ihtiva ettiği bu konularla
Ukûbât (cezalar). İslâm dîni, yalnız ibadetlerle değil, Kur’an’ın ihtiva ettiği bu konularla bütünlüğünü sağlar.) [bk. 2/159-161; 3/19; 25/43; 41/26]
86. İşte onlar, âhirete karşılık dünya hayatını satın almış (tercih etmiş) kimselerdir. Bu yüzden, onların azabı hafifletilmez, onlara asla yardım da edilmez.
(Çünkü onlar, âhireti yok sayıp “Her şey dünya içindir.” diyerek materyalist/maddeperest olarak yaşamışlardır.)
87. Andolsun ki (biz) Musa’ya Kitab’ı (Tevrat’ı) verdik. Ondan sonra da (aynı tevhid esasında) peygamberlerle onu izlettik. Meryemoğlu İsa’ya açık deliller (mucizeler) verdik[38] ve onu Rûhu’l-Kuds (Cibrîl) ile destekledik. Fakat her ne zaman bir peygamber, size nefsinizin hoşlanmadığı bir şeyi getirdiyse büyüklük taslamadınız mı? Kimini yalanladınız, kimini de öldürdünüz.[39]
88. (Yahudiler Kur’an’ı dinlememek ve kabul etmemek hususunda peygamberle alay ederek:) “Kalplerimiz (bilgiye doymuş olup başka bilgilere) perdeli/kapalıdır.” dediler. Hayır; küfür (ve isyanları) yüzünden Allah onları lanetlemiştir. Bunun için, onların ancak çok azı inanır.
89. (Yahudiler,) daha önce kâfirlere (müşrik Araplar’a) karşı zafer kazanmak üzere yardım isteyip dururlarken, onlara Allah katından, yanlarında olan (Tevrat’ın aslın)ı doğrulayan bir kitap ve (geleceğini Tevrat’tan) bildikleri (gelmesi için dua ettikleri peygamber) gelince (“bu İsmailoğulları’ndan” diye) onu inkâr ettiler (kâfir oldular). Artık, Allah’ın laneti (bütün) inkârcılar/kâfirler üzerinedir.
90. Allah’ın, kullarından dilediğine lütfuyla (kitap ve peygamberlik) ihsan etmesini kıskanarak, Allah’ın indirdiğini (Kur’an’ı) inkâr etmeye karşılık kendilerini (benliklerini, nefislerini) satmaları ne kötü bir şeydir! (Bundan dolayı) gazap üstüne gazaba çarptırıldılar. Kâfirler ve inkârcılar için utanç verici (ve alçaltıcı) bir azap vardır.
91. Onlara: “Allah’ın indirdiğine (Kur’an’a) iman edin.” denildiği zaman: “Biz (yalnız) bize indirilen (Tevrat’)a inanırız.” derler ve ondan başkasını da inkâr ederler.[40] Halbuki o (Kur’an), beraberlerinde olan (Tevrat’ın aslın)ı tasdik eden bir gerçektir. (Resûlüm!) De ki: “Eğer (gerçekten) inanıyor idiyseniz, niçin daha önce Allah’ın peygamberlerini öldürüyordunuz?” [bk. 2/87; 4/136]
92. Andolsun ki Musa size açık deliller ve mucizeler getirdi. Sonra onun ardından (o Tûr’a (Sînâ dağına) gittikten sonra) siz, kendinize yazık ederek, buzağıyı (görsel tanrı) edindiniz (ona taptınız).
93. Vaktiyle Tûr (dağın)ı (bulut gibi) tepenize dikmiş ve sizden kesin söz almıştık: “Size verdiğimiz (Kitab’)a kuvvetle yapışın (ahkâmına sarılın) ve dinley(ip itaat ed)in.” (demiştik. Onlar da:) “Dinledik ve (fakat içimizden) karşı geldik.” dediler. (Çünkü) küfürleri yüzünden buzağı (sevgisi) kalplerine işledi.[41] (Resûlüm!) De ki: “Eğer inanan kimseler iseniz (biliniz ki) (buzağıya tapmayı hoş görmekle bozulmuş olan) bu inancınızın size emrettiği şey ne kötüdür!” [krş. 7/171; ayrıca bk. 4/154]
94. (Resûlüm! Onlara) de ki: “Eğer âhiret yurdu (cennet, sizin dediğiniz gibi) Allah katında diğer insanlara değil de sadece size mahsus ise ve (bu iddianızın) doğru olduğunu düşünüyor iseniz, haydi ölümü temenni edin (ki cennete çabucak kavuşasınız)!” [krş. 62/6]
95. Oysa onlar, (daha önce) kendilerinin işledikleri (günahlar) yüzünden asla bunu dilemeyecekler. Allah zalimleri hakkıyla bilendir.[42]
96. Andolsun ki onları (yahudileri, bu dünya) hayatına karşı, insanların en düşkünü olarak bulursun, hatta müşriklerden bile (düşkündürler). Onların her biri bin yıl yaşatılmayı ister. Oysa bunca süre yaşatılması onu azaptan uzaklaştıracak değildir. Allah onların yapmakta oldukları şeyleri eksiksiz görendir.
97. (Resûlüm!) De ki: “Kim Cebrail’e düşman ise (bilsin ki) hem senden evvelki (kitap)ları aslen tasdik edici, hem de mü’minler için yol gösterici ve müjdeci olarak onu (Kur’an’ı) Allah’ın izniyle senin kalbine o (Cebrail) indirmiştir.”
(Rivayete göre, yahudilerin bazıları “Bizim geçmişteki büyüklerimiz Cebrail’den çok zahmet çektiler. Her türlü azabı indiren o, memleketleri yerin dibine batıran o. O’nun yerine Mikail gelse idi, hiç tereddüt etmeden iman ederdik.” demişlerdi. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi.)
98. Kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail’e ve Mikail’e düşman ol(up kâfir ol)ursa, Allah da kâfirlerin düşmanıdır.
99. Andolsun ki biz sana apaçık (her şeyi bildiren) âyetler indirdik; onları fâsık (yoldan çıkmış olan)lardan başkası inkâr etmez.
100. (Yahudiler) her ne zaman sağlam bir antlaşma yapmışlarsa, yine içlerinden bir kısmı, onu boz(up at)madılar mı? Zaten onların çoğu inanmazlar.
101. Allah tarafından onlara, yanlarında olan (Kitab’ın aslın)ı tasdik eden bir resûl gelince, o kitap verilenlerden bir kısmı, Allah’ın kitabını sanki bilmiyormuş gibi sırt çevirmişlerdir.
102. (Yahudiler, kitaplarından yüz çevirip sihirle meşgul oldukları için,) Süleyman’ın hükümranlığı hakkında şeytan(ların ve şeytan ruhlu insan)ların: “Bunu sihirle elde etti.” şeklindeki (uydurma) sözlerine uydular. Halbuki Süleyman (bir peygamber olarak mucize gösterdi; onların iddia ettiği gibi, sihir yaparak) küfretmedi/nankör olmadı. Fakat o şeytanlar, insanlara Babil’deki Hârût ve Mârût isimli iki meleğe indirilen (ilhamla bildirilen) şeyi[43] (yani) sihri (büyüyü) öğreterek kâfir oldular. Halbuki onlar, (o iki melek, mucize ile sihrin farkını bildiriyor ve): “Biz ancak bir imtihan için (gönderilmiş)izdir; sakın (sihir yapıp da) kâfir olma!” demedikçe hiç kimseye (bir şey) öğretmiyorlardı. Buna rağmen (yahudiler) kadınla kocasının arasını ayıran şeyleri bunlardan öğreniyorlardı. Ama onlar, Allah’ın izni olmaksızın onunla hiçbir kimseye zarar verecek değillerdi. Yine de onlar, (o yahudiler) kendilerine fayda sağlayacak olanı değil, zarar verici şeyleri öğreniyorlardı. Andolsun ki onu satın alan (ve satan) için, âhirette (cennetten) bir nasip olmadığını biliyorlardı. (Onların sihir yapmayı benimsemekle) kendilerini sattıkları şey ne kötü! Keşke bilselerdi.
(Eski kavimlerin çoğu sihre çok inandıklarından Hz. Süleyman’a verilen mucizeler için “sihir yapıyor” diyorlardı. Âyet-i kerîmede iki husus göze çarpmaktadır: 1. Şeytanlara uyanların Hz. Süleyman’a sihir isnad etmeleri. 2. İmtihan için gönderilen Hârût ve Mârût’un insanlara bir şey öğretirken, “Sihir yaparak kâfir olma.” diye uyarmaları. Bir şeyin kötü ve zararlı yönlerini söyleyerek onun hakkında bilgi vermenin bir mahzuru olmayıp onun zararını önlemede etkilidir. Cumhûrun ve müfessirlerin görüşü budur. Nitekim Bîrûnî (972-1080), “Kötülüğü bilmeyen, ondan sakınamaz; iyiliği bilmeyen de ona ulaşamaz.” demiştir. Şarabın hem yapılışını öğretmek hem de haram olduğunu söylemek gibi.)
103. Eğer onlar (Kur’an’a ve Peygamber’e) iman edip de (günahlardan) sakınsalardı, Allah katında kazanacakları sevap daha hayırlı olurdu. Keşke bilselerdi.
104. Ey iman edenler![44] (Peygamber’e) “Râ’inâ” (bizi gözet/güt)[45] demeyin; (bize bak anlamında) “Unzurnâ” deyin ve onu dinleyin. Küfre sapanlar için çok acıklı bir azap vardır. [bk. 4/46]
105. Ne Ehl-i Kitab’dan kâfirler ne de müşrikler, Rabbinizden size herhangi bir hayır indirilmesini (bir zafer, bir mevki ve bir kazanç elde etmenizi) isterler.[46] Allah da rahmetini dilediği kimseye tahsis eder. Allah lütuf sahibidir.
106. Biz, herhangi bir âyeti nesh eder[47] veya onu unutturursak ondan daha hayırlısını ya da onun benzerini getiririz. Allah’ın her şeye kâdir olduğunu bilmez misin?
107. (Yine) bilmez misin (elbette bilirsin) ki göklerin ve yerin mülkiyet ve hük
107. (Yine) bilmez misin (elbette bilirsin) ki göklerin ve yerin mülkiyet ve hükümranlığı yalnız Allah’ındır. (Bilin ki) sizin için Allah’tan başka ne bir velî (dost ve koruyucu) ne de bir yardımcı vardır.
(Allah’a inananlar elbette O’nu mâlikiyet ve hâkimiyetiyle tanırlar. Asıl koruyucu ve yardımcı olarak onu bilirler.)
108. Yoksa (ey müslümanlar), vaktiyle Musa(’yı sorguya çektikleri) gibi, (siz de) peygamberinizi sorguya mı çekmek istiyorsunuz? Kim imanı küfre değişirse, muhakkak (o) dosdoğru yoldan sapmış olur.
109. Ehl-i Kitab’dan bir çoğu, (Kur’an’ın gelmesiyle) gerçek kendilerine apaçık belli olduktan sonra, içlerindeki kıskançlıktan dolayı, imanınızdan sonra sizi küfre döndürmeyi arzu ederler. (Ey müslümanlar! Savaş, cizye ve benzeri şeylerde) Allah’ın emri gelinceye kadar (şimdilik onları) affedin ve hoşgörün. Şüphesiz Allah, her şeye kâdirdir.[48] [bk. 3/99-100]
110. Namazı dosdoğru kılın; zekâtı verin; hayır (işler)den kendiniz için önden ne (yapıp) gönderirseniz, Allah katında onu bulacaksınız. Allah yaptıklarınızı şüphesiz görendir.
111. “Yahudi veya hıristiyan olan(lardan her biri, biz)den başkası asla cennete girmeyecektir.” dediler. Bu onların kuruntularıdır. (Resûlüm!) De ki: “Eğer doğru söyleyen kimselerseniz delilinizi getirin!”
112. Hayır, öyle değil; kim muhsin olarak (iyilik ederek, işini güzel yaparak) özünü Allah’a teslim edip (şirk karıştırmadan O’na iman ve itaat eder)se onun mükâfatı Rabbi katındadır, onlara korku yoktur, onlar üzülecek de değillerdir.
(Âyet-i kerîmede Allah’a kul olarak teslim olma “muhsin olma” şartına bağlanmıştır ki bu da, yaptığını Allah rızası için tam yapmak ve Resûlullah’a tâbi olmaktır (7/158). Bir amelin kabul olması için iki şart gerekir: Bu şartların ilki, o işin Allah rızası için yani ihlasla yapılması, ikincisi, İslâm’a uygun olmasıdır. Bunun içindir ki haham, rahip ve benzerleri, kendilerini Allah’a adadıklarını söyleseler bile amelleri makbul değildir.)
113. Yahudiler: “Hıristiyanlar (dinde güvenilir) bir temele dayanmamaktadır.” dediler. Hıristiyanlar da: “Yahudilerin (güvenilir) bir temeli yoktur.” dediler. Halbuki hepsi de (kendilerine indirilen) Kitab’ı (güya) okumaktadırlar. Böylece (okuma) bilmeyenler de onların sözlerinin aynısını tekrar ettiler. Artık Allah, kıyamet gününde (kitaplarının dışına çıkarak) ayrılığa düştükleri şey hakkında aralarında hükmü(nü ve karşılığını) verecektir.
114. Allah’ın mescidlerinde O’nun isminin anılmasını (ve hükümlerinin yaşanır hâle gelmesini isteyeni) engelleyen ve o mescidlerin harap olmasına koşan (uğraşan)dan daha zalim kim vardır? Onların oralara (istedikleri gibi değil) ancak korka korka girmeleri gerekir. Onlara dünyada rezillik, âhirette de büyük azap vardır.
(Mescidlerin tahribi Fahreddin-i Râzî’ye göre iki türlüdür. Birincisi, binasını yıkma yönündendir. İkincisi de âhiret hayatını yok sayan zalim ve münafıklarca gerek kapatmak, gerekse çeşitli planlarla insanları câmilerden uzaklaştırmakla olur (bk. 7/45). Bu durumda da, içi süslü olsa bile onlar harap demektir.)[49]
115. Doğu da, batı da, (her yer) yalnız Allah’ındır. (Ancak namaz kılmak için kıbleyi araştırdıktan sonra) hangi tarafa yönelirseniz Allah’ın yüzü (razı olduğu kıble) oradadır. Şüphesiz Allah, (rahmet ve nimeti) geniş olandır ve O her şeyi bilir. [bk. 2/142-150]
116. (Yahudi, hıristiyan ve müşrikler:) “Allah çocuk edindi.” dediler (ve kâfir oldular. Hâşâ!) O, bundan uzak ve yücedir. Doğrusu göklerde ve yerde olanlar(ın hepsi) O’nundur, hepsi O’na boyun eğmiştir.
117. (O) göklerin ve yerin örneksiz yaratanıdır. O, bir işin olmasını isterse ona sadece “ol” der, o da hemen oluverir.
118. (Ehl-i Kitab ve müşriklerden birtakım) bilgi yoksunları: “Allah (senin peygamberliğin hakkında) bizimle konuşmalı, ya da bize bir âyet (mucize) gelmeli değil miydi?” dediler. Onlardan öncekiler de, tıpkı onların söyledikleri gibi söylemişlerdi. (Nasıl da) kalpleri birbirine benzeşti. Biz kesin inanan kimseler için âyetleri apaçık gösterdik.
119. (Ey Muhammed!) Doğrusu biz, seni müjdeleyici ve uyarıcı olarak hak (Kur’an) ile gönderdik; cehennemliklerden sen sorumlu değilsin.
120. Sen, onların milletlerine (dinlerine)[50] uyuncaya kadar yahudi ve hıristiyanlar senden asla hoşnut olmayacaktır. (Resûlüm!) Onlara de ki: “Allah’ın hidayeti (olan İslâm) doğru yolun ta kendisidir.” Sana gelen bunca ilimden (Kur’an’dan) sonra eğer onların arzu ve heveslerine uyarsan, artık senin için Allah’tan yana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır. [krş. 3/100, 118, 120, 149]
121. Kendilerine kitap verdiğimiz kimselerden onu (Kur’an’ı) hakkıyla okuyanlar[51] var ya, işte onlar, ona gerçekten iman edenlerdir. Kim de onu inkâr ederse, işte (dünya ve âhirette en büyük) zarara uğrayanlar onlardır. [krş. 29/47]
122. Ey İsrâiloğulları! Size verdiğim nimetimi ve sizi (vaktiyle) âlemlere üstün tuttuğumu hatırlayın. [krş. 2/47]
123. Öyle bir günden sakınıp korkun ki (o gün) hiç kimse, kimseden yana bir şey ödeyemez. (Azaptan kurtulması karşılığında) kimseden fidye kabul olunmaz, hiç kimseye şefaat (iltimas, kayırma) da fayda vermez ve onlara yardım da edilmez.
124. Hani Rabbin, İbrahim’i birtakım kelimelerle (emirlerle) sınamış, o da onları hakkıyla yerine getirmişti. (Allah da ona:) “Ben, seni insanlara imam (önder) yapacağım.” buyurdu. İbrahim de: “Soyumdan da (önderler yap yâ Rabbi!)” dedi. O da: “Benim ahdim, (nübüvvet sözüm, onların
“Soyumdan da (önderler yap yâ Rabbi!)” dedi. O da: “Benim ahdim, (nübüvvet sözüm, onların içinden) zalim olanlara erişmez (onları içermez).” buyurdu.
125. Biz, Beyt’i (Kâbe’yi) insanlara sevap kazanma(ları ve birleşip bütünleşmeleri için toplantı) ve güven yeri yaptık. Siz de İbrahim’in makâmından bir namaz yeri edinin (orada namaz kılın). İbrahim ve İsmail’e de: “İbadet kastıyla Kâbe’yi tavaf edenler, i‘tikâfa çekilenler, rükû ve secde edenler için Evim’i tertemiz yapın.” diye emretmiştik.[52]
126. Hani (o vakit) İbrahim demişti ki: “Yâ Rabbi! Burasını emniyetli bir şehir yap, halkından Allah’a ve âhiret gününe iman edenleri, (çeşitli) mahsullerle rızıklandır.” (Cenâb-ı Hak) buyurdu ki: “Kâfir olanı dahi (yaşadığı müddetçe) biraz faydalandırır, sonra onu (nankörlüğü sebebiyle) cehennem azabına uğratırım. Varacağı yer de ne kötüdür!”
(Allah, Rahmân sıfatıyla dünyada hem mü’mine hem de kâfire merhamet eder, nimet verir ki bu da imtihanın bir parçasıdır. Verdiği servet ve iktidar, eğer kulluğa vesile olmuşsa, o verdiği lütfundan olup kişiye dünya ve âhiret saadetini kazandırır. Küfre ve azgınlığa sebep olmuşsa, o da ebedî hayatını mahveder.) [bk. 3/197-199; 9/85; 14/37; 46/20; 47/12-16]
127. Hani İbrahim Beyt(ullâh)’ın temellerini İsmail ile beraber yükseltirken (şöyle dua etmişti:) “Ey Rabbimiz! Bizden (yaptığımızı) kabul buyur. Şüphesiz sen (bizi hakkıyla) işiten ve bilensin.”
128. “Ey Rabbimiz! İkimizi de sana teslim olanlardan kıl; soyumuzdan da sana boyun eğen
128. “Ey Rabbimiz! İkimizi de sana teslim olanlardan kıl; soyumuzdan da sana boyun eğen (müslüman) bir ümmet meydana getir; bize ibadet yer (ve usul)lerini göster, (kusurlarımızı affedip) tevbemizi kabul buyur. Çünkü sen, tevbeleri çokça kabul eden ve çok merhamet edensin.”
129. “Ey Rabbimiz! Onlara içlerinden, senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara Kitab’ı ve hikmeti[53] öğretecek ve onları (şirkten ve kötülükten) arındıracak bir peygamber gönder. Şüphesiz sen, azîz ve hakîm (hüküm ve hikmet sahibi)sin.”
130. Kendini bilmeyen (ahmak)lardan başka, kim İbrahim’in dîninden yüz çevirir? Hakikat biz, onu dünyada (peygamberlik için) seçtik. O, âhirette de şüphesiz iyilerdendir.
131. Rabbi ona: “(Hakka) teslim ol!” buyurduğunda o da: “Âlemlerin Rabbine teslim oldum.” dedi.[54] [krş. 2/112]
132. İbrahim de bunu oğullarına tavsiye etti. (Torunu) Yakub da (öyle yaptı ve): “Ey oğullarım! Şüphe yok ki Allah size dîn(i İslâm’)ı seçti; bundan böyle sizler, ancak müslümanlar olarak (yaşayıp) can verin.” dedi.
133. (Ey yahudiler!) Yoksa Yakub’a ölüm geldiği zaman siz orada mı bulunuyor idiniz? O zaman (Yakub,) oğullarına: “Benden sonra neye ibadet edeceksiniz?” diye sormuş, onlar da: “Senin ilâhın; babaların İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilâhı olan bir tek İlâh (Allah)’a ibadet ederiz. Ve biz, yalnız O’na teslim olanlarız.” demişlerdi.
134. İşte onlar (İbrahim ve Yakub oğulları böyle) bir ümmetti, gelip geçti. (Onların) kazandıkları kendilerine, sizin kazandığınız da sizedir. Siz onların yapmış olduklarından sorumlu değilsiniz. (“Onlar da yahudi” idi diyerek, bir çıkar, pâye sağlamayınız.)
(Bununla 141. âyet-i kerîme aynı mealdedir. Bu âyetlerden önce geçtiği üzere yahudi ve hıristiyanlar Hz. İbrahim’e (oğul ve torunlarına da) yahudi ve hıristiyan ismi vererek onlardan bir pâye elde etmekte idiler. Buna karşılık yüce Allah: “Onlar gelip geçmiştir…” buyurmakla, “Siz artık kendinize bakın, onlardan size pâye verilmez, zamanın değişmesiyle hükümler de değişmiştir. Ancak esasta bir olarak gelen Tevhid dîni İslâm’da kazanç elde edin” diye aynı cevap ve uyarıyı yapmaktadır. Diğer taraftan Hz. İbrahim’in yahudi, hıristiyan ve müşrik olmadığı da âyet-i kerîmelerde bildirilmiştir.) [bk. 3/67; 16/20]
135. Bir de (yahudiler, müslümanlara): “Yahudi olun.” (Hıristiyanlar ise:) “Hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız.” dediler.[55] (Onlara) de ki: “Hayır, biz (küfür ve şirkten uzak kalıp) ‘bir tek Allah’a yönelen’ İbrahim’in (Hanîf) dînine uyarız. O, (Allah’a) ortak koşanlardan değildi.” [bk. 57/28-29]
(Bu âyet-i kerîmede ve 120. âyette geçtiği üzere müslümanlar, yahudi ve hıristiyanların bütün yaşayış şekillerine uysa ve uyum sağlasa bile, yine de dinlerine girmedikçe, onlar tarafından beğenilmeyecek ve kendilerinden sayılmayacaklardır. Bu âyetler tüm müslümanlara bir uyarıdır.)
136. (Ey mü’minler!) Onlara deyin ki: “Biz Allah’a ve bize indirilen (Kur’ân-ı Kerîm’)e, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve torunlarına indirilene; Musa ve İsa’ya verilenlere, diğer peygamberlere Rableri tarafından verilen (kitap ve sayfa)lara iman ettik. Biz onların hiçbiri arasında (inanç yönünden) asla ayırım yapmayız. Biz ancak O’na teslim olan (müslüman)larız.”
137. Eğer o (yahudi ve hıristiya)nlar da sizin iman ettiğiniz gibi (bütün esaslara) iman ederlerse, muhakkak doğru yolu bulmuş olurlar. (Yok) eğer yüz çevirirlerse, mutlaka onlar (size karşı) ayrılıkçılık (ve düşmanlık) içindedirler. Onlara karşı Allah sana yeter. O, hakkıyla işitendir, bilendir.
(Hıristiyanlar, Allah Resûlü’ne: “Biz vaftiz yapılarak Hıristiyanlık ile boyanıyoruz, sizin renginiz nedir?” diyorlardı.)
138. (De ki: “Biz) Allah’ın (İslâm) boyasıyla (boyanmışızdır).[56] Boyası Allah’ınkinden daha güzel olan kim olabilir ki? Biz ancak O’na kulluk edenleriz.”
139. (Onlara) de ki: “Allah, hem bizim Rabbimiz, hem sizin Rabbiniz olduğu halde siz, O’nun hakkında bizimle münâkaşa mı ediyorsunuz? Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz sizedir. Biz O’na tam bir samimiyetle bağlıyız.”
140. “Yoksa siz; İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve onun torunlarının yahudi veya hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz?” De ki: “Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Allah tarafından (bilinen ve bildirilen) bir şahitliği gizleyenden daha zalim kim vardır? Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.”
141. İşte onlar (böyle) bir ümmetti, gelip geçti. (Onların) kazandıkları kendilerine, sizin kazandığınız da sizedir. Siz onların yapmış olduklarından sorumlu değilsiniz. [krş. 2/134]
142. (Medine’deki yahudi ve münâfık) birtakım beyinsiz insanlar: “(Müslümanları) üzerinde
değilsin. Onlar birbirlerinin kıblesine de uymazlar. Andolsun ki eğer sana gelen ilim (vahiy)den sonra onların arzu ve heveslerine uyarsan, mutlaka sen de zalim (hakkı çiğneyip kendisine yazık eden) kimselerden olursun.
(Yüce Allah’ın Kur’an geldikten sonra ona uymayıp da, kendinin veya Ehl-i Kitab’ın arzu ve heveslerine, çıkarcı isteklerine uymanın zalimlik olduğu hakkında Resûlü’ne yaptığı bu uyarı bütün inananlaradır.)
146. Kendilerine kitap verdiklerimiz (Muhammed’in vasıflarını, kitaplarında gördükleri için) O’nu oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Böyle iken onlardan bir grup, bildikleri halde gerçeği gizlerler. [bk. 2/76; 6/20]
147. “Hak ve gerçek” olan Rabbinden (gelen)dir. Bu hususta asla şüpheye düşenlerden olma!
148. Herkesin (ve her toplumun) yöneldiği bir yön (bir kıble ve bir istikamet) vardır. Öyle ise (ey mü’minler!) Hayır işlerinde yarış edin! Nerede olursanız olun, Allah hepinizi (mahşerde hesap için) bir araya getirir. Şüphesiz Allah her şeye kâdirdir.
149. (Resûlüm!) Her nereden (yola) çıkarsan çık, (namazda) yüzünü Mescid-i Haram’a doğru çevir. Bu (emir), Rabbinden (gelen) mutlak bir gerçektir. Allah yaptıklarınızdan asla habersiz değildir.
150. (Yine) her nereden (yola) çıkarsan çık, (namazda) yüzünü Mescid-i Haram’a doğru çevir. (Ey mü’minler!) Siz de nerede olursanız, yüzünüzü onun tarafına çevirin ki (diğer) insanların aleyhinize (sizi küçük düşürecek) bir delili olmasın. Ancak onlardan (ulu orta konuşarak) zulmedenler hariçtir (Bunlar yine de edepsizliğini sürdürebilir).[61] Artık siz onlardan korkmayın, benden korkun (ve o tarafa dönün) ki size olan nimetimi tamamlayayım, böylece doğru yolu bulabilesiniz.
151. Nitekim (size nimetimi tamamladığım gibi) içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi tezkiye eden (şirkten, maddî ve mânevî kirlerden ve kötülüklerden temizleyen), size Kitab’ı ve hikmeti (ve O’nun hükümlerinin uygulamasını) öğreten ve bilmediklerinizi bildiren bir Resul gönderdik. [bk. 3/164; 62/2]
152. O halde beni (ibadet ve itaatle) hatırlayın ki ben de sizi (sevap ve mağfiretle) anayım; bana şükredin (ibadetsizlik ve itaatsizlikle) bana nankörlük yapmayın.
(İnsanlardan bir kısmı sahip olduğu dünyalıklarla sevinmekte, övünmekte, diğer bir kısmı da maddî/teknolojik ürünleri icat edenleri veya kendisinde güç görüp kahramanlaştırdığı şahsiyetleri övmekte ve onları şükranla anmakta iken; buna karşılık kendisini yaratan ve sayısız nimetler lütfeden Allah’ın yüceliğini ve O’na şükrünü, kulluk borcunu unutmaktadırlar ki bu da tam anlamıyla nankörlüktür. Allah’a ibadet ve itaatle şükrü yerine getirmek, nimeti artırır, basireti açar, berekete vesile olur. Emirlerine muhalefet etmek/karşı çıkmak ve itaatsizlik ise, küfür ve nankörlük olup azabı artırır.) [bk. 14/7]
153. Ey iman edenler! Sabır ve namaz/dua ile (Allah’tan) yardım isteyin. Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir. [krş. 2/45-46]
(Âyet-i kerîmede geçen sabır ve namaz, karşılaşılacak güçlüklerin çözülmesi için Allahu Teâlâ’nın yardımını sağlayacak bir vesiledir. Sabır; cesaret, zorluklara göğüs germek, direnmek anlamında da ahlâkî bir disiplindir. Namaz; gönlünde Allah sevgisi olan, O’na saygı duyan ve O’nun huzuruna çıkacağına inanan kimsenin iman ve itaatinin bir göstergesi, dînin direği ve kulu Allah’a yaklaştıran bir ibadettir.)
154. Allah yolunda öldürülen kimseler hakkında “ölüler” demeyin. Hayır, aksine onlar diridir, fakat siz (bunu) anlayamazsınız. [krş. 3/169]
155-156. (Ey mü’minler! İtaat edeni isyan edenden ayırt etmek için) andolsun ki sizi hem biraz korku ve açlıkla hem de mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. (Ey Resûlüm!) Sabredenlere (lütuf ve ihsanımı) müjdele! Öyle ki onlar, kendilerine bir bela geldiği zaman ancak: “Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aitiz ve (sonunda) yine O’na döneceğiz.” derler.
(Çünkü gelen her türlü afet ve musibet, Allah’ın bilgi, irade ve takdiri dâhilindedir. Sabretmek ise, insanın Allah’ın takdirine boyun eğmesi ve günah teşkil eden arzularına engel olmasıdır.)
157. İşte Rablerinin mağfiret ve rahmeti, o (teslimiyette buluna)nların üzerinedir; işte doğru yolu bulanlar da ancak onlardır.
158. Şüphesiz “Safâ” ile “Merve” Allah’ın (emrettiği haccın) nişânelerinden (unsurlarından)dır. Kim Beyt’i (Kâbe’yi) hacceder veya umre yaparsa, bu iki (tepe olan Safâ ve Merve’)yi tavaf etmesinde (gidip gelmesinde) bir beis yoktur. Kim gönülden bir hayır yaparsa, (bilsin ki) Allah, muhakkak mükâfatını verir ve (kimin ne yaptığını) bilir.
(Câhiliye döneminde bu tepelerde meşhur birer put vardı. Mekke’nin fethinden sonra bunlar kırılmasına rağmen müslümanlar bu tepeler arasında sa’y yapma hususunda tereddüt ediyorlardı. Bunun için bu âyet nazil oldu.)
159. Şüphesiz, indirdiğimiz delilleri (emirleri) ve doğru yolu gösteren (âyetler)i insanlara Kitab’da açıkça bildirdikten sonra (hakikati) gizleyenler (ve onları yürürlükten kaldırmaya çalışanlar) var ya; işte onlara hem Allah lanet eder, hem de (bütün) lanet ede(bile)nler lanet eder. [krş. 2/174]
(Çünkü İslâm’ın hakikatlerini gizleyenler; küfrün, batılın gündeme gelmesine ve hâkim olmasına sebep olmuş olurlar.)
160. Ancak tevbe ed(ip dön)enler, (hallerini) düzeltenler ve (Allah’ın indirdiği gerçekleri eğip bükmeden dosdoğru) açıklayanlar başka(dır). İşte, ben onların tevbesini kabul ederim. Zira ben, tevbeleri kabul buyuran, çok merhamet edenim.
161. Şüphesiz ki (âyetlerimize ve hükümlerimize karşı çıkarak) küfre sapıp da kâfir olarak ölenler (var ya), işte Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onların üstünedir.
162. (Onlar) bu lânette temelli kalacaklardır. Artık onların azapları hafifletilmez, yüzlerine de bakılmaz.
163. Sizin İlâhınız bir İlâh (Allah’)tır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O Rahmân’dır (dünyada bütün yaratıklara merhamet edendir), Rahîm’dir (âhirette yalnız mü’minlere rahmet edendir).
(Kendisinde üstün güç ve hükümranlık görülen; yörüngesine girilip tanrılaştırılan ve tapınılan liderler ve birçok varlıklar olmuştur. Yüce Allah burada, hükmü ve mutlak hâkimiyeti altına girilen ilâhın, bir tek kendisi olduğunu bildirmektedir.)
164. Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanların yararı için denizde (süzülüp) giden gemilerde, Allah’ın semadan indirip onunla, öldükten (kuruduktan) sonra toprağı dirilttiği suda, orada (yeryüzünde) yaydığı her türlü canlıda (ve onları yaymasında), rüzgarları (dilediği gibi) estirişinde, gök ile yer arasında (Allah’tan gelecek) emre hazır bekleyen bulutta, elbette düşünen bir kavim için, (Allah’ın varlığına ve birliğine) nice deliller vardır.
165. Öyle insanlar vardır ki Allah’tan başkasını (putları, arzu ve hevalarını, yücelttikleri, sevip bağlandıkları şahısları, bazı varlık ve eşyayı, gizli veya açıktan sevip) O’na (Allah’a) denk hâle getirirler; tıpkı Allah’ı sever gibi onları severler,[62] (böylece şirke düşerler, Allah yerine onlara bağlanırlar). (Hakiki) inanmışların Allah sevgisi (emirlerine itaat ve bağlılığı) ise daha kuvvetli (ve içtendir). (O’na denk hiçbir sevgi beslemezler. Allah’a eş koşup da kendilerine) zulmedenler, azabı gördükleri zaman, (anlayacakları gibi) bütün kuvvet (ve kudret)in Allah’ta bulunduğ
azabı gördükleri zaman, (anlayacakları gibi) bütün kuvvet (ve kudret)in Allah’ta bulunduğunu ve Allah’ın azabının, gerçekten çetin olduğunu keşke (önceden) bilselerdi. [krş. 6/136; 12/106; 14/30; 31/21; 33/66-68; 34/31; 40/73-75; 45/23]
166. Nitekim (dine aykırı olan işlerde) kendilerine uyulan (o peşinden gidilen günahkâr) kimseler, o gün azabı gördükleri vakit (kendilerine) uyanlardan hızla uzaklaşacaklar ve aralarındaki (yandaşlık ve liderlik gibi) bağlar kopacaktır. [krş. 2/70; 9/31]
167. (Bunun üzerine onlara) uyanlar da: “Ah, keşke biz (dünyaya) bir kere daha dönseydik de (bugün onların) bizden uzaklaştıkları gibi biz de (onlardan) uzak dursaydık.” derler. İşte Allah onlara bütün yaptıklarını hasret (pişmanlık ve üzüntü)ler içinde gösterecektir. Onlar cehennemden çıkacak da değillerdir. [bk. 7/36-39; 16/27; 28/62-66; 33/66-68; 34/22; 37/22-35; 38/55-61; 41/9]
168. Ey insanlar! Yeryüzündeki helal ve temiz şeylerden yiyin. (Pis ve haram olan şeyleri yiyip içmede) şeytan (ve benzerlerin)in adımlarını izlemeyin. Çünkü o(nlar) sizin için apaçık bir düşmandır. [krş. 2/208; 17/27]
169. O size ancak kötülüğü, hayasızlığı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi/iddia etmenizi emreder.
(Âyet-i kerîmede belirtildiği gibi, İslâm’a aykırı emir, sevgi, şehvet gibi nefs-i emmârenin her türlü istekleri; hayasızlık ve haram mal edinme gibi şeyler (24/21) şeytanın adımlarıdır ki bunlar siyâsî,
istekleri; hayasızlık ve haram mal edinme gibi şeyler (24/21) şeytanın adımlarıdır ki bunlar siyâsî, içtimâî (sosyal) ve ferdî alanda toplanırlar. Kim, İslâm’dan başka bir din ve hayat tarzı ararsa sonu hüsrandır (3/85). Çünkü bu, şeytan ve dostlarının yoludur (6/121; 38/83). Zira yüce Allah, “Şeytana tapmayın.” (36/61) buyurmaktadır.)
170. Onlara: “Allah’ın indirdiğine (Kur’an’a) uyun.” denildiği zaman onlar: “Hayır! Biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz (ve öğrettikleri yol)a uyarız.” dediler. Peki, ataları bir şey (in İslâm’a uyup uymadığın)ı düşünemeyen ve doğru yolu bulamayan (sapık yolun yolcusu) kimseler olsalar da mı (onlara uyacaklardı)?![63]
171. İnkâr edenleri (doğru yola davet edenleri)n durumu, bağırış ve çağırıştan başka duymayan (hayvanlar)a ‘seslenip bağıran’ın durumu gibidir.[64] Onlar, (mânen) sağır, dilsiz ve kördürler. Bu sebeple onlar, (ilâhî emirleri duysalar da) akletmezler (düşünüp emrin gereğini yerine getirmezler).
172. Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz/helal olanlarından yiyin; eğer sadece O’na kulluk ediyorsanız, Allah’a şükredin. (O’na karşı diliniz, bedeniniz ve malınızla, kulluk borcunuz olan şükrü yerine getirin.)
173. (Allah) size sadece ölmüş (murdar hayvan)ı, kanı, (hem etinin hem tabiatının pisliğinden dolayı) domuz etini ve Allah’tan başkası (putlar ve şahıslar) adına kesileni haram kıldı.[65] Fakat kim de mecbur kalırsa, istekli olmayarak ve sınırı aşmadan (sırf ölmemek için) yerse ona hiçbir günah yoktur. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. [krş. 5/3]
174. Allah’ın indirdiği Kitab’dan bir şeyi gizleyip de[66] onu (elde edeceği dü
174. Allah’ın indirdiği Kitab’dan bir şeyi gizleyip de[66] onu (elde edeceği dünyalık) birkaç paraya satanlar var ya… İşte onlar, (gizledikleri veya suskunluklarının karşılığında aldıkları ile) karınlarına ateşten başka bir şey doldurmayacaklar. Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz, onları temize de çıkarmaz. Onlara acıklı bir azap vardır.
(Din adına çıkmış bazı kimseler, ilâhî vahyin doğruluğunu kabul etmekle beraber, zalimlerle el ele vererek ilâhî vahyi onların arzuları doğrultusunda yorumlayarak mü’minlerle mücadeleye girişirler. Böylece bunu dünyevî bir kazanca/ranta ve şöhrete dönüştürürler. Cezaları ise âyette belirtilmiştir.)
175. Onlar doğru yolu bırakıp sapıklığı, mağfireti bırakıp azabı satın almış kimselerdir. Onlar, ateşe karşı ne kadar da dayanıklı imişler!
176. Bunun sebebi şudur: Çünkü: Allah, Kitab’ı (Kur’an’ı) hak olarak indirmiştir. (Buna rağmen, keyfî yorumlar sonucu) o Kitab’da (ve hükümlerini kabulde) ihtilafa düşenler elbet (haktan) uzak bir ayrılık (bir azap) içindedirler.
177. (Ey ibadet edenler!) İyi ve erdemli olmak (yalnızca) yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir.[67] Fakat iyi ve erdemli (muttakî) kişi; Allah’a, âhiret gününe, meleklere, Kitab’a (Kur’an’a) ve peygamberlere inanıp malı(nı), sevgisine rağmen (Allah rızası için) akrabaya, yetimlere, yoksullara ve yolda/sokakta kalmışlara, dilenenlere ve boyunduruk altında bulunanlara (kurtulmaları için ihlasla) veren, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, ahitleştiği zaman sözlerini yerine getiren, sıkıntıda, hastalıkta ve savaşın şiddetlendiği anda sabredendir.
bulunanlara (kurtulmaları için ihlasla) veren, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, ahitleştiği zaman sözlerini yerine getiren, sıkıntıda, hastalıkta ve savaşın şiddetlendiği anda sabredendir. İşte (imanlarında, yaptığı iyilik ve taatte) doğru olanlar onlardır. Ve takvâya erenler de onlardır.
178. Ey iman edenler! (Tarafınızdan kasten) öldürülenler hakkında size kısas yazıldı (farz kılındı. Öldüren) hüre hür, köleye köle, kadına kadın (hâkimin hükmü ile kısas olunur. Erkek, kadını öldürmüşse yine aynıdır). Fakat (öldürülenin) kardeşi (velîsi veya mirasçılarından biri) tarafından o (kâtil) şahıs lehine bir şey affedilir (bağışlanır)sa (kısas düşer), o zaman örfe uymak (yani dîne ve akla uygun diyet borcunu) ona (öldürülenin velîsine) güzellikle ödemek gerekir. Bu, Rabbiniz tarafından bir hafifletme ve merhamettir. Kim bundan sonra (kısas ister veya diyet aldıktan sonra yine de kâtile veya akrabasına) saldırıda bulunursa, onun için pek acıklı bir azap vardır.[68]
179. Ey (gerçeği düşünebilen tam) akıl sahipleri! Kısasta sizin için (umûmî) hayat vardır; olur ki sizler, (bu sayede keyfinize göre yaralama ve cinayetten) korunursunuz.
(Yüce Allah’ın; “Kısasta hayat vardır.” ifadesi, insanlığın hayat hakkını korumak içindir. Kısas, bir ödeşmedir ki öldürme, kesme ve yaralama gibi suçlara karşı, suçluya misli olan cezanın/âdil olan karşılığının mahkemece verilmesi, ya da mirasçılarının fidyeye razı olmaları şekliyle olur. Şahsî suçlarda devletin suçluyu affetme yahut diyete razı etme veya diyeti reddetme yetkisi yoktur. Bundan dolayı artık öç ve kan dâvâları da önlenmiş olacaktır. Nitekim, İslâm öncesi, eski Türklerde de töreye göre kısas yapıldığından kan dâvâları yoktu. Çünkü ceza suça denkti. Ceza, suça denk olunca caydırıcı oluyordu. Bu sebeple, ölmeyi göze alamayan yaralama ve öldürmeyi de göze alamıyor; hem de Allah’tan korkuyordu. Çağdaş hukuk sistemleri bunu sağlayamamıştır.)
180. Sizden birine ölüm (hali) geldiği zaman eğer bir hayır (bir mal) bırakıyorsa, anaya, babaya ve akrabalara (üçte birini) adalete uygun bir şekilde vasiyet etmesi size farz kılındı. Bu, ‘Allah’a karşı gelmekten sakınanlar’ üzerinde bir haktır (onlar üzerine bir borçtur).
(Vasiyet, malın üçte birini geçmeyecektir. Bu âyetteki vasiyet, Nisâ sûresindeki 7-12 ve 176. miras âyetleriyle yeni bir hükme bağlanmıştır. Peygamber Efendimiz de, “Vârise/mirasçıya, diğerlerinin rızaları dışında artık vasiyet yoktur.” buyurmuştur.)
181. Artık kim, onu (ölünün vasiyetini) işittikten (veya yazılmasından) sonra değiştirirse, bunun günahı ancak onu değiştirenlerin üzerinedir. Şüphesiz Allah, (her şeyi) işitendir, bilendir.
182. Kim de, vasiyet edenin bir hata etmesi (haksızlığa meyletmesi)nden veya bir günah işlemesinden korkar da (tarafların) arasını düzeltirse ona hiçbir günah yoktur. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir.
183. Ey iman edenler! Sizden önceki (ümmet)lere yazıldığı gibi, sizin üzerinize de oruç tutmak yazıldı (farz kılındı).[69] Olur ki bu sayede takvâya erersiniz.
184. (Farz kılınan oruç) sayılı günlerdir. Sizden kim, (o günlerde) hasta veya seferde ise o, (tutamadığı) günler sayısınca başka günlerde (oruç tutar. İhtiyarlığından veya tedavisi mümkün olmayan bir hastalıktan dolayı) oruç tutmaya gücü yetmeyenlere, (her güne karşılık) bir yoksulu (sabah akşam) doyuracak bir fidye vermesi (gerekli)dir. Kim de gönülden gelerek (daha fazla) bir ihsanda bulunursa, bu, onun için daha hayırlıdır. Bununla beraber (zor da olsa, işin önemini) bilirseniz, oruç tutmanız, sizin için daha hayırlıdır.
185. (O sayılı günler) Ramazan ayıdır ki Kur’an; insanlara hidayet (doğru yol) rehberi, doğru yolun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak onda(ki Kadir gecesinde) indirildi.[70] Sizden kim (mazereti olmaksızın) bu ay(ın ilk hilâlin)e erişirse/görürse[71] hemen orucunu tutsun, kim de hasta veya seferde (olup da yer) ise, tutmadığı günler sayısınca (caiz olan) başka günlerde (orucunu kazâ etsin). Allah sizin hakkınızda kolaylık ister, zorluk istemez. Bu da, o sayıyı (kazâ ile) tamamlamanız ve size yol göstermesine karşılık Allah’ın yüceliğini tanımanız içindir. Olur ki (düşünür de) şükredersiniz.
186. (Resûlüm!) Kullarım sana beni soracak olurlarsa (bilsinler ki) ben, şüphesiz onlara çok yakınım. (İsterse gönlünden geçirsin.) Bana dua edenin duasına icâbet eder (kabul eder)im. O halde onlar da benim davetimi kabul ed(ip bana itaat et)sinler ve bana iman(da sebat) etsinler. Tâ ki bu sayede doğru yola (kurtuluşa) ulaşmış olsunlar. [bk. 25/77]
(Allahu Teâlâ kullarına ilmiyle, rahmetiyle, lütuf ve ihsanıyla çok yakındır; yeter ki kullar emirlerine itaatten uzaklaşmasın, iman ve ameline riyâ, münâfıklık ve şirk karıştırmasın, ihlaslı olsunlar. O’nun koyduğu sınırları da murâbıt olup korusunlar. [krş. 3/200] İşte kim Allah’a bağlanır, O’nun kendileri için koyduğu dînî ilkeleri muhafaza eder ve dua ile O’na sığınırsa, O da onu yüceltir ve yalnız bırakmaz. [2/153] Böylece Yaradan’ın yaratılana olan icabet vaadi gerçeklik kazanır.)
187. Oruç (günlerinin) gecesinde eşlerinizle cinsî ilişki kurmanız size helal kılındı. (Haramdan korunmak ve sükunete kavuşmak için) onlar sizin için bir elbise, siz de onlar için bir elbise (durumunda)sınız. Allah (onlara yaklaşmamakla)[72] nefislerinizin arzularına karşı zâfiyet göstereceğinizi bildi de tevbelerinizi kabul edip sizi bağışladı. Artık bundan böyle, (oruç gecelerinde de) onlara yaklaşın ve Allah’ın sizin için yazdığı (takdir ettiği) şey (nesl)i isteyin. Beyaz iplik siyah iplikten (fecrin aydınlığı, gecenin karanlığından) seçilinceye (tan yeri ağarıncaya) kadar yiyin için; sonra da orucu akşam oluncaya (iftar vaktine) kadar tamamlayın. Fakat mescidlerde i‘tikâfa çekilmiş iken kadınlarınıza yaklaşmayın. Bu (hükümler) Allah’ın (yasak) sınırlarıdır; sakın sınırlara yaklaşmayın! Allah, sakınıp korunsunlar diye âyetlerini insanlara böyle açıklar.
188. Bir de mallarınızı aranızda haksız yollarla yemeyin.[73] İnsanların mallarından bir kısmını, bile bile, (haksız yere) haram yollardan yemek için o malları hâkimlere (reis ve idarecilere rüşvet olarak) aktarmayın. [krş. 4/29]
189. (Resûlüm!) Sana hilâl halindeki (yeni doğan) ayları sorarlar. De ki: “Onlar, insanlar ve (özellikle) hac için vakit ölçüleridir. (İhramlı iken câhiliye döneminde olduğu gibi) evlere arkalarından girmeniz iyi ve erdemli olmak değildir. Fakat iyi ve erdemli kişi ‘Allah’ın emirlerine uygun davranandır.’ Evlere kapılarından girin ve Allah’ın emirlerine uygun yaşayın/aykırı davranmaktan sakının ki kurtulasınız.”[74]
(Medine halkı bayram törenlerinden, Ensar da hacdan döndükten sonra veya ihramlı iken evlerine arka taraftan girerlerdi. Bu câhiliye âdetini iyi bir şey sanırlardı. Yüce Allah bu âyetle, bunun çirkin olduğunu bildirdi ve kaldırdı.)
190. Size savaş açanlarla siz de Allah yolunda savaşın. (Fakat savaşmayan ihtiyar, kadın ve çocukları öldürerek) aşırı gitmeyin. Şüphesiz ki Allah, aşırı gidenleri sevmez.
(Bu âyet-i kerîmenin hükmü, bundan sonraki âyetle veya Tevbe sûresinin 12. âyetiyle de ilgilidir. Yüce Rabbimiz bu âyetle savaşa izin vermiş ancak savaşta da insan haklarını teminat altına alarak katliamları, toplu öldürmeleri yasaklamıştır.)
191. Onları (size harp açan kâfirleri) yakaladığınız yerde öldürün. Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. (İslâm’ı beğenmeyip şirk ve küfrü hâkim kılmak ayetleri şahsî tevillerle aslî konumundan saptırmak veya dinden döndürmek için işkence yapmak şeklindeki) fitne ise adam öldürmekten daha beterdir. Mescid-i Haram’da sizinle savaşmadıkça siz de orada kendileriyle savaşmayın. (Fakat size) savaş açarlarsa, siz de onları öldürün. İşte kâfirlerin cezası böyledir. [krş. 48/24]
192. Şâyet onlar (savaş ve küfürden) vazgeçerlerse (ilişmeyiniz). Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
193. (İslâm’a engel) bir fitne kalmayıncaya, din (sahte tanrıların emri doğrultusunda değil; kısıtlamasız olarak) yalnız Allah’ın (buyruğu doğrultusunda) oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer (dine ve dînî yaşantıya engel olmaktan) vazgeçerlerse, artık zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur. [bk. 8/39]
(Zilkâde ayında savaş haram olduğu halde, müşrikler Hudeybiye’de bu ayın hürmetini çiğnediler.
(memleketinize) döndüğünüz zaman da yedi (gün) oruç tutması gerekir; bunlar tam on (gün)dür. Bu, ailesi Mescid-i Haram (civarın)da oturmayanlar içindir. Allah’ın emirlerine uygun yaşayın/aykırı davranışlardan sakının (hac hükümlerinde dikkatli olun) ve bilin ki Allah’ın cezası çok şiddetlidir.
197. Hac, bilinen aylar(da)dır.[79] Kim o aylarda (niyetle ihrama girip) haccı yerine getirmeye azmederse, (bilin ki) hacda (eşiyle) cinsî ilişki kurmak, günah sayılan davranışlarda bulunmak ve kavga etmek/ağız dalaşı yapmak yoktur. Siz ne hayır yaparsanız, Allah onu bilir. Bir de (yol için) kendinize azık edinin. (Bilin ki) azığın en hayırlısı takvâdır (günaha sebep olan hareketlerden sakınmaktır). Ey akıl sahipleri! Yalnız benim emirlerime uygun yaşayıp karşı gelmekten sakınarak azabımdan korunun.
198. (Hac mevsiminde, ticaret yaparak)[80] Rabbinizden bir lütuf (bir rızık) aramanızda size bir vebal yoktur. Arafat’(taki vakfe[81]) den (Müzdelife’ye) akın ettiğiniz zaman, Meş’ar-i Haram’ın yanında (Müzdelife’de) Allah’ı (dua ve telbiye ile) anın. Ve sizi doğru yola hidayet ettiği gibi (siz de), aynı şekilde O’nu (tevhid ve tâzimle) öylece anın. (Biliyorsunuz ki) siz, bundan evvel (câhiliye döneminde) cidden yanlış yolda olanlardan idiniz.
199. Sonra, insanların (sel gibi) aktığı (döndüğü) yerden, (Arafat’tan) siz de akın edin, Allah’tan mağfiret dileyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.
200. Hac ibadetlerinizi bitirdiğinizde, vaktiyle (orada) atalarınızı (sevgi ve övgü ile) andığınız gibi, artık bundan böyle daha kuvvetli bir şekilde Allah’ı anın. İnsanlardan kimi: “Ey Rabbimiz! Bize (vereceğini) dünyada ver!” der. Artık (böyle diyen) o kimseye âhirette hiçbir nasip yoktur.
(Bu insanlar, dünyevî arzularının iyiliğine, kötülüğüne bakmaksızın sadece bol dünyalık nimetler için dua ederler. Çünkü gönüllerinde âhiretin yeri yoktur, bunun için orada nasipleri de yoktur.)
201. Onların kimi de: “Ey Rabbimiz! Bize dünyada da güzellik, âhirette de güzellik ver ve bizi cehennem azabından (ateşinden) koru.” der.
202. İşte onlara, kazandıklarından (hem dünyada hem de âhirette) büyük bir nasip (rahmet, hayır ve bereket) vardır. Allah hesabı çok çabuk görendir.
203. (Teşrik günleri diye bilinen)[82] sayılı günlerde (tekbir getirmek suretiyle) Allah’ı zikredin. Kim iki günde (Zilhicce’nin on bir ve on ikinci günlerinde Minâ’dan Mekke’ye dönmek için) acele ederse, ona günah yoktur. Kim de acele etmeyip geri kalırsa, günahlardan korunması halinde ona da vebal yoktur. Allah’a ‘saygılı olup emrine uygun yaşayın’ ve bilin ki siz şüphesiz O’nun huzurunda toplanacaksınız.
204. İnsanlardan öyleleri vardır ki (onun) dünya hayatına dair (aldatan yaldızlı) sözü, senin hoşuna gider ve (hatta bunlar), sözlerinin özlerine uyduğu konusunda da Allah’ı şahit tutar. Halbuki gerçekte o, (İslâm’ın ve müslümanların) en azılı düşmanıdır. [krş. 63/4][83]
205. O, (dönüp gidince veya) iş başına geçince, (Allah’ın emrine karşı gelmek ve hevasına uymakla) ülkede fesat çıkarmaya, harsı (ekonomiyi, kültürü) ve nesli mahvetmeye çalışır. Allah ise fesadı/bozgunculuğu sevmez.
206. Ona: “Allah’ın emirlerine karşı gelmekten sakın.” denildiği zaman, (kızar da) gururu kendisini (daha fazla) günaha sürükler; artık böylesinin hakkından cehennem gelir. (Orası) ne kötü bir yataktır!
(Bu üç âyet-i kerîme; birtakım (münâfık) insan tiplerini ortaya koymaktadır ki onlar çok güzel ve yaldızlı konuşmalar yaparlar “Ben şahsî çıkarlarım için değil; doğruluğu, iyiliği getirmek ve insanları kurtarmak için çalışmaktayım.” gibi sözler söylerler. İdeolojilerini putlaştırmaya çalışırlar. Fakat iş başına geldikleri zaman, ekini (ekonomik gücü) ve nesli çeşitli usullerle mahvederler, mânevî değerlerinden kopmuş kişiliksiz, materyalist ve çıkarcı nesiller üretirler. Böylece büyük fesatlara ve bozulmalara sebep olurlar. Takvâya, Allah’ın emir ve rızasına uygun yaşamaya çağıranları da küçük görüp büyüklenirler. Onların hakkından ancak cehennem gelecektir. İslâm’ın nurunu söndürmeye ve gereği gibi müslüman olmak/müslümanca yaşamak isteyenleri de sindirmeye çalışan bu İslâm düşmanı, münâfıklar hakkında inen bu üç âyette, düşünenler için alınacak büyük dersler vardır.) [bk. 2/165-167]
207. Kimi insanlar da, Allah’ın rızasını kazanmak için canını feda eder; Allah da kullarına çok şefkatlidir.
(Süheyb er-Rûmî (ra.) Mekke’den Medine’ye hicret edecekti, müşrikler engel oldular ve “Ancak malını burada bırakırsan hicret edebilirsin.” dediler. O da malını terkedip dini için hicret etti. Böylece o ve benzerleri bu âyet-i kerîme ile ilâhî övgüye mazhar oldular.)[84]
208. Ey iman edenler! Hepiniz (çekişmeyi bırakıp Kur’an’ın prensiplerinde toplanarak İslâm ile,
213. İnsanlar (imanlı) tek bir ümmetti. Sonra (bir kısmı küfre saparak ayrılığa düşünce) Allah, (rahmetini) müjdeleyici ve (azabından) sakındırıcı olarak peygamberler gönderdi. Anlaşmazlığa düştükleri şeylerde, insanlar arasında hükmetmek için onların beraberinde hakikati gösteren kitap(lar) da indirdi. Ancak kendilerine kitap verilenler, açık deliller geldikten sonra, aralarındaki ihtiras (haset ve zulüm)den dolayı o (son Kitab hakkı)nda ayrılığa düştüler. Allah da (ona) iman edenleri, onların hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle ulaştırdı. Allah, dilediğini (iyi niyetine göre) doğru yola iletir.
214. (Ey mü’minler!) Yoksa siz, sizden önce geçip giden (mü’min)lerin, başlarına gelen (sıkıntı)lar, sizin de başınıza gelmeden (hemen) cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki hatta Peygamber ve onunla birlikte olan o mü’minler: “Allah’ın (vaadettiği) yardımı ne zaman?” diyecek (duruma gelmiş)lerdi. İyi bilin ki Allah’ın yardımı çok yakındır. [krş. 3/142 29/2-3]
(Bu âyet ashâbın Hendek gazvesinde karşılaştıkları çetin sıkıntılar üzerine nazil olmuştur. Âyet-i kerîme’de Hz. Peygamber ve ashâbına/ümmetine bir mesaj vardır ki; o da, halis niyetle çıkılan İslâm davası yolunda gelecek zorluklara dayanmak, sabretmek, acizlik göstermeyip mücadeleye devam etmektir. Ancak böylece cenneti kazanmak, Allah’ın yardımına kavuşmak mümkün olur.)
215. (Resûlüm!) Sana (Allah yolunda, kimlere) ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: “İnfak edeceğiniz mal; ana baba, akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Siz hayırdan ne yaparsanız, şüphesiz, Allah onu hakkıyla bilir (ve mükâfatı verir.)”
216. (Ey mü’minler!) Size hoş gelmese de, (gerektiğinde zulüm ve saldırıyı önlemek için meşru ölçüler içinde)[87] savaşmak artık size yazıldı (farz kılındı).[88] Olur ki (bazen) hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlı olur ve hoşunuza giden bir şey de sizin için şer olur. (Hayırlı ve doğru olanı) Allah bilir, siz bilemezsiniz.
217. (Ey Resûlüm!) Sana, haram olan (hürmet edilen) ayı ve o ayda savaşmanın hükmünü sorarlar. De ki: “Evet onda savaşmak büyük (bir günah)tır.” Fakat (insanları) Allah yolundan alıkoymak, O’nu inkâr etmek, Mescid-i Haram’ı (Kâbe’yi) ziyareti yasaklamak ve halkını oradan çıkarmak ise Allah nazarında daha büyük (bir günah)tır. (Şirki yayarak, toplumda anarşi çıkararak, din ve vicdan hürriyetine baskı ve zulüm yaparak) fitne çıkarmak ise öldürmekten daha büyük (günah)tır. (Kâfirler) güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaktan geri durmazlar. Sizden kim, dininden döner ve kâfir olarak ölürse, işte onların bütün yaptıkları (iyi ameller) dünyada da âhirette de boşa gitmiştir. Onlar, ateş ehli (cehennemlik) olup orada ebedî olarak kalacaklardır.[89] [bk. 2/194 ve ilgili dipnot; 9/36]
218. (Allah ve Resûlü’ne) gerçekten inananlar, (dinini yaşamaktan aciz kalıp vatanlarından) hicret ederek, Allah yolunda (mücadele ve) cihad edenler (var ya)! İşte onlar, Allah’ın rahmetini umarlar. Allah çok bağışlayan ve merhamet edendir.
219. Sana (sarhoş edici) şarap ve kumarın hükmünü sorarlar. De ki: “O ikisinde büyük bir günah, hem de insanlara (bazı ufak) faydalar vardır. Ama günahları (ve zararları) faydalarından daha büyüktür.”[90] Yine sana ‘Allah yolunda neyi harcayacaklarını’ sorarlar. De ki: “İhtiyacınızdan artanını (verin).” Allah size âyetlerini böylece açıklıyor ki dünya ve âhiret hakkında (lehinize ve aleyhinize olan şeyi iyi) düşünesiniz (ve ona göre hareket edesiniz).
(Aşağıdaki âyetin başında yer alan ilk “dünya ve âhiret” kelimeleri, önceki âyetin sonu ile ilgili olduğundan oraya eklenmiştir.)
220. (Resûlüm!) Bir de sana yetimler hakkında sorarlar. De ki: “Onların (mallarını karşılıksız muhafaza etmek ve) durumlarını düzeltmek (için yakın ilgi göstermek, yüzüstü bırakmaktan) daha hayırlıdır. Eğer onlarla bir arada yaşarsanız, artık (onlar) sizin kardeşlerinizdir. Allah, (yetimlere) fenalık yapanla (iyilik yapıp) hallerini düzelteni bilir. Allah dileseydi sizi (onlar gibi) zor durumda bırakırdı. Şüphesiz Allah mutlak galip, hüküm ve hikmet sahibidir.”
221. (Ey mü’minler!) Müşrik (ve kâfir) kadınlarla (gerçek bir inanışla) inanıncaya kadar evlenmeyin. İmanlı bir cariye[91] (bile), hoşunuza giden müşrik (ve kâfir) bir kadından, elbet daha hayırlıdır. İman edinceye kadar müşrik (ve kâfir) erkeklere de (mü’min kadınları) nikâhlamayın. Hoşunuza gitse bile, (Allah’a) ortak koşan (kâfir veya putperest) bir adamdan, imanlı bir köle bile elbet daha hayırlıdır.[92] (Çünkü) onlar sizi cehenneme çağırırlar. Allah ise sizi kendi izniyle (yardımıyla) cennete ve mağfirete çağırır ve düşünüp gereken dersi alsınlar diye, insanlara âyetlerini (böyle) açıklar.
222. (Resûlüm!) Sana, bir de kadınların âdet hali hakkında sorarlar. De ki: “O bir rahatsızlıktır. Bu yüzden aybaşı halinde kadınlardan uzak durun. Temizleninceye kadar onlara (cinsel ilişki için) yaklaşmayın. Temizlendikleri zaman Allah’ın size emrettiği yerden onlara varın (birleşin). Şüphesiz Allah, çokça tevbe edenleri de sever, çok temizlenenleri de sever.”
223. Kadınlarınız(ın ön uzvu) sizin tarlanız (çocuk tohumu ekme yeriniz)dir. O halde (ilişkinizde) o
223. Kadınlarınız(ın ön uzvu) sizin tarlanız (çocuk tohumu ekme yeriniz)dir. O halde (ilişkinizde) o ekme yerinize (hayız hali dışında) nasıl isterseniz öyle varın; birbiriniz için ön hazırlıklar yapın.[93] Allah’ın emirlerine aykırı davranmaktan sakının (da meşru olarak ve meşru yerden temasta bulunun)[94] ve mutlaka O’na kavuşacağınızı da bilin. (Bunu,) iman edenlere müjdele!
224. Yemin etmek suretiyle, Allah’(ın adın)ı, iyilik yapmanıza, (kötülüklerden) sakınmanıza ve insanların arasını düzeltmenize engel yapmayın (böyle yapmışsanız, kefâret ödeyerek yemininizi bozun). Allah her şeyi işitendir, bilendir.
225. Allah sizi, kasıtsız (ve rastgele) yeminlerinizden dolayı (işlediğiniz hatalarınızdan) sorumlu tutmaz; fakat kalplerinizin kazandığı (kasıtlı yeminler) ile sorumlu tutar. Allah çok bağışlayandır, halîmdir (kullarının rızkını günahı sebebiyle kesmez ve cezada acele etmez). [bk. 5/89]
226. (Câhiliyede olduğu gibi kızıp da) kadınlarına yaklaşmamaya yemin eden (koca)lar için, dört ay bekleme süresi vardır. Eğer (bu müddet içinde yeminlerine kefâret ödeyerek hanımlarına) dönerlerse, şüphesiz ki Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir. (Bu müddet içinde dönmek, daha hayırlıdır. Eğer bu müddeti geçirirlerse, tam boşanma meydana gelir.) [bk. 2/232; 4/34 ve izâhı 65/1-2]
227. Yok, eğer (yeminden dönmeyerek) boşanmaya karar vermişlerse (ayrılırlar), Allah şüphesiz işitendir, (niyetlerini) bilendir.
228. (Bir veya iki kez) boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç aybaşı (veya üç temizlik) hali bekler (evlenemez)ler. Eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorlarsa, rahimlerinde Allah’ın (önceki evlilikten bir çocuk) yarattığını gizlemeleri onlara helal olmaz. Bu (üç aylık) müddet içinde kocaları gerçekten barışmak isterlerse onları geri almaya yine kendileri hak sahibidirler. Erkeklerin, kadınlar üzerinde ma’rûf (meşru olan) hakları olduğu gibi, kadınların da onlar üzerinde (bazı hakları) vardır. Yalnız erkeklerinki onlara göre (aile reisliği ve görevleri bakımından hukûken) bir derece fazladır. Allah mutlak galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.
229. (Ric’î) boşama iki defa olabilir. Ondan sonrası ya iyilikle tutmak veya (geçinmek imkânsızsa tekrar birleşmeyip) güzellikle salıvermektir. Onlara verdiklerinizden bir şeyi, (geri) almanız size helal olmaz. Ancak erkek ve kadının, artık Allah’ın (evlilik hakkındaki) sınırlarını koruyamayacaklarından korkmaları (yani birlikte yaşama ümitlerinin kalmaması durumu) başka. (Ey hüküm vericiler!) Siz de onların, Allah’ın (evlilik hakkında koyduğu) sınırlarını ayakta tutamamalarından korkarsanız, o zaman kadının (aynen mihrini veya mihri kadar) fidye vererek boşanmasında (veya erkeğin, “hulu‘” denilen bir mal yani bir menfaat karşılığında karısını bâin talak ile boşamasında) ikisine de bir günah yoktur. İşte bunlar, Allah’ın sınırlarıdır. Sakın onları ihlâl etmeyin! Kim Allah’ın sınırlarını çiğnerse, işte onlar, zalimlerin ta kendileridir.
(Ric’î talak, bir erkeğin kendi karısını dönüşü olan/kesinlik ifade eden lafızlarla bir veya iki defa boşamasıdır. Her defasında bu şekilde boşadığı eşini, iddet (bekleme) müddeti olan üç ay bitmeden güzel bir söz veya bir hediye ile kendisine döndürebilir; fakat şahit bulunması sünnete uygundur (65/2). Bu müddet geçerse talak/boşanma bâin olur (kesinleşir) (bk. 2/231232). Bu âyette kadına da boşanma hakkı verilmiştir.) [bk. 4/128]
230. Eğer erkek, karısını (temizlik hallerinde bilinçli olarak açık, kesin
230. Eğer erkek, karısını (temizlik hallerinde bilinçli olarak açık, kesin lafızla üçüncü defa veya üç defa)[95] boşarsa, bundan sonra (artık evlilik bağı kopmuş olduğundan), kadın başka bir erkekle (şartsız ve hilesiz) evlen(ip karı koca hayatı yaşayıp da boşan)madıkça ona helal olmaz. O (ikinci koca) da bunu boşarsa, Allah’ın sınırları içinde duracaklarına inandıkları takdirde, (eski karı kocanın) tekrar birbirlerine dönmelerinde bir günah yoktur. İşte bunlar, bilip anlayan bir topluluğa Allah’ın açıkladığı (uyulması gereken) sınırlardır.
231. (Ey kocalar!) Siz kadınları (ric’î talakla) boşadığınız zaman, iddet müddetleri (olan üç ay hali)ni bitir(meye yaklaş)ırlarken,[96] ya onları iyilikle yanınızda tutun veya güzellikle bırakın. (Yoksa mallarından dolayı) haklarına tecavüz etmek kastıyla, zarar vererek, onları (yanınızda) tutmayın. Kim bunu yaparsa kendisine yazık etmiş olur. Allah’ın âyetlerini alaya almayın! Allah’ın size olan nimetini, size öğüt vermek için indirdiği Kitab’ı ve (ondaki) hikmeti düşünün. “Allah’ın emrine uygun yaşayın/aykırı davranmaktan sakının, azabından korkun” ve bilin ki Allah her şeyi bilendir.
232. Kadınları (talâk-ı ric’î ile bir veya iki defa) boşadığınız zaman, iddet müddetleri sona erince (boşanma kesinleşir), artık aralarında örfe uygun (meşru) bir şekilde anlaştıkları takdirde onları (eski veya yeni)[97] kocalarıyla nikâh(lanıp evlenmek)ten menetmeyin. İşte bununla, sizden Allah’a ve âhiret gününe inananlara öğüt verilmektedir. Böyle olması, sizin için daha iyi ve daha temizdir. (Bundaki faydayı) Allah bilir, siz bilemezsiniz.
233. Anneler, (boşanmadan önce veya sonra doğan) çocuklarını emzirmeyi tamamlatmak isteyen (baba)lar için tam iki yıl emzirirler. Onların (annelerin) örf-âdete u
233. Anneler, (boşanmadan önce veya sonra doğan) çocuklarını emzirmeyi tamamlatmak isteyen (baba)lar için tam iki yıl emzirirler. Onların (annelerin) örf-âdete uygun (orta) bir şekilde yiyecek ve giyeceği, çocuğun (asıl) babasına aittir. Hiçbir kimse, gücünün yettiğinden fazlasıyla mükellef tutulamaz. Ne bir anne çocuğu sebebiyle, ne de çocuğun (asıl) babası, çocuğu sebebiyle (zoraki bir teklifle) zarara sokulmamalıdır. (Babanın ölümü durumunda) mirasçının sorumluluğuna düşen de babasının üzerindekilerin aynıdır. Eğer (ana baba) kendi aralarında rıza ve danışmayla (iki seneden evvel) çocuğu memeden kesmek isterlerse, kendilerine bir vebal yoktur. Çocuklarınızı (süt anneye) emzirtmek isterseniz, vereceğiniz (ücreti) örfe uygun şekilde ödemeniz şartıyla, yine üzerinize bir vebal yoktur. Allah’tan korkun ve bilin ki Allah yaptıklarınızı görmektedir. [bk. 65/6-7]
234. İçinizden ölenlerin, geride bıraktıkları eşleri, (süslenmeden) kendi kendilerine dört ay on gün (iddet) beklerler. Bekleme müddetleri sona erince, örfe uygun (meşru) bir şekilde kendi başlarına (evlenmek, süslenmek gibi) yaptıkları şeyden dolayı size günah yoktur. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
(Bu zaman zarfında veya daha önce kadının gebe olduğu anlaşılırsa bebeği doğurana kadar evlenemez.)[98]
235. Böyle (iddetini bekleyen) kadınlara (nikâhla) evlenmek istediğinizi üstü kapalı ifade etmenizde[99] veya (bu isteği) gönüllerinizde saklamanızda size bir beis yoktur. (Çünkü) Allah,
235. Böyle (iddetini bekleyen) kadınlara (nikâhla) evlenmek istediğinizi üstü kapalı ifade etmenizde[99] veya (bu isteği) gönüllerinizde saklamanızda size bir beis yoktur. (Çünkü) Allah, onlara sözünü edeceğiniz şeyi bilir. Fakat (onlara) meşru bir söz söylemeniz dışında, sakın gizlice (buluşma için) sözleşmeyin/randevulaşmayın[100] ve farz olan bekleme müddeti sona erinceye kadar, nikâh akdetmeye kalkışmayın! İçinizde olanı Allah’ın bildiğini bilin. O’ndan korkun. Bilin ki Allah, çok bağışlayıcı ve halîmdir (kulların günahı sebebiyle rızkını kesmez ve cezada mühlet verir.)
236. Henüz kendileriyle cinsî temasta (veya halvet-i sahîhada) bulunmadığınız[101] veya kendilerine bir mehir takdir etmediğiniz kadınları boşarsanız, size bir günah yoktur. Onları, zengin olan kudretince; fakir de kendi halince örfe uygun birtakım fayda(lı hediyeler) ile faydalandırsın. Bu, iyilik edenlerin şânına yaraşır bir borçtur.
237. Eğer (kadınlara) bir mehir belirlemiş olduğunuz halde, kendileriyle temasta bulunmadan[102] onları boşarsanız, bu takdirde, tespit ettiğiniz mehrin yarısı onlarındır. Ancak eşler veya nikâh akdi elinde bulunan (velîlerin gözü tok davranarak) bağışlaması hariçtir. (Bu durumda, kadın mehrinden vazgeçebilir veya erkek mehrin tamamını kadında bırakabilir. Ama mehrin hepsini) bağışlamanız takvâya daha yakındır. Aranızda iyilik ve ihsanı (birbirinize iyi davranmayı) unutmayın. Allah şüphesiz yaptıklarınızı görür.
238. Namazlara ve (bunlar arasında) orta namaza[103] devam edin; gönülden boyun eğerek (vakit ve erkâna riâyet ederek) tam teslimiyetle Allah’ın huzurun(da namaz)a durun. [bk. 11/114; 17/78-79; 30/17]
239. Eğer (herhangi bir tehlike sebebiyle) korkarsanız (namazı) yaya,
239. Eğer (herhangi bir tehlike sebebiyle) korkarsanız (namazı) yaya, yahut binekte (gider) iken kılın. Güvende olduğunuz zaman da, bilmediğiniz şeyleri size öğreten (Allah’ın) öğrettiği gibi Allah’ı anın (ve namazlarınızı kılın). [bk. 4/101-103]
240. Sizden, geride eşlerini bırakarak vefat eden erkekler, o eşlerine (kendi evlerinden) çıkarılmaksızın bir yıl süre ile maîşetlerini temine imkân sağlayacak miktarı (hayattayken) vasiyet etsinler. Şâyet (buna rağmen kendiliklerinden) çıkarlarsa, artık bu durumda, kendileri adına yaptıkları meşru tasarrufları dolayısıyla size bir vebal yoktur. Allah mutlak galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.[104]
241. Boşanmış kadınlar için örfe uygun (meşru) şekilde bir metâ (geçimini sağlayacak nafaka) vardır. Bu da, ‘Allah’ın emrine uygun yaşamak isteyen ve azabından korkan’ kocalara bir borçtur.
242. İşte Allah, düşünesiniz diye âyetlerini size böyle açıklar.
243. (Resûlüm!) Ölüm korkusuyla binlercesinin[105] yurtlarından çıkıp gittiklerini görmedin mi (bilmiyor musun)? (İşte) Allah onlara “ölün!” dedi. (Onlar da Sînâ’da ölür hâle geldiler ve kısa bir müddet)[106] sonra (ibret için) onları diriltti. Şüphesiz Allah, insanlara karşı ikram sahibidir; fakat insanların çoğu şükretmezler.
244. Allah yolunda savaşın ve bilin ki Allah (hakkıyla) işiten ve bilendir.
245. (Haydi) kim var! İsteyene Allah (adın)’a güzel bir borç (faizsiz ödünç) versin de, O da (verdiğini) ona kat kat fazlasıyla artırsın. Allah (imtihan için rızkı kimine) daraltır, (kimine) de genişletir. (İşlerinizden ve kazandıklarınızdan hesap vermek üzere) ancak O’na döndürüleceksiniz. [bk. 5/12; 57/11, 18; 73/20]
246. (Resûlüm!) Musa’dan sonra, İsrâiloğulları’nın ileri gelenlerini görmedin mi? Hani onlar, peygamberlerinden birine: “Bize bir hükümdar gönder de (onun önderliğinde) Allah yolunda savaşalım.” demişlerdi. O da: “Ya savaş yazılır, (farz kılınır) da savaşmaktan geri durursanız?” deyince, onlar şöyle demişlerdi: “Yurtlarımızdan çıkarıldığımız ve çocuklarımızdan ayrıldığımız halde bizler neden Allah yolunda savaşmayalım?” Ama savaş onlara yazıl(ıp farz kılın)ınca içlerinden pek azı hariç (savaşmaktan) yüz çevirdiler. Allah o zalimleri çok iyi bilir.
(Sînâ yarımadasında yaşayan Amalikalılar, kralları Câlût’un kumandasında İsrâiloğulları’na saldırıp onları yurtlarından çıkarmıştı. Onlar da, peygamberlerinden, kendilerine bir kumandan tayin etmesini istemişlerdi.)
247. Peygamberleri onlara: “Allah şüphesiz size Tâlût’u hükümdar olarak gönderdi” dedi. (Onlar da) dediler ki: “Biz hükümdarlığa ondan daha layık iken ve ona mal (servet) yönünden geniş imkân verilmemişken, o bize nasıl hükümdar olabilir?” (Peygamber de onlara): “Allah, şüphesiz onu üzerinize (hükümdar) seçmiş ve geniş bir ilim ve sağlam bir vücut vererek onun gücünü artırmıştır.” dedi. Allah mülkünü (hükümranlığı) dilediğine verir. Allah ‘rahmet ve ihsanı bol olan’ ve (her şeyi) bilendir.[107]
248. Peygamberleri onlara (şunu da) söyledi: “Onun hükümdarlığının gerçek alameti, size meleklerin taşıdığı Tâbût’un[108] gelmesidir ki içinde Rabbinden bir ferahlık, Musa ailesinin ve Harun ailesinin geriye bıraktıklarından (asâ, hırka, sarık ve Tevrat’tan bazı levhalar gibi) bir kalıntı vardır. Eğer iman edenlerdenseniz sizin için bunda kesin bir alamet (işaret ve ibret) vardır.”
249. Tâlût (cihad için Kudüs’ten) askerler(iy)le ayrılınca dedi ki: “Şüphesiz Allah, sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Kim ondan (kana kana) içerse benden değildir. Eliyle sadece bir avuç alanlar dışında kim ondan tatmazsa bendendir.” Pek azı dışında onlar (nehre varınca) ondan (bol bol) içtiler. Nihayet (Tâlût’un) kendisi ve beraberindeki inananlar (ırmağı) geçince, (içenler geçemeyip:) “Bugün bizim (zalim) Câlût ve askerlerine karşı gücümüz yok.” dediler.[109] Allah’a kavuşacaklarını kesin bilen (Tâlût’a itaat edip nehri geçen)ler ise: “Nice az bir topluluk, Allah’ın izniyle, çok olan bir topluluğa galip gelmiştir. Allah sabır (ve sebat) edenlerle beraberdir.” dediler. [bk. 3/13]
250. Savaş için, Câlût ve askerlerine karşı meydana çıktıklarında şöyle dediler: “Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır (ve sebat) yağdır ve ayaklarımızı sabit (bizi metanetli) kıl ve kâfirler toplumuna karşı bize yardım et/zafer ihsan eyle.”
251. Derken, Allah’ın izniyle o (kâfir)leri bozguna uğrattılar. Davud (düşman hükümdarı olan) Câlût’u[110] öldürdü. Allah da ona (Davud’a) hükümdarlık ve hikmet (peygamberlik ve Zebur’u) verdi ve ona (zırh yapmak, kuşlarla konuşmak ve güzel sesle okumak gibi) dilediği şeylerden öğretti. Eğer Allah’ın insanları birbiriyle önleyip savması (ortadan kaldırması) olmasaydı, yeryüzü muhakkak fesada uğrardı; fakat Allah, âlemler üzerine büyük lütuf sahibidir.
252. (Resûlüm!) İşte bunlar, (anlatılan kıssalar) Allah’ın âyetleridir ki onları dosdoğru olarak okuyoruz. Elbette sen gönderilen peygamberlerdensin.
253. İşte, peygamberlerin bir kısmını, (verdiğimiz özelliklerle) diğerlerine üstün kıldık. Allah onlardan kimiyle (perde arkasından vasıtasız) konuştu, kimini de derecelerle yükseltti. Meryemoğlu İsa’ya açık mucize (ve belge)ler verdik ve onu Rûhu’l-Kuds (Cebrail) ile destekledik. Eğer Allah dileseydi (onları iradelerine bırakmasaydı), onlardan sonraki (ümmet)ler, kendilerine apaçık mucize (ve delil)ler geldikten sonra, birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat onlar ihtilafa düştüler; onlardan kimi iman etti, kimi de küfre saptı. Yine Allah dileseydi (onları iradelerine bırakmasaydı) birbirlerini öldürmezlerdi. Lâkin Allah dilediğini mutlaka yapar (Onları iradelerine bırakmayı dilemiştir).
254. Ey iman edenler! İçinde hiçbir alışverişin, dostluğun ve iltimasın bulunmadığı bir gün (kıyamet/hesap günü) gelmeden evvel, size verdiğimiz rızıktan (Allah’ın rızasını kazanmak için) harcayın. Kâfirler, zalimlerin ta kendileridir.
255. Allah öyle bir ilâh ki kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. O, Hayy ve Kayyûm’dur (daima diri ve yarattıklarını gözetip yönetendir ve her şey varlığını O’nunla devam ettirir). Kendisini ne bir uyuklama (gaflet) ne de bir uyku tutar. Göklerde ve yerde olanlar(ın hepsi) ancak O’nundur. O’nun izni olmadıkça O’nun katında kim şefaat edebilir? Kullarının önündeki ve arkasındaki (geçmiş ve geleceklerini, yaptıklarını ve yapacaklarını, dünya ve âhirete ait) şeylerini O bilir. Onlar, O’nun ilminden ancak dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. O’nun kürsüsü
(geçmiş ve geleceklerini, yaptıklarını ve yapacaklarını, dünya ve âhirete ait) şeylerini O bilir. Onlar, O’nun ilminden ancak dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. O’nun kürsüsü (kudreti, mülk ve hükümranlığı) gökleri ve yeri kaplamıştır; onları koruyup gözetmek O’na ağır gelmez. O çok yücedir, çok büyüktür.[111]
256. Din(e girmede/iman etme)de zorlama yoktur.[112] Doğruluk ile sapıklık (iman ile küfür, hak ile batıl) meydana çıkmıştır. Artık kim, tâğûtu (Allah’tan uzaklaştıran ve emirlerini yapmaktan men edenleri)[113] tanımayıp da Allah’a iman ederse, işte o, kopması (mümkün) olmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah (her şeyi) hakkıyla işitendir, bilendir.
257. Allah, iman edenlerin dostu ve yardımcısıdır; onları (küfür, şirk, materyalizm ile her türlü “izm”lerin, batıl yaşantı ve zihniyetin) karanlıklarından aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin dostları da tâğût (Allah’tan uzaklaştıran ve emirlerini yapmaktan men edenler)dir ki onlar da onları aydınlıktan (nurlu yoldan) çıkarır karanlıklara (sokar). Onlar, ateş ehli (cehennemlik)tirler; onlar orada ebedî olarak kalacaklardır. [bk. 14/1]
(Yüce Allah’ın, Resûlü’ne indirdiği Kur’an’la aydınlanma ve aydınlık devri başlamıştır. Kral tanrıların ve insanların diğer insanlara arzuları doğrultusunda hâkimiyeti, baskı ve zulmü kalkmış, sömürü, faiz, vurgunculuk ve diğer ahlâksızlıklar bitmiş, kadınlar soyunup döküldükçe beğenilmekten ve zevk aracı olmaktan kurtulmuş, iffetli, şahsiyet ve yetki sahibi olmuşlardır. Böylece hakça yaşama ve adalet gelmiş, gözü görenler için karanlık gitmiştir. Fakat diğer taraftan şeytanların dostu kâfirler, kâfirlerin dostu da tâğûtlar bir üçgen bağlantısı halinde durmakta ve devam etmektedir (4/76). Bunların ortak amacı Kur’an’ı hayatın dışına çıkarmak, onunla yakın ilişkiyi kesmek, ona samimiyetle inananları, inancıyla yaşa
onunla yakın ilişkiyi kesmek, ona samimiyetle inananları, inancıyla yaşayamaz hâle getirmektir.)
258. Allah kendisine hükümranlık verdi diye (şımarıp azarak), Rabbi hakkında İbrahim ile tartışan (Nemrut’)u görmedin mi? Hani İbrahim: “Benim Rabbim (kudretiyle) hem dirilten, hem öldürendir.” deyince, o: “Ben de yaşatır ve öldürürüm.” demişti. (Bunu bir îdamlığı serbest bırakmak, bir suçsuzu da öldürmekle yapmıştı.) İbrahim: “Şüphesiz ki Allah, güneşi doğudan getiriyor; haydi sen de batıdan getir!” deyince o kâfir (Nemrut) şaşırıp kalmıştı. Allah (hakkı kabul etmeyen, gücü ve yetkiyi yalnız kendinde gören) zalimler toplumunu doğru yola eriştirmez.
259. Yahut o kimseyi[114] (görmedin mi) ki (binalarının) duvarları, (çöken) çatılarının üzerine yıkılmış olan bir kasabaya uğradı da, (kendi kendisine): “Allah bunu (böyle harap bir yeri), ölümünden sonra nasıl diriltecek?” dedi. Bunun üzerine Allah da onu, yüz yıl ölü bıraktıktan sonra diriltti. “Ne kadar (ölü vaziyette) kaldın?” dedi. O da: “Bir gün veya bir günün birazı kadar kaldım.” dedi. (Allah:) “Hayır yüz yıl kaldın, işte yiyeceğine ve içeceğine bak, bozulmamış. Bir de eşeğine bak; (onun kemikleri kalmış. Böyle yapmamız) seni, insanlara ibret belgesi kılmamız içindir. Şimdi o kemiklere bak, onları nasıl yerli yerine getirip sonra ona et giydiriyoruz.” dedi. O, (merkep dirilip de eski halini alarak) kendisine apaçık belli olunca, şöyle dedi: “Artık biliyorum ki Allah, şüphesiz her şeye kâdirdir.”[115]
260. Vaktiyle İbrahim de: “Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster.” demişti. (Allah da:) “Ne o, yoksa inanmadın mı?” dedi. “Evet (inandım), fakat kalbimin iyice mutmain olması için (görmek istedim).” dedi. (Allah) buyurdu ki: “Öyleyse dört (cins) kuş yakala, onları kendine alıştır (sonra iyice kesip doğra)[116] ve her dağın üzerine onlardan bir parça koy, sonra da onları çağır;
koşa koşa sana gelirler.” Bil ki Allah, (dilediği her şeyde) mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.[117]
261. Mallarını Allah yolunda sarfedenlerin durumu, yedi başak bitiren ve her başağında yüz tane bulunan bir tek (tohum) tane(si)nin durumu gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah ‘rahmet ve ihsanı bol olan’ ve (her şeyi) bilendir.
262. Allah yolunda mallarını harcayıp da, (harcadıkları şeyin) ardından başa kakıp, gönül kırmayanların (verdiklerini hiç hissettirmeyenlerin) mükâfatları Rableri katındadır. Onlara hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.
263. Bir tatlı söz ve (bir kusuru) bağışlama, peşinden eziyet (ve mihnet) gelen sadakadan daha hayırlıdır. Allah Ganîdir (bu tür sadakalara ihtiyacı yoktur), Halîm’dir (cezalandırmayı ihmal etmez ancak mühlet verir).
264. Ey iman edenler! Allah’a ve âhiret gününe inanmadığı halde, insanlara gösteriş için malını sarfeden adam gibi, siz de sadakalarınızı başa kakarak ve (verdiğiniz kimseyi) inciterek boşa çıkarmayın. İşte bu şekilde mal sarfeden kimsenin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan şu kayaya benzer ki ona şiddetli bir sağanak (yağmur) isabet edince onu sert (çıplak) bir kaya halinde bırakır. (Bunun gibi gösteriş yapan ve verdiğini başa kakanlar da) kazandıklarından bir şey elde edemezler. Zira Allah kâfirler/nankörler topluluğunu doğru yola eriştirmez.[118] [bk. 4/38; 8/47; 39/47; 107/6]
şey elde edemezler. Zira Allah kâfirler/nankörler topluluğunu doğru yola eriştirmez.[118] [bk. 4/38; 8/47; 39/47; 107/6]
265. Allah’ın rızasını istemek ve içlerindeki (imanlarını) kökleştirip sağlamlaştırmak için mallarını sarfedenlerin durumu da, yüksek bir tepede bulunan, bol yağmur değince ürünlerini iki kat veren, veya bol yağmur değmese bile, (aynı ürünü vermek için) çisentinin bile yettiği bir bahçenin durumu gibidir.[119] Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir.
266. Sizden biriniz arzu eder mi ki alt tarafından ırmaklar akan ve içinde her çeşit meyvelerden (bir miktar) bulunan hurmalığı ve üzüm bağı olsun da, hem kendisine ihtiyarlık çökmüşken hem de güçsüz (ve bakıma muhtaç) çocukları varken, bu sırada ateşli (kavurucu) bir kasırga ortaya çıkıp da bağı kasıp kavursun? (Elbette istemez.) İşte Allah, düşünesiniz diye, âyetlerini size böyle açıklıyor.
(İşte insanın çok sevdiği malı ve mevkii elinden alınabilir. Bundan dolayı mal, servet ve mevki ile övünüp gururlanılmaz. Nice saltanatlar, devletler ve saraylar yıkılmıştır. Bâkî kalacak ve kendisine dayanılıp güvenilecek olan yalnız Allah’tır.)
267. Ey iman edenler! (Helal olarak) kazandıklarınızın ve sizin için yerden (bitirip) çıkardığımız ürünlerin iyi (ve temiz)lerinden ‘Allah için sarfedin’ (zekât ve sadaka verin), kendinizin, gönül rızası ile değil, ancak gözünüzü kapatıp alabileceğiniz kötü şeyleri vermeye kalkışmayın. Bilin ki Allah zengindir (hiçbir şeye ihtiyacı yoktur) ve övülmeye lâyık olandır.
268. Şeytan sizi fakirlikle korkutur (fakir düşeceğinizi düşündürerek zekât ve sadaka vermekten caydırır), çirkin şeyleri emreder. Allah ise (emrini yerine getirmek için sarfeden) sizlere, kendisinden bir mağfiret ve bolluk vaadeder. Allah’ın lütfu (ve ihsanı) geniştir ve O, her şeyi hakkıyla bilendir.
(Peygamberimiz (sas.), “Kulların sabahladığı hiç bir gün yoktur ki iki melek inip biri: ‘Ya Allah, (hayır yolunda) harcayana halef ver (bedelini, arkasından bunun gibi olan birini ver)’; diğeri de: ‘Yâ Allah, malını (sarfetmeyip) tutana da telef ver.’ diye dua etmesinler.” buyurmuştur. Hadîs-i kudsîde: “Ey Âdemoğlu, sen infak et (Allah yolunda harca) ki sana da infak edilsin.” buyurulmuştur.)
269. O, (Allah) hikmeti dilediğine verir. Kime de hikmet nasip etmişse, muhakkak ona çok hayır verilmiştir. (Bu âyet ve öğütleri) olgun akıl sahiplerinden başkası düşünemez.[120]
270. (Allah rızası için, muhtaçlara) harcadığınız her nafakayı veya adadığınız her adağı Allah mutlaka bilir (ve mükâfatını ihsan eder. Verdiğini başa kakarak veya adaklarını yerine getirmeyerek nefislerine) zulmedenlerin yardımcıları yoktur.
271. Eğer sadakaları (zekât ve benzeri hayırları) açıktan verirseniz, (başkalarını teşvik bakımından) ne güzeldir! Eğer onları gizli olarak fakirlere verirseniz, işte bu, (riyâ/gösteriş olmaması bakımından) sizin için daha hayırlıdır ve (Allah, bununla) sizin günahlarınızdan bir kısmını bağışlar. Allah işlediklerinizden hakkıyla haberdardır.
(Zekâta aynı zamanda sadaka denmesinin iki sebebi vardır. Birincisi malın temizlenip artması,
(Zekâta aynı zamanda sadaka denmesinin iki sebebi vardır. Birincisi malın temizlenip artması, ikincisi de imanda sadâkat ve kemâle delâlet etmesidir. Bunun da gizli verilmesi, hem takvâya hem de fakirin şahsiyetini incitmemeye uygun olmasındandır.)
272. (Ey Muhammed!) Onları (müşrikleri bir de sadaka vererek) doğru (ve hak) yola eriştirmek senin görevin değildir (senin görevin yalnız tebliğdir). Fakat Allah, (niyet ve amellerine göre) dilediğini hidayete erdirir. (Allah yolunda) hayır olarak harcadığınız her şey kendi (iyiliği)niz içindir. Zaten siz (mü’minler), ancak Allah’ın rızasını isteyip, kazanmak için harcarsınız. (Böylece) hayır olarak sarfettiğiniz her iyi şeyin karşılığı size (fazlasıyla) ödenir. Sizin hakkınız asla yenmez.
273. (Sadakalar,) kendilerini Allah yolunda (ilim ve hizmete) adamış olan ve yeryüzünde dolaşıp kazanamayan fakirler içindir ki, iffetleri (utanıp istememeleri) sebebiyle, gerçek hallerini bilmeyen, onları zengin zanneder. (Resûlüm!) Sen onları simalarından tanırsın; onlar, yüzsüzlük ederek insanlardan (bir şey) istemezler. (Hak yolunda) hayır namına ne verirseniz, muhakkak ki Allah onu hakkıyla bilir.[121]
274. Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık (Allah yolunda hayra, hayır işlerine) harcayanlar var ya, işte onların Rableri katında mükâfatları vardır. Onlara hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. [krş. Âyet 278; cimriliğin şer olduğuna dair bk. 3/180]
275. Ribâ (faiz) yiyenler, (kabirlerinden) ancak kendisini şeytan çarpmış (cin tutmuş, delirmiş bir) kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu (ceza) onların: “Alım satım da (zaten) faiz gibidir.” demelerindendir. Halbuki Allah, (hilesiz ve aldatmasız yapılan)[122] alışverişi helal, faizi haram kılmıştır. Kime Rabbinden bir öğüt gelir de (faizden) vazgeçerse, geçmişteki (haram olmadan evvel aldığı) onundur ve (affedilme) işi Allah’a aittir. Kim de tekrar (faize) dönerse, onlar ateş ehlidirler ve hep orada kalacaklardır.
276. Allah faiz (ile gelen)i mahveder, sadaka(sı verilen mal)ları da artırır. Allah (haramı helal sayan ve onda ısrar eden) nankör ve günahkârların hiçbirini sevmez.
277. İman edip sâlih (makbul ve ecir kazandıran) iş yapanların, namazı dosdoğru kılıp, zekâtı verenlerin, Rableri katında mükâfatları vardır. Onlar için hiçbir korku yoktur. Onlar üzgün de olmayacaklardır.
278. Ey iman edenler! “Allah’ın emrine uygun yaşayın/aykırı davranmaktan sakının.” (Eğer gerçek) mü’minlerseniz, artık kalan faizi de bırakın (almayın).
(Görüldüğü gibi, Allahu Teâlâ faizi imanla irtibatlandırmıştır. Bu durumda inanan bir mü’minin faize devamı imkânsızdır; çünkü bu, bir başka yönüyle, Allah’ın emrini tanımama hastalığıdır. Bu âyetten hareketle İslâm’da rüşvet, ihtikâr, rant ve şans oyunları gibi yollarla kazanılan her türlü haksız kazançlar faiz gibi haram kılınmış, haram yerlere harcamalarla lüks, israf ve maddeperestlik de yasaklanmıştır. Helal yolla emek karşılığı olan ücretler, kazançlar, zekât, sadaka, sosyal yardım, bağış ve miras yoluyla elde edilenler de helal kılınmış, Allah rızasına
dayalı her türlü infak/harcama, yardım ve yatırımlar teşvik edilmiştir. Böylece İslâm, önce Allah’a iman ve O’na kulluk esasına, sonra İslâm’ın emrettiği dînî kültüre, ahlâka ve iktisâdî nizamı uygulamaya dayanır. Netice olarak İslâm, hem dünya ve âhiret saadeti için helal yolla çalışmayı (28/77) hem de ferdî ve içtimâî kazanç ve mülkiyet felsefesini esas alır.)
279. Eğer (bu faizi terketme işini) yapmazsanız, Allah’a ve Resûlü’ne savaş açtığınızı bilin. Eğer (faizin her türlüsünü alıp verme hususunda) tevbe ederseniz, ana paranız yine sizindir. Ne haksızlık yapmış ne de haksızlığa uğratılmış olursunuz.[123]
280. Eğer (borçlunun eli) darda ise, genişlik vaktine kadar bekleyip ona mühlet verin. (Eli darda olana, borcu) sadaka (veya zekât) olarak bağışlamanız, eğer bilirseniz, sizin için daha hayırlıdır.
(Borçlu olan ve borcunu veremeyecek olan fakire alacaklısı, borcunu zekâtı olarak sayamaz; ancak zekâtını ona verir ve verdiği miktardan borcunu ister.) [krş. 9/60]
281. Öyle bir günden sakının ki (hepiniz) o günde Allah’a döndürüleceksiniz. Sonra herkese kazandığı(nın karşılığı) tastamam verilecek ve onlar asla haksızlığa uğratılmayacaklardır.[124]
282. Ey iman edenler! Muayyen bir vadeye kadar birbirinize borç verdiğiniz zaman, onu yaz(ıp senet yap)ın. Aranızdan, doğruluğu ile tanınmış bir kâtip de (onu) yazsın. Kâtib(-i âdil), Allah’ın kendisine öğrettiği şekilde yazmaktan kaçınmasın, dosdoğru yazsın. Üzerinde hak olan (borçlu) da onu ikrar edip yazdırsın. Rabbi olan Allah’tan korksun, borcundan hiçbir şeyi eksik
da onu ikrar edip yazdırsın. Rabbi olan Allah’tan korksun, borcundan hiçbir şeyi eksik bırakmasın. Eğer üzerinde hak olan (borçlu), akılca noksan, aciz veya ikrar edip yazdıramayacak durumda ise, velîsi dosdoğru yazdırsın. Erkeklerinizden iki de şahit tutun; eğer iki erkek olmazsa, razı ol(up güven)eceğiniz şahitlerden bir erkek ve biri yanılırsa diğerine hatırlatması için iki kadın gerekir. Şahitler çağırıldıkları zaman (gelmekten) kaçınmasınlar. (Borç) büyük olsun, küçük olsun, (her birini) vadesiyle birlikte yazmaktan üşenmeyin. Bu, Allah katında daha adaletli, şahitlik için en sağlam ve şüpheye düşmemenize de daha yakın olan davranıştır. Ancak aranızda (elden ele) devrettiğiniz ve peşin olarak yaptığınız ticaret (işlerin)de, onu (senedi) yazmamanızda sizin için bir vebal yoktur. alışveriş ettiğiniz vakit de şahit tutun. Kâtip de, şahit de asla mağdur edilmesin. (Veya bu ikisi kimseye zarar vermesin.) Eğer (bir zarar) verirseniz, şüphesiz bu, sizin için yoldan çıkmadır/günahkârlıktır. Allah’ın emrine uygun yaşayın/aykırı davranmaktan sakının; azabından sakının. Allah size (her şeyi) öğretiyor. Allah her şeyi hakkıyla bilendir. [bk. 5/106-107]
(Her türlü borçlanma işlerinin, şahitler huzurunda yazı ile tespiti, İslâmî prensiplere göre yürürlüğe giren ve alışverişi güvence altına almayı sağlayan bir nevi noterlik uygulamasıdır. Âyet-i kerîmede, şahitlik konusunda yüce Allah: “Eğer iki erkek olmazsa razı olacağınız/güveneceğiniz bir erkek ve biri yanılırsa diğerinin hatırlatması için iki kadın gerekir.” şeklindeki buyruğu ile kadınların şahitlik yapabileceğine, ancak iki kadını, erkeğin bulunmaması şartına bağlamıştır. Ama bu husus, kadını insan ve kişilik yönünden asla bir ayırıma tâbi tutmak değildir. Ancak haya duygusunun çokluğu, duygularının inceliği ve duygusallığının ağır basmasıyla aşırı heyecan duyması, korkması ve bu yüzden unutması ve bir tesir altında kalabilmesi gibi yapısal özellikleri vardır.[125] Bu itibarla kendisine daha müessir ve daha ağır yük getiren mâlî dâvâlarda ve buna kıyâsen had ve kısas gibi ceza dâvâlarında şahitlik yapması (4/15, 65/2) gerekince korku duymasını, unutmasını ve yanılmasını önlemek için konuşarak hemcinsiyle takviye edilmesi
güvenirliğinin temini için uygun görülmüştür. Aynı zamanda kadının böylece psikolojik olarak yıpranmaktan korunması da sağlanmıştır. Diğer taraftan konuyu ilgilendiren zina, had ve kısas gibi ceza dâvâlarının konusu olan olayların içine yeteri kadar nüfuz ve tahammül edemeyeceği için bir şüphe söz konusu olabilir. Hz. Peygamber (sas.), “Şüphe durumunda had ve kısas dâvâlarını düşürün.” buyurmuştur. Çünkü suç sabit olmamıştır. “Suç sabit olmadan berâet-i zimmet esastır.”[126] gereğine göre, gerek kadının özel durumları gerekse yargının şüpheden uzak olması, kolaylaşması ve daha sağlam olması için bir erkek yerine iki kadın alternatifi getirilmiştir. Tabii ki ‘daha sağlam’, ‘sağlam’ın efdalıdır. Bunların dışında kadının tek şahit olduğu yerler de vardır.)
283. Eğer yolculukta olup da bir kâtip bulamazsanız (borçludan) alınan rehinler de yeter. Eğer birbirinizden eminseniz, (o zaman kendisine güvenilen borçlu) kimse Rabbi olan Allah’tan korksun da emaneti tastamam ödesin. Bir de şahitliği gizlemeyin. Kim onu gizlerse hakikaten o kimsenin kalbi günahkâr olur. Allah her ne yaparsanız hakkıyla bilir.
284. Göklerde ve yerde olan her şey sadece Allah’ındır. (Ey İnsanlar!) İçinizdeki (yapmayı düşündüğünüz bir günah eylemi)ni açığa vursanız da gizleseniz de[127] Allah sizi onlardan dolayı hesaba çeker.[128] O, (niyet ve amellerine göre) dilediğini bağışlar,[129] dilediğine de azap eder. Allah her şeye kâdirdir.
285. (O) Resûl, Rabbinden kendisine indirilen (Kur’an’)a iman etti, mü’minler de (iman ettiler. Onların) her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman etti. “O’nun peygamberlerinden hiçbiri arasında (iman bakımından) ayrım yap
Onların) her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman etti. “O’nun peygamberlerinden hiçbiri arasında (iman bakımından) ayrım yapmayız;[130] işittik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz! Bağışlamanı dileriz. Dönüş(ümüz) ancak sanadır.” dediler.
286. Allah kimseye (ibadet ve itaatte) gücünün yettiğinin dışında (üstünde) teklifte bulunmaz (herkesin) kazandığı (iyilik) kendi yararına;[131] yaptığı (kötülükler) de kendi zararınadır. “Ey Rabbimiz! Unutur veya (kasıtsız) hata edersek, bizi (ondan) sorguya çekme! Ey Rabbimiz! Bizden önceki (itaatsiz ümmet)lere yüklediğin gibi, bize (zor/helak edici) bir yük yükleme! Ey Rabbimiz! Gücümüzün yetmediği şeyleri de bize taşıtma! Bizi affet, bizi bağışla, bizi esirge! Sen Mevlâmızsın; küfre sapan, seni tanımayanlara karşı bize yardım et/zafer ihsan eyle.”[132]
[1] Kur’an’da 29 sûrenin başında bulunan bu türlü harflere Tefsir usûlü ilminde “hurûf-ı mukatta‘ât” denilir. Bu tür harflerden oluşan âyetler “mutlak müteşâbih”lerdendir. Bazı müfessirlere göre bu harfler, hece harfleri olup vahyin kaynağına ve Kur’an’ın mucizeliğine dikkat çekmek içindir. Bu harflerin anlamları hakkında Hz. Peygamber’den bir “nass” ve açıklama gelmediğinden bu husus bizlerin bilgi sınırı dışındadır. Bunlar hakkında yapılan yorumlar/teviller şahsî olmaktan ileri geçemez. Ancak biz bunlarda Allah’ın özel bir muradı olduğuna iman etmekle yetiniriz. Bunun aksi yerilmiştir. [bk. 3/7]
[2] İkinci âyette; yüce kitap Kur’an’ın doğruluğunda hiç şüphe olmadığı ve onun muttakîlere, yani Allah’ın kulu olduğunun bilincinde ve sorumluluğunda olanlara, doğru yolu gösteren ve hayata İslâmî yön veren ilâhî bir kaynak olduğu bildirilmektedir. Kur’an’ı ilâhî bir kitap olduğunu
hayata İslâmî yön veren ilâhî bir kaynak olduğu bildirilmektedir. Kur’an’ı ilâhî bir kitap olduğunu ve hayattaki insanlara indiğini bilerek ve mânası üzerinde düşünerek okuyanlar, Resûlü’nün önderliğinde O’ndan gelen ilâhî ışıkla doğru yolu bulur; Kur’an’sız bir düşünceden ve ona ters düşen bir yaşantıdan uzak kalır. Artık müslüman bilir ki Allah’ın sözünden, hükmünden ve gösterdiği yoldan daha doğrusu yoktur (5/50; 17/9). Bu sûrenin baş kısımlarında üç türlü insan sınıfından söz edilmektedir. 2-5. âyetlerde iman ve İslâm’ın esasları ile mü’minlerin özellikleri özetlenmektedir. 6-7. âyetlerde kâfirlerden, 8-20. âyetlerde de kâfirlerin bir çeşidi olan münâfıklardan ve hallerinden bahsedilmektedir (Elmalılı, I, 485).
[3] Bk. 32/2.
[4] Kur’an’da takvâ ile ilgili 170 kadar kelime geçmektedir. Takvâ sakınmak, korunmak anlamında olup “muttakî” de takvâ sahibi demektir. Kur’an’da ise Allah’ın azabından korunma, günahlardan sakınma anlamındadır. Netice olarak takvâ Allah’ın emirlerine uygun yaşamaktır. Dolayısıyla burada, âyetlerdeki yerlerine göre, bu anlamların birini kullanmayı uygun bulduk.
[5] Gayb: Bizim için dünyada akıl, ilim ve duyularla idrak edilemeyip ancak vahiy yoluyla bilinen varlık ve hadiselerdir. Allah, melekler ve âhiret gibi (bk. 31/34). Gayba iman, insanlığın fıtrî bir parçası ve her çağın kaçınılmaz zorunluluğudur. Ancak büyük yanılgı, sapıklık ve zihnî ilkellik içinde bulunan insanlar, hislerinin ve duyu organlarının verilerine göre hareketten ileri geçemezler (bk. 45/24). Ama insanlık, mânevî gücünü ve rûhî yüceliğini ancak gayba inanmakla devam ettirebilir. Çünkü basit insanlar inandıkları şeyi ancak şekil olarak görmek isterler. Gayba iman Allah’a iman ve O’nun emirlerine teslimiyetle başlar. Mü’minin birinci vasfı gayba
geçemezler (bk. 45/24). Ama insanlık, mânevî gücünü ve rûhî yüceliğini ancak gayba inanmakla devam ettirebilir. Çünkü basit insanlar inandıkları şeyi ancak şekil olarak görmek isterler. Gayba iman Allah’a iman ve O’nun emirlerine teslimiyetle başlar. Mü’minin birinci vasfı gayba inanmasıdır; aksi halde fâsıklık, münâfıklık veya kâfirlik yerleşir, akıl ve fizik putlaşmış olur.
[6] Âhirete inanmak, dünyada Allah’ın emirlerine uymayı gerektirir ki bu da Allah’a imanın ve teslimiyetin bir neticesi ve göstergesidir.
[7] Ehl-i Kitab’dan olup da İslâm’a göre icmâlen iman edip ölmüş olanlar da onlara dahil edilmiştir (Bkz. 4/162; 5/69).
[8] Küfre sapanların gözlerine, ilâhî harikalar, varlıkların yaratılış ve hikmetleri perdelenmiştir. Gözlere inen bu perde, sığ akıl ve nefse boyun eğmek yerine, Allah’a teslim olup vahiy neşteriyle sıyrılmadıkça ortadan kalkmaz ve onlar hidayet aydınlığını göremezler.
[9] Fesat ve fâsıklık da münâfığın alametlerindendir.
[10] Kâfir ve münâfıklar bazen hakikat ışığını görmekle beraber yine de nefislerinin karanlığı içinde kalırlar. İslâm’a asıl düşman kesilen onlardır. [Münâfıkları ve hallerini tanıtan diğer âyetler için bk. 3/167; 4/141, 145; 5/41; 9/62-69; 57/13-15; 59/11-17; 60/9; 63/1-11]
[11] Çünkü yaratıkları Allah ile denk hâle getirmek; yani onların dîne aykırı emir ve tavsiyelerini kutsallaştırıp Allah’ın emirlerine denk, hatta ondan üstün tutmak da Allah’a bir çeşit eş koşmaktır (2/165; 9/31). Allah’ın emirlerini bırakıp heva ve hevesini esas almak, bunlara göre
[11] Çünkü yaratıkları Allah ile denk hâle getirmek; yani onların dîne aykırı emir ve tavsiyelerini kutsallaştırıp Allah’ın emirlerine denk, hatta ondan üstün tutmak da Allah’a bir çeşit eş koşmaktır (2/165; 9/31). Allah’ın emirlerini bırakıp heva ve hevesini esas almak, bunlara göre hareket edip ilâhlaştırmak da böyledir. [bk. 25/43; 45/23]
[12] Sâlih, kelime olarak iyi demek olup, ıstılahta “sâlih amel” Allah rızası için yapılan ve sevap kazanmaya vesile olan ibadet ve işlerdir. Mu‘âz b. Cebel (ra.) “Sâlih amelde ilim, niyet, sabır ve ihlasın bulunması lazımdır.” diyor.
[13] Hayız, kir, pis koku, kötü huy gibi şeylerden tamamen temiz bir şekilde (Beydâvî).
[14] Âyette geçen “fâsık”, “Allah’ın emirlerini yerine getirmeyen ve Allah’a isyan eden, doğru yoldan sapan kimse” anlamında olup Kur’ân-ı Kerîm’de küfür, masiyet, kötülük işleyen, yalan söyleyen kişi mânasına da kullanılmıştır.
[15] Derveze, V, 62-63 vd.
[16] Meleklerin bu sorusu ne insanla ilgili geçmişten gelen bir bilgiden dolayı ne de bir itiraz içindir. Ancak yüce Allah’ın, bazı şeylerin hikmetini, meleklerin bile bilemeyeceğini göstermesi ve onların cinlere bakıp da onları insanlarla kıyas ederek soru sormalarına imkân verdiği içindir. Yüce Allah’ın kudretine kesin inananlar, Hz. Âdem’i ilk insan bilmekte ve böyle inanmaktadırlar. Bazılarının dayanaksız olarak, “Hz. Âdem’den önce insan vardı.” demeleri asla doğru değildir. Çünkü, eğer Hz. Âdem’den önce insanlar olsaydı yüce Allah, “Ben bir
Çünkü, eğer Hz. Âdem’den önce insanlar olsaydı yüce Allah, “Ben bir halife yaratacağım.” demez ve meleklerin sorusuna, “Onlardan daha iyi/onlar gibi olmayacak bir halife –insan– yaratacağım.” buyururdu.
[17] Âyetteki “secde edin” lafzı için “ibadetteki secde olmayıp Allah’ın emrine itaatle Hz. Âdem’e saygı ve hürmet anlamındadır” diyenler vardır (Zuhaylî (Tefsîr), s. 7).
[18] İblis; aslı cinlerden olup şeytanların başıdır. Allah’ın varlığını inkâr etmediği halde O’nun kesin emrine rağmen aklını, bilgisini ve gururunu esas alarak büyüklenip itiraz etti. Hikmeti kavramadığından kendi fikrini öngörüp dikbaşlılık etti. Bu hali onu kâfir ve nankör yaptı ve bundan dolayı lanetlendi. Bu tavır, insanlarda da bir şeytanlaşma örneğidir. [bk. 36/60-61; 38/74-83]
[19] İsrâil, Hz. Yakub’un lakabıdır.
[20] İslâm’a uygun olmayan söz ve hareketler batıldır. Eğer hak olan batıla bulanır, ona karıştırılırsa, hak anlaşılmaz, batılın içinde özelliğini kaybeder ve insanlar da haktan saptırılmış olur. Diğer taraftan bu, “batılı da hakla süslemeyin, altında hak var diye batılı cazip göstermeyin” demektir (İbni Teymiyye, s. 52; Elmalılı, I, 285). Yahudiler, Tevrat’taki bazı hükümleri değiştiriyorlar ve kendi uydurdukları batıllara “hak (doğru) bu” diyorlardı.
[21] Âyet-i kerîmede önce “namaz kılın” denildiği halde tekrar “rükû edenlerle beraber rükû edin”
[21] Âyet-i kerîmede önce “namaz kılın” denildiği halde tekrar “rükû edenlerle beraber rükû edin” buyurulmasında namazın cemaatle kılınmasına ayrıca önem verilmesi gerektiğine işaret vardır (Beydâvî; Râzî, II, 475; Hazîn, I, 43; Cezîrî, I, 405-406). Yahudiler ve hıristiyanlar namazlarında, kıyamdan sonra doğrudan secdeye giderlerdi. Bu ifade ile onlardan İslâm’ın öngördüğü gibi namaz kılmaları istenmiş olmaktadır. [bk. 3/71; Elmalılı, I, 337]
[22] Hz. Musa Tûr dağına gidince, o gelinceye kadar içlerinde bulunan Sâmirî, altınları eriterek bir buzağı heykeli yapıp İsrâiloğulları’nı törenle bu buzağı şeklindeki heykele taptırmıştı. [bk. 7/148-155; 20/85-98]
[23] Tefsirlerde âyet-i kerîmedeki “Nefislerinizi öldürün.” emri iki şekilde ifade edilmiştir: a. İçinizde dinden çıkanlarınızı öldürün (Beydâvî; Kurtubî; Merâğî, I, 20). b. Nefislerinizi ıslah ederek öldürün (Beydâvî). Çünkü âyette nefisle mücadelenin, kötü duygularını öldürmenin lüzumuna da işaret vardır.
[24] Elmalılı, I, 357.
[25] Kudüs, Şittim veya Eriha.
[26] Kendilerine söylenen tevbe mânasındaki “hıtta” kelimesini, buğday anlamına gelen “hınta” kelimesi ile değiştirip akıllarınca Allah’ı ve bu emri alaya aldılar.
[34] Çünkü son din İslâm geldikten sonra artık hiçbir din makbul değildir (3/85). Eğer onların imanı ve ameli kabul olsaydı Hz. Peygamber (sas.), onları davetle uğraşmazdı. [bk. 3/85; 5/69; 7/157-158; 8/38; 22/17]
[35] Müslümanlara cuma vaktinde alışverişin yasak olması gibi, yahudilere de Cumartesi günü balık avlamak yasaktı. Onlardan bu yasağı dinlemeyenler ceza olarak maymuna dönüştüler. Maymuna dönüşen bu grup rivayete göre üç gün sonra da helak oldu. Hayvanlardan insan olmamıştır ama böyle maddeten veya mânen hayvanlaşan insanlar çok olmuştur.
[36] Âyetin son cümlesini: “Eğer Allah dilerse (istenilen şeyde mutlaka) doğruyu buluruz.” şeklinde tercüme etmek de mümkündür. Sonraki âyet de bu anlamı vermeye daha uygundur.
[37] Veya, (düşman elinden) size esir olarak gelirlerse fidyelerini verip kurtarıyorsunuz.
[38] bk. 3/48-49.
[39] Hz. İsa ve Hz. Muhammed’i (sas.) yalanladılar. Hz. Zekeriya, Hz. Yahya ve Hz. Şa’yâ’yı da öldürdüler.
[40] Bu âyetten anlaşıldığı üzere Allah’ın gönderdiği son peygamber ve Kur’an’a inanıp kabullenmedikçe yahudi ve hıristiyanların imanları geçerli değildir. [bk. 7/157]
[41] Âyette bu kelime “içirildi” olarak geçmektedir; fakat Türkçe’de genelde “işledi” şeklinde kullanılır. ”Sızısı içime indi, içime işledi” gibi.
[42] Çünkü yahudiler, Tevrat’ta değişiklik (tahrifat) yapmışlar ve bazı peygamberlerini öldürmüşlerdi. [bk. 2/61; 4/46; 5/41]
[43] Buradaki “mâ” harfine, Ebû Müslim nefiy (olumsuzluk) anlamı vermişse de ona karşı yeterince reddiye yazılmıştır.
[44] Âyetteki: “Ey iman edenler!” lafzı Kur’an’da 88 yerde geçmektedir. Tevrat’ta ise: “Ey miskinler!” diye hitap edilmiştir. Nihayet meskenet (miskinlik) onların damgası olmuştur (Elmalılı, I, 374).
[45] Çünkü yahudiler ağızlarını eğip “i” harfini aşağı çekerek alay mahiyetinde İbranice kötüleme anlamındaki bir kelimeye benzeterek “râ‘inâ” (ey çobanımız, ey ahmak, bizim en kötümüz) şeklinde söylerlerdi. Burada Hz. Peygamber’e ve Kur’an’a karşı saygısız ifade şekillerinden kaçınmaya da işaret edilmektedir.
[46] Münâfıklar da kâfirler grubundandır.
[47] Nesih: Allahu Teâlâ’nın, uyguladığı tedricî/pedagojik bir eğitim metodu ile dinler ve hükümler arasında yaptığı bazı değişikliklerdir. İslâm, önceki dinleri, dinler arası nesihle
hükümler arasında yaptığı bazı değişikliklerdir. İslâm, önceki dinleri, dinler arası nesihle hükümsüz bırakmış, âyetler arası nesih de aynı konudaki bir hüküm için yeni bir açıklama getirip bu husustaki son hareket tarzını belirtmiştir. Genel olarak, yürürlüğe giren bu son âyet, bazen bir hükmün müddetini beyan, bazen de takyîd etmiş (sınırlama getirmiş)tir. Hem de yüce Allah nesihle kullarının itaatini ölçmektedir. Çünkü neshin imkânsızlığını gösterecek hiçbir delil yoktur (Cessâs, I, 50). (bk. 16/101; ayrıca krş. 4/15 ile 24/2; 4/43 ile 5/90) Bu âyetin sonunda ve diğer âyetlerin başındaki “bilmez misin” ifadesi “bilmedin mi” kalıbıyla gelmiştir. Fakat Türkçe ile maksadın daha iyi anlaşılması için bu ifade kullanılmıştır.
[48] Başlangıçtaki bu uygulama Tevbe sûresinin 5. ve 29. âyetleriyle neshedilmiş ve cihada izin verilmiştir.
[49] Râzî, III, 355-358.
[50] Kurtubî, II, 301.
[51] Yahudi ve hıristiyanlardan müslüman olanlar. [krş. 4/162]
[54] Hz. İbrahim zât ve sıfatlarında, hüküm ve hâkimiyetinde tek olan, âlemlerin Rabbi Allah’a bütün benliğiyle teslim olmuş, bunun aksine hiçbir varlığı yüceltmemiştir. Bundan dolayı onun dinine “Hanîf dîni” denmiştir. [bk. 3/95]
[55] bk. 2/113, 120.
[56] Allah’ın boyasıyla yani İslâm ile boyanmak demek şirk, küfür, nifak, büyüklenme ve benzeri pisliklerden arınmak; hayat tarzını, Kur’an’a/İslâm’a göre düzenlemek ve onu öze/temele yerleştirmektir.
[57] Resûlullah Medine’ye hicret ettiği zaman 16-17 ay Kudüs’e yönelerek namaz kılmıştı. Bunun üzerine yahudiler kendilerine pay çıkararak şımardılar, münâfık ve müşrikler de ileri geri laf etmeye başladılar: “Muhammed nereye yöneleceğini bilmiyor.” dediler. Cenâb-ı Hak da Resûlü’nün niyazı üzerine aşağıdaki âyetlerle Kâbe’ye dönülmesini emretti.
[58] Âdil olma vasfı Buhârî’nin ifadesidir (Zebîdî, XI, 63). Vasat (dengeli) ifadesi; orta, ifrat ve tefritten uzak, mûtedil, hayırlı, âdil ve mümtaz gibi anlamlara gelir. [bk. 3/110]
[59] Çünkü Resûlullah’ın her iki kıbleye yöneleceği kendi kitaplarında yazılı idi.
[60] İnat ve taassup, nefsin imanla terbiye edilmeyişinden ve Allah’a tam teslim olmayışından ileri gelir.
[61] Yani yahudiler: “Muhammed dînimizi terkediyor fakat kıblemiz Kudüs’e yöneliyor.”; müşrikler de: “Ceddi olan Hz. İbrahim’in kıblesini bırakıp yahudilerin kıblesine dönüyor.” dediler. Bunun gibi İslâm’a uymayan İslâm dışı her grubun da gönlünce yöneldiği bir yönü vardır ki müslümanları da Allah’ın yönünden ayırıp kendi yönlerine çevirmek için gayret sarfederler.
[62] Bir toplum bir insana hayran oldu mu onu yüceltip kutsallaştırır ve (neredeyse onu) tanrı mertebesine çıkarır. Bazen de eşyayı kutsallaştırır. Artık bunlar eleştirilemez (Kösemihal, s. 134). Çünkü onlar artık tabulaşmış/putlaşmış olup yapılan her mühim iş ve harekette ona karşı tapınma edâsıyla bağlılıklarını sunarlar. Bu sosyolojik olay, ateistlerde ve ilkel (klan) kabilelerde daha yaygın halde idi. Bir kimse birini veya bir şeyi Allah için değil de onları Allah yerine veya Allah gibi severse/Allah gibi sevgi gösterirse, şirke düşmüş ve kendine zulmetmiş olur. [krş. 58/22]
[63] Yüce Allah’ın gönderdiği son din İslâm’a ve O’nun kitabına uymayan bütün sistem, örf âdet ve gelenekler batıl olup, Allah katında makbul değildir ve sonu hüsrandır. [bk. 2/138; 3/83; 5/50; 43/22]
[64] Veya: (Hakka çağırıldıkları halde anlamayan) kâfirlerin hali, (çobandan) bağırtı ve çağırtıdan başka hiçbir şey duymayan (hayvan)ların haline benzer.
[65] Resûlullah (sas.) âyetteki ‘habâis’ (pis şeyleri) açıklarken bunların dışındaki eti yenmeyen hayvanları bildirmiştir. Bunlar da hadis ve fıkıh kitaplarında mevcuttur [krş. 7/157]
[66] Yahudi hahamları, âhir zaman peygamberinin vasıflarını ve geleceğini haber veren âyetleri bile bile gizliyorlardı. [bk. 2/ 146]
[67] Önceki hıristiyanlar, doğuya; Medine ve çevresindeki yahudiler ise kuzeybatıya düşen Beyt-i Makdis’e yüzlerini dönerek ibadet ediyorlardı. Müslümanlar da Kâbe’den önce Beyt-i Makdis’e veya uygun gelen cihete dönüp ibadet ediyorlardı. Burada gerek böyle, gerek namazda selam verirken yüzü doğu ve batıya çevirmek de kastedilmektedir.
[68] İslâm hukukuna göre; kasten öldürülenin vârisi hem kısası, hem de diyeti (kan bedelini öldürene) bağışlayabilir. Bu takdirde olayın bir amme suçu sayılması dolayısıyla, devletin bunu ta‘zir yoluyla takdir ettiği daha hafif bir ceza ile cezalandırma yetkisi vardır. Tevbe etmeyenlerin âhiret cezası bâkîdir. [bk. 5/33; 17/33]
[69] Bu konuda geniş bilgi için bk. Feyizli, s. 13-36.
[71] Peygamber Efendimiz, “Hilâli görmekle orucu tutun, hilâli görmekle iftar (bayram) edin.” buyurmuştur. Bir kimse, kendisi hilâli gördüğünde veya âdil bir kişi gördüğünü söylediğinde oruca başlar. Eğer İslâm hükümleri geçerli olan ve gecesi aynı geceye rastlayan ülkelerin birinde, şahitlerin şehadetiyle hilâlin görüldüğüne hâkim hüküm vermişse bütün müslümanlara aynı gecenin sabahında oruç tutmaları veya bayram yapmaları farzdır. Böyle değil ise hilâlin görülüşüne göre amel edilir. Sadece fen bilginlerinin hesabı (takvim) kâfî değildir. Mezheplerin
görülüşüne göre amel edilir. Sadece fen bilginlerinin hesabı (takvim) kâfî değildir. Mezheplerin ittifakı da bu görüş üzeredir (Cezîrî, I, 448, 451; Fetâvâ-i Hindiyye, II, 209; Ali el-Kârî (Mirkât), V, 502).
[72] Mevdûdî, I, 149.
[73] “Kumar, hırsızlık, dolandırıcılık, cebir, çapulculuk, emanete hıyanet gibi haksız yollarla mallarınızı yemeyin.” demektir. Âyette geçen “haram yollardan” ifadesinden maksat ise yalancı şahitlik, yalan yere yemin ve rüşvettir.
[74] “Evlere kapılarından girin (başka yerden girmeyin.” ifadesi sosyal yönden de bir terbiye ve ahlâk kuralı içermektedir. [Aynı zamanda bir eve izinsiz girilmemesi konusunda bk. 24/27-28; 33/53]
[75] Geçen senenin Zilkâde ayı bu senenin ayına denktir.
[76] Savaş yapılması haram olan aylar; Muharrem, Receb, Zilkâde ve Zilhicce aylarıdır.
[77] Bu âyette, malı israf etmenin, Allah yolunda (din uğrunda) harcamamanın helake ve azaba sebep olacağı bildirildiği gibi bunun dışında bazı şeylerin de helake sebep olduğu hakkında sahabe fetvaları vardır. Buna dayanılarak kendi canına kıyma, bile bile kendine zarar verecek bir hareket ve eylemde bulunma veya sonunda vücuda/sağlığa zarar veren şeyler başta keyif verir
hareket ve eylemde bulunma veya sonunda vücuda/sağlığa zarar veren şeyler başta keyif verir gibi olsa da, bu âyetteki yasak hükmüne dahil edilmiştir (İbni Kesîr (Çetiner), III, 768-769; Mehmed Vehbi, I, 334-337). [bk. 4/29; 88/6-7]
[78] İbni Kesîr (Sâbûnî), I, 174.
[79] Şevvâl, Zilkâde ayları ve Zilhicce’den on gün.
[80] Cessâs, I, 309.
[81] Arafat’taki vakfe (durma); haccın rükünlerinden olup Arefe günü zevâl vaktinden, Kurban bayramının birinci günü tan yeri ağarıncaya kadar herhangi bir zamanda yerine getirilir. Kureyş ve dini Kureyş ile aynı olan bazı müşrik kabileler, Müzdelife’de vakfe yaparlardı (Zebîdî, IX, 55).
[82] Teşrik günleri, Kurban bayramının ikinci gününden başlar, dördüncü günü ikindi vaktine kadar devam eder. Teşrik tekbirleri ise Arefe günü sabah namazında başlar, dördüncü günü ikindi vaktine kadar devam eder.
[83] Bu âyet münâfıklardan Ahnes b. Şurayk hakkında indi. Bu kişi, tatlı dilli olmakla birlikte, cânî ruhlu bir kimse idi. Mekke’nin fethinden sonra müellefe-i kulûbdan sayılıp ganimetten kendisine pay ayrıldığı, sonraları İslâm‘dan tekrar çıktığı kaydedilir.
[85] Kurtubî’ye göre bu âyet, İsrâiloğulları’nı, bütün insanları ve Allah’ın bütün nimetlerini içine almaktadır. Buradaki nimet ise Hz. Muhammed (sas.) ve İslâm’ın kaynağı Kur’an’dır. Bu nimeti değiştirmek ise Hz. Peygamber’i tasdik etmemek, onun bildirdiklerine –bir kısmına dahi olsa– kasten uymamak, onları yerine getirmemektir (Kurtubî, III, 161).
[86] Bilâl, Süheyb ve Ammâr (r.anhüm) gibi.
[87] İslâm’da savaşta bile aşırı gidilmez; harp etmeyenler, kadınlar ve çocuklar öldürülmez. [bk. 2/190-193; 8/36]
[88] Bu hüküm 9/122. âyetle tahsis edilmiştir.
[89] Bu âyet-i kerîme, yüce Allah’ın içkiye müptela insanları uyarmasının pedagojik merhale olarak ikincisidir. Birtakım insanlarca, içkinin bazı faydaları var gibi düşünülüyorsa da, gerek içki ve gerekse kumarın fert ve topluma zararının, kötülüklerinin ve günahının daha büyük olduğuna dikkat çekilmektedir. Çünkü içkinin yasak edilmesi, hemen kesin olsa idi, içki müptelası insanların onu birdenbire bırakması zor olacağından nefsin emri öne çıkar Allah’ın emri geriye bırakılabilirdi. Bu kadarki uyarıdan bile, elbette, aklını kullanan bir mü’min, zarar ve günahı daha büyük olana yanaşmayacaktır. [bk. 16/67; 4/43; 5/90-91]
[90] Buhârî ve Müslim’de yer alan bir hadîs-i şerîfe göre bir müslümanın kanı şu üç şeyden biriyle
[90] Buhârî ve Müslim’de yer alan bir hadîs-i şerîfe göre bir müslümanın kanı şu üç şeyden biriyle helal olur: a. Evlendikten sonra zina ederse. b. Kasten bir mü’mini öldürürse. c. Mürted olursa; yani bilerek dinden çıkacak söz ve harekette bulunup da, teklif edildiği halde tevbe etmez, imana döndüğünü açıklamazsa (Muhammed Fuad (Lü’lü’), hadis no: 1091). Bu suçlar cemiyeti yıkan suçlardır. İslâm’a göre öldürme kararı ise ancak, yetkili merci olan hâkim tarafından verilir. [bk. 8/36; 4/76]
[91] Cariyeler, harp esiri olup devlet emîri tarafından savaşçılara ganimet olarak verilen kadınlardır. Çoğunlukla metres durumunda değil; kocaları ölmüş hizmetçi kadın konumundadırlar ve iffetlidirler. İslâm hukukuna göre, bu durumdaki bekâr cariyeler, ya kendi durumundaki erkek bir köle ile veya hür bir kadınla da evli olmayan hür bir erkekle sahibinin izniyle evlenebilirler. Fakat bu sistem bitmesine rağmen çağdaş görünümlü gönüllü cariyelerin, nikâhsız/metres veya zevk ve serüven düşkünü kadınların ortaya çıkması çok üzücü bir haldir. (bk. Akgündüz, s. 151-155; Molla Hüsrev, Dürer, I, 340) [krş. 4/24; 24/32; 33/59 ve dipnotu]
[92] Mâide sûresi 17, 72-73 ve 89 ile Tevbe sûresi 30. âyetlerde belirtilen özelliklerdeki Ehl-i Kitab olan (hıristiyan ve yahudi)ler de şirk içinde kâfir olmalarıyla nikâhta bu genel hükme dahil edilmişlerdir. [bk. Âlûsî, II, 179]
[93] Kadınlar, zevk aracınız değil nesil yetiştiren tarlanızdır. [krş. 4/24, dipnot 2] Kadınla cinsel beraberlik sırasında uygun sevgi davranışlarıyla bedenî ve rûhî ön hazırlık, besmele ile de mânevî hazırlık yapın ve soyunuzun devamı için de çocuklar yetiştirin (Sahîh-i Buhârî (Sofuoğlu), I, 156; Mevdûdî, I, 136). [bk. 2/222]
[94] Yahudiler, hayız halinde kadınlarla meşru olmayan yerinden temasta bulunuyorlardı.
[95] bk. Bilmen, Istılâhât, II, 189, 202-203, 226.
[96] Buhârî (Tecrid), XI, 381. 2/229. Âyetin açıklamasında geçtiği üzere erkek kadını bir veya iki ric‘î talak ile boşamışsa, iddet müddetinin sona ermemesi lazımdır. Yoksa bu boşama, her birinde beynûnet-i suğrâ ile ba‘în olur/kesinleşir. Bu bâinleşen talakın her birinden sonra evliliğin devamı isteniyorsa kadının rızası ile yeni bir nikah gerekir. Çünkü eşi kendisine artık haram olur. (Bilmen, Istılâhât), II, 226-227). Ancak beynûnet-i kübrâ ile yani üç kez veya üçüncü kez boşanmış kadının, başka biri ile sahih bir evlilik geçirip ondan da bir kasıt ve hile olmaksızın boşandıktan sonra ancak yeniden nikahla 230. âyet gereğince önceki kocasına dönmesi caiz olur.
[97] (Hazîn, I, 158; Nesefî (Medârik), I, 117). Mâ‘kıl b. Yesâr’ın (ra.) kız kardeşini, kocası ric‘î talakla boşamıştı fakat iddeti içinde sözünden dönmedi. Kadının iddeti bitmesine ve talakın ba‘înleşmesine yani artık pişmanlık ve dönüşün imkânsızlaşmasına rağmen, karı koca aralarında nikâh akdi için yeniden anlaştı. Fakat Mâ‘kıl (ra.) buna razı olmadı. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme geldi. Çünkü onu ‘Beynûnet-i Kübrâ’ ile boşamamıştı. Bu yüzden Hz. Mâ‘kıl (ra.), kız kardeşinin kocasını çağırdı ve onları yeniden evlendirdi (İbni Kesîr (Sâbûnî), I, 210-211; Buhârî, “Tefsîr”, 2/40). Diğer bir bâin şekli şöyledir: Bir kimse karısını, bâin (kesin) boşama ifade eden “Sen bâinsin, seni boşadım, sen benden boşsun, seni terkettim, bıraktım, çık git.” gibi lafızlarla boşarsa, bu boşama ric’î olmaz, bâin olur (Bilmen, Istılâhât, II, 187-189)
[98] Eşi ölmeyip boşananlar için ise bekleme süresi üç aydır (Buhârî, “Tefsîr”, 2/65). [bk. 65/4]. Hamile olanlar için bekleme süresi yine doğum anında biter. Cariyeler için ise yarım iddet iki temizlik süresidir.
[99] Bu usul, Allah’ın belirlediği bir edep ve terbiyedir. İddetini bekleyen ve kendisiyle evlenmek istenilen kadına, “sen çok iyi, sâliha bir hanımsın, senin gibisi az bulunur, seni beğeniyorum” gibi tâciz etmeksizin bir iki üstü kapalı söz söylenebilir; açıkça evlenme teklifi yapılmaz. Bu noktadan hareketle gerek flört olayı, gerek şartlı ve bir müddet için nikâhlanma da gayr-i meşrudur.
[100] Gizlice buluşmalar ve batıl (modern) tâbiriyle flört hayatı, asla İslâmî değildir; haramdır. Bu da sağlıklı akılla değil, hissî/duygusal dürtülerle yaşayanların halidir.
[101] Halvet-i sahîha da buna dahildir. Yani cinsel ilişkiye herhangi bir engel olmaksızın müsait zemin ve yeterli zaman içinde gizli veya kapalı bir yerde bir kadınla başbaşa kalmak da mehir ödeme bağlamında, cinsî temas hükmünde sayılmıştır; mehrin tamamı kadınındır. Ancak gerek zifaf, gerek halvet-i sahîhada hastalık ve benzeri ciddi bir engelden dolayı temasta bulunmamışsa o zaman kadın mehrin yarısını alır. (Kurtubî, XIV, 228; Zuhaylî (Fıkh) VII, 235; Cezerî, IV, 108)
[102] Halvet-i sahîha da buna dahildir. Yani cinsel ilişkiye herhangi bir engel olmaksızın müsait zemin ve yeterli zaman içinde gizli veya kapalı bir yerde bir kadınla başbaşa kalmak da mehir ödeme bağlamında, cinsî temas hükmünde sayılmıştır; mehrin tamamı kadınındır. Ancak gerek zifaf, gerek halvet-i sahîhada hastalık ve benzeri ciddi bir engelden dolayı temasta bulunmamışsa o zaman kadın mehrin yarısını alır. (Kurtubî, XIV, 228; Zuhaylî (Fıkh) VII, 235; Cezerî, IV, 108)
[103] “es-Salâtü’l-vustâ” “hafizû” fiilinin özellikli diğer mef‘ûlüdür. “Vustâ” kelimesi, “evsat” kelimesinin müennesi olup orta ve en hayırlı anlamına gelir. Resûlullah (sas.) Hendek gazvesinde: “Orta namazdan yani ikindi namazından bizi güneş batana kadar alıkoydular, Allah onların evini ateş doldursun!” buyurmuştur. (Muhammed Fuad, I, Bab 36/365-366). Ayrıca, “Vustâ namazı, ikindi namazıdır.” buyurmuştur. Sahabenin ekserîsi ve tâbiînden çoğunluğunun görüşü de bu şekildedir. Bunun dışında namazların önemi için orta namazının sabah namazı veya beş vaktin her biri olduğu hakkında görüşler de vardır (Bu âyet için bk. Beydâvî; İbni Kesîr (Sâbûnî), I, 167; Elmalılı, II, 125-127; Taberî, II, 342-346; Ukberî, s. 100, Râzî, V, 291; Müslim, “Mesâcid”, 629).
[104] Bu âyetteki, “kadına bir yıllık bakma mecburiyeti” 2/234. âyette dört ay on güne indirilmiştir. Mücahid’e göre evde oturmayı ve nafaka almayı tercih etmişse, yine bir senedir.
[105] Vebâ salgınından kaçan İsrâiloğulları.
[106] Sekiz gün (Mukâtil, s. 106).
[107] Tâbût, Hz. Musa’nın savaşlarda ordunun önünde bulundurduğu bir sandıktı. Asker bundan mânen kuvvet alır, harpten kaçmazdı (Kurtubî, III, 249; Suyûtî, ed-Dürrü’l-mensûr, I, 758; Elmalılı, II, 831).
[108] Yahudi ileri gelenlerine göre iktidar ancak servet sahiplerinin elinde olmalı idi. Bu âyette ise iktidar sahibinin ehliyete, mânevî güce sahip, ilim sahibi ve cesaretli olması gerektiği vurgulanmaktadır.
kulu olmaya zorlayan kimseler için kullanır. Allah’a isyan üç derecede olabilir: 1. Bir kimse Allah’ın kulu olduğunu kabul eder, fakat pratikte O’nun emirlerinin aksini yaparsa buna fâsık denilir. 2. Bir kimse Allah’tan ilgisini keser ve başka birisine bağlanırsa o zaman kâfir olur. 3. Allah’ın hükümlerini beğenmeyerek onu uygulamaya mânî olan ve O’nun kullarını kendi emirlerine ve yoluna boyun eğmeye zorlayan kimse tâğûttur. Böylece, Allah’ın emirlerini engelleyip insanları kendisinin istek ve emirlerine sevk eden tâğût; nefis, şeytan, rahip, liderler, kral ve benzerleri, herhangi bir şahıs da olabilir ki yüce Allah bu tâğût belasından kaçınmayı emretmiştir (16/36, 39/17-18). Bu nedenle bir kimse tâğûtu reddetmedikçe gerçekten Allah’a inanmış sayılamaz. Çünkü tâğûtlar, kendilerini ilâh yerine koyup Allah’ın dinine alternatif bir din koyarlar ve ona itaat ettirmek isterler. Fakat mü’minin kalbinde hak ile batıl asla uzlaşmaz (Mevdûdî, I, 160).
[114] Meşhur kavle göre Hz. Üzeyr’dir (Elmalılı, I, 884).
[115] Üzeyr (as.), Kudüs’ün, M.Ö. 586 yılında Buhtunnasr tarafından tahrip edilmesinden yıllar sonra, götürüldüğü Bâbil esaretinden kaçıp tekrar geldiğinde, “Bu yıkılıp ölmüş şehir, tekrar eskisi gibi nasıl yapılıp dirilecek?” demişti.
[116] “Fesur hünne” lafzındaki (sâd)ın kesre ile okunuşu da vardır ki buna göre de, kesme mânasını ihtiva etmektedir (Palevî, s. 37; Sicistanî, s. 96).
[117] Bu âyet-i kerîmede hem Hz. İbrahim’in düşüncesini hür olarak söylemesinin, hem de O’nun şahsında bütün insanlara -meydana gelen mucize şekliyle- diriltme olayının örneği verilmiştir.
[118] İslâm öncesinde Araplar ziyafet verirler, çeşitli cömertlik gösterileri yaparlar ve elindeki avucundakinin tümünü o gün harcarlardı. Bununla övünürler, şairler de bunları şiirlerle överlerdi. Bu cömertlikleri nisbetinde de asillik ve şeref pâyesi ile taltif edilip bununla gururlanırlardı. İşte İslâm bu hususta bir dönüşüm gerçekleştirdi: Cimriliği yerdiği gibi, üstünlük ve şerefin de Allah’ın emrine uygun yaşamakta ve O’nun rızasını kazanmakta olduğunu, O’nun rızası yolunda olmayan, gerek gösteriş gerekse inançsızlık içindeki harcamaların hiçbir değeri olmadığını ilan etti. Aynı zamanda âyet-i kerîme; gösteriş, başa kakma veya kendisine hizmet ettirme durumunda, verilen sadakaların boşa gideceğini de bildirmektedir. [bk. 17/26-27]
[119] İhlasla yapılan amellerin sevâbı da böyledir.
[120] Âyet-i kerîmedeki “hikmet” kelimesini İbni Abbas (ra.); “Helal ve haram ilmi ve Kur’an tefsiri” ile izah etmiştir ki bu da şer‘î ilimleri bilmek demektir. Aynı zamanda hikmet derin ve yararlı bilgiler olup işe yaramayan birtakım felsefî nazariyeler değildir. Kendisine hikmet verilen kimse; Kitab’ı, sünneti ve ilgili ilimlerin inceliklerini bilip düşünür, bütün iş ve sorumluluklarını noksansız onlara göre yerine getirir. Nefse uygun düşüncelerden, iş ve hareketlerden bütün günah ve kötülüklerden uzak kalır. İşte bunlar kendisine hayır verilmiş hikmet sahibi kimselerdir. [bk. 3/164, 16/44]
[121] Bu âyet-i kerîme, kendilerini Allah yolunda ilme ve cihada adamış
[123] Bu iki âyet, faizde üçüncü aşamadır. Görüldüğü gibi bu âyetlerde her türlü faize kesin yasak getirilmiş, faizde ısrar etmenin ise Allah’a (cc.) ve Peygamber’e (sas.) karşı savaş açmak olduğu ifade edilmiştir. Allah’a ve Peygamber’e inanan bir kimse için bu dehşet verici bir ifadedir. [bk. 3/130; 30/39]
[124] İbni Abbas’a göre en son nazil olan âyettir. Bakara sûresinde bulunan tek Mekkî âyettir. Vedâ Haccı’nda Mekke’de nazil olmuştur.
[125] Celal Erbay, s. 90-93.
[126] Mecelle, md. 8; Cessâs, I, 700-701; Elmalılı, II, 261-262.
[127] Ya da şahitliği gizlerseniz (Kâsımî, s. 32; Semerkandî, I, 318).
[128] Buhârî’nin rivayet ettiğine göre, bu âyet 286. âyet ile neshedilmiştir.
[129] Hadîs-i kudsî’de yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Bir kimse bir iyilik yapmaya niyet eder onu
[129] Hadîs-i kudsî’de yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Bir kimse bir iyilik yapmaya niyet eder onu yapamazsa ona tam bir iyilik, eğer yaparsa on iyilikten, yedi yüz hatta daha fazlasını yazarım. Bir kötülük işlemeyi düşünür de yapmazsa bunu, onun için yazmam; eğer yaparsa bir kötülük (bir mislini) yazarım.” (İbni Kesîr (Çetiner), III, 1130)
[130] Peygamberler arasında, ancak derece bakımından üstünlük vardır. Bilinen peygamberlerin birine inanmayan kimse, Allah’a da iman etmiş sayılmaz. [bk. 2/253; 17/55; 21/107]
[131] İyilikleri düşünmenin bile bir ecri vardır.
[132] “Âmene’r-Resûlü” diye bilinen bu iki âyetin, Peygamber Efendimiz’e Miraç gecesinde vasıtasız olarak vahyolunduğu rivayet edilmektedir. Bu iki âyet hadislerde övülmüş, her zaman ve özellikle yatmadan önce okunması tavsiye edilmiştir. “Bakara sûresinin sonundaki iki âyeti geceleyin okuyan kimseye (o gece için) bunlar yeter.” (Riyâzü’s-sâlihîn, 1019; İbni Kesîr (Sâbûnî), I, 258). Bu iki âyet, ilâhî emirler karşısında mutlak itaate yönelen mü’minlerin inançlarındaki sadâkati, mü’minlerin vasıflarını, konumlarını ve Allah’ın adaletini ifade etmektedir. Ayrıca mü’minlere Rablerinin celâline uygun nasıl dua edeceklerini de öğretmektedir. Hz. Ömer ve Hz. Ali’nin her birinin ayrı ayrı, “Akıllı bir adam görmedim ki Bakara sûresinin sonundaki iki âyeti okumadan uyusun.” dedikleri nakledilir. (Elmalılı, II, 1008; Zebîdî, II, 71-72).
İstihbarat Güč unsuru ne olmalidir? Beyin ve zikin kontrol operayonlarinin nasil yürüdügü İstihbaratcilarin insan gücü okuam yönünde eğitildiği, Başlica istihbarat tekniklerinin neler olduğu, Sivil,siyasi ve aseri istihbaratin ne olduğu, Uzaktan ucak kontrolü mucizsinin ne olduğu, Uzayda kac casus uydu olduğu Ekonomik, sosyal teknolojik istihbaratin nasil isledigi Koblolu telefonlarla dinlemenin nasil yapildigi Bilimsel siber biyografik istihbaratin nasil yapildigi Takip, tarassut, adam kullanma yollarinin durumu, Provakasyon ve dezanformasyon yontemlerinin nasili Turk istihbarat teskilatinin nasil sekilledigi Turkiye de asker, istihbarat ve MİT iliskileri meselesi, İstihbarat orgutlerinin Turkiye ve Dunyadaki konumu
Libyanın güvendiği dağlara kar yağmış, Sovyetler Birliği onu Amerika karşısında bile bile, haberli ve danışıklı olarak yalnız bırakmıştı. İlim Sanat Panzehir Başmakaleleri sy.35.
Kimimizde petrol, kimimizde gıda, kimimizde ilim ve teknoloji,kimimizde jeopolotik üstünlük,kimimizde nüfus potansiyeli, kimimzde finans gücü var;birleştiğimz zaman dünya nüfusunun dörtte birini teşkil eden en kalabalık en zengin,en kuvvetli, en adaletli, en insancıl bloğu teşkil edeceğiz. Esad Coşan Başmakaleleri sy.35,36.
Aciz olanın ketm olunur hakk-ı sarihi. Ketm.saklamak.Gizlemek.Sır tutmak.Söylememek. Hakk-ı Sarih.Açık ve ortada olan doğru. İlim ve sanat panzehir dergileri Başmakaleleri. sy.37.
Günümüz olaylarının kökleri yakın tarihtedir.Osmanlı devleti kimler tarafından, nasıl ve niçin parçalanmıştır? Dünyada hakim gizli ve aşikar güçler hangileridir? Bunlar kimleri ve hangi yolları kullanırlar?Asıldüşman ve gerçek dostlar kimlerdir? Başmakaleler sy.58.
Kimlere itimat edebilir ve kimlerle iş birliği yapabiliriz? Bu ve benzeri soruların cevaplarını doğru olarak tespit etmezsek büyük yanılgılara düşebiliriz.Onun için günümüzle bağlantılı yakın tarihi ve dünya konjonktürünü iyi bilmeye çalışmalıyız. İlim sanat Panzehir dergileri Başmakaleleri.sy.58.
Bazen insan gitmek,gerçekten geri gitmek zorunda kalır,ancak o ana kadar nasılda geldiğini anlamak ve de sonra ileriye gitmek içi der... Eğilip insanları yerden kaldırmak kadar insanın kalbine iyi gelen bir antreman yoktur. Cumhuriyet Tarihi
Devletin yükselmesinde de, düşmesinde de her bireyin sorumluluğu vardır. İnsanı ihtiyarlatan geride bıraktığın yalların çoğunluğu değil,ideal yokluğudur... Cumhuriyet Tarihi.
En kötü kul, isteklerine esir olup da sapıtandır. Büyüklük taslayan kimselere hatalarını,düşüklüklerini söyleyiniz. Sana hainlik edene hainlik etmeceksin. En Güzel Sözler Unutulmaz Özdeyişler
Üç şey kimsede bulunursa Allah c.c.onu korur ve ona rahmet eder. a) Bir nimet verildiği zaman şükür ederse b) intikam ve ceza yerine af ederse c) Öfkelendiği zaman kendine hakim olursa. Hadis -i Şerifler. En Güzel Sözler Unutulmaz Özdeyişler.sy.191.
Allah katında günlerin en hayırlısı Cuma günüdür. Her Önemli iş besmeleyle başlamazsa sonu gelmez. Bir kimse sabah akşam İhlas-ı Şerif ile Felak ve Nas'ı okursa Allah c.c. onu her şeyden korur. Hadis-ı Şerifler. En Güzel Sözler Unutulmaz Özdeyişler.sy.191.
Bilgiçlik taslayarak gururlananlarda hayır olmadığı gibi, Allah c.c. için yaptıklarında insanların kınamasından korkanlarda da hayır yoktur. Hz. Ebubekir.r.a.
Yalan rızkı azaltır. Ümmetimden biri ile karşı karşıya geldiğin zaman selam ver, ömrün uzar. Evine girdiğin zaman selam ver,evin bereketi artar. Şüphesiz Allah c.c.katında insanların en iyisi,selamı yayanlardır. En Güzel Sözler Unutulmaz Özdeyişler sy.186,187. Hadis-i Şerifler
Düşünme kadar nafile ibadet yoktur. Haya duygusu hayır getirir. Haya perdesini kaldırmış (utanmaz)bir kimseyi çekiştirmek gıybet sayılmaz. Fuhuş bir kimsede bulunursa onu mutlaka çirkinleştirir.Haya da bir kimsede bulunursa onu gerçekten güzelleştirir. Kim selamete ulaşmak istiyorsa,susma yolunu tercih etsin. EnGüzel Sözler unutulmaz Özdeyişler.sy.188.
Fitne uykudadır,onu uyandırana lanet etsin. İslam açıkta olandır;iman ise gizlidir. Din samimiyet ve dürüstlüktür. Kalpte iman demek,Allah c.c.sevmek demektir. Allah c.c.ı birlemeyen kimsenin nikahı yoktur. Hadis-i Şerifler. En Güzel Sözler Unutulmaz Özdeyişler.sy.184.
Yazar:M.Nihat MALKOÇ, Kategoriler:183.Sayı, Tarih "İlâhî senden özge mesnedim yok Rızâdan özge yâ Râb hâcetim yok Zaîfim bî-kesim her demde yâ Rab Ki senden özge Rabb-i müşfikim yok" Bahtî
Bir zamanlar dünyaya adaletle hükmeden¸ insanlığa barış ve huzur getiren Osmanlı Devleti¸ birkaç istisna dışında¸ kudretli padişahlar tarafından idare edilmiştir. Bu kudretli padişahlardan biri de 37 yaşında vefat ederek Osmanlı tahtını boş bırakan Sultan III. Mehmet'in oğlu Sultan I. Ahmet'tir. Osmanlı tahtının varislerinden I. Ahmet¸ 18 Nisan 1590'da babasının şehzadelik yaptığı Manisa'da doğmuştur. Annesi Handan Sultan'dır. Osmanlı padişahları zincirinin 14. halkası olan Sultan I. Ahmet¸ 93. İslâm halifesidir.
I. Ahmet¸ babası Sultan III. Mehmet ölünce 21 Aralık 1603 tarihinde henüz 14 yaşındayken Eyüp Sultan Camii'nde kılıç kuşanarak Osmanlı tahtına geçmiştir. Böylelikle çocuk yaşta büyük sorumluluk almıştır. “14” onun hayatında önemli bir anlam ifade eder. 14. Osmanlı padişahı olan Sultan I. Ahmet'in 14 yaşında başlayan saltanatı 14 sene sürmüştür.
Padişah olduğunda henüz 14 yaşında olan I. Ahmet¸ bu yaşına kadar sünnet bile edilmemişti. Sünneti¸ cülusundan bir ay sonra yapılmıştır. Çocuk denecek yaşta olmasına rağmen özgüveni tamdı. Genç padişahın ilk mühim işi¸ devlet işlerine sürekli karışan babaannesi Safiye Sultan'ı saraydan uzaklaştırmak oldu. Tahta çıktığında Osmanlı Devleti doğuda İran ile batıda da Avusturya ile savaş hâlinde idi. İran ile yapılan Revan Muhasarası başarılı olamamış¸ devlet Gence ve Şirvan'ı İran'a bırakmak zorunda kalmıştı. 1622'de İran'la Nasuh Paşa Antlaşması imzalanmıştı. Macaristan'ı almaya yönelik Avusturya seferindeyse Kasım 1606'da Avusturya Arşidüklüğü'yle Osmanlı İmparatorluğu arasında Zitvatorok Antlaşması imzalanmış¸ 15 yıl gibi uzun süren bir savaş durumuna böylelikle ara verilmişti.
Sultan I. Ahmet¸ Osmanlı Sarayı haremine cariye olarak giren Kösem Sultan'la evlenmiştir. Kösem Sultan'ın Rum veya Bosna kökenli olduğu ve adının Anastasya olduğu söylenir. O¸ Sultan I. Ahmet'in çok değer verdiği kıymetli eşiydi. Haseki Mâh-Peyker Kösem Valide Sultan olarak da bilinir. Kösem Sultan¸ Osmanlı Devleti'nin en güçlü kadın sultanlarından biridir. Sultan I. Ahmet'in saltanat yıllarında eşi Kösem Sultan devlet işleriyle sıkça ilgilenmiştir. Kösem Sultan IV. Murat ve I. İbrahim'in annesiydi.
Sultan I. Ahmet¸ Kanunî Sultan Süleyman'dan sonra devlet işleriyle en çok ilgilenen padişah olarak kabul edilmektedir. O¸ genç yaşında padişah olmasına rağmen cesur kararlar alabilen ve aldığı kararları ısrarla uygulayan güçlü bir karaktere sahipti. Devlet işlerinde hatalara tahammülü yoktu. Sert bir mizaca sahip olması¸ merhametli olmasına engel değildi.
Sultan I. Ahmet kendini iyi yetiştirmişti. İlim ve irfan sahipleriyle istişare ve sohbet etmeyi severdi. Ufku geniş bir insandı. O¸ çok iyi ok atar¸ çok iyi kılıç kullanır¸ iyi de ata binerdi. Dindar bir padişah olan I. Ahmet¸ zamanında içkiyi yasaklamıştır. Şeyh Edebali¸ Osman Gazi'yi manen nasıl yetiştirmişse Aziz Mahmut Hüdâyî de Sultan I. Ahmet'i öyle yetiştirmişti. O¸ yaşadıkça kutsal topraklara¸ Kâbe'ye büyük hizmet ve hürmet etmiştir.
Celâlî İsyanları I. Ahmet döneminde de devam etti. Bu isyanlar yüzünden birçok yerleşim yeri büyük zararlar gördü. Sadrazam Kuyucu Murat Paşa bu asileri kılıçtan geçirerek sükûneti sağladı. 15 yıllık isyanlardan sonra Anadolu toprakları Celâlîlerden temizlendi.
Sultan I. Ahmet¸ veraset sisteminde değişiklik yaparak “Hanedanın en büyük şehzadesi padişah olur.” kuralını uygulamaya koyarak hanedan üyelerinin bir süreliğine de olsa öldürülmesinin önüne geçmiştir. Böylece Fatih zamanında çıkarılan kardeş katli yasasını kaldıran ilk padişah olmuştur. I. Ahmet¸ çıkardığı bu kanun gereği kardeşi I. Mustafa'yı öldürmemiştir. O güne kadar babadan oğula geçen saltanat¸ onunla birlikte ilk kez bir kardeşe intikal etmiştir. Mahfiruz Hatice Sultan'dan olma en büyük ağabeyi I. Mustafa tahta çıkmıştır.
Sultan I. Ahmet sanatkâr ruhlu bir padişahtı. Sultan I. Ahmet sadece Osmanlı topraklarının değil¸ söz mülkünün de kudretli padişahıdır. Bir Divançe oluşturan birbirinden kıymetli şiirleri¸ bu görüşümüzü doğrulamak için yeterlidir. O¸ şiirlerinde “Bahtî” mahlasını kullanmıştır. Münâcât¸ na't¸ methiye¸ mersiye¸ gazel¸ terci-i bend¸ murabba ve şarkı nazım şekillerinde¸ aruz ölçüsüyle kaleme aldığı divan tarzındaki birbirinden güzel şiirleri onun kelimelere nasıl hükmettiğini gösterir. I. Ahmet¸ şairliğinin yanında hattatlığa da meraklıydı.
Bir Peygamber sevdalısı olan ve Bahtî mahlasıyla birbirinden güzel şiirler yazan Sultan I. Ahmet¸ iki cihan serveri Rasûlullah Efendimiz'e dair şu mısraları kaleme almıştır: “N'olatâcım gibi başımda götürsem dâim/Kadem-i pâkini ol Hazret-i Şâh-ı Rusûl'ün/Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidir/Bahtiyâ durma yüzün sür kademine o gülün.”
İstanbul deyince akla ilk gelen Osmanlı şaheserlerinden biri olan ve İstanbul'un en büyük camilerinin başında gelen Sultanahmet Camii'ni¸ adından da anlaşılacağı gibi¸ Sultan I. Ahmet¸ Mimar Sedefkâr Mehmet Ağa'ya yaptırmıştır. Sultan Ahmet¸ kendi adını taşıyan ve Osmanlı mimarisinin en naif eserlerinden biri olan bu cami yapılırken işçi gibi çalışmış¸ eteğinde taş ve toprak taşımıştır. 1609-1616 yılları arasında Sultan I. Ahmet tarafından İstanbul'daki tarihî yarımadada inşa ettirilen bu görkemli mabet¸ yeşil-beyaz renkli İznik çinileriyle bezendiği için ve yarım kubbeleri ve büyük kubbesinin içi de gene mavi ağırlıklı kalem işleri ile süslendiği için Avrupalılarca “Mavi Cami/Blue Mosque” olarak adlandırılır.
Sultan I. Ahmet'in bu görkemli mabedi Bizans'ın şaheserlerinden biri olan ve fetih nişanesi olarak görülen Ayasofya'nın tam karşısına yapması tesadüf değildir. I. Ahmet bu görkemli mabetle İslâm'ın ihtişamını bu kutlu coğrafyada ikame eylemek istemiştir. Batılıların “Mavi Cami” dedikleri bu ihtişamlı mabedin on dört şerefeli oluşu I. Ahmet'in Osmanlı tahtının 14. varisi olduğunu temsil etmektedir. Aslında bu bir cami değil¸ camiyi de içine alan “medrese¸ imarethane¸ darüşşifa¸ sebil ve türbelerden” oluşan devasa bir külliyedir.
Rivayet olunur ki; Sultan Ahmet Camii tamamlanınca açılış merasimine başkanlık etmesi için Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri davet edildi. O gün deniz çok fırtınalı ve dalgalıydı. Bu sebeple kayıkçılar denize açılmaya cesaret edemiyorlardı. Mahmud Hüdâyî Hazretleri¸ Üsküdar İskelesine indi; müritleriyle kendi kayığına binerek dalgalar arasında Sarayburnu'na doğru yol aldı. Allahu Teâlâ'nın izniyle kayığın ön¸ arka ve yanlarından deniz bir kayık mesafesinde sütliman oluyor¸ dalgalar kayığa tesir etmiyordu. Hiç kimse korkudan denize çıkamazken Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri kayığı ile selâmetle karşıya geçti.
I. Ahmet'in inşa ettirdiği Sultanahmet Camii o gün muhteşem bir merasimle ibadete açıldı. Cuma hutbesi Aziz Mahmud Hüdâyî'ye okutturuldu. Halen Üsküdar ile Sarayburnu arasındaki bu deniz yoluna¸ “Hüdâyî Yolu” denir. Kayıkçılar şiddetli fırtınalarda bu yolu takip ederler. Bu durum Mahmud Hüdâyî Hazretleri'nin günümüze kadar uzanan bir kerametidir.
Sultan I. Ahmet zamanında¸ Şehzadebaşı Kuyucu Murat Paşa Külliyesi¸ İstanbul Mesih Paşa Camii ve Elmalı Ömer Paşa Camii gibi mimarî eserlerde inşa edilmiştir.
Sultan I. Ahmet¸ çok dindar ve derviş ruhlu bir padişahtı. Dünyaya gerektiğinden fazla değer vermez¸ ahiret işlerini öne alırdı. O¸ devrinin mutasavvıf şahsiyetlerinden Celveti Tarikatı piri Aziz Mahmud Hüdâyî'ye “Pederim” diyecek kadar gönülden bağlı bir insandı. Sultan Ahmet Camii'nin açılış hutbesini Aziz Mahmut Hüdayi'nin okuması tesadüf değildir.
Çocuk yaşta çıktığı Osmanlı tahtında önemli işler başaran Sultan I. Ahmet¸ 22 Kasım 1617'de yakalandığı tifüs hastalığından kurtulamayarak gencecik bir yaşta¸ henüz 28 yaşında iken¸ İstanbul'da ebediyete göçmüştür. İstanbul'un en muhteşem mabetlerinden birini yaptıran Sultan I. Ahmet¸ bu görkemli caminin yanındaki türbede¸ kıyamet sabahı son bulacak olan ebedî uykusunu uyumaktadır. Caminin yanındaki bu türbede otuz altı sanduka vardır. Burada I. Ahmet'in yanında¸ hanımı Mahpeyker Kösem Sultan¸ II. Osman ve IV. Murad ile hanedan ailesinden çeşitli kişiler medfundur. Allah üzerlerinden rahmetini eksik etmesin.
Hz. Ömer r.a.şunu söylemiştir. Allah c.c.Resulu döneminde, biz harama yol açma ihtimalinden dolayı helal şeylerin onda dokuzunu terk ederdik. El-Erbain Fi Usuliddin Dinde kırk Prensip.sy.108.
İki büklüm oluncaya kadar nanaz kılsanız ve tel gibi inceleşinceye kadar oruç tutsanız,haram yemekten sakınmadıkça,ibadetleriniz kabul edilmez. El Erbain Fi Usuliddin Dinde Kırk Prensip.imam Gazali.sy.106.
Gerek bilimde, gerekse sosyal hayatta konulmuş kaidelerin her zaman istisnaları olagelmiştir. Kaidelerin, kuralların savunucularının bu istisnaların önemini küçültmek, etki alanlarını daraltabilmek için eskiden beri.
istisnalar kaideleri bozmaz” şiarını baştacı ettikleri bilinir. Oysa kaide, hatta kanun olarak kabul edilen, bütünün yapışma uymayan farklı unsur veya olay bir kaidenin, kanunun mahiyetinin yeniden düşünülmesini zorunlu kılar.
Eğer bir kuralın istisnası varsa, o kuralın geçerliliği yeniden tartışılmak gerekir. Nitekim, bilimdeki, özellikle pozitif dedikleri bilimlerdeki yasalar istisnalarla karşılaşır karşılaşmaz yeniden düşünülmeye değer bulunmuş ve istisnanın da içinde yer alabileceği yeni bir kaidenin teşkili, elde edilmesi yoluna gidilmiştir. Eğer bir olay önceden bilinen kaideler gereğince cereyan etmemişse, ortaya çıkan bir sonuç kabul edilen kanunların çerçevesi içinde açıklanamıyorsa o zaman olayın ve sonucun varlığından değil, onun niçin gerçekleştiğini açıklamakta aciz kalan kaidenin ve kanunun geçerliliğinden şüphe etmek pozitif bilimlerin şanındandır. Bu durumda istisnalar kaideleri bozmaz demek, gerçekleri değil insan vehimlerini savunmak anlamına gelir. Öyle ise “istisnalar kaidelerin mezarıdır” sözü daha doğru bir yaklaşım sağlar demeliyiz. Çünkü bilimdeki bütün yeni buluşlar karşılaşılan istisnanın sebebini bulmak gayretiyle girişilen zahmetlerin sonucu olmuştur. Gerçi varılan sonuç daha sonra yeni bir kaide, yeni, bir kanun kabul edilmiştir, ama her yeni kanun ancak kendi istisnasıyla karşılaşıncaya kadar güçlü bir açıklama sunabilir insan.
Sosyal hayâttaki kaideler, bilimde kabul edilen kanunlardan elbet farklı mâhiyettedir. Toplum hayatının kaideleri örf, âdet ve alışkanlıklardan örülüdür. Toplum kaidelerinin dışına çıkmak ancak suç işlemek, namussuzluk etmek, töreyi bozmak şeklinde olur.Bu bakımdan istisnaların ‘’toplum kaidelerini bozanlar’’ şeklinde anlaşılmaları imkânsızdır. Toplum hayatında istisna, üstün bir yetenek, keskin bir zekâ, derin bir duyuş sahibi kimse olarak kabul edilmesi gerekir.
Eğer bir toplumda suç kaidelere uygun olarak işlenebiliyorsa; namuslu olmak özü boşaltılmış bir kaide biçiminde kabul ediliyorsa; töre, şeklin muhafazasıdır, diye anlaşmıyorsa o zaman istisnaların kaideler tarafından bozulmaya mahkûm olduğunu söyleyebiliriz. Madem ki “istisna” denilen kişi bir toplumdaki üstün yetenekli, parlak zekâlı, derin duyuşlu insandır, kaidelerin yeteneksizi, budalayı ve duygusuzu esas unsur kıldığı ortamda üstün vasıftakiler zarar göreceklerdir. Birinci ihtimal üstün vasıflara sahip kimsenin bu vasıflarını toplum kaideleri uyarınca işe koşmasıdır. Bu şüphe yok ki istisna sayılan kişinin ruhça bozulması sonucunda başarılabilecek bir şeydir. Bir fırsatçı, bir sahtekâr olmadığı sürece hiçbir insan kaidelerin ancak suçu ve namussuzluğu koruduğu bir ortamda gerçek üstünlükteki vasıflarını kullanamıyacaktır. İkinci ihtimal “istisna” vasıflara sahip bir insanın hiçbir etkinlik gösteremeyişidir. Bu ise onun ortalama yetenekte, orta zekâda ve orta duyarlıktaki herhangi bir insandan çok daha fazla acı çekmesi demektir. Sıradan olamıyacak kadar vasıflı, sıraya giremiyecek kadar da üstün niteliklidir.
Katolik papazlar Galileo’nun yaptığı teleskoptan Ay’a, Venüs veya Jüpiter gezegenlerine bakmayı reddetmişler. Çünkü papazların anlayışlarına göre Allah’ın yarattığı kâinattaki güzellik ve ahengi görmek için bu usul uygun değilmiş. Yani bu papazlar bir kaide koymuşlar ve Galileo’nun getirdiği istisnanın kaideyi bozacağına inanmışlar. Oysa bugün, o günkü istisna kaide olmuştur ve Galileo’dan kalkan modern bilim öyle yerlere gelmiştir ki çıplak gözle Ay’a bakmak, yıldızları sadece yıldızlar olarak görebilmek istisnadan sayılmaktadır. Dünkü istisna kaideyi bozdu evet ama, bugünkü kaideler de istisnayı bozuyor. Çağdaş bilim çok temel bazı gerçekleri söyleyenleri beyin ameliyatlarına, elektroşoklara sürüklüyor. İstisnalar alkolizmin, beyaz zehirin, şiddetin eline teslim ediliyor. Kaideler sağlamlaştıkça istisnalar çürüyor, bozuluyor.
İsmet Özel, Zor Zamanda Konuşmak
Gelen arama terimleri:
bilimsel kurallarda istisna Hiçbir kaide mutlak değildir Her kaidenin bir istisnası her istisnanın bir müstesnası vardır ismet özel istisna kaide
bilimsel kurallarda istisna Hiçbir kaide mutlak değildir Her kaidenin bir istisnası her istisnanın bir müstesnası vardır ismet özel istisna kaide istisnalar kaidelerin mezaridir istisnalar kaideyi bozmaz ama kaideler istisnayi bozar istisnalar kaideyi bozmaz ismet özel kaideler en fazla unsuru bozar anlami ne kaideler istisnaları bozamaz Bunu paylaş:
Fıkıh, İslamiyet'in yasalarının teorik ve pratik olarak uygulanmasını inceleyen ilimdir. Kelime anlamı olarak "derinlemesine bilmek" demek olan fıkıh, İslami kaynakları, yani Kur'an'ı ve sünneti baz alarak, çeşitli fikir ve fiillerin uygunluğunu incelemeyi amaç edinen İslam hukukudur. Temel ilkelerini açıklayacak olursak, öncelikle, mükellefiyette kolaylıkla başlayabiliriz. Bu ilke, Allah'ın insanları kapasitesine uygun sorumluluklarla donatmış olması ve buna uygun yasaklar getirmiş olmasıdır. Bir diğer ilke, helallerin genişliği ve haramların sınırlılığıdır. Az olan haramlar, Allah'ın merhametinden dolayı yasaklanan şeylerdir; ama bize sunulan helaller saymakla bitmez. Bazı hükümlerin zamana uygun olarak değiştirilip geliştirilmesi, kamu yararının özel bireysel çıkar karşısında gözetilmesi; ve adaletin, yani insanlar arasındaki ilişkileri eşitlik ve hakkaniyet çerçevesinde düzenleyen hukuk kurallarının, gerçekleştirilmesi de fıkıhın temel ilke ve amaçları arasında sayılır.
Fatiha suresi Mekke'de nazil olmuştur, icma ile de 7 ayettir.
Bu mübarek surenin birçok ismi vardır. Bunların en meşhur olanları ise şunlardır:
1. El-Fatlha: Kur'an-ı Kerime Fatiha suresi ile başlanır. Elimizde bulunan Kur'an-ı Kerimlerde -yani nüzul sırasına göre değil, tertip sırasına göre- surelerin birincisidir. İbn-i Cerir-I Taberî, «Kur'an-ı Kerimlerin yazılışına onunla başlandığı ve namazlarda önce o okunduğu İçin Fatihatü'l-Kitab olarak adlandırılmıştır.»[1] demektedir.
2. Ümmü'l-Kttab: Kur'an-ı Kerimdeki asıl gayeleri ihtiva ettiği İçin «Ümmü'l-Kitab» denilmiştir. Fatiha suresi, Allah (cc)'ın methini, Rab olduğunun isbatını, ibadetin ancak O'nun emri ve nehyi İle oluşunu, hidayet İstediğini, imanda sebat etmeyi, geçmiş ümmetlerin kıssalarının' bildirilmesini, iyi insanların yücelme yerleri ile kötü insanların alçalma yerlerine vakıf olunmasını ihtiva ettiği için, diğer surelere nlsbetle ümm: ana diye adlandırılmıştır. Ümm kelimesi birçok yerde kullanılmaktadır. Mesela, Mek-ke-i Mükerremeye Ümmü'l-Kurâ (köylerin anası) denilmektedir. Çünkü diğer yerler ona tabidir. Harp sancağına da ümm denmesi, askerin öncüsü olmasından, askerin ona tabi olmasındandır. Büyün yaratıkları üstünde ve İçinde barındırdığından toprağa da ümm denilir. Şairin
askerin ona tabi olmasındandır. Büyün yaratıkları üstünde ve İçinde barındırdığından toprağa da ümm denilir. Şairin ifadesiyle, «Toprak, üzerinde yaşadığımız yer ve anamızdır. Toprakta doğar ve ona gömülürüz.» [2]
3. Es-Seb'ül-Mesâni: Fatiha suresi namazda tekrarlanan 7 ayettir. Namaz kılan, namazın her rek'atında onu okur. Bir gurup sahabiye göre. «Andolsun ki biz sana (namazın her rek'atında) tekrarlanan yedi ayet-l kerimeyi verdik.» ayet-i kerimesinden murad Fatiha süresidir. Kurra ve ulemanın icması İle de yedi ayettir.
Allâme Kurtubî, Ahkâmü'l-Kur'an İsimli tefsirinde. «Fatiha suresinin onikl ismi vardır. Bunlardan eş-Şifa, el-Kafiye, el-Vafiye. el-Esas. el-Hamd... ilh. isimleri ya Resulallah'ın (sav) muvafokati ile veya sahabe-i kiramın içtihadı iledir.» derken. Seyyld Mahmud el-Alusî de «Bazı alimler, Fatlha'-nın yirminin üzerinde ismini saymışlardır.» [3] demektedir. [4]
Fatiha Suresinin Fazileti Hakkında Varld Olan Hadis-i Şerifler
Fatiha Suresinin Fazileti Hakkında Varld Olan Hadis-i Şerifler
Birincisi: Buharînin Sahlh'lnde Mualla oğlu Ebl Sak) şöyle demektedir: «Mescidde namaz kılarken Resulallah beni cağıroı. Namazımı bitirinceye kadar Resulallah'ın davetine icabet edemedim. Namazın arkasından huzuruna gidince Resulallah, «Niçin gelmediniz?» diye sordu. «Namazdaydım.» cevabını verince, «Allah'ın şu emrini bilmiyor musun» diyerek «Ey İman edenler, sizi, size hayat verecek şevlere davet ettiği tamah Allah (cc) ve Resulüne (sav) İcabet edin.» ayetini okudu ve devamla. «Sana mescldden çıkmadan önce Kur'anın en büyük suresini öğreteceğim» buyurdu. Sonra elimi tutarak mescldden çıkmak istediler. Bunun üzerine, «Siz bana. Kur'anın en büyük suresini öğreteceğim, demediniz mi?» deyince Resulallah, «Hamd olsun Alemlerin Rabbl olan Allah'a» buyurarak, «Tekrarlanan yedi ayeti) bu sure ile bana azim olan Kur'an geldi.» dedi. [5]
İkincisi: İmam Ahmed Müsned'lnde şöyle rivayet etmektedir: Ka'b oğlu Übeyy. Resulullah'a (sav) ümmü'l-Kur'anı, yani Fotiha'yı okuyunca Peygamber efendimiz (sav): «Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki bu surenin benzeri ne Tevrat'ta, ne İncil'de, ne Zebur'da ve ne de Kur'anda yoktur. Tekrarlanan yedi ayetli bu sure ve azim olan Kur'an bana geldi.» buyurdu. [6]
Üçüncüsü: Müslim. Sahih'inde Ibni Abbas'tan naklen şöyle diyor: «Cebrail cleyhisselam, Resulallah (sav)'ın yanında otururken yukarıdan bir ses duydu. Cebrail aleyhisselam başını kaldırarak şöyle dedi: «Gökten bugüne kadar hiç açılmayan bir kapıdan yeryüzüne ilk defa gelen bir melek indi.» Bu melek Resulallah (sav)'a selam vererek, «Senden evvel hiçbir peygambere verilmeyen iki nurla seni müjdeliyorum. Birisi Fatihatü'l-Kitap, diğeri Bakara suresinin son ayetleridir. Sen onlardan bir harf de okumuş olsan, onlar sana verilmiştir.» dedi.
Yukarıda aktarılanlar, Fatiha'nın fazileti üzerine en sahih rivayetlerdir. Bunlardan başka sahih ve zayıf olan rivayetler varid olmuşsa da naklettiklerimiz sözü uzatmaya İhtiyaç bırakmamıştır. Başarı Allah (cc) "tandır. [7]
Bazı Surelerin Faziletleri İle İlgili Bir Uyarı
Allâme Kurtubî, El-Camiü Il-Ahkamü'l-Kur'an İsimli tefsirinin surelerin faziletleri İle ilgili kısmında bazı uyarılarda bulunmuştur. Bu uyanlardan bazı pasajları aynen aktarıyoruz: «Kur'an-ı Kerimin ve ibadetlerin faziletleri hakkında mevzu hadisler İle batıl haberler veren ve icat edenlerin sözlerine bakmayınız. Çünkü bunlar değişik amaçlarla yalan ve İftirada bulunmuşlardır.»
«Mesela zındıklar (ölümden sonra dirilmeye inanmayan, inkar edenler), müslümonların kalblerlne birtakım şüpheler düşürmek için; bir kısım insanlar da halkı ya kendi istikametlerine yöneltmek, ya da kendi görüşlerini takviye etmek için hadis uydurmuşlardır. Hatta Harici
takviye etmek için hadis uydurmuşlardır. Hatta Harici alimlerden birisi, tevbe ettikten sonra, «Herhangi birşeyln yapılmasını arzu ettiğimiz zaman hemen o iş hakkında bir hadis uydururduk.» demiştir.
«Başka bir gurub insan da, kendi anlayışlarına göre, güya Allah (cc) rızası için hadis uydurarak, halkı faziletli amellere teşvik etmişlerdir. Kur'an-ı Kerimin sureleri hakkında ayrı ayrı hadisler uydurarak güya faziletlerini bildiren Nuh Merzevî isimli bir alime «Niçin mevzu hadisler vazettiniz?» diye sorulduğunda, «Halkın Kur'an-ı Kerimi okumaya gereken önemi vermeyip sırt çevirdiğini, özellikle İmamı azam'ın fıkhı ve ibnl is-hak'ın tarihiyle meşgul olduklarını görünce Hak rızası İçin hadis uydurdum.» demiştir. Zındıklarla din düşmanlarının bazı konularda uydurdukları hadislerden mutlaka sakınılmalıdır. İslama ve müslümontara en büyük zararı, zahid geçinip, güya Allah rızası için. hadis uyduranlar vermişlerdir. Halk, mevzu hadis vazedenleri samimi zannederek onlara yönelmiş ve hadislerini kabul etmiştir. Bu kimseler davranışlarıyla hem kendileerini, hem de halkı saptırmışlardır.» [8]
İstiaze, -yaramaz ve kötü kişilerden- Allah'a sığınmadır. Cenabı Allah (cc):«Haydi Kur'an okuduğun (okumak istediğin) zaman kovulmuş şeytandan Allah'a sığın.» (Nahl: 98) ve «Şüphesiz ki ben, beni taşlamanızdan, benim de Rabblm, sizin de Rabbiniz (olan Allah)a sığındım.» (Duhan: 20) buyurmaktadır.
Lisanü'l-Arap'ın yazarı, Avz maddesini incelerken, Istiazenin de avz kökünden geldiğini ve sığınma anlamını taşıdığını şu hadis-i şerifi naklederek teyid eder: «Araplardan bir kadınla evlenen Resulallah (sav), yatak odasına girdiği zaman evlendiği kadın, «Ben senden Allah'a sığınırım» der. Resulallah (sav): «Büyük bir sığınağa sığındığından dolayı seni bıraktım. Akrabalarının yanına git.» [9] buyurur.
Şeytan kelimesi, dikkofalı ve asi olarak Allah'tan uzaklaşan anlamındadır. Kurtubî, «Şeytana, Allah (cc)tan uzak olduğu için şeytan denilmiştir. Cinlerden ve insanlardan da isyankar olanlara şeytan denildiği malumdur.» demektedir. Şeytanların sadece cinlerden olmayıp
6.154 yorum:
«En Eski ‹Eski 3201 – 3400 / 6154 Yeni› En yeni»Şeriatın meslek-i hakikîsi, hakikat-i meşrûtiyet-i meşrûadır
Geçen sene bidayet-i hürriyette elli-altmış telgraf umum şark aşîretlerine sadaret vasıta-sıyla çektim. Meali şu idi:
"Meşrutiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz mes’ele ise; hakikî adalet ve meşveret-i şer’iyeden ibarettir. Hüsn-ü telakki ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zira, dünyevî saadetimiz Meşrutiyette-dir. Ve istibdattan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz."
Her yerden bu telgrafların cevabı, müspet ve güzel olarak geldi. Demek vilayât-ı şarkiyeyi tenbih ettim, gafil bırakmadım. Ta yeni bir istibdat onların gafletinden istifade etmesin.
Ayasofya’da, Bayezit’te, Fatih’te, Süleymaniye’de umum ulema ve talebeye hitaben müte-addit nutuklar ile Şeriatın ve müsemma-i meşrutiyetin münasebet-i hakikiyesini izah ve teşrih ettim. Ve mütehakkimane istibdadın Şeriatla bir münasebeti olmadığını beyan ettim. Şöyle ki:
hadîsinin sırrıyla, Şeriat aleme gelmiş; ta istibdadı ve zalimâne tahakkü-mü mahvetsin.
Herhangi bir nutuk irad ettim ise; herbir kelimesine kimsenin bir itirazı varsa, bürhan-ı katî ile ispata hazırım. Ve dedim ki: Asıl, Şeriatın meslek-i hakikisi, hakikat-i meşrutiyet-i meşrûadır. Demek meşrûtiyeti, delail-i şer’iye ile kabul ettim. Başka medeniyetçiler gibi taklîdî ve hilaf-ı Şeriat telakki etmedim. Ve Şeriatı rüşvet vermedim. Ve ulema ve Şeriatı, Avrupa’nın zünun-u fâsidesinden iktidarıma göre kurtarmaya çalıştım.
Divan-ı Harb-i Örfî, ss. 21-22.
Meşrûtiyet, adalet ve şeriattır
İstanbul’da yirmi bine yakın hemşehrilerimi-hamal ve gafil ve safdil olduklarından-bazı particiler onları iğfal ile vilayât-ı şarkiyeyi lekedar etmelerinden korktum. Ve hamalların umum yerlerini ve kahvelerini gezdim.
Kavmin efendisi, onlara hizmet edendir. (Keşfü’l-Hafâ, 1:462. Hadîs no: 1515.)
Geçen sene anlayacakları suretle Meşrutiyeti onlara telkin ettim. Şu mealde:
İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adalet ve Şeriattır. Padişah, Peygamberimi-zin emrine itaat etse ve yoluna gitse halîfedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tabi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar. Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı; sanat, marifet, ittifak silahiyle cihad edeceğiz. Ve bizi bir cihette teyakkuza ve terakkiye sevk eden hakikî kardeşlerimiz Türklerle ve komşularımızla dost olup el ele vereceğiz. Zira husumette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur. Hükümetin işine karışma-yacağız. Zira, hikmet-i hükümeti bilmiyoruz.
İşte o hamalların, Avusturya’ya karşı-benim gibi bütün Avrupa’ya karşı (*) - boykotajları
(*) Bediüzzaman’a zürefadan biri birgün, irfanıyla mütenasip bir esvap giymesi lüzûmundan bahseder. Müşarünileyh de: "Siz, Avusturya’ya güya boykot yapıyorsunuz, hem onun gönder-diği kalpakları giyiyorsunuz. Ben ise, bütün Avrupa’ya boykot yapıyorum. Onun için yalnız memleketimin maddî ve manevî mamulâtını giyiyorum" buyurmuştur.
ve en müşevveş ve heyecanlı zamanlarda akılane hareketlerinde bu nasihatın tesiri olmuştur.
Divan-ı Harb-i Örfî, s. 23-24.
Meşrûtiyetin müsemmasına ahd ü peyman ettim
Herkesin şevkini kıran ve neşesini kaçıran ve ağrazlar ve taraftarlıklar hissini uyandıran ve sebeb-i tefrika olan ırkçılık cemiyat-ı âvâmiyeyi teşkiline sebebiyet veren ve ismi meşrûtiyet ve mânâsı istibdat olan ve İttihad ve Terakki ismini de lekedar eden buradaki şube-i müstebidâ-neye muhalefet ettim.
Herkesin bir fikri var. İşte sulh-u umumî, afv-ı umumî ve ref’-i imtiyaz lazım. Ta ki, biri bir imtiyaz ile başkasına haşerat nazarıyla bakmakla nifak çıkmasın. Fahr olmasın! Derim, biz ki hakikî Müslümanız; aldanırız, fakat aldatmayız. Bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz.
Zira biliyoruz ki, Fakat, meşrû, hakikî meşrûtiyetin müsemmasına ahd ü peyman ettiğimden, istibdat ne şekilde olursa olsun, meşrûtiyet libası giysin ve ismini taksın; rast gelsem sille vuracağım.
Fikrimce meşrûtiyetin düşmanı; meşrûtiyeti gaddar, çirkin ve hilaf-ı Şeriat göstermekle meşveretin de düşmanlarını çok edenlerdir. "Tebeddül-ü esma ile hakaik tebeddül etmez."
Divan-ı Harb-i Örfî, ss. 39-40.
Meşrûtiyetin hakikatlerinin dört mezhebden istihracı mümkündür
Avrupa, bizdeki cehalet ve taassup müsaadesiyle, Şeriatı-hâşâ ve kellâ-istibdata müsait zannettiklerinden, nihayet derecede kalben üzülmüştüm. Onların zannını tekzip etmek için, Meşrûtiyeti herkesten ziyade Şeriat namına
En birinci hile, hileleri terk etmektir.
alkışladım. Lâkin yine korktum ki, başka bir istibdat tekrar o zannı tasdik eder, diye ne kadar kuvvetim varsa Ayasofya Camiinde meb’usana hitaben feryat ettim. Ve söyledim ki: Meşrutiyeti, meşrûiyet ünvanı ile telakki ve telkin ediniz. Ta yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, pis eliyle o mübareği ağrazına siper etmekle lekedar etmesin. Hürriyeti, âdâb-ı Şeriatla takyid ediniz. Zira câhil efrat ve âvâm-ı nas; kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaatsiz olur. Adalet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Ta ki, namaz sahih ola. Zira, hakaik-ı Meşrutiyetin sarahaten ve zımnen ve iznen dört mezhepten istihracı mümkün olduğunu dava ettim.
Divan-ı Harb-i Örfî, ss. 24-25.
Şeriat, istibdadı izale için yeryüzüne geldi
Sual : "Şu pis istibdat ne vakitten beri başlamış, geliyor?"
Cevap : İnsanlar hayvanlıktan çıkıp geldiği vakit, nasılsa bunu da beraber getirmiştir.
Sual : "Demek istibdat hayvaniyetten gelmedir?"
Cevap : Evet. Müstebit bir kurt, bîçare bir koyunu parça parça etmek, daima kavî, zayıfı ezmek, hayvanların birinci düstur ve kavanîn-i esasiyesindendir.
Sual : "Sonra?"
Cevap : Şeriat-ı Garra zemine nüzûl etti; ta ki, zeminin yüzünü temiz ve insanın yüzünü ak etsin, şu insaniyetten siyah lekesini izale etsin; hem de, izale etti. Fakat, vaesefa ki, muhît-i za-manî ve mekanînin tesiriyle, hilafet saltanata inkılap edip, istibdat bir parça hayatlandı. Ta Yezid zamanında, bir derece kuvvet bularak, başını kaldırdığından, İmam Hüseyin Hazretleri hürriyet-i şer’iye kılıncını çekti, başına havale eyledi. Fakat, ne çare ki, istibdadın kuvveti olan cehil ve vahşet, cevanib-i alemde zeynab gibi Yezid’in istibdadına kuvvet verdi.
Sual : "Şimdiki meşrûtiyet, istibdat nerede? Onların harekatı nerede? Hilafet, saltanat nerede? Nasıl tatbik ediyorsun? Yekdiğerine
musâfaha ve temas ettiriyorsun, aralarında karnlar ve asırlar var?"
Cevap : Meşrûtiyetin sırrı, kuvvet kanundadır, şahıs hiçtir. İstibdadın esası, kuvvet şahısta olur, kanunu kendi keyfine tabî edebilir, hak kuvvetin mağlûbu. Fakat, bu iki ruh her zamanda birer şekle girer, birer libas giyer. Bu zamanın modası böyle giydiriyor. Zannolunmasın, istibdat galebe ettiği zaman tamamen hükmünü icra etmiş, meşrûtiyet mağlûp olduğu vakit mahvolmuş. Kellâ! Kainatta galib-i mutlak hayır olduğundan, pekçok enva ve şuubât-ı heyet-i içtimaiyede meşrûtiyet hükümferma olmuştur. Cidal berdevam, harb ise seccaldir.
Sual : "Bazı adam, ’Şeriata muhaliftir’ diyor?"
Cevap : Rûh-u meşrûtiyet, Şeriattandır; hayatı da ondandır. Fakat ilcâ-i zarûretle teferruat olabilir, muvakkaten muhalif düşsün. Hem de, her ne hâl ki, meşrûtiyet zamanında vücuda gelir. Meşrûtiyetten neş’et etmesi lazım gelmez. Hem de, hangi şey vardır ki, her cihetle Şeriata muvafık olsun; hangi adam var
ki, bütün ahvali Şeriata mutabık olsun? Öyle ise şahs-ı mânevî olan hükûmet dahi masum olamaz; ancak Eflatûn-i İlahînin medîne-i fazıla-i hayaliyesinde masum olabilir. Lâkin, meşrûtiyet ile sû-i istimalatın ekser yolları münsed olur; istibdatta ise açıktır.
Sual : İ’tiraz ettiğin şeye nasıl cevap veriyorsun?
Cevap : Ben libasa ilişiyordum. Hükümet iyi bir adamdır. Pislerin libasını giymişti. Biz o libası yırtmak ve yıkamak isterdik, olamadı. Zamana bıraktık; ta yavaş yavaş yırtılsın. Evet, na-mazı kılıyordu, kıbleyi tanımıyordu; sonra tanıdı ve tanıyacaktır. Ehvenüşşerreyn, bir adalet-i izafiyedir. Fakat kemal-i telehhüf ile bağırıyorum ki, şiddete inkılap eden fikr-i intikamın tedâhülü ve heyecanâtı intac eden tecrübesizlik, üzerimize emri şiddetlendirdi, pahalaştırdı. Muvakkaten, bir nevî karanlık çöktü. Emîn olunuz ki, çekilecektir.
Sual : "Neden makine-i ahval güzelce işlemiyor?"
Cevap : Zîra tecrübe, hamiyet, nûr-u kalb ve nûr-u fikri cem’ edenler, vezaife kifayet
etmezler. Bazı ehl-i gayret ve hamiyette, meyl-i tahrip meleke olmuş; tamire pek alışık değildir. Bazı ehl-i tecrübe ve tâmir ise, eskisine bir derece meyil ile, istidatları pek müsait değildir. Demek, bize bir nesl-i cedîd lazımdır.
Bunu da cidden söylüyorum: Eğer, meşveret Şeriattan bir parmak müfarakat ederse, eski hal yüz arşın ayrılmıştır.
Sual : "Neden?"
Cevap : Bir ince teli, rüzgar her tarafa çevirebilir. Fakat içtima ve ittihat ile hasıl olan hablü’l-metîn ve urvetü’l-vüska değme şeylerle tezelzül etmez. İcma-ı ümmet, Şeriatta bir delil-i yakînîdir. Rey-i cumhur, Şeriatta bir esastır. Meyelan-ı âmme Şeriatta mûteber ve muhteremdir.
İşte, bakınız: Eski padişahların iradesini, Ermeni rüzgarı ve ecnebî havası veya vehmin vesvesesi esmekle çevirebilirdi. O da, sükûta rüşvet-i mâneviye olarak, birçok ahkâm-ı Şeriatı fedâ ediyordu. Şimdi kapı açıldı; fakat, tamamı ileride. Üç yüz ara-i mütekabile ve efkar-ı mü-tehalife, hak ve maslahattan başka birşey ile musalaha etmez veya sükût etmezler.
Hak ve maslahat ise, Şeriatta esastır. Fakat, kaide-i şer’iye-since bazan haram bildiği-miz şey, ilca-i zarûretle vacip olur. Taaffün etmiş parmak kesilir; ta el kesilmesin. Selamet-i millet, cevher-i hayata tevakkuf etse, vermekten tevakkuf edilmez; nasıl ki, edilmedi. Dünyada en acîb, en garibi, rûhunu iftiharla selamet-i millete feda edenlerden, bazan garazında menfaat-i cüz’i-ye-i gurûriyesinde buhl eder, vermiyor.
Demek, Şeriatı isteyenler iki kısımdır: Biri, muvazene ile zar-reti nazara alarak, müdakkik...ne meşrûtiyeti Şeriata tatbik etmek istiyor. Diğeri de, muvazenesiz, zahirperestane, çıkılmaz bir yola sapıyor.
Münâzarât, ss. 37-41.
Siyasî değişiklikler islâmiyete zarar veremez
Sual : "Dîne zarar olmasın, ne olursa olsun?"
Zarûretler haramları mübah kılar.
Cevap: İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez; gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. Hem de, mağlûp bîçare bir reise yahut müdâhin memurlara veyahut mantıksız bir kısım zabitlere îtimat edilirse ve dînin himayesi onla-ra bırakılırsa mı daha iyidir? Yoksa efkar-ı amme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı İslâmiyenin madeni olan-herkesin kalbindeki şefkat-i îmâniye olan-envar-ı İlahînin lemeatının içtimalarından ve hamiyet-i İslamiyenin şerarât-ı neyyirânesinin imtizacından hasıl olan amûd-u nûranînin ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir? Siz muhakeme ediniz.
Evet, şu amûd-u nuranî, HAŞİYE dînin himayetini şehametinin başına, murakabenin gözüne, hamiyetinin omuzuna alacaktır. Görüyorsunuz ki, lemeat-ı müteferrika tele’lüe başlamış, yavaş yavaş incizab ile imtizaç edecektir. Fenn-i hikmette takarrür etmiştir ki, hiss-i dînî, bahusus dîn-i hakk-ı fıtrînin sözü
HAŞİYE: Risale-i Nur’u hissetmiş ki, üç sayfa ile cevap veriyor. Fakat, siyaset perdesi başka renk vermiş.
daha nafiz, hükmü daha alî, tesiri daha şedittir.
Elhasıl: Başkasına îtimat etmeyen nefsiyle teşebbüs eder. Size bir misal söyleyeceğim:
Siz göçersiniz. Göçerin malı koyundur; o işi bilirsiniz. Şimdi, herbiriniz bazı koyunları bir çobanın uhdesine vermişsiniz. Halbuki çoban tenbel ve muavini kayıtsız, köpekleri değersizdir. Tamamıyla ona îtimat etseniz, rahatla evlerinizde yatsanız, bîçare koyunları müstebit kurtlar ve hırsızlar ve belâlar içinde bıraksanız daha mı iyidir; yoksa onun adem-i kifayetini bilmekle, nevm-i gafleti terk edip hanesinden herbiri bir kahraman gibi koşsun, koyunların etrafında halka tutup, bir çobana bedel bin muhafız olmakla hiçbir kurt ve hırsız cesaret etmesin, daha mı iyi-dir? Acaba Mâmehuran hırsızlarını tevbekâr ve sofî eden şu sır değil midir? Evet, ruhları ağla-mak istedi, biri bahane oldu, ağladılar.
Evet, evet!.. Neam, neam!.. Sivrisinek tantanasını kesse, bal arısı demdemesini bozsa, sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz. Zîra, kainatı nağamatıyla raksa getiren
hakaikın esrarını ihtizaza veren mûsıka-i İlâhiye hiç durmuyor. Mütemadiyen güm güm eder.
Padişahların padişahı olan Sultan-ı Ezelî, Kur’ân denilen mûsika-i İlâhiyesiyle umum alemi doldurarak, kubbe-i asumanda şiddetli ses getirmekle sadef, mağara, kehf-misal olan ulema ve meşâyih ve hutebanın dimağ, kalb ve femlerine vurarak, aks-i sadası onların lisanlarından çıkıp seyr ü seyelan ederek, çeşit çeşit sadâlarla dünyayı güm güm ile ihtizaza getiren o sadânın tecessüm ve intıba’ıyla umum kütüb-ü İslamiyeyi bir tanbur ve kanûnun bir teli ve bir şeridi hükmüne getiren ve herbir tel, bir neviyle onu îlan eden o sada-i semavî ve rûhanîyi kalbin kulağıyla işitmeyen veya dinlemeyen, acaba o sadaya nisbeten sivrisinek gibi bir emîrin dem-demelerini ve karasinekler gibi bir hükûmetin adamlarının vızvızlarını işitecek midir?
Elhasıl: İnkılab-ı siyasî cihetiyle dîninden havf eden adamın dinde hissesi beytü’l-ankebût gibi zayıf düşmüş cehalettir onu korkutur, taklittir onu telaşa düşürttürür. Zîra îtimad-ı
nefsin fıkdânı ve aczin vücudu cihetiyle, saadetini yalnız hükûmetin cebinden zannettiğinden, kalbini, aklını da hükûmetin kesesinden tahayyül eder, korkar.
Münâzarât, ss. 44-47.
Zulüm, meşrûtiyetin hatası değil, kafanızdaki cehaletin zulmetindendir
Sual : "Derman, dermandır; neden zehir olsun?"
Cevap : Bir derdin dermanı başka bir derde zehir olabilir. Bir derman hadden geçse, dert getirir.
Sual : "Ne diyorsun? Hal-i hazırın eskisi gibi çok fenalığı var, bize zulmeder; hem de zaafta, kuvvetsizlikte eskisine benzer. Demek, tarif ettiğin meşrûtiyet daha
Arap atasözü: "Vücudu hastalıktan şişerek dolgunlaşmış kimseyi güzel gördün."
bize selam etmemiş; ta ki, biz de ’Ehlen ve sehlen’ desek?ö
Cevap :
Fakat, sizin dîvaneliğinizden korkmuş, gelememiş. Zulüm, meşrûtiyetin hatası değil, belki kafanızdaki cehaletin zulmetindendir. Siz dîvanelikle kısa yolu uzun yapıyorsunuz. Küdân ve Mâmehurân aşîretleri, daha asker gelmeden, alâküllihâl vermeye mecbur olan emvâl-i emîriyeyi hazır etse idiler, şu kadar zulüm olmayacaktı. Evet, bir millet cehaletle hukûkunu bilmezse, ehl-i hamiyeti dahi müstebit eder.
Siz diyorsunuz: "Şimdiki hükümet eskisi gibi zayıftır."
Hayır! Aksine, ben bir akarsudan su almak istedim. Bir bulutun çalışıp yağmur indirmesini arzu ettim. Siyah gözlüyü güzel gördüm. Ben hûri gibi güzel, hür bir hürriyeti methettim.
Evet; kuvvetsizlikte, dokuz yaşındaki çocuk, doksan yaşındaki ihtiyara benzer. Fakat, o kabre müteveccihen iner, eğilir, girer; şu ise, doğrulur, şebâbe doğru yükselir.
Sual : "Neden böyle bulanıktır, safî olmuyor?"
Cevap : Yüz seneden beri haraba yüz tutan birşey, birden yapılamaz. Size bir misal söyle-yeceğim. Bir belağbaşı, çok zaman taaffün ve tesemmüm etmiş, içine çok pislik düşmüş, sonra da onu tasfiye için o pislikleri içinden çıkarılırsa ve bir havuz gibi yapılırsa, acaba pınarın suyu bir zaman bulanık olarak gelmeyecek mi? Fakat merak etmeyiniz; akıbet berrak olacaktır.
Sual : "Tarif ettiğin meşrûtiyetin ne miktarı bize gelmiş ve niçin bütün gelmiyor?"
Cevap : Ancak on kısımdan bir kısmı size gelebilmiş. Zîra sizin şu vahşetengiz, cehalet-perver husumetefza olan sarp dağ ve derelerinizdeki vahşet ayılarından, cehalet ejderhasından, husûmet kurtlarından bîçare meşrûtiyet korkar, kolaylıkla gelmeye cesaret edemez. Eğer siz tenbel kalıp da onun yolunu
yapmazsanız, tenbellik etseniz, yüz sene sonra tamamen cemâlini göreceksiniz. Zîra sizinle İstanbul arasındaki mesafe bir aylıktır; fakat sizinle ehl-i meşrûtiyet arasındaki mesafe bin aydan fazladır. Zîra eski zamanın adamlarına benzersiniz. O nazik meşrû-tiyet, İstanbul havalisindeki yılanlardan kurtulsa, şu uzun mesafeden geçmekle, cehalet gibi müthiş bataklığı, fakr gibi mütevahhiş kıraçları, husûmet gibi gayet keyşer dağları katetmekle beraber, eşkiyaya rast gelecektir.
Ezcümle, bazı ceza-i sezasını hazmetmeyen, bir kısım da başkasının etini yemekten dişi çıkarılan ve bazı bir meşhur bektaşi gibi mânâ verenler, yol üzerine çıkıp, gasp ve garet edi-yorlar. Daha onların öte tarafında da bir kısım gevezeler vardır; bazı bahane ile, parça parça etmek istiyorlar. Öyle ise, ona bir yol veyahut bir balon yapınız.
Sual : "Şimdi fenalığı da görüyoruz, iyiliği de görüyoruz. Meşrûtiyetin âsârı hangisi, öte-kisinin asarı hangisidir?"
Cevap : Ne kadar iyilik var, meşrûtiyetin ziyasındandır; ne kadar fenalık var, ya eski istibdadın
zulmetinden, yahut meşrûtiyet namıyla yeni bir istibdadın zulmündendir. Geri kaldı; ta taziyeden sonra veda edip, pederini takip etsin. Fakat, emîn olunuz, ziya galebe çalacaktır.
Münâzarât, s. 27-31.
Hürriyet ve meşrutiyeti takdir etmeyen kimlerdir?
Sual : "Efkârı teşviş eden, hürriyet ve meşrûtiyeti takdir etmeyen kimlerdir?"
Cevap : Cehalet ağanın, inat efendinin, garaz beyin, intikam paşanın, taklit hazretlerinin, mösyö gevezeliğin taht-ı riyasetlerinde, insan milletinden menba-ı saadetimiz olan meşvereti inciten bir cemiyettir; HAŞİYE benî beşerde ona intisap eden; bir dirhem zararını bin lira milletin menfaatine feda etmeyen; hem de
HAŞİYE: Burada mason ve dönmelerin cemiyetinden haber vermek içinde, bir çeyrek asır istibdad-ı mutlakla hükmeden bir hakimiyeti gaybî ihbar eder.
menfaatini ızrar-ı nasda gören; hem de muvazenesiz, muhakemesiz mana veren; hem de meyl-i intikam ve garaz-ı şahsîsini feda etmediği halde, mağrurane, millete rûhunu feda etmek davasında bulunan; hem de beylik veya tavaif-i mülûk mukaddemesi olan muhtariyet veya istibdad-ı mutlak manasında bir cumhuriyet gibi gayr-ı makul fikirlerde bulunan; hem de zulüm görmüş, kin bağlamış, hürriyet ve meşrûtiyetin birinci ihsanı olan af ve istirahat-i umûmiyeyi fikr-i intik...mına yediremediğinden herkesin asabına dokundurmakla, ta heyecana gelip terbiye görmekle teşeffî isteyenlerdir.
Sual : "Neden bunların umûmuna fena diyorsun? Halbuki, hayırhahımız gibi görünüyorlar."
Cevap : Hiçbir müfsid, "Ben müfsidim" demez, daima sûret-i haktan görünür, yahut batılı hak görür. Evet, kimse demez "Ayranım ekşidir." Fakat, siz mihenge vurmadan almayınız. Zîra, çok silik söz, ticarette geziyor. Hatta, benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip, tamamını kabul etmeyiniz; belki ben
de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın; mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalbde saklayınız, bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.
Münâzarât, ss. 47-49.
"Eski hal muhal; ya yeni hal, ya izmihlal!"
Sual : "O fırkadan ehl-i fazl kısmına ne diyeceğiz? Onlar iyi adamlardır."
Cevap : Çok iyiler var ki, iyilik zannıyla fenalık yapıyorlar.
Sual : "Nasıl iyilikten fenalık gelir?"
Cevap : Muhali talep etmek, kendine fenalık etmektir. Bir dağdan uçmak niyetiyle kendini havalandıran, parça parça olur. Zîra, onların istedikleri şey, ya bir hükûmet-i masumedir. Halbuki, şimdi şahs-ı vahid bile masum olamaz. Nerede kaldı, zerratı günahkarlardan
mürekkep bir hükûmet, tamamıyla masum olsun. Demek, nokta-i nazar, hükûmetin hasenatı seyyiatına tereccühüdür. Yoksa, seyyiesiz hükûmet muhal-i adidir. Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zîra, onlardan birisi, Allah etmesin, bin sene yaşayacak olsa, adeta mümkün hükûmetin hangi sûretini görse hülya ile yine razı olmayacak, şu hülyanın neticesi olan meylü’t-tahrip ile o sûreti bozmaya çalışacak. HAŞİYE Şu halde, böylelerin fena zannettikleri Jön Türklerin nazarlarında dahi mel’un, anarşist ve iğtişaşcı fırkasından addolunurlar. İstedikleri şey muhal olduğundan, neticesi ihtilal ve fesattır.
Sual : "Belki onlar eski hali istiyorlar?"
Cevap : Size kısa bir söz söyleyeceğim; ezber edebilirsiniz. İşte: Eski hal muhal, ya yeni hal veya izmihlal.
Sual : "Acaba daha Sultan Hamid gibi padişah tahta çıkmayacak mıdır? Eski hal olmayacak mıdır?"
HAŞİYE: Komünist ve anarşist manasıyla Kemalizmi ve inkılap softalarını ve dönmelerini görmüş gibi haber veriyor.
Cevap : Acaba sizin şu siyah çadırınız parça parça edilip yandırılırsa, külü havaya savrulursa, o külden yeniden çadır edip içinde oturmak k...bil midir?
Sual : "Neden?"
Cevap : Zîra, eskiden bin adamdan yalnız onu mütenebbih iken, istibdat o dehşetli kuvvetiyle karşısında duramadı, parçalandı. Şimdi, istibdadın kuvveti binden bire indi; tenebbüh ve iltihab-ı ezhan birden bine çıktı.
Sual : "İstibdat o kadar fena birşey iken, niçin herkes bir çeşit ile onu irtikab ederdi?"
Cevap : İçinde tefer’unun lezzet-i menhûsesi ve tahakküm ve tehevvüs-ü nemrudane vardı.
Sual : "Şimdi çok hilaf-ı Şeriat şeyler yapılıyor?"
Cevap : Bence, muhalif-i hakîkat-i Şeriat olan şeyler, meşrûtiyete dahi muhaliftir, ya günahlarıdır veya ilca-i zarûrettir. Farz ediniz, şu siyaset muhalif olsun, yine telaşa mahal yoktur. Zîra, Şeriat-ı Garranın bin kısmından bir kısmıdır ki, siyasete taallûk eder. O kısmın ihmaliyle, Şeriat ihmal olunmaz.
Evet, imtisal etmemek, inkar etmek demek değildir. Hem de, Devlet-i Osmaniyeye tabî olan İslamların on beş misli İslamlar, sırf siyaset-i ecanib altındadırlar. Onların dinlerine zarar gelmez; nerede kaldı ki, şu hükûmette-ki; kendisi İslam, millet-i hakimesi İslam, üssü’l-esas-ı siyaseti de şu düsturdur: öBu devletin dîni, dîn-i İslamdır. Şu esası vik...ye etmek vazifemizdir. Çünkü, milletimizin maye-i hayatiyesidir.ö
Sual : "Demek, hükûmet bundan sonra da İslâmiyet ve din için hizmet edecek midir?"
Cevap : Hay hay. Bazı akılsız dinsizler müstesna olmak şartıyla, hükûmetin hedef-i maksadı, velev gizli ve uzak olsa bile, uhuvvet-i îmaniye sırrıyla, üç yüz milyonu bir vücut eden ve nûranî olan İslâmiyetin silsilesini takviye ve muhafaza etmektir. Zîra, nokta-i istinad ve nokta-i istimdat yalnız odur. Yağmurun kataratı, nûrun lemeatı dağınık ve yayılmış kaldıkça çabuk kurur, çabuk söner. Fakat, sönmemek ve mahvolmamak için, Cenab-ı Feyyaz-ı Mutlak bize ve
Ayrılığa düşüp dağılmayın. (Şûra Sûresi: 13.)
ile ezel canibinden nida ediyor. Evet, şeş cihetten nağme-i eyler hurûş.
Evet, zarûret ve incizap ve temayül ve tecarüb ve tecavüb ve tevatür, o katarat ve lemeatı musafaha ettirerek ortalarındaki mesafeyi tayyedip, bir havz-ı ab-ı hayatı ve dünyayı ışıklandıracak bir elektrik-i nevvareyi teşkil edecektir. Zîra, kemalin cemali dindir. Hem, din saadetin ziyasıdır, hissin ulviyetidir, vicdanın selametidir. HAŞİYE
Münâzarât, ss. 51-54.
Şeriat da, yüzde doksan dokuz ahlak, ibadet, ahiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nisbetinde siyasete mütealliktir; onu da ulü’l-emirlerimiz düşünsünler.
Divan-ı Harb-i Örfî, s. 28.
Ümidinizi kesmeyin. (Zümer Sûresi: 53.)
HAŞİYE: Acele etme; yani şifre gibi işaratı var.
Hükûmet hâdim ve hizmetkardır
Sual : "Meclis-i Mebusanda Hıristiyanlar, Yahudîler vardır; onların reylerinin Şeriatta ne kıymeti vardır?"
Cevap : Evvela, meşverette hüküm ekserindir. Ekser ise, Müslümandır, altmıştan fazla ulemadır. Mebus hürdür, hiçbir tesir altında olmamak gerektir. Demek, hakim İslamdır.
Saniyen: Saati yapmakta veyahut makineyi işletmekte, sanatkar bir Haço ve Berham’ın reyi mûteberdir; Şeriat reddetmediği gibi, Meclis-i Mebusandaki mesalih-i siyasiye ve menafi-i iktisadiye dahi ekserî bu k...bilden olduğundan, reddetmemek lazım gelir. Amma ahkam ve hukuk ise, zaten tebeddül etmez; tatbikat ve tercihattır ki, meşverete ihtiyaç gösterir. Mebusların vazifesi, o ahkam ve hukûku sû-i istimal etmemek ve bazı kadı ve müftülerin hilelerine meydan vermemek için bazı k...nunları yapmak, etrafına sur etmektir. Aslın tebdiline gitmek olamaz; gidilse, intihardır.
Sual : "Adalettir’ diyorsun. Neden tekalif-i devlet, fukara üstünde hafifleşmedi?"
Cevap : Bir fark vardır: Eskide varidat zayi olur giderdi, şimdi millet rakîbdir. Demek, evvel suya ve şûristana atılır idi, şimdi tarlaya atılıyor veya atılacaktır. İşte, bir nevî hafiflik.
Sual : "Şu hükûmet ve Türkler nasıl olsalar, biz rahat edemiyoruz, yükselemiyoruz. Başımızı kaldırıp onların üzerinden aleme temaşa etmek ve ellerimizi onlarla beraber safî suya uzatmak, kendimizi de bir kavim olduğumuzu göstermek nasıldır? Zîra hükûmet ve İstanbul daha bulanıktır."
Cevap : Meşrûtiyet hakimiyet-i millettir. Yani efkar-ı ammenizin misal-i mücessemi olan mebusan hakimdir; hükûmet, hadim ve hizmetkardır. Öyle ise kendinizden teşekkî ediniz; her kabahati hükûmet ve Türklere atmakla çok aldanırsınız.
Size bir misal söyleyeyim:
Her tarafa şubeler salmış bir büyük çeşme başında bir tegayyürat olursa, her tarafa da sirayet eder. Fakat yüz pınarın ortasında büyük
bir havuz olursa, o havuz pınarlara bakar ve onlara tabîdir. Faraza, o havuz tamamen tegayyür ederse veyahut Allah etmesin bozulursa da, çeşmelere tesir etmez-eğer pınar, pınar olursa.
İşte, bakınız: İstibdadın hükmünce, İstanbul ve hükûmet belağbaşı idi; şikayette hakkınız vardı. Şimdi ise hakîkat îtibariyle bilkuvve, İstanbul göldür, hükûmet havuzdur, Türk zeynabdır veya öyle olmak lazımdır. Pınar bizlerdedir ve bizde olmak gerektir.
Ey Kürtler! Görüyorum ki, bizde pınar yoktur. Onun için, uzaktan gelen taaffün eden bir suyu içiyoruz. Eskisi gibi istibdadı görüyoruz. Öyle ise, gayret ediniz, çalışınız; sebeb-i saadetimiz olan meşrûtiyeti takviye için, fikr-i milliyeti haffar yapıp, marifet ve fazîleti eline veriniz. Şu yerlerde de bir küngan atınız; ta bir kemalat pınarı bizde de çıksın. Yoksa daima dilenci olacaksınız, ya susuzluktan öleceksiniz. Hem de, dilencilik para etmez. İnsan dilenci olursa, nefsine olsun. Bence merhamet dilencileri ya haksız veya tenbeldirler. Eğer siz insan olsanız, hükûmet ve İstanbul ve Türkler
nasıl olsalar olsunlar, size fenalıkları dokunmaz, fakat iyilikleri gelir.
Sual : "Neden iyilik gelsin, fenalık gelmesin? İkisi arkadaştır."
Cevap : Yahu! Dedik: Şimdi, hükûmet ve İstanbul çukurda bir havuzdur veya öyle olacaktır. Havuz ise, aşağıdadır. Fenalık sakîldir, yukarıya yuvarlanmaz-cehaletle cezb etmemek şartıyla. İyilik nurdur, yukarıya akseder.
Münâzarât, ss. 41-44.
Memuriyet hizmetkarlıktır
Sual: "Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar; nasıl olur?"
Cevap: Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi. Zîra, meşrûtiyet, hakimiyet-i millettir; hükûmet hizmetkardır. Meşrûtiyet doğru olursa, kaymakam ve vali reis değiller, belki ücretli hizmetkarlardır. Gayr-i müslim reis olamaz, fakat hizmetkar olur. Farz ediniz ki, memuriyet bir nevî riyaset ve bir ağalıktır. Gayr-i müslimlerden üç bin adamı ağalığımıza,
riyasetimize şerik ettiğimiz vakitte, mil-let-i İslamiyeden aktar-ı alemde üç yüz bin adamın riyasetine yol açılıyor. Biri zayi edip, bini kazanan zarar etmez.
Sual : "Şeriatın bazı ahkamı, mesela valilerin vazifelerine taallûku var."
Cevap : Bundan sonra, bizzarûre, hilafeti temsil eden Meşihat-ı İslamiye ve Diyanet Dairesi hem alî, hem mukaddes, hem ayrı, hem nezzare olacaktır. Şimdi hakim, şahıs değil, efkar-ı amme olduğu için, onun nevinden şahs-ı manevî bir fetva emîni ister. İşte şu hakimin fetva emîni, Meşîhatta mezahib-i erbaadan kırk elli ulema-i muhakkik bir meclis-i mebusan-ı ilmiye teşkiliyle şahs-ı manevîleri, öteki şahs-ı manevîye fetva emînlik edecektir. Yoksa, hakim ve müfti bir cinsten olmazsa, birbirinin lisanını anlamazlar. Zîra şahs-ı vahid, şahs-ı manevîyi kandıramaz ve tenvir edemez.
Münâzarât, ss. 79-80.
Eşitlik, fazîlet ve şerefte değil, hukuktadır
Sual : "Gayr-i müslimlerle nasıl müsavi olacağız?"
Cevap : Müsavat ise, fazîlet ve şerefte değildir, hukuktadır. Hukukta ise, şah ve geda birdir. Acaba bir şeriat, "Karıncaya bilerek ayak basmayınız"dese, tazibinden menetse, nasıl benî adem’in hukûkunu ihmal eder? Kella! Biz imtisal etmedik. Evet, İmam-ı Ali’-nin (r.a.) adi bir Yahudî ile muhakemesi ve medar-ı fahriniz olan Salahaddin-i Eyyûbî’nin miskin bir Hıristiyan ile mürafaası, sizin şu yanlışınızı tashih eder zannederim. HAŞİYE
Münâzarât, s.66.
HAŞİYE: Eski Said, Nur’un parlak hasiyetinden gelen kuvvetli ümit ve tam tesellî ile siyaseti İslamiyete alet yaparak, hararetle hürriyete çalışırken, diğer bir hissûi kable’l-vukû ile dehşetli ve ladînî bir istibdad-ı mutlakın geleceğini bir hadîs-i şerifin manasından anlayıp, elli sene evvel haber vermiş. Said’in tesellî haberlerini o istibdad-ı mutlak, yirmi beş sene bilfiil tekzib edeceğini hissetmiş ve otuz seneden beri (Şeytan ve siyasetten Allah’a sığınırım) deyip, siyaseti bırakmış, Yeni Said olmuştur.
Başka bir nüshada bu haşiye şu şekildedir : Eski Said, parlak bir nûrun haysiyetiyle, kuvvetli bir ümitle, tam bir tesellî ile, siyaseti İslamiyete alet fikriyle, hararetle hürriyete çalışırken, diğer bir hiss-i kable’l-vukû ile dehşetli ve dinsizce bir istibdad-ı mutlakın kırk sekiz sene evvel, bir hadîsin manasıyla, geleceğini haber verdiği; ve bir kumandanın çıkmasını ve Said’in tesellî haberlerini yirmi senede bilfiil tekzib edeceğini hissederek, otuz seneden beri "Eûzü billahî mine’ş-şeytani ve’s-siyaseti" deyip, siyaseti bıraktı; Yeni Said oldu.
Sual : "Yahudî ve Nasara ile muhabbetten Kur’an’da nehiy vardır:
"Bununla beraber nasıl ’Dost olunuz!’ dersiniz?"
Cevap : Evvela: Delil, katîü’l-metin olduğu gibi, katîü’d-delalet olmak gerektir. Halbuki, tevil ve ihtimalin mecali vardır. Zîra, nehy-i
Şeytan ve siyasetten Allah’a sığınırım.
Kur’anî amm değildir, mutlaktır. Mutlak ise, takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, îtiraz olunmaz. Hem de, hüküm müştak üzerine olsa, me’haz-ı iştikakı illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy, Yahudî ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan ayineleri hasebiyledir. Hem de, bir adam zatı için sevilmez; belki, muhabbet sıfat veya sanatı içindir. Öyle ise, herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lazım olmadığı gibi, herbir kafirin dahi bütün sıfat ve sanatları kafir olmak lazım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir sanatı, istihsan etmekle iktibas etmek neden caiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa, elbette seveceksin!..
Saniyen: Zaman-ı Saadette bir inkılab-ı azîm-i dînî vücuda geldi. Bütün ezhanı nokta-i dîne çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için, gayr-i müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lakin, şimdi alemdeki, bir inkılab-ı acîb-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhanı zapt ve bütün ukûlü
meşgul eden nokta-i medeniyet, terakkî ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkîlerini istihsan ile iktibas etmektir ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan asayişi muhafazadır. İşte şu dostluk, katiyen nehy-i Kur’anîde dahil değildir.
Münâzarât, ss. 70-71.
İş ve sanatta maharet tercih edilir
Sual : "Bazı nas, senin gibi mana vermiyorlar. Hem de bazı Jön Türklerin a’mal ve etvarı pis tefsir ediliyor. Zîra, bazısı Ramazan’ı yer, rakı içer, namazı terk eder. Böyle, Allah’ın emrinde hıyanet eden, nasıl millete sadakat edecektir?"
Cevap : Evet, neam, hakkınız var. Fakat, hamiyet ayrı, iş ayrıdır. Bence, bir kalb ve vicdan fezail-i İslamiye ile mütezeyyin olmazsa, ondan hakîki hamiyet ve sadakat ve adalet beklenilmez. Fakat iş ve sanat başka olduğu
için, fasık bir adam güzel çobanlık edebilir; ayyaş bir adam, ayyaş olmadığı vakitte iyi saat yapabilir. İşte şimdi salahat ve mahareti, tabir-i aharla fazîleti ve hamiyeti, nur-u kalb ve nur-u fikri cem’ edenler, vezaife kifayet etmezler. Öyle ise, ya maharettir veya salahattir. Sanatta maharet ise, müreccahtır. Hem de, o sarhoş namazsızlar Jön Türk değiller, belki şeyn Türktürler; yani fena ve çirkin Türktürler, Genç Türklerin rafızîleridirler. Herşeyin bir rafızîsi var; hürriyetin rafızîsi de süfehadır.
Ey Türkler ve Kürtler! İnsaf ediniz. Bir Rafızî bir hadîse yanlış mana verse veya yanlış amel etse, acaba hadîsi inkar etmek mi lazımdır, yoksa o rafızîyi tahtie edip namus-u hadîsi muhafaza etmek mi lazımdır? Belki, hürriyet budur ki: Kanun-u adalet ve te’dibden başka hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukûku mahfuz kalsın, herkes harekat-ı meşr-asında şahane serbest olsun,
Bir kısmınız, Allah’ı bırakıp da bir kısmınızı ilahlaştırmasın.
nehyinin sırrına mazhar olsun.
Münâzarât, ss. 56-57.
Güzel gören, güzel düşünür
Sual : "Çok fena şeyleri işitiyoruz. Bahusus gayr-i müslimler de, güya bir İslam kızını almışlar. Filan yerde böyle olmuş, diğer yerde şöyle olmuş; olmuş, olmuş, olmuş, ila ahir."
Cevap : Evet, maatteessüf, daha yeni ve bulanık bir devlette ve cahil ve perişan bir millette, şöyle fena ve pis şeylerin vuk-u zarûri gibidir. Eskiden daha berbatı vardı. Fakat, şimdi görünüyor. Bir dert görünürse, devası asandır. Hem de, büyük işlerde yalnız kusurları gören, cerbezelik ile aldanır veya aldatır. Cerbezenin şe’ni, bir seyyieyi sünbüllendirerek hasenata galip etmektir.
Mesela, şu aşîretin herbir ferdi bir günde attığı balgamı, cerbeze ile, vehmen tayy-i mekan ederek, birden bir şahısta tahayyül edip, başka efradı ona kıyas ederek, o nazar ile
baksa veya-hut bir sene zarfında birisinden gelen rayiha-i kerîheyi, cerbeze ile, tayy-i zaman tevehhümüyle, birden dakika-i vahidede o şahıstan sudurunu tasavvur etse, acaba ne derecede evvelki adam müstakzer, ikinci adam müteaffin olur? Hatta, hayal gözünü kapasa, vehim dahi burnunu tutsa, mağaralarından kaçsalar hakları var. Akıl onları tevbih etmeyecektir.
İşte şu cerbezenin tavr-ı acîbi; zaman ve mekanda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile herşeyi temaşa eder. Hakîkaten cerbeze, envaıyla garaibin makinesidir. Görün-müyor mu ki, cerbezealûd bir aşığın nazarında umum kainat birbirine muhabbet ile müncezib ve rakkasane hareket ediyor ve gülüşüyor. Çocuğunun vefatıyla matem tutan bir validenin naza-rında, umum kainat hüznengizane ağlaşıyor. Herkes istediği ve haline münasip gördüğü mey-veyi koparır. Bu makamda size bir temsil îrad edeceğim.
Mesela, sizden bir adam yalnız bir saat tenezzüh etmek üzere gayet müzeyyen ve müzehher bir bahçeye girse, nekaisten müberra
olmak cinan-ı Cennetin mahsûsatından ve her kemale bir noksanı karıştırmak şu alem-i kevn ü fesadın mukteziyatından olmakla, şu bahçenin müte-ferrik köşelerinde de bazı pis ve murdar şeyler bulunduğu için, inhiraf-ı mizaç sevki ve emriyle yalnız o taaffünatı taharrî ve o murdar şeylere idame-i nazar eder. Güya, onda yalnız o var. Hülyanın hükmüyle fena hayal tevessü ederek o bostanı bir salhane ve mezbele sûretinde gös-terdiğinden, midesi bulanır ve istifra eder, kemal-i nefret ile kaçar. Acaba, beşerin lezzet-i hayatını gussedar eden böyle bir hayale, hikmet ve maslahat rûy-i rıza gösterir mi?
Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen güzel rüya görür, güzel rüya HAŞİYE gören hayatından lezzet alır.
Münâzarât, ss. 72-74.
Fenalık perde altında kaldıkça küçülür
Sual: "Eskiden beri işitiyoruz ki, bazı Jön Türkler masondurlar, dîne zarar ediyorlar."
HAŞİYE: Mevt bir nevmdir.
Cevap : İstibdat, kendini ibka etmek için şu telkinatı vermiştir. HAŞİYE Bazı laubalilik dahi, şu vehme kuvvet veriyor. Fakat, emîn olunuz ki, onların masonluğa girmeyen kısmının maksat-ları dîne zarar değildir, belki milletin selametini temin etmektir. Fakat, bazıları dîne layık olma-yan barid taassuba müfritane ilişiyorlar. Demek, hürriyete ve meşrûtiyete hizmetleri sebkat eden veyahut kabul eyleyenleri Jön Türk tesmiye ediyorsunuz. İşte, onların bir kısmı İslâmiyet fedai-leridir, bir kısmı da selamet-i millet fedaileridir. Onların ukde-i hayatiyelerini teşkil eden, mason olmayan ekseri, İttihat ve Terakkîdir. Ve sizin şu aşairiniz kadar ulema ve meşayih, Jön Türkler meyanında mevcuttur. Vakıa onlarda bir takım edepsiz, çok sefih masonlar dahi bulunur; lakin yüzde ondur, yüzde doksanı sizin gibi mûtekid müslimlerdir.
Hüküm ekseriyete göre verilir.
HAŞİYE: Nasıl ki şimdi yirmi beş sene istibdad-ı mutlakı yapanlar, dindarları irtica ile itham ederek istibdad-ı mutlakın elindeki irtidatlarını saklıyorlar.
HAŞİYE
Sual : "Neden sû-i zannımız onlara zarar versin?"
Cevap : Onların bir kısmı sizin gibi tahkiksiz, taklit ile İslâmiyetin zevahirini bilirler. Taklit ise, teşkîkat ile yırtılır. O halde bazılarına-bahusus dinde sathî, felsefe ile mütevaggıl olursa-dinsiz dediğiniz vakit, ihtimal ki tereddüte düşüp, meslek-i İslâmiyetten hariçmiş
Rıza sözünün süsü lütûf ve şefkatle güzel bakmaktır; gönlün nûru, yumuşaklık ve merhametledir. [Kulum beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim. (Hadis-i şerif: Buharî, Tevhid: 15; Müslim, Tevbe: 1)] hadîsinin kandilinden ışık almayı tercih eden kişi, muvaffakiyetin sevkiyle hakîkate yükselir ve bahtiyar olur" kaidesiyle.
HAŞİYE: Tekrar temaşa et; çünkü, bu Arabî fıkra şifrelidir, işaratı var.
gibi vesvese-lerle, "Herçi-bad-âbâd" diyerek me’yusane, belki muannidane İslâmiyete münafi harekata baş-lar. İşte, ey bîinsaflar! Gördünüz, nasıl bazı bîçarelerin dalaletine sebep oluyorsunuz. Fena ada-ma, "İyisin, iyisin" denilse iyileşmesi; ve iyi adama, "Fenasın, fenasın" denildikçe fenalaşması çok vukû bulmuştur.
Sual : "Neden?"
Cevap : Faraza, bazılarının altında büyük fenalıkları varsa da, hücum edilmemek gerektir. Zîra, çok fenalık vardır ki, iyilik perdesi altında kaldıkça ve perde yırtılmadıkça ve ondan tega-fül edildikçe mahdut ve mahsur kaldığı gibi, sahibi de perde-i hicap ve haya altında kendisinin ıslahına çalışır. Lakin, vakta ki perde yırtılsa, haya atılır; hücum gösterilse, fenalık, fena tevessü eder. Ben Otuz Bir Mart Hadisesinde şuna yakın bir hal gördüm. Zîra, İslâmiyetin meşrûtiyet-perver ve hamiyetli fedaileri, cevher-i hayat makamında bildikleri nîmet-i meşrûtiyeti, Şeriata tatbik ile, ehl-i hükûmeti adalet namazında kıbleye irşad ve nam-ı mukaddes-i Şeriatı meşrûtiyet
kuvvetiyle îla ve meşrûtiyeti Şeriat kuvvetiyle ibka ve bütün seyyiat-ı sabıkayı muhalefet-i Şeriat üzerine ilka etmek için bazı telkinatta ve teferruatın tatbikatında bulundular. Sonra, sağı-nı solundan fark edemeyenler-haşa-Şeriatı, istibdada müsait zannederek tûtî kuşları taklidi gibi "Şeriat isteriz!" demekle, hakîki maksat ortada anlaşılmaz oldu. Zaten planlar serilmişti. İşte o zaman, yalan olarak hamiyet maskesini takınan bazı herifler, o ism-i mukaddese tecavüz ettiler. İşte cay-ı ibret bir nokta-i siyah!
HAŞİYE
İşte bu nokta yüzünden, himmet oturmuş, ayağa kalkamamıştır. Şüphesiz, ard niyetlerin gürültüsü, hürriyet mûsikîsinin sadasını bozmuştur. Meşrûtiyet, sadece ismiyle az bir kısım insanlara inhisar ettirilmesi yüzünden, şerefinin asıl koruyucuları ondan ayrılarak çekilmişlerdir.
HAŞİYE: Gitme, dikkat et alihimmed olanlar o hadisede sükût ettiler. Garazkar cerîdeler, hakîki hürriyetin sadasını susturdular. Meşrûtiyet pek az adamların üstünemünhasır kaldı. Fedakarları da dağıldılar.
Kur’ân-ı Kerîm, Rabbimiz yüce Allah’ın bütün insanlara gönderdiği cihanşümûl, son ve en mükemmel talimat ve tebligâtıdır. Onu insanların, özellikle inananların dilinden kalbine aksedip hayatına hâkim olması için indirmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm, küfür, şirk ve tâğût gibi, Allah’ın varlığını ve hâkimiyetini inkâra ve talimatlarını terke yönelik her türlü düşünce ve hareketleri gündemden kaldırıp onun yerine insanları yalnız yüce Allah’a kul yapmak ve yalnız O’nun emirlerine uymak gayesiyle, okunması, anlaşılması, anlatılması ve gereğinin yapılması için indirilmiştir.
Çünkü Rabbimiz’in “Andolsun ki biz her ümmete, ‘Allah’a kulluk edin ve (vahye dayanmayan ve hevâsına göre davranan) tâğûttan kaçının’ diye tebliğde bulunan bir peygamber gönderdik!..” (16/36) buyruğu, bütün çağlara damgasını vuracak şekilde önümüzdedir.
Allah’ı tanımak, Kur’an’ı tanımakla; Kur’an’ı tanımak ise lafzını okumak, ilke ve esaslarını hayata geçirmekle olur.
“Allah var” deyip de yokmuş gibi yaşamanın, Kur’an’a inandığını söyleyip de Kur’an’sız bir yaşantının doğuracağı tehlikeden kendimizi ve neslimizi korumak mecburiyetindeyiz.
Tarihte müslümanların temiz, parlak ve örnek devirleri, Kur’an’a sadece sözle değil, kalpleriyle bağlanmaları ve öylece yaşamalarıyla mümkün olmuştur. Çünkü Kur’an’da Allah’ı, kendisinin bildirdiği şekilde bilmenin ve O’na kulluğun öğretisi var, ahlâk var, hürriyet esasları var, insanlar arası eşitlik ilkesi var, kral tanrıların değil, takvâlının üstünlüğü var, sosyal hayatta fert ve toplumun uyması gereken köklü kurallar var. Bunlar olmadan insanlık ve hatta müslümanız diye ortaya çıkanlar bile, nefislerinin/hevâlarının sürüklediği haksız davranışlardan, zulümden ve vahşetten kurtulamayacaklardır.
İslâm dünyasının bir türlü kendine gelememesinin asıl sebebi, Kur’an’dan ve onun uygulaması olan Sünnet’ten gereği gibi faydalanmamasıdır. Midesi ağrıyan kimsenin ilaç içmesi gerekirken, derisinin üstüne merhem sürmesi gibidir. Bundan dolayı toplumlarda göze çarpan anarşi ve ahlâk erozyonunun hepsi Kur’an kültür ve ahlâkından uzaklaşmanın, İslâm’ı kendi anlayışımıza göre yaşamamızın bir neticesidir. Ehl-i Kitab’ın en önemli sapma nedeni kendilerine gelen ilâhî vahyi atmaları, onu görmezlikten gelmeleri, işlerine gelmeyen kısımlarını tahrif etmeleri/değiştirmeleri ve bozmaları olmuştur.
Bütün kitap ve dinleri içine alan, son ilâhî kitabımız Kur’ân-ı Kerîm, sadece zihnimize hitap eden ve zihnen ilgi duymak ve inandığımızı söylemekle yetinmemiz gereken bir kitap değildir. O, bütün eylemlerimizde kendisine yönelmemiz ve yaşantımızda uygulamamız gereken bir kitaptır. Çünkü katılaşmış/taşlaşmış kalpler onunla yumuşar, çağlara açılan yol bu hakikat nûruyla aydınlanır
Bunun için şimdiye kadar eksik olarak ve taklit yoluyla aldığımız/öğrendiğimiz atalar müslümanlığından, artık İslâm’ın öngördüğü Kur’an ve Sünnet’in müslümanlığında devam etmek mecburiyetindeyiz. Kalplerin şifâsı ve toplumun arınıp temiz toplum olması için, sahâbe misâli onar âyet şeklinde, azar azar da olsa ciddiyet ve samimiyet içinde Kur’an’ı okumak ve gereğini yapmakla işe koyulmak gerekir.
Bunun için Kur’an’ı rehber, Hz. Peygamber’i asıl önder ve örnek edinerek yola çıkan ve “Kur’an kitabımdır.” diyerek hayatını onunla bütünleştirmek isteyenlerin teveccühü ve artan talebi sonucuFeyzü’l-Furkân adlı mealimizin ilk baskıları çok kısa bir sürede (Ankara 1989, 1991) bitti. İsteklere rağmen meali, yeniden ele alıp, Kur’an’ın iniş gâyesine uygun açıklamalar ve mesajlarla, mevcut emsal meallerden farklı olarak, uzun bir çalışma neticesinde hazırlayıp yayımlamayı Rabbim tekrar nasip etti (İstanbul 2001).
Şimdiye kadar yapılan mealler de, elbette büyük bir emek mahsûlüdür. Fakat âcizâne İmam-Hatip liselerinde, Kur’an başta olmak üzere, senelerdir tefsir derslerini okutmam ve bu ilimle de bir uygulayıcı olarak meşgul olmam dolayısıyla, şimdiye kadar başka mealler yazılmışsa da, bunların aşağıda işaret edilen kusurlarına düşmeksizin, ilim erbâbının, din görevlilerinin, dîne hizmet gâyesiyle yetişen her seviyedeki talebenin ve Kur’an’ı doğru anlamak isteyen halkın ihtiyacına daha uygun ve kolay cevap veren ve inananları da şüpheye düşürmeyen bir meal hazırlamak istedim. Eseri hazırlarken klâsik bir mealden ziyade, genel anlamda dünya tarihini dikkate alarak çağların hastalıklarını, Firavunları/kral tanrıları ve olaylarını, tevhîdi, şirk ve çeşitlerini, müşriklerin söylemlerini ve her çağda bu mantıkta olanları, şeytanın Allah’a baş kaldırış söylem ve hareketinin taraftarlarınca paylaşılmasını, kâfir ve münâfık tiplemelerini, Kur’an ve Peygamber birlikteliğini, hukûkî ve sosyal meseleleri açıklayan bir meal hazırlanması hedefini düşünerek bu çalışmayı yaptım.
Önceki meallerin tespit edebildiğim bazı özellikleri şunlardır:
1) Bir kısım meallerde kısa da olsa hiçbir açıklama yapılmamış (çıplak meal), hatta bazısında alışılmamış bir dil, bazısında ağır ve kapalı bir üslûp kullanılmıştır. Böylece Allah’ın murâdını anlamak, büyük oranda güçleşmiştir. Bu sebeple birçok kimse okuduğu mealleri anlamamış veya şer’î ilimleri ve Hz. Peygamber’i devreden çıkarmış, ilimsiz âlim kesilmiştir.
2) Kimi çalışmalarda, açıklamaların çoğunun dipnot hâlinde oluşu araştırmacıların dışında istifadeyi azaltmıştır.
3) Bazı meallerde âyetler, kelime karşılığı olan mânâlarından ziyade, esnek bir anlatım şeklinde tercüme edilmiştir.
4) Son zamanlarda yayımlanan bazı meallerde, teknik bakımdan uygun bir yol tutulmuşsa da, bir kısım âyetlere, bugün henüz kesinlik kazanmamış, hatta tenkit edilip ilmen çürütülmüş fikirlerle yorum getirilmiştir. Oysa bunu Allah’ın kudretiyle bağdaştırmak imkansızdır.
Bu tür fikirlere, sınırlı sayıda kişiler çağdaşlık adına iltifat etse bile, yine de onlar Kur’an’ın hükümlerinin bütününe (yanlış bilgilendirildiklerinin dışında) iltifat etmeyeceklerdir. Aynı zamanda bu yorum ve ifade şekilleri, inananları şüpheye düşürmekten başka bir işe yaramayacaktır.
5) Pek çok mealde ise çağın mânevî hastalıklarına ait açıklamalara yer verilmemiştir.
Bütün bunları göz önünde tutarak, çalışmamı aşağıdaki esaslar dâhilinde yürütmüş bulunuyorum:
1) Âyetlerde, kelimelerin âyet içindeki anlamına göre, Türkçe karşılığı verilmiş olup kelimenin ihtivâ ettiği diğer anlam parantez içine yazılmış, bunun için ayrıca lügatçe koymaya lüzum görülmemiştir.
2) Parantez içine yazılmış ifadeler hâriç tutularak okunduğunda âyet-i kerîmelerin, kelime kelime mealinin ortaya çıkması sağlanmaya çalışılmış, bununla birlikte, mealin hem parantez dışı hem de parantez içi kısımlarının birlikte okunmasının uygun olacağı fikri esas alınmıştır.
3) Böylelikle âyetlerin kelime anlamı lügate fazla ihtiyaç duymadan parantez dışından takip edilecek, parantez içlerindeki açıklamalarla da bir tefsire ihtiyaç duyulmadan, öz olarak anlaşılacaktır.
4) Âyetlerin tercümelerinin, gramer kâidelerine uygun olarak yapılmasına da dikkat edilmiştir. Yerine göre, zamirlerin mercîleri, tekil kelimelere ifade gereği olarak ilâve edilen çoğul ekleri ve bazı yardımcı kelimeler parantez içine yazılmıştır.
5) Âyetlerdeki mananın açıklığa kavuşması için, yer yer sebeb-i nüzûlüne (iniş sebebine), ihtivâ ettiği mesaja ve delâlet ettiği manaya uygun gerekli fıkhî, itikâdî ve tarihî açıklamalar yapılmıştır. Her seviyedeki insan bunları rahatlıkla anlayacak ve anlatacaktır.
6) İki türlü mâna taşıma ihtimali bulunan ve müfessirlerin de, her iki manaya delâletinden vazgeçmedikleri âyetlerde, kesinliğe daha yakın olan mânaya metinde yer verilmiş, diğerine ise dipnotta işaret edilmiştir.
7) Kıraat farklılıklarının mânaya tesirine yer yer işaret edilmiştir.
8) Bugünkü Tevrat ve İncil nüshalarındaki yanlış inanç şekilleri, ilgili âyetlerin dipnotunda gerekli görüldükçe belirtilmiştir. Bu hâliyle meal, kısa ve öz bir tefsir niteliği de taşımaktadır.
9) Âyetler arasında insicâma dikkat edilmiştir.
10) Dil itibâriyle ağdalı, yapmacık ve kullanılmayan kelimelere yer verilmemiştir.
11) Kur’an metninde olduğu gibi, mealde de secde âyetlerine ve ayn duraklarına işaret edilmiş, böylelikle meal okumak isteyenler için secde yerlerini tespitte ve konu bütünlüğüne riâyette yardımcı olunmaya çalışılmıştır.
12) İmlâ ve noktalama açısından günümüz insanının rahat okuyabileceği bir yöntem benimsenmiş; halk arasında sık kullanılmakta olan Türkçe’ye mâl olmuş kelimelerdeki inceltme ve uzatmalar belirtilmemiştir.
13) Özellikle konuların bir bütün hâlinde anlaşılması ve Kur’an’ın Kur’an ile tefsiri açısından ilgili âyetler arasında atıflar yapılmış; iki âyet aynı konudan bahsediyorsa “bk.”, birbiriyle ilgili konularda ise “krş.” şeklinde gösterilmiştir.
14) Mealden daha fazla istifade edilmesini sağlamak üzere, değişik açılardan fihristler ve kapsamlı bir dizin hazırlanmıştır.
15) Sûrelerin ana konularını ihtivâ eden bir indeks ilâve edilmiştir.
Bununla birlikte yine de tam anlamıyla doğruya ve mükemmele ulaşmak insan gücünün üstündedir. Bu sebeple, göze çarpacak yanlışlıkların ilim erbâbı tarafından halisâne bir davranışla bildirilmesi halinde, onlara minnettar kalacağımı şimdiden ifade etmek isterim.
Bu uğurda riyâdan uzak bir şekilde, samimi bir niyet ve gayretle eserler ortaya koyan üstadlarımın ve ilim erbâbı kardeşlerimin çalışmalarının meşkûr, amellerinin makbul olmasını; mü’min kardeşlerimin bu ilâhî kaynaktan feyiz alıp gereğince amel etmelerini; bu sâyede Cenâb-ı Hakk’ın hepimizi rızâsına kavuşturmasını niyâz ederim. Tahsilimde maddî ve mânevî desteklerini esirgemeyen anne ve babama, Kur’an hâfızlığımda, tashîh-i hurûf tâlimimde (1947-1950), başta Arapça olmak üzere din ve fen ilimleri tahsilimde (1950-1963), kıraat-i aşere öğrenimimde (1968-1970) kendilerinden feyiz ve nasip aldığım üstadlarıma yüce Allah’tan rahmet ve mağfiret niyâz ederim.
Özellikle, İslâm ve Kur’an sevgisini insanlara ulaştırma yolunda rûhunu teslim eden muhterem Mahmud Esad Coşan Hocaefendi’nin aziz hatırasını yâd ederek, bu çalışmanın seçkin bir heyet tarafından yeniden gözden geçirilmesi, yaptığımız yeni düzenleme ve ilâvelerle bu baskının yapılıp yayımlanmasındaki himmetleri dolayısıyla kıymetli öğrencim Muharrem Nureddin Coşan Hocaefendi’ye, Server İletişim yetkililerine ve bundan önceki baskılarda hâlisâne emeği geçen bütün güzîde dostlarıma şükranlarımı arz eder, hizmet ve katkılarının her bir harfine sayısız ecirler dilerim.
Doç. Dr. Hasan Tahsin Feyizli
1. Fâtiha Sûresi
Mekke döneminde nâzil olmuştur. Yedi âyettir. Kur’ân-ı Kerîm’in başlangıç sûresi olduğu için “açan” anlamında Fâtiha şeklinde anılmıştır. Aynı zamanda “Ümmü’l-Kitâb” (Kitab’ın anası/özü), “el-Esâs” gibi adları da vardır.
1. Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
2. Hamd(in övme ve övülmenin her türlüsü), âlemlerin (tek) Rabbi[1] olan Allah’adır.
3. (O) Rahmân’dır (dünyada bütün yaratıklara bol merhamet edendir), Rahîm’dir (âhirette yalnız mü’minlere acıyıp mağfiret edecek olandır).
4. Din gününün (âhirette hesap ve karşılık görme gününün) mâliki/hükümrânıdır.
5. (Ey Rabbimiz!) Yalnız sana (ibâdet ve itaatle) kulluk eder ve (her hal ve ihtiyacımızda) ancak senden medet umar/yardım dileriz.[2]
6. Bizi doğru yola (İslâm’a) ilet (İslâm ile yaşat).
7. Kendilerine (lütfundan) nimet verdiğin kimselerin yoluna (ilet); [4/69] (emirlerine âsi olmuş ve) gazaba uğramışların ve sapıtanların değil (Yâ Rabbi).[3] (Âmin…)[4]
[1] Rablık bir insan, bir toplum veya birşey üzerinde otorite iddiasında bulunmaktır. Rab aynı zamanda besleyen, büyüten ve varlığı devam ettirme gücüne sahip olandır. Kurumsal olarak kâinatta her türlü otoritenin asıl kaynağı, sahibi ve hayata hükmü geçerli olandır, ki O da ancak Allah’tır. O’nun emrini beğenmemek ve dışlamak Allah’ı Rab olarak tanımamaktır. [bkz. 6/102; 33/36; 41/30; 46/13]
[2] Bu âyet inananların Allah’a verdiği bir taahhüttür. Bilmemiz gerekir ki Allah’a kulluk, yalnız O’na ibadet etmekle değil, hem ibadet hem de emir ve yasaklarına itaatle gerçekleşir. Çünkü Allah, yalnız ibadet ilâhı değildir. Bunun içindir ki İslâm “lâ ilâhe illallah” ile başlar, “iyyâke na‘büdü” ile yürürlüğe girer. Kur’an’da birçok yerde Allah’a kulluk emredilir. Çünkü insanları, bütün emirlerine itaatte kul etme hakkı ancak O’nundur. Zaten Allah da insanları bunun için yaratmıştır (51/56). Çünkü Bir’e kul olmayan bine kul olur; Allah’a kullukta yücelik ve hürlük, kula kullukta ise esaret ve küçülme vardır. Seyyid Kutub, tefsirinde; “Öyle bir zaman gelir ki insanlar, Allah’ı sözde inkâr etmeyebilir, O’na ibadeti de terketmezler ama o ibadeti ya birine gösteriş olarak yaparlar, ya helal ve haramı (serbestlik ve yasakları) tayin ve ilanda, başkalarının İslâm’a
aykırı emirlerine istekle itaat ederler, ya da İslâm’a aykırı olarak bir kimseye sığınmak ve ondan bir pâye elde etmek isterler ki (4/139; 35/10) bu durumda onları rab kabul etmiş, onlara tapmış ve kulluk etmiş olurlar (9/31). Böylece ‘müslümanım’ dedikleri halde –Allah korusun– şirke düşerler.” der. “İslâm öncesi Arap müşrikleri de ideolojileri yönünden Allah’ı inkâr etmiyorlar fakat O’nun, hayatlarında hükümleri geçerli olan Rab olmasını kabul etmiyorlardı. İşte Allah’a Rab, Mâlik (Hükümran) ve tek İlâh olarak (112/1-4) inanmamak şirk olur.” (Seyyid Kutub, VIII, 284). [bkz. 2/107, 138; 5/52; 6/102; 12/40, 106; 16/49, 52; 29/25; 39/64, 65; 40/60; 41/30; 43/84; 46/13]
[3] Yahudiler, hıristiyanlar ve diğerleri gibi. [bkz. 2/90; 5/77; 58/14] Yahudiler dinlerini merasimleştirdiler, peygamberlerini küçük düşürdüler, devre dışı bıraktılar, hakaret ettiler, hatta bazısını öldürdüler. Hıristiyanlar ise peygamberlerini ilâhlaştırdılar. “Din vicdan işidir.“ diye onu vicdanlara hapsettiler ve dini dünyevîleştirdiler. Halbuki inancın/dinin, kişinin iç dünyasına ait birşey olduğunu söyleyip onu vicdanla sınırlı bir alan içine hapsetmek ve kişiyi, dînî yaşamından engellemek yanlış ve geçersizdir. Çünkü vicdanda olan herşey her yerde var demektir. Bu yönden bunu hegemonik/baskıcı usul ve üslupla bastırmak insan onurunu zedeleyen bir tavır olmuştur.
[4] Âmin, “Öyle olsun, kabul eyle” anlamındadır ve “âmin” demek sünnettir. Sesli namazlarda Hanefîler’de imam ve cemaat sessiz; Mâlikîler’de yalnız cemaat sesli; Şâfiî ve Hanbelîler’de imam ve cemaatin sesli okumaları menduptur. Besmele, İmam Şâfiî’ye göre sûreye dahil sayıldığından sesli namazlarda açıktan okunur. İmâm-ı Âzam ve Mâlik’e göre yedinci âyet “gayri’l-magdûbi…”dir.
Kur'ân-ı Kerîm Bilgisi
I – KUR’ÂN-I KERîM’E DAİR GENEL BİLGİLER
1 . Mukaddes Kitabımız Kur’ân-ı Kerîm Allah Kelâmıdır
Kur’ân-ı Kerîm’de eksiklik ve fazlalık yoktur. Vahyedildiği hâli ile korunmuştur. Allahu Teâlâ onu, Resûlü Muhammed’e (sas.) Cebrail (as.) vasıtasıyla Arapça olarak indirmiş ve Resûlü’nü de bütün âlemlere rahmet olarak göndermiştir. Onun indirilmesiyle bütün dinlerin hükmü ortadan kalkmış, böylece Kur’ân-ı Kerîm, akıl sahiplerinin kıyâmete kadar uyması gereken tek kitabı olmuştur. O, İslâm hukukunun ilk ve değişmez kaynağıdır. Kur’ân-ı Kerîm’in hükümleri, insanların Allah’a ve birbirlerine karşı görevlerini bildiren ilâhî kanunlardır.
Kur’ân-ı Kerîm, bütün insanları, inkârcılığın ve sapıklığın her türlüsünü bırakıp bir tek Allah’a inanmaya ve O’na teslim olup kulluk etmeye davet eder. Açık delillerle Allah’ın varlığını ve birliğini ortaya koyar. Ancak düşünmesi sayesinde bir değer kazanan insanı, hem kendisi hem de kendisini kuşatan engin kâinat hakkında düşünmeye, nihayet hepsinin asıl yaratanı olan O yüce Allah’a imana çağırır.
Kur’ân-ı Kerîm, her seviyedeki insana o özelliği ile hitap eden ilâhî bir kitaptır. Beşerî sistemler birbirini yıkarken, ilâhî kaynaklı ve zaman üstü erişilmez sistem, dünya ve âhiret hayatında bütün insanların saadete erişmesi için devam edecek; ona gerçekten tutunanlar kurtulacak, bütün kötülüklerden arınacaktır.
Kur’ân-ı Kerîm insanı değerlendirirken, onu, aile, cemiyet, ahlâk, sosyal hayat ve bütün bir kültür ortamı içinde ele alır. Aynı zamanda insan hayatına tesir eden maddî ve mânevî âmillere de gerekli önemi verir.
İslâm dîni, bütün hayat gücünü Kur’an’dan alır. Bu itibarla müslümanlar, hem inanç ve düşünce hayatlarında hem de beşerî ve ahlâkî münasebetlerinde takip etmeleri gereken yolu Kur’an’dan öğrenirler. Çünkü Kur’an hem ferdî hem de sosyal hayatın gerekli prensiplerini ihtiva eder.
Yüce Allah “(Resûlüm!) Kendilerine okunan (bu) Kitab’ı, sana bizim indirmemiz onlara yetmiyor mu? Hiç şüphesiz bunda inanan bir toplum için elbette (büyük) bir rahmet ve (kulluğunu yerine getirmede) bir öğüt/bir hatırlatma vardır.” (29/51) buyurarak; Kur’an’ın insanlara her hususta kâfî geleceğini, ilminde, kudretinde, hüküm ve hikmetinde ve her hususta tek galip olduğunu bildirmektedir. Bunun içindir ki “Onlar Kur’an(ın söyledikleri) üzerinde düşünmezler mi? Yoksa kalpleri(nin) üzerinde kilitler mi var?” buyurur (47/24).
Şüphesiz bu prensiplere göre hareket etmek de ancak, Kur’an’ın manasını iyice anlamak ve onun üzerinde düşünmekle olur. Kur’an’ı sadece evlerde ve mezarlarda okumak, süslü kılıflarla duvarlara asmak insanları sorumluluktan kurtarmaz. Çünkü Kur’an’da “(Kur’an) mübarek bir kitaptır ki onu sana, âyetlerini iyiden iyiye düşünsünler ve aklı olanlar öğüt (ve ibret) alsınlar diye indirdik.” (38/29) buyurulmaktadır. Ayrıca Kur’an’ın pek çok âyetinde onun okunup anlaşılması emredilmektedir. Öte yandan pek çok hadîs-i şerîfte güçlükle de olsa Kur’an’ın okunup ezberlenmesi teşvik edilmiştir. Kur’an’ın mü’minin hayatındaki önemi dolayısıyladır ki Arapça bilmeyenler de, güvenilir meallerden Kur’an’ın mealini mutlaka okumalıdır, denilmiştir.
2. Kur’ân-ı Kerîm’in Tercüme Edilmesi ve Kendi Lafzıyla Okunması
Kur’ân-ı Kerîm, Peygamber Efendimiz vasıtasıyla bütün insanlara ulaştırılması için gönderilmiştir. Allahu Teâlâ Resûlü’ne “Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni (tamamen) tebliğ et (bildir). Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Şüphesiz Allah, inkârcılar toplumunu doğru yola iletmez.” (5/67) buyurmuştur. Peygamber Efendimiz’in risâleti (mesajı) bütün insanlaradır, umûmîdir. Bundan dolayı Kur’ân-ı Kerîm’i tebliğ için, hazırlayanın gerekli yeterliliğe sahip olması şartı ile onun bütün dillere çevrilmesi, uygun hatta zorunlu görülmüştür. Ancak Hanefî ulemâsı, tercümenin Kur’an’ın yerini asla tutamayacağından, tercümenin bir meal olmak üzere Arapçası ile birlikte yazılmasını şart koşmuştur.
Merhum İzmirli İsmâil Hakkı, Meânî-i Kur’ân (I-II, İstanbul, Millî Matbaa, 1927; Eren Yayıncılık, 1977) adlı tercümesinin önsözünde “Kur’ân-ı Mübîn’i tercüme câizdir, bunda asla şüphe ve ihtilaf yoktur.” demektedir.
Bu konuda Mahmud Esad Efendi de “Evet Kur’an, mealen tercüme edilebilir ama namazda Arapça okumak şartı ile.” demiştir. İşte, Allahu Teâlâ’nın neler buyurduğunu bilmek istiyorsak ve onu aslî dilinde anlayamıyorsak, mealini okumamız ve dinlememiz gerekir. Fakat ibâdette ise Kur’an’ı yine kendi diliyle okumamız zorunludur.
Nitekim bugün Avrupa halkının çoğunluğu Latince bilmediği halde, Katolik dünyası ibâdet ve duasını Latince yapar. Çünkü mukaddes kitapları Latince’dir.
Netice olarak diyebiliriz ki; Kur’ân-ı Kerîm, yalnız mânasıyla değil, lafzıyla da Kur’an’dır. Yani her iki yönden ilâhîdir. Onu anlamak için mealen tercümesi yapılır. Fakat hiçbir zaman Kur’an’ın tercümesi Kur’an değildir ve namazda Kur’an yerine okunamaz. Bunun için namazda kendisini, namaz dışında hem kendisi hem de tercümesini okuyarak her iki sorumluluğumuzu da yerine getirmemiz gerekmektedir.
3. Kur’ân-ı Kerîm’in Eşsizliği (İ’câzı)
Kur’ân-ı Kerîm hem lafız hem anlam bakımından Allah’a ait yani Rabça bir ifade ve üslûba sahip olduğundan, onun bir benzerini, değil başka milletler, Araplar dahi yapamamışlardır. Hatta bu amaçla hummalı bir yarışma içerisine girmişler, ne var ki bu çabalar mağlubiyet ve Hakk’a teslimiyetle son bulmuştur.
Kur’ân-ı Kerîm’de, Hak Teâlâ onu küçümseyenlere karşı “Yoksa ‘onu (o Kur’an’ı) kendisi uydurup söyledi’ mi diyorlar?.. Hayır! Onlar (bu tavırlarıyla) iman etmezler. Eğer (onlar) doğru söyleyenler iseler onun gibi bir söz getirsinler!” buyurur (52/33-34).
Hûd sûresinin 13. âyetinde Cenâb-ı Hak, insanları Kur’an’ın benzeri on sûre getirmeye davet etmiş, Bakara sûresinin 23. âyetinde de “Eğer kulumuz (Muhammed’)e indirdiğimiz (Kur’ân-ı Kerîm’)den şüphe ediyorsanız, (haydi!) siz de onun benzeri bir sûre getirin. Eğer (iddianızda samimi iseniz, Allah’dan başka bütün yardımcılarınızı da çağırın.” şeklinde onlara meydan okumuştur. Fakat hemen sonra gelen âyet-i kerîme ile “Eğer bunu yapamazsanız, ki hiçbir zaman yapamayacaksınız; yakıtı insanlar ve taşlar olan, kâfirler için hazırlanmış ateşten sakının.” buyurarak, onların âcizliklerini ve âkıbetlerini ortaya koymuştur.
Kureyş’in meşhur şairlerinden olan Velîd b. Muğîre, bir gün Peygamber Efendimiz’i “peygamberlik sevdasından vazgeçirmek” hayaline kapılarak huzuruna gitmişti. Fakat Resûl-i Ekrem Efendimiz tarafından kendisine okunan âyetleri dinledikten sonra, büyük bir hayret içinde geri dönmüş ve başına toplanan halka hitaben cemaat! Bilirsiniz ki ben şiirlerin bütün çeşitlerini bilirim. Belâgatlı sözleri benim kadar takdir edecek yoktur. Yemin ederim ki Muhammed’e inen âyetler, bizim bildiğimiz sözler kabilinden değildir. Onlarda öyle yüksek bir belâgat, bir letâfet var ki onlar bütün sözlerin üzerindedir, onlara üstün gelecek bir söz bulunamaz.” diyerek hakikati itiraf etmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm öyle bir mucize kitaptır ki maddî, mânevî, ilmî, edebî, ahlâkî, içtimâî, iktisâdî ve tarihî birçok hakikatleri içine almaktadır. Asırlar geçtikçe ilimlerin, keşiflerin, buluşların artması, sadece ve sadece onun daha iyi tefsirine ve anlaşılmasına yarayacaktır. Her şeyden çabuk usanan insan, dünya durdukça onu bıkmadan usanmadan okuyacak, okutacak, anlayacak ve anlatacaktır.
4. Kur’ân-ı Kerîm’in Nüzûlü ve Tespit Şekli
Kur’ân-ı Kerîm, Allah katından Resûl-i Ekrem’e 40 yaşında iken (m. 610) Ramazan ayında mübarek bir gecede, Kadir gecesinde Hz. Cebrail vasıtasıyla indirilmeye başlanmış ve 22 sene 2 ay 22 günde tamamlanmıştır.
Kur’ân-ı Kerîm’in bu kadar zamanda inmiş olmasında bir takım hikmetler vardır:
1) Kur’ân-ı Kerîm’in hem ezberlenmesi ve yazılması hem de etrafa yayılması kolaylaşmıştır.
2) İhtiva ettiği hükümlerin hepsini birden daha yeni iman etmiş kimselere yüklemek hem çok ağır gelecek hem de henüz sayıları çok az durumda olan müslümanlar hemen cihad etmek mecburiyetinde kalacaklardı. Dolayısıyla Kur’an’ın peyderpey indirilmesi pedagojik ve psikolojik açıdan daha uygundur. Cenâb-ı Hak da “Yine biz, Kur’an olarak onu, insanlara sindire sindire (ve ağır ağır) okuman için (âyet âyet, sûre sûre) ayırıp (gerektikçe) peyderpey indirdik.” (17/106) buyurarak bu hikmeti açıklamıştır.
Kur’ân-ı Kerîm’in tespiti hemen anında yazılması ve ezberlenmesi şeklinde oluyordu. Bir âyet-i kerîme nâzil olunca Peygamberimiz, onu ashabdan vahiy kâtiplerine, deri üzerine, enli düz taşlar ve diğer malzemelere huzurunda yazdırır, bir nüshası kendi evinde kalırdı. Diğer taraftan bu vahyedilen âyetler hâfızlarca da günü gününe ezberlenirdi. Vahyedilen âyetlerin gerek yazılırken ve gerekse ezberlenirken hangi sûrenin neresinde kaçıncı âyet olarak yer alacağı ve nasıl tertip edileceği, Hz. Cebrail’in bildirmesi ve Resûl-i Ekrem’in göstermesi ile tevkîfî olarak tespit edilirdi.
Şu kadar var ki vahyin devam etmesi sebebiyle âyetler her ne kadar gösterilen tertibe göre yazılmış ise de hem dağınıktı hem de sûreler tertip edilip bir mushafta toplanmamıştı.
Bu böyle olmakla beraber, Hz. Peygamber’in her Ramazan ayında 10 gün itikâfa çekilip o zamana kadar vahyedilen Kur’an’ı Hz. Cebrail’e okuduğunu, Cebrail’in de kendisine okuyup karşılaştırma yaptığını Hz. Fâtıma (r.anhâ) şöyle anlatır:
“Peygamber bana gizlice ‘(Kızım), her sene Cebrail, Kur’an’ı benimle arza yapar (karşılaştırırdı), bu sene iki sefer karşılaştırma yaptı. (Buradan hareketle) muhakkak ecelimin yaklaştığını sanıyorum.’ buyurdu.”
Hz. Ebû Hureyre de “Resûlullah (sas.) her sene bir defa, vefât ettiği sene iki defa arza (Cebrail’le karşılaştırma) yaptı ve her sene 10 gün, vefât ettiği yıl ise 20 gün itikâfa girdi.” buyurmuşlardır.
5. Kur’ân-ı Kerîm’in Kitap Halinde Toplanması
Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ebû Bekir’in halîfeliği devrinde, dinden dönenlere karşı yapılan Yemâme savaşında (m. 633) 70 kadar hâfız şehid olmuştu. Bu hal Hz. Ömer’i telaşa düşürdü. Çünkü insanlar savaş yapmak mecburiyetinde kalabilirler; buralarda da pek çok hâfız/kurrâ şehid olabilirdi. Bunun için Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir’e müracaat etti. O da teklifi yerinde bularak, Hz. Peygamber’in çok sevdiği vahiy kâtibi Zeyd b. Sâbit’i (ra.) çağırarak bu görevi ona verdi. O da bir yandan eldeki çeşitli malzemelere yazılmış mevcut nüshaları bir araya getirdi. Diğer taraftan Hz. Peygamber’in huzurunda Kur’an âyetleri yazmış bulunanları, sahabeden iki âdil şâhidin şâhitliği ile kabul etti.
Böylece, eldeki bütün yazılı âyetleri Zeyd b. Sâbit (ra.) kendisinin ve hâfızların ezberleriyle karşılaştırdı. Artık Mushaf’ın eksiksiz olduğu hususunda tam emniyet hâsıl oldu. Sonunda her sûre ve âyetleri vahiyle belirlenmiş sıraya göre ve Kureyş lehçesiyle bir kitap hâlinde yazıldı ve adına “Mushaf” denildi. Bunun yanında Kur’ân-ı Kerîm, Hudâ, Furkân, Zikr, Nûr, Hakîm gibi adlarla da anılmıştır.
Hz. Ebû Bekir vefat edince bu Mushaf, Halîfe Hz. Ömer’e teslim edildi.
Nihayet Hz. Osman halîfe seçilince nüsha ona intikal etti. O da İslâm’ın yayılması ile Kur’an’ın metninde bazı değişik okuma/kıraat farklarına ve ihtilaflarına meydan vermemek için, yine Hz. Zeyd b. Sâbit’in başkanlığında bir heyet kurup sûreleri son arzaya uygun olarak (geliş sırasına göre değil de aralarındaki ilgiye göre tertip edip) birkaç (4-5 veya 7-8) nüsha yazdırarak bazı büyük vilayetlere gönderdi. Hz. Ömer’den intikal eden asıl nüsha, tekrar kızı Hz. Hafsa’ya iade edildi. İşte kıyâmete kadar Allahu Teâlâ’nın muhafazası altında olan yüce kitabımız Kur’an böylece toplanıp tertip edilmiş oldu.
Halbuki diğer ilâhî kitaplardan Tevrat, Hz. Musa’dan en az 750 sene sonra bir kitap halinde toplanabilmiştir. Hz. Davud’un da genellikle milattan önce XIII. asırda yaşadığı kabul edilmektedir. Tevrat ve Zebûr’a, birlikte “Ahd-i Atîk” denilmiştir. Milattan önce 1200 yılında yazılmaya başlanmış ve yazımı bin yıl kadar sürmüştür. “Ahd-i Cedîd” denilen İncil de hemen yazılmamış, milattan sonra 110 tarihinde yazıya geçirilmeye başlanmıştır. 325 yılında İznik Konsili’ne 400’e yakın İncil nüshası getirilmiş fakat Hz. İsa’nın tanrılığını yazan ve papazların kendi isimlerini alan (dört) İncil kabul edilmiştir.
Görülüyor ki artık asılları ilâhî olan bu kitaplar, yeni şekliyle, mensupları tarafından Allah’ın sözünü hatırlayabildikleri ve bulabildikleri kadar eksikli fazlalı ve aslı değiştirilmiş şekliyle meydana getirilmişlerdir.
İşte Kur’ân-ı Kerîm, onların hem aslını tasdik etmiş, yenilemiş hem de onlar gibi yalnız inançlar manzûmesi olarak kalmamış, inananların yaşayışlarına ait sosyal ve hukûkî esaslar da getirmiştir.
II – MUSHAF’A NOKTA VE HAREKE KONULMASI
Hz. Osman zamanında Kureyş hattı ile yazılan Kur’ân-ı Kerîm nüshalarında nokta ve hareke yoktu. Her ne kadar bu hal, Araplar için bir güçlük değil idiyse de, Müslümanlığın Arap olmayan milletlere yayılması ile okuma güçlükleri doğmuştu.
Bunun üzerine Emevî hükümdarı Abdülmelik zamanında (v. 65/684) görevlendirilen Ebü’l-Esved ed-Düelî (v. 69/688) Kur’an’da önce nokta yerlerini hareke ile belirtti. Bundan sonra çalışmalar devam etti. Irak emîri Haccâc zamanında da Yahyâ b. Ya’mer (v. 65/684) ile talebesi Nasr b. Âsım el-Leysî (v. 89/707) noktalama işini geliştirip bugünkü nokta ve harekeleri koydular. Hemze, şedde, sıla, revm, işmâm ve diğer işaretler de Halil b. Ahmed (v. 175/791) tarafından konuldu.
III – SÛRE VE ÂYET
III – SÛRE VE ÂYET
Sûre şeref, yüksek rütbe veya binanın kısmı anlamlarına gelir. Tefsir ilmine göre sûre Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerden meydana gelen bölümlerine denilir. Sûrelerin sayısı güvenilir bilginlerin icmâı ile 114’tür.
Âyet sözlükte alâmet, işaret, ibret, delil ve mûcize anlamlarına gelir. Tefsir ilminde sûrelerin bir mâna veya bir hükmü ifade eden her bölümüne âyet denilir. Yukarıda da işaret edildiği üzere, âyetlerin yerinin tespitinin tevkîfî olduğu hususunda icmâ-ı ümmet vardır. Sûrelerin yerlerinin tespitinin tevkîfîliği ise tartışmalı olup bazılarınca Hz. Peygamber tarafından, bazılarına göre ise sahabenin icmâına göre tespit
edilmiştir.
Âyetlerin sayısı Zemahşerî’ye göre 6666 olup yaygın olarak kabul edilen görüş budur. Bazılarınca ise âyet sayısı bundan daha azdır. Bugün yaygın olarak bulunan Mushaf’ta 6236 âyet vardır. Genel değerlendirmeye göre âyetlerin bini emre, bini nehye, bini va’de, bini va’îde (tehdîde), bini haber ve kıssalara, bini mesel ve ibretlere, beş yüzü ahkâma (helal ve haramlar), yüzü tesbih ve duaya, altmış altısı nasihate dairdir.
Kur’an’ın kelimelerinin sayısı ise, Medinelilerce 77.934; Mekkelilerce 77.437’dir. Fadl b. Şâzân’ın Atâ b. Yesâr’dan naklettiğine göre ise 77.439’dur.
Öte yandan, sûrelerin Mekkî veya Medenî oluşu konusunda da farklı görüşler ileri sürülebilmiştir. Bu da, isimlendirmenin vahyin nâzil olduğu mekanın dikkate alınması, hicretin nazar-ı itibara alınması ve âyetin hitap ettiği kesim ve üslûbun dikkate alınması gibi farklı yaklaşımlardan kaynaklanır. Yine sûrenin tamamı Mekkî veya Medenî olabileceği gibi, ağırlıklı vasfın arasında bazı âyetler genelden farklı da olabilir.
Sûreler uzunluklarına göre de tasnif edilir. Fâtiha sûresinden sonra gelen yedi uzun sûreye es-Seb’t-tıvâl, âyetleri yüzden fazla olana el-Mi’ûn, âyetleri yüzden aşağı olan sûrelere el-Mesânî, kısa sûrelere de Mufassal denilir.
IV – KUR’AN’IN KIRAATLERİ
Peygamber Efendimiz’e indirilen, Fâtiha’dan başlayıp Nâs sûresinin sonuna kadar Mushaflarda yazılan, tevâtürle nakledilen, tilâvetiyle ibâdet edilen, kendisine has özellikler taşıyan ve benzerinin yapılması konusunda herkesi âciz bırakan ilâhî kelâm şeklinde tanımlanan Kur’ân-ı Kerîm’in lafızlarında, harflerinde ve edasındaki değişik rivâyet hususuna, diğer bir ifadeyle kelimelerdeki med, kasır, hareke, sükûn, nokta ve
i’rab bakımından değişik okumaya “kıraat” denilir. Bu hususta küçük farklılıklar olsa da oluşumların esası/mihveri birdir. Ashâb-ı kirâmdan bu hususta hem senetleri sahih, hem de tevâtür derecesine ulaşmış rivâyetler “yedi tarîk/kıraat” (yedi okunuş şekli) toplandı ki, bunlara “Kıraat-i Seb’a” denilmiştir.
Sonra buna senedi sahih olmakla beraber tevâtür derecesine ulaşmasında ihtilaf edilen üç kıraat daha ilave edilerek kıraatler 10’a yükselmiş ve hepsine birden “Kıraat-i Aşere” denilmiştir.
Her kıraatin bir imamı ve meşhur olan iki râvisi vardır. Dünyada genellikle Türkiye’deki gibi Kıraat-i Âsım ve Rivâyet-i Hafs tarîki okunur. Kuzey Afrika’nın bir çok yerinde Kıraat-i Nâfi’ ve Rivâyet-i Verş, Sudan’da Ebû Âmir Kıraati okunur. Diğer kıraatlerin ayrıca okuyucusu kalmamışsa da bir ilim olarak muhafaza edilmekte ve öğretilmektedir. Günümüzde de şere” öğrenip okuyanlar bu 10 kıraati tatbik edip okumaktadırlar.
Cenâb-ı Hak bizleri Kur’ânı Kerîm’in lafzından ve mânasından faydalandırsın. Her an Kur’ân-ı Kerîm’in feyiz pınarından kana kana içmeyi nasip eylesin (Âmin).
277.Kargaşa zamanında ibadet,bana hicret gibidir.
Hadis i şerif
Ruhu'l Furkan cilt 12.sy.494.
Bak.hadis-i Şerif
Ruhu'l Furkan cilt 12. sy.491,492.
Son vahiy olan Kur'an'da da her çağın anlayacağı bir hüküm ve mesaj vardır.
Rad Suresi.Ayet 18.
Feyzü'l Furkan sy.253.
Allah dilediğini mahv-ü isbat eder ve ümmülkitab onun nezdindedir.
Ra'd Suresi 38.ayet.
Hak Dili Kur'an Dili.cilt .4.sy.2999.
Binaenaleyh sen,semerei mesaini görüp görmeyeceğini hisaba almıyarak çalış, bu uğur da can vermek de lazım gelse vazifen olan tebliği yap ilersini bize bırak.
Hak Dini Kur'an Dili cilt.4.sy.3004,3005.
Yüksek tepelerde hem yılana,hem kuşa rasrastlanır;birisi sürünerek öteki uçarak yükselmiştir.
Cenab Şehabettin.
Dini konularda Allah c.c.a karşı gelenlere itaat,şeytana itaat etmek gibidir.
İbrahim Suresi 22.ayet.
Feyzü'l Furkan sy.257.
2. Bakara Sûresi
Medine döneminde nâzil olmuştur. 286 âyettir. Yalnız 281. âyeti Mekke’de, Vedâ Haccı’nda inmiştir. Adını 67-71. âyetlerinde zikredilen ve İsrâiloğulları’nın, bir cinayetin fâilini bulmak için kesmeleri emredilen “bakara” (inek) olayından almaktadır.
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
1. Elif, Lâm, Mîm.[1]
2. Bu, (öyle bir) kitaptır[2] ki onda (ve onun İlâhî kelâm olduğunda)[3] hiç şüphe yoktur. O, muttakîlere (Allah’ın emirlerine uygun yaşamak/aykırı davranmaktan sakınmak isteyenlere)[4] doğru yolu gösteren (öğreten)dir.
3. O (takvâ sahibi) kimseler ki, gayba[5] (Allah’a, meleklere, âhirete, vahye, Allah’ın takdirine) inanırlar, namazı dosdoğru/gereğine uygun kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de (gereken yerlere Allah için) verirler.
4. Yine onlar, (Hak katından) sana indirilen (Kur’ân-ı Kerîm’)e ve senden evvel indirilenler(in asılların)a iman edip âhirete de kesinlikle inanırlar.[6]
5. İşte onlar,[7] hem Rableri tarafından (gösterilen) dosdoğru yol üzere olan hem de kurtuluşa/murada erenlerin ta kendileridir.
6-7. (Allah’ın birliğini, hâkimiyetini ve Kur’an’ı dışlayıp) küfre sapanlara gelince, şüphesiz ki onları (başlarına gelecek ile korkutup) uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir; (üzülme, bilesin ki onlar) inanmazlar. Allah, onların (inkârcı niyet ve eylemlerinden dolayı) kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerine de (ilâhî hakikatlere karşı) perde inmiştir.[8] Ve onlar için büyük bir azap vardır. [krş. 7/179; bk. 2/161-162]
8-9. İnsanların bir kısmı da (münâfıkdırlar; onlar kalpten) inanmadıkları halde (dilden) “Allah’a ve âhiret gününe inandık.” derler (ve akıllarınca) Allah’ı ve inananları aldatmaya çalışırlar. Halbuki onlar ancak kendilerini aldatırlar da farkında bile olmazlar. [bk. 2/165, 204, 207]
10. Onların kalplerinde (batılı sevme, maddeperestlik, dünyevîlik, şüphe, münâfıklık ve küfür gibi mânevî ölüme götüren) bir tür hastalık vardır. Allah da onların (bu) hastalığını artırmıştır. (İnanıyoruz diye) yalan söylediklerinden dolayı onlar için dayanılmaz bir azap vardır. [bk. 4/142-143]
(Çünkü yalan münâfıklık alametlerinin ilkidir.)
11. (Kendilerine:) “Yeryüzünde (Allah’ın emirleri dışına çıkarak) sakın fesat çıkarmayın (bozgunculuk yapmayın)!”[9] denildiği zaman: “Bizler sadece düzeltenleriz.” derler.
12. İyi bilin ki (Allah’ın hükümlerini beğenmeyip aykırı hareket ettiklerinden dolayı toplumda) asıl bozguncu onlardır. Fakat (bunun) farkında değildirler.
13. Yine onlara: “(Gerçek mü’min) insanların iman ettiği gibi (samimi olarak) iman edin.” denildiği zaman: “Biz ille de, o sefih (ahmak) kimselerin inandığı gibi mi iman edelim? (Bizimki bize yeter.)” derler. İyi bilin ki, asıl sefih olanlar kendileridir. Fakat (bunu) bilmezler.
(Bu âyet-i kerîmedeki iman teklifi münâfıklaradır. Allahu Teâlâ onların samimi olarak iman etmelerini istemektedir. Onlar ise kalplerindeki sahte imanı Allah’ın bildiğini düşünmeyerek kendilerini elit, seçkin tabakadan görerek, bu zırha bürünüp, samimi müslümanları küçük görüyorlardı. Ayrıca kâfirler de iman etmemek için aynı bahaneyi ileri sürüyorlardı. Çünkü o samimi mü’min (sahâbî)ler bir cihadda veya bir infakta varlıklarını derhal ortaya koyuyorlardı. Onlar ise, hem Allah ve Resûlü’nün buyruklarına, iş ve menfaatlerine uygun olduğu kadarıyla ve göstermelik itaat ediyorlar hem de İslâm’ı içlerine sindiremedikleri için, dîne ve o mü’minlere karşı düşmanlıklarını çeşitli engellemelerle gösteriyorlardı. İşte yüce Allah, emirlere intibak ve uyma kabiliyetine sahip olmadıkları için sefihlik ve budalalık sıfatlarını onlara iade etti.) [bk. 26/111]
14. Ama (münâfıklar/Müslümanlık’tan geçinenler) mü’minlere rastlayınca: “Biz de (sizin gibi) iman ettik.” derler. Fakat kendi şeytan (gibi olan yandaş)larıyla başbaşa kaldıklarında: “Şüphe yok ki biz (fikir ve ideolojide) sizinle beraberiz, biz sadece onlarla alay etmekteyiz.” derler. [krş. 2/76; 57/12-14]
15. Allah da onların alaylarına mukâbele eder (hakettikleri karşılığı verir) ve onlara azgınlıkları/isyanları için de (bir müddet) mühlet verir; onlar da (bir ceza olarak) şaşkınca bocalayıp dururlar. [krş. 15/95]
16. İşte onlar, hidayete (doğru yola) karşılık, (niyet ve tavırlarıyla kâfirler safında yer alıp) sapıklığı satın alan (tercih eden) kimselerdir ki onların (bu) alışverişi, kendilerine kâr sağlamadığı gibi doğru yolu da bulamadılar. [krş. 17/7]
17. Onların (münâfıkların) durumu (karanlık bir sahrada) bir ateş tutuştur(up aydınlan)mak isteyen kimse gibidir ki o (ateş yanıp da) çevresini aydınlatınca (faydalanmadılar), Allah da onların ışığını giderip kendilerini (yine) karanlıklar içinde, görmez (ve şaşkın) olarak bıraktı.
(İşte cehâlet ve küfür karanlığında iken, Allah’tan bir meşale olan Kur’an gelince, o aydınlatıcı olmasına rağmen faydalanmadılar. Allah da onların basiretlerini bağladı. Böylece yine dünya ve âhiret karanlığı içinde kaldılar ve kalmaya da devam edecekler.)
18. (Onlar mânen) sağır, dilsiz ve kördürler. Artık onlar (bulundukları sapıklıktan Hakk’a) dönemezler.
19. Yahut (onların durumu), yoğun karanlıklar, gök gürlemesi ve şimşek(ler) içinde gökten boşalan şiddetli bir yağmur(a tutulmuş kimsenin hali) gibidir. Onlar, yıldırımlardan ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Oysa Allah, kâfirleri (ilim ve kudretiyle) çepeçevre kuşatmıştır.
20. O şimşek, neredeyse gözlerini kapıp alıverecek. Onlara aydınlık verince ışığında (biraz) yürürler, karanlık tekrar basınca da dikilip kalırlar. Allah dileseydi elbette onların işitmelerini ve görmelerini de giderirdi. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir.[10]
21. Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize (ibadet ve itaatle) kulluk ediniz ki takvâya erenlerden (emirlerine uygun yaşayıp yasaklarından kaçınarak korunanlardan) olasınız. [krş. 2/168]
22. O (Rab) ki yeryüzünü sizin (yaşamanız ve istirahatiniz) için bir döşek, göğü de (kubbe gibi) bir tavan (bina) yaptı. Gökten su indirip onunla size rızık olmak üzere (yerden) çeşitli ürünler çıkardı. Siz de artık bunu bildiğiniz halde, Allah’a hiçbir şeyi denk tutmayın.[11]
23. Eğer kulumuz (Muhammed’)e indirdiğimiz (Kur’ân-ı Kerîm’)den şüphe ediyorsanız, (haydi!) siz de (aynı nitelikte) onun benzeri bir sûre getirin; eğer (“bu beşer sözüdür” diye iddianızda) samimi iseniz, Allah’tan başka bütün yardımcılarınızı da çağırın.
24. Eğer bunu yapamazsanız, ki hiçbir zaman yapamayacaksınız yakıtı insanlar ve taşlar olan, kâfirler için hazırlanmış ateşten sakının. [krş. 66/6]
(Kur’an’ın bir âyetine bile inanmayan veya değer vermeyen elbet kâfir olur. Münâfıklar da aynı gruptandırlar. Çünkü onlar, hem dilleriyle müslüman olduklarını söylerler, hem de her fırsatta Kur’an’ın hükümlerine ve İslâm’ca yaşantıya karşı çıkarlar.) [bk. 4/140]
25. (Resûlüm!) İman eden, bir de sâlih[12] amellerde bulunanlara, kendileri için alt tarafından ırmaklar akan cennetler (hazırlandığın)ı müjdele! Onlara orada ne zaman rızık olarak bir meyve verilse: “Bu, daha önceden (dünyada) rızıklandırıldığımız şeydir.” diyecekler. Onlara (tatları bambaşka güzellikte olmakla beraber dünyadakilerin) benzerleri verildiği için (böyle derler). Onlar için orada tertemiz[13] eşler de vardır ve onlar, orada sürekli (ebedî) kalacaklardır.
26. Muhakkak ki Allah, (hakikati açıklamak için) bir sivrisineği ve hatta (yaratılışta) onun daha da ötesinde (zayıf ve basit) olanı, misal getirmekten çekinmez. Artık iman edenler, onun, Rablerinden (gelen) bir gerçek olduğunu bilirler. Küfre sapanlar ise (zihinlerde şüphe uyandırmak için): “Allah bu misalle ne demek istedi?” derler. O, bununla bir çoğunun saptığını, bir çoğunun da doğru yola geldiğini gösterir ve bununla ancak, fâsık[14] olanları sapıklıkta bırakır. [krş. 22/73]
27. Onlar öyle (fâsık) kimselerdir ki (“iman ettim, müslüman oldum” dedikleri halde) Allah’a vermiş oldukları taahhüdü (teslimiyet ve itaat sözünü) bozarlar, hem de Allah’ın birleştirilmesini emrettiği (akraba ve müslümanlar, din ile ahlâk ve din ile dünya işleri arasındaki) ilişkileri/bağları keserler ve yeryüzünde (Allah’ın emrine aykırı hareket ve uygulamalarla toplumda) bozgunculuk yaparlar. İşte (dünya ve âhirette) ziyana uğrayanlar onlardır. [krş. 5/1; 13/21, 25]
(Bu bağlar kesildiği zaman, insanlar Allah’a karşılık dünyalık rabler edinirler. Din yalnız âhirete yönelik zannedilmeye başlanır. Ahlâk menfî ve çıkarcı hale dönüşür. Böylece toplum bozulur.)
28. Allah’a karşı nasıl olur da nankörlük yapar/küfre saparsınız? Halbuki sizler, ölü (yok) halde idiniz de O sizi (annenizin karnında can verip) diriltti; sonra (ecelleriniz gelince) yine sizleri öldürecek, sonra (haşr günü) tekrar O sizi diriltecek, sonra da (hesabınız görülmek üzere) ancak O’(nun huzuru)na döndürüleceksiniz. [krş. 22/66]
29. O (Allah) ki yeryüzünde ne varsa hepsini sizin (faydalanıp ibret almanız) için yarattı; sonra (iradesiyle) göğe yönelip onları yedi (kat) gök olarak (bir sistem üzere) düzenledi. O her şeyi hakkıyla bilendir. [krş. 41/12; 65/12; 67/3; 71/15]
30. (Ey Resûlüm!) Hani Rabbin meleklere: “Ben, yeryüzünde (hükümlerimi yerine getirecek) bir halife (yetki ve yöneticiliğe elverişli insan)[15] yaratacağım.” demişti. (Melekler de: “Yâ Rab!) Biz seni hamd (övgü) ile yüceltip ve seni bütün noksanlıklardan tenzih edip ulularken, orada (senin emirlerini tutmayıp) bozgunculuk çıkaracak ve kan akıtacak birisini mi yaratacaksın?” dediler.[16] (Allah da): “Şüphesiz ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim.” dedi.
31. (Allah, yarattığı) Âdem’e (eşyaya ait) bütün isimleri öğretti, sonra onları meleklere gösterip: “Haydi! Görüşünüzde doğru iseniz, onların isimlerini bana haber verin.” dedi.
32. (Melekler de: “Yâ Rabbi!) Seni (bütün noksan sıfatlardan) tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. Her şeyi hakkıyla bilen, ‘hüküm ve hikmet sahibi’ mutlaka o sensin sen.” demişlerdi.
33. (Bunun üzerine Allah:) “Ey Âdem! Eşyanın isimlerini onlara (hemen) haber ver.” dedi. (Âdem de onların) isimlerini onlara bildirince (Allah): “Ben size, göklerin ve yerin gaybını (sırlarını/hikmetini) bilirim, (ayrıca) açıkladığınız ve gizlediğiniz her şeyi de bilirim, dememiş miydim?” dedi.
34. Hani biz meleklere: “(Kudretim için) Âdem’e secde edin.”[17] demiştik de İblis hariç, hepsi hemen secde ettiler. O ise direndi (secde etmedi), büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu.[18]
35. Yine dedik ki: “Ey Âdem! Sen ve eşin (Havva) cennette kalın, dilediğiniz yerde oradakilerden (nimetlerinden) bol bol yiyin, yalnız şu ağaca yaklaşmayın; yoksa (kendisine) yazık edenlerden olursunuz.”
36. Derken, şeytan (onları “cennette ebedî kalırsınız.” aldatmacasıyla o ağaçtakinden yedirdi ve) ikisinin ayağını kaydırıp içinde bulundukları yerden (cennetten) çıkar(mayı sağla)dı. Biz de: “Haydi! (şeytana uymakla) birbirinizin düşmanı olarak (hepiniz yeryüzüne) inin. Sizin için bir vakte (ömrünüzün sonuna) kadar yeryüzünde ikamet etme ve faydalanma (geçiminizi sağlama imkânı) vardır.” dedik. [krş. 7/11-24; 20/116-123]
37. Bunun üzerine Âdem, Rabbinden aldığı birtakım kelimeleri belledi (öğrendi ve onlarla O’na tevbe etti, yalvardı). O da onun tevbesini kabul etti. Şüphesiz O, (samimi dua ve kesin yapılan) tevbeyi çokça kabul edendir, çok acıyandır. [bk. 7/23; 25/77; 66/8]
38. Biz (onlara): “Hepiniz (Âdem, zevcesi ve şeytan) oradan (cennetten) inin. Eğer benden size (ve neslinize) bir hidayet (Peygamberlik/Kitab) gelir de, kim hidayetime/rehberime tâbi olursa, artık onlara hiçbir endişe yoktur ve onlar bir üzüntü de duymayacaklardır.” dedik.
39. O küfre sapanlar ve âyetlerimizi yalanlayanlar var ya, işte onlar cehennemlik olanlardır. Onlar orada sürekli kalacaklardır. [krş. 7/24-35; 20/123]
40. Ey İsrâiloğulları![19] Size verdiğim nimeti hatırlayın (şükredin); bana (iman ve itaat hususunda) verdiğiniz sözü yerine getirin, ki ben de size (cennetle ilgili) vaadettiklerimi vereyim. Yalnız benden korkun!
41. Ve yanınızdaki (Tevrat’ın aslı)nı tasdik edici olarak indirdiğim (Kur’an’)a iman edin, ona inanmayanların ilki siz olmayın; benim âyetlerimi az bir bedele (dünyalık karşılığa) satmayın ve ancak (benim emrime uygun yaşayın) ve yalnız benden (benim azabımdan) korkun!
42. Hakkı (gerçeği) batıl ile bulayıp/örtüp de bile bile hakkı gizlemeyin (hakkın üstüne örttüğünüz batılı hak diye göstermeyin).[20]
43. Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve rükû eden (mü’min)lerle birlikte rükû edin.[21]
44. Siz Kitab’ı okuyup durduğunuz halde, kendinizi unutup da, (diğer) insanlara iyilik yapmalarını (ve takvâyı) mı emrediyorsunuz? (Bunun çirkin olduğunu) hiç düşünmüyor musunuz?
45. (Ey müslümanlar!) Sabır ve namazla (Allah’tan) yardım isteyin. Şüphesiz bu (şekilde yardım istemek Allah’a) gönülden saygı duyanlardan başkasına zor ve ağır gelir. [krş. 2/153, 186]
46. Onlar, mutlaka Rablerine kavuşacaklarını ve O’na döneceklerini bilirler (de namazlarını yüksünmeden, huşû içinde kılarlar).
47. Ey İsrâiloğulları! Size bağışladığım (bunca) nimetimi ve bir de (vaktiyle tevhid inancında olmanız dolayısıyla) insanlar arasından siz(in o zamanki ecdadınız)ı tercih ettiğimi (üstün kıldığımı) hatırlayın.
48. Artık öyle bir günden korkun, ki (o günde azaptan kurtulmak için) hiçbir kimse, bir başkası yerine bir şey ödeyemez. (Allah’ın izni olmadıkça) hiç kimseden şefaat kabul olunmaz; hiç kimseden bedel (fidye) de alınmaz ve (Kur’an geldiği halde) o(na inanmaya)nlara yardım da edilmez. [bk. 2/123]
49. (Ey İsrâiloğulları! Yine hatırlayın ki) vaktiyle, (doğan) erkek çocuklarınızı boğazlayıp kızlarınızı hayatta bırakarak, size azabın/işkencenin en şiddetlisini reva gören Firavun (ve) soyundan sizi kurtarmıştık. Bu (size reva görülenler), sizin için Rabbinizden büyük bir imtihandı. [krş. 7/141]
(Firavun, Mısır’da tenkit edilemez, buyrukları ve yönetimiyle tâğutlaşan ve tanrılık taslayan hükümdarlardan biriydi. Kâhinlerin, “İsrâiloğulları’ndan bir çocuk doğacak, peygamber olacak, senin sistemini ve saltanatını yıkacak.” sözleri üzerine, onların yeni doğan bütün erkek çocuklarının bulunup öldürülmesini emretmişti.) [krş. 14/6; 28/4]
50. Hani, sizin için (Kızıl)denizi yarıp sizi (geçirerek, işkenceli hayattan) kurtarmış, Firavun (ve) soyunu/adamlarını da siz bakıp dururken (gözlerinizin önünde) boğmuştuk. [krş. 10/90-92; 43/55-56]
51. Hani Musa’ya kırk gece (Tûr’da vahyetmek için) söz vermiştik. Sonra (o, Tûr’a gidince) onun arkasından siz kendinize yazık ederek buzağıyı (bir tanrı) edinmiştiniz.
52. Sonra (bu defa içten tevbe edince), biz de belki şükredersiniz diye, sizi affetmiştik.
53. (Yine hatırlayın ki, biz) Musa’ya (sapıklıktan kurtulup) doğru yolu bulasınız diye (Tûr’da) Kitab’ı ve (içinde) Furkân’ı (hak ile batılı ayıran hükümleri) vermiştik.
54. Hani Musa kavmine: “Ey kavmim! Siz buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize yazık ettiniz.[22] Hemen Yaradanınıza tevbe edin, (değilse) nefislerinizi öldürün.[23] İşte böyle yapmanız, (her iki halde de) Yaradanınız katında sizin için daha hayırlıdır.” demişti. Böylece (Allah da) tevbelerinizi kabul etsin. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir, çok merhametlidir.
55. Yine vaktiyle siz: “Ey Musa! Biz, Allah’ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayacağız.” demiştiniz. O sırada sizi yıldırım(ın dehşeti) çarpıvermişti ve siz de (serilip kımıldayamayacak bir halde)[24] bakakalmıştınız. [bk. 7/155]
56. Sonra, şükredesiniz diye, ölüm (hal)inizin ardından sizi yine diriltmiştik.
57. Ve (Tîh çölünde Sînâ’da güneşten korunasınız diye beyaz) bulutları üzerinize gölge yaptık, size kudret helvasıyla bıldırcın (kuşu) da indirdik. “Size verdiğimiz bu güzel helal rızıklardan yiyin.” (dedik). Ama onlar (nankörlük edip itaat etmemekle), bize değil fakat kendi kendilerine zulmediyorlardı.
58. Hani (o Tîh çölünden çıktıktan sonra): “Şu kasabaya[25] girin, orada istediğiniz yerden dilediğinizi bol bol yiyin, (şükür) secde(si) ederek kapıdan girin ve: ‘(Yâ Rabbi!) Hıtta (affet bizi).’ deyin ki biz de sizin hatalarınızı bağışlayalım. Zira biz ihsan edenlere (iyilik ve itaatte bulunanlara) karşılığını artıracağız.” demiştik.
59. Fakat (nefislerine) zulmedenler; sözümüzü kendilerine söylenenden başka şekle çevirdiler.[26] Biz de doğru yoldan sapmaları sebebiyle, zulmedenlerin üzerine gökten bir azap indirdik.[27]
60. Hani vaktiyle Musa, (çölde susuz kalan) kavmi için su aramıştı. Biz de: “Âsânı taşa vur.” demiştik. Hemen (âsâyı taşa vurur vurmaz) oradan (kabileleri sayısınca) on iki pınar fışkırdı. Herkes (kendi) su içeceği kaynağı bildi ve (onlara): “Allah’ın rızkından yiyin, için, yeryüzünde (O’nun emirlerinin dışına çıkıp)[28] bozgunculuk yaparak kargaşa çıkarmayın.” (dedik.)
61. Hani siz (yine): “Ey Musa! (Biz artık) bir tek (kudret helvasıyla bıldırcın etinden) yemeye asla tahammül edemeyeceğiz; Rabbine bizim için dua et de, bize yerin bitirdiği; sebze, salatalık, sarımsak, mercimek ve soğandan çıkarsın.” demiştiniz. (Hz. Musa da:) “Daha iyi olanla, daha aşağı olanı değiştirmek mi istiyorsunuz? (Öyleyse) bir şehre/kasabaya[29] inin, şüphesiz (orada) sizin için istediğiniz (sebzeler) vardır.” dedi. Onlar (bu sabırsızlıklarından dolayı) yine yoksulluğa/düşkünlüğe, aşağılığa mâruz kaldılar, Allah’ın gazabına da uğradılar.[30] Bu (musibetlerin
sizin için istediğiniz (sebzeler) vardır.” dedi. Onlar (bu sabırsızlıklarından dolayı) yine yoksulluğa/düşkünlüğe, aşağılığa mâruz kaldılar, Allah’ın gazabına da uğradılar.[30] Bu (musibetlerin sebebi), hem Allah’ın âyet (mucize ve açık belge)lerini inkâr etmeleri ve (kimseye peygamberleri öldürme) hakları olmadığı halde peygamberleri(nden Zekeriya, Yahya ve Şa’yâ’yı)[31] haksızlık yaparak öldürmelerinden hem de (Allah’a) isyan edip aşırı gitmelerindendir. [krş. 3/21]
62. Şüphesiz (bütün) iman edenlerle,[32] yahudiler, hıristiyanlar ve sâbiîlerden[33] (son din İslâm’a göre veya İslâm’dan önce)[34] Allah’a ve âhiret gününe inanıp da sâlih amel işleyenler var ya, artık onların mükâfatı Rableri katındadır. Onlar için hiçbir korku yoktur, onlar üzüntü de çekmeyeceklerdir. [krş. 4/162; 5/69]
63. Hani (ey yahudiler! Vaktiyle Tevrat ile amel edeceğinize dair) sizden kesin söz almıştık, (sonra bu ahdi bozduğunuz için yeniden söz veresiniz diye tehdit olarak) Tûr’u (Tûr dağını da mûcize olarak) üzerinize yükseltip kaldırmıştık da: “Size verdiğimiz (hükümler)e kuvvetle sarılın ve içindekileri daima hatırlayın ki (helakten ve azaptan) sakınanlardan olabilesiniz.” (demiştik). [krş. 52/1]
64. Bunun ardından (söz verdikten sonra), yine döndünüz. Eğer Allah’ın üzerinizde büyük lütfu ve merhameti olmasaydı, en büyük zarara uğrayanlardan ol(up yok ol)urdunuz.
65. Cumartesi günü içinizden (ibadet etmek yerine balık avlayarak) haddi aşanları elbette bilmektesiniz. İşte onlara: “Aşağılık birer maymun olun.” dedik.[35] [krş. 5/60; 7/163, 166]
66. İşte biz bunu (bu cezayı) hem o zamandakilere/orada bulunanlara, hem sonradan geleceklere ibret; muttakîlere (Allah’a karşı gelmekten sakınanlara) da bir nasihat kıldık.
(Bir adam, kendisi öldürdüğü halde, Hz. Musa’ya gelerek, öldürülmüş birini gördüğünü söyleyip kâtilinin bulunmasını istemişti. Hz. Musa da Allah’ın emri üzerine bir inek kesileceğini, onun bir uzvu ile öldürülen kişiye vurulacağını, onun da dirilip kâtili bildireceğini söylemişti. Fakat onlar kesme emrini yerine getirmeyip ineğin özelliği hakkında soru sormaya başladılar. Aşağıdaki âyetler bunları anlatmaktadır.)
67. Musa, kavmine: “Allah, size mutlaka bir sığır kesmenizi emrediyor.” demişti. Onlar: “Bizi alaya mı alıyorsun?” dediler. (Musa da:) “Cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım.” dedi.
68. (Onlar: “Ey Musa!) Rabbine bizim için yalvar (O’na sor) da onun ne biçim (bir sığır) olduğunu bize açıklasın.” dediler. (Musa da: “Allah) buyuruyor ki; o ne çok yaşlı ne de körpe, bunun arasında (dinç) bir sığırdır. Artık emredildiğiniz şeyi yapın.” demişti.
69. Onlar (tekrar): “Rabbine bizim için yalvar da onun renginin ne olduğunu bize açıklasın.” dediler. (Musa:) “O (Rabbim), rengi bakanlara neşe (ferahlık) veren sapsarı bir inektir.” buyuruyor, dedi.
70. Yine: “Bizim için Rabbine dua et de, onun (mahiyetinin) nasıl olduğunu bize açıklasın çünkü bizce, sığırlar birbirine karıştı. Eğer Allah dilerse biz (emredileni yapmakta) elbette doğruya erişmiş oluruz.” dediler.[36]
71. (Musa şöyle dedi): “(Rabbim) buyuruyor ki: O, henüz toprağı ‘sürmek ve ekin sulamak’ için boyunduruk altına girmemiş, hiç alacası olmayan, serbest dolaşan, kusursuz bir sığırdır.” (İsrâiloğulları:) “Şimdi (Rabbinden) gerçeği getirdin.” deyip hemen o ineği (bulup) boğazladılar. (Emre derhal itaat etmeleri gerekirken, isteklerini çoğaltmaları sebebiyle) neredeyse (cayıp bunu) yapmayacaklardı.
72. (Ey yahudiler!) Hani siz bir kişiyi öldürmüştünüz de onun (kâtili) hakkında atışmış (suçu birbirinize atmış)tınız. Allah ise gizlediğiniz şeyi açığa çıkarandır.
73. (İşte bunun için) biz: “(Kesilen sığırın) bir parçasıyla ona (o öldürülen adama) vurun.” demiştik, (onlar da vurunca, ölü dirilip kâtilini söylemişti). İşte Allah, tıpkı bunun gibi ölüleri diriltir ve düşünesiniz diye size âyetlerini (kudretini açıklayan delil ve mucizeleri bu şekilde) gösterir.
74. Sonra, bunun ardından (ibret alıp samimi inanmanız gerekirken) kalpleriniz yine katılaştı; taş gibi, belki de ondan daha katı (oldu). Çünkü taşlardan öylesi var ki içinden nehirler fışkırır; öylesi de vardır ki çatlar da ondan su çıkar; yine öylesi vardır ki, Allah korkusundan (dağdan yuvarlanıp) aşağı iner. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.
75. (Ey mü’minler! Yine de yahudilerin) size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Halbuki onlardan bazıları vardı ki Allah’ın kelâmı (olan tahrif edilmemiş Tevrat’ı)nı dinlerlerdi de, onu anladıktan sonra, bile bile tahrif eder (bozup değiştirir)lerdi.
76. (O yahudilerden olan münâfıklar) iman edenlerle karşılaştıkları zaman: “Biz de iman ettik (sen Tevrat’ta müjdelenen peygambersin).” derlerdi. Birbirleriyle tenhada (başbaşa) kaldıkları zaman ise (yahudilerin ileri gelenleri bunlara): “Allah’ın size açıkladıklarını (yani Tevrat’ta bildirdiği Hz. Muhammed’e ait özellikleri), Rabbiniz katında si(zin aleyhini)ze delil getirsinler diye mi onlara söyleyip duruyorsunuz? Buna aklınız ermiyor mu?” derler. [krş. 2/14]
77. (Onlar) bilmiyorlar mı ki Allah onların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da (hepsini) bilmektedir?
78. Onlardan bir kısmının da okuyup yazması yoktur. Kitab’ı (Tevrat’ı) bilmezler. Bildikleri, ancak (reislerinin anlattıkları) bir sürü hayalî uydurmalardır ve onlar ancak zan (ve tahmin)de bulunuyorlar.
79. Kitab’ı elleri ile yazıp, sonra da az bir değere (dünyalık menfaate) satabilmek için: “Bu Allah katındandır.” diyenlerin vay haline! Ellerinin (tasnif ederek uydurup) yazdığı şeylerden dolayı vay başlarına gelenlere! Vay, şu (uydurdukları şeylerle elde ettikleri haksız) kazançları yüzünden onların haline!
80. (O yahudiler:) “Ateş, bize sayılı günler (atalarımızın buzağıya taptığı kırk gün) dışında asla dokunmayacak.” dediler. De ki: “Allah’tan (bu hususta) bir söz mü aldınız? (Böyle ise) Allah verdiği sözden asla dönmez. Yoksa Allah hakkında, bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?”
(Yahudiler, kendilerini Allah yanında imtiyazlı üstün bir ırk olarak görüyorlardı. Yüce Allah, onların kutsayıp put haline dönüştürdüğü üstün ırk anlayışını ve ırkçılığı İncil ve Kur’an’la reddetmiştir [krş. 3/24].)
81. Hayır (iş böyle değil!) Kim (büyük) bir kötülük işler de (şirk olan bu) günahı kendi (benliği)ni çepeçevre kuşatırsa, işte onlar ateş ehlidirler. Orada devamlı kalacaklardır.
82. İman edip sâlih amel işleyen kimseler ise cennet ehlidirler; işte onlar orada ebedî kalacaklardır.
83. Hani (vaktiyle) İsrâiloğulları’ndan: “Allah’tan başkasına kulluk etmeyin, ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara güzel davranıp iyilik edin; hem de insanlara güzel söz söyleyin, namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin.’’ diye (emretmiş), sağlam söz almıştık. (Bu sözden) sonra, sizin pek azınız hariç, (hepiniz) döndünüz. Sizler zaten yüz çeviren (dönek)lersiniz.
(İsrâiloğulları’nın yaptığı işler ve davranışlar hakkındaki bu bilgiler, Kur’an’ın geldiği devirde yaşayan yahudilerin Tevrat’ı tahrif edip gerçekleri gizlemelerinden dolayı verilmiştir. Çünkü Peygamberimiz gönderildiği zaman Arabistan’da özellikle Medine ve civarında oldukça kalabalık bir yahudi topluluğu yaşamaktaydı. Son peygamber olan Hz. Muhammed gönderilmeden önce bir peygamber geleceğini etrafa yayan yahudiler, peygamberimiz gelince ağız değiştirdiler. Zira onlar gelecek peygamberi yahudilerden bekliyorlardı (2/146). Halbuki onlar kendilerinden gelen üç peygamberi de öldürmüşlerdi (2/87). Araplar’dan gelince onu kıskandılar. “Bu İsrâil değil İsmail oğullarındandır.” diye inanmadılar. Kur’an’da yahudiler hakkında daha çok bilgi
İsmail oğullarındandır.” diye inanmadılar. Kur’an’da yahudiler hakkında daha çok bilgi verilmesinin sebebi budur. Peygamberimiz ahitlerini bozmaları ve çeşitli hainlikleri yüzünden onlarla savaşmak ve onları yurtlarından sürmek zorunda kalmıştır.)
84. Yine bir zamanlar: “Birbirinizin kanlarını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız.” diye siz (yahudiler)den kesin söz almıştık, sonra siz de kabul etmiştiniz ve (hâlen Tevrat’ta buna) şehadet etmekte/görmektesiniz.
85. Sonra siz, öyle kimselersiniz ki (bu sözünüze rağmen) yine kendinizi (birbirinizi) öldürüyor, içinizden bir grubu yurtlarından çıkarıyor, onlara karşı günah ve düşmanlık yapmakta (birleşip) yardımlaşıyorsunuz. Onları yurtlarından çıkarmak size haram kılındığı halde (hem aranızda savaşıyor hem de) size esir düşerlerse, karşılıklı fidye alışverişi yapıp onları[37] kurtarıyorsunuz. Yoksa siz, Kitab’ın bir kısmına inanıp geri kalanını inkâr mı ediyorsunuz? İşte içinizden bunu yapanların cezası, dünya hayatında aşağılık (ve rezil olmak)tan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde de azabın en şiddetlisine çarptırılacaklardır. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.
(Âyet-i kerîmedeki, “Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp geri kalanını inkâr mı ediyorsunuz?” ifadesi bütün insanlara yönelik umûmî bir ifade olup her zaman dikkat edilmesi gereken bir konudur. Çünkü Allah’ın hükümlerinden bir kısmını beğenmeyip kaldırmak, yasaklamak, yasakladıkları şeyleri de serbest bırakmak; Allah’a karşı gelmek, dinden çıkmak ve kendi arzu ve heveslerini ilâhlaştırmak demektir. Cezası da çok şiddetlidir. Kur’an’ın ihtiva ettiği hükümler kısaca şunlardır: 1. İman. 2. İbadet. 3. Ahlâk. 4. Muâmelât (sosyal ve hukûkî münasebetler). 5. Ukûbât (cezalar). İslâm dîni, yalnız ibadetlerle değil, Kur’an’ın ihtiva ettiği bu konularla
Ukûbât (cezalar). İslâm dîni, yalnız ibadetlerle değil, Kur’an’ın ihtiva ettiği bu konularla bütünlüğünü sağlar.) [bk. 2/159-161; 3/19; 25/43; 41/26]
86. İşte onlar, âhirete karşılık dünya hayatını satın almış (tercih etmiş) kimselerdir. Bu yüzden, onların azabı hafifletilmez, onlara asla yardım da edilmez.
(Çünkü onlar, âhireti yok sayıp “Her şey dünya içindir.” diyerek materyalist/maddeperest olarak yaşamışlardır.)
87. Andolsun ki (biz) Musa’ya Kitab’ı (Tevrat’ı) verdik. Ondan sonra da (aynı tevhid esasında) peygamberlerle onu izlettik. Meryemoğlu İsa’ya açık deliller (mucizeler) verdik[38] ve onu Rûhu’l-Kuds (Cibrîl) ile destekledik. Fakat her ne zaman bir peygamber, size nefsinizin hoşlanmadığı bir şeyi getirdiyse büyüklük taslamadınız mı? Kimini yalanladınız, kimini de öldürdünüz.[39]
88. (Yahudiler Kur’an’ı dinlememek ve kabul etmemek hususunda peygamberle alay ederek:) “Kalplerimiz (bilgiye doymuş olup başka bilgilere) perdeli/kapalıdır.” dediler. Hayır; küfür (ve isyanları) yüzünden Allah onları lanetlemiştir. Bunun için, onların ancak çok azı inanır.
89. (Yahudiler,) daha önce kâfirlere (müşrik Araplar’a) karşı zafer kazanmak üzere yardım isteyip dururlarken, onlara Allah katından, yanlarında olan (Tevrat’ın aslın)ı doğrulayan bir kitap ve (geleceğini Tevrat’tan) bildikleri (gelmesi için dua ettikleri peygamber) gelince (“bu İsmailoğulları’ndan” diye) onu inkâr ettiler (kâfir oldular). Artık, Allah’ın laneti (bütün) inkârcılar/kâfirler üzerinedir.
90. Allah’ın, kullarından dilediğine lütfuyla (kitap ve peygamberlik) ihsan etmesini kıskanarak, Allah’ın indirdiğini (Kur’an’ı) inkâr etmeye karşılık kendilerini (benliklerini, nefislerini) satmaları ne kötü bir şeydir! (Bundan dolayı) gazap üstüne gazaba çarptırıldılar. Kâfirler ve inkârcılar için utanç verici (ve alçaltıcı) bir azap vardır.
91. Onlara: “Allah’ın indirdiğine (Kur’an’a) iman edin.” denildiği zaman: “Biz (yalnız) bize indirilen (Tevrat’)a inanırız.” derler ve ondan başkasını da inkâr ederler.[40] Halbuki o (Kur’an), beraberlerinde olan (Tevrat’ın aslın)ı tasdik eden bir gerçektir. (Resûlüm!) De ki: “Eğer (gerçekten) inanıyor idiyseniz, niçin daha önce Allah’ın peygamberlerini öldürüyordunuz?” [bk. 2/87; 4/136]
92. Andolsun ki Musa size açık deliller ve mucizeler getirdi. Sonra onun ardından (o Tûr’a (Sînâ dağına) gittikten sonra) siz, kendinize yazık ederek, buzağıyı (görsel tanrı) edindiniz (ona taptınız).
93. Vaktiyle Tûr (dağın)ı (bulut gibi) tepenize dikmiş ve sizden kesin söz almıştık: “Size verdiğimiz (Kitab’)a kuvvetle yapışın (ahkâmına sarılın) ve dinley(ip itaat ed)in.” (demiştik. Onlar da:) “Dinledik ve (fakat içimizden) karşı geldik.” dediler. (Çünkü) küfürleri yüzünden buzağı (sevgisi) kalplerine işledi.[41] (Resûlüm!) De ki: “Eğer inanan kimseler iseniz (biliniz ki) (buzağıya tapmayı hoş görmekle bozulmuş olan) bu inancınızın size emrettiği şey ne kötüdür!” [krş. 7/171; ayrıca bk. 4/154]
94. (Resûlüm! Onlara) de ki: “Eğer âhiret yurdu (cennet, sizin dediğiniz gibi) Allah katında diğer insanlara değil de sadece size mahsus ise ve (bu iddianızın) doğru olduğunu düşünüyor iseniz, haydi ölümü temenni edin (ki cennete çabucak kavuşasınız)!” [krş. 62/6]
95. Oysa onlar, (daha önce) kendilerinin işledikleri (günahlar) yüzünden asla bunu dilemeyecekler. Allah zalimleri hakkıyla bilendir.[42]
96. Andolsun ki onları (yahudileri, bu dünya) hayatına karşı, insanların en düşkünü olarak bulursun, hatta müşriklerden bile (düşkündürler). Onların her biri bin yıl yaşatılmayı ister. Oysa bunca süre yaşatılması onu azaptan uzaklaştıracak değildir. Allah onların yapmakta oldukları şeyleri eksiksiz görendir.
97. (Resûlüm!) De ki: “Kim Cebrail’e düşman ise (bilsin ki) hem senden evvelki (kitap)ları aslen tasdik edici, hem de mü’minler için yol gösterici ve müjdeci olarak onu (Kur’an’ı) Allah’ın izniyle senin kalbine o (Cebrail) indirmiştir.”
(Rivayete göre, yahudilerin bazıları “Bizim geçmişteki büyüklerimiz Cebrail’den çok zahmet çektiler. Her türlü azabı indiren o, memleketleri yerin dibine batıran o. O’nun yerine Mikail gelse idi, hiç tereddüt etmeden iman ederdik.” demişlerdi. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi.)
98. Kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail’e ve Mikail’e düşman ol(up kâfir ol)ursa, Allah da kâfirlerin düşmanıdır.
99. Andolsun ki biz sana apaçık (her şeyi bildiren) âyetler indirdik; onları fâsık (yoldan çıkmış olan)lardan başkası inkâr etmez.
100. (Yahudiler) her ne zaman sağlam bir antlaşma yapmışlarsa, yine içlerinden bir kısmı, onu boz(up at)madılar mı? Zaten onların çoğu inanmazlar.
101. Allah tarafından onlara, yanlarında olan (Kitab’ın aslın)ı tasdik eden bir resûl gelince, o kitap verilenlerden bir kısmı, Allah’ın kitabını sanki bilmiyormuş gibi sırt çevirmişlerdir.
102. (Yahudiler, kitaplarından yüz çevirip sihirle meşgul oldukları için,) Süleyman’ın hükümranlığı hakkında şeytan(ların ve şeytan ruhlu insan)ların: “Bunu sihirle elde etti.” şeklindeki (uydurma) sözlerine uydular. Halbuki Süleyman (bir peygamber olarak mucize gösterdi; onların iddia ettiği gibi, sihir yaparak) küfretmedi/nankör olmadı. Fakat o şeytanlar, insanlara Babil’deki Hârût ve Mârût isimli iki meleğe indirilen (ilhamla bildirilen) şeyi[43] (yani) sihri (büyüyü) öğreterek kâfir oldular. Halbuki onlar, (o iki melek, mucize ile sihrin farkını bildiriyor ve): “Biz ancak bir imtihan için (gönderilmiş)izdir; sakın (sihir yapıp da) kâfir olma!” demedikçe hiç kimseye (bir şey) öğretmiyorlardı. Buna rağmen (yahudiler) kadınla kocasının arasını ayıran şeyleri bunlardan öğreniyorlardı. Ama onlar, Allah’ın izni olmaksızın onunla hiçbir kimseye zarar verecek değillerdi. Yine de onlar, (o yahudiler) kendilerine fayda sağlayacak olanı değil, zarar verici şeyleri öğreniyorlardı. Andolsun ki onu satın alan (ve satan) için, âhirette (cennetten) bir nasip olmadığını biliyorlardı. (Onların sihir yapmayı benimsemekle) kendilerini sattıkları şey ne kötü! Keşke bilselerdi.
(Eski kavimlerin çoğu sihre çok inandıklarından Hz. Süleyman’a verilen mucizeler için “sihir yapıyor” diyorlardı. Âyet-i kerîmede iki husus göze çarpmaktadır: 1. Şeytanlara uyanların Hz. Süleyman’a sihir isnad etmeleri. 2. İmtihan için gönderilen Hârût ve Mârût’un insanlara bir şey öğretirken, “Sihir yaparak kâfir olma.” diye uyarmaları. Bir şeyin kötü ve zararlı yönlerini söyleyerek onun hakkında bilgi vermenin bir mahzuru olmayıp onun zararını önlemede etkilidir. Cumhûrun ve müfessirlerin görüşü budur. Nitekim Bîrûnî (972-1080), “Kötülüğü bilmeyen, ondan sakınamaz; iyiliği bilmeyen de ona ulaşamaz.” demiştir. Şarabın hem yapılışını öğretmek hem de haram olduğunu söylemek gibi.)
103. Eğer onlar (Kur’an’a ve Peygamber’e) iman edip de (günahlardan) sakınsalardı, Allah katında kazanacakları sevap daha hayırlı olurdu. Keşke bilselerdi.
104. Ey iman edenler![44] (Peygamber’e) “Râ’inâ” (bizi gözet/güt)[45] demeyin; (bize bak anlamında) “Unzurnâ” deyin ve onu dinleyin. Küfre sapanlar için çok acıklı bir azap vardır. [bk. 4/46]
105. Ne Ehl-i Kitab’dan kâfirler ne de müşrikler, Rabbinizden size herhangi bir hayır indirilmesini (bir zafer, bir mevki ve bir kazanç elde etmenizi) isterler.[46] Allah da rahmetini dilediği kimseye tahsis eder. Allah lütuf sahibidir.
106. Biz, herhangi bir âyeti nesh eder[47] veya onu unutturursak ondan daha hayırlısını ya da onun benzerini getiririz. Allah’ın her şeye kâdir olduğunu bilmez misin?
107. (Yine) bilmez misin (elbette bilirsin) ki göklerin ve yerin mülkiyet ve hük
107. (Yine) bilmez misin (elbette bilirsin) ki göklerin ve yerin mülkiyet ve hükümranlığı yalnız Allah’ındır. (Bilin ki) sizin için Allah’tan başka ne bir velî (dost ve koruyucu) ne de bir yardımcı vardır.
(Allah’a inananlar elbette O’nu mâlikiyet ve hâkimiyetiyle tanırlar. Asıl koruyucu ve yardımcı olarak onu bilirler.)
108. Yoksa (ey müslümanlar), vaktiyle Musa(’yı sorguya çektikleri) gibi, (siz de) peygamberinizi sorguya mı çekmek istiyorsunuz? Kim imanı küfre değişirse, muhakkak (o) dosdoğru yoldan sapmış olur.
109. Ehl-i Kitab’dan bir çoğu, (Kur’an’ın gelmesiyle) gerçek kendilerine apaçık belli olduktan sonra, içlerindeki kıskançlıktan dolayı, imanınızdan sonra sizi küfre döndürmeyi arzu ederler. (Ey müslümanlar! Savaş, cizye ve benzeri şeylerde) Allah’ın emri gelinceye kadar (şimdilik onları) affedin ve hoşgörün. Şüphesiz Allah, her şeye kâdirdir.[48] [bk. 3/99-100]
110. Namazı dosdoğru kılın; zekâtı verin; hayır (işler)den kendiniz için önden ne (yapıp) gönderirseniz, Allah katında onu bulacaksınız. Allah yaptıklarınızı şüphesiz görendir.
111. “Yahudi veya hıristiyan olan(lardan her biri, biz)den başkası asla cennete girmeyecektir.” dediler. Bu onların kuruntularıdır. (Resûlüm!) De ki: “Eğer doğru söyleyen kimselerseniz delilinizi getirin!”
112. Hayır, öyle değil; kim muhsin olarak (iyilik ederek, işini güzel yaparak) özünü Allah’a teslim edip (şirk karıştırmadan O’na iman ve itaat eder)se onun mükâfatı Rabbi katındadır, onlara korku yoktur, onlar üzülecek de değillerdir.
(Âyet-i kerîmede Allah’a kul olarak teslim olma “muhsin olma” şartına bağlanmıştır ki bu da, yaptığını Allah rızası için tam yapmak ve Resûlullah’a tâbi olmaktır (7/158). Bir amelin kabul olması için iki şart gerekir: Bu şartların ilki, o işin Allah rızası için yani ihlasla yapılması, ikincisi, İslâm’a uygun olmasıdır. Bunun içindir ki haham, rahip ve benzerleri, kendilerini Allah’a adadıklarını söyleseler bile amelleri makbul değildir.)
113. Yahudiler: “Hıristiyanlar (dinde güvenilir) bir temele dayanmamaktadır.” dediler. Hıristiyanlar da: “Yahudilerin (güvenilir) bir temeli yoktur.” dediler. Halbuki hepsi de (kendilerine indirilen) Kitab’ı (güya) okumaktadırlar. Böylece (okuma) bilmeyenler de onların sözlerinin aynısını tekrar ettiler. Artık Allah, kıyamet gününde (kitaplarının dışına çıkarak) ayrılığa düştükleri şey hakkında aralarında hükmü(nü ve karşılığını) verecektir.
114. Allah’ın mescidlerinde O’nun isminin anılmasını (ve hükümlerinin yaşanır hâle gelmesini isteyeni) engelleyen ve o mescidlerin harap olmasına koşan (uğraşan)dan daha zalim kim vardır? Onların oralara (istedikleri gibi değil) ancak korka korka girmeleri gerekir. Onlara dünyada rezillik, âhirette de büyük azap vardır.
(Mescidlerin tahribi Fahreddin-i Râzî’ye göre iki türlüdür. Birincisi, binasını yıkma yönündendir. İkincisi de âhiret hayatını yok sayan zalim ve münafıklarca gerek kapatmak, gerekse çeşitli planlarla insanları câmilerden uzaklaştırmakla olur (bk. 7/45). Bu durumda da, içi süslü olsa bile onlar harap demektir.)[49]
115. Doğu da, batı da, (her yer) yalnız Allah’ındır. (Ancak namaz kılmak için kıbleyi araştırdıktan sonra) hangi tarafa yönelirseniz Allah’ın yüzü (razı olduğu kıble) oradadır. Şüphesiz Allah, (rahmet ve nimeti) geniş olandır ve O her şeyi bilir. [bk. 2/142-150]
116. (Yahudi, hıristiyan ve müşrikler:) “Allah çocuk edindi.” dediler (ve kâfir oldular. Hâşâ!) O, bundan uzak ve yücedir. Doğrusu göklerde ve yerde olanlar(ın hepsi) O’nundur, hepsi O’na boyun eğmiştir.
(Yahudiler: “Üzeyir (Allah’ın oğlu)”, hıristiyanlar: “İsa Allah’ın oğlu”, müşrik Araplar da: “Melekler, Allah’ın kızlarıdır.” dediler.) [bk. 5/17, 72; 9/30; 16/57]
117. (O) göklerin ve yerin örneksiz yaratanıdır. O, bir işin olmasını isterse ona sadece “ol” der, o da hemen oluverir.
118. (Ehl-i Kitab ve müşriklerden birtakım) bilgi yoksunları: “Allah (senin peygamberliğin hakkında) bizimle konuşmalı, ya da bize bir âyet (mucize) gelmeli değil miydi?” dediler. Onlardan öncekiler de, tıpkı onların söyledikleri gibi söylemişlerdi. (Nasıl da) kalpleri birbirine benzeşti. Biz kesin inanan kimseler için âyetleri apaçık gösterdik.
119. (Ey Muhammed!) Doğrusu biz, seni müjdeleyici ve uyarıcı olarak hak (Kur’an) ile gönderdik; cehennemliklerden sen sorumlu değilsin.
120. Sen, onların milletlerine (dinlerine)[50] uyuncaya kadar yahudi ve hıristiyanlar senden asla hoşnut olmayacaktır. (Resûlüm!) Onlara de ki: “Allah’ın hidayeti (olan İslâm) doğru yolun ta kendisidir.” Sana gelen bunca ilimden (Kur’an’dan) sonra eğer onların arzu ve heveslerine uyarsan, artık senin için Allah’tan yana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır. [krş. 3/100, 118, 120, 149]
121. Kendilerine kitap verdiğimiz kimselerden onu (Kur’an’ı) hakkıyla okuyanlar[51] var ya, işte onlar, ona gerçekten iman edenlerdir. Kim de onu inkâr ederse, işte (dünya ve âhirette en büyük) zarara uğrayanlar onlardır. [krş. 29/47]
122. Ey İsrâiloğulları! Size verdiğim nimetimi ve sizi (vaktiyle) âlemlere üstün tuttuğumu hatırlayın. [krş. 2/47]
123. Öyle bir günden sakınıp korkun ki (o gün) hiç kimse, kimseden yana bir şey ödeyemez. (Azaptan kurtulması karşılığında) kimseden fidye kabul olunmaz, hiç kimseye şefaat (iltimas, kayırma) da fayda vermez ve onlara yardım da edilmez.
124. Hani Rabbin, İbrahim’i birtakım kelimelerle (emirlerle) sınamış, o da onları hakkıyla yerine getirmişti. (Allah da ona:) “Ben, seni insanlara imam (önder) yapacağım.” buyurdu. İbrahim de: “Soyumdan da (önderler yap yâ Rabbi!)” dedi. O da: “Benim ahdim, (nübüvvet sözüm, onların
“Soyumdan da (önderler yap yâ Rabbi!)” dedi. O da: “Benim ahdim, (nübüvvet sözüm, onların içinden) zalim olanlara erişmez (onları içermez).” buyurdu.
125. Biz, Beyt’i (Kâbe’yi) insanlara sevap kazanma(ları ve birleşip bütünleşmeleri için toplantı) ve güven yeri yaptık. Siz de İbrahim’in makâmından bir namaz yeri edinin (orada namaz kılın). İbrahim ve İsmail’e de: “İbadet kastıyla Kâbe’yi tavaf edenler, i‘tikâfa çekilenler, rükû ve secde edenler için Evim’i tertemiz yapın.” diye emretmiştik.[52]
126. Hani (o vakit) İbrahim demişti ki: “Yâ Rabbi! Burasını emniyetli bir şehir yap, halkından Allah’a ve âhiret gününe iman edenleri, (çeşitli) mahsullerle rızıklandır.” (Cenâb-ı Hak) buyurdu ki: “Kâfir olanı dahi (yaşadığı müddetçe) biraz faydalandırır, sonra onu (nankörlüğü sebebiyle) cehennem azabına uğratırım. Varacağı yer de ne kötüdür!”
(Allah, Rahmân sıfatıyla dünyada hem mü’mine hem de kâfire merhamet eder, nimet verir ki bu da imtihanın bir parçasıdır. Verdiği servet ve iktidar, eğer kulluğa vesile olmuşsa, o verdiği lütfundan olup kişiye dünya ve âhiret saadetini kazandırır. Küfre ve azgınlığa sebep olmuşsa, o da ebedî hayatını mahveder.) [bk. 3/197-199; 9/85; 14/37; 46/20; 47/12-16]
127. Hani İbrahim Beyt(ullâh)’ın temellerini İsmail ile beraber yükseltirken (şöyle dua etmişti:) “Ey Rabbimiz! Bizden (yaptığımızı) kabul buyur. Şüphesiz sen (bizi hakkıyla) işiten ve bilensin.”
128. “Ey Rabbimiz! İkimizi de sana teslim olanlardan kıl; soyumuzdan da sana boyun eğen
128. “Ey Rabbimiz! İkimizi de sana teslim olanlardan kıl; soyumuzdan da sana boyun eğen (müslüman) bir ümmet meydana getir; bize ibadet yer (ve usul)lerini göster, (kusurlarımızı affedip) tevbemizi kabul buyur. Çünkü sen, tevbeleri çokça kabul eden ve çok merhamet edensin.”
129. “Ey Rabbimiz! Onlara içlerinden, senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara Kitab’ı ve hikmeti[53] öğretecek ve onları (şirkten ve kötülükten) arındıracak bir peygamber gönder. Şüphesiz sen, azîz ve hakîm (hüküm ve hikmet sahibi)sin.”
130. Kendini bilmeyen (ahmak)lardan başka, kim İbrahim’in dîninden yüz çevirir? Hakikat biz, onu dünyada (peygamberlik için) seçtik. O, âhirette de şüphesiz iyilerdendir.
131. Rabbi ona: “(Hakka) teslim ol!” buyurduğunda o da: “Âlemlerin Rabbine teslim oldum.” dedi.[54] [krş. 2/112]
132. İbrahim de bunu oğullarına tavsiye etti. (Torunu) Yakub da (öyle yaptı ve): “Ey oğullarım! Şüphe yok ki Allah size dîn(i İslâm’)ı seçti; bundan böyle sizler, ancak müslümanlar olarak (yaşayıp) can verin.” dedi.
133. (Ey yahudiler!) Yoksa Yakub’a ölüm geldiği zaman siz orada mı bulunuyor idiniz? O zaman (Yakub,) oğullarına: “Benden sonra neye ibadet edeceksiniz?” diye sormuş, onlar da: “Senin ilâhın; babaların İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilâhı olan bir tek İlâh (Allah)’a ibadet ederiz. Ve biz, yalnız O’na teslim olanlarız.” demişlerdi.
134. İşte onlar (İbrahim ve Yakub oğulları böyle) bir ümmetti, gelip geçti. (Onların) kazandıkları kendilerine, sizin kazandığınız da sizedir. Siz onların yapmış olduklarından sorumlu değilsiniz. (“Onlar da yahudi” idi diyerek, bir çıkar, pâye sağlamayınız.)
(Bununla 141. âyet-i kerîme aynı mealdedir. Bu âyetlerden önce geçtiği üzere yahudi ve hıristiyanlar Hz. İbrahim’e (oğul ve torunlarına da) yahudi ve hıristiyan ismi vererek onlardan bir pâye elde etmekte idiler. Buna karşılık yüce Allah: “Onlar gelip geçmiştir…” buyurmakla, “Siz artık kendinize bakın, onlardan size pâye verilmez, zamanın değişmesiyle hükümler de değişmiştir. Ancak esasta bir olarak gelen Tevhid dîni İslâm’da kazanç elde edin” diye aynı cevap ve uyarıyı yapmaktadır. Diğer taraftan Hz. İbrahim’in yahudi, hıristiyan ve müşrik olmadığı da âyet-i kerîmelerde bildirilmiştir.) [bk. 3/67; 16/20]
135. Bir de (yahudiler, müslümanlara): “Yahudi olun.” (Hıristiyanlar ise:) “Hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız.” dediler.[55] (Onlara) de ki: “Hayır, biz (küfür ve şirkten uzak kalıp) ‘bir tek Allah’a yönelen’ İbrahim’in (Hanîf) dînine uyarız. O, (Allah’a) ortak koşanlardan değildi.” [bk. 57/28-29]
(Bu âyet-i kerîmede ve 120. âyette geçtiği üzere müslümanlar, yahudi ve hıristiyanların bütün yaşayış şekillerine uysa ve uyum sağlasa bile, yine de dinlerine girmedikçe, onlar tarafından beğenilmeyecek ve kendilerinden sayılmayacaklardır. Bu âyetler tüm müslümanlara bir uyarıdır.)
136. (Ey mü’minler!) Onlara deyin ki: “Biz Allah’a ve bize indirilen (Kur’ân-ı Kerîm’)e, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve torunlarına indirilene; Musa ve İsa’ya verilenlere, diğer peygamberlere Rableri tarafından verilen (kitap ve sayfa)lara iman ettik. Biz onların hiçbiri arasında (inanç yönünden) asla ayırım yapmayız. Biz ancak O’na teslim olan (müslüman)larız.”
137. Eğer o (yahudi ve hıristiya)nlar da sizin iman ettiğiniz gibi (bütün esaslara) iman ederlerse, muhakkak doğru yolu bulmuş olurlar. (Yok) eğer yüz çevirirlerse, mutlaka onlar (size karşı) ayrılıkçılık (ve düşmanlık) içindedirler. Onlara karşı Allah sana yeter. O, hakkıyla işitendir, bilendir.
(Hıristiyanlar, Allah Resûlü’ne: “Biz vaftiz yapılarak Hıristiyanlık ile boyanıyoruz, sizin renginiz nedir?” diyorlardı.)
138. (De ki: “Biz) Allah’ın (İslâm) boyasıyla (boyanmışızdır).[56] Boyası Allah’ınkinden daha güzel olan kim olabilir ki? Biz ancak O’na kulluk edenleriz.”
139. (Onlara) de ki: “Allah, hem bizim Rabbimiz, hem sizin Rabbiniz olduğu halde siz, O’nun hakkında bizimle münâkaşa mı ediyorsunuz? Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz sizedir. Biz O’na tam bir samimiyetle bağlıyız.”
140. “Yoksa siz; İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve onun torunlarının yahudi veya hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz?” De ki: “Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Allah tarafından (bilinen ve bildirilen) bir şahitliği gizleyenden daha zalim kim vardır? Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.”
141. İşte onlar (böyle) bir ümmetti, gelip geçti. (Onların) kazandıkları kendilerine, sizin kazandığınız da sizedir. Siz onların yapmış olduklarından sorumlu değilsiniz. [krş. 2/134]
142. (Medine’deki yahudi ve münâfık) birtakım beyinsiz insanlar: “(Müslümanları) üzerinde
değilsin. Onlar birbirlerinin kıblesine de uymazlar. Andolsun ki eğer sana gelen ilim (vahiy)den sonra onların arzu ve heveslerine uyarsan, mutlaka sen de zalim (hakkı çiğneyip kendisine yazık eden) kimselerden olursun.
(Yüce Allah’ın Kur’an geldikten sonra ona uymayıp da, kendinin veya Ehl-i Kitab’ın arzu ve heveslerine, çıkarcı isteklerine uymanın zalimlik olduğu hakkında Resûlü’ne yaptığı bu uyarı bütün inananlaradır.)
146. Kendilerine kitap verdiklerimiz (Muhammed’in vasıflarını, kitaplarında gördükleri için) O’nu oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Böyle iken onlardan bir grup, bildikleri halde gerçeği gizlerler. [bk. 2/76; 6/20]
147. “Hak ve gerçek” olan Rabbinden (gelen)dir. Bu hususta asla şüpheye düşenlerden olma!
148. Herkesin (ve her toplumun) yöneldiği bir yön (bir kıble ve bir istikamet) vardır. Öyle ise (ey mü’minler!) Hayır işlerinde yarış edin! Nerede olursanız olun, Allah hepinizi (mahşerde hesap için) bir araya getirir. Şüphesiz Allah her şeye kâdirdir.
149. (Resûlüm!) Her nereden (yola) çıkarsan çık, (namazda) yüzünü Mescid-i Haram’a doğru çevir. Bu (emir), Rabbinden (gelen) mutlak bir gerçektir. Allah yaptıklarınızdan asla habersiz değildir.
150. (Yine) her nereden (yola) çıkarsan çık, (namazda) yüzünü Mescid-i Haram’a doğru çevir. (Ey mü’minler!) Siz de nerede olursanız, yüzünüzü onun tarafına çevirin ki (diğer) insanların aleyhinize (sizi küçük düşürecek) bir delili olmasın. Ancak onlardan (ulu orta konuşarak) zulmedenler hariçtir (Bunlar yine de edepsizliğini sürdürebilir).[61] Artık siz onlardan korkmayın, benden korkun (ve o tarafa dönün) ki size olan nimetimi tamamlayayım, böylece doğru yolu bulabilesiniz.
151. Nitekim (size nimetimi tamamladığım gibi) içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi tezkiye eden (şirkten, maddî ve mânevî kirlerden ve kötülüklerden temizleyen), size Kitab’ı ve hikmeti (ve O’nun hükümlerinin uygulamasını) öğreten ve bilmediklerinizi bildiren bir Resul gönderdik. [bk. 3/164; 62/2]
152. O halde beni (ibadet ve itaatle) hatırlayın ki ben de sizi (sevap ve mağfiretle) anayım; bana şükredin (ibadetsizlik ve itaatsizlikle) bana nankörlük yapmayın.
(İnsanlardan bir kısmı sahip olduğu dünyalıklarla sevinmekte, övünmekte, diğer bir kısmı da maddî/teknolojik ürünleri icat edenleri veya kendisinde güç görüp kahramanlaştırdığı şahsiyetleri övmekte ve onları şükranla anmakta iken; buna karşılık kendisini yaratan ve sayısız nimetler lütfeden Allah’ın yüceliğini ve O’na şükrünü, kulluk borcunu unutmaktadırlar ki bu da tam anlamıyla nankörlüktür. Allah’a ibadet ve itaatle şükrü yerine getirmek, nimeti artırır, basireti açar, berekete vesile olur. Emirlerine muhalefet etmek/karşı çıkmak ve itaatsizlik ise, küfür ve nankörlük olup azabı artırır.) [bk. 14/7]
153. Ey iman edenler! Sabır ve namaz/dua ile (Allah’tan) yardım isteyin. Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir. [krş. 2/45-46]
(Âyet-i kerîmede geçen sabır ve namaz, karşılaşılacak güçlüklerin çözülmesi için Allahu Teâlâ’nın yardımını sağlayacak bir vesiledir. Sabır; cesaret, zorluklara göğüs germek, direnmek anlamında da ahlâkî bir disiplindir. Namaz; gönlünde Allah sevgisi olan, O’na saygı duyan ve O’nun huzuruna çıkacağına inanan kimsenin iman ve itaatinin bir göstergesi, dînin direği ve kulu Allah’a yaklaştıran bir ibadettir.)
154. Allah yolunda öldürülen kimseler hakkında “ölüler” demeyin. Hayır, aksine onlar diridir, fakat siz (bunu) anlayamazsınız. [krş. 3/169]
155-156. (Ey mü’minler! İtaat edeni isyan edenden ayırt etmek için) andolsun ki sizi hem biraz korku ve açlıkla hem de mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. (Ey Resûlüm!) Sabredenlere (lütuf ve ihsanımı) müjdele! Öyle ki onlar, kendilerine bir bela geldiği zaman ancak: “Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aitiz ve (sonunda) yine O’na döneceğiz.” derler.
(Çünkü gelen her türlü afet ve musibet, Allah’ın bilgi, irade ve takdiri dâhilindedir. Sabretmek ise, insanın Allah’ın takdirine boyun eğmesi ve günah teşkil eden arzularına engel olmasıdır.)
157. İşte Rablerinin mağfiret ve rahmeti, o (teslimiyette buluna)nların üzerinedir; işte doğru yolu bulanlar da ancak onlardır.
158. Şüphesiz “Safâ” ile “Merve” Allah’ın (emrettiği haccın) nişânelerinden (unsurlarından)dır. Kim Beyt’i (Kâbe’yi) hacceder veya umre yaparsa, bu iki (tepe olan Safâ ve Merve’)yi tavaf etmesinde (gidip gelmesinde) bir beis yoktur. Kim gönülden bir hayır yaparsa, (bilsin ki) Allah, muhakkak mükâfatını verir ve (kimin ne yaptığını) bilir.
(Câhiliye döneminde bu tepelerde meşhur birer put vardı. Mekke’nin fethinden sonra bunlar kırılmasına rağmen müslümanlar bu tepeler arasında sa’y yapma hususunda tereddüt ediyorlardı. Bunun için bu âyet nazil oldu.)
159. Şüphesiz, indirdiğimiz delilleri (emirleri) ve doğru yolu gösteren (âyetler)i insanlara Kitab’da açıkça bildirdikten sonra (hakikati) gizleyenler (ve onları yürürlükten kaldırmaya çalışanlar) var ya; işte onlara hem Allah lanet eder, hem de (bütün) lanet ede(bile)nler lanet eder. [krş. 2/174]
(Çünkü İslâm’ın hakikatlerini gizleyenler; küfrün, batılın gündeme gelmesine ve hâkim olmasına sebep olmuş olurlar.)
160. Ancak tevbe ed(ip dön)enler, (hallerini) düzeltenler ve (Allah’ın indirdiği gerçekleri eğip bükmeden dosdoğru) açıklayanlar başka(dır). İşte, ben onların tevbesini kabul ederim. Zira ben, tevbeleri kabul buyuran, çok merhamet edenim.
161. Şüphesiz ki (âyetlerimize ve hükümlerimize karşı çıkarak) küfre sapıp da kâfir olarak ölenler (var ya), işte Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onların üstünedir.
162. (Onlar) bu lânette temelli kalacaklardır. Artık onların azapları hafifletilmez, yüzlerine de bakılmaz.
163. Sizin İlâhınız bir İlâh (Allah’)tır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O Rahmân’dır (dünyada bütün yaratıklara merhamet edendir), Rahîm’dir (âhirette yalnız mü’minlere rahmet edendir).
(Kendisinde üstün güç ve hükümranlık görülen; yörüngesine girilip tanrılaştırılan ve tapınılan liderler ve birçok varlıklar olmuştur. Yüce Allah burada, hükmü ve mutlak hâkimiyeti altına girilen ilâhın, bir tek kendisi olduğunu bildirmektedir.)
164. Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanların yararı için denizde (süzülüp) giden gemilerde, Allah’ın semadan indirip onunla, öldükten (kuruduktan) sonra toprağı dirilttiği suda, orada (yeryüzünde) yaydığı her türlü canlıda (ve onları yaymasında), rüzgarları (dilediği gibi) estirişinde, gök ile yer arasında (Allah’tan gelecek) emre hazır bekleyen bulutta, elbette düşünen bir kavim için, (Allah’ın varlığına ve birliğine) nice deliller vardır.
165. Öyle insanlar vardır ki Allah’tan başkasını (putları, arzu ve hevalarını, yücelttikleri, sevip bağlandıkları şahısları, bazı varlık ve eşyayı, gizli veya açıktan sevip) O’na (Allah’a) denk hâle getirirler; tıpkı Allah’ı sever gibi onları severler,[62] (böylece şirke düşerler, Allah yerine onlara bağlanırlar). (Hakiki) inanmışların Allah sevgisi (emirlerine itaat ve bağlılığı) ise daha kuvvetli (ve içtendir). (O’na denk hiçbir sevgi beslemezler. Allah’a eş koşup da kendilerine) zulmedenler, azabı gördükleri zaman, (anlayacakları gibi) bütün kuvvet (ve kudret)in Allah’ta bulunduğ
azabı gördükleri zaman, (anlayacakları gibi) bütün kuvvet (ve kudret)in Allah’ta bulunduğunu ve Allah’ın azabının, gerçekten çetin olduğunu keşke (önceden) bilselerdi. [krş. 6/136; 12/106; 14/30; 31/21; 33/66-68; 34/31; 40/73-75; 45/23]
166. Nitekim (dine aykırı olan işlerde) kendilerine uyulan (o peşinden gidilen günahkâr) kimseler, o gün azabı gördükleri vakit (kendilerine) uyanlardan hızla uzaklaşacaklar ve aralarındaki (yandaşlık ve liderlik gibi) bağlar kopacaktır. [krş. 2/70; 9/31]
167. (Bunun üzerine onlara) uyanlar da: “Ah, keşke biz (dünyaya) bir kere daha dönseydik de (bugün onların) bizden uzaklaştıkları gibi biz de (onlardan) uzak dursaydık.” derler. İşte Allah onlara bütün yaptıklarını hasret (pişmanlık ve üzüntü)ler içinde gösterecektir. Onlar cehennemden çıkacak da değillerdir. [bk. 7/36-39; 16/27; 28/62-66; 33/66-68; 34/22; 37/22-35; 38/55-61; 41/9]
168. Ey insanlar! Yeryüzündeki helal ve temiz şeylerden yiyin. (Pis ve haram olan şeyleri yiyip içmede) şeytan (ve benzerlerin)in adımlarını izlemeyin. Çünkü o(nlar) sizin için apaçık bir düşmandır. [krş. 2/208; 17/27]
169. O size ancak kötülüğü, hayasızlığı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi/iddia etmenizi emreder.
(Âyet-i kerîmede belirtildiği gibi, İslâm’a aykırı emir, sevgi, şehvet gibi nefs-i emmârenin her türlü istekleri; hayasızlık ve haram mal edinme gibi şeyler (24/21) şeytanın adımlarıdır ki bunlar siyâsî,
istekleri; hayasızlık ve haram mal edinme gibi şeyler (24/21) şeytanın adımlarıdır ki bunlar siyâsî, içtimâî (sosyal) ve ferdî alanda toplanırlar. Kim, İslâm’dan başka bir din ve hayat tarzı ararsa sonu hüsrandır (3/85). Çünkü bu, şeytan ve dostlarının yoludur (6/121; 38/83). Zira yüce Allah, “Şeytana tapmayın.” (36/61) buyurmaktadır.)
170. Onlara: “Allah’ın indirdiğine (Kur’an’a) uyun.” denildiği zaman onlar: “Hayır! Biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz (ve öğrettikleri yol)a uyarız.” dediler. Peki, ataları bir şey (in İslâm’a uyup uymadığın)ı düşünemeyen ve doğru yolu bulamayan (sapık yolun yolcusu) kimseler olsalar da mı (onlara uyacaklardı)?![63]
171. İnkâr edenleri (doğru yola davet edenleri)n durumu, bağırış ve çağırıştan başka duymayan (hayvanlar)a ‘seslenip bağıran’ın durumu gibidir.[64] Onlar, (mânen) sağır, dilsiz ve kördürler. Bu sebeple onlar, (ilâhî emirleri duysalar da) akletmezler (düşünüp emrin gereğini yerine getirmezler).
172. Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz/helal olanlarından yiyin; eğer sadece O’na kulluk ediyorsanız, Allah’a şükredin. (O’na karşı diliniz, bedeniniz ve malınızla, kulluk borcunuz olan şükrü yerine getirin.)
173. (Allah) size sadece ölmüş (murdar hayvan)ı, kanı, (hem etinin hem tabiatının pisliğinden dolayı) domuz etini ve Allah’tan başkası (putlar ve şahıslar) adına kesileni haram kıldı.[65] Fakat kim de mecbur kalırsa, istekli olmayarak ve sınırı aşmadan (sırf ölmemek için) yerse ona hiçbir günah yoktur. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. [krş. 5/3]
174. Allah’ın indirdiği Kitab’dan bir şeyi gizleyip de[66] onu (elde edeceği dü
174. Allah’ın indirdiği Kitab’dan bir şeyi gizleyip de[66] onu (elde edeceği dünyalık) birkaç paraya satanlar var ya… İşte onlar, (gizledikleri veya suskunluklarının karşılığında aldıkları ile) karınlarına ateşten başka bir şey doldurmayacaklar. Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz, onları temize de çıkarmaz. Onlara acıklı bir azap vardır.
(Din adına çıkmış bazı kimseler, ilâhî vahyin doğruluğunu kabul etmekle beraber, zalimlerle el ele vererek ilâhî vahyi onların arzuları doğrultusunda yorumlayarak mü’minlerle mücadeleye girişirler. Böylece bunu dünyevî bir kazanca/ranta ve şöhrete dönüştürürler. Cezaları ise âyette belirtilmiştir.)
175. Onlar doğru yolu bırakıp sapıklığı, mağfireti bırakıp azabı satın almış kimselerdir. Onlar, ateşe karşı ne kadar da dayanıklı imişler!
176. Bunun sebebi şudur: Çünkü: Allah, Kitab’ı (Kur’an’ı) hak olarak indirmiştir. (Buna rağmen, keyfî yorumlar sonucu) o Kitab’da (ve hükümlerini kabulde) ihtilafa düşenler elbet (haktan) uzak bir ayrılık (bir azap) içindedirler.
177. (Ey ibadet edenler!) İyi ve erdemli olmak (yalnızca) yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir.[67] Fakat iyi ve erdemli (muttakî) kişi; Allah’a, âhiret gününe, meleklere, Kitab’a (Kur’an’a) ve peygamberlere inanıp malı(nı), sevgisine rağmen (Allah rızası için) akrabaya, yetimlere, yoksullara ve yolda/sokakta kalmışlara, dilenenlere ve boyunduruk altında bulunanlara (kurtulmaları için ihlasla) veren, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, ahitleştiği zaman sözlerini yerine getiren, sıkıntıda, hastalıkta ve savaşın şiddetlendiği anda sabredendir.
bulunanlara (kurtulmaları için ihlasla) veren, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, ahitleştiği zaman sözlerini yerine getiren, sıkıntıda, hastalıkta ve savaşın şiddetlendiği anda sabredendir. İşte (imanlarında, yaptığı iyilik ve taatte) doğru olanlar onlardır. Ve takvâya erenler de onlardır.
178. Ey iman edenler! (Tarafınızdan kasten) öldürülenler hakkında size kısas yazıldı (farz kılındı. Öldüren) hüre hür, köleye köle, kadına kadın (hâkimin hükmü ile kısas olunur. Erkek, kadını öldürmüşse yine aynıdır). Fakat (öldürülenin) kardeşi (velîsi veya mirasçılarından biri) tarafından o (kâtil) şahıs lehine bir şey affedilir (bağışlanır)sa (kısas düşer), o zaman örfe uymak (yani dîne ve akla uygun diyet borcunu) ona (öldürülenin velîsine) güzellikle ödemek gerekir. Bu, Rabbiniz tarafından bir hafifletme ve merhamettir. Kim bundan sonra (kısas ister veya diyet aldıktan sonra yine de kâtile veya akrabasına) saldırıda bulunursa, onun için pek acıklı bir azap vardır.[68]
179. Ey (gerçeği düşünebilen tam) akıl sahipleri! Kısasta sizin için (umûmî) hayat vardır; olur ki sizler, (bu sayede keyfinize göre yaralama ve cinayetten) korunursunuz.
(Yüce Allah’ın; “Kısasta hayat vardır.” ifadesi, insanlığın hayat hakkını korumak içindir. Kısas, bir ödeşmedir ki öldürme, kesme ve yaralama gibi suçlara karşı, suçluya misli olan cezanın/âdil olan karşılığının mahkemece verilmesi, ya da mirasçılarının fidyeye razı olmaları şekliyle olur. Şahsî suçlarda devletin suçluyu affetme yahut diyete razı etme veya diyeti reddetme yetkisi yoktur. Bundan dolayı artık öç ve kan dâvâları da önlenmiş olacaktır. Nitekim, İslâm öncesi, eski Türklerde de töreye göre kısas yapıldığından kan dâvâları yoktu. Çünkü ceza suça denkti. Ceza, suça denk olunca caydırıcı oluyordu. Bu sebeple, ölmeyi göze alamayan yaralama ve öldürmeyi de göze alamıyor; hem de Allah’tan korkuyordu. Çağdaş hukuk sistemleri bunu sağlayamamıştır.)
180. Sizden birine ölüm (hali) geldiği zaman eğer bir hayır (bir mal) bırakıyorsa, anaya, babaya ve akrabalara (üçte birini) adalete uygun bir şekilde vasiyet etmesi size farz kılındı. Bu, ‘Allah’a karşı gelmekten sakınanlar’ üzerinde bir haktır (onlar üzerine bir borçtur).
(Vasiyet, malın üçte birini geçmeyecektir. Bu âyetteki vasiyet, Nisâ sûresindeki 7-12 ve 176. miras âyetleriyle yeni bir hükme bağlanmıştır. Peygamber Efendimiz de, “Vârise/mirasçıya, diğerlerinin rızaları dışında artık vasiyet yoktur.” buyurmuştur.)
181. Artık kim, onu (ölünün vasiyetini) işittikten (veya yazılmasından) sonra değiştirirse, bunun günahı ancak onu değiştirenlerin üzerinedir. Şüphesiz Allah, (her şeyi) işitendir, bilendir.
182. Kim de, vasiyet edenin bir hata etmesi (haksızlığa meyletmesi)nden veya bir günah işlemesinden korkar da (tarafların) arasını düzeltirse ona hiçbir günah yoktur. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir.
183. Ey iman edenler! Sizden önceki (ümmet)lere yazıldığı gibi, sizin üzerinize de oruç tutmak yazıldı (farz kılındı).[69] Olur ki bu sayede takvâya erersiniz.
184. (Farz kılınan oruç) sayılı günlerdir. Sizden kim, (o günlerde) hasta veya seferde ise o, (tutamadığı) günler sayısınca başka günlerde (oruç tutar. İhtiyarlığından veya tedavisi mümkün olmayan bir hastalıktan dolayı) oruç tutmaya gücü yetmeyenlere, (her güne karşılık) bir yoksulu (sabah akşam) doyuracak bir fidye vermesi (gerekli)dir. Kim de gönülden gelerek (daha fazla) bir ihsanda bulunursa, bu, onun için daha hayırlıdır. Bununla beraber (zor da olsa, işin önemini) bilirseniz, oruç tutmanız, sizin için daha hayırlıdır.
185. (O sayılı günler) Ramazan ayıdır ki Kur’an; insanlara hidayet (doğru yol) rehberi, doğru yolun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak onda(ki Kadir gecesinde) indirildi.[70] Sizden kim (mazereti olmaksızın) bu ay(ın ilk hilâlin)e erişirse/görürse[71] hemen orucunu tutsun, kim de hasta veya seferde (olup da yer) ise, tutmadığı günler sayısınca (caiz olan) başka günlerde (orucunu kazâ etsin). Allah sizin hakkınızda kolaylık ister, zorluk istemez. Bu da, o sayıyı (kazâ ile) tamamlamanız ve size yol göstermesine karşılık Allah’ın yüceliğini tanımanız içindir. Olur ki (düşünür de) şükredersiniz.
186. (Resûlüm!) Kullarım sana beni soracak olurlarsa (bilsinler ki) ben, şüphesiz onlara çok yakınım. (İsterse gönlünden geçirsin.) Bana dua edenin duasına icâbet eder (kabul eder)im. O halde onlar da benim davetimi kabul ed(ip bana itaat et)sinler ve bana iman(da sebat) etsinler. Tâ ki bu sayede doğru yola (kurtuluşa) ulaşmış olsunlar. [bk. 25/77]
(Allahu Teâlâ kullarına ilmiyle, rahmetiyle, lütuf ve ihsanıyla çok yakındır; yeter ki kullar emirlerine itaatten uzaklaşmasın, iman ve ameline riyâ, münâfıklık ve şirk karıştırmasın, ihlaslı olsunlar. O’nun koyduğu sınırları da murâbıt olup korusunlar. [krş. 3/200] İşte kim Allah’a bağlanır, O’nun kendileri için koyduğu dînî ilkeleri muhafaza eder ve dua ile O’na sığınırsa, O da onu yüceltir ve yalnız bırakmaz. [2/153] Böylece Yaradan’ın yaratılana olan icabet vaadi gerçeklik kazanır.)
187. Oruç (günlerinin) gecesinde eşlerinizle cinsî ilişki kurmanız size helal kılındı. (Haramdan korunmak ve sükunete kavuşmak için) onlar sizin için bir elbise, siz de onlar için bir elbise (durumunda)sınız. Allah (onlara yaklaşmamakla)[72] nefislerinizin arzularına karşı zâfiyet göstereceğinizi bildi de tevbelerinizi kabul edip sizi bağışladı. Artık bundan böyle, (oruç gecelerinde de) onlara yaklaşın ve Allah’ın sizin için yazdığı (takdir ettiği) şey (nesl)i isteyin. Beyaz iplik siyah iplikten (fecrin aydınlığı, gecenin karanlığından) seçilinceye (tan yeri ağarıncaya) kadar yiyin için; sonra da orucu akşam oluncaya (iftar vaktine) kadar tamamlayın. Fakat mescidlerde i‘tikâfa çekilmiş iken kadınlarınıza yaklaşmayın. Bu (hükümler) Allah’ın (yasak) sınırlarıdır; sakın sınırlara yaklaşmayın! Allah, sakınıp korunsunlar diye âyetlerini insanlara böyle açıklar.
188. Bir de mallarınızı aranızda haksız yollarla yemeyin.[73] İnsanların mallarından bir kısmını, bile bile, (haksız yere) haram yollardan yemek için o malları hâkimlere (reis ve idarecilere rüşvet olarak) aktarmayın. [krş. 4/29]
189. (Resûlüm!) Sana hilâl halindeki (yeni doğan) ayları sorarlar. De ki: “Onlar, insanlar ve (özellikle) hac için vakit ölçüleridir. (İhramlı iken câhiliye döneminde olduğu gibi) evlere arkalarından girmeniz iyi ve erdemli olmak değildir. Fakat iyi ve erdemli kişi ‘Allah’ın emirlerine uygun davranandır.’ Evlere kapılarından girin ve Allah’ın emirlerine uygun yaşayın/aykırı davranmaktan sakının ki kurtulasınız.”[74]
(Medine halkı bayram törenlerinden, Ensar da hacdan döndükten sonra veya ihramlı iken evlerine arka taraftan girerlerdi. Bu câhiliye âdetini iyi bir şey sanırlardı. Yüce Allah bu âyetle, bunun çirkin olduğunu bildirdi ve kaldırdı.)
190. Size savaş açanlarla siz de Allah yolunda savaşın. (Fakat savaşmayan ihtiyar, kadın ve çocukları öldürerek) aşırı gitmeyin. Şüphesiz ki Allah, aşırı gidenleri sevmez.
(Bu âyet-i kerîmenin hükmü, bundan sonraki âyetle veya Tevbe sûresinin 12. âyetiyle de ilgilidir. Yüce Rabbimiz bu âyetle savaşa izin vermiş ancak savaşta da insan haklarını teminat altına alarak katliamları, toplu öldürmeleri yasaklamıştır.)
191. Onları (size harp açan kâfirleri) yakaladığınız yerde öldürün. Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. (İslâm’ı beğenmeyip şirk ve küfrü hâkim kılmak ayetleri şahsî tevillerle aslî konumundan saptırmak veya dinden döndürmek için işkence yapmak şeklindeki) fitne ise adam öldürmekten daha beterdir. Mescid-i Haram’da sizinle savaşmadıkça siz de orada kendileriyle savaşmayın. (Fakat size) savaş açarlarsa, siz de onları öldürün. İşte kâfirlerin cezası böyledir. [krş. 48/24]
192. Şâyet onlar (savaş ve küfürden) vazgeçerlerse (ilişmeyiniz). Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
193. (İslâm’a engel) bir fitne kalmayıncaya, din (sahte tanrıların emri doğrultusunda değil; kısıtlamasız olarak) yalnız Allah’ın (buyruğu doğrultusunda) oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer (dine ve dînî yaşantıya engel olmaktan) vazgeçerlerse, artık zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur. [bk. 8/39]
(Zilkâde ayında savaş haram olduğu halde, müşrikler Hudeybiye’de bu ayın hürmetini çiğnediler.
(memleketinize) döndüğünüz zaman da yedi (gün) oruç tutması gerekir; bunlar tam on (gün)dür. Bu, ailesi Mescid-i Haram (civarın)da oturmayanlar içindir. Allah’ın emirlerine uygun yaşayın/aykırı davranışlardan sakının (hac hükümlerinde dikkatli olun) ve bilin ki Allah’ın cezası çok şiddetlidir.
197. Hac, bilinen aylar(da)dır.[79] Kim o aylarda (niyetle ihrama girip) haccı yerine getirmeye azmederse, (bilin ki) hacda (eşiyle) cinsî ilişki kurmak, günah sayılan davranışlarda bulunmak ve kavga etmek/ağız dalaşı yapmak yoktur. Siz ne hayır yaparsanız, Allah onu bilir. Bir de (yol için) kendinize azık edinin. (Bilin ki) azığın en hayırlısı takvâdır (günaha sebep olan hareketlerden sakınmaktır). Ey akıl sahipleri! Yalnız benim emirlerime uygun yaşayıp karşı gelmekten sakınarak azabımdan korunun.
198. (Hac mevsiminde, ticaret yaparak)[80] Rabbinizden bir lütuf (bir rızık) aramanızda size bir vebal yoktur. Arafat’(taki vakfe[81]) den (Müzdelife’ye) akın ettiğiniz zaman, Meş’ar-i Haram’ın yanında (Müzdelife’de) Allah’ı (dua ve telbiye ile) anın. Ve sizi doğru yola hidayet ettiği gibi (siz de), aynı şekilde O’nu (tevhid ve tâzimle) öylece anın. (Biliyorsunuz ki) siz, bundan evvel (câhiliye döneminde) cidden yanlış yolda olanlardan idiniz.
199. Sonra, insanların (sel gibi) aktığı (döndüğü) yerden, (Arafat’tan) siz de akın edin, Allah’tan mağfiret dileyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.
200. Hac ibadetlerinizi bitirdiğinizde, vaktiyle (orada) atalarınızı (sevgi ve övgü ile) andığınız gibi, artık bundan böyle daha kuvvetli bir şekilde Allah’ı anın. İnsanlardan kimi: “Ey Rabbimiz! Bize (vereceğini) dünyada ver!” der. Artık (böyle diyen) o kimseye âhirette hiçbir nasip yoktur.
(Bu insanlar, dünyevî arzularının iyiliğine, kötülüğüne bakmaksızın sadece bol dünyalık nimetler için dua ederler. Çünkü gönüllerinde âhiretin yeri yoktur, bunun için orada nasipleri de yoktur.)
201. Onların kimi de: “Ey Rabbimiz! Bize dünyada da güzellik, âhirette de güzellik ver ve bizi cehennem azabından (ateşinden) koru.” der.
202. İşte onlara, kazandıklarından (hem dünyada hem de âhirette) büyük bir nasip (rahmet, hayır ve bereket) vardır. Allah hesabı çok çabuk görendir.
203. (Teşrik günleri diye bilinen)[82] sayılı günlerde (tekbir getirmek suretiyle) Allah’ı zikredin. Kim iki günde (Zilhicce’nin on bir ve on ikinci günlerinde Minâ’dan Mekke’ye dönmek için) acele ederse, ona günah yoktur. Kim de acele etmeyip geri kalırsa, günahlardan korunması halinde ona da vebal yoktur. Allah’a ‘saygılı olup emrine uygun yaşayın’ ve bilin ki siz şüphesiz O’nun huzurunda toplanacaksınız.
204. İnsanlardan öyleleri vardır ki (onun) dünya hayatına dair (aldatan yaldızlı) sözü, senin hoşuna gider ve (hatta bunlar), sözlerinin özlerine uyduğu konusunda da Allah’ı şahit tutar. Halbuki gerçekte o, (İslâm’ın ve müslümanların) en azılı düşmanıdır. [krş. 63/4][83]
205. O, (dönüp gidince veya) iş başına geçince, (Allah’ın emrine karşı gelmek ve hevasına uymakla) ülkede fesat çıkarmaya, harsı (ekonomiyi, kültürü) ve nesli mahvetmeye çalışır. Allah ise fesadı/bozgunculuğu sevmez.
206. Ona: “Allah’ın emirlerine karşı gelmekten sakın.” denildiği zaman, (kızar da) gururu kendisini (daha fazla) günaha sürükler; artık böylesinin hakkından cehennem gelir. (Orası) ne kötü bir yataktır!
(Bu üç âyet-i kerîme; birtakım (münâfık) insan tiplerini ortaya koymaktadır ki onlar çok güzel ve yaldızlı konuşmalar yaparlar “Ben şahsî çıkarlarım için değil; doğruluğu, iyiliği getirmek ve insanları kurtarmak için çalışmaktayım.” gibi sözler söylerler. İdeolojilerini putlaştırmaya çalışırlar. Fakat iş başına geldikleri zaman, ekini (ekonomik gücü) ve nesli çeşitli usullerle mahvederler, mânevî değerlerinden kopmuş kişiliksiz, materyalist ve çıkarcı nesiller üretirler. Böylece büyük fesatlara ve bozulmalara sebep olurlar. Takvâya, Allah’ın emir ve rızasına uygun yaşamaya çağıranları da küçük görüp büyüklenirler. Onların hakkından ancak cehennem gelecektir. İslâm’ın nurunu söndürmeye ve gereği gibi müslüman olmak/müslümanca yaşamak isteyenleri de sindirmeye çalışan bu İslâm düşmanı, münâfıklar hakkında inen bu üç âyette, düşünenler için alınacak büyük dersler vardır.) [bk. 2/165-167]
207. Kimi insanlar da, Allah’ın rızasını kazanmak için canını feda eder; Allah da kullarına çok şefkatlidir.
(Süheyb er-Rûmî (ra.) Mekke’den Medine’ye hicret edecekti, müşrikler engel oldular ve “Ancak malını burada bırakırsan hicret edebilirsin.” dediler. O da malını terkedip dini için hicret etti. Böylece o ve benzerleri bu âyet-i kerîme ile ilâhî övgüye mazhar oldular.)[84]
208. Ey iman edenler! Hepiniz (çekişmeyi bırakıp Kur’an’ın prensiplerinde toplanarak İslâm ile,
213. İnsanlar (imanlı) tek bir ümmetti. Sonra (bir kısmı küfre saparak ayrılığa düşünce) Allah, (rahmetini) müjdeleyici ve (azabından) sakındırıcı olarak peygamberler gönderdi. Anlaşmazlığa düştükleri şeylerde, insanlar arasında hükmetmek için onların beraberinde hakikati gösteren kitap(lar) da indirdi. Ancak kendilerine kitap verilenler, açık deliller geldikten sonra, aralarındaki ihtiras (haset ve zulüm)den dolayı o (son Kitab hakkı)nda ayrılığa düştüler. Allah da (ona) iman edenleri, onların hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle ulaştırdı. Allah, dilediğini (iyi niyetine göre) doğru yola iletir.
214. (Ey mü’minler!) Yoksa siz, sizden önce geçip giden (mü’min)lerin, başlarına gelen (sıkıntı)lar, sizin de başınıza gelmeden (hemen) cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki hatta Peygamber ve onunla birlikte olan o mü’minler: “Allah’ın (vaadettiği) yardımı ne zaman?” diyecek (duruma gelmiş)lerdi. İyi bilin ki Allah’ın yardımı çok yakındır. [krş. 3/142 29/2-3]
(Bu âyet ashâbın Hendek gazvesinde karşılaştıkları çetin sıkıntılar üzerine nazil olmuştur. Âyet-i kerîme’de Hz. Peygamber ve ashâbına/ümmetine bir mesaj vardır ki; o da, halis niyetle çıkılan İslâm davası yolunda gelecek zorluklara dayanmak, sabretmek, acizlik göstermeyip mücadeleye devam etmektir. Ancak böylece cenneti kazanmak, Allah’ın yardımına kavuşmak mümkün olur.)
215. (Resûlüm!) Sana (Allah yolunda, kimlere) ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: “İnfak edeceğiniz mal; ana baba, akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Siz hayırdan ne yaparsanız, şüphesiz, Allah onu hakkıyla bilir (ve mükâfatı verir.)”
216. (Ey mü’minler!) Size hoş gelmese de, (gerektiğinde zulüm ve saldırıyı önlemek için meşru ölçüler içinde)[87] savaşmak artık size yazıldı (farz kılındı).[88] Olur ki (bazen) hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlı olur ve hoşunuza giden bir şey de sizin için şer olur. (Hayırlı ve doğru olanı) Allah bilir, siz bilemezsiniz.
217. (Ey Resûlüm!) Sana, haram olan (hürmet edilen) ayı ve o ayda savaşmanın hükmünü sorarlar. De ki: “Evet onda savaşmak büyük (bir günah)tır.” Fakat (insanları) Allah yolundan alıkoymak, O’nu inkâr etmek, Mescid-i Haram’ı (Kâbe’yi) ziyareti yasaklamak ve halkını oradan çıkarmak ise Allah nazarında daha büyük (bir günah)tır. (Şirki yayarak, toplumda anarşi çıkararak, din ve vicdan hürriyetine baskı ve zulüm yaparak) fitne çıkarmak ise öldürmekten daha büyük (günah)tır. (Kâfirler) güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaktan geri durmazlar. Sizden kim, dininden döner ve kâfir olarak ölürse, işte onların bütün yaptıkları (iyi ameller) dünyada da âhirette de boşa gitmiştir. Onlar, ateş ehli (cehennemlik) olup orada ebedî olarak kalacaklardır.[89] [bk. 2/194 ve ilgili dipnot; 9/36]
218. (Allah ve Resûlü’ne) gerçekten inananlar, (dinini yaşamaktan aciz kalıp vatanlarından) hicret ederek, Allah yolunda (mücadele ve) cihad edenler (var ya)! İşte onlar, Allah’ın rahmetini umarlar. Allah çok bağışlayan ve merhamet edendir.
219. Sana (sarhoş edici) şarap ve kumarın hükmünü sorarlar. De ki: “O ikisinde büyük bir günah, hem de insanlara (bazı ufak) faydalar vardır. Ama günahları (ve zararları) faydalarından daha büyüktür.”[90] Yine sana ‘Allah yolunda neyi harcayacaklarını’ sorarlar. De ki: “İhtiyacınızdan artanını (verin).” Allah size âyetlerini böylece açıklıyor ki dünya ve âhiret hakkında (lehinize ve aleyhinize olan şeyi iyi) düşünesiniz (ve ona göre hareket edesiniz).
(Aşağıdaki âyetin başında yer alan ilk “dünya ve âhiret” kelimeleri, önceki âyetin sonu ile ilgili olduğundan oraya eklenmiştir.)
220. (Resûlüm!) Bir de sana yetimler hakkında sorarlar. De ki: “Onların (mallarını karşılıksız muhafaza etmek ve) durumlarını düzeltmek (için yakın ilgi göstermek, yüzüstü bırakmaktan) daha hayırlıdır. Eğer onlarla bir arada yaşarsanız, artık (onlar) sizin kardeşlerinizdir. Allah, (yetimlere) fenalık yapanla (iyilik yapıp) hallerini düzelteni bilir. Allah dileseydi sizi (onlar gibi) zor durumda bırakırdı. Şüphesiz Allah mutlak galip, hüküm ve hikmet sahibidir.”
221. (Ey mü’minler!) Müşrik (ve kâfir) kadınlarla (gerçek bir inanışla) inanıncaya kadar evlenmeyin. İmanlı bir cariye[91] (bile), hoşunuza giden müşrik (ve kâfir) bir kadından, elbet daha hayırlıdır. İman edinceye kadar müşrik (ve kâfir) erkeklere de (mü’min kadınları) nikâhlamayın. Hoşunuza gitse bile, (Allah’a) ortak koşan (kâfir veya putperest) bir adamdan, imanlı bir köle bile elbet daha hayırlıdır.[92] (Çünkü) onlar sizi cehenneme çağırırlar. Allah ise sizi kendi izniyle (yardımıyla) cennete ve mağfirete çağırır ve düşünüp gereken dersi alsınlar diye, insanlara âyetlerini (böyle) açıklar.
222. (Resûlüm!) Sana, bir de kadınların âdet hali hakkında sorarlar. De ki: “O bir rahatsızlıktır. Bu yüzden aybaşı halinde kadınlardan uzak durun. Temizleninceye kadar onlara (cinsel ilişki için) yaklaşmayın. Temizlendikleri zaman Allah’ın size emrettiği yerden onlara varın (birleşin). Şüphesiz Allah, çokça tevbe edenleri de sever, çok temizlenenleri de sever.”
223. Kadınlarınız(ın ön uzvu) sizin tarlanız (çocuk tohumu ekme yeriniz)dir. O halde (ilişkinizde) o
223. Kadınlarınız(ın ön uzvu) sizin tarlanız (çocuk tohumu ekme yeriniz)dir. O halde (ilişkinizde) o ekme yerinize (hayız hali dışında) nasıl isterseniz öyle varın; birbiriniz için ön hazırlıklar yapın.[93] Allah’ın emirlerine aykırı davranmaktan sakının (da meşru olarak ve meşru yerden temasta bulunun)[94] ve mutlaka O’na kavuşacağınızı da bilin. (Bunu,) iman edenlere müjdele!
224. Yemin etmek suretiyle, Allah’(ın adın)ı, iyilik yapmanıza, (kötülüklerden) sakınmanıza ve insanların arasını düzeltmenize engel yapmayın (böyle yapmışsanız, kefâret ödeyerek yemininizi bozun). Allah her şeyi işitendir, bilendir.
225. Allah sizi, kasıtsız (ve rastgele) yeminlerinizden dolayı (işlediğiniz hatalarınızdan) sorumlu tutmaz; fakat kalplerinizin kazandığı (kasıtlı yeminler) ile sorumlu tutar. Allah çok bağışlayandır, halîmdir (kullarının rızkını günahı sebebiyle kesmez ve cezada acele etmez). [bk. 5/89]
226. (Câhiliyede olduğu gibi kızıp da) kadınlarına yaklaşmamaya yemin eden (koca)lar için, dört ay bekleme süresi vardır. Eğer (bu müddet içinde yeminlerine kefâret ödeyerek hanımlarına) dönerlerse, şüphesiz ki Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir. (Bu müddet içinde dönmek, daha hayırlıdır. Eğer bu müddeti geçirirlerse, tam boşanma meydana gelir.) [bk. 2/232; 4/34 ve izâhı 65/1-2]
227. Yok, eğer (yeminden dönmeyerek) boşanmaya karar vermişlerse (ayrılırlar), Allah şüphesiz işitendir, (niyetlerini) bilendir.
228. (Bir veya iki kez) boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç aybaşı (veya üç temizlik) hali bekler (evlenemez)ler. Eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorlarsa, rahimlerinde Allah’ın (önceki evlilikten bir çocuk) yarattığını gizlemeleri onlara helal olmaz. Bu (üç aylık) müddet içinde kocaları gerçekten barışmak isterlerse onları geri almaya yine kendileri hak sahibidirler. Erkeklerin, kadınlar üzerinde ma’rûf (meşru olan) hakları olduğu gibi, kadınların da onlar üzerinde (bazı hakları) vardır. Yalnız erkeklerinki onlara göre (aile reisliği ve görevleri bakımından hukûken) bir derece fazladır. Allah mutlak galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.
229. (Ric’î) boşama iki defa olabilir. Ondan sonrası ya iyilikle tutmak veya (geçinmek imkânsızsa tekrar birleşmeyip) güzellikle salıvermektir. Onlara verdiklerinizden bir şeyi, (geri) almanız size helal olmaz. Ancak erkek ve kadının, artık Allah’ın (evlilik hakkındaki) sınırlarını koruyamayacaklarından korkmaları (yani birlikte yaşama ümitlerinin kalmaması durumu) başka. (Ey hüküm vericiler!) Siz de onların, Allah’ın (evlilik hakkında koyduğu) sınırlarını ayakta tutamamalarından korkarsanız, o zaman kadının (aynen mihrini veya mihri kadar) fidye vererek boşanmasında (veya erkeğin, “hulu‘” denilen bir mal yani bir menfaat karşılığında karısını bâin talak ile boşamasında) ikisine de bir günah yoktur. İşte bunlar, Allah’ın sınırlarıdır. Sakın onları ihlâl etmeyin! Kim Allah’ın sınırlarını çiğnerse, işte onlar, zalimlerin ta kendileridir.
(Ric’î talak, bir erkeğin kendi karısını dönüşü olan/kesinlik ifade eden lafızlarla bir veya iki defa boşamasıdır. Her defasında bu şekilde boşadığı eşini, iddet (bekleme) müddeti olan üç ay bitmeden güzel bir söz veya bir hediye ile kendisine döndürebilir; fakat şahit bulunması sünnete uygundur (65/2). Bu müddet geçerse talak/boşanma bâin olur (kesinleşir) (bk. 2/231232). Bu âyette kadına da boşanma hakkı verilmiştir.) [bk. 4/128]
230. Eğer erkek, karısını (temizlik hallerinde bilinçli olarak açık, kesin
230. Eğer erkek, karısını (temizlik hallerinde bilinçli olarak açık, kesin lafızla üçüncü defa veya üç defa)[95] boşarsa, bundan sonra (artık evlilik bağı kopmuş olduğundan), kadın başka bir erkekle (şartsız ve hilesiz) evlen(ip karı koca hayatı yaşayıp da boşan)madıkça ona helal olmaz. O (ikinci koca) da bunu boşarsa, Allah’ın sınırları içinde duracaklarına inandıkları takdirde, (eski karı kocanın) tekrar birbirlerine dönmelerinde bir günah yoktur. İşte bunlar, bilip anlayan bir topluluğa Allah’ın açıkladığı (uyulması gereken) sınırlardır.
231. (Ey kocalar!) Siz kadınları (ric’î talakla) boşadığınız zaman, iddet müddetleri (olan üç ay hali)ni bitir(meye yaklaş)ırlarken,[96] ya onları iyilikle yanınızda tutun veya güzellikle bırakın. (Yoksa mallarından dolayı) haklarına tecavüz etmek kastıyla, zarar vererek, onları (yanınızda) tutmayın. Kim bunu yaparsa kendisine yazık etmiş olur. Allah’ın âyetlerini alaya almayın! Allah’ın size olan nimetini, size öğüt vermek için indirdiği Kitab’ı ve (ondaki) hikmeti düşünün. “Allah’ın emrine uygun yaşayın/aykırı davranmaktan sakının, azabından korkun” ve bilin ki Allah her şeyi bilendir.
232. Kadınları (talâk-ı ric’î ile bir veya iki defa) boşadığınız zaman, iddet müddetleri sona erince (boşanma kesinleşir), artık aralarında örfe uygun (meşru) bir şekilde anlaştıkları takdirde onları (eski veya yeni)[97] kocalarıyla nikâh(lanıp evlenmek)ten menetmeyin. İşte bununla, sizden Allah’a ve âhiret gününe inananlara öğüt verilmektedir. Böyle olması, sizin için daha iyi ve daha temizdir. (Bundaki faydayı) Allah bilir, siz bilemezsiniz.
233. Anneler, (boşanmadan önce veya sonra doğan) çocuklarını emzirmeyi tamamlatmak isteyen (baba)lar için tam iki yıl emzirirler. Onların (annelerin) örf-âdete u
233. Anneler, (boşanmadan önce veya sonra doğan) çocuklarını emzirmeyi tamamlatmak isteyen (baba)lar için tam iki yıl emzirirler. Onların (annelerin) örf-âdete uygun (orta) bir şekilde yiyecek ve giyeceği, çocuğun (asıl) babasına aittir. Hiçbir kimse, gücünün yettiğinden fazlasıyla mükellef tutulamaz. Ne bir anne çocuğu sebebiyle, ne de çocuğun (asıl) babası, çocuğu sebebiyle (zoraki bir teklifle) zarara sokulmamalıdır. (Babanın ölümü durumunda) mirasçının sorumluluğuna düşen de babasının üzerindekilerin aynıdır. Eğer (ana baba) kendi aralarında rıza ve danışmayla (iki seneden evvel) çocuğu memeden kesmek isterlerse, kendilerine bir vebal yoktur. Çocuklarınızı (süt anneye) emzirtmek isterseniz, vereceğiniz (ücreti) örfe uygun şekilde ödemeniz şartıyla, yine üzerinize bir vebal yoktur. Allah’tan korkun ve bilin ki Allah yaptıklarınızı görmektedir. [bk. 65/6-7]
234. İçinizden ölenlerin, geride bıraktıkları eşleri, (süslenmeden) kendi kendilerine dört ay on gün (iddet) beklerler. Bekleme müddetleri sona erince, örfe uygun (meşru) bir şekilde kendi başlarına (evlenmek, süslenmek gibi) yaptıkları şeyden dolayı size günah yoktur. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
(Bu zaman zarfında veya daha önce kadının gebe olduğu anlaşılırsa bebeği doğurana kadar evlenemez.)[98]
235. Böyle (iddetini bekleyen) kadınlara (nikâhla) evlenmek istediğinizi üstü kapalı ifade etmenizde[99] veya (bu isteği) gönüllerinizde saklamanızda size bir beis yoktur. (Çünkü) Allah,
235. Böyle (iddetini bekleyen) kadınlara (nikâhla) evlenmek istediğinizi üstü kapalı ifade etmenizde[99] veya (bu isteği) gönüllerinizde saklamanızda size bir beis yoktur. (Çünkü) Allah, onlara sözünü edeceğiniz şeyi bilir. Fakat (onlara) meşru bir söz söylemeniz dışında, sakın gizlice (buluşma için) sözleşmeyin/randevulaşmayın[100] ve farz olan bekleme müddeti sona erinceye kadar, nikâh akdetmeye kalkışmayın! İçinizde olanı Allah’ın bildiğini bilin. O’ndan korkun. Bilin ki Allah, çok bağışlayıcı ve halîmdir (kulların günahı sebebiyle rızkını kesmez ve cezada mühlet verir.)
236. Henüz kendileriyle cinsî temasta (veya halvet-i sahîhada) bulunmadığınız[101] veya kendilerine bir mehir takdir etmediğiniz kadınları boşarsanız, size bir günah yoktur. Onları, zengin olan kudretince; fakir de kendi halince örfe uygun birtakım fayda(lı hediyeler) ile faydalandırsın. Bu, iyilik edenlerin şânına yaraşır bir borçtur.
237. Eğer (kadınlara) bir mehir belirlemiş olduğunuz halde, kendileriyle temasta bulunmadan[102] onları boşarsanız, bu takdirde, tespit ettiğiniz mehrin yarısı onlarındır. Ancak eşler veya nikâh akdi elinde bulunan (velîlerin gözü tok davranarak) bağışlaması hariçtir. (Bu durumda, kadın mehrinden vazgeçebilir veya erkek mehrin tamamını kadında bırakabilir. Ama mehrin hepsini) bağışlamanız takvâya daha yakındır. Aranızda iyilik ve ihsanı (birbirinize iyi davranmayı) unutmayın. Allah şüphesiz yaptıklarınızı görür.
238. Namazlara ve (bunlar arasında) orta namaza[103] devam edin; gönülden boyun eğerek (vakit ve erkâna riâyet ederek) tam teslimiyetle Allah’ın huzurun(da namaz)a durun. [bk. 11/114; 17/78-79; 30/17]
239. Eğer (herhangi bir tehlike sebebiyle) korkarsanız (namazı) yaya,
239. Eğer (herhangi bir tehlike sebebiyle) korkarsanız (namazı) yaya, yahut binekte (gider) iken kılın. Güvende olduğunuz zaman da, bilmediğiniz şeyleri size öğreten (Allah’ın) öğrettiği gibi Allah’ı anın (ve namazlarınızı kılın). [bk. 4/101-103]
240. Sizden, geride eşlerini bırakarak vefat eden erkekler, o eşlerine (kendi evlerinden) çıkarılmaksızın bir yıl süre ile maîşetlerini temine imkân sağlayacak miktarı (hayattayken) vasiyet etsinler. Şâyet (buna rağmen kendiliklerinden) çıkarlarsa, artık bu durumda, kendileri adına yaptıkları meşru tasarrufları dolayısıyla size bir vebal yoktur. Allah mutlak galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.[104]
241. Boşanmış kadınlar için örfe uygun (meşru) şekilde bir metâ (geçimini sağlayacak nafaka) vardır. Bu da, ‘Allah’ın emrine uygun yaşamak isteyen ve azabından korkan’ kocalara bir borçtur.
242. İşte Allah, düşünesiniz diye âyetlerini size böyle açıklar.
243. (Resûlüm!) Ölüm korkusuyla binlercesinin[105] yurtlarından çıkıp gittiklerini görmedin mi (bilmiyor musun)? (İşte) Allah onlara “ölün!” dedi. (Onlar da Sînâ’da ölür hâle geldiler ve kısa bir müddet)[106] sonra (ibret için) onları diriltti. Şüphesiz Allah, insanlara karşı ikram sahibidir; fakat insanların çoğu şükretmezler.
244. Allah yolunda savaşın ve bilin ki Allah (hakkıyla) işiten ve bilendir.
245. (Haydi) kim var! İsteyene Allah (adın)’a güzel bir borç (faizsiz ödünç) versin de, O da (verdiğini) ona kat kat fazlasıyla artırsın. Allah (imtihan için rızkı kimine) daraltır, (kimine) de genişletir. (İşlerinizden ve kazandıklarınızdan hesap vermek üzere) ancak O’na döndürüleceksiniz. [bk. 5/12; 57/11, 18; 73/20]
246. (Resûlüm!) Musa’dan sonra, İsrâiloğulları’nın ileri gelenlerini görmedin mi? Hani onlar, peygamberlerinden birine: “Bize bir hükümdar gönder de (onun önderliğinde) Allah yolunda savaşalım.” demişlerdi. O da: “Ya savaş yazılır, (farz kılınır) da savaşmaktan geri durursanız?” deyince, onlar şöyle demişlerdi: “Yurtlarımızdan çıkarıldığımız ve çocuklarımızdan ayrıldığımız halde bizler neden Allah yolunda savaşmayalım?” Ama savaş onlara yazıl(ıp farz kılın)ınca içlerinden pek azı hariç (savaşmaktan) yüz çevirdiler. Allah o zalimleri çok iyi bilir.
(Sînâ yarımadasında yaşayan Amalikalılar, kralları Câlût’un kumandasında İsrâiloğulları’na saldırıp onları yurtlarından çıkarmıştı. Onlar da, peygamberlerinden, kendilerine bir kumandan tayin etmesini istemişlerdi.)
247. Peygamberleri onlara: “Allah şüphesiz size Tâlût’u hükümdar olarak gönderdi” dedi. (Onlar da) dediler ki: “Biz hükümdarlığa ondan daha layık iken ve ona mal (servet) yönünden geniş imkân verilmemişken, o bize nasıl hükümdar olabilir?” (Peygamber de onlara): “Allah, şüphesiz onu üzerinize (hükümdar) seçmiş ve geniş bir ilim ve sağlam bir vücut vererek onun gücünü artırmıştır.” dedi. Allah mülkünü (hükümranlığı) dilediğine verir. Allah ‘rahmet ve ihsanı bol olan’ ve (her şeyi) bilendir.[107]
248. Peygamberleri onlara (şunu da) söyledi: “Onun hükümdarlığının gerçek alameti, size meleklerin taşıdığı Tâbût’un[108] gelmesidir ki içinde Rabbinden bir ferahlık, Musa ailesinin ve Harun ailesinin geriye bıraktıklarından (asâ, hırka, sarık ve Tevrat’tan bazı levhalar gibi) bir kalıntı vardır. Eğer iman edenlerdenseniz sizin için bunda kesin bir alamet (işaret ve ibret) vardır.”
249. Tâlût (cihad için Kudüs’ten) askerler(iy)le ayrılınca dedi ki: “Şüphesiz Allah, sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Kim ondan (kana kana) içerse benden değildir. Eliyle sadece bir avuç alanlar dışında kim ondan tatmazsa bendendir.” Pek azı dışında onlar (nehre varınca) ondan (bol bol) içtiler. Nihayet (Tâlût’un) kendisi ve beraberindeki inananlar (ırmağı) geçince, (içenler geçemeyip:) “Bugün bizim (zalim) Câlût ve askerlerine karşı gücümüz yok.” dediler.[109] Allah’a kavuşacaklarını kesin bilen (Tâlût’a itaat edip nehri geçen)ler ise: “Nice az bir topluluk, Allah’ın izniyle, çok olan bir topluluğa galip gelmiştir. Allah sabır (ve sebat) edenlerle beraberdir.” dediler. [bk. 3/13]
250. Savaş için, Câlût ve askerlerine karşı meydana çıktıklarında şöyle dediler: “Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır (ve sebat) yağdır ve ayaklarımızı sabit (bizi metanetli) kıl ve kâfirler toplumuna karşı bize yardım et/zafer ihsan eyle.”
251. Derken, Allah’ın izniyle o (kâfir)leri bozguna uğrattılar. Davud (düşman hükümdarı olan) Câlût’u[110] öldürdü. Allah da ona (Davud’a) hükümdarlık ve hikmet (peygamberlik ve Zebur’u) verdi ve ona (zırh yapmak, kuşlarla konuşmak ve güzel sesle okumak gibi) dilediği şeylerden öğretti. Eğer Allah’ın insanları birbiriyle önleyip savması (ortadan kaldırması) olmasaydı, yeryüzü muhakkak fesada uğrardı; fakat Allah, âlemler üzerine büyük lütuf sahibidir.
252. (Resûlüm!) İşte bunlar, (anlatılan kıssalar) Allah’ın âyetleridir ki onları dosdoğru olarak okuyoruz. Elbette sen gönderilen peygamberlerdensin.
253. İşte, peygamberlerin bir kısmını, (verdiğimiz özelliklerle) diğerlerine üstün kıldık. Allah onlardan kimiyle (perde arkasından vasıtasız) konuştu, kimini de derecelerle yükseltti. Meryemoğlu İsa’ya açık mucize (ve belge)ler verdik ve onu Rûhu’l-Kuds (Cebrail) ile destekledik. Eğer Allah dileseydi (onları iradelerine bırakmasaydı), onlardan sonraki (ümmet)ler, kendilerine apaçık mucize (ve delil)ler geldikten sonra, birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat onlar ihtilafa düştüler; onlardan kimi iman etti, kimi de küfre saptı. Yine Allah dileseydi (onları iradelerine bırakmasaydı) birbirlerini öldürmezlerdi. Lâkin Allah dilediğini mutlaka yapar (Onları iradelerine bırakmayı dilemiştir).
254. Ey iman edenler! İçinde hiçbir alışverişin, dostluğun ve iltimasın bulunmadığı bir gün (kıyamet/hesap günü) gelmeden evvel, size verdiğimiz rızıktan (Allah’ın rızasını kazanmak için) harcayın. Kâfirler, zalimlerin ta kendileridir.
255. Allah öyle bir ilâh ki kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. O, Hayy ve Kayyûm’dur (daima diri ve yarattıklarını gözetip yönetendir ve her şey varlığını O’nunla devam ettirir). Kendisini ne bir uyuklama (gaflet) ne de bir uyku tutar. Göklerde ve yerde olanlar(ın hepsi) ancak O’nundur. O’nun izni olmadıkça O’nun katında kim şefaat edebilir? Kullarının önündeki ve arkasındaki (geçmiş ve geleceklerini, yaptıklarını ve yapacaklarını, dünya ve âhirete ait) şeylerini O bilir. Onlar, O’nun ilminden ancak dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. O’nun kürsüsü
(geçmiş ve geleceklerini, yaptıklarını ve yapacaklarını, dünya ve âhirete ait) şeylerini O bilir. Onlar, O’nun ilminden ancak dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. O’nun kürsüsü (kudreti, mülk ve hükümranlığı) gökleri ve yeri kaplamıştır; onları koruyup gözetmek O’na ağır gelmez. O çok yücedir, çok büyüktür.[111]
256. Din(e girmede/iman etme)de zorlama yoktur.[112] Doğruluk ile sapıklık (iman ile küfür, hak ile batıl) meydana çıkmıştır. Artık kim, tâğûtu (Allah’tan uzaklaştıran ve emirlerini yapmaktan men edenleri)[113] tanımayıp da Allah’a iman ederse, işte o, kopması (mümkün) olmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah (her şeyi) hakkıyla işitendir, bilendir.
257. Allah, iman edenlerin dostu ve yardımcısıdır; onları (küfür, şirk, materyalizm ile her türlü “izm”lerin, batıl yaşantı ve zihniyetin) karanlıklarından aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin dostları da tâğût (Allah’tan uzaklaştıran ve emirlerini yapmaktan men edenler)dir ki onlar da onları aydınlıktan (nurlu yoldan) çıkarır karanlıklara (sokar). Onlar, ateş ehli (cehennemlik)tirler; onlar orada ebedî olarak kalacaklardır. [bk. 14/1]
(Yüce Allah’ın, Resûlü’ne indirdiği Kur’an’la aydınlanma ve aydınlık devri başlamıştır. Kral tanrıların ve insanların diğer insanlara arzuları doğrultusunda hâkimiyeti, baskı ve zulmü kalkmış, sömürü, faiz, vurgunculuk ve diğer ahlâksızlıklar bitmiş, kadınlar soyunup döküldükçe beğenilmekten ve zevk aracı olmaktan kurtulmuş, iffetli, şahsiyet ve yetki sahibi olmuşlardır. Böylece hakça yaşama ve adalet gelmiş, gözü görenler için karanlık gitmiştir. Fakat diğer taraftan şeytanların dostu kâfirler, kâfirlerin dostu da tâğûtlar bir üçgen bağlantısı halinde durmakta ve devam etmektedir (4/76). Bunların ortak amacı Kur’an’ı hayatın dışına çıkarmak, onunla yakın ilişkiyi kesmek, ona samimiyetle inananları, inancıyla yaşa
onunla yakın ilişkiyi kesmek, ona samimiyetle inananları, inancıyla yaşayamaz hâle getirmektir.)
258. Allah kendisine hükümranlık verdi diye (şımarıp azarak), Rabbi hakkında İbrahim ile tartışan (Nemrut’)u görmedin mi? Hani İbrahim: “Benim Rabbim (kudretiyle) hem dirilten, hem öldürendir.” deyince, o: “Ben de yaşatır ve öldürürüm.” demişti. (Bunu bir îdamlığı serbest bırakmak, bir suçsuzu da öldürmekle yapmıştı.) İbrahim: “Şüphesiz ki Allah, güneşi doğudan getiriyor; haydi sen de batıdan getir!” deyince o kâfir (Nemrut) şaşırıp kalmıştı. Allah (hakkı kabul etmeyen, gücü ve yetkiyi yalnız kendinde gören) zalimler toplumunu doğru yola eriştirmez.
259. Yahut o kimseyi[114] (görmedin mi) ki (binalarının) duvarları, (çöken) çatılarının üzerine yıkılmış olan bir kasabaya uğradı da, (kendi kendisine): “Allah bunu (böyle harap bir yeri), ölümünden sonra nasıl diriltecek?” dedi. Bunun üzerine Allah da onu, yüz yıl ölü bıraktıktan sonra diriltti. “Ne kadar (ölü vaziyette) kaldın?” dedi. O da: “Bir gün veya bir günün birazı kadar kaldım.” dedi. (Allah:) “Hayır yüz yıl kaldın, işte yiyeceğine ve içeceğine bak, bozulmamış. Bir de eşeğine bak; (onun kemikleri kalmış. Böyle yapmamız) seni, insanlara ibret belgesi kılmamız içindir. Şimdi o kemiklere bak, onları nasıl yerli yerine getirip sonra ona et giydiriyoruz.” dedi. O, (merkep dirilip de eski halini alarak) kendisine apaçık belli olunca, şöyle dedi: “Artık biliyorum ki Allah, şüphesiz her şeye kâdirdir.”[115]
260. Vaktiyle İbrahim de: “Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster.” demişti. (Allah da:) “Ne o, yoksa inanmadın mı?” dedi. “Evet (inandım), fakat kalbimin iyice mutmain olması için (görmek istedim).” dedi. (Allah) buyurdu ki: “Öyleyse dört (cins) kuş yakala, onları kendine alıştır (sonra iyice kesip doğra)[116] ve her dağın üzerine onlardan bir parça koy, sonra da onları çağır;
koşa koşa sana gelirler.” Bil ki Allah, (dilediği her şeyde) mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.[117]
261. Mallarını Allah yolunda sarfedenlerin durumu, yedi başak bitiren ve her başağında yüz tane bulunan bir tek (tohum) tane(si)nin durumu gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah ‘rahmet ve ihsanı bol olan’ ve (her şeyi) bilendir.
262. Allah yolunda mallarını harcayıp da, (harcadıkları şeyin) ardından başa kakıp, gönül kırmayanların (verdiklerini hiç hissettirmeyenlerin) mükâfatları Rableri katındadır. Onlara hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.
263. Bir tatlı söz ve (bir kusuru) bağışlama, peşinden eziyet (ve mihnet) gelen sadakadan daha hayırlıdır. Allah Ganîdir (bu tür sadakalara ihtiyacı yoktur), Halîm’dir (cezalandırmayı ihmal etmez ancak mühlet verir).
264. Ey iman edenler! Allah’a ve âhiret gününe inanmadığı halde, insanlara gösteriş için malını sarfeden adam gibi, siz de sadakalarınızı başa kakarak ve (verdiğiniz kimseyi) inciterek boşa çıkarmayın. İşte bu şekilde mal sarfeden kimsenin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan şu kayaya benzer ki ona şiddetli bir sağanak (yağmur) isabet edince onu sert (çıplak) bir kaya halinde bırakır. (Bunun gibi gösteriş yapan ve verdiğini başa kakanlar da) kazandıklarından bir şey elde edemezler. Zira Allah kâfirler/nankörler topluluğunu doğru yola eriştirmez.[118] [bk. 4/38; 8/47; 39/47; 107/6]
şey elde edemezler. Zira Allah kâfirler/nankörler topluluğunu doğru yola eriştirmez.[118] [bk. 4/38; 8/47; 39/47; 107/6]
265. Allah’ın rızasını istemek ve içlerindeki (imanlarını) kökleştirip sağlamlaştırmak için mallarını sarfedenlerin durumu da, yüksek bir tepede bulunan, bol yağmur değince ürünlerini iki kat veren, veya bol yağmur değmese bile, (aynı ürünü vermek için) çisentinin bile yettiği bir bahçenin durumu gibidir.[119] Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir.
266. Sizden biriniz arzu eder mi ki alt tarafından ırmaklar akan ve içinde her çeşit meyvelerden (bir miktar) bulunan hurmalığı ve üzüm bağı olsun da, hem kendisine ihtiyarlık çökmüşken hem de güçsüz (ve bakıma muhtaç) çocukları varken, bu sırada ateşli (kavurucu) bir kasırga ortaya çıkıp da bağı kasıp kavursun? (Elbette istemez.) İşte Allah, düşünesiniz diye, âyetlerini size böyle açıklıyor.
(İşte insanın çok sevdiği malı ve mevkii elinden alınabilir. Bundan dolayı mal, servet ve mevki ile övünüp gururlanılmaz. Nice saltanatlar, devletler ve saraylar yıkılmıştır. Bâkî kalacak ve kendisine dayanılıp güvenilecek olan yalnız Allah’tır.)
267. Ey iman edenler! (Helal olarak) kazandıklarınızın ve sizin için yerden (bitirip) çıkardığımız ürünlerin iyi (ve temiz)lerinden ‘Allah için sarfedin’ (zekât ve sadaka verin), kendinizin, gönül rızası ile değil, ancak gözünüzü kapatıp alabileceğiniz kötü şeyleri vermeye kalkışmayın. Bilin ki Allah zengindir (hiçbir şeye ihtiyacı yoktur) ve övülmeye lâyık olandır.
268. Şeytan sizi fakirlikle korkutur (fakir düşeceğinizi düşündürerek zekât ve sadaka vermekten caydırır), çirkin şeyleri emreder. Allah ise (emrini yerine getirmek için sarfeden) sizlere, kendisinden bir mağfiret ve bolluk vaadeder. Allah’ın lütfu (ve ihsanı) geniştir ve O, her şeyi hakkıyla bilendir.
(Peygamberimiz (sas.), “Kulların sabahladığı hiç bir gün yoktur ki iki melek inip biri: ‘Ya Allah, (hayır yolunda) harcayana halef ver (bedelini, arkasından bunun gibi olan birini ver)’; diğeri de: ‘Yâ Allah, malını (sarfetmeyip) tutana da telef ver.’ diye dua etmesinler.” buyurmuştur. Hadîs-i kudsîde: “Ey Âdemoğlu, sen infak et (Allah yolunda harca) ki sana da infak edilsin.” buyurulmuştur.)
269. O, (Allah) hikmeti dilediğine verir. Kime de hikmet nasip etmişse, muhakkak ona çok hayır verilmiştir. (Bu âyet ve öğütleri) olgun akıl sahiplerinden başkası düşünemez.[120]
270. (Allah rızası için, muhtaçlara) harcadığınız her nafakayı veya adadığınız her adağı Allah mutlaka bilir (ve mükâfatını ihsan eder. Verdiğini başa kakarak veya adaklarını yerine getirmeyerek nefislerine) zulmedenlerin yardımcıları yoktur.
271. Eğer sadakaları (zekât ve benzeri hayırları) açıktan verirseniz, (başkalarını teşvik bakımından) ne güzeldir! Eğer onları gizli olarak fakirlere verirseniz, işte bu, (riyâ/gösteriş olmaması bakımından) sizin için daha hayırlıdır ve (Allah, bununla) sizin günahlarınızdan bir kısmını bağışlar. Allah işlediklerinizden hakkıyla haberdardır.
(Zekâta aynı zamanda sadaka denmesinin iki sebebi vardır. Birincisi malın temizlenip artması,
(Zekâta aynı zamanda sadaka denmesinin iki sebebi vardır. Birincisi malın temizlenip artması, ikincisi de imanda sadâkat ve kemâle delâlet etmesidir. Bunun da gizli verilmesi, hem takvâya hem de fakirin şahsiyetini incitmemeye uygun olmasındandır.)
272. (Ey Muhammed!) Onları (müşrikleri bir de sadaka vererek) doğru (ve hak) yola eriştirmek senin görevin değildir (senin görevin yalnız tebliğdir). Fakat Allah, (niyet ve amellerine göre) dilediğini hidayete erdirir. (Allah yolunda) hayır olarak harcadığınız her şey kendi (iyiliği)niz içindir. Zaten siz (mü’minler), ancak Allah’ın rızasını isteyip, kazanmak için harcarsınız. (Böylece) hayır olarak sarfettiğiniz her iyi şeyin karşılığı size (fazlasıyla) ödenir. Sizin hakkınız asla yenmez.
273. (Sadakalar,) kendilerini Allah yolunda (ilim ve hizmete) adamış olan ve yeryüzünde dolaşıp kazanamayan fakirler içindir ki, iffetleri (utanıp istememeleri) sebebiyle, gerçek hallerini bilmeyen, onları zengin zanneder. (Resûlüm!) Sen onları simalarından tanırsın; onlar, yüzsüzlük ederek insanlardan (bir şey) istemezler. (Hak yolunda) hayır namına ne verirseniz, muhakkak ki Allah onu hakkıyla bilir.[121]
274. Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık (Allah yolunda hayra, hayır işlerine) harcayanlar var ya, işte onların Rableri katında mükâfatları vardır. Onlara hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. [krş. Âyet 278; cimriliğin şer olduğuna dair bk. 3/180]
275. Ribâ (faiz) yiyenler, (kabirlerinden) ancak kendisini şeytan çarpmış (cin tutmuş, delirmiş bir) kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu (ceza) onların: “Alım satım da (zaten) faiz gibidir.” demelerindendir. Halbuki Allah, (hilesiz ve aldatmasız yapılan)[122] alışverişi helal, faizi haram kılmıştır. Kime Rabbinden bir öğüt gelir de (faizden) vazgeçerse, geçmişteki (haram olmadan evvel aldığı) onundur ve (affedilme) işi Allah’a aittir. Kim de tekrar (faize) dönerse, onlar ateş ehlidirler ve hep orada kalacaklardır.
276. Allah faiz (ile gelen)i mahveder, sadaka(sı verilen mal)ları da artırır. Allah (haramı helal sayan ve onda ısrar eden) nankör ve günahkârların hiçbirini sevmez.
277. İman edip sâlih (makbul ve ecir kazandıran) iş yapanların, namazı dosdoğru kılıp, zekâtı verenlerin, Rableri katında mükâfatları vardır. Onlar için hiçbir korku yoktur. Onlar üzgün de olmayacaklardır.
278. Ey iman edenler! “Allah’ın emrine uygun yaşayın/aykırı davranmaktan sakının.” (Eğer gerçek) mü’minlerseniz, artık kalan faizi de bırakın (almayın).
(Görüldüğü gibi, Allahu Teâlâ faizi imanla irtibatlandırmıştır. Bu durumda inanan bir mü’minin faize devamı imkânsızdır; çünkü bu, bir başka yönüyle, Allah’ın emrini tanımama hastalığıdır. Bu âyetten hareketle İslâm’da rüşvet, ihtikâr, rant ve şans oyunları gibi yollarla kazanılan her türlü haksız kazançlar faiz gibi haram kılınmış, haram yerlere harcamalarla lüks, israf ve maddeperestlik de yasaklanmıştır. Helal yolla emek karşılığı olan ücretler, kazançlar, zekât, sadaka, sosyal yardım, bağış ve miras yoluyla elde edilenler de helal kılınmış, Allah rızasına
dayalı her türlü infak/harcama, yardım ve yatırımlar teşvik edilmiştir. Böylece İslâm, önce Allah’a iman ve O’na kulluk esasına, sonra İslâm’ın emrettiği dînî kültüre, ahlâka ve iktisâdî nizamı uygulamaya dayanır. Netice olarak İslâm, hem dünya ve âhiret saadeti için helal yolla çalışmayı (28/77) hem de ferdî ve içtimâî kazanç ve mülkiyet felsefesini esas alır.)
279. Eğer (bu faizi terketme işini) yapmazsanız, Allah’a ve Resûlü’ne savaş açtığınızı bilin. Eğer (faizin her türlüsünü alıp verme hususunda) tevbe ederseniz, ana paranız yine sizindir. Ne haksızlık yapmış ne de haksızlığa uğratılmış olursunuz.[123]
280. Eğer (borçlunun eli) darda ise, genişlik vaktine kadar bekleyip ona mühlet verin. (Eli darda olana, borcu) sadaka (veya zekât) olarak bağışlamanız, eğer bilirseniz, sizin için daha hayırlıdır.
(Borçlu olan ve borcunu veremeyecek olan fakire alacaklısı, borcunu zekâtı olarak sayamaz; ancak zekâtını ona verir ve verdiği miktardan borcunu ister.) [krş. 9/60]
281. Öyle bir günden sakının ki (hepiniz) o günde Allah’a döndürüleceksiniz. Sonra herkese kazandığı(nın karşılığı) tastamam verilecek ve onlar asla haksızlığa uğratılmayacaklardır.[124]
282. Ey iman edenler! Muayyen bir vadeye kadar birbirinize borç verdiğiniz zaman, onu yaz(ıp senet yap)ın. Aranızdan, doğruluğu ile tanınmış bir kâtip de (onu) yazsın. Kâtib(-i âdil), Allah’ın kendisine öğrettiği şekilde yazmaktan kaçınmasın, dosdoğru yazsın. Üzerinde hak olan (borçlu) da onu ikrar edip yazdırsın. Rabbi olan Allah’tan korksun, borcundan hiçbir şeyi eksik
da onu ikrar edip yazdırsın. Rabbi olan Allah’tan korksun, borcundan hiçbir şeyi eksik bırakmasın. Eğer üzerinde hak olan (borçlu), akılca noksan, aciz veya ikrar edip yazdıramayacak durumda ise, velîsi dosdoğru yazdırsın. Erkeklerinizden iki de şahit tutun; eğer iki erkek olmazsa, razı ol(up güven)eceğiniz şahitlerden bir erkek ve biri yanılırsa diğerine hatırlatması için iki kadın gerekir. Şahitler çağırıldıkları zaman (gelmekten) kaçınmasınlar. (Borç) büyük olsun, küçük olsun, (her birini) vadesiyle birlikte yazmaktan üşenmeyin. Bu, Allah katında daha adaletli, şahitlik için en sağlam ve şüpheye düşmemenize de daha yakın olan davranıştır. Ancak aranızda (elden ele) devrettiğiniz ve peşin olarak yaptığınız ticaret (işlerin)de, onu (senedi) yazmamanızda sizin için bir vebal yoktur. alışveriş ettiğiniz vakit de şahit tutun. Kâtip de, şahit de asla mağdur edilmesin. (Veya bu ikisi kimseye zarar vermesin.) Eğer (bir zarar) verirseniz, şüphesiz bu, sizin için yoldan çıkmadır/günahkârlıktır. Allah’ın emrine uygun yaşayın/aykırı davranmaktan sakının; azabından sakının. Allah size (her şeyi) öğretiyor. Allah her şeyi hakkıyla bilendir. [bk. 5/106-107]
(Her türlü borçlanma işlerinin, şahitler huzurunda yazı ile tespiti, İslâmî prensiplere göre yürürlüğe giren ve alışverişi güvence altına almayı sağlayan bir nevi noterlik uygulamasıdır. Âyet-i kerîmede, şahitlik konusunda yüce Allah: “Eğer iki erkek olmazsa razı olacağınız/güveneceğiniz bir erkek ve biri yanılırsa diğerinin hatırlatması için iki kadın gerekir.” şeklindeki buyruğu ile kadınların şahitlik yapabileceğine, ancak iki kadını, erkeğin bulunmaması şartına bağlamıştır. Ama bu husus, kadını insan ve kişilik yönünden asla bir ayırıma tâbi tutmak değildir. Ancak haya duygusunun çokluğu, duygularının inceliği ve duygusallığının ağır basmasıyla aşırı heyecan duyması, korkması ve bu yüzden unutması ve bir tesir altında kalabilmesi gibi yapısal özellikleri vardır.[125] Bu itibarla kendisine daha müessir ve daha ağır yük getiren mâlî dâvâlarda ve buna kıyâsen had ve kısas gibi ceza dâvâlarında şahitlik yapması (4/15, 65/2) gerekince korku duymasını, unutmasını ve yanılmasını önlemek için konuşarak hemcinsiyle takviye edilmesi
güvenirliğinin temini için uygun görülmüştür. Aynı zamanda kadının böylece psikolojik olarak yıpranmaktan korunması da sağlanmıştır. Diğer taraftan konuyu ilgilendiren zina, had ve kısas gibi ceza dâvâlarının konusu olan olayların içine yeteri kadar nüfuz ve tahammül edemeyeceği için bir şüphe söz konusu olabilir. Hz. Peygamber (sas.), “Şüphe durumunda had ve kısas dâvâlarını düşürün.” buyurmuştur. Çünkü suç sabit olmamıştır. “Suç sabit olmadan berâet-i zimmet esastır.”[126] gereğine göre, gerek kadının özel durumları gerekse yargının şüpheden uzak olması, kolaylaşması ve daha sağlam olması için bir erkek yerine iki kadın alternatifi getirilmiştir. Tabii ki ‘daha sağlam’, ‘sağlam’ın efdalıdır. Bunların dışında kadının tek şahit olduğu yerler de vardır.)
283. Eğer yolculukta olup da bir kâtip bulamazsanız (borçludan) alınan rehinler de yeter. Eğer birbirinizden eminseniz, (o zaman kendisine güvenilen borçlu) kimse Rabbi olan Allah’tan korksun da emaneti tastamam ödesin. Bir de şahitliği gizlemeyin. Kim onu gizlerse hakikaten o kimsenin kalbi günahkâr olur. Allah her ne yaparsanız hakkıyla bilir.
284. Göklerde ve yerde olan her şey sadece Allah’ındır. (Ey İnsanlar!) İçinizdeki (yapmayı düşündüğünüz bir günah eylemi)ni açığa vursanız da gizleseniz de[127] Allah sizi onlardan dolayı hesaba çeker.[128] O, (niyet ve amellerine göre) dilediğini bağışlar,[129] dilediğine de azap eder. Allah her şeye kâdirdir.
285. (O) Resûl, Rabbinden kendisine indirilen (Kur’an’)a iman etti, mü’minler de (iman ettiler. Onların) her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman etti. “O’nun peygamberlerinden hiçbiri arasında (iman bakımından) ayrım yap
Onların) her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman etti. “O’nun peygamberlerinden hiçbiri arasında (iman bakımından) ayrım yapmayız;[130] işittik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz! Bağışlamanı dileriz. Dönüş(ümüz) ancak sanadır.” dediler.
286. Allah kimseye (ibadet ve itaatte) gücünün yettiğinin dışında (üstünde) teklifte bulunmaz (herkesin) kazandığı (iyilik) kendi yararına;[131] yaptığı (kötülükler) de kendi zararınadır. “Ey Rabbimiz! Unutur veya (kasıtsız) hata edersek, bizi (ondan) sorguya çekme! Ey Rabbimiz! Bizden önceki (itaatsiz ümmet)lere yüklediğin gibi, bize (zor/helak edici) bir yük yükleme! Ey Rabbimiz! Gücümüzün yetmediği şeyleri de bize taşıtma! Bizi affet, bizi bağışla, bizi esirge! Sen Mevlâmızsın; küfre sapan, seni tanımayanlara karşı bize yardım et/zafer ihsan eyle.”[132]
[1] Kur’an’da 29 sûrenin başında bulunan bu türlü harflere Tefsir usûlü ilminde “hurûf-ı mukatta‘ât” denilir. Bu tür harflerden oluşan âyetler “mutlak müteşâbih”lerdendir. Bazı müfessirlere göre bu harfler, hece harfleri olup vahyin kaynağına ve Kur’an’ın mucizeliğine dikkat çekmek içindir. Bu harflerin anlamları hakkında Hz. Peygamber’den bir “nass” ve açıklama gelmediğinden bu husus bizlerin bilgi sınırı dışındadır. Bunlar hakkında yapılan yorumlar/teviller şahsî olmaktan ileri geçemez. Ancak biz bunlarda Allah’ın özel bir muradı olduğuna iman etmekle yetiniriz. Bunun aksi yerilmiştir. [bk. 3/7]
[2] İkinci âyette; yüce kitap Kur’an’ın doğruluğunda hiç şüphe olmadığı ve onun muttakîlere, yani Allah’ın kulu olduğunun bilincinde ve sorumluluğunda olanlara, doğru yolu gösteren ve hayata İslâmî yön veren ilâhî bir kaynak olduğu bildirilmektedir. Kur’an’ı ilâhî bir kitap olduğunu
hayata İslâmî yön veren ilâhî bir kaynak olduğu bildirilmektedir. Kur’an’ı ilâhî bir kitap olduğunu ve hayattaki insanlara indiğini bilerek ve mânası üzerinde düşünerek okuyanlar, Resûlü’nün önderliğinde O’ndan gelen ilâhî ışıkla doğru yolu bulur; Kur’an’sız bir düşünceden ve ona ters düşen bir yaşantıdan uzak kalır. Artık müslüman bilir ki Allah’ın sözünden, hükmünden ve gösterdiği yoldan daha doğrusu yoktur (5/50; 17/9). Bu sûrenin baş kısımlarında üç türlü insan sınıfından söz edilmektedir. 2-5. âyetlerde iman ve İslâm’ın esasları ile mü’minlerin özellikleri özetlenmektedir. 6-7. âyetlerde kâfirlerden, 8-20. âyetlerde de kâfirlerin bir çeşidi olan münâfıklardan ve hallerinden bahsedilmektedir (Elmalılı, I, 485).
[3] Bk. 32/2.
[4] Kur’an’da takvâ ile ilgili 170 kadar kelime geçmektedir. Takvâ sakınmak, korunmak anlamında olup “muttakî” de takvâ sahibi demektir. Kur’an’da ise Allah’ın azabından korunma, günahlardan sakınma anlamındadır. Netice olarak takvâ Allah’ın emirlerine uygun yaşamaktır. Dolayısıyla burada, âyetlerdeki yerlerine göre, bu anlamların birini kullanmayı uygun bulduk.
[5] Gayb: Bizim için dünyada akıl, ilim ve duyularla idrak edilemeyip ancak vahiy yoluyla bilinen varlık ve hadiselerdir. Allah, melekler ve âhiret gibi (bk. 31/34). Gayba iman, insanlığın fıtrî bir parçası ve her çağın kaçınılmaz zorunluluğudur. Ancak büyük yanılgı, sapıklık ve zihnî ilkellik içinde bulunan insanlar, hislerinin ve duyu organlarının verilerine göre hareketten ileri geçemezler (bk. 45/24). Ama insanlık, mânevî gücünü ve rûhî yüceliğini ancak gayba inanmakla devam ettirebilir. Çünkü basit insanlar inandıkları şeyi ancak şekil olarak görmek isterler. Gayba iman Allah’a iman ve O’nun emirlerine teslimiyetle başlar. Mü’minin birinci vasfı gayba
geçemezler (bk. 45/24). Ama insanlık, mânevî gücünü ve rûhî yüceliğini ancak gayba inanmakla devam ettirebilir. Çünkü basit insanlar inandıkları şeyi ancak şekil olarak görmek isterler. Gayba iman Allah’a iman ve O’nun emirlerine teslimiyetle başlar. Mü’minin birinci vasfı gayba inanmasıdır; aksi halde fâsıklık, münâfıklık veya kâfirlik yerleşir, akıl ve fizik putlaşmış olur.
[6] Âhirete inanmak, dünyada Allah’ın emirlerine uymayı gerektirir ki bu da Allah’a imanın ve teslimiyetin bir neticesi ve göstergesidir.
[7] Ehl-i Kitab’dan olup da İslâm’a göre icmâlen iman edip ölmüş olanlar da onlara dahil edilmiştir (Bkz. 4/162; 5/69).
[8] Küfre sapanların gözlerine, ilâhî harikalar, varlıkların yaratılış ve hikmetleri perdelenmiştir. Gözlere inen bu perde, sığ akıl ve nefse boyun eğmek yerine, Allah’a teslim olup vahiy neşteriyle sıyrılmadıkça ortadan kalkmaz ve onlar hidayet aydınlığını göremezler.
[9] Fesat ve fâsıklık da münâfığın alametlerindendir.
[10] Kâfir ve münâfıklar bazen hakikat ışığını görmekle beraber yine de nefislerinin karanlığı içinde kalırlar. İslâm’a asıl düşman kesilen onlardır. [Münâfıkları ve hallerini tanıtan diğer âyetler için bk. 3/167; 4/141, 145; 5/41; 9/62-69; 57/13-15; 59/11-17; 60/9; 63/1-11]
[11] Çünkü yaratıkları Allah ile denk hâle getirmek; yani onların dîne aykırı emir ve tavsiyelerini kutsallaştırıp Allah’ın emirlerine denk, hatta ondan üstün tutmak da Allah’a bir çeşit eş koşmaktır (2/165; 9/31). Allah’ın emirlerini bırakıp heva ve hevesini esas almak, bunlara göre
[11] Çünkü yaratıkları Allah ile denk hâle getirmek; yani onların dîne aykırı emir ve tavsiyelerini kutsallaştırıp Allah’ın emirlerine denk, hatta ondan üstün tutmak da Allah’a bir çeşit eş koşmaktır (2/165; 9/31). Allah’ın emirlerini bırakıp heva ve hevesini esas almak, bunlara göre hareket edip ilâhlaştırmak da böyledir. [bk. 25/43; 45/23]
[12] Sâlih, kelime olarak iyi demek olup, ıstılahta “sâlih amel” Allah rızası için yapılan ve sevap kazanmaya vesile olan ibadet ve işlerdir. Mu‘âz b. Cebel (ra.) “Sâlih amelde ilim, niyet, sabır ve ihlasın bulunması lazımdır.” diyor.
[13] Hayız, kir, pis koku, kötü huy gibi şeylerden tamamen temiz bir şekilde (Beydâvî).
[14] Âyette geçen “fâsık”, “Allah’ın emirlerini yerine getirmeyen ve Allah’a isyan eden, doğru yoldan sapan kimse” anlamında olup Kur’ân-ı Kerîm’de küfür, masiyet, kötülük işleyen, yalan söyleyen kişi mânasına da kullanılmıştır.
[15] Derveze, V, 62-63 vd.
[16] Meleklerin bu sorusu ne insanla ilgili geçmişten gelen bir bilgiden dolayı ne de bir itiraz içindir. Ancak yüce Allah’ın, bazı şeylerin hikmetini, meleklerin bile bilemeyeceğini göstermesi ve onların cinlere bakıp da onları insanlarla kıyas ederek soru sormalarına imkân verdiği içindir. Yüce Allah’ın kudretine kesin inananlar, Hz. Âdem’i ilk insan bilmekte ve böyle inanmaktadırlar. Bazılarının dayanaksız olarak, “Hz. Âdem’den önce insan vardı.” demeleri asla doğru değildir. Çünkü, eğer Hz. Âdem’den önce insanlar olsaydı yüce Allah, “Ben bir
Çünkü, eğer Hz. Âdem’den önce insanlar olsaydı yüce Allah, “Ben bir halife yaratacağım.” demez ve meleklerin sorusuna, “Onlardan daha iyi/onlar gibi olmayacak bir halife –insan– yaratacağım.” buyururdu.
[17] Âyetteki “secde edin” lafzı için “ibadetteki secde olmayıp Allah’ın emrine itaatle Hz. Âdem’e saygı ve hürmet anlamındadır” diyenler vardır (Zuhaylî (Tefsîr), s. 7).
[18] İblis; aslı cinlerden olup şeytanların başıdır. Allah’ın varlığını inkâr etmediği halde O’nun kesin emrine rağmen aklını, bilgisini ve gururunu esas alarak büyüklenip itiraz etti. Hikmeti kavramadığından kendi fikrini öngörüp dikbaşlılık etti. Bu hali onu kâfir ve nankör yaptı ve bundan dolayı lanetlendi. Bu tavır, insanlarda da bir şeytanlaşma örneğidir. [bk. 36/60-61; 38/74-83]
[19] İsrâil, Hz. Yakub’un lakabıdır.
[20] İslâm’a uygun olmayan söz ve hareketler batıldır. Eğer hak olan batıla bulanır, ona karıştırılırsa, hak anlaşılmaz, batılın içinde özelliğini kaybeder ve insanlar da haktan saptırılmış olur. Diğer taraftan bu, “batılı da hakla süslemeyin, altında hak var diye batılı cazip göstermeyin” demektir (İbni Teymiyye, s. 52; Elmalılı, I, 285). Yahudiler, Tevrat’taki bazı hükümleri değiştiriyorlar ve kendi uydurdukları batıllara “hak (doğru) bu” diyorlardı.
[21] Âyet-i kerîmede önce “namaz kılın” denildiği halde tekrar “rükû edenlerle beraber rükû edin”
[21] Âyet-i kerîmede önce “namaz kılın” denildiği halde tekrar “rükû edenlerle beraber rükû edin” buyurulmasında namazın cemaatle kılınmasına ayrıca önem verilmesi gerektiğine işaret vardır (Beydâvî; Râzî, II, 475; Hazîn, I, 43; Cezîrî, I, 405-406). Yahudiler ve hıristiyanlar namazlarında, kıyamdan sonra doğrudan secdeye giderlerdi. Bu ifade ile onlardan İslâm’ın öngördüğü gibi namaz kılmaları istenmiş olmaktadır. [bk. 3/71; Elmalılı, I, 337]
[22] Hz. Musa Tûr dağına gidince, o gelinceye kadar içlerinde bulunan Sâmirî, altınları eriterek bir buzağı heykeli yapıp İsrâiloğulları’nı törenle bu buzağı şeklindeki heykele taptırmıştı. [bk. 7/148-155; 20/85-98]
[23] Tefsirlerde âyet-i kerîmedeki “Nefislerinizi öldürün.” emri iki şekilde ifade edilmiştir: a. İçinizde dinden çıkanlarınızı öldürün (Beydâvî; Kurtubî; Merâğî, I, 20). b. Nefislerinizi ıslah ederek öldürün (Beydâvî). Çünkü âyette nefisle mücadelenin, kötü duygularını öldürmenin lüzumuna da işaret vardır.
[24] Elmalılı, I, 357.
[25] Kudüs, Şittim veya Eriha.
[26] Kendilerine söylenen tevbe mânasındaki “hıtta” kelimesini, buğday anlamına gelen “hınta” kelimesi ile değiştirip akıllarınca Allah’ı ve bu emri alaya aldılar.
[34] Çünkü son din İslâm geldikten sonra artık hiçbir din makbul değildir (3/85). Eğer onların imanı ve ameli kabul olsaydı Hz. Peygamber (sas.), onları davetle uğraşmazdı. [bk. 3/85; 5/69; 7/157-158; 8/38; 22/17]
[35] Müslümanlara cuma vaktinde alışverişin yasak olması gibi, yahudilere de Cumartesi günü balık avlamak yasaktı. Onlardan bu yasağı dinlemeyenler ceza olarak maymuna dönüştüler. Maymuna dönüşen bu grup rivayete göre üç gün sonra da helak oldu. Hayvanlardan insan olmamıştır ama böyle maddeten veya mânen hayvanlaşan insanlar çok olmuştur.
[36] Âyetin son cümlesini: “Eğer Allah dilerse (istenilen şeyde mutlaka) doğruyu buluruz.” şeklinde tercüme etmek de mümkündür. Sonraki âyet de bu anlamı vermeye daha uygundur.
[37] Veya, (düşman elinden) size esir olarak gelirlerse fidyelerini verip kurtarıyorsunuz.
[38] bk. 3/48-49.
[39] Hz. İsa ve Hz. Muhammed’i (sas.) yalanladılar. Hz. Zekeriya, Hz. Yahya ve Hz. Şa’yâ’yı da öldürdüler.
[40] Bu âyetten anlaşıldığı üzere Allah’ın gönderdiği son peygamber ve Kur’an’a inanıp kabullenmedikçe yahudi ve hıristiyanların imanları geçerli değildir. [bk. 7/157]
[41] Âyette bu kelime “içirildi” olarak geçmektedir; fakat Türkçe’de genelde “işledi” şeklinde kullanılır. ”Sızısı içime indi, içime işledi” gibi.
[42] Çünkü yahudiler, Tevrat’ta değişiklik (tahrifat) yapmışlar ve bazı peygamberlerini öldürmüşlerdi. [bk. 2/61; 4/46; 5/41]
[43] Buradaki “mâ” harfine, Ebû Müslim nefiy (olumsuzluk) anlamı vermişse de ona karşı yeterince reddiye yazılmıştır.
[44] Âyetteki: “Ey iman edenler!” lafzı Kur’an’da 88 yerde geçmektedir. Tevrat’ta ise: “Ey miskinler!” diye hitap edilmiştir. Nihayet meskenet (miskinlik) onların damgası olmuştur (Elmalılı, I, 374).
[45] Çünkü yahudiler ağızlarını eğip “i” harfini aşağı çekerek alay mahiyetinde İbranice kötüleme anlamındaki bir kelimeye benzeterek “râ‘inâ” (ey çobanımız, ey ahmak, bizim en kötümüz) şeklinde söylerlerdi. Burada Hz. Peygamber’e ve Kur’an’a karşı saygısız ifade şekillerinden kaçınmaya da işaret edilmektedir.
[46] Münâfıklar da kâfirler grubundandır.
[47] Nesih: Allahu Teâlâ’nın, uyguladığı tedricî/pedagojik bir eğitim metodu ile dinler ve hükümler arasında yaptığı bazı değişikliklerdir. İslâm, önceki dinleri, dinler arası nesihle
hükümler arasında yaptığı bazı değişikliklerdir. İslâm, önceki dinleri, dinler arası nesihle hükümsüz bırakmış, âyetler arası nesih de aynı konudaki bir hüküm için yeni bir açıklama getirip bu husustaki son hareket tarzını belirtmiştir. Genel olarak, yürürlüğe giren bu son âyet, bazen bir hükmün müddetini beyan, bazen de takyîd etmiş (sınırlama getirmiş)tir. Hem de yüce Allah nesihle kullarının itaatini ölçmektedir. Çünkü neshin imkânsızlığını gösterecek hiçbir delil yoktur (Cessâs, I, 50). (bk. 16/101; ayrıca krş. 4/15 ile 24/2; 4/43 ile 5/90) Bu âyetin sonunda ve diğer âyetlerin başındaki “bilmez misin” ifadesi “bilmedin mi” kalıbıyla gelmiştir. Fakat Türkçe ile maksadın daha iyi anlaşılması için bu ifade kullanılmıştır.
[48] Başlangıçtaki bu uygulama Tevbe sûresinin 5. ve 29. âyetleriyle neshedilmiş ve cihada izin verilmiştir.
[49] Râzî, III, 355-358.
[50] Kurtubî, II, 301.
[51] Yahudi ve hıristiyanlardan müslüman olanlar. [krş. 4/162]
[52] İbni Kesîr (Sâbûnî), I, 117.
[53] Hükümleri ve uygulamasını.
[54] Hz. İbrahim zât ve sıfatlarında, hüküm ve hâkimiyetinde tek olan, âlemlerin Rabbi Allah’a bütün benliğiyle teslim olmuş, bunun aksine hiçbir varlığı yüceltmemiştir. Bundan dolayı onun dinine “Hanîf dîni” denmiştir. [bk. 3/95]
[55] bk. 2/113, 120.
[56] Allah’ın boyasıyla yani İslâm ile boyanmak demek şirk, küfür, nifak, büyüklenme ve benzeri pisliklerden arınmak; hayat tarzını, Kur’an’a/İslâm’a göre düzenlemek ve onu öze/temele yerleştirmektir.
[57] Resûlullah Medine’ye hicret ettiği zaman 16-17 ay Kudüs’e yönelerek namaz kılmıştı. Bunun üzerine yahudiler kendilerine pay çıkararak şımardılar, münâfık ve müşrikler de ileri geri laf etmeye başladılar: “Muhammed nereye yöneleceğini bilmiyor.” dediler. Cenâb-ı Hak da Resûlü’nün niyazı üzerine aşağıdaki âyetlerle Kâbe’ye dönülmesini emretti.
[58] Âdil olma vasfı Buhârî’nin ifadesidir (Zebîdî, XI, 63). Vasat (dengeli) ifadesi; orta, ifrat ve tefritten uzak, mûtedil, hayırlı, âdil ve mümtaz gibi anlamlara gelir. [bk. 3/110]
[59] Çünkü Resûlullah’ın her iki kıbleye yöneleceği kendi kitaplarında yazılı idi.
[60] İnat ve taassup, nefsin imanla terbiye edilmeyişinden ve Allah’a tam teslim olmayışından ileri gelir.
[61] Yani yahudiler: “Muhammed dînimizi terkediyor fakat kıblemiz Kudüs’e yöneliyor.”; müşrikler de: “Ceddi olan Hz. İbrahim’in kıblesini bırakıp yahudilerin kıblesine dönüyor.” dediler. Bunun gibi İslâm’a uymayan İslâm dışı her grubun da gönlünce yöneldiği bir yönü vardır ki müslümanları da Allah’ın yönünden ayırıp kendi yönlerine çevirmek için gayret sarfederler.
[62] Bir toplum bir insana hayran oldu mu onu yüceltip kutsallaştırır ve (neredeyse onu) tanrı mertebesine çıkarır. Bazen de eşyayı kutsallaştırır. Artık bunlar eleştirilemez (Kösemihal, s. 134). Çünkü onlar artık tabulaşmış/putlaşmış olup yapılan her mühim iş ve harekette ona karşı tapınma edâsıyla bağlılıklarını sunarlar. Bu sosyolojik olay, ateistlerde ve ilkel (klan) kabilelerde daha yaygın halde idi. Bir kimse birini veya bir şeyi Allah için değil de onları Allah yerine veya Allah gibi severse/Allah gibi sevgi gösterirse, şirke düşmüş ve kendine zulmetmiş olur. [krş. 58/22]
[63] Yüce Allah’ın gönderdiği son din İslâm’a ve O’nun kitabına uymayan bütün sistem, örf âdet ve gelenekler batıl olup, Allah katında makbul değildir ve sonu hüsrandır. [bk. 2/138; 3/83; 5/50; 43/22]
[64] Veya: (Hakka çağırıldıkları halde anlamayan) kâfirlerin hali, (çobandan) bağırtı ve çağırtıdan başka hiçbir şey duymayan (hayvan)ların haline benzer.
[65] Resûlullah (sas.) âyetteki ‘habâis’ (pis şeyleri) açıklarken bunların dışındaki eti yenmeyen hayvanları bildirmiştir. Bunlar da hadis ve fıkıh kitaplarında mevcuttur [krş. 7/157]
[66] Yahudi hahamları, âhir zaman peygamberinin vasıflarını ve geleceğini haber veren âyetleri bile bile gizliyorlardı. [bk. 2/ 146]
[67] Önceki hıristiyanlar, doğuya; Medine ve çevresindeki yahudiler ise kuzeybatıya düşen Beyt-i Makdis’e yüzlerini dönerek ibadet ediyorlardı. Müslümanlar da Kâbe’den önce Beyt-i Makdis’e veya uygun gelen cihete dönüp ibadet ediyorlardı. Burada gerek böyle, gerek namazda selam verirken yüzü doğu ve batıya çevirmek de kastedilmektedir.
[68] İslâm hukukuna göre; kasten öldürülenin vârisi hem kısası, hem de diyeti (kan bedelini öldürene) bağışlayabilir. Bu takdirde olayın bir amme suçu sayılması dolayısıyla, devletin bunu ta‘zir yoluyla takdir ettiği daha hafif bir ceza ile cezalandırma yetkisi vardır. Tevbe etmeyenlerin âhiret cezası bâkîdir. [bk. 5/33; 17/33]
[69] Bu konuda geniş bilgi için bk. Feyizli, s. 13-36.
[70] Kur’an’ın indirildiği Kadir gecesi, dünyanın/insanlığın aydınlanma gecesi olarak daima kutlanacaktır.
[71] Peygamber Efendimiz, “Hilâli görmekle orucu tutun, hilâli görmekle iftar (bayram) edin.” buyurmuştur. Bir kimse, kendisi hilâli gördüğünde veya âdil bir kişi gördüğünü söylediğinde oruca başlar. Eğer İslâm hükümleri geçerli olan ve gecesi aynı geceye rastlayan ülkelerin birinde, şahitlerin şehadetiyle hilâlin görüldüğüne hâkim hüküm vermişse bütün müslümanlara aynı gecenin sabahında oruç tutmaları veya bayram yapmaları farzdır. Böyle değil ise hilâlin görülüşüne göre amel edilir. Sadece fen bilginlerinin hesabı (takvim) kâfî değildir. Mezheplerin
görülüşüne göre amel edilir. Sadece fen bilginlerinin hesabı (takvim) kâfî değildir. Mezheplerin ittifakı da bu görüş üzeredir (Cezîrî, I, 448, 451; Fetâvâ-i Hindiyye, II, 209; Ali el-Kârî (Mirkât), V, 502).
[72] Mevdûdî, I, 149.
[73] “Kumar, hırsızlık, dolandırıcılık, cebir, çapulculuk, emanete hıyanet gibi haksız yollarla mallarınızı yemeyin.” demektir. Âyette geçen “haram yollardan” ifadesinden maksat ise yalancı şahitlik, yalan yere yemin ve rüşvettir.
[74] “Evlere kapılarından girin (başka yerden girmeyin.” ifadesi sosyal yönden de bir terbiye ve ahlâk kuralı içermektedir. [Aynı zamanda bir eve izinsiz girilmemesi konusunda bk. 24/27-28; 33/53]
[75] Geçen senenin Zilkâde ayı bu senenin ayına denktir.
[76] Savaş yapılması haram olan aylar; Muharrem, Receb, Zilkâde ve Zilhicce aylarıdır.
[77] Bu âyette, malı israf etmenin, Allah yolunda (din uğrunda) harcamamanın helake ve azaba sebep olacağı bildirildiği gibi bunun dışında bazı şeylerin de helake sebep olduğu hakkında sahabe fetvaları vardır. Buna dayanılarak kendi canına kıyma, bile bile kendine zarar verecek bir hareket ve eylemde bulunma veya sonunda vücuda/sağlığa zarar veren şeyler başta keyif verir
hareket ve eylemde bulunma veya sonunda vücuda/sağlığa zarar veren şeyler başta keyif verir gibi olsa da, bu âyetteki yasak hükmüne dahil edilmiştir (İbni Kesîr (Çetiner), III, 768-769; Mehmed Vehbi, I, 334-337). [bk. 4/29; 88/6-7]
[78] İbni Kesîr (Sâbûnî), I, 174.
[79] Şevvâl, Zilkâde ayları ve Zilhicce’den on gün.
[80] Cessâs, I, 309.
[81] Arafat’taki vakfe (durma); haccın rükünlerinden olup Arefe günü zevâl vaktinden, Kurban bayramının birinci günü tan yeri ağarıncaya kadar herhangi bir zamanda yerine getirilir. Kureyş ve dini Kureyş ile aynı olan bazı müşrik kabileler, Müzdelife’de vakfe yaparlardı (Zebîdî, IX, 55).
[82] Teşrik günleri, Kurban bayramının ikinci gününden başlar, dördüncü günü ikindi vaktine kadar devam eder. Teşrik tekbirleri ise Arefe günü sabah namazında başlar, dördüncü günü ikindi vaktine kadar devam eder.
[83] Bu âyet münâfıklardan Ahnes b. Şurayk hakkında indi. Bu kişi, tatlı dilli olmakla birlikte, cânî ruhlu bir kimse idi. Mekke’nin fethinden sonra müellefe-i kulûbdan sayılıp ganimetten kendisine pay ayrıldığı, sonraları İslâm‘dan tekrar çıktığı kaydedilir.
[84] İbni Kesîr (Sâbûnî), I, 184-185.
[85] Kurtubî’ye göre bu âyet, İsrâiloğulları’nı, bütün insanları ve Allah’ın bütün nimetlerini içine almaktadır. Buradaki nimet ise Hz. Muhammed (sas.) ve İslâm’ın kaynağı Kur’an’dır. Bu nimeti değiştirmek ise Hz. Peygamber’i tasdik etmemek, onun bildirdiklerine –bir kısmına dahi olsa– kasten uymamak, onları yerine getirmemektir (Kurtubî, III, 161).
[86] Bilâl, Süheyb ve Ammâr (r.anhüm) gibi.
[87] İslâm’da savaşta bile aşırı gidilmez; harp etmeyenler, kadınlar ve çocuklar öldürülmez. [bk. 2/190-193; 8/36]
[88] Bu hüküm 9/122. âyetle tahsis edilmiştir.
[89] Bu âyet-i kerîme, yüce Allah’ın içkiye müptela insanları uyarmasının pedagojik merhale olarak ikincisidir. Birtakım insanlarca, içkinin bazı faydaları var gibi düşünülüyorsa da, gerek içki ve gerekse kumarın fert ve topluma zararının, kötülüklerinin ve günahının daha büyük olduğuna dikkat çekilmektedir. Çünkü içkinin yasak edilmesi, hemen kesin olsa idi, içki müptelası insanların onu birdenbire bırakması zor olacağından nefsin emri öne çıkar Allah’ın emri geriye bırakılabilirdi. Bu kadarki uyarıdan bile, elbette, aklını kullanan bir mü’min, zarar ve günahı daha büyük olana yanaşmayacaktır. [bk. 16/67; 4/43; 5/90-91]
[90] Buhârî ve Müslim’de yer alan bir hadîs-i şerîfe göre bir müslümanın kanı şu üç şeyden biriyle
[90] Buhârî ve Müslim’de yer alan bir hadîs-i şerîfe göre bir müslümanın kanı şu üç şeyden biriyle helal olur: a. Evlendikten sonra zina ederse. b. Kasten bir mü’mini öldürürse. c. Mürted olursa; yani bilerek dinden çıkacak söz ve harekette bulunup da, teklif edildiği halde tevbe etmez, imana döndüğünü açıklamazsa (Muhammed Fuad (Lü’lü’), hadis no: 1091). Bu suçlar cemiyeti yıkan suçlardır. İslâm’a göre öldürme kararı ise ancak, yetkili merci olan hâkim tarafından verilir. [bk. 8/36; 4/76]
[91] Cariyeler, harp esiri olup devlet emîri tarafından savaşçılara ganimet olarak verilen kadınlardır. Çoğunlukla metres durumunda değil; kocaları ölmüş hizmetçi kadın konumundadırlar ve iffetlidirler. İslâm hukukuna göre, bu durumdaki bekâr cariyeler, ya kendi durumundaki erkek bir köle ile veya hür bir kadınla da evli olmayan hür bir erkekle sahibinin izniyle evlenebilirler. Fakat bu sistem bitmesine rağmen çağdaş görünümlü gönüllü cariyelerin, nikâhsız/metres veya zevk ve serüven düşkünü kadınların ortaya çıkması çok üzücü bir haldir. (bk. Akgündüz, s. 151-155; Molla Hüsrev, Dürer, I, 340) [krş. 4/24; 24/32; 33/59 ve dipnotu]
[92] Mâide sûresi 17, 72-73 ve 89 ile Tevbe sûresi 30. âyetlerde belirtilen özelliklerdeki Ehl-i Kitab olan (hıristiyan ve yahudi)ler de şirk içinde kâfir olmalarıyla nikâhta bu genel hükme dahil edilmişlerdir. [bk. Âlûsî, II, 179]
[93] Kadınlar, zevk aracınız değil nesil yetiştiren tarlanızdır. [krş. 4/24, dipnot 2] Kadınla cinsel beraberlik sırasında uygun sevgi davranışlarıyla bedenî ve rûhî ön hazırlık, besmele ile de mânevî hazırlık yapın ve soyunuzun devamı için de çocuklar yetiştirin (Sahîh-i Buhârî (Sofuoğlu), I, 156; Mevdûdî, I, 136). [bk. 2/222]
[94] Yahudiler, hayız halinde kadınlarla meşru olmayan yerinden temasta bulunuyorlardı.
[95] bk. Bilmen, Istılâhât, II, 189, 202-203, 226.
[96] Buhârî (Tecrid), XI, 381. 2/229. Âyetin açıklamasında geçtiği üzere erkek kadını bir veya iki ric‘î talak ile boşamışsa, iddet müddetinin sona ermemesi lazımdır. Yoksa bu boşama, her birinde beynûnet-i suğrâ ile ba‘în olur/kesinleşir. Bu bâinleşen talakın her birinden sonra evliliğin devamı isteniyorsa kadının rızası ile yeni bir nikah gerekir. Çünkü eşi kendisine artık haram olur. (Bilmen, Istılâhât), II, 226-227). Ancak beynûnet-i kübrâ ile yani üç kez veya üçüncü kez boşanmış kadının, başka biri ile sahih bir evlilik geçirip ondan da bir kasıt ve hile olmaksızın boşandıktan sonra ancak yeniden nikahla 230. âyet gereğince önceki kocasına dönmesi caiz olur.
[97] (Hazîn, I, 158; Nesefî (Medârik), I, 117). Mâ‘kıl b. Yesâr’ın (ra.) kız kardeşini, kocası ric‘î talakla boşamıştı fakat iddeti içinde sözünden dönmedi. Kadının iddeti bitmesine ve talakın ba‘înleşmesine yani artık pişmanlık ve dönüşün imkânsızlaşmasına rağmen, karı koca aralarında nikâh akdi için yeniden anlaştı. Fakat Mâ‘kıl (ra.) buna razı olmadı. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme geldi. Çünkü onu ‘Beynûnet-i Kübrâ’ ile boşamamıştı. Bu yüzden Hz. Mâ‘kıl (ra.), kız kardeşinin kocasını çağırdı ve onları yeniden evlendirdi (İbni Kesîr (Sâbûnî), I, 210-211; Buhârî, “Tefsîr”, 2/40). Diğer bir bâin şekli şöyledir: Bir kimse karısını, bâin (kesin) boşama ifade eden “Sen bâinsin, seni boşadım, sen benden boşsun, seni terkettim, bıraktım, çık git.” gibi lafızlarla boşarsa, bu boşama ric’î olmaz, bâin olur (Bilmen, Istılâhât, II, 187-189)
[98] Eşi ölmeyip boşananlar için ise bekleme süresi üç aydır (Buhârî, “Tefsîr”, 2/65). [bk. 65/4]. Hamile olanlar için bekleme süresi yine doğum anında biter. Cariyeler için ise yarım iddet iki temizlik süresidir.
[99] Bu usul, Allah’ın belirlediği bir edep ve terbiyedir. İddetini bekleyen ve kendisiyle evlenmek istenilen kadına, “sen çok iyi, sâliha bir hanımsın, senin gibisi az bulunur, seni beğeniyorum” gibi tâciz etmeksizin bir iki üstü kapalı söz söylenebilir; açıkça evlenme teklifi yapılmaz. Bu noktadan hareketle gerek flört olayı, gerek şartlı ve bir müddet için nikâhlanma da gayr-i meşrudur.
[100] Gizlice buluşmalar ve batıl (modern) tâbiriyle flört hayatı, asla İslâmî değildir; haramdır. Bu da sağlıklı akılla değil, hissî/duygusal dürtülerle yaşayanların halidir.
[101] Halvet-i sahîha da buna dahildir. Yani cinsel ilişkiye herhangi bir engel olmaksızın müsait zemin ve yeterli zaman içinde gizli veya kapalı bir yerde bir kadınla başbaşa kalmak da mehir ödeme bağlamında, cinsî temas hükmünde sayılmıştır; mehrin tamamı kadınındır. Ancak gerek zifaf, gerek halvet-i sahîhada hastalık ve benzeri ciddi bir engelden dolayı temasta bulunmamışsa o zaman kadın mehrin yarısını alır. (Kurtubî, XIV, 228; Zuhaylî (Fıkh) VII, 235; Cezerî, IV, 108)
[102] Halvet-i sahîha da buna dahildir. Yani cinsel ilişkiye herhangi bir engel olmaksızın müsait zemin ve yeterli zaman içinde gizli veya kapalı bir yerde bir kadınla başbaşa kalmak da mehir ödeme bağlamında, cinsî temas hükmünde sayılmıştır; mehrin tamamı kadınındır. Ancak gerek zifaf, gerek halvet-i sahîhada hastalık ve benzeri ciddi bir engelden dolayı temasta bulunmamışsa o zaman kadın mehrin yarısını alır. (Kurtubî, XIV, 228; Zuhaylî (Fıkh) VII, 235; Cezerî, IV, 108)
[103] “es-Salâtü’l-vustâ” “hafizû” fiilinin özellikli diğer mef‘ûlüdür. “Vustâ” kelimesi, “evsat” kelimesinin müennesi olup orta ve en hayırlı anlamına gelir. Resûlullah (sas.) Hendek gazvesinde: “Orta namazdan yani ikindi namazından bizi güneş batana kadar alıkoydular, Allah onların evini ateş doldursun!” buyurmuştur. (Muhammed Fuad, I, Bab 36/365-366). Ayrıca, “Vustâ namazı, ikindi namazıdır.” buyurmuştur. Sahabenin ekserîsi ve tâbiînden çoğunluğunun görüşü de bu şekildedir. Bunun dışında namazların önemi için orta namazının sabah namazı veya beş vaktin her biri olduğu hakkında görüşler de vardır (Bu âyet için bk. Beydâvî; İbni Kesîr (Sâbûnî), I, 167; Elmalılı, II, 125-127; Taberî, II, 342-346; Ukberî, s. 100, Râzî, V, 291; Müslim, “Mesâcid”, 629).
[104] Bu âyetteki, “kadına bir yıllık bakma mecburiyeti” 2/234. âyette dört ay on güne indirilmiştir. Mücahid’e göre evde oturmayı ve nafaka almayı tercih etmişse, yine bir senedir.
[105] Vebâ salgınından kaçan İsrâiloğulları.
[106] Sekiz gün (Mukâtil, s. 106).
[107] Tâbût, Hz. Musa’nın savaşlarda ordunun önünde bulundurduğu bir sandıktı. Asker bundan mânen kuvvet alır, harpten kaçmazdı (Kurtubî, III, 249; Suyûtî, ed-Dürrü’l-mensûr, I, 758; Elmalılı, II, 831).
[108] Yahudi ileri gelenlerine göre iktidar ancak servet sahiplerinin elinde olmalı idi. Bu âyette ise iktidar sahibinin ehliyete, mânevî güce sahip, ilim sahibi ve cesaretli olması gerektiği vurgulanmaktadır.
kulu olmaya zorlayan kimseler için kullanır. Allah’a isyan üç derecede olabilir: 1. Bir kimse Allah’ın kulu olduğunu kabul eder, fakat pratikte O’nun emirlerinin aksini yaparsa buna fâsık denilir. 2. Bir kimse Allah’tan ilgisini keser ve başka birisine bağlanırsa o zaman kâfir olur. 3. Allah’ın hükümlerini beğenmeyerek onu uygulamaya mânî olan ve O’nun kullarını kendi emirlerine ve yoluna boyun eğmeye zorlayan kimse tâğûttur. Böylece, Allah’ın emirlerini engelleyip insanları kendisinin istek ve emirlerine sevk eden tâğût; nefis, şeytan, rahip, liderler, kral ve benzerleri, herhangi bir şahıs da olabilir ki yüce Allah bu tâğût belasından kaçınmayı emretmiştir (16/36, 39/17-18). Bu nedenle bir kimse tâğûtu reddetmedikçe gerçekten Allah’a inanmış sayılamaz. Çünkü tâğûtlar, kendilerini ilâh yerine koyup Allah’ın dinine alternatif bir din koyarlar ve ona itaat ettirmek isterler. Fakat mü’minin kalbinde hak ile batıl asla uzlaşmaz (Mevdûdî, I, 160).
[114] Meşhur kavle göre Hz. Üzeyr’dir (Elmalılı, I, 884).
[115] Üzeyr (as.), Kudüs’ün, M.Ö. 586 yılında Buhtunnasr tarafından tahrip edilmesinden yıllar sonra, götürüldüğü Bâbil esaretinden kaçıp tekrar geldiğinde, “Bu yıkılıp ölmüş şehir, tekrar eskisi gibi nasıl yapılıp dirilecek?” demişti.
[116] “Fesur hünne” lafzındaki (sâd)ın kesre ile okunuşu da vardır ki buna göre de, kesme mânasını ihtiva etmektedir (Palevî, s. 37; Sicistanî, s. 96).
[117] Bu âyet-i kerîmede hem Hz. İbrahim’in düşüncesini hür olarak söylemesinin, hem de O’nun şahsında bütün insanlara -meydana gelen mucize şekliyle- diriltme olayının örneği verilmiştir.
[118] İslâm öncesinde Araplar ziyafet verirler, çeşitli cömertlik gösterileri yaparlar ve elindeki avucundakinin tümünü o gün harcarlardı. Bununla övünürler, şairler de bunları şiirlerle överlerdi. Bu cömertlikleri nisbetinde de asillik ve şeref pâyesi ile taltif edilip bununla gururlanırlardı. İşte İslâm bu hususta bir dönüşüm gerçekleştirdi: Cimriliği yerdiği gibi, üstünlük ve şerefin de Allah’ın emrine uygun yaşamakta ve O’nun rızasını kazanmakta olduğunu, O’nun rızası yolunda olmayan, gerek gösteriş gerekse inançsızlık içindeki harcamaların hiçbir değeri olmadığını ilan etti. Aynı zamanda âyet-i kerîme; gösteriş, başa kakma veya kendisine hizmet ettirme durumunda, verilen sadakaların boşa gideceğini de bildirmektedir. [bk. 17/26-27]
[119] İhlasla yapılan amellerin sevâbı da böyledir.
[120] Âyet-i kerîmedeki “hikmet” kelimesini İbni Abbas (ra.); “Helal ve haram ilmi ve Kur’an tefsiri” ile izah etmiştir ki bu da şer‘î ilimleri bilmek demektir. Aynı zamanda hikmet derin ve yararlı bilgiler olup işe yaramayan birtakım felsefî nazariyeler değildir. Kendisine hikmet verilen kimse; Kitab’ı, sünneti ve ilgili ilimlerin inceliklerini bilip düşünür, bütün iş ve sorumluluklarını noksansız onlara göre yerine getirir. Nefse uygun düşüncelerden, iş ve hareketlerden bütün günah ve kötülüklerden uzak kalır. İşte bunlar kendisine hayır verilmiş hikmet sahibi kimselerdir. [bk. 3/164, 16/44]
[121] Bu âyet-i kerîme, kendilerini Allah yolunda ilme ve cihada adamış
[121] Bu âyet-i kerîme, kendilerini Allah yolunda ilme ve cihada adamış olanlar hakkında nazil olmuştur.
[122] Bk. 83/1-17; 4/29; Buhârî, “Buyû”, 26; Müslim, “İman”, 43, 164, 220.
[123] Bu iki âyet, faizde üçüncü aşamadır. Görüldüğü gibi bu âyetlerde her türlü faize kesin yasak getirilmiş, faizde ısrar etmenin ise Allah’a (cc.) ve Peygamber’e (sas.) karşı savaş açmak olduğu ifade edilmiştir. Allah’a ve Peygamber’e inanan bir kimse için bu dehşet verici bir ifadedir. [bk. 3/130; 30/39]
[124] İbni Abbas’a göre en son nazil olan âyettir. Bakara sûresinde bulunan tek Mekkî âyettir. Vedâ Haccı’nda Mekke’de nazil olmuştur.
[125] Celal Erbay, s. 90-93.
[126] Mecelle, md. 8; Cessâs, I, 700-701; Elmalılı, II, 261-262.
[127] Ya da şahitliği gizlerseniz (Kâsımî, s. 32; Semerkandî, I, 318).
[128] Buhârî’nin rivayet ettiğine göre, bu âyet 286. âyet ile neshedilmiştir.
[129] Hadîs-i kudsî’de yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Bir kimse bir iyilik yapmaya niyet eder onu
[129] Hadîs-i kudsî’de yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Bir kimse bir iyilik yapmaya niyet eder onu yapamazsa ona tam bir iyilik, eğer yaparsa on iyilikten, yedi yüz hatta daha fazlasını yazarım. Bir kötülük işlemeyi düşünür de yapmazsa bunu, onun için yazmam; eğer yaparsa bir kötülük (bir mislini) yazarım.” (İbni Kesîr (Çetiner), III, 1130)
[130] Peygamberler arasında, ancak derece bakımından üstünlük vardır. Bilinen peygamberlerin birine inanmayan kimse, Allah’a da iman etmiş sayılmaz. [bk. 2/253; 17/55; 21/107]
[131] İyilikleri düşünmenin bile bir ecri vardır.
[132] “Âmene’r-Resûlü” diye bilinen bu iki âyetin, Peygamber Efendimiz’e Miraç gecesinde vasıtasız olarak vahyolunduğu rivayet edilmektedir. Bu iki âyet hadislerde övülmüş, her zaman ve özellikle yatmadan önce okunması tavsiye edilmiştir. “Bakara sûresinin sonundaki iki âyeti geceleyin okuyan kimseye (o gece için) bunlar yeter.” (Riyâzü’s-sâlihîn, 1019; İbni Kesîr (Sâbûnî), I, 258). Bu iki âyet, ilâhî emirler karşısında mutlak itaate yönelen mü’minlerin inançlarındaki sadâkati, mü’minlerin vasıflarını, konumlarını ve Allah’ın adaletini ifade etmektedir. Ayrıca mü’minlere Rablerinin celâline uygun nasıl dua edeceklerini de öğretmektedir. Hz. Ömer ve Hz. Ali’nin her birinin ayrı ayrı, “Akıllı bir adam görmedim ki Bakara sûresinin sonundaki iki âyeti okumadan uyusun.” dedikleri nakledilir. (Elmalılı, II, 1008; Zebîdî, II, 71-72).
İstihbarat Güč unsuru ne olmalidir?
Beyin ve zikin kontrol operayonlarinin nasil yürüdügü
İstihbaratcilarin insan gücü okuam yönünde eğitildiği,
Başlica istihbarat tekniklerinin neler olduğu,
Sivil,siyasi ve aseri istihbaratin ne olduğu,
Uzaktan ucak kontrolü mucizsinin ne olduğu,
Uzayda kac casus uydu olduğu
Ekonomik, sosyal teknolojik istihbaratin nasil isledigi
Koblolu telefonlarla dinlemenin nasil yapildigi
Bilimsel siber biyografik istihbaratin nasil yapildigi
Takip, tarassut, adam kullanma yollarinin durumu,
Provakasyon ve dezanformasyon yontemlerinin nasili
Turk istihbarat teskilatinin nasil sekilledigi
Turkiye de asker, istihbarat ve MİT iliskileri meselesi,
İstihbarat orgutlerinin Turkiye ve Dunyadaki konumu
Libyanın güvendiği dağlara kar yağmış, Sovyetler Birliği onu Amerika karşısında bile bile, haberli ve danışıklı olarak yalnız bırakmıştı.
İlim Sanat Panzehir Başmakaleleri
sy.35.
Kimimizde petrol, kimimizde gıda, kimimizde ilim ve teknoloji,kimimizde jeopolotik üstünlük,kimimizde nüfus potansiyeli, kimimzde finans gücü var;birleştiğimz zaman dünya nüfusunun dörtte birini teşkil eden en kalabalık en zengin,en kuvvetli, en adaletli, en insancıl bloğu teşkil edeceğiz.
Esad Coşan
Başmakaleleri sy.35,36.
Cehaleti, adaveti, inadı, çekişmeyi, çatışmayı, bölünmeyi, şahsi menfaati, düşmanın oyununa alet olmayı, hasmı dost edinip beslemeyi, desteklemeyi...bir yana bırakmalıyız.
Esad Coşan hoca.
Başmakaleler.sy.36.
Aciz olanın ketm olunur hakk-ı sarihi.
Ketm.saklamak.Gizlemek.Sır tutmak.Söylememek.
Hakk-ı Sarih.Açık ve ortada olan doğru.
İlim ve sanat panzehir dergileri Başmakaleleri.
sy.37.
Günümüz olaylarının kökleri yakın tarihtedir.Osmanlı devleti kimler tarafından, nasıl ve niçin parçalanmıştır? Dünyada hakim gizli ve aşikar güçler hangileridir? Bunlar kimleri ve hangi yolları kullanırlar?Asıldüşman ve gerçek dostlar kimlerdir?
Başmakaleler sy.58.
Kimlere itimat edebilir ve kimlerle iş birliği yapabiliriz? Bu ve benzeri soruların cevaplarını doğru olarak tespit etmezsek büyük yanılgılara düşebiliriz.Onun için günümüzle bağlantılı yakın tarihi ve dünya konjonktürünü iyi bilmeye çalışmalıyız.
İlim sanat Panzehir dergileri Başmakaleleri.sy.58.
Bozuk aletle kusursuz şey yapılmaz.
Risale-i Nur.32.Söz
Cennette bir dakika rü'yet-i cemal-i ilahi,bütün Cennet lezaizine faiktir.
sy.571.
Bir şeye samimiyetle inanan insan, menfaatlerinin kılavuzluğu ile hep ilerleyen 99 kişiye bedeldir.
Cumhuriyet Tarihi cilt 1.sy.370.
Bazen insan gitmek,gerçekten geri gitmek zorunda kalır,ancak o ana kadar nasılda geldiğini anlamak ve de sonra ileriye gitmek içi der...
Eğilip insanları yerden kaldırmak kadar insanın kalbine iyi gelen bir antreman yoktur.
Cumhuriyet Tarihi
Devletin yükselmesinde de, düşmesinde de her bireyin sorumluluğu vardır.
İnsanı ihtiyarlatan geride bıraktığın yalların çoğunluğu değil,ideal yokluğudur...
Cumhuriyet Tarihi.
Mal kaybeden bir şey kaybetmemiştir.
Onurunu kaybeden çok şey kaybetmiştir.
Cesaretini kaybeden herşeyi kaybetmiştir.
Cesaret veren öyküler
En kötü kul, isteklerine esir olup da sapıtandır.
Büyüklük taslayan kimselere hatalarını,düşüklüklerini söyleyiniz.
Sana hainlik edene hainlik etmeceksin.
En Güzel Sözler Unutulmaz Özdeyişler
Üç şey kimsede bulunursa Allah c.c.onu korur ve ona rahmet eder.
a) Bir nimet verildiği zaman şükür ederse
b) intikam ve ceza yerine af ederse
c) Öfkelendiği zaman kendine hakim olursa.
Hadis -i Şerifler.
En Güzel Sözler Unutulmaz Özdeyişler.sy.191.
Allah katında günlerin en hayırlısı Cuma günüdür.
Her Önemli iş besmeleyle başlamazsa sonu gelmez.
Bir kimse sabah akşam İhlas-ı Şerif ile Felak ve Nas'ı okursa Allah c.c. onu her şeyden korur.
Hadis-ı Şerifler.
En Güzel Sözler Unutulmaz Özdeyişler.sy.191.
Bilgiçlik taslayarak gururlananlarda hayır olmadığı gibi, Allah c.c. için yaptıklarında insanların kınamasından korkanlarda da hayır yoktur.
Hz. Ebubekir.r.a.
Yalan rızkı azaltır.
Ümmetimden biri ile karşı karşıya geldiğin zaman selam ver, ömrün uzar.
Evine girdiğin zaman selam ver,evin bereketi artar.
Şüphesiz Allah c.c.katında insanların en iyisi,selamı yayanlardır.
En Güzel Sözler Unutulmaz Özdeyişler sy.186,187.
Hadis-i Şerifler
Düşünme kadar nafile ibadet yoktur.
Haya duygusu hayır getirir.
Haya perdesini kaldırmış (utanmaz)bir kimseyi çekiştirmek gıybet sayılmaz.
Fuhuş bir kimsede bulunursa onu mutlaka çirkinleştirir.Haya da bir kimsede bulunursa onu gerçekten güzelleştirir.
Kim selamete ulaşmak istiyorsa,susma yolunu tercih etsin.
EnGüzel Sözler unutulmaz Özdeyişler.sy.188.
Fitne uykudadır,onu uyandırana lanet etsin.
İslam açıkta olandır;iman ise gizlidir.
Din samimiyet ve dürüstlüktür.
Kalpte iman demek,Allah c.c.sevmek demektir.
Allah c.c.ı birlemeyen kimsenin nikahı yoktur.
Hadis-i Şerifler.
En Güzel Sözler Unutulmaz Özdeyişler.sy.184.
Zihin çalışma ve düşünceden dolayı yorulunca onu bir konudan başka bir konuya geçirmeden dinlenmez.
Ebu'l Atahiye.
Yazar:M.Nihat MALKOÇ, Kategoriler:183.Sayı, Tarih
"İlâhî senden özge mesnedim yok
Rızâdan özge yâ Râb hâcetim yok
Zaîfim bî-kesim her demde yâ Rab
Ki senden özge Rabb-i müşfikim yok"
Bahtî
Bir zamanlar dünyaya adaletle hükmeden¸ insanlığa barış ve huzur getiren Osmanlı Devleti¸ birkaç istisna dışında¸ kudretli padişahlar tarafından idare edilmiştir. Bu kudretli padişahlardan biri de 37 yaşında vefat ederek Osmanlı tahtını boş bırakan Sultan III. Mehmet'in oğlu Sultan I. Ahmet'tir. Osmanlı tahtının varislerinden I. Ahmet¸ 18 Nisan 1590'da babasının şehzadelik yaptığı Manisa'da doğmuştur. Annesi Handan Sultan'dır. Osmanlı padişahları zincirinin 14. halkası olan Sultan I. Ahmet¸ 93. İslâm halifesidir.
I. Ahmet¸ babası Sultan III. Mehmet ölünce 21 Aralık 1603 tarihinde henüz 14 yaşındayken Eyüp Sultan Camii'nde kılıç kuşanarak Osmanlı tahtına geçmiştir. Böylelikle çocuk yaşta büyük sorumluluk almıştır. “14” onun hayatında önemli bir anlam ifade eder. 14. Osmanlı padişahı olan Sultan I. Ahmet'in 14 yaşında başlayan saltanatı 14 sene sürmüştür.
Padişah olduğunda henüz 14 yaşında olan I. Ahmet¸ bu yaşına kadar sünnet bile edilmemişti. Sünneti¸ cülusundan bir ay sonra yapılmıştır. Çocuk denecek yaşta olmasına rağmen özgüveni tamdı. Genç padişahın ilk mühim işi¸ devlet işlerine sürekli karışan babaannesi Safiye Sultan'ı saraydan uzaklaştırmak oldu. Tahta çıktığında Osmanlı Devleti doğuda İran ile batıda da Avusturya ile savaş hâlinde idi. İran ile yapılan Revan Muhasarası başarılı olamamış¸ devlet Gence ve Şirvan'ı İran'a bırakmak zorunda kalmıştı. 1622'de İran'la Nasuh Paşa Antlaşması imzalanmıştı. Macaristan'ı almaya yönelik Avusturya seferindeyse Kasım 1606'da Avusturya Arşidüklüğü'yle Osmanlı İmparatorluğu arasında Zitvatorok Antlaşması imzalanmış¸ 15 yıl gibi uzun süren bir savaş durumuna böylelikle ara verilmişti.
Sultan I. Ahmet¸ Osmanlı Sarayı haremine cariye olarak giren Kösem Sultan'la evlenmiştir. Kösem Sultan'ın Rum veya Bosna kökenli olduğu ve adının Anastasya olduğu söylenir. O¸ Sultan I. Ahmet'in çok değer verdiği kıymetli eşiydi. Haseki Mâh-Peyker Kösem Valide Sultan olarak da bilinir. Kösem Sultan¸ Osmanlı Devleti'nin en güçlü kadın sultanlarından biridir. Sultan I. Ahmet'in saltanat yıllarında eşi Kösem Sultan devlet işleriyle sıkça ilgilenmiştir. Kösem Sultan IV. Murat ve I. İbrahim'in annesiydi.
Sultan I. Ahmet¸ Kanunî Sultan Süleyman'dan sonra devlet işleriyle en çok ilgilenen padişah olarak kabul edilmektedir. O¸ genç yaşında padişah olmasına rağmen cesur kararlar alabilen ve aldığı kararları ısrarla uygulayan güçlü bir karaktere sahipti. Devlet işlerinde hatalara tahammülü yoktu. Sert bir mizaca sahip olması¸ merhametli olmasına engel değildi.
Sultan I. Ahmet kendini iyi yetiştirmişti. İlim ve irfan sahipleriyle istişare ve sohbet etmeyi severdi. Ufku geniş bir insandı. O¸ çok iyi ok atar¸ çok iyi kılıç kullanır¸ iyi de ata binerdi. Dindar bir padişah olan I. Ahmet¸ zamanında içkiyi yasaklamıştır. Şeyh Edebali¸ Osman Gazi'yi manen nasıl yetiştirmişse Aziz Mahmut Hüdâyî de Sultan I. Ahmet'i öyle yetiştirmişti. O¸ yaşadıkça kutsal topraklara¸ Kâbe'ye büyük hizmet ve hürmet etmiştir.
Celâlî İsyanları I. Ahmet döneminde de devam etti. Bu isyanlar yüzünden birçok yerleşim yeri büyük zararlar gördü. Sadrazam Kuyucu Murat Paşa bu asileri kılıçtan geçirerek sükûneti sağladı. 15 yıllık isyanlardan sonra Anadolu toprakları Celâlîlerden temizlendi.
Sultan I. Ahmet¸ veraset sisteminde değişiklik yaparak “Hanedanın en büyük şehzadesi padişah olur.” kuralını uygulamaya koyarak hanedan üyelerinin bir süreliğine de olsa öldürülmesinin önüne geçmiştir. Böylece Fatih zamanında çıkarılan kardeş katli yasasını kaldıran ilk padişah olmuştur. I. Ahmet¸ çıkardığı bu kanun gereği kardeşi I. Mustafa'yı öldürmemiştir. O güne kadar babadan oğula geçen saltanat¸ onunla birlikte ilk kez bir kardeşe intikal etmiştir. Mahfiruz Hatice Sultan'dan olma en büyük ağabeyi I. Mustafa tahta çıkmıştır.
Sultan I. Ahmet sanatkâr ruhlu bir padişahtı. Sultan I. Ahmet sadece Osmanlı topraklarının değil¸ söz mülkünün de kudretli padişahıdır. Bir Divançe oluşturan birbirinden kıymetli şiirleri¸ bu görüşümüzü doğrulamak için yeterlidir. O¸ şiirlerinde “Bahtî” mahlasını kullanmıştır. Münâcât¸ na't¸ methiye¸ mersiye¸ gazel¸ terci-i bend¸ murabba ve şarkı nazım şekillerinde¸ aruz ölçüsüyle kaleme aldığı divan tarzındaki birbirinden güzel şiirleri onun kelimelere nasıl hükmettiğini gösterir. I. Ahmet¸ şairliğinin yanında hattatlığa da meraklıydı.
Bir Peygamber sevdalısı olan ve Bahtî mahlasıyla birbirinden güzel şiirler yazan Sultan I. Ahmet¸ iki cihan serveri Rasûlullah Efendimiz'e dair şu mısraları kaleme almıştır: “N'olatâcım gibi başımda götürsem dâim/Kadem-i pâkini ol Hazret-i Şâh-ı Rusûl'ün/Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidir/Bahtiyâ durma yüzün sür kademine o gülün.”
İstanbul deyince akla ilk gelen Osmanlı şaheserlerinden biri olan ve İstanbul'un en büyük camilerinin başında gelen Sultanahmet Camii'ni¸ adından da anlaşılacağı gibi¸ Sultan I. Ahmet¸ Mimar Sedefkâr Mehmet Ağa'ya yaptırmıştır. Sultan Ahmet¸ kendi adını taşıyan ve Osmanlı mimarisinin en naif eserlerinden biri olan bu cami yapılırken işçi gibi çalışmış¸ eteğinde taş ve toprak taşımıştır. 1609-1616 yılları arasında Sultan I. Ahmet tarafından İstanbul'daki tarihî yarımadada inşa ettirilen bu görkemli mabet¸ yeşil-beyaz renkli İznik çinileriyle bezendiği için ve yarım kubbeleri ve büyük kubbesinin içi de gene mavi ağırlıklı kalem işleri ile süslendiği için Avrupalılarca “Mavi Cami/Blue Mosque” olarak adlandırılır.
Sultan I. Ahmet'in bu görkemli mabedi Bizans'ın şaheserlerinden biri olan ve fetih nişanesi olarak görülen Ayasofya'nın tam karşısına yapması tesadüf değildir. I. Ahmet bu görkemli mabetle İslâm'ın ihtişamını bu kutlu coğrafyada ikame eylemek istemiştir. Batılıların “Mavi Cami” dedikleri bu ihtişamlı mabedin on dört şerefeli oluşu I. Ahmet'in Osmanlı tahtının 14. varisi olduğunu temsil etmektedir. Aslında bu bir cami değil¸ camiyi de içine alan “medrese¸ imarethane¸ darüşşifa¸ sebil ve türbelerden” oluşan devasa bir külliyedir.
Rivayet olunur ki; Sultan Ahmet Camii tamamlanınca açılış merasimine başkanlık etmesi için Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri davet edildi. O gün deniz çok fırtınalı ve dalgalıydı. Bu sebeple kayıkçılar denize açılmaya cesaret edemiyorlardı. Mahmud Hüdâyî Hazretleri¸ Üsküdar İskelesine indi; müritleriyle kendi kayığına binerek dalgalar arasında Sarayburnu'na doğru yol aldı. Allahu Teâlâ'nın izniyle kayığın ön¸ arka ve yanlarından deniz bir kayık mesafesinde sütliman oluyor¸ dalgalar kayığa tesir etmiyordu. Hiç kimse korkudan denize çıkamazken Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri kayığı ile selâmetle karşıya geçti.
I. Ahmet'in inşa ettirdiği Sultanahmet Camii o gün muhteşem bir merasimle ibadete açıldı. Cuma hutbesi Aziz Mahmud Hüdâyî'ye okutturuldu. Halen Üsküdar ile Sarayburnu arasındaki bu deniz yoluna¸ “Hüdâyî Yolu” denir. Kayıkçılar şiddetli fırtınalarda bu yolu takip ederler. Bu durum Mahmud Hüdâyî Hazretleri'nin günümüze kadar uzanan bir kerametidir.
Sultan I. Ahmet zamanında¸ Şehzadebaşı Kuyucu Murat Paşa Külliyesi¸ İstanbul Mesih Paşa Camii ve Elmalı Ömer Paşa Camii gibi mimarî eserlerde inşa edilmiştir.
Sultan I. Ahmet¸ çok dindar ve derviş ruhlu bir padişahtı. Dünyaya gerektiğinden fazla değer vermez¸ ahiret işlerini öne alırdı. O¸ devrinin mutasavvıf şahsiyetlerinden Celveti Tarikatı piri Aziz Mahmud Hüdâyî'ye “Pederim” diyecek kadar gönülden bağlı bir insandı. Sultan Ahmet Camii'nin açılış hutbesini Aziz Mahmut Hüdayi'nin okuması tesadüf değildir.
Çocuk yaşta çıktığı Osmanlı tahtında önemli işler başaran Sultan I. Ahmet¸ 22 Kasım 1617'de yakalandığı tifüs hastalığından kurtulamayarak gencecik bir yaşta¸ henüz 28 yaşında iken¸ İstanbul'da ebediyete göçmüştür. İstanbul'un en muhteşem mabetlerinden birini yaptıran Sultan I. Ahmet¸ bu görkemli caminin yanındaki türbede¸ kıyamet sabahı son bulacak olan ebedî uykusunu uyumaktadır. Caminin yanındaki bu türbede otuz altı sanduka vardır. Burada I. Ahmet'in yanında¸ hanımı Mahpeyker Kösem Sultan¸ II. Osman ve IV. Murad ile hanedan ailesinden çeşitli kişiler medfundur. Allah üzerlerinden rahmetini eksik etmesin.
Hz. Ömer r.a.şunu söylemiştir.
Allah c.c.Resulu döneminde, biz harama yol açma ihtimalinden dolayı helal şeylerin onda dokuzunu terk ederdik.
El-Erbain Fi Usuliddin
Dinde kırk Prensip.sy.108.
İki büklüm oluncaya kadar nanaz kılsanız ve tel gibi inceleşinceye kadar oruç tutsanız,haram yemekten sakınmadıkça,ibadetleriniz kabul edilmez.
El Erbain Fi Usuliddin Dinde Kırk Prensip.imam Gazali.sy.106.
2
ŞUB
Kaideler İstisnaları Bozar
Gerek bilimde, gerekse sosyal hayatta konulmuş kaidelerin her zaman istisnaları olagelmiştir. Kaidelerin, kuralların savunucularının bu istisnaların önemini küçültmek, etki alanlarını daraltabilmek için eskiden beri.
istisnalar kaideleri bozmaz” şiarını baştacı ettikleri bilinir. Oysa kaide, hatta kanun olarak kabul edilen, bütünün yapışma uymayan farklı unsur veya olay bir kaidenin, kanunun mahiyetinin yeniden düşünülmesini zorunlu kılar.
Eğer bir kuralın istisnası varsa, o kuralın geçerliliği yeniden tartışılmak gerekir. Nitekim, bilimdeki, özellikle pozitif dedikleri bilimlerdeki yasalar istisnalarla karşılaşır karşılaşmaz yeniden düşünülmeye değer bulunmuş ve istisnanın da içinde yer alabileceği yeni bir kaidenin teşkili, elde edilmesi yoluna gidilmiştir. Eğer bir olay önceden bilinen kaideler gereğince cereyan etmemişse, ortaya çıkan bir sonuç kabul edilen kanunların çerçevesi içinde açıklanamıyorsa o zaman olayın ve sonucun varlığından değil, onun niçin gerçekleştiğini açıklamakta aciz kalan kaidenin ve kanunun geçerliliğinden şüphe etmek pozitif bilimlerin şanındandır. Bu durumda istisnalar kaideleri bozmaz demek, gerçekleri değil insan vehimlerini savunmak anlamına gelir. Öyle ise “istisnalar kaidelerin mezarıdır” sözü daha doğru bir yaklaşım sağlar demeliyiz. Çünkü bilimdeki bütün yeni buluşlar karşılaşılan istisnanın sebebini bulmak gayretiyle girişilen zahmetlerin sonucu olmuştur. Gerçi varılan sonuç daha sonra yeni bir kaide, yeni, bir kanun kabul edilmiştir, ama her yeni kanun ancak kendi istisnasıyla karşılaşıncaya kadar güçlü bir açıklama sunabilir insan.
Sosyal hayâttaki kaideler, bilimde kabul edilen kanunlardan elbet farklı mâhiyettedir. Toplum hayatının kaideleri örf, âdet ve alışkanlıklardan örülüdür. Toplum kaidelerinin dışına çıkmak ancak suç işlemek, namussuzluk etmek, töreyi bozmak şeklinde olur.Bu bakımdan istisnaların ‘’toplum kaidelerini bozanlar’’ şeklinde anlaşılmaları imkânsızdır. Toplum hayatında istisna, üstün bir yetenek, keskin bir zekâ, derin bir duyuş sahibi kimse olarak kabul edilmesi gerekir.
Eğer bir toplumda suç kaidelere uygun olarak işlenebiliyorsa; namuslu olmak özü boşaltılmış bir kaide biçiminde kabul ediliyorsa; töre, şeklin muhafazasıdır, diye anlaşmıyorsa o zaman istisnaların kaideler tarafından bozulmaya mahkûm olduğunu söyleyebiliriz. Madem ki “istisna” denilen kişi bir toplumdaki üstün yetenekli, parlak zekâlı, derin duyuşlu insandır, kaidelerin yeteneksizi, budalayı ve duygusuzu esas unsur kıldığı ortamda üstün vasıftakiler zarar göreceklerdir. Birinci ihtimal üstün vasıflara sahip kimsenin bu vasıflarını toplum kaideleri uyarınca işe koşmasıdır. Bu şüphe yok ki istisna sayılan kişinin ruhça bozulması sonucunda başarılabilecek bir şeydir. Bir fırsatçı, bir sahtekâr olmadığı sürece hiçbir insan kaidelerin ancak suçu ve namussuzluğu koruduğu bir ortamda gerçek üstünlükteki vasıflarını kullanamıyacaktır. İkinci ihtimal “istisna” vasıflara sahip bir insanın hiçbir etkinlik gösteremeyişidir. Bu ise onun ortalama yetenekte, orta zekâda ve orta duyarlıktaki herhangi bir insandan çok daha fazla acı çekmesi demektir. Sıradan olamıyacak kadar vasıflı, sıraya giremiyecek kadar da üstün niteliklidir.
Katolik papazlar Galileo’nun yaptığı teleskoptan Ay’a, Venüs veya Jüpiter gezegenlerine bakmayı reddetmişler. Çünkü papazların anlayışlarına göre Allah’ın yarattığı kâinattaki güzellik ve ahengi görmek için bu usul uygun değilmiş. Yani bu papazlar bir kaide koymuşlar ve Galileo’nun getirdiği istisnanın kaideyi bozacağına inanmışlar. Oysa bugün, o günkü istisna kaide olmuştur ve Galileo’dan kalkan modern bilim öyle yerlere gelmiştir ki çıplak gözle Ay’a bakmak, yıldızları sadece yıldızlar olarak görebilmek istisnadan sayılmaktadır. Dünkü istisna kaideyi bozdu evet ama, bugünkü kaideler de istisnayı bozuyor. Çağdaş bilim çok temel bazı gerçekleri söyleyenleri beyin ameliyatlarına, elektroşoklara sürüklüyor. İstisnalar alkolizmin, beyaz zehirin, şiddetin eline teslim ediliyor. Kaideler sağlamlaştıkça istisnalar çürüyor, bozuluyor.
İsmet Özel, Zor Zamanda Konuşmak
Gelen arama terimleri:
bilimsel kurallarda istisna
Hiçbir kaide mutlak değildir Her kaidenin bir istisnası her istisnanın bir müstesnası vardır
ismet özel istisna kaide
Gelen arama terimleri:
bilimsel kurallarda istisna
Hiçbir kaide mutlak değildir Her kaidenin bir istisnası her istisnanın bir müstesnası vardır
ismet özel istisna kaide
istisnalar kaidelerin mezaridir
istisnalar kaideyi bozmaz ama kaideler istisnayi bozar
istisnalar kaideyi bozmaz ismet özel
kaideler en fazla unsuru bozar anlami ne
kaideler istisnaları bozamaz
Bunu paylaş:
Fıkıh, İslamiyet'in yasalarının teorik ve pratik olarak uygulanmasını inceleyen ilimdir. Kelime anlamı olarak "derinlemesine bilmek" demek olan fıkıh, İslami kaynakları, yani Kur'an'ı ve sünneti baz alarak, çeşitli fikir ve fiillerin uygunluğunu incelemeyi amaç edinen İslam hukukudur. Temel ilkelerini açıklayacak olursak, öncelikle, mükellefiyette kolaylıkla başlayabiliriz. Bu ilke, Allah'ın insanları kapasitesine uygun sorumluluklarla donatmış olması ve buna uygun yasaklar getirmiş olmasıdır. Bir diğer ilke, helallerin genişliği ve haramların sınırlılığıdır. Az olan haramlar, Allah'ın merhametinden dolayı yasaklanan şeylerdir; ama bize sunulan helaller saymakla bitmez. Bazı hükümlerin zamana uygun olarak değiştirilip geliştirilmesi, kamu yararının özel bireysel çıkar karşısında gözetilmesi; ve adaletin, yani insanlar arasındaki ilişkileri eşitlik ve hakkaniyet çerçevesinde düzenleyen hukuk kurallarının, gerçekleştirilmesi de fıkıhın temel ilke ve amaçları arasında sayılır.
FATİHA SURESİ’NE GİRİŞ
Fatiha suresi Mekke'de nazil olmuştur, icma ile de 7 ayettir.
Bu mübarek surenin birçok ismi vardır. Bunların en meşhur olanları ise şunlardır:
1. El-Fatlha: Kur'an-ı Kerime Fatiha suresi ile başlanır. Elimizde bulunan Kur'an-ı Kerimlerde -yani nüzul sırasına göre değil, tertip sırasına göre- surelerin birincisidir. İbn-i Cerir-I Taberî, «Kur'an-ı Kerimlerin yazılışına onunla başlandığı ve namazlarda önce o okunduğu İçin Fatihatü'l-Kitab olarak adlandırılmıştır.»[1] demektedir.
2. Ümmü'l-Kttab: Kur'an-ı Kerimdeki asıl gayeleri ihtiva ettiği İçin «Ümmü'l-Kitab» denilmiştir. Fatiha suresi, Allah (cc)'ın methini, Rab olduğunun isbatını, ibadetin ancak O'nun emri ve nehyi İle oluşunu, hidayet İstediğini, imanda sebat etmeyi, geçmiş ümmetlerin kıssalarının' bildirilmesini, iyi insanların yücelme yerleri ile kötü insanların alçalma yerlerine vakıf olunmasını ihtiva ettiği için, diğer surelere nlsbetle ümm: ana diye adlandırılmıştır. Ümm kelimesi birçok yerde kullanılmaktadır. Mesela, Mek-ke-i Mükerremeye Ümmü'l-Kurâ (köylerin anası) denilmektedir. Çünkü diğer yerler ona tabidir. Harp sancağına da ümm denmesi, askerin öncüsü olmasından, askerin ona tabi olmasındandır. Büyün yaratıkları üstünde ve İçinde barındırdığından toprağa da ümm denilir. Şairin
askerin ona tabi olmasındandır. Büyün yaratıkları üstünde ve İçinde barındırdığından toprağa da ümm denilir. Şairin ifadesiyle, «Toprak, üzerinde yaşadığımız yer ve anamızdır. Toprakta doğar ve ona gömülürüz.» [2]
3. Es-Seb'ül-Mesâni: Fatiha suresi namazda tekrarlanan 7 ayettir. Namaz kılan, namazın her rek'atında onu okur. Bir gurup sahabiye göre. «Andolsun ki biz sana (namazın her rek'atında) tekrarlanan yedi ayet-l kerimeyi verdik.» ayet-i kerimesinden murad Fatiha süresidir. Kurra ve ulemanın icması İle de yedi ayettir.
Allâme Kurtubî, Ahkâmü'l-Kur'an İsimli tefsirinde. «Fatiha suresinin onikl ismi vardır. Bunlardan eş-Şifa, el-Kafiye, el-Vafiye. el-Esas. el-Hamd... ilh. isimleri ya Resulallah'ın (sav) muvafokati ile veya sahabe-i kiramın içtihadı iledir.» derken. Seyyld Mahmud el-Alusî de «Bazı alimler, Fatlha'-nın yirminin üzerinde ismini saymışlardır.» [3] demektedir. [4]
Fatiha Suresinin Fazileti Hakkında Varld Olan Hadis-i Şerifler
Fatiha Suresinin Fazileti Hakkında Varld Olan Hadis-i Şerifler
Birincisi: Buharînin Sahlh'lnde Mualla oğlu Ebl Sak) şöyle demektedir: «Mescidde namaz kılarken Resulallah beni cağıroı. Namazımı bitirinceye kadar Resulallah'ın davetine icabet edemedim. Namazın arkasından huzuruna gidince Resulallah, «Niçin gelmediniz?» diye sordu. «Namazdaydım.» cevabını verince, «Allah'ın şu emrini bilmiyor musun» diyerek «Ey İman edenler, sizi, size hayat verecek şevlere davet ettiği tamah Allah (cc) ve Resulüne (sav) İcabet edin.» ayetini okudu ve devamla. «Sana mescldden çıkmadan önce Kur'anın en büyük suresini öğreteceğim» buyurdu. Sonra elimi tutarak mescldden çıkmak istediler. Bunun üzerine, «Siz bana. Kur'anın en büyük suresini öğreteceğim, demediniz mi?» deyince Resulallah, «Hamd olsun Alemlerin Rabbl olan Allah'a» buyurarak, «Tekrarlanan yedi ayeti) bu sure ile bana azim olan Kur'an geldi.» dedi. [5]
İkincisi: İmam Ahmed Müsned'lnde şöyle rivayet etmektedir: Ka'b oğlu Übeyy. Resulullah'a (sav) ümmü'l-Kur'anı, yani Fotiha'yı okuyunca Peygamber efendimiz (sav): «Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki bu surenin benzeri ne Tevrat'ta, ne İncil'de, ne Zebur'da ve ne de Kur'anda yoktur. Tekrarlanan yedi ayetli bu sure ve azim olan Kur'an bana geldi.» buyurdu. [6]
Üçüncüsü: Müslim. Sahih'inde Ibni Abbas'tan naklen şöyle diyor: «Cebrail cleyhisselam, Resulallah (sav)'ın yanında otururken yukarıdan bir ses duydu. Cebrail aleyhisselam başını kaldırarak şöyle dedi: «Gökten bugüne kadar hiç açılmayan bir kapıdan yeryüzüne ilk defa gelen bir melek indi.» Bu melek Resulallah (sav)'a selam vererek, «Senden evvel hiçbir peygambere verilmeyen iki nurla seni müjdeliyorum. Birisi Fatihatü'l-Kitap, diğeri Bakara suresinin son ayetleridir. Sen onlardan bir harf de okumuş olsan, onlar sana verilmiştir.» dedi.
Yukarıda aktarılanlar, Fatiha'nın fazileti üzerine en sahih rivayetlerdir. Bunlardan başka sahih ve zayıf olan rivayetler varid olmuşsa da naklettiklerimiz sözü uzatmaya İhtiyaç bırakmamıştır. Başarı Allah (cc) "tandır. [7]
Bazı Surelerin Faziletleri İle İlgili Bir Uyarı
Allâme Kurtubî, El-Camiü Il-Ahkamü'l-Kur'an İsimli tefsirinin surelerin faziletleri İle ilgili kısmında bazı uyarılarda bulunmuştur. Bu uyanlardan bazı pasajları aynen aktarıyoruz: «Kur'an-ı Kerimin ve ibadetlerin faziletleri hakkında mevzu hadisler İle batıl haberler veren ve icat edenlerin sözlerine bakmayınız. Çünkü bunlar değişik amaçlarla yalan ve İftirada bulunmuşlardır.»
«Mesela zındıklar (ölümden sonra dirilmeye inanmayan, inkar edenler), müslümonların kalblerlne birtakım şüpheler düşürmek için; bir kısım insanlar da halkı ya kendi istikametlerine yöneltmek, ya da kendi görüşlerini takviye etmek için hadis uydurmuşlardır. Hatta Harici
takviye etmek için hadis uydurmuşlardır. Hatta Harici alimlerden birisi, tevbe ettikten sonra, «Herhangi birşeyln yapılmasını arzu ettiğimiz zaman hemen o iş hakkında bir hadis uydururduk.» demiştir.
«Başka bir gurub insan da, kendi anlayışlarına göre, güya Allah (cc) rızası için hadis uydurarak, halkı faziletli amellere teşvik etmişlerdir. Kur'an-ı Kerimin sureleri hakkında ayrı ayrı hadisler uydurarak güya faziletlerini bildiren Nuh Merzevî isimli bir alime «Niçin mevzu hadisler vazettiniz?» diye sorulduğunda, «Halkın Kur'an-ı Kerimi okumaya gereken önemi vermeyip sırt çevirdiğini, özellikle İmamı azam'ın fıkhı ve ibnl is-hak'ın tarihiyle meşgul olduklarını görünce Hak rızası İçin hadis uydurdum.» demiştir. Zındıklarla din düşmanlarının bazı konularda uydurdukları hadislerden mutlaka sakınılmalıdır. İslama ve müslümontara en büyük zararı, zahid geçinip, güya Allah rızası için. hadis uyduranlar vermişlerdir. Halk, mevzu hadis vazedenleri samimi zannederek onlara yönelmiş ve hadislerini kabul etmiştir. Bu kimseler davranışlarıyla hem kendileerini, hem de halkı saptırmışlardır.» [8]
İstiaze, -yaramaz ve kötü kişilerden- Allah'a sığınmadır. Cenabı Allah (cc):«Haydi Kur'an okuduğun (okumak istediğin) zaman kovulmuş şeytandan Allah'a sığın.» (Nahl: 98) ve «Şüphesiz ki ben, beni taşlamanızdan, benim de Rabblm, sizin de Rabbiniz (olan Allah)a sığındım.» (Duhan: 20) buyurmaktadır.
Lisanü'l-Arap'ın yazarı, Avz maddesini incelerken, Istiazenin de avz kökünden geldiğini ve sığınma anlamını taşıdığını şu hadis-i şerifi naklederek teyid eder: «Araplardan bir kadınla evlenen Resulallah (sav), yatak odasına girdiği zaman evlendiği kadın, «Ben senden Allah'a sığınırım» der. Resulallah (sav): «Büyük bir sığınağa sığındığından dolayı seni bıraktım. Akrabalarının yanına git.» [9] buyurur.
Şeytan kelimesi, dikkofalı ve asi olarak Allah'tan uzaklaşan anlamındadır. Kurtubî, «Şeytana, Allah (cc)tan uzak olduğu için şeytan denilmiştir. Cinlerden ve insanlardan da isyankar olanlara şeytan denildiği malumdur.» demektedir. Şeytanların sadece cinlerden olmayıp
Yorum Gönder