dur.» demektedir. Şeytanların sadece cinlerden olmayıp insanlardan da olabileceğin) Cenabı Allah, «Biz, (sana yaptığımız gibi) her peygambere de insan ve cin şeytanlarını böylece düşman yaptık...» (En'am: 112) aye-tlyle bize bildirmektedir.
Hz. Ömer (ra) birgün merkebe bindirilmiş. Bir müddet gittikten sonra, «Beni indiriniz. Beni şeytana bindirdiniz.» demiştir. [10]
Recim kelimesi, lügatta «taşlanılacak şey» anlamındadır. Kurtubî, «Aslında taş ile atmak anlamında olan recim kelimesi öldürmek, lanet etmek, kovmak ve sövmek manalarına da gelir. Bu manaların tümünün Kur'anda. «Dediler ki: Ey Nuh, sen (bu dediğinden) vazgeçmezsen muhakkak ki taşlanmışlardan olacaksın.» (Suara: 116) biçiminde ifade edildiği söylenmiştir.» [11] der.
Öyleyse şeytânirrâciym ifadesinin anlamı, Allah (cc)ın rahmetinden kovulmuş ve uzaklaştırılmış demektir. Eûzu'nun manası, şeytanın şerrinden Allah (cc)a sığınır ve O'nunla korunurum demektir. Beni yoldan çıkarmaya, saptırmaya ve zarar vermeye çalışan şeytanın şerrinden
Eûzu'nun manası, şeytanın şerrinden Allah (cc)a sığınır ve O'nunla korunurum demektir. Beni yoldan çıkarmaya, saptırmaya ve zarar vermeye çalışan şeytanın şerrinden Semi, Alim ve Hâlık olan Allah) cc) ile korunurum. Çünkü onun şer ve zararından insanı ancak alemlerin Rabbi olan Cenabı Hak korur.[12]
Besmele-i Şerifin Tefsiri
isim kelimesi, lügatta bir görüşe göre yükseklik, diğer bir görüşe göre de alamet ve belirti manalarına gelir. Kurtubî, isim kelimesiyle ilgili olarak, «Yükseklik ifade eden anlam daha sağlamdır.» [13] demektedir. İsmin çoğulu esma'dır. Nitekim Cenabı Allah (cc) Kur'an-ı Keriminde «Esmaül-Hüsno» (en güzel isimler) diye tabir etmiştir. Bismillah'taki bâ yerine göre uygun ve hazfolunan bir fiile yöneliktir.
Herhangi bir yazar, kalemi eline alırken «Bismillah» dedimi, onun kastı, «Allah'ın adının yardımı ile yazıyorum»; sofraya oturan kişi, yemeğe1 başlamadan önce «Bismillah» dedimi, onun kastı, «Allah'ın isminin yardımı ile yiyorum» demektir. Bunun gibi herhangi bir işin başlangıcında «Besmele» okunduğu zaman o işe uygun bir fiili de ifade etmiş olur.
Resulallah (sav) da «Her hayırlı İşe besmele ile başlanmazsa o işten hayır gelmez.» buyurmaktadır.
Kurtubî, besmele ile ilgili olarak şöyle demektedir: «Bismillah kelimesi çok kullanıldığı için «bi ismi» biçiminde okuma yerine «Bismillahi» şeklinde okunur Ancak «ikra bl ismi Rabbike» (Rabbinin ismi ile oku) ayeti az okunduğu için elif ile yazılmıştır.» [14]
Allah, varlığı vacip olan mukaddes Zat'ın has ismidir. Bu
Allah, varlığı vacip olan mukaddes Zat'ın has ismidir. Bu sebeple O'-ndan başkasına verilemez.
İbni Kesir, «İsm-i azam olduğu söylenen Allah kelimesi, Rabbin alemi, yani nişanıdır. Bütün sıfatlar ile vasıflanan Allah İsmi ile ilgili olarak Kur'anda «O, öyle. bir Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir Tanrı yoktur. (O), mülk ve melekutun yegane sahibidir. Noksanı mucip herseyden pak ve münezzehtir. Selam ve selametin ta kendisidir. Emn ü eman verendir...» (Haşr: 23) buyrulmaktadır. Burada geçen bütün isimler lafza-j celalin sıfatları gibidir. Allah ismi, kendisinden gayrısına konulmamıştır.» der.
Kurtubi de. «Allah ismi bütün noksan sıfatlardan münezzeh olan Zat-I kibriyanın en büyük ismidir. Hem Uluhiyete, hem de Rububiyete ait sıfatlan toplayan, varlığında tek olduğunu ifade eden en büyük isim Allah (cc) tır. Mabud yoktur, sadece noksan sıfatlardan münezzeh olan Mlah )cc) vardır.» [15] demektedir.
Allah kelimesi herhangi bir kökten türemeyip Cenabı Hakkın has ismidir. Ebu Hayyan'ın dediği gibi alimlerin çoğu bu görüştedir. Bazı alimler de Allah kelimesinin bir kökten türemiş isim olduğu görüşündedirler. [16]
Ibnl Cevzî'ye göre, «Alimler, Allah ismj olan lafızda ihtilaf etmiştir. Bazısı müştak, bazısı da müştak olmayan bir isimdir derler. Nahiv alimlerinden olan Halil'den bu konuda iki görüş nakledilmektedir. Bunlardan birinde müştak, diğerinde müştak olmadığı söylenir. Allah lafzının ibadet manasına olan «ilahen kökünden türetlldiği ifade edilir. Bazı cimlere göre de hayret anlamını taşıyan «velehe» kökünden türetilmiştir. Çünkü kulların kalbi Allah (cc)a meyleder ve O'nunla hayrete düşer.» [17]
Sahih olan şudur: Allah lafzı hiçbir kökten alınmamıştır. Allah (cc)ın mukaddes Zat'ına has bir isimdir. Hiçbir varlık bu isimle adlandırılmamıştır. Bundan dolayı Allah lafzının çoğulu yoktur. [18]
Rahim ve Rahman isimleri yüce Allah (cc)ın adlarından olup «Rahmet» kökünden türemişlerdir. Bazı alimlere göre de bu iki İsim, Cenabı Hakk'ın has adlarındandır ve herhangi bir kökten türememişlerdir.[19]
Besmelenin Manası:
Besmele, Bismillâhirrahmanırrâhîm'dir. «Ben Allah'ın ismini zikr ile herşeyden büyük ve yüce olan Cenabı Hakk'ın bütün işlerimde yardımını bekleyerek başlarım. Zira Cenabı Allah (cc) herşeye kadirdir.» anlamındadır.
İbn-i Cerir-i Taberî şöyle der. «Zikri yüce. isimleri mukaddes olan Allah (cc). muhakkak elçisi Muhammed (sav)e en güzel isimlerinin her İşin ve sözün başlangıcında okunmasını öğretmiştir. Bu öğretiş Cenabı Allah'ın bütün kulları için itibar edecekleri bir yol olmuştur. Besmele, bütün konuşmaların, mektupların, kitapların kısaca bütün işlerin başlangıcında söylenir. Hatta insan başlangıçta Bismillah dedimi, neye başladığını da ifade etmiş olur. Besmele çektiği zaman, eğer bu çekiş bir
etmiş olur. Besmele çektiği zaman, eğer bu çekiş bir sureye başlamadan olmuşsa kıraati, ayağa kalkmak için ise kıyamı, özetle ne iş yapacak, ne söyleyecek ise Besmelenin başlangıcında muradı meydana çıkar. [20]
I. DERS FATİHA SURESİ
Bismillâhirrcmmanirrâhim
1-3-Hamd olsun -Alemlerin Rabbi, Rahman, Rahim, Din Gününün (tek) sabibi ve mutasarrıfı- Allah'a.
4-Yalnız sana ibadet (kulluk) eder, yalnız senden yardım isteriz.
5-7-Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet gazaba uğrayanlarmkine, sapıklannkine değil.
(Elhamdülillah): Hamd. tazim yönüyle güzel bir şekilde Allah (cc)ı methetmektir.
Kurtubi, «Arap dilinde hamdin anlamı, mükemmel bir surette methetmektir. Hamd kelimesinin başına «el» eki takılması hamd çeşitlerinin hepsini ihtiva etmesi İçindir. Bütün çeşitleri ile mutlak methin tümüne layık olan yalnız Cenabı Hakk'ttr. Yermenin aksi olan hamd, şükür kelimesinden daha şümullüdür.
Şükür, bir nimet karşılığında yapıldığı halde Hamd, ister nimet olsun ister olmasın yapılır. Mesela, yiğitliğini ve ilmini methettim denilir. Şükür ise ancak bir ihsanın (iyiliklerin) karşılığında yapılır.
Hamd, dille yapılır. Şükür ise kalb. dil ve azalarla yapılır. Şairin dediği gibi, «Tarafınızdan bana verilen nimetlerin karşılığını üç şeyle ifade ederim, elim, dilim ve perde arkasındaki kalbimle.»
Taberî, hamd ile şükrün aynı anlamı İfade ettiklerini söyler. Zira hamd, bir kimseden bir iyilik görülmeden de, onun vasıfları sebebiyle yapılır. Şükürde iyilik yapan, yaptığı iyilikten dolayı sena edilir» [21] der. Kur-tubi'nin bu sözleri de hamd'in şükür'den daha kapsamlı olduğunu göstermektedir.
(Rabbi'l-alemîn): Rab, lügatta terbiye manasında
dır. Terbiye ise herhangi birşeyi eğitmedir. Herevî'ye göre birşeyi ıslah (düzeltme) edene veya tamamlayana onu terbiye etmiş derler. Bunun için devamlı kitaplarla uğraşanlara «Rabbâniyyun» denir. [22]
Rab kelimesi, terbiye kökünden türetilmiştir. Allah (cc) İnsanları eğitir ve yönetir. Rab. malik, muslih (düzeltici), efendi ve itaat olunan gibi birçok manalara gelir. Mesela, «şu develerin rabbi» denildiğinde «develerin sahibi» anlaşılır.
Rab kelimesi Allah (cc)ın dışında izafesiz kullanılmaz. Bir hadis-i şerifte kölelere hitaben Resulallah (sav), «Sizden biriniz bir diğerine «Rab-blne sofra hazırla, abdest aldır» veya biriniz efendisine «Benim rabblm» demeyip,
Rab, mabud (tapılan) manasına da kullanılmaktadır. Şair şöyle der: «Tilkilerin üstüne pislediği rab mıdır? Andolsun tilkilerin üstüne pislediği zelil olmuştur.» [24]
Rab. aynı zamanda efendi, itaat olunan manalarına da kullanılır. Nitekim Allah (cc), «Ey zindan arkadaşlarım (rüyalarınıza gelince:) Birini» efendisine (rabblne) şarap içlrecek...» (Yusuf: 41) buyurmaktadır.
Rab. yine düzeltici. ıslah edici mandarına da gelir. Şair şöyle der: «Terbiye eden (muslih) o kişi ki, hayırlı iş öğretir. Ona bilinen ve İstenilen birşey sorulduğunda cevap verir ve noksanları tamamlar.» [25]
(El-Alemîn): Alemin, bir cins isim olan alem kelimesinin çoğuludur. Aslında alem kelimesi de çokluk ifade eder ve aynı kökten gelme bir tekil biçimi yoktur. Rehd ve enam kelimeleri gibi.
Ebussuud Efendi bu kelimeyle ilgili olarak «Âlem, hatem ve galip kelimeleri gibi, onunla bilinen şeyin ismidir. Yüce Yaratıcımızı tanıtan, gösteren varlıklardan her birisine alem denir.» der.
İbni Cevzi ise. «Alem kelimesi, Arap diline vakıf olanlara göre Allah (cc)ın yarattığı ilk varlıktan son varlığa kadar bütün mevcudata verilen İsimdir. Mütefekkirlere göre yerde, gökte ve kainatta bulunan varlıkların hepsine alem denir.
Alem kelimesinin kökü hakkında iki görüş vardır. Birincisi lügatcıların (dil bilginlerinin) görüşüdür. Buna göre alem kelimesi «ilim» kelimesinden türemiştir, ikincisi de mütefekkirlerin görüşüdür. Bu görüşe göre 'K alem kelimesinin kökü, «alamet» kelimesidir.» diyor. [26]
Kainattaki her varlık ayrı ayrı yönetici, yaratıcı ve Hakim olan Allah (cc)'ı gösterir. Ona işaret eder. Bu hakikati şair şöyle dile getirir: «Ben! hayrete düşüren şudur, günahkar kişi Allah'a nasıl isyan eder?/lnkareı, Allah'ın varlığını nasıl inkar eder?/Çünkü her hareket, her duruş ebedly-yen O'nun varlığına şahidlik eder/Herşeyde Allah'ın birliğine
ibni Abbas'a göre «alemîn»den kasıt insanlar, cinler ve meleklerdir. [27]
Ferra ve Ebu Ubeyde'ye göre ise insanlar, cinler, melekler ve şeytanlardan meydana gelen akıl sahibi dört sınıfa «alem» denir. Zira bu kelimenin «alemin» biçimindeki çoğul şekli Arap dilinde özellikle akıl sahipleri İçin kullanılır. Nitekim şair A'şa'mn «Ben onların benzerini aleminde duymadım.» [28] mısrası da bunu gösterir.
Alimlerin bir kısmı ise insanlar, cinler, melekler, hayvanlar, bitkiler ve cansız varlıklar gibi mahlukatın her sınıfının birer alem olduğu görüşündedir. Fatiha suresinde «Rabbi'l-alemîn» ifadesinin kullanılması bütün bu sınıfları ihtiva ettiği içindir.
(Er-Rahman er-Rahim): Rahmet kökünden türeyen Rahman ve Rahim kelimeleri Allah (cc)ın isimlerindendir. Rahman, nimetlerin en büyüğünü. Rahim ise en dakik (ince, hassas) olanını veren demektir. [29]
Mübalağa ifade eden «Fa'lan» kalıbından olan Rahman ismi. rahmette eşi. benzeri olmayan manasındadır. El-Hitabî'ye göre Rahman, tüm mümin ve kafirleri İhata eden, onlara hayat ve rızık veren Zat'a, Allah'a denir.
Rahim sıfatı İse yalnız müminlere hastır. Nitekim bunu «O, müminleri çok esirgeyicidir (rahim).» ayetinden anlamak mümkündür.
Rahman ismi yalnız cenabı Hakk'a mahsustur ve O'ndan başkasına verilemez.
Rahim İsminin başka varlıklara da verilebileceğini Cenabı Hakk'ın Resulallah'ın vasıflarından bahseden «...Müminleri cidden esirgeyicidir, bağışlayıcıdır o.» (Tevbe: 128) emri göstermektedir.
Kurtubî, Rahman ismiyle alakalı olarak şöyle demektedir: «Alimlerin çoğuna göre Allah (cc)ın dışında herhangi bir kimseye Rahman ismi verilmesi doğru değildir. Çünkü Rahman sıfatı yalnız O'na has bir İsimdir.»
«De ki: «Gerek Allah diye (ad verip) çağırın, gerek Rahman diye (ha-blblm) (ad verip) çağırın...» (isra: 110) buyuran cenabı Hakk, kendine has olan ve hiçbir ortak kabul etmeyen Allah ismine eş olarak Rahman adıyla da çağrılmasını İsterken, «Senden evvel gönderdiğimiz peygamberlerimize sor: Biz Rahman'dan başka tapılacak tanrılar yapmış mıyız?» (isra: 110) emriyle de Rahman'ın ibadete layık olduğunu haber vermektedir. Bu da göstermektedir ki. Rahman adı yalnız Allah'a has bir isim olabilir.
insanlardan yalnız Müseylemetü'l-Kezzab (yalancı peygamber) -Allah'ın laneti ona olsun- kendisine «Rahmanü'l-Yemame» (Yemame şehrinin Rahmanı) ismini vermiştir. Bu zata Rahman adını kullanıncaya kadar Kezzab denilmiyordu. «Rahmanü'l-Yemame» adını kullanmaya başladıktan sonra cenabı Hakk, Kezzab ismini öyle yaygınlaştırdı ki, bu isim Müseyll-me'yi tanıtan bir sembol oldu. [30]
(Yevmi'd-Din): Yevmi'd-Din, din günü, ceza günü ve hesap günü anlamlarına gelir. Cenabı Hakk, din gününde bir mülk sahibinin kendi malında yapmış olduğu tasarruf gibi tasarrufta bulunur.
Lügatta ceza manasında kullanılan din kelimesini Resulallah (sav) bir hadls-i,Şeriflerinde şöyle kullanmaktadır: «istediğini yap. Yaptığın gibi cezalandırılırsın.»
Llsanü'l-Arap'ta, «Din, ceza ve mükafat manasınadır. Din günü. ceza günü demektir. Nitekim Kur'anda, «...Hakikaten biz mi cezalanmış ola ooğız?» (Saffet: 53) denilmektedir..Deyyan kelimesi din kökünden gelir ve Allah (cc)ın bir sıfatıdır.» [31] denmektedir.
Şair Lebid de şöyle der: «Sen ektiğini birgün biçersin. Elbette ki genç kişi ceza verdiği gibi birgün de cezalanacaktır.» [32]
(iyyâke nağbüdü): Yalnız sana ibadet (kulluk) ederiz.
Kulluğun manası kişinin kendisini Allah (cc)ın huzurunda
Kulluğun manası kişinin kendisini Allah (cc)ın huzurunda küçültmesi, al-çaltmasıdır. Zemahşerî şöyle der: «ibadet, tevazu ve zilletin en sonudur. Mesela Araplar, sağlam bir kumaşa «Sevbün zü abedetin» (Çok sağlam kumaş) derler. Bundan dolayı Allah (cc) için yapılan tüm hareketlere ibadet denir» [33]
lyyake nağbüdü'nün manası özetle, «Ancak sana eğiliriz. Zira sen her türlü tazime layıksın. Senden başka hiçbir şeye ibadet etmeyiz.» demektir.
(ve lyyâke nesteıyn): (Yalnız senden yardım isteriz.) istiâne, yardım istemek demektir. İbni Abbas'tan (ra) rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamber efendimiz (sav) şöyle buyurmaktadır: «Dilediğin herşeyi Allah (cc)tan dile. Eğer yardım istersen yine sadece Allah (cc) tan iste.»
Bu cümlenin toplu anlamı şudur. Ya Rabbi, itaatta, kullukta ve bütün işlerimizde yalnız senden yardım isteriz. Bize yardım etmeye senden gayrı kimsenin gücü yetmez. Kafirler senden başkasından yardım isterlerken biz. yalnız senden yardım isteriz.
(İhdinâ): (Bizi ilet) İhdina. bir dua fiilidir ve buradaki anldmı. «Sana yaklaştıracak hidayet yolunu bize gösterndir. Hidayet, lügatta delâlet (kılavuzluk) manasına gelir. Nitekim Allah (cc): «Semud'a gelince: Biz onlara doğru yolu gösterdik. Ama onlar körlüğü hidayete tercih ettiler...» (Fussllet: 17) buyurmaktadır.
Hidâyet, irşad ve imanın kalbte yerleşmesi anlamlarına da gelir. Bunu. «Hakikat sen (Hablblm, her) sevdiğin kişiyi hidayete erdiremezsin. Fakat Allah'dır ki, kimt dilerse ona hidayet verir ve O, hidayete erecekleri daha iyi bilendim. (Kasas- 56) ayetinde görmek mümkündür. Resulullah (sav)ın «Hadi denildiği zaman Allah (cc) yoluna kılavuzluk yapan demektir.» şerefli sözünü Cenabı Hokk'ın. «...Şüphesiz ki sen herhalde doğru bir yolun rehberliğini yapıyorsun.» (Şura: 52) buyruğu doğrulamaktadır. Demek ki. Resulullah (sav) imanı insan kalbine bizzat koymaz, sadece konmasına kılavuzluk eder.
(Sırat el-mustakîm): (Doğru yola) Sırat kelimesi, yol manasındadır. Cevheri de bu görüştedir. Şair de kelimeyi şöyle kullanmıştır: «Ben onları acık bir yola (sırat) şevkettim.»
Kurtubî'ye göre. Arap dilinde sırat, yol manasındadır. Tufeyl oğlu A-mir de şiirinde sıratı yol karşılığında kullanmıştır: «Biz. onların topraklarını atlılarla doldurduk, öyle ki, topraklarını, yoldan (daha beter çiğneyip) zelil ederek terkettik.»
Araplar, sırat kelimesini doğrulukla vasıflanan her söz ve işte kullanmışlardır. Kelime Fatiha suresinde ise. «İslâm dini» karşılığında kullanılmıştır.
Müstakim, eğriliği büğrülüğü olmayan şeye denir. Bu anlamı Cenabı Hak. «Şüphesiz ki, (emrettiğim) bu (yol) benim dosdoğru yoiumdur. O hcri-d* ona uyun...» (En'am: *153) emri ile doğrulamaktadır. Buna göre «Doğru yola» ifadesinin manası. «Ya Rabbî. bizi iman üzere sabit kıl. güzel İşlere muvaffak eyle ve İslâm yoluna -cennete kavuşturan yola- gidenlerden kıl» demektir.
(Enamte aleyhim): (Kendilerine nimet verdiklerinin) Nimet, geçimin iyi olması, yani insanın dilediğini istediği zaman ve yarde temin edebilmesi demektir.
Müfessirlerin çoğu, İbni Abbos (ra)ın «Nimet verilenler» ifadesinden anlaşılan peygamberler, sıddıklar, şehidler ve salih kişilerdir.» görüşüne Allah (cc)ın, «Kim Allah (cc)a ve Peygambere itaat ederse işte onlar, Allah (cc)ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, sehld-torla, sallhlerle beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştır.» (Nisa: 69) emrine dayanarak uymuşlardır.
(El mağdûbl aleyhim): (Gazaba uğrayanlarınklne)
Gazaba uğrayanlardan murod Yahudllerdir. Cenabı Hak, bunu Kur'anda bize haber vermektedir: «Hani siz, «Ey Musa, bir çeşit yemeğe (kudret Imlvasıyla bıldırcın etine) mümkün değil dayanamayız. O halde bizim İçin flabblne dua et de yerin bitirdiği şeylerden sebze, acur, sarımsak, merci m«k ve soğan çıkarsın.» demiştiniz. (Musa da) «O hayırlı olanı «u daha atağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? (Öyle ise) bir şehre inin. Çünkü (orada) size istediğiniz (sebzeler) var.» demişti. Onların üzerine horluk v« yoksulluk vuruldu. Allah (cc)don bir gazaba da uğradılar...» (Bakara 61)
«...Allah (cc)ın lanet ve aleyhinde gozab ettiği, içlerinden maymunlar, domuzlar yaptığı kimselerle şeytana tapanlardır ki, işte bunların mevkii daha kötü ve dosdoğru yoldan daha sapıktır.» (Maide: 60)
(Ed-dâllîn): (Sapıklarınkine) Dalâl kelimesi Arap dilinde hak yoldan ve doğru bir istikametten ayrılma, yolunu kaybetme anlamını ifade eder.
Nitekim bu. Kur'anda şöyle ifade edilmiştir: «Dediler ki: «BU yerde (çürüyüp) kaybolduğumuz vakit mi, hakikaten biz mi yeni bir yaratılışta (bulunacağız?)» Evet, onlar Rablerlne kavuşmayı inkar edenlerdir.» (Secde: 10)
Şair de, «Kayıp olan kavmin nereye gittiğini sormuyor musun? Beldeler sana haber versin.» mısralarında dalâl kelimesini kayıp anlamında kullanmıştır.
Dâllin'den kasıt Hıristiyanlardır. Nitekim Cenabı Hak: «De ki: «Ey kitab ehli, dininizde bokuz yere haddi aşmayın. Bundan evvel hakikaten hem kendileri sapmış, hem
Dâllin'den kasıt Hıristiyanlardır. Nitekim Cenabı Hak: «De ki: «Ey kitab ehli, dininizde bokuz yere haddi aşmayın. Bundan evvel hakikaten hem kendileri sapmış, hem birçoğunu saptırmış ve (halada) doğru yoldan ayrılıp sapageimiş bir kavmin neva (v« heve)slne uymayın.» (Maide: 77) emri İle bunu bize bildirmektedir.
İmam Fahreddin er-Razi, konuyla ilgili görüşünü şöyle ifade eder: «Müfesslrlerin bazısı, «gazaba uğrayanlardan maksadın görünür amellerinde hata yapan her şahıs, «sapıklardan muradın da, itikadında hata yapan herkes olduğu görüşünü tercih etmektedirler. Çünkü «gazaba uğrayanlar» ile «sapıklar» kelimeleri genel bir mana taşımaktadır. «Gazaba uğrayanlar»ı Yahudilere, «sapıklar»! da Hıristiyanlara tahsis etmek esasa aykırıdır. Çünkü, Sanl olan Allah (cc)ı inkar etmek, O'na bazı şahıs ve güçleri ortak etmek din olarak Hıristiyanlıktan ve Yahudilikten daha çirkin, dolayısıyla onlardan korunmak daha evladır.»
Alûsî. Fahreddin er-Razi'nin bu görüşünü reddederek şöyle diyor: «Gazaba uğrayanlar ile sapıklar sözlerinden açık olarak Yahudi ve Hıristiyanların kastedildiği sahih hadisle rivayet edilmiştir. Bu rivayet varken, buna aykırı bir görüşe dönülemez.» [34]
Kurtubî ise şöyle demektedir: «Müfesslrlerin bir çoğuna göre «gazaba uğrayanlar» ile Yahudilere, «sapıklar» ile de Hıristiyanlara işaret edildiği. Hatem oğlu Adiyy'ln müslüman oluşu olayındaki hadiste tefsir edilmiştir.» [35]
Ebu Hayvanın bu hadisle ilgili görüşü şöyledir: «Eğer hadisi şerifin Hz. Peygamber (sav)den nakli sahih ise, ona dönmek, (onunla amel etmek) farz olur.»
Bana göre. Fahreddin er-Razi'nin görüşü, hadisi red onlamı taşımaz. Tersine, onun hükmünü genelleştirerek. Yahudilik. Hıristiyanlık ve diğer tüm islam dışı inançları içine alan bir ifade ite bütün kafir ve münafıkları ayetin şümulüne almıştır.
Fahreddin er-Razi'nin görüşünü ifade eden metni aynen aktarıyorum: «Ota ki, «gazaba uğrayanlardan rnurad kafirler, «sapıklardan maksat münafıklardır. Zira Cenabı Allah, Bakara suresinin başlarında müminleri methettikten sonra sırasıyla kafirleri ve münafıkları zikretmiştir. Burada, müminler için «nimet verilenler», kafirler İçin «gazaba uğrayanlar, münafıklar için ise «sapıklar ifadeleri kullanılmıştır...» [36]
(Amîn): Dua ifade eden bir kelimedir. Kur'andan olmadığı konusunda icmaa varılmıştır. Kur'anda yazılmayışı da bunu göstermektedir. Manası. «Ya Rabbt. duamızı kabul et» demektir.
Alûsî. âmin kelimesi ile ilgili olarak şöyle demektedir: «Fatihayı bitirdikten sonra «amin» demek sünnettir. Zira Ebu Meysiret şu hadisi nakletmektedir: «Cebrail. Resulü Ekrem (sav)e Fatiha suresini okuttu. «Velad-dâün» dedikten sonra Cebrail ona «amin» de buyurdu. Resulullah (sav) da ona uyarak «amin» dedi.» [37]
İbnü'l-Enbari'nin görüşü de şöyledir. «Amin, dua olup Kur'andan değildir. Zahirde isim, ifadede fiil olan kelimelerdendir. «Ya Rabbî. sen kabul et» anlamındadır. Amin kelimesi iki kalıpta ifade edilebilir. Birisi Fail vezninde, diğeri de Fail vezninde. Şair şöyle diyor: «Ya Rabbî! Sevgilimin sevgisini ebediyyen içimden çıkarma. Bu duama amin diyen kuluna Allah rahmet etsin.» [38]
isimleri mübarek olan Cenabı Allah, bize, nasıl hamd edeceğimizi şöyle öğretiyor: «Ey kullarım, bana şükredeceğiniz zaman «Alemlerin Rabbı olan Allah'a hamd olsun» deyiniz ve size vermiş olduğum nimet ve ihsanlarım karşılığında bana şükrediniz. Azamet, şeref ve ululuk sahibi benim. Yaratıcılık ve icad edicilik yalnız bana aittir, insanların, cinlerin, meleklerin, göklerde ve yerde olanların yaratıcısı benim. Rahmeti herşeyi, fazlı bütün halkı kuşatan, esirgeyen ve bağışlayan benim.
Sena ve şükür, kulları için yaratma, rızık verme, sağlam bir bünyeye kavuşturma, İnsanları dünya ve ahiret mutluluğuna iletme gibi nimetleri olan alemlerin Rabbi Allah (cc)tan başkasına mahsus değildir. O'nun büyüklüğüne hiçbir büyüğün ululuğu yetişemez. Kainata koymuş olduğu düzenle tüm bitkilerin, hayvanların ve insanların herşeylerinl tanzim eden O'dur.
Mesela, güneş olmasaydı hayat ve ölüm olmazdı. İnsanın hayatını devam ettirmeye vasıta olan gıdanın, bitkilere canlılık veren suyun ve hayvanların yaşamalarını sağlayan bitkilerin yaratıcısı O'dur.
Mesela, güneş olmasaydı hayat ve ölüm olmazdı. İnsanın hayatını devam ettirmeye vasıta olan gıdanın, bitkilere canlılık veren suyun ve hayvanların yaşamalarını sağlayan bitkilerin yaratıcısı O'dur.
Mükafat ve cezayı ancak ben veririm. Din günü olan kıyamette tasarruf sahibi sadece benim, ibadetlerinizi bana tahsis ederek cAllah'ım yalnız senin İçin eğilir ve kalkar, yalnız sana saygı gösteririz» deyin, f Sen in gayrın olan kimseye kulluk etmeyiz. Rızanı kazanmak ve itaat etmekte yalnız senden yardım bekleriz. Çünkü her türlü tazime ancak sen layıksın. Senin dışında kimse bize yardım gücüne sahip değildir. Allah'ım, sen hak din olan İslâm'da bize sebat ver. Resullerini, resullerinin sonuncusu olan Hz. Muhammed (sav)i o din üzere gönderdin. Ya Rabbi, bizi imanda sabit kıl ve sana yaklaşanların, peygamberlerin, sıd-dıkların, şehidler ve salihlerin yolunda gidenlerden eyle. Allah'ım doğru yoldan gitmeyenlerden, şeriattan sapanlardan eyleme bizi. O sapıklar ki, senin ayetlerini, resullerini inkar ederek
Birinci incelik: Allah (cc). Kur'an-ı kerimi okurken kendisine sığınmamızı emretmektedir: «Haydi Kur'an okuduğun (okumak istediğin) zaman o koğulmuş şeytandan Allah'a sığın» (Nahl: 98).
Cafer-i Sadık (ra). «sığınma» ile alakalı olarak şunları söyler: «Kur'an okumadan önce Allah (cc)'a sığınmak lazımdır. Çünkü kul yalan, gıybet ve koğuculukla manen kirlenen dilini sığınmayla temizler. Böylece yüce Allah (cc) tarafından indirilen Kur'anı temizlenmiş bir dille okur. Diğer ibadetlerde «Euzübillahi» demek gerekmez.»
İkinci incelik: Lügatçılara göre «besmele» denildiği zaman akla «Bis-milâhirrahmânırrâhîm» gelir. Bu tabir şiirde ve
nesirde de meşhurdur. Şiirden bir misal verelim: «Kendisine rastladığım sabah Leylâ besmele çekti./O, besmele çeken ne güzel sevgilidir.» [40]
Kur'anın besmeleyle başlaması, her iş ve söze onunla başlamamız gerektiğini gösterir. Nitekim Ebu Davud'un naklettiği bir hadis-i şerifte Re-sulullah (sav) şöyle buyurmaktadır: «Besmeleyle başlanmayan her jş noksandır).
Üçüncü incelik: Bazı alimlere göre isim müsemma'nın aynısıdır. Bismillah demekle Billahi demek arasında hiçbir fark yoktur. Dolayısıyla isim lafzı besmeleden çıkarılabilir.
Müfessirlerin şeyhi İbn-i Taberi, yukarıdaki görüşü reddederek şöyle demektedir: «Bu görüş doğru ise. «Zeydin ismini gördüm, ekmeğin ismini yedim ve ilacın ismini içtim» ifadelerinin de doğru olması lazımdır. Halbuki Arap dili ve edebiyatı, bu ifadelerin doğru olmadığını gösterir.» [41]
Dördüncü incelik: Allah ile ilah kelimeleri arasındaki farkı açıklar. Allah lafzı, mukaddes olan Zat-ı kibriyaya mahsus bir isimdir. Şimdiye kadar O'ndan başkasına verilmemiştir ve verilemez. Allah lafzı, Hak üzere ibadet olunan manasındadır.
Tapılan manasına gelen İlah kelimesi hem Allah (cc). hem de gayrı için kullanılabilir. Tapınma işi hak üzere olduğu gibi batıl üzere de olabilir. Nitekim cahiliye döneminde Arapların taptıkları putlara ilah kelimesinin çoğulu olan «Alihe» denirdi. Putperest Araplar bunlara batıl üzere ibadet ederlerdi.
Fakat hiçbir şahıs taptığı bir puta «Allah» adını vermezdi. Hatta, ca-hiliyet döneminde putperest bir Araba, «Seni kim yarattı?» veya «Yerleri ve gökleri kim yarattı?» diye sorulduğunda, «Allah» cevabını verirdi. Cahiliye döneminde Araplar herne kadar putlara tapıyorlarsa da yaratma olayını Allah (cc)'a bağlarlardı. Kur'an da buna işaret eder: «Andolsun ki onlara gökleri ve yeri kimin yarattığını sorsan muhakkak, Allah derler...» (Lokman: 25).
Beşinci incelik: Besmelede birçok büyük faydalar bulunmaktadır. [42] Bunları şöyle sayabiliriz. Bereket, saygı, şeytanı kovma ve müşriklere açık muhalefet ve llh...
Müşrikler bir işe başladıkları zaman tapındıkları putları ve diğer mah-lukatın ismini anarlardı. Besmele çeken mü'min ise Allah (cc)'ın birliğini tasdik ile O'nun nimetlerini hatırlayarak ve O'ndan yardım isteyerek kendini emniyette hisseder. Bundan başka besmelede cenabı Hakk'a mahsus Allah ve Rahman gibi iki özel isim vardır.[43]
Altıncı incelik: Hamd kelimesinin başına gitirilen «el» eki, hamdın bütün çeşitlerini ihtiva etmesi içindir. Alemlerin Rabbi olan Allah (cc), her türlü methe, hamde, tazime ve takdise layıktır. Hamd kelimesinin el ekiyle kullanılması, ayrıca, sürekliliği yani sonsuza kadar bütün tıamdlerin O'na mahsus olduğunu da ifade eder.
Yedinci incelik: Rahman ve Rahim sıfatlarının Rab kelimesinden sonra gelmesi. Allah (cc)'ın her zaman ve yerde yarattığı bütün insanları esirgeyici ve bağışlayıcı olduğunu, zalimlikten münezzeh olduğunu gösterir. Bu konuda Ebu Hoyyan (ra) şöyle der: «Bu surenin başındaki kelimelerin sıralanışında görüldüğü gibi Rab kelimesi efendi, sahip ve mabud manalarından hangisini taşırsa
efendi, sahip ve mabud manalarından hangisini taşırsa taşısın, Cenabı Hakk'ın bir sıfatını dile getirir. Rab sıfatından sonra Rahman ve Rahim sıfatlarının gelişi, belagat ilmine göre en uygun ifadedir. İnsan bir hata veya günah işlediğinde Allah (cc)'a karşı af isteyebilme gücünü yine O'ndan alır.» [44]
İbni Kayyım (ra) da şöyle demektedir: «Rahman ve Rahim sıfatlarının bir arada gelişinde çok güzel bir hikmet vardır. Rahman sıfatı cenabı Allah (cc)'tan ayrılmayan bir sıfat. Rahim ise esirgenenle ilgili bir sıfattır. Rahman, ce.nabı Allah (cc)'ın sıfatı. Rahim sıfatı da rahmet (esirgeme) fiilidir. Cenabı Hak. rahmetiyle bütün alemi esirger. Bunu anlamak için Kur'artdaki şu ayetlere baKmak yeterlidir: «O sizi karanlıklardan nura çıkarmak ipin üzerinize melekleriyle beraber rahmet(ini ray egon) edendir. O, müminleri çok esirgeyicidir.» (Ahbaz: 43) «... Çünkü O, çok esirgeyici, çok bağışlayıcıdır.» (Tevbe: 117)
Buradan da anlaşılıyor ki, Rahman denilince. Rahmet sıfatıyla vasıflanan zat anlaşılır. Rahim dendiği zaman da Rahmeti ile herşeyi kuşatan akla gelir.»
Bazı alimlere göre Rahman ve Rahim sıfatlarının her İkisi de aynı manaya gelir. Sadece Rahîm, Rahmanı kuvvetlendirmek için kullanılmıştır. Müfessirlc-rden Sebban ve Celal (ra) da aynı fikirde olmakla beraber bu görüş zayıftır. Çünkü İbni Cerir et-Taberî (ra)'ye göre Kur'an-ı kerimde kendi başına bir manası olmayan hiçbir fazlalık kelime yoktur. Bu sebeb-le yukarıda görüşlerini naklettiğimiz alimlerden görüşü en kuvvetli olanı İbni Kayyım (ra)'dır.
Sekizinci incelik: «iyyâke nağbüdü ve iyyâke neste'in». Cenabı Allah bu ayette kullarına hitap ederken üçüncü şahıs yerine ikinci şahsı muhatap almaktadır. Bu da bir iltifattır. Ayetteki hitap üslubunda insanların nefsin) ve kalbini celbetmek için çok uygun bir ifade kullanılmıştır. İltifat Belagat ilminin bir nevidir. [45]
Eğer ayet üslubundaki iltifat olmaksızın okunsaydı «İyyâke nağbüdü ve iyyâke neste'în» yerine «İyyâhü nağbüdü ve iyyâhü neste'in» denilirdi. Cenabı Hak burada belagat ilminde nükte adı verilen iltifatı yapmıştır. Bunun misalini Allah (cc)'ın, «Üzerinde ince ve kalın ipekten yeşil elbiseler vardır. Gümüşten bileziklerle süslenmişlerdir.
belagat ilminde nükte adı verilen iltifatı yapmıştır. Bunun misalini Allah (cc)'ın, «Üzerinde ince ve kalın ipekten yeşil elbiseler vardır. Gümüşten bileziklerle süslenmişlerdir. Rableride onlara gayet temiz bir şarap içirmiştir. (Bütün) bu (nimetler) şüphe yok ki, sizin için bir mükafattır. Sa'yınız meşkur olmuştur.» (insan: 21) buyruğunda görmek mümkündür. Ayetteki «Rableri de onlara gayet temiz bir şarap içirmiştir» ifadesinde üçüncü şahıslara hitapoedillyorken daha sonra «sizin İçin» denilerek iltifat yapılmaktadır. Cenabı Hak, bazen de hitabı ikinci şahıstan üçüncü şahıslara yöneltmektedir. Nitekim «O sizi karada ve denizde gezdiren (sebeblerini izhar eden)dir. Hatta siz gemilerde bulunduğunuz, onlar, bunnları güzel bir hava ile akar gibi götürdükleri (yolcular da) bununla sevindikleri zaman ona şiddetli bir fırtına gelip çatar.» (Yunus: 22) ayet-i kerimesinde «siz gemilerde bulunduğunuz, onlar, bunları...» ifadeleri ikinci şahıstan üçüncü şahsa geçildiğini açıkça göstermektedir. Bu yönelme, iltifatı olanca açıklığı ile gözler önüne sermektedir.
Ebu Hayvan, Bahir kitabında iltifatla ilgili olarak şöyle der: «İltifat, bir şahsın yüksek vasıflara sahip yanındaki bir şahsa, sanki yanında yokmuş gibi hitap etmesi, sözlerinin sonunda hitabının muhatabının yanındaki şahıs olduğunu
sonunda hitabının muhatabının yanındaki şahıs olduğunu izhar etmesidir. Bundan dolayı t iyyâke» nin istenilen şeye İşareti «iyyahü»den daha tesirlidir.» [46]
Dokuzuncu incelik: «Nağbüdü ve nesteinü» ifadeleri. «Ancak sana İbadet ederim ve ancak senden yardım beklerim» cümleleri gibi tekil değil çoğuldur. Burada tekil ile çoğul arasındaki incelik, kulun yüce Allah (cc)'ın huzuruna durarak kusurlarını itiraf ile yardım ve hidayet isteğidir. Kul sanki, «Ben zayıf, günahkâr ve aciz bir kulum. Huzurunda dileklerimi arzetmeye layık değilim. Ancak diğer abldlerin arasına girerek onlarla beraber senden dileklerimi isterim. Sen de dileklerimi onların dilekleriyle beraber kabul et. Hepimiz «ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.» der.
«lyyake»nin «nağbüdü» ve «nesteînü» kelimelerinden önce gelmesi tahsis (İbadetin yalnız Allah'a mahsus kılınması) içindir. Abdullah ibni Ab-Ikjs (ra) da, «Bu ayetin manası, biz ibadeti sana yaparız, başkasına değil» demektedir. [47]
Kurtubî ise, «Arap diline göre önemli olan önce söylendiği için ehemmiyetine binaen önce «iyyâke» zikredilmiştir. Araplardan biri diğerine hakaret edince hakarete uğrayan yüzünü başka tarafa çevirirdi. Hakaret eden, «Sana hakaret ettiğim halde neden yüzünü başka tarafa çevirdin?» deyince. «Senden zaten yüzçevirdim» der. Dikkat edilirse, her iki şahıs da önemli olan «sen» kelimesini daha önce kullanmışlardır. Nitekim kul ve kulluğu ifade eden «nağbüdü» kelimesinin, mabud olan Allah'a yönelik bir zamir olan «iyyake»deki «kef» harfinden önce gelmemesi için önce «lyyake» zikredilmiştir. «Sana İbadet eder ve senden yardım beklerim» cümleleri doğru değildir. Kur'andakl ifadeye uymak lazımdır» diyor.
İbadet yalnız Allah (cc)'a yapılır. Yardım da ancak O'ndan istenir, «lyyake» tabiri ayette ikinci defa tekrarlanmasaydı ayetin anlamı «ibadet yalnız Allah'a yapılır, fakat yardım O'ndan başkasından da istenebilir» gibi anlaşılabilirdi. Böyle bir imajın doğmaması için «iyyake» tabiri ayette iki kere tekrar edilmiştir.
Onuncu İncelik: Fatiha suresinin «Bizi doğru yolo, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet, gazaba uğrayanlannkine, sopıklannkine de-ğH» ayetlerindeki «nimet* Allah (cc)'a izafe edilirken, «gazab» ve «sapıklık» O'na isnad edilmemektedir. Kur'an-ı kerimdeki bu ifade şekliyle de Allah (cc) kullarına terbiye öğretmektedir. Buna göre. kötülük takdir yoluyla Allah (cc)'tan ise de, O'na isnad edilemez.
Cenabı Hakk'ın İbrahim (sav)'in diliyle, «(O Rafa) M beni yaratan ve bana doğru yolu gösterendir. Bana yediren, bana İçiren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur» (Şuam: 78-80) bize öğrettiğine göre, hastalık aslen Onun tarafından yaratıldığı halde, «Beni hastalandıran O'dur» yerine, «Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur» denilmesi, insanların Allah (cc)'a karşı nasıl bir edep ve terbiye içinde olmaları gerektiğini gösterir.
Yine Cenabı Hakk'ın, mümin cinlerin diliyle. «Doğrusu biz yerdeki kişilere şer mi murad ediliyor, yoksa Rablerl için bir hayır mı İrade ¦diliyor bilmiyormuşuz.» (Cin: 10) buyruğunda, şerrin yapıcısı olarak gösterilmezken, hayrın O'nun tarafından irade edildiği açjk bir şekilde ifade ediliyor. Bu da göstermektedir ki, edeb ve terbiye
Yine Cenabı Hakk'ın, mümin cinlerin diliyle. «Doğrusu biz yerdeki kişilere şer mi murad ediliyor, yoksa Rablerl için bir hayır mı İrade ¦diliyor bilmiyormuşuz.» (Cin: 10) buyruğunda, şerrin yapıcısı olarak gösterilmezken, hayrın O'nun tarafından irade edildiği açjk bir şekilde ifade ediliyor. Bu da göstermektedir ki, edeb ve terbiye bakımından kötülükler Allah (cc)'a atfedilemez. Müminlerin Allah (cc)'a karşı kulluk vazifelerini yapabilmeleri, iyilik ve güzelliklerin her zaman ve her yerde Allah (cc)'tqn olduğunu bilmelerine bağlıdır.[48]
İslam sadece manevi,ruhani ve uhrevi ayinler ve ibadetler sisteminden ibaret değildir;aynı zaman da maddi, sıhhi, ailevi, içtimai, beşeri, evrensel iktisadi, ticari, askeri, terbiyevi, ilmi ve kültürel ... İslam Prof.Dr.M.Esad Coşan.
...ahkama sahip, gediksiz eksiksiz, kusursuz bir sistemdir.Hayattan kopmuş,dünyayla, çevreyle, insanlarla ,beşeri faaliyetlerle ilgiyi kesmiş, içine kapanmış bir manastır dini değil; İslam Prof. Dr. M. Esad Coşan.
...aksine hayata, insana, cemiyete, devlete, beynelmilele yönelmiş, onlar arasındaki münasebetleri tanzime yönelmiş aktif ve dinamik bir nizamdır; tüm hayatı, Allah c.c.ın istediği tarzda yaşama biçimidir; yüce asil ilahi yoldur. Batıl yollar çoktur ama çıkar yol İslam'dır. İslam Prof.Dr.Esad Coşan.
Nefis can, insanın bedeni ,arzu,benlik,aşağı duygular, ruh gibi pek çok anlamda kullanılan bir kelimedir. Ku-an-ı kerim bu kelimeyi sekiz ayrı manada kullanmıştır. Tasavvufi bir terim olarak nefis , kulun kötü huyları çirkin vasıfları ,kötü his ve huyların mahalli olan latife anlamlarına gelir.Bu gönüyle nefis ruh ile nefis arasında Bir araçtır. NEFSİN TERBİYESİ KİTABI MEHMET ZAHİD KOTKU
Ruh ile nefis arasında devamlı bir çekişme vardır.Bu çekişmeyi ruh lehine sonuçlandırmak gerçek insan olmanın şartıdır.Verilen mücadele ve savaş sürecinede seyr ü sülûk denir.Seyr ü sülûkün sonunda nefis ıslah olmuş ve ruhu boyun eğmiştir .O halde mücadele ve savaş taraflarından biri olan nefsi iyi tanımak gerekir. NEFİS TERBİYESİ MEHMET ZAHİD KOTKU
Allah c.c.Resulü'nün ashabının Allah c.c.rızasından başka bir dertleri yoktu.Bu uğurda insanların kendilerine kızmasına hiç aldırış etmezler, ciddiye almazlardı. Hasan-ı Basri r.a.
Üstelik devlet de "Batılılaşma"yı esas aldı, din düşmanlığını benimsedi,İslam'la savaştı,halkına,kendi öz kültürüne değil, Bat'nın kokuşmuş, pis,sahte,ikiyüzlü kültürünü benimsetmeye çalıştı, Neticede inançsız, edepsiz,köksüz,kozmopolit nesiller yetişti. İslam dergisi Başmakaleleri. Prof.Dr.Esad Coşan.sy.583.
İslam alemindeki en büyük eksiklik "vahdet", müslümanların en tehlikeli, en zararlı düşmanı "tefrika"! Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez: Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez. İslam Dergisi Başmakaleleri. Prof.Dr.Mahmud Esad Coşan. sy.407.
Resim Ekle Dosya Ekle Video Ekle Soru Sor Bilgi Ekle Bilim insanlığın ortak ürünüdür. İnsanlık sürekli olarak yaşamı güvenilir ve rahat kılma, dünyayı anlama çabası içinde olmuştur. Bilimsel gelişmeler, insanlığın yaşam koşullarını iyileştirme olanakları sunduğu gibi akılcı ve gerçekçi düşünme olanaklarının yolunu da açmıştır. O halde bilim nedir?
Bilim “gözlenebilir olgulardan hareket eden ve bu olgular arasında neden-sonuç ilişkileri kurmaya çalışan sistemli bilgiler bütünüdür.” Bu durumda herhangi bir çalışma alanının gözlenebilir ya da deneyle ispatlanabilir bir konusu yoksa o etkinlik bilim sayılmaz.
Bilimin temel nitelikleri şunlardır: • Bilim sistemlidir: Bilim gelişigüzel bir şekilde değil, bilimsel yöntemi ve veri toplama tekniklerini kullanarak sonuca ulaşır. • Bilim olgulara dayanır: Bilimin olgusal olması gözlenebilir, deney yapılabilir olgulara dayanmasıdır. • Bilim mantıksaldır: Elde edilen bilgilerin kendi içinde tutarlı ve çelişkiden uzak olmasıdır. • Bilim nesnel (objektif) dir: Bilimin olanı olduğu gibi inceleyip ortaya çıkarmasıdır. Bilimin değer yargılarından (inançlardan, ön yargı, beğeni ya da çıkarlardan) uzak durmasıdır. • Bilim eleştirici ve sorgulayıcıdır: Bilimsel bir sonuç (kuram ya da yasa) ne kadar akla uygun olursa olsun yine de eleştiri ve sorgulamadan kurtulamaz. • Bilim genelleyicidir: Bilim araştırma konusunda genelleyicidir, tek tek olaylarla değil bunlar arasındaki ilişkilerle ilgilenir. • Bilim evrenseldir: Ulaşılan bilimsel sonuçlar her yerde geçerlidir. • Bilim öngörü sağlar: Araştırmalar sonucunda elde edilen sonuçlar kullanılarak, geleceğe ilişkin bir takım tahminlerde bulunulur.
1. Bilim olgusaldır. Çünkü doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak gözlenebilen olguları ve olayları konu edinir. Örneğin, “ısıtılan demirin genleşmesi” olgusal bir durumdur. Her ne zaman metalleri ısıtsak, metallerin genleştiğini gözleyebiliriz.
2. Bilim mantıksaldır. Çünkü ulaşılan sonuçlar her türlü çelişkiden uzak olup birbirleriyle tutarlıdır. Bilim, mantıksal düşünme sürecinde “tümevarım” ve “tümdengelim” yaklaşımlarından yararlanır. Tümevarım yaklaşımında örneklerden kurallara, tümdengelim yaklaşımında da kurallardan örneklere varılmaya çalışılır.
3. Bilim nesneldir. Ancak bilimdeki nesnelliği, mutlak anlamda değil, sınırlı ve özel anlamda bir nesnellik olarak algılamak gerekir. Bu da, bilimsel nitelik taşıyan her sonucun güvenilir olması, kişi ya da kümenin tekelinde değil, kamunun soruşturmasına açık ve elverişli olacak bir biçimde anlatılması demektir.
4. Bilim eleştiricidir. Bilim ne denli usa (akla) yatkın görünürse görünsün, ileri sürülen her iddia karşısında eleştirici yaklaşımdan vazgeçmez. Bilimdeki her kuram ya da görüş, olgular tarafından desteklendiği sürece “doğru” olarak kabul edilir. Yeni olguları açıklama gücü gösteremeyen ya da kimi gözlem verilerinin doğrulamadığı bir kuram daha önceki statüsüne bakılmaksızın eleştirilir. Eleştiri sonunda söz konusu kuram, ya bilinen tüm olguları kapsayacak biçimde değiştirilir ya da buna olanak yoksa, bir yana itilerek yerine daha güçlü bir kuram konmaya çalışılır. Örneğin, Newton’un yer çekimi kuramı 200 yıl boyunca geçerli kabul edildiği halde, geçen yüzyılın sonlarına doğru kimi olguları açıklamada yetersizliği görülünce, eleştirilmiş ve yerini daha güçlü kanıtları bulunan Einstein kuramına bırakmak zorunda kalmıştır. Bilimin bu kendi kendini eleştirme özelliği ona kendi kendini düzeltme olanağı sağlamaktadır.
5. Bilim genelleyicidir. Bilim tek tek olgularla değil olgu türleri ile ilgilenir. Elde edilen sonuçlar genel olarak açıklanır. Örneğin, “Metaller ısıtılınca genleşir, “Sıvılar bulundukları kabın biçimini alır” gibi önermeler tek tek olguları değil, kapsamı sınırsız olgu sınıflarına ilişkin özellikleri anlatır.
6. Bilim seçicidir. Bilim evrendeki olup biten bütün olguları değil, önemli gördüğü olguları konu edinir. Evrendeki bir olgunun bilimsel değer taşıyabilmesi onun, ya inceleme konusu bir sorunla ilgili olmasını, bir denence ya da kuramın sınanmasında kanıt özelliği göstermesini gerektirir.
7. Bilim birikimli bir süreçtir. Yeni bilgiler daha önceki bilgiler üzerine kurulur. Bu durum bilimde sürekliliği ve gelişmeyi sağlar.
8. Bilim evrenseldir. Bilim adamı yaptığı deney, gözlem ve elde ettiği bulguları, öteki meslektaşlarınca doğruluğunun denetlenebilmesi ya da araştırmanın olduğu gibi ya da bir bölümüyle yinelenebilmesi düşüncesiyle açık seçik olarak raporlaştırır. Böylece bilim adamı yaptığı çalışmaları evrensel düzeyde tartışmaya açmış olur. Bilim bu özelliği nedeniyle bütün ulusların paylaşabilecekleri ortak bir yaşama biçiminin koşullarını hazırlar.
Hani bir fıkra vardır, anlatırlar; babası oğluna bir bağ bağışlamış, ama oğlu ona bir salkım üzümü çok görüp vermemiş... İşte nankör insanın hâli de fıkradaki bu oğula benzer. Oysa insanın yaratılış gâyesi, Yaratanına kullak etmektir. Kulluk ise şükrü gerektirir, nankörlüğü değil.
Hâlıkımız, bize bir ömür ve bu ömür içinde sayısız nîmetler bahşetmiştir. Yirmidört saatlik bir günümüzü nerelerde kulandığımıza baktığımız zaman, ne kadarını Allah için ayırdığımızı gözden uzak tutmamalıyız.
Üzerinde yaşadığımız, bildiğimiz ve bilmediğimiz bütün mülk Allâh’ındır. Onun nîmetleriyle yaşıyoruz. Ama her şeyin kendi arzumuza uygun olmasını istiyoruz... Uymadığı zaman isyan ediyoruz.
Nedense nefsimizin kırılmasına, gücenmesine aslâ tahammül edemiyoruz. Halbuki Nemrud’a ilahlık iddiasında bulundurup İbrahim aleyhisselâmı ateşe attıran şey, işte bu nefistir.
Kendi saltanatına zarar veren hiçbir varlığı tanımak istemeyen nefis de, bu nefs-i emmâredir. İşte insan, bu nefsi ıslah ve tezkiye etmekle mükelleftir.
Her türlü nimet, nefsin arzularına karşı gelmek ve Allah’a kulluk etmek için verilmiştir. Nefsin gâyesi ise cehenneme bilet kesmektir.
Yüce Rabbimiz buyuruyor ki:
“Şimdi bana haber ver: Hevâ (ve hevesi)ni ilâh edinmiş; kendini, bir ilim üzerine, Allah şaşırtmış; kulağını, kalbini mühürlemiş; gözüne de perde çekmiş bir adama Allah’tan başka kim hidâyet edebilir (doğru yola getirebilir)? Hâlâ iyi düşünmeyecek misiniz?”(1)
Evet, hâlâ kendimize gelmeyecek miyiz? Bu şaşkınlık, dizginlerin nefsin elinde olması durumu daha ne kadar devam edecek?
Bir harpten dönerken ashâb-ı kirâma şöyle buyurmuştur İki Cihan Güneşi Efendimiz (s.a.v.):
“En küçük harpten en büyük harbe döndük.”(2)
Ashâb-ı Güzîn, çetin bir harpten dönerken bunun ne demek olduğunu sordukları zaman aldıkları cevap:
“Nefisle mücâhede ve mücâdele etmek, en büyük cihaddır” meâlinde olmuştur.
Demek ki en büyük düşman, nefistir ve en büyük mücâdele de nefs-i emmâre ile yapılan cihaddır. Onunla mücâdele son nefese kadar devam edecektir.
O bakımdan, kalblerimizdeki mühürleri silip göz ve kulaklarımızdaki perdeleri yırtmasını, kaldırmasını Yüce Mevlâmız’dan dileyelim. Böylece enginlere açılabilelim, her türlü ibâdet ve tâate, kulluk vazîfelerimize ve hizmet alanlarına kanatlanabilelim. Şaşkınlıktan kurtulup isyankâr nefsimizin tehlikeli uçurumlarında perişan olmayalım. Onun için de geliniz Rabbimize Resûlüllah Efendimizi’in ve vârislerinin niyâzı ile yalvaralım:
“Allah’ım, bizi, göz açıp yumucaya kadar, hatta ondan daha az bir zaman bile nefsimizin eline bırakma!” (Âmin) ***
İnsanoğlunun hem üstün meziyetleri, hem garip zaafları vardır. Bu cümleden olarak bâtın âlemimizi ifade eden mefhumlardan birisi de nefistir.
Kelime olarak, bir şeyin zâtı ve kendisi demek olan nefis, tasavvuf ıstılâhında değişik keyfiyetleri ifade için kullanılmıştır.
Meselâ Kur’ân-ı Kerim’de İsrâiloğulları’na hitâben, “Hemen Hâlik’ınıza (Yaradanınız’a) tevbe edip, nefislerinizi öldürünüz”(3) buyurulmuştur. Buradaki “Faktülû enfüseküm (nefislerinizi öldürünüz)” emri, intihar ediniz mânâsına değildir. Bununla, hiçbir meşru‘ hudut tanımayan ve daima hayvanî şehvetlere meyyâl olan nefs-i emmâre ile mücâdele emredilmiştir.
Hevâ meselesine gelince...
Kelime olarak arzu ve istek mânâlarına olan hevâ, tasavvuf lisânında nefsin, süflî cihete yönelip ulvî cihetten yüz çevirmesi... Hakk’ı inkâr veya ihmâl edip, nefs-i emmârenin şehvetlerine tâbi olmasıdır.
Şöyle de diyebiliriz:
Hevâ, kişinin dînî ölçülere bakmaksızın nefsinin hoşuna giden şeylere yönelmesidir.
Hevâya tâbi olmak; insanın İslâm’dan uzaklaşmasına, ahlâken bozulmasına, amellerinde, tavır ve hareketlerinde zulüm ve azgınlığına sebep olur.
O bakımdan mü’minlerin, gerek nefs-i emmâre ile gerekse hevâlarını ilah edinenlerle mücâdeleleri kıyâmete kadar devam edecektir.
Bu mücâdelenin, bir takım zorlukları, sıkıntı ve meşakkatleri beraberinde getirmesi de muhakkaktır. Nitekim Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz buyurmuşlardır ki:
“İnsanların en çok sıkıntıya uğrayanları peygamberler, sonra sâlih amel sahibi olan kimselerdir. Kişi dinine göre belâlarla imtihan edilir. Eğer dini(ne bağlılığı kuvvetli ve) sağlamsa, belâsı daha da artırılır. Şayet dininde (imânında) zayıflık varsa, ona göre belâsı da azalır.”(4)
Binâenaleyh bu uğurda muhtelif belâ ve musîbetlere mâruz kalan Müslümanların, sabır ve sebat üzere olup vazifelerini, mes‘ûliyet ve mükellefiyetlerini hiçbir şart ve ahvâlde ihmâl etmemeleri gerekir. Gerçek sabır ve sebat ise, “Musîbetlerin ve zorlukların ortaya çıktığı hallerde kendini tutmak ve İslâm ahkâmına tâbi olmakta sebât etmek” yani hududu tecâvüz etmemektir.
Nefsin mertebeleri, yani basamak ve dereceleri yedidir:
1) Nefs-i Emmâre:
Nefs, kulun kötü ahlâk ve çirkin vasıfları, kötü his ve huyların mahalli olan lâtîfe, yani cism-i lâtîftir. Üzeri, yoğun ve kalın perdelerle örtülüdür. Bu mertebedeki nefs, kişinin en büyük düşmanıdır. Ona durmadan kötülüğü emreder. Zararlarından korunmak için, onu ezmek-kırmak ve zararsız hâle getirmek gerekir. Bunun da iki yolu vardır:
Ya riyâzatlar yapılarak, çile çıkarılarak güçten kuvvetten düşürülüp zayıf hâle getirilir...
Veya melekî rûh râbıtayla takviye edilerek o hayvanî rûha üstünlük sağlanır.
Birinci yol zor ve meşakkatli olduğu kadar, tehlikelerle de doludur. İkinci yol ise daha emin, daha kolay ve çok daha kestirme bir yoldur.
Nefs-i emmâre kâfirdir, her şeyi inkâr eder. Asla kendinden üstün bir şey kabul etmez. Bu nefis, hakîkati bulamayanların nefsidir.
Tasavvuf kitaplarında, “Ve hiye nefsü'l-kâfirîn ve'l-fâsikîn” diye anlatılır. Yani bu nefis, kâfirlerin ve fâsıkların nefsidir.
Kısacası, inkârcıların ve İlâhî emirlerin dışına çıkan, büyük günah işleyen veya küçük günahları sürekli biçimde yapan kimselerin nefisleri emmâre mertebesindedir.
Yûsuf aleyhisselâm bir peygamber olduğu halde nefsiyle alâkalı olarak diyor ki: “Ben nefsimi tebriye etmem (temize çıkarmam). Muhakkak ki nefis, Rabbimin rahm’ettikleri (rahmetiyle korudukları) hâriç, elbette mubâlağa ile kötülüğü emredicidir!”(5)
Evet, o bir peygamber iken böyle söylüyorsa, ya bizim gibi sıradan insanların nefisleriyle olan durumu ne olabilir! Çok çok iyi düşünmek ve ona göre değerlendirip tedbirini almak gerekir. ***
2) Nefs-i Levvâme:
“Ve hiye nefsü's-sâlihîn mine'l-mü'minîn.” Yani bu nefis, sâlih mü'minlerin nefsidir.
Kabahatini anlayıp da pişman olanların ve daha iyisini yapamadığından dolayı kendini kınayanların nefsidir. Üzeri, hafif ve ince perdelerle kaplıdır. Bu nefis, süflî arzulara karşı gelir ve kötülük yaptığı zaman sahibini kınar, onu hesaba çeker.
Nefs-i levvâme, emmârenin bir üst derecesidir. Rabb’imiz bunu, “... nefs-i levvâmeye yemîn ederim”(6) buyurarak, ehemmiyetine binâen yeminle bildirmiştir. ***
Cenâb-ı Hakk'ın, takvâ ile fücûru kendisine ilhâm ettiği, isyan ile ibâdet arasındaki farkı idrâk ettirdiği nefistir. Üzeri, nûr ve zulmet karışımı perdelerle kaplıdır.
Tarîk-ı rûhânîde olanların nefsi, nefs-i mülheme'dir. (Bazı kitaplarda “mülhime” olarak zikredilir ki yanlıştır; doğrusu, yukarıda geçtiği gibi “mülheme”dir. Yani ilhâm eden nefis değil, ilhâm alan, kendisine ilhâm olunan nefistir.)
Allah Teâlâ'nın ilhâmına kavuşan bu nefisle alâkalı olarak Kur’ân-ı Kerim'de, “Nefse ve onu tesviye buyurup, fücûrunu ve takvâsını kendisine ilhâm edene yemîn olsun”(7) buyurulmaktadır. ***
4) Nefs-i mutmainne:
“Râbıta” ve “zikrullah” ile mutmain olan (sükûn ve istikrâra kavuşan) kimselerin nefsidir. Üzerinde nûrlu perdelerin ağırlıkta olduğu bir makamdır.
Füyûzât-ı İlâhiyenin nüzûlü ile meydana gelen sükûn ve istikrâr makamı ki, buna ehlüllâhın hepsi dâhildir.
Cenâb-ı Hak bu nefse Kur’ân-ı Kerim'de, “Ey mutmainne olan nefis!..”(8) kelâmıyla hitap etmektedir. ***
5) Nefs-i Râzıye: Burası, Nefs-i Mutmainne'nin en a‘lâ mertebesidir. Hazret-i Mevlâ'nın lûtuf ve ikrâmından meydana gelen rızâ makâmıdır. Cenâb-ı Mevlâ-yi zû'l-Celâl ve'l-Kemâl hazretleri, Kur’ân-ı Kerim'de bu nefse, “Rabbine dön, râzı olarak...”(9) kelâmiyle hitap etmektedir. ***
6) Nefs-i Merzıyye:
Bu, Hazret-i Allâh'a bağlıdır. “Ve rıdvânün minallâh (Allah'tan büyük bir rızâ)”(10) makâmı ki, kulun nâil olabileceği en yüksek rütbedir. “Radıyallâhü anhüm ve raduu anh (Allah onlardan râzı, onlar da Allah'tan râzı olmuşlardır)(11) mertebesidir. ***
7) Nefs-i Sâfiye: Diğer bir tâbirle, Nefs-i Zekiye.
Nefs-i Sâfiye mertebesine, enbiyâ ve mürselînin dışında hiçbir kimse çıkamaz... O, peygamberlere mahsus bir makamdır.(12) ***
“Nefis” hayat, his ve irâdeli hareket kuvvetini taşıyan, kalb ve ruh gibi latîf bir cevherdir. İnsanların yaşamasını, üremesini, dünya için çalışmasını temin eden kuvvettir. Buna hayvânî ruh da denilmiştir. O, bedeni aydınlatan bir cevherdir. Ölüm esnasında ışığı, bedenin içinden ve dışından kesilir.
Uyku vaktinde ise, bedenin içinden değil, sadece dışından kesilir. O bakımdan uyku ve ölüm aynı cinstendir.
Ancak ölüm, küllî (topyekün) kesilmedir, uyku ise eksik yani kısmî kesilmedir.
Bundan da anlaşılıyor ki; Cenâb-ı Hak, nefis cevherinin bedenle olan münâsebetini üç şekilde düzenlemiştir:
1. Eğer nefsin ışığı bedenin bütün cüzlerine, yani içine ve dışına ulaşmışsa, bu uyanıklık hâlidir.
2. Şayet nefsin ışığı, bedenin içinden değil de dışından kesilmişse, bu uyku hâlidir.
3. Tamamiyle kesilmişse bu ölümdür.(13) ***
Tasavvuf ilmine göre, nefsin mertebeleri, daha önce kısaca temas ettiğimiz gibi, yedidir. Bunlar;
Nefs-i emmâre, Nefs-i Levvâme, Nefs-i mülheme, Nefs-i Mutmainne, Nefs-i râzıye, Nefs-i merzıye, Nefs-i sâfiye'dir. En tehlikelisi de Nefs-i emmâredir.
Bu sebeple, onun hilkâti ve cibillî huyları üzerinde biraz durmak istiyoruz... Ve sözü ehline, Miftâhu’l-Kulûb sahibi el-Hâc Mehmed Nûri Şemseddin (k.s.) hazretlerine bırakıyoruz:
“Nefs-i Emmâre erbâbı, hayvanlar gibidir; hatta onlardan da kötü ve aşağıdır. Zira o kimsenin sultânî rûhu, nefs-i emmârenin esîridir. O vaziyette kaldıkları için de, ekserisi son nefeslerinde imansız gider, ebedî cehennemde kalırlar. Ancak az bir kısmı imanla gidebilir. Onlar da ikâba (cezaya) lâyık ve azâba müstehak olurlar.
Nefs-i emmâre bilcümle kâfir, münâfık ve fâsıkların nefisleridir. Buna hayvanî rûh denilir. İşte bu kimselerin hayvanî rûhları, sultanî rûhlarını büsbütün esir almıştır. Onun için ekserisi, bu âlemi imansız olarak terk ederler. (Neûzü billâhi teâlâ: Onun şerrinden Allah Teâlâ’ya sığınırız.) Demek oluyor ki, âdemoğlunda iki ruh vardır. Birine hayvanî rûh denilir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın Celâl sıfatının tecellîsidir. Diğerine de sultanî rûh adı verilir. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın Cemâl sıfatının tecellîsidir.
Beden ikliminde, bu iki pâdişahın yani hayvanî rûh ve sultanî rûhun birer vezîri ile birer de şeyhulislâmları vardır. Onlarla vücut ikliminde tedbîr ve tasarrufta bulunur. Meselâ, hayvanî rûhun vezîri akl-ı maâş (dünyayı düşünen akıl), fetvâ merciî de şeytandır. Onlarla istişâre eder. Sultanî rûhun vezîri ise, akl-ı maâd (âhireti düşünen akıl), şeyhulislâmı da melekdir; o da bunlarla istişârede bulunur.
Hayvanî rûhun zevki yiyip içmek, giyinip kuşanmaktır. Yani zâhirde insana lezzet verecek ne kadar şey varsa, onların hepsinden keyif alır ve kuvvet bulur; böylece sultanî rûha gâlip gelir.
Sultanî rûhun zevki; râbıta, zikir, tefekkür, ibâdet, İlâhî emirlere itâat ve onları icrâ, yasaklardan da ictinab etmektir, kaçınmaktır. Yani bâtında rûha safâ, lezzet ve kuvvet veren İlâhî emirlere boyun eğmekle insan hayvanî rûha gâlip gelir. Velhâsıl, sultanî rûhun, hayvanî rûha gâlibiyeti, İlâhî emir ve yasaklara riâyetle mümkündür.
İşte bu iki kuvvet, vücut ikliminde hükmederler. Birinin sıfatı, diğerinin sıfatına muhâliftir, aykırıdır. Ve biribirlerine tamamen zıt oldukları için, daima muhârebe ve mücâdele hâlindedirler.
Hayvanî rûhun aslı, emmâre sıfatıdır ki, buna nefis adı verilir. Bu sıfat, Cenâb-ı Hakk'ın Celâl sıfatının mazharıdır. Dâima Hakk'ın rızâsına aykırı şeylerden zevk alır, kuvvet bulur.
Sultanî rûhun aslı, sâfiye sıfatıdır. Ona, insânî sıfat denilir. Cenâb-ı Hakk'ın Cemâl sıfatının mazharıdır ki; dâima onun rızâsında bulunup, ondan bir adım dahi ayrılmak istemez.
Bu sebeple hayvanî rûh ile sultanî rûh birbirlerine zıttırlar, vücut ülkesinde muhârebe ederler. Meselâ bir insan, vücudunda, sultanî rûhu hayvanî rûhuna gâlip olmadığı halde, hayvanî rûhu kendi hâline bırakırsa, emmârelik sıfatında kalır... Ve hayvanî rûhu sultanî rûhuna gâlip olan bu kimse, zamanla hayvan gibi olur. Belki daha da alçaklaşır, dünya ve âhireti husrâna uğrar. [Nitekim bunlar hakkında Mevlâmız şöyle buyurmuştur: “Andolsun ki, cinlerden ve insanlardan bir çoğunu cehennem için yarattık. Onların kalbleri vardır, fakat onunla hakikati anlamazlar. Gözleri vardır, lâkin onlarla görmezler. Kulakları vardır, ama onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar, gâfillerin ta kendileridir.”(14)]
Ama sultanî rûh, hayvanî rûhu kendi hâline bırakmayıp onunla her an mücâhede ve muhârebe ederse; işte o zaman, hayvanî rûhu –ister istemez– kendisine bağlar ve her emrine itâat ettirerek İlâhî emirleri icrâ eder. Bu kimselerin felâha ereceği ümit edilmekle beraber, hüsrâna düşmelerinden de korkulur; zira nefsin hîlesi çoktur. ***
Nefs-i emmâre sahipleri, dünya ehlidirler; kalbleri mâsiyet zulmetleriyle kararmıştır. Kendilerine nasîhat fayda etmediği için –yukarıda da ifade edildiği gibi– ekserisi bu âlemi imansız olarak terk ederler!
Nefsin ikinci mertebesi olan levvâme zümresine mensup insanların, nefisleri emmâre sıfatında, kendileri ise ukbâ ehlidirler. Bunların çoğunluğu imanla giderler. Lâkin emmârede bulunup, bazı menhiyâttan sakınmadıkları için, azap ve ikâba da müstehak olurlar.
Tasavvuf erbâbından, nefs-i emmârede bulunanlar, râbıtadan ve zikirden asla zevk alamazlar. Her an ve her nefes inkıbaz-ı derûndan (mânevî tıkanıklıktan) kurtulmaz, feyz alamazlar. Yaptıklarının ekserisi menhiyât olur, (haramlar- yasaklar cinsindendir). Yani kürsü dibinde ağlayıp, köçek önünde oynar. Kendinde zuhûr eden mâsiyet, ona iyi görünür. Onun için asla tevbe ve istiğfar etmezler.
Eğer bir kimse, nefs-i emmâre sahibine, ‘Sende çirkin fiiller var, tevbe ve istiğfar et’ dese, kızıp öfkelenerek, ‘Bende öyle fiiller yoktur’ der ve ona düşman kesilir.
Bunların zikrinde ve fikrinde aslâ sebat yoktur. Bazan devamlı olarak çalışır, bazan kendisini büsbütün hevâ ve hevese kaptırıp gider. Bazı kere de ehlüllâhın himmeti ile kendisine pişmanlık gelip, işlediği kötülüklere tevbe ve istiğfar eder. Kendisini her şeyden alçak görüp, ‘el-Amân’ diye feryâd ederek yardım istemeye başlar.
Eğer nefs-i emmârede olan kişi (sâlik-mürîd), kâmil ve (mükemmil) bir mürşidin elinde olursa, onun kudsî kuvveti berekâtiyle kısa zamanda nefs-i levvâmeye çıkabilir. Fakat, mürşid noksan olursa, o hâl ile kalıp, büyük tehlikelere düşmesinden korkulur.
Sözün kısası, emmârede olan sâlike, hiçbir şekilde vuslat nasip olmaz; hatta imansız gitmesinden korkulur.’(15) ***
NEFS-İ EMMÂRE VE NEFSİN İTHÂMI(16)
“Allah yolunda, Allah (rızâsı) için (Allâh’ın velî kullarına) hürmet ve saygı göstermek vardır. Bunun mu‘tedil bir tarzda yani ne eksik, ne fazla, orta kararda ve münasip ölçüde kullanılması lâzımdır. Aynı zamanda nefsi ithâm etmeye/suçlamaya taalluk eden husus ve ifâdelerde de hakiki vaziyeti tecâvüz etmemek/aşmamak evlâdır.
"Tasfiye ve tezkiye yolunda (yani şerîat ve ma‘rifet esasları dâhilinde kalbini safîleştirme ve nefsini temizleme hususunda) Hak ve hakikat tâliplerinin, nefsini kötü bilmesi ve onu daima itham altında tutması kadar faydalı bir hâl yoktur. Bu hâl câri ve hâkim olunca, sülûk (ma‘rifetullahta Hakk’a giden yola girmek ve o yolda mesâfe alabilmek) çok kolaylaşır. Nefs-i emmâre bir taraftan en fenâ, şerîr (kötü ve kötülük işleyen), fesatçı (ve şerrin menbaı) olan bir mahluktur, tasfiye ve tezkiyeden sonra ise en a‘lâ, ekmel ve kudsî bir mahluk olur.
"Nefis emmârelikte iken fenalıkta, şerlilikte öyle bir derecede bulunur ki, kendisi: ● Herkesin hâkimi olmasını ister. ● Herkesin kendine muhabbet etmesini, kendinin kimseye muhabbetle mukayyed (bağlı) olmamasına tâliptir. ● Herkesin kendine muhtaç olması, kendinin kimseye muhtaç olmaması maksûdudur, arzu ve emeli budur. ● Hatta, içinden gelen hırs ve arzusu, gâyesi; herkesin kendine ibâdet etmesi, kendinin ise Allâh’ı ma‘bûd kabul etmemesi yönündedir. ● Yine bu nefis, kötü ve çirkin huylulukta öyle bir mertebededir ki; Mevlâ-yi Müteâl (Allâhü Teâlâ) ile (ilahlıkta) şirkete (ortaklığa) bile râzi olmaz. Zât-ı Akdes-i İlâhî’nin (yani Allahü Teâlâ’nın) bile kendine mahkûm olmasını ister. Onun bu hâli, ulûhiyet iddiâsından başka bir şey değildir.
"Nefs-i emmârelikte bulunanların mânevî halleri; şuûrlu, şuûrsuz (yani anlasa da anlamasa da, idrâk etse de etmese de) işte böyledir. Fakat bu umûra şuûr; gafletin ve cehâletin gılzati (büyüklüğü) sebebiyle, bâtın gözü ve idrâki açık olmayanlar için imkânsız gibidir. Onun için Mevlâ-yi Müteâl (Allâhü Teâlâ) hadîs-i kudsîsinde, “Âdi nefseke feinnehe’n-tesabet bi-müâdâtî” buyurmuşlardır ki, meâli: “Nefsine adâvette ol, zira o benim adâvetime nasb-ı nefs etmiştir (bana düşmanlık için dikilmiştir)".
"Şu halde nefse, onun iştihâlarına, hevâlarına (arzu ve isteklerine) tâbi olan, Mevlâ’nın emirlerine, rızâlarına âsîdir. Nefsi ile berâber olan (öylesine bedbaht bir kişidir ki), onunla Allah adâvettedir. Nefis, Allâh’a adâvette (düşmanlıkta) onun yardımcısıdır. Nefse muhâlefet ise, Allâh’a ve emrine itâattir, nefse de adâvettir, yardımcı olmamaktır. Böyle bir kimse elbette Allah’la beraberdir, Allah da onunladır. Mevlâ’ya dostluk yolundadır. Hubb-i Mevlâ’ya yani Allah sevgisine yol ve mahal olacak mevkidedir. Şüphesiz Hüdâ’nın dostlarından olacaktır.
"O halde, nefse muvâfakatin, ona uymanın insanı nasıl bir ebedî felâkete çekip sürükleyeceğini, ona muhâlefetin ise ne derece sermedî-dâimî bir saâdeti hâsıl eyleyeceğini teemmül etmek (iyice, etraflıca düşünmek) lâzımdır. Onun için; Şâhi’l-küll Nakşibend Hâce Bahâüddîn Muhammed hazretleri, “Ben Allâh’a en akreb (en yakın) bir yol buldum. O da nefsin şerâretini (kötülüğünü) anlayarak dâima ona muhâlefettir (zıt ve aykırı hareket etmektir)” buyurdular. Yine Şâh-ı Nakşibend (k.s.), “Nefsini Firavun’dan a‘lâ (üstün) gören, bu yolda vâsıl-ı hakîkat olamaz (hakikate kavuşamaz)” buyurmuşlardır. Bu sözler, uzun şerhe ve îzâha muhtaçtır.
"Mâlumdur ki; mâsûmiyet (günahsızlık) peygamberlere mahsûr, yani onlarla sınırlandırılmıştır. Mahfûziyet (korunmuşluk) de mü’minlere hasredilmiş, onlara mahsus kılınmıştır. Nübüvvete taalluk eden umûrda (peygamberlikle alâkalı hususlarda) kat‘iyyet vardır. Velâyete terettüp eden umûrda (velîliği alâkadar eden işlerde) ise zan vardır.
"Hâtime (yani son nefesin, âkıbetin nasıl olacağı); Allah bildirmedikçe herkese meçhûldür (belli değildir). İmana da, küfre de kayması muhtemeldir. İş böyle olunca, Firavun’la karşılaşmak nasıl olur?!.. Peygamberlerden mâadâsının hâtimesi meçhûldür (onlardan başkasının sonunun ne olacağı bilinmez). Elde vahiy yoktur. İlham ve keşif, sahibinden mâadâsına huccet olmaz (yani feyz yoluyla kalbe gelen hususi mânâ ve ilimler; perdenin ötesindeki gaybî hususlara, işin hakikatine, ma’nen yaşayarak ve görerek vâkıf olmak, kişinin kendisinden başkasına delil olmaz), hatta kendisine de...
"Bu takdirde, hâtime husûsunda dâima titreyip ürpermek lâzımdır. Allâh’a iltica ve karâr eylemek (Allâh’a sığınıp, hâlin hakikatinden tereddüdü-şüpheyi yok etmek) iktizâ eder. Havf ile reca beyninde (korku ve ümit arasında) bulunmak en sağlam ve en kuvvetli hâldir. Bu ibâdet ve kulluk vazifelerini yerine getirerek gaybî tasarruflara boyun eğmek gerektir. Emnin, ye’sin (âkıbetten emin olmak veya ümit kesmenin) ifrat ve tefrît cereyanlarına kapılmak, kendini perişan eylemektir. Tedbirsiz, fâidesiz bir hâldir.
"Bu umûr (buraya kadar anlatılan hususlar, emirler, vazîfeler) nefsin yüzüne çarpılırsa, onun soluğu münkesir olur, (nefesi kesilir). Tasallutu kırılır, musallat olup rahatsız edemez. Tasarrufu za‘fiyete uğrar. Bunun derecesiyle mütenâsiben (ölçülü ve uyumlu olarak) hürriyet artar. Mevlâ’ya karşı ibâdet ve ubûdiyet başlar. Mevlâ’nın lûtuf ve muvaffak kılması ile reddolunmuş kötü sıfatlar giderek, rızâ-yi İlâhî’ye uygun sıfatlarla ittisâf eder (vasıflanır, güzel ahlâka sahip olur). İtmi’nân emâreleri (nefs-i mutmainnenin işâret ve alâmetleri) yüz gösterir. Ubûdiyet şerefi ve sarsılmaz bir kulluk mertebesi tahakkuk eder. Ölmeden evvel ölmüş, sonra da ölmemek üzere dirilmiş olur. Bu Allahü Teâlâ’nın bir fazl u ihsânıdır ki; geçen açıklamalar dâiresinde harekete muvaffak kılınanlar hakkında cârî ve müstahık (geçerli ve lâyık) olur.
"Allahü Teâlâ bütün tâlipleri bu hakikatle tahakkuka (ona nâil olmaya) mahz-ı fazliyle (sırf lûtfiyle) tevfîk-ı kâmil atâ (tam bir muvaffakiyet ihsan) ve inâyet buyursun.” Âmîn. ***
ANLAYIŞSIZ HASIM
Yahyâ bin Muaz (k.s.) hazretleri:
– Hasmın anlayışlı biri olması, kişinin şansındandır. Benim hasmımda ise hiç anlayış ve insaf yok, buyurmuştu.
Kendisine sordular:
– Senin hasmın kimdir?
Şöyle cevap verdi:
– Nefsimdir!.. Onun hiç anlayışı yok… Ona kalsa, dünya hayatında tadacağı, anlık-geçici zevkleri, ileride elde edeceği dâimî ve ebedî cennet nîmetlerine tercih edecek…
Evet, hakikaten de insanın en büyük hasmı ve düşmanı kendi nefsi, yani nefs-i emmâresidir.
Nitekim Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz, “Senin en büyük düşmanın, (merkezi) iki kaşının arasında (olan) nefsindir” ihtârı ile uyarıyor.
Cenâb-ı zû’l-Celâl ve’l-Kemâl Hazretleri de yine biz kullarını nefsin ne amansız bir düşman olduğu hususunda îkaz için hâdis-i kudsîsinde buyurmuştur ki: “Nefsine adâvet et (ona düşman ol); zira o benimle adâvete nasb-ı nefs eylemiştir (düşmanlığa kalkışmıştır.)” ***
ALLAH YOLUNDA NEFİSLE BİRLİKTE YÜRÜNMEZ
Ali bin Müzeyyen (k.s.) hazretlerinden:
“Allah yolunda nefisle birlikte yürümek isteyen, daha ilk adımında hata etmiş demektir. Nefsini terk edip de, ihlâs ile, her şeyde Allâh’ın rızâsını düşünerek yola çıkarsa, Allah Teâlâ onu zâtına kavuşturur.” ***
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) hazretleri Şeyh Muhammed Çeterî’ye gönderdikleri mektupta şunları yazmaktadır:
“Bilmiş olasın(ız) ki, işin aslı kalbe dayanır. Eğer kalb, Allah Teâlâ'dan başkasına meftûn-tutkun ve bağlanmış ise, o kalb harab ve ebterdir; yani vîrandır, hayırsızdır.
“Yalnız zâhirî ibâdetlerle ve sûrî amellerle bir şey hâsıl olmaz, elde edilmez. Bilakis herkese lâzım olan; Allah Teâlâ'nın gayri hiçbir şeye iltifat etmeyen selîm (temiz ve sağlam, mutmain ve müsterih) bir kalb ve şerîatın yapılmasını emrettiği bedene bağlı sâlih amellerdir. Şu hayatta ruhsuz beden tasavvur edilemeyeceği (düşünülemeyeceği) gibi, sâlih ameller olmadan da kalbin sâlim (sağlıklı ve temiz) olduğunu iddia etmek bâtıldır, boş sözden ibarettir.
“Kalıpla (bedenle) yapılması gereken sâlih ameller olmadan, kalble alâkalı hallerin hâsıl olması (elde edilmesi) da muhâldir, mümkün olmaz. Bu zamanda ise mülhidlerden pek çoğu, bu elde edilmesi mümkün olmayacak şeyin iddiâsındadırlar. [Meselâ: Sen benim abdestle-namazla alâkam olmadığına bakma, benim kalbim temizdir... derler. Bu ve benzeri laflar, boş lakırdıdan ibârettir.]
“Allah Teâlâ bizleri, Habîbi (aleyhi's-salâtü ve's-selâmü ve't-tehıyye) hürmetine onların bu kötü itikatlarından necatta kılsın.”(17) Âmîn... ***
HUZÛR VE ÂFİYET NEFSİN İTMİ’NÂNI İLE MÜMKÜNDÜR
Molla Câmi (k.s.) hazretleri, bir gün dostlarından birine, – Ne iş yapıyorsun? diye sormuştu. O da, – Hamdolsun çok huzûrluyum, sıhhat ve âfiyet içindeyim. Dünyayı terk edip bir köşeye çekildim. Zikr-i İlâhî ile meşgul oluyorum, demişti. Molla Câmi (k.s.) hazretleri cevap olarak; – Huzûr ve âfiyet bu değildir. Huzûr ve âfiyet, insanın nefsinin emmârelikten kurtulup, itmi‘nâna kavuşmasıdır. (Yani, nefsin kötüyü emredicilikten kurtulup hayra sevk edici hâle gelmesi, yapılan râbıta ve zikirle sükûnete erip itmi’nan istikrar bulmasıdır.) Nefsini itmi‘nâna kavuştur da ister köşende otur, istersen insanların içinde ol, buyurdular.
İSLAM ALİMLERİ ANSİKLOPEDİSİ İBN-İ HACER-İ ASKALÂNÎ
Hadîs âlimlerinin büyüklerinden ve Şafiî mezhebinde meşhûr fıkıh âlimi. İsmi, Ahmed bin Ali bin Muhammed bin Muhammed bin Ali bin Ahmed olup, künyesi Ebü’l-Fadl’dır. Lakabı ise Şihâbüddîn’dir. El-Kınânî, el-Askalânî, el-Mısrî ve el-Kâhirî nisbetleri vardır. 773 (m. 1372) senesi Şa’bân ayının onikisinde Kâhire’de doğdu. 852 (m. 1449) senesi Zilhicce ayının yirmisekizinde, Cumartesi gecesi Kâhire’de Vefât etti. Cenâze namazında sultan da bulundu. Halîfenin izni ile cenâze namazını el-Bülkînî kıldırdı. Karâfe kabristanında İmâm Leys bin Sa’d’ın kabrinin yakınına defnedildi. İbn-i Hacer, ilim, edeb ve fazileti ile meşhûr bir ailenin çocuğudur. Küçük yaşta iken kaybetmiş olduğu babası Nûreddîn, ders okutmaya ve fetvâ vermeğe icâzetli bir âlim idi. İbn-i Hacer, daha küçük yaşta iken annesini de kaybetti. Vasisi olan Mısır’ın büyük tüccârlarından Zekiyyüddîn el-Harûbî’nin himâyesi altında büyüdü. Zekiyyüddîn el-Harûbî, 784 (m. 1382) senesinde hacca giderken onu da beraberinde götürdü.
İbn-i Hacer, dokuz yaşında iken “Muhtasar-üt-Tebrîzî” adlı eseri şerh eden Sadr-üs-Safti’nin yanında Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Az bir süre sonra fıkıh ve sarf ilimlerini öğrenmeye başladı. Daha sonra uzun müddet, zamanın en meşhûr âlimlerinden ders aldı. El-Bülkînî, el-Bermâvî, İbn-i Mülakkın ve İbn-i Cemâ’a’dan hadîs ve fıkıh ilmini öğrendi. Sadr el-Ebşîtî Şems bin el-Kattân’dan; fıkıh, Arab dili ve edebiyatını ve hesap ilimlerini öğrendi. Nûr el-Edmî el-Ebnâsî’nin fıkıh derslerini dinledi. Hümâm el-Harezmî, Kanber el-Acemî, Bedr bin et-Tanbedî, İbn-i Sâhib, Şihâbüddîn Ahmed bin Abdullah el-Bûsırî ve Cemâlüddîn el-Mârdânî’den ilim öğrendi. Lügat, Arab dili ve edebiyatının inceliklerini el-Gamârî ve Muhib bin Hişâm’dan, arûzu Bedr el-Beştekî’den, hat (yazı) ilmini Ebî Ali ez-Zeftâvî en-Nûr el-Bedmâsî’den, kırâat ilmini et-Tenûhî’den öğrendi.
İSLAM ALİMLERİ ANSİKLOPEDİSİ İBN-İ HACER-İ ASKALÂNÎ
Hadîs âlimlerinin büyüklerinden ve Şafiî mezhebinde meşhûr fıkıh âlimi. İsmi, Ahmed bin Ali bin Muhammed bin Muhammed bin Ali bin Ahmed olup, künyesi Ebü’l-Fadl’dır. Lakabı ise Şihâbüddîn’dir. El-Kınânî, el-Askalânî, el-Mısrî ve el-Kâhirî nisbetleri vardır. 773 (m. 1372) senesi Şa’bân ayının onikisinde Kâhire’de doğdu. 852 (m. 1449) senesi Zilhicce ayının yirmisekizinde, Cumartesi gecesi Kâhire’de Vefât etti. Cenâze namazında sultan da bulundu. Halîfenin izni ile cenâze namazını el-Bülkînî kıldırdı. Karâfe kabristanında İmâm Leys bin Sa’d’ın kabrinin yakınına defnedildi. İbn-i Hacer, ilim, edeb ve fazileti ile meşhûr bir ailenin çocuğudur. Küçük yaşta iken kaybetmiş olduğu babası Nûreddîn, ders okutmaya ve fetvâ vermeğe icâzetli bir âlim idi. İbn-i Hacer, daha küçük yaşta iken annesini de kaybetti. Vasisi olan Mısır’ın büyük tüccârlarından Zekiyyüddîn el-Harûbî’nin himâyesi altında büyüdü. Zekiyyüddîn el-Harûbî, 784 (m. 1382) senesinde hacca giderken onu da beraberinde götürdü.
İbn-i Hacer, dokuz yaşında iken “Muhtasar-üt-Tebrîzî” adlı eseri şerh eden Sadr-üs-Safti’nin yanında Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Az bir süre sonra fıkıh ve sarf ilimlerini öğrenmeye başladı. Daha sonra uzun müddet, zamanın en meşhûr âlimlerinden ders aldı. El-Bülkînî, el-Bermâvî, İbn-i Mülakkın ve İbn-i Cemâ’a’dan hadîs ve fıkıh ilmini öğrendi. Sadr el-Ebşîtî Şems bin el-Kattân’dan; fıkıh, Arab dili ve edebiyatını ve hesap ilimlerini öğrendi. Nûr el-Edmî el-Ebnâsî’nin fıkıh derslerini dinledi. Hümâm el-Harezmî, Kanber el-Acemî, Bedr bin et-Tanbedî, İbn-i Sâhib, Şihâbüddîn Ahmed bin Abdullah el-Bûsırî ve Cemâlüddîn el-Mârdânî’den ilim öğrendi. Lügat, Arab dili ve edebiyatının inceliklerini el-Gamârî ve Muhib bin Hişâm’dan, arûzu Bedr el-Beştekî’den, hat (yazı) ilmini Ebî Ali ez-Zeftâvî en-Nûr el-Bedmâsî’den, kırâat ilmini et-Tenûhî’den öğrendi.
İbn-i Hacer, 793 (m. 1390) senesinden sonra, bilhassa hadîs tahsili ile meşgûl oldu ve bu uğurda; Mısır, Suriye, Hicaz ve Yemen’e çok kerre ilmî seyahatler yaptı. Birçok edîb ve lisân âlimleri ile görüştü. Yemen’de Kâmûs-ül-muhît sahibi Mecdüddîn bin eş-Şîrâzî’den ve birçok âlimden ilim öğrendi. Şam, Gazze, Remle, Kudüs, Dımeşk ve başka yerlerde hadîs-i şerîf dinledi. On sene Zeyn-ül-Irâkî’den hadîs ilmini tahsil etti. Hocalarının hepsi, onu fetvâya ve ilim öğretmeye me’zûn kıldılar. Ya’nî bu husûsta diploma verdiler.
İbn-i Hacer-i Askalânî’nin hocalarının herbiri, zamanında ve sahasında üstün zâtlardı. El-Irâkî hadîs ilminde, el-Heysemî ilimlere dâir metin kitaplarını ezberlemekte, et-Tenûhî kırâat ilminde, el-Bülkînî çok ezber ve geniş ma’lûmâtıyla, İbn-i Mülakkın çok eser yazmakta, el-Fîrûz Âbâdî lügat ilminde, el-Gamârî Arab dili ve edebiyatında mütehassıs idi.
İbn-i Hacer, birçok ilmî eseri ezberledi. Râvîlerin hâl tercümelerini bilmede ve târih ilminde üstüne yok idi. Cemâliyyet-ül-cedîde Medresesi’nde hadîs dersleri okuttu. 814 (m. 1411) senesinde, buradan ayrılıp eser yazmakla meşgûl oldu. Baybarsiyye’de şeyhülislâmlık makamına getirildi. Daha sonra Müeyyidiyyet-ül-cedîde Medresesi’nde Şafiî fıkhını okuttu.
İbn-i Hacer, kendisine teklif edilen kadılık vazîfesini önce kabûl etmedi. Sonra Kâdı’l-kudât el-Bülkînî’nin ısrarına dayanamıyarak, 827 (m. 1423) senesi Muharrem ayının yirmiyedisinde kadı oldu. Mısır’daki kadılık vazîfesinden, birkaç defa ayrılıp, tekrar o göreve getirilmek sûretiyle yirmibir sene bulundu. Aynı zamanda muhtelif câmi ve medreselerde tefsîr, hadîs ve fıkıh okuttu.
Talebesi Sehâvî, ders okuttuğu yerler hakkında şöyle demektedir: “Hocam İbn-i Hacer birçok yerde ders okuttu. El-Haseniyye ve el-Mensûriyye’de tefsîr, el-Baybarsiyye, el-Cemâliyye, el-Haseniyye, ez-Zeyniyye, eş-Şeyhûniye, Câmi-i Tûlûn, Kubbet-ül-Mensûriyye’de hadîs, el-Harûbiyye, el-Bedriyye, eş-Şerîfiyye, el-Fahriyye, eş-Şeyhûniyye, es-Sâlihiyye, en-Necmiyye, es-Salâhiyye, el-Müeyyidiyye ve başka yerlerde fıkıh dersleri verdi. Bu yerlerin sayısı onaltıya ulaştı.”
bn-i Hacer-i Askalânî, hâfız-ül-hadîs (yüzbinden fazla hadîs-i şerîf ezberleyen) idi. Bu büyük âlimin her sözü senet, sağlam bir vesîkadır. Bütün ilim dallarında söz sahibi idi. Hocası Hâfız el-Irâkî’ye, kendisinden sonra ilimde halef (yerine kimi) bıraktığı sorulduğunda; “İbn-i Hacer, sonra oğlum Ebû Zür’a, sonra da el-Heysemî” buyurdu.
Hâfız Takıyyüddîn Muhammed bin Muhammed bin Fehd onun hakkında: “İbn-i Hacer, faydalıyı taleb eden biri olup, zamanının âlimleri arasında tek idi. Bilhassa hadîs ilminde mütehassıs oldu. Kıymeti yüksek ve faydalı eserler yazdı. Eserleri, onun üstünlüğüne delîldir. Âlimler onun üstünlüğünde sözbirliği ettiler. O; İmâm, büyük âlim, hafız, muhakkik, kuvvetli îmân ve güzel ahlâk sahibi, konuşması tatlı, ta’birleri güzel, benzeri görülmeyen bir zât idi” demektedir.
Menhel-üs-Sâfi kitabının sahibi ise, onun hakkında şöyle demektedir: “Allahü teâlâ, İbn-i Hacer’e rahmet eylesin. O, zamanının hafızı idi. Doğu ve batıda tek hafız idi. Hadîs ilminde mü’minlerin hocası idi. Kendisiyle bu ilmin riyaseti son buldu.”
İbn-i Münâvî eş-Şâfiî, “Yevâkit-ved-Dürer” adlı eserinde; “Şeyh-ül-İslâm Şihâbüddîn Ebü’l-Fadl bin Hacer, zamanının bir tanesi idi. Zamânınında hadîs-i şerîf ilminin bayrağını dalgalandırdı. Asrının Zehebî’si idi. Ehl-i ilmin dayanak mercii oldu” demektedir.
İmâm-ı Süyûtî de onun hakkında şöyle demektedir: “İbn-i Hacer, Şeyh-ül-İslâm, zamanının hafızı ve İmâmı idi. Kâdı’l-kudât idi. Eğer derslerinde bulunmayıp onun dilinden hadîs-i şerîf dinlememiş olsaydım, eserlerinden istifâde ederdim. Kendisinden çok istifâde ettim. Onun gibisini ondan sonra görmedim. İbn-i Hacer, heybetli ve vekar sahibi idi. Başkasını üzecek birşey konuşmaz, kendisine kötü davranana iyilikle muâmele ederdi. Kendi aleyhinde bulunan kimseye gücü yettiği hâlde mukâbelede bulunmazdı. Çok zekî, ilimde mehâretli, konuşması düzgün ve tatlı, sesi ahenkli idi. Çok oruç tutar ve çok ibâdet ederdi. Kendisinden önceki âlimlerin, sâlihlerin yolunda ve âdeti üzere bulundu.”
bn-i Hacer-i Askalânî, yüzelliden fazla eser yazdı. Bunlardan en önemlileri şunlardır. 1-Feth-ül-bârî li Şerh-il-Buhârî: Sahîh-i Buhârî’nin şerhi olan bu eser çok meşhûrdur. Bu eserini tamamladıktan sonra, beşyüz altın harcayarak büyük bir ziyâfet verdi. Çeşitli yerlerde baskısı yapılmıştır. 2-Tehzîb-üt-tehzîb, 3-Lisân-ül-mîzân, 4-Ta’cîl-ül-menfea, 5-Takrîb-üt-tehzîb, 6-El-İsâbetü fî temyîz-is-Sahâbe: Bu eserinde İbn-i Hacer, Eshâb-ı Kirâmın hayatlarını çok güzel anlatmaktadır. Bu eser, İbn-i Esîr’in “Üsüd-ül-gâbe” kitabından daha mükemmeldir. Dört cilddir. 1280 (m. 1863) senesinde Hindistan’da ve 1328 (m. 1910) senesinde Mısır’da ve Beyrut’ta basılmıştır. 7-Ed-Dürer-ül-kâmine, Dört cilddir. Sekizinci asırda yaşayan meşhûr, âlim, devlet adamı ve ileri gelenlerin hayatlarını anlatmaktadır, matbûdur. 8-Ref-ül-ısr, 9-Nüzhet-ül-elbâb fıl-elkâb, 10-Tebsîr-ül-müntebih, 11-Zehn-ül-Firdevs, 12-Müsned-ül-Bezzâz 13-El-Münebbihât alel-isti’dâdi liyevm-il-meâd gibi eserlerinden başka, bir dîvânı, târihle ilgili bir kitabı ve güzel hutbeleri vardır.
İbn-i Hacer-i Askalânî’nin “el-Münebbihât alel-isti’dâdi li yevm-il-meâd” isimli eserinden ba’zı bölümler (Muhammed Nevevî bin Ömer el-Câvî’nin bu eser üzerine yaptığı Nesâih-ül-ibâd adlı şerhden de faydalanılmıştır.):
Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Şu iki hasletten daha üstün birşey yoktur: Allahü teâlâya îmân ve müslümanlara (söz, makam, mal veya beden ile) faydalı olmaktır. Şu ikisinden de daha kötü birşey yoktur; Allahü teâlâya şirk koşmak ve müslümanlara (bedenlerine ve mallarına) zarar vermektir.” Allahü teâlânın bütün emirleri, neticede şu iki şeyden ibârettir: Allahü teâlâya ta’zim ve O’nun kullarına şefkattir.
Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “(ilmi ile amel eden) âlimlerin meclislerinde bulununuz. Hakîmleri (Allahü teâlâyı tanıyan, sözlerinde ve fiillerinde isâbetli olan âlimlerin) sözlerini iyi dinleyiniz. Çünkü Allahü teâlâ, ölü toprağı yağmur suyu ile dirilttiği gibi, hikmet (fâideli ilim) nûru ile de ölü kalbi diriltir.”
aberânî ( radıyallahü anh ), İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin ( radıyallahü anh ) şu sözünü rivâyet eder: “Büyüklerin meclisinde bulununuz, âlimlerden sorunuz, hakîmlerle oturup kalkınız.” Âlimler üç kısımdır. Bunlar: 1-Allahü teâlânın bildirdiği hükümleri bilen âlimler. Bunlar fıkıh âlimleridir. 2- Ârif-i billâh olan âlimler. Bunlarla beraber olmak, kalbleri ma’rifetullah ile, sırları Allahü teâlânın celâl nûru ile aydınlatır. 3-Bu iki kısmı bilen âlimlerdir ki, bunlarla beraber olmak, insanı yüksek ve kıymetli hâllere kavuşturur. Nazarın verdiği fâide, sözün verdiği fâideden daha yüksektir. Bakışı fâide verenin, sözleri de fâide verir. Aksi de böyledir. Ya’nî nazarı fâide vermiyenin, sözü fâide vermez, te’sîr etmez.
Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Ümmetime öyle bir zaman gelecek ki, âlimlerden kaçacaklar. Allahü teâlâ da onlara üç belâ verecektir, 1-Allahü teâlâ, onların kazançlarından bereketi alacak. 2-Onlara zâlim bir sultan musallat kılacak. 3-Onların bir kısmı dünyâdan imansız ayrılacaklar.”
Ebû Bekr ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Kabre azıksız, sâlih ameli olmadan giren, denize gemisiz girmiş gibidir.”
Ömer ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Dünyânın izzeti mal ile, âhıretin izzeti, sâlih amel iledir.” Ya’nî, dünyâ işleri mal ile kuvvetli olur ve iyi gider. Âhıret işleri de sâlih amellerle kuvvet bulur ve iyi olur.
li ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Kim Cenneti taleb ederse, Cennet de onu taleb eder. Kim günah peşinde olursa, Cehennem onu ister.” Ya’nî, âkil baliğ olan kimsenin mutlaka bilmesi lâzım olan fâideli bilgiyi öğrenmekle meşgûl olursa, bu bilgileri arar ve isterse, hakîkatte o kimse Cenneti, Allahü teâlânın rızâsını istemektedir. Kim de günah olan şeyleri isterse, hakîkatte Cehennemi ve Allahü teâlânın gazâbını istemektedir.
Yahyâ bin Mu’âz ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Kerîm olan (işleri güzel olan kimse) Allahü teâlâya âsî olmaz. Dünyâyı âhırete tercih etmeyen kimse ise hakîmdir.” Ya’nî kerîm kimse, takvâya yapışmak, günahlardan korunmak sûretiyle kendisine ikramda bulunur. Hakîm, işlerinde isâbetlidir. Akl-ı selime muhalefetten sakınır.
Süfyân-ı Sevrî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Şehvetten (ya’nî nefsin arzu ve isteklerinden) dolayı işlenen günahların af olunması umulur. Fakat kibirden (üstünlük iddiasından, kişinin kendisini büyük görmesinden dolayı) yapılan günahların af ve mağfiret olunması pek zordur. Çünkü, şeytanın günâhının aslı kibirden idi. O, kendisinin Âdem aleyhisselâmdan üstün olduğunu iddia etmişti.”
Zâhidlerden birisi buyurdu: “Kim gülerek günah işlerse, Allahü teâlâ onu, ağladığı hâlde Cehenneme atar. Çünkü böyle kimse, sonunda pişman olur. Allahü teâlâdan kendisini af ve mağfiret etmesini diler. Kim de, Allahü teâlâya karşı olan hayasından ve Allahü teâlâya karşı ibâdet ve tâattaki eksikliklerinden ve kusurlarından korktuğu için, ağlıyarak Allahü teâlâya tâatta bulunursa, Allahü teâlâ onu, sevinçli olduğu hâlde Cennetine koyar. O sevinçlidir, çünkü maksudu olan Allahü teâlânın affına kavuşmuştur.” Evliyâdan birisi buyurdu ki: “Günahları küçük görmeyiniz. Çünkü büyük günahlar, küçük günahlardan doğar.” Ba’zan Allahü teâlânın gazâbı küçük günahlarda olabilir.
alb tabiblerinden olan evliyâdan birisi şöyle buyurdu: “Allahü teâlâdan daha yakın bir yardımcısı olduğunu zanneden kimsenin Allahü teâlâyı tanıması azdır. (Ya’nî Allahü teâlâdan başkasını kendisine daha yakın ve yardımcı olarak görürse, o kimse Allahü teâlâyı hakkıyla tanımamıştır.) Kim de nefs-i emmâresini en büyük düşman bilmezse, o kimse nefsini tanımamıştır.”
Ebû Bekr-i Sıddîk ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Dil (kötü sözler söylemek sûretiyle) bozulursa, bundan dolayı insanlar sıkıntı duyar ve üzülürler. Kalb (riya ve benzeri hastalıklarla) bozulursa, o zaman melekler üzülür ve ağlarlar.” Denildi ki: “Şehvet, sultânları köle yapar. (Çünkü, kişi sevdiğinin kölesidir.) Sabır da köleyi sultan yapar. (Çünkü köle, sabretmek sûretiyle muradına kavuşur.)”
“Kim günahları terkederse, kalbi incelir (nasihat kabûl eder ve boyun eğer). Yemesinde, giymesinde ve başka şeylerde haramı terkedip, helâlinden yiyen kimsenin zihni saf ve parlak olur. Böylece Allahü teâlânın, öldükten sonra diriltmesine delâlet eden yüce işlerine (ilkbaharda ağaçların ve yeryüzünün yeşermesi gibi) bakar, bunlar üzerinde düşünür. Allahü teâlânın kudretini, ilmini, kâinatın ve O’nun, herşeyin sahibi ve mâliki olduğunu müşâhede eder.”
Denildi ki: “Aklın kemâli, Allahü teâlânın rızâsına uyup, gazâbına vesile olacak şeylerden uzak kalmaktır.”
“İlmi ile amel eden fazilet sahibi için gariplik yoktur. Zîrâ böyle bir kimse, her yerde ikram ve hürmet görür. Memleketinden uzakta olsa bile, her yer ona vatandır.”
li ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Kim Cenneti taleb ederse, Cennet de onu taleb eder. Kim günah peşinde olursa, Cehennem onu ister.” Ya’nî, âkil baliğ olan kimsenin mutlaka bilmesi lâzım olan fâideli bilgiyi öğrenmekle meşgûl olursa, bu bilgileri arar ve isterse, hakîkatte o kimse Cenneti, Allahü teâlânın rızâsını istemektedir. Kim de günah olan şeyleri isterse, hakîkatte Cehennemi ve Allahü teâlânın gazâbını istemektedir.
Yahyâ bin Mu’âz ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Kerîm olan (işleri güzel olan kimse) Allahü teâlâya âsî olmaz. Dünyâyı âhırete tercih etmeyen kimse ise hakîmdir.” Ya’nî kerîm kimse, takvâya yapışmak, günahlardan korunmak sûretiyle kendisine ikramda bulunur. Hakîm, işlerinde isâbetlidir. Akl-ı selime muhalefetten sakınır.
Süfyân-ı Sevrî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Şehvetten (ya’nî nefsin arzu ve isteklerinden) dolayı işlenen günahların af olunması umulur. Fakat kibirden (üstünlük iddiasından, kişinin kendisini büyük görmesinden dolayı) yapılan günahların af ve mağfiret olunması pek zordur. Çünkü, şeytanın günâhının aslı kibirden idi. O, kendisinin Âdem aleyhisselâmdan üstün olduğunu iddia etmişti.”
Zâhidlerden birisi buyurdu: “Kim gülerek günah işlerse, Allahü teâlâ onu, ağladığı hâlde
hidlerden birisi buyurdu: “Kim gülerek günah işlerse, Allahü teâlâ onu, ağladığı hâlde Cehenneme atar. Çünkü böyle kimse, sonunda pişman olur. Allahü teâlâdan kendisini af ve mağfiret etmesini diler. Kim de, Allahü teâlâya karşı olan hayasından ve Allahü teâlâya karşı ibâdet ve tâattaki eksikliklerinden ve kusurlarından korktuğu için, ağlıyarak Allahü teâlâya tâatta bulunursa, Allahü teâlâ onu, sevinçli olduğu hâlde Cennetine koyar. O sevinçlidir, çünkü maksudu olan Allahü teâlânın affına kavuşmuştur.” Evliyâdan birisi buyurdu ki: “Günahları küçük görmeyiniz. Çünkü büyük günahlar, küçük günahlardan doğar.” Ba’zan Allahü teâlânın gazâbı küçük günahlarda olabilir.
Kalb tabiblerinden olan evliyâdan birisi şöyle buyurdu: “Allahü teâlâdan daha yakın bir yardımcısı olduğunu zanneden kimsenin Allahü teâlâyı tanıması azdır. (Ya’nî Allahü teâlâdan başkasını kendisine daha yakın ve yardımcı olarak görürse, o kimse Allahü teâlâyı hakkıyla tanımamıştır.) Kim de nefs-i emmâresini en büyük düşman bilmezse, o kimse nefsini tanımamıştır.”
bû Bekr-i Sıddîk ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Dil (kötü sözler söylemek sûretiyle) bozulursa, bundan dolayı insanlar sıkıntı duyar ve üzülürler. Kalb (riya ve benzeri hastalıklarla) bozulursa, o zaman melekler üzülür ve ağlarlar.” Denildi ki: “Şehvet, sultânları köle yapar. (Çünkü, kişi sevdiğinin kölesidir.) Sabır da köleyi sultan yapar. (Çünkü köle, sabretmek sûretiyle muradına kavuşur.)”
“Kim günahları terkederse, kalbi incelir (nasihat kabûl eder ve boyun eğer). Yemesinde, giymesinde ve başka şeylerde haramı terkedip, helâlinden yiyen kimsenin zihni saf ve parlak olur. Böylece Allahü teâlânın, öldükten sonra diriltmesine delâlet eden yüce işlerine (ilkbaharda ağaçların ve yeryüzünün yeşermesi gibi) bakar, bunlar üzerinde düşünür. Allahü teâlânın kudretini, ilmini, kâinatın ve O’nun, herşeyin sahibi ve mâliki olduğunu müşâhede eder.”
Denildi ki: “Aklın kemâli, Allahü teâlânın rızâsına uyup, gazâbına vesile olacak şeylerden uzak kalmaktır.”
“İlmi ile amel eden fazilet sahibi için gariplik yoktur. Zîrâ böyle bir kimse, her yerde ikram ve hürmet görür. Memleketinden uzakta olsa bile, her yer ona vatandır.”
ulun tâatle meşgûl olması, onun Allahü teâlâyı tanıdığına delâlet eder. Kulun tâatı arttıkça, Allahü teâlâyı tanıması da o derece artar. Tâat azaldıkça, ma’rifetullah da azalır. Zâhir, bâtının aynasıdır.”
Denildi ki: “Ahmakla arkadaşlık etmek, bereketsiz ve fâidesiz bir iştir.” Ahmak; çirkinliğini bildiği hâlde, birşeyi, olması lâzım gelenden başka yapandır.
Taberânî’nin bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Ahmağın sevgisini kes, at.” Ya’nî onunla beraber olma, zîrâ onun hâli çirkindir. Tabiatlar hırsız gibidir. Senin tabiatın, onun kötü hâlini çalabilir.
Tirmizî’nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Server-i âlem ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “İki haslet vardır ki, kimde bunlar bulunursa, Allahü teâlâ onu şükredici ve sabredici olarak yazar. Kimde
u ikisi bulunmazsa, Allahü teâlâ onu şükredici ve sabredici olarak yazmaz. Bu iki haslet şudur: 1-Kişinin dîni husûsunda, kendisinden yukardakine bakıp ona uyması, dünyâsı husûsunda, kendisinden aşağıdakine bakıp, Allahü teâlânın kendisine olan lütfundan dolayı hamdetmesidir. Allahü teâlâ böyle bir kulu şükredici ve sabredici olarak yazar. 2-Kişinin, dîni husûsunda kendisinden aşağıdakine bakması, dünyâ husûsunda kendisinden yukardakine bakması ve kaçırdığı şeyden dolayı üzülmesidir. Böyle bir kimseyi, Allahü teâlâ şükredici ve sabredici olarak yazmaz.”
Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kim geçim darlığından şikâyet ederek sabahlarsa, sanki Rabbini şikâyet etmiş olur. (Hâlbuki sıkıntılar ve dilekler, yalnızca Allahü teâlâya arz olunur. Şikâyetler O’na yapılır. Bu da duâdan sayılır. Fakat, insanlara yapılan şikâyet, Allahü teâlânın taksiminden râzı olmadığına alâmettir.) Kim dünyâ işleri için üzüntülü olarak sabahlarsa, Allahü teâlâya kızarak sabahlamış olur. (Ya’nî dünyâ işlerine üzülen kimse, Allahü teâlâya kızar. Çünkü böyle kimse, Allahü teâlânın kazasından râzı değildir. O’ndan gelen belâ ve musibete sabredici değildir. Hâlbuki dünyâda olan herşey, Allahü teâlânın kazası ve kaderi iledir.) Kim bir zengine zenginliğinden dolayı tevâzu gösterirse, dîninin üçtebiri gider. (Dinde
r.) Kim bir zengine zenginliğinden dolayı tevâzu gösterirse, dîninin üçtebiri gider. (Dinde insanlara malı için değil de, ilmi ve salâhı için hürmet etmek mu’teberdir. Mala kıymet veren, ilmi ve salâhı küçültmüş olur.)”
Ebû Bekr ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Üç şeye, üç şeyle ulaşılmaz. 1-Zenginliğe hayâl ve arzu ile, 2-Gençliğe saçı kına ile boyamakla, 3-Sıhhate yalnız ilâçla ulaşılmaz. Bilakis, Allahü teâlânın şifâ vermesi ile ulaşılır.”
Ömer bin Hattâb ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “İnsanlara sevgi göstermek aklın yarısıdır. Âlimlere suâl sormak ilmin yarısıdır. (Çünkü ilim, sormakla hâsıl olur.) Güzel tedbir (işleri, neticelerini hesaplayarak yapmak) geçimin yarısıdır.
Osman bin Affân ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Dünyâyı terk edeni, Allahü teâlâ sever. (Çünkü dünyâyı terketmek, riyayı ve övülmeyi terketmektir.) Günahlan terk edeni, melekler sever.
ünkü, günah işliyen kimse, günahları yazan melekleri rahatsız eder.) Müslümanların malında, canında gözü olmayanı müslümanlar sever.”
Ali bin Ebî Tâlib ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Dünyâ ni’metleri içerisinde, müslüman olmak, ni’met olarak yeter. (Allahü teâlânın en büyük ni’meti, onların yokluktan varlığa çıkarması, küfrün karanlıklarından kurtarıp, İslâm ile şereflendirmesidir.) insana meşgûliyet olarak tâat yeter. Nasihat ve ibret olarak ölüm yeter (Çünkü ölüm, insanlar için en büyük vâ’izdir.)” Davûd aleyhisselâma Zebur’da şöyle vahyedildi: “Akıllı kimsenin üç şeyle meşgûl olması gerekir: 1-Sâlih ameller işlemek sûretiyle âhırete hazırlanmak. 2-Dünyâ hayâtı için lâzım ve kâfi olanı yerine getirmek. 3-Helâl kazanmanın lezzetine tâlib olmak.”
Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Üç şey sahibini azaptan kurtarır. Üç şey helake götürür. Üç şeye, âhırette üç tane derece vardır. Üç şey de günahlara keffârettir. Sahibini azaptan kurtaranlar şunlardır: Gizlide açıkta Allahü teâlâdan korkmak. Fakir ve zengin iken, orta hâl üzere bulunmak. (Ya’nî zengin
ken isrâf etmemek, fakir iken de fakirliğe rızâ göstermek.) Rızâ ve gadab hâlinde adâlet üzere olmak. (Ya’nî Allah için gadab ve Allah için rızâ göstermek.) Helake götüren üç şey şunlardır: 1- Şiddetli cimrilik, (Bu şekilde cimri olan kimse, Allahü teâlânın ve kullarının hakkını yerine getiremez.) 2- Tâbi olunan hevâ. (Ya’nî nefsinin emrettiğine uymak.) 3-Kişinin kendisini beğenmesi. (Ya’nî kişinin, nefsine kâmil gözüyle bakıp, Allahü teâlânın ni’metini unutması ve onun elinden çıkmıyacağını sanmasıdır.) Âhırette üç derece şunlardır: 1- Selâmı yaymak. (Ya’nî tanıdığına ve tanımadığına selâm vermek sûretiyle selâmı insanlar arasında yaymaktır.) 2- Misâfire ve aç olana yemek yedirmek. 3- İnsanlar uykuda iken, gece namaz kılmak, (Ya’nî insanlar uykuda iken, teheccüd namazı kılmaktır.) Günahlara keffâret olan üç şeye gelince, şunlardır: 1- Şiddetli soğuklarda sünnetlerine riâyet etmek sûretiyle güzelce abdest almak, 2-Cemâatle namaza devam etmek, 3- Namaz kıldıktan sonra, diğer namazı kılmak için beklemek.”
Cebrâil aleyhisselâm buyurdu ki: “Ey Muhammed! istediğin şekilde yaşa, mutlaka öleceksin,
tediğin kimseyi sev, ondan mutlaka ayrılacaksın. İstediğini yap, mutlaka karşılığını göreceksin. (Çünkü kullar, amellerinin karşılığını mutlaka görecekler. Eğer hayır işlemişlerse, mükâfat, kötülük işlemişlerse azap göreceklerdir.)”
Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Allahü teâlâ üç kimseyi kıyâmet günü Arş’ın gölgesinde gölgelendirir: 1- Meşakkatli vakitlerde (şiddetli soğuk olduğu zaman) abdest alanı, 2- (Cemâatle namaz kılmak için) karanlıkta câmiye gideni, 3-Aç kimseyi doyuranı.”
İbrâhim aleyhisselâma; “Allahü teâlâ seni, ne yaptın da kendisine halîl (dost) edindi?” diye suâl edilince; “Üç şey sebebiyle beni, Allahü teâlâ kendisine dost edindi: 1- Allahü teâlânın emrini, Allahü teâlâdan başkalarının emrine tercih ettim. 2- Allahü teâlânın benim için kefil olduğu rızkım husûsunda hiç endişe etmedim. 3- Sabah olsun, akşam olsun, misâfirsiz yemek yemedim” buyurdu.
vliyâdan şöyle bildirilmiştir: “Üç şey gammı giderir: 1- Hangi ifâde ile olursa olsun, Allahü teâlâyı zikretmek (anmak). Meselâ; “La ilahe illallah lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” demek sûretiyle veya “Ey her kendisine nidâ edene yardım eden! Ey kendisine duâ eden her muhtaca icabet eden! Ey kendisini bütün dünyâya tercih edene kâfi gelen!” demek sûretiyle anmak. 2-Âlimler ve sâlihlerle görüşmek. 3-Dünyâ ve âhıret iyiliklerinden bahseden kimselerin sözlerini, yazılarını okumak.”
Tabiînin büyüklerinden olan Hasen-i Basrî ( radıyallahü anh ), şöyle buyurdu: “Allahü teâlâya ve kullarına karşı edebli olmayan kimsenin ilmine i’tibâr edilmez. Belâ ve musibetlere, insanlardan gelen sıkıntılara, günahlardan sakınıp, farzları yerine getirmenin meşakkatine katlanmayan kimsenin dindarlığı mu’teber değildir. Haramlardan ve şüphelilerden sakınmıyanın, Allahü teâlâ katında bir mertebesi ve yakınlığı yoktur.”
İsrâiloğullarından birisi ilim tahsiline çıkmıştı. Bu haber onların Peygamberine (aleyhisselâm) ulaştı. O Peygamber (aleyhisselâm), o şahsa gidip; “Ey genç, sana üç şey tavsiye edeceğim ki, bu üç haslette, öncekilerin ve sonrakilerin ilmi vardır. Ya’nî sana bu üç şey kâfidir, 1- Gizlide ve açıkta Allahü teâlâdan kork. 2- Dilini, insanlar hakkında konuşmaktan tut. Onlardan sâdece hayrla bahset. 3- Yediğin ekmeğin helâl olmasına çalış. Yoksa o ekmeği yeme” buyurdu.
İsrâiloğullarından birisi çok ilim elde etmişti. Fakat ona ilmi fâide vermemişti. Allahü teâlâ, onların Peygamberine (aleyhisselâm); “Git ona şöyle de: Bundan daha çok ilim de elde etmiş olsan, şu üç şeyle amel etmedikçe, ilmin sana fâide vermez: 1- Dünyânın malını, mülkünü ve süsünü sevme. Çünkü sen, henüz sevâb yeri olan Cennette değilsin. 2- (Allahü teâlâ ve Resûlünün emirlerine karşı gelmek sûretiyle) şeytana uyma. Çünkü şeytan, mü’minlerin dostu değildir. 3-Allahü teâlânın kullarından birisine eziyet etme. Zira mü’mine eziyet etmek, mü’minin işi ve san’atı değildir” diye vahyetti.
üleymân Dârânî Abdürrahmân bin Atıyye, Allahü teâlâya şöyle yalvarıyordu: “Allahım! Eğer bana günâhım sebebiyle azâb edeceksen, senden affını istiyorum. Çünkü senin affın, benim günahlarımdan daha geniştir. Allahım! Eğer cimriliğim sebebiyle, bana azâb edeceksen, senden keremini istiyorum.”
Denildi ki: insanların en mes’ûd ve bahtiyarı, nerede olursa olsun Allahü teâlâyı anan kalbe, günahlardan uzak durmaya ve tâatleri yapmaya sabreden bedene, Allahü teâlânın kendisine verdiği rızka ve yaptığı taksime râzı olan kanâate sâhib olandır.”
İbrâhim Nehâî buyurdu ki: “Sizden öncekiler şu üç şey sebebiyle helak oldular 1- Boş, dünyâ ve âhırete fâidesi olmayan şeyleri konuşmak, 2-Fazla yemek (kulluk vazîfesini yapmaya yetecek miktardan fazlasını yemek), 3- Fazla uyumak.”
Yahyâ bin Mu’âz-ı Râzî şöyle buyurdu: “Dünyâ onu terketmeden önce, dünyâyı terk eden
yâ bin Mu’âz-ı Râzî şöyle buyurdu: “Dünyâ onu terketmeden önce, dünyâyı terk eden kimseye ne mutlu. (Ya’nî malı elinden gitmeden önce, onu hayırlı işlere sarf eden kimseye ne mutlu.) içine girmeden önce, kabrini bina edene (kabrinde kendisine arkadaş olacak sâlih amelleri işleyene), ölümle Rabbine kavuşmadan önce (emirlerine uyup, yasaklardan sakınmak sûretiyle) Rabbini râzı edene ne mutlu.”
Hazreti Ali bin Ebî Tâlib; “Yanında Allahü teâlânın, Resûlünün ve evliyâsının sünneti olmayan kimsenin, yanında mu’teber hiçbir şey yok demektir” buyurdu. Bunun üzerine Hazreti Ali’ye; “Allahü teâlânın, Resûlullahın ve evliyânın sünneti nedir?” diye sorulunca, şöyle cevap verdi: “Allahü teâlânın sünneti, sırrı gizlemektir. Çünkü sırrı gizlemek vacibdir. Resûlullahın sünneti, insanlara karşı müdârâ etmektir. (Müdârâ; dîni korumak için dünyalık vermektir.) Evliyânın sünneti, insanlardan gelen sıkıntılara katlanmaktır.”
Bizden öncekiler birbirlerine şöyle nasihatte bulunur ve birbirlerine şöyle yazarlardı: “Kim âhıreti için amel yaparsa, Allahü teâlâ onun din ve dünyâ işlerine kâfi gelir. (Allahü teâlâ, ona bütün
el yaparsa, Allahü teâlâ onun din ve dünyâ işlerine kâfi gelir. (Allahü teâlâ, ona bütün işlerinde kâfi gelir.) Kim kalbini güzelleştirirse, Allahü teâlâ da onun dış görünüşünü güzelleştirir. (Zâhir, bâtına delâlet eder.) Allahü teâlâya karşı kulluk vazîfelerini yaparken, riya, ucb ve şöhretten uzak kalırsa, Allahü teâlâ onunla insanlar arasını ıslâh eder. (Ya’nî Allahü teâlânın sevdiği kimseyi insanlar da sever.)”
Hazreti Ali buyurdu ki: “Allahü teâlânın katında insanların en hayırlısı, nefsinin yanında insanların en kötüsü ol.” Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî şöyle buyurdu: “Birisine rastladığın zaman, onu kendinden üstün görerek; belki o, Allahü teâlânın katında benden üstündür, derecesi daha yüksektir demelidir. Eğer küçük ise; bunun günâhı yoktur. Ben ise, Allahü teâlâya isyanda bulundum. Şüphesiz, Allahü teâlâ katında o benden daha hayırlıdır demelidir. Eğer büyük ise; o, Allahü teâlâya benden çok ibâdet etti demelidir. Eğer âlim ise; ona, bana verilmeyen ve benim kavuşamadığım şeyler verildi. O, ilmi ile amel ediyor, benim bilmediğim şeyleri biliyor demelidir. Eğer cahil ise; o, bilmediği için günah işledi. Ben ise bildiğim hâlde günah işledim. Hem ben, hangimizin hüsn-i hatime (îmânla), hangimizin sû-i hatime (imansız) gideceğini bilmiyorum
gimizin hüsn-i hatime (îmânla), hangimizin sû-i hatime (imansız) gideceğini bilmiyorum demelidir. Eğer kâfir ise; o, belki müslüman olur da iyi amel işliyebilir, ben ise (Allahü teâlâ korusun) onun eski hâline düşebilirim, demelidir.”
İnsanlar arasında, onlardan birisi gibi ol! Şüphesiz Allahü teâlâ, kendisini başkasından farklı ve üstün göreni sevmez.
Allahü teâlâ, Üzeyr aleyhisselâma şöyle vahyetti: “Ey Üzeyr! Küçük bir günah işlediğin zaman, onun küçüklüğüne bakma. Kime karşı günah işlediğine bak. Sana ufak bir iyilik isâbet ettiği zaman, onun küçüklüğüne bakma, sana bu rızkı verene bak. Sana belâ ve musibet isâbet ettiği zaman, beni mahlûkuma şikâyet etme!”
Abdullah bin Mes’ûd buyurdu ki: “Allahü teâlânın farz kıldıklarını tam olarak yap. İnsanların en âbidi olursun. Allahü teâlânın haram kıldığı şeylerden sakın, insanların en zahidi olursun. Allahü teâlânın sana verdiği rızka rızâ göster, insanların en zengini olursun.”
Sâlih Merkadî’den nakledildi: “O, bir beldeye uğramıştı. O beldeye; “Ey diy
ih Merkadî’den nakledildi: “O, bir beldeye uğramıştı. O beldeye; “Ey diyar! Nerede senin evvelki halkın? Nerede seni bina edenler? Nerede senin önceki sakinlerin? diye sorunca; sahibi görünmeyen bir ses ona şöyle dedi: “Onların eserleri kayboldu. Vücûdları toprak altında çürüdü. Amelleri boyunlarına asıldı.”
Hazreti Ali buyurdu ki: “Bir kimseye iyilikte bulunsan, sen onun âmiri olursun. Eğer bir kimseden muhtaç olduğun birşeyi istersen, onun esîri durumuna düşersin.” Çünkü nefsler, iyilik yapanı sevme tabiatı üzere yaratılmıştır. Hazreti Ali; “Bana bir harf öğretenin kölesi olurum” buyurmuştur.
Ebû Zekeriyyâ Yahyâ bin Mu’âz buyurdu ki: “Dünyâ tam olarak terkedildiği zaman, tam olarak âhıret kazanılmış olur. (Çünkü dünyâ ile âhıret iki kefe gibidir.) Kim dünyâyı terkederse, âhıreti kazanır. (Ya’nî dünyâyı seven, âhıretten yüz çevirir.) Âhıreti sevmek, dünyâyı terk etmeye bağlıdır. Âhıreti terketmek, dünyâyı sevmek sebebiyledir.”
Hamîd Lukâf’a birisi gelip; “Bana, dînim husûsunda fâide verecek birşey tavsiye et” dedi. Bunun üzerine Hamîd Lukâf buyurdu ki: “Mushaf kabı gibi dînin için bir kab edin ki, dînini kirlerden
urdu ki: “Mushaf kabı gibi dînin için bir kab edin ki, dînini kirlerden muhafaza etsin” dedi. “Dînin kabı nedir?” diye soruldu. Hamîd Lukâf: “Sana lâzım ve fâideli olmayan sözü terketmendir” dedi.
Lokman Hakim buyurdu ki: “Söz gümüş ise, sükût altındır.” Bunun ma’nası şudur Hayırlı birşeye dâir konuşmak gümüş gibi ve güzel olunca, şer ve kötülüğe dâir sükût edip konuşmamak, güzellik ve kıymet husûsunda altın gibidir. Buyuruldu ki: “Hakkı söylemek husûsunda suskun olup konuşmayan, bâtılı konuşan ve anlatan gibidir.”
Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî (kuddise sirruh) buyurdu ki: insanlar dört kısımdır: 1-Dili ve kalbi olmıyan. Bu; günahkâr, dünyâya aldanmış ve ahmak kimsedir. Böyle kimselerden olmaktan ve onlar arasında bulunmaktan sakın. Çünkü onlar, azâba uğrayacak kimselerdir. 2- Dili olup, kalbi olmayan kimse. Bu; hikmetli konuşur, fakat onunla amel etmez. Sâdece insanları Allahü teâlânın emirlerine da’vet eder. Kendisi ise bunları yapmaktan kaçar. Tatlı ve hoş konuşmalarıyla seni aldatmamaları için onlardan uzak dur. Yoksa onların günahlarının ateşi seni de yakar, kalblerinin pis kokusu seni öldürür. 3- Kalbi olup dili olmayan ki
eni öldürür. 3- Kalbi olup dili olmayan kimse; bu öyle bir mü’mindir ki, Allahü teâlâ onu mahlûkundan gizlemiştir. Ona nefsinin ayıplarını göstermiş, kalbini nûrlandırmış, insanlarla lüzumundan fazla görüşmenin sıkıntılarını, lüzumsuz konuşmanın kötülüğünü ona göstermiştir. Bu, Allahü teâlânın velî kulu olup, Allahü teâlâ onu muhafaza buyurur”. Böyle bir kimse ile beraber ol. Onun hizmetinde bulun. Böyle yaparsan, Allahü teâlâ seni sever. 4-Âlimdir. İlmi ile amel eder. Bu kimse, Allahü teâlâyı ve âyetlerini, azamet ve kibriyâsına delâlet eden delîlleri bilir. Allahü teâlâ onun kalbine, herkesin bilmediği ince ve derin ilimleri koymuştur. Onun kalbini böyle ilimlere açık kılmıştır. Böyle bir zâta muhalefet etmekten ve ona sırt çevirip ondan uzaklaşmakdan çok sakın. Onun nasihatlerini terk etmekten çok kork.
Sonra bil ki, zühdün aslı, her türlü haramlardan sakınmaktır. Zîrâ vera’ı olmıyanın (şüphelilerden sakınmıyanın) zühdü doğru olmaz.”
Hazreti Ali bin Ebî Tâlib buyurdu ki: “Üç şey vardır ki, hıfzı kuvvetlendirir ve balgamı giderir: 1- Misvak kullanmak, 2- Oruç tutmak, 3- Kur’ân-ı kerîm okumak.”
Ka’b-ül-Ahbâr ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Üç şey vardır ki, mü’minler için şeytana karşı kal’adır: 1- Mescid: Burası Allahü teâlâyı ananların ve meleklerin bulunduğu yerdir. 2- Allahü teâlâyı zikretmek. Bilhassa “La havle velâ kuvvete illâ billâh” demek. Zîrâ şeytan, Allahü teâlânın zikredildiğini, anıldığını işitince, gizlenir ve duraklar. 3-Kur’ân-ı kerîm okumak. Bilhassa Âyet-el Kürsî’yi okumak. Bu tecrübe edilmiştir.”
Evliyâdan bir zât buyurdu ki: “Üç şey, Allahü teâlânın hazînesindendir. 1- Fakirlik, 2- Hastalık, 3- Sabır: Belâ ve musibetin acısını, ne Allahü teâlâdan başkasına ne de Allahü teâlâya şikâyette bulunmamaktır. Kazaya tam olarak rızâ göstermelidir. Çünkü kölenin, efendisinin hükmüne râzı olması gerekir.”
Abdullah bin Abbâs’a ( radıyallahü anh ); “Günlerin, ayların ve amellerin en hayırlısı nedir? diye soruldu. O da şöyle buyurdu: “Günlerin en hayırlısı Cum’a günüdür. Çünkü Cum’a, günlerin
Abdullah bin Abbâs’a ( radıyallahü anh ); “Günlerin, ayların ve amellerin en hayırlısı nedir? diye soruldu. O da şöyle buyurdu: “Günlerin en hayırlısı Cum’a günüdür. Çünkü Cum’a, günlerin efendisidir. Allahü teâlâ Cum’a gününü Muhammed aleyhisselâmın ümmetine ihsân eyledi. Ayların en hayırlısı Ramazân-ı şerîf ayıdır. Çünkü Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmi bu ayda indirdi. Kadir gecesi Ramazân-ı şerîf ayındadır. Bu ayda, farz olan oruç tutulur. Bu ayda yapılan nafilelerin sevâbı, farz sevâbı gibidir. Amellerin en hayırlısı, vaktinde kılınan beş vakit namazdır. Beş vakit namaz, diğer amellere açılan kapı mesabesindedir. Beş vakit namaz kılındığı zaman, diğer sâlih amelleri de yapmak nasîb olur. Beş vakit namaz kılınmazsa, diğer sâlih amelleri yapmak nasîb olmaz.”
Hazreti Ali şöyle buyurdu: “Amellerin en hayırlısı, Allahü teâlânın kabûl ettiğidir. Ayların en hayırlısı, Allahü teâlâya tövbe-i nasûh ile tövbenin yapıldığı aydır. En hayırlı gün, îmânla ölerek dünyâdan ayrıldığımız gündür.
Denildi ki: “Allahü teâlâ bir kul hakkında hayır murâd ettiği zaman, onu dinde fakîh yapar, dünyâ sevgisini ve tama’ı kalbinden çıkarır. Ona kendi ayıplarını görmeyi nasîb eder.”
vgisini ve tama’ı kalbinden çıkarır. Ona kendi ayıplarını görmeyi nasîb eder.”
Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Bana dünyâda üç şey sevdirildi: Güzel koku, zevcelerim ve gözümün nûru olan namaz.” Allah için olan şeyler dünyâ olmaz. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) huzûrlarında Eshâb-ı Kirâm vardı. Bu sırada Ebû Bekr Sıddîk ( radıyallahü anh ) şöyle buyurdu: “Yâ Resûlallah! Bana da dünyâda üç şey sevdirildi: 1- Resûlullahın ( aleyhisselâm ) mübârek yüzüne bakmak. 2- Malımı, Resûlullahın yolunda infâk etmek. 3- Kızımın, Resûlullahın nikâhı altında bulunması.” Ömer bin Hattâb ( radıyallahü anh ) şöyle buyurdu: “Doğru söyledin yâ Ebâ Bekr! Bana da dünyâda üç şey sevdirildi: 1- İyiliği emretmek, 2- Kötülükten men etmek, 3- Eski elbise giymek.” Hazreti Ömer’in cübbesinde ondört yamanın olduğu rivâyet edilir. Hazreti Osman bin Affân da şöyle buyurdu: “Bana da dünyâda üç şey sevdirildi: 1- Açları doyurmak, 2- Çıplakları giydirmek, 3- Kur’ân-ı kerîm okumak.” Hazreti Ali bin Ebî Tâlib de; “Doğru söyledin yâ Osman! Bana da dünyâda üç şey sevdirildi: 1- Misâfire hizmet, 2- Yazın şiddetli sıcakta oruç tutmak, 3- Düşmanla savaşmak” buyurdu. Onlar bu hâlde iken, Cebrâil (aleyhisselâm)
ine Resûl-i ekrem; “Neyi seversin yâ Cebrâil?” diye suâl buyurdu. Cebrâil (aleyhisselâm); “Dalâlette olanlara (yolunu kaybetmişlere) doğru yolu göstermeği, Allahü teâlâya itaat eden ve O’ndan korkanlara yakınlık göstermeyi ve fakirlere yardım etmeği severim” buyurdu.
Yine Cebrâil aleyhisselâm şöyle buyurdu: “Allahü teâlâ, kullarında üç şeyi sever, 1- Başkasının, Allahü teâlânın beğendiği işleri yapmasına imkân vermeği, 2- İşlediği günahlara pişman olduğu zaman ağlamayı, 3- İhtiyâç vaktinde sabretmeyi.”
Evliyâdan birisi şöyle buyurdu: “Kim işlerinde aklına güvenip ona sarılır ve Allahü teâlâya güvenmezse, doğruya ulaşamaz. Malı sebebiyle kendisini müstağni gören, kendini başkasına ihtiyâcı yok kabûl edene malı kâfi gelmez. Gücünü mahlûktan alan, mahlûka güvenerek kendisini kuvvetli sayan, zelîl olur.”
Evliyâdan birisi buyurdu ki: “Allahü teâlâyı tanıyan, O’ndan başkasını sevmez. Dünyânın fânî olduğunu bilen, dünyâya rağbet etmez. Âhıreti dünyâya tercih eder ve Allah rızâsı için amel yapar.”
nnûn-i Mısrî buyurdu ki: “Bir şeyden korkan, ondan kaçar. Birşeye rağbet eden, onu taleb eder, ister.” Ya’nî Cenneti istiyen, ona yaklaştıran amel yapar. Cehennemden korkan, ondan muhafaza edecek amelleri yapar.
Zünnûn-i Mısrî şöyle buyurdu: “Dünyâdaki ve âhıretteki her hayrın aslı, Allah korkusudur. Dünyânın anahtarı tokluk, âhıretin anahtarı açlıktır.”
Mâlik bin Dinar ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Üç şeye, üç şeyle mâni ol. Tevâzu ile kibre, kanâat ile hırsa, nasihat ile hasede mâni ol.” Hadîs-i şerîfte: “Kadere îmân ile hased, bir kulun kalbinde birleşmez” buyuruldu.
Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ), Ebû Zer’e ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Ey Ebû Zer! Sefîneyi yenile, tazele. (Ya’nî her şeyde niyetini iyi yap. Senin için sevâb ve Allahü teâlânın azâbından kurtulmak nasîb olur.) Çünkü deniz derindir. Azığını kâmil olarak al. Çünkü âhıret yolculuğu uzundur. Dünyâda yükünü hafiflet. Çünkü yokuşu çıkmak zordur. Ameli, sırf Allahü teâlâ için yap. Çünkü Allahü teâlâ bütün hâlleri bilicidir.”
Osman bin Affân ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “İbâdetin tadını şu dört şeyde buldum: 1- Allahü teâlânın farz kıldığı emirlerini yerine getirmek, 2- Allahü teâlânın haram kıldıklarından sakınmak, 3-Emr-i ma’rûf yapmak, 4- Kötülükten nehyetmek ve Allahü teâlânın gazâbından korkmak.”
Ali bin Ebî Tâlib buyurdu ki: “Cenneti istiyen, hayır işlere koşar. Cehennem ateşinden korkar. Nefsin arzu ve isteklerine tâbi olmaktan sakınır. Dünyânın mihnet, sıkıntı yeri olduğunu bilene, musibetler hafif gelir.”
Abdullah İbni Mes’ûd ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Dört şey, kalbin zulmetindendir 1- Fazla yediğine aldırmadan yemek. 2- Zâlimlerle beraber bulunmak, 3- Geçmiş günahları unutmak. 4-Uzun emel sahibi olmak. (Zevk ve safa sürmek için, çok yaşamayı istemek.) Dört şey de kalbin nûrundandır: 1-Haram ve şüpheli yeme korkusundan aç kalmak, 2- Sâlihlerin sohbetinde bulunmak, 3- Geçmiş günahları, pişmanlıkla hatırlamak, 4- Emeli kısa tutmak.”
Hâtim-i Esâm buyurdu ki: “Dört şey olmadan, dört şeyi iddia eden yalancıdır 1- Allahü teâlânın haram kıldığı şeylerden sakınmadan, Allahü teâlâyı sevdiğini iddia eden, 2- Fakirleri ve yoksulları aşağı görerek, Resûlullah efendimizi sevdiğini iddia eden. 3- Elinden geldiği hâlde fakirlere sadaka vermiyerek, Cenneti sevdiğini iddia eden, 4- Günahlardan sakınmadığı hâlde, Cehennem ateşinden korktuğunu iddia eden yalan söylemiştir.”
Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Şekûvetin alâmeti dörttür: 1- Allahü teâlânın katında (adedi, yeri ve zamanı) tesbit edilmiş olduğu hâlde, geçmiş günahları unutmak, 2- Kabûl edilip edilmediğini bilmediği hâlde, geçmiş iyilikleri zikretmek, anmak. 3- Kendisine verilen rızıktan râzı olmayıp, dünyâya tama’ etmek sûretiyle, dünyâda kendisinden yukarıdakilere bakmak. 4- Allahü teâlânın verdiği ni’metlere şükretmeyip, sâlih amel husûsunda kendisinden aşağıdakilere bakmak. Allahü teâlâ buyurdu ki: “Ben onu dünyâdan men etmek ve tâat husûsunda ona yardım etmek sûretiyle, onu murâd ettim. Fakat o, ona verdiğime rızâ göstermemek sûretiyle beni istemedi. Ben de onu terk ettim (ona yardımımı kestim).” Se’âdetin
istemedi. Ben de onu terk ettim (ona yardımımı kestim).” Se’âdetin alâmeti dörttür: 1- Pişmanlık ve istiğfar etmek sûretiyle geçmiş günahları hatırlamak, 2-Kusurlu olduklarını düşünerek, sanki hiç ondan öyle iyi işler meydana gelmemiş gibi kabûl ederek, geçmişte yaptığı iyilikleri unutmak, 3- Dîni husûsunda kendisinden yukarıdakine bakıp, ona uymak, 4- Dünyâ husûsunda kendisinden aşağıdakine bakıp, Allahü teâlânın kendisine ihsân ettiği ni’metlere şükretmek.”
Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Asıllar dört şeydir: 1- İlâçların aslı, az yemektir. 2- Edeblerin aslı az konuşmaktır. 3- İbâdetlerin aslı günah azlığıdır. (Zira günahlar, Allahü teâlâya ta’zim olan ibâdetleri yok eder.) 4- Maksâd ve murâdların aslı sabırdır.” Denilir ki: Sabırla, murâd edilen, istenilen şeye kavuşulur. Takvâ ile demirler yumuşar.
Evliyâdan birisine ne hâlde olduğu sorulunca, şöyle cevap verdi: “Ben Rabbim ile muvafakat üzereyim. Ya’nî O’nun emirlerine uymaktayım. Nefsle muhalefet üzereyim. Ya’nî onun dediklerini yapmıyorum, insanlarla beraber nasihat üzereyim. Ya’nî onları iyi ameller işlemeye, kötü işlerden sakınmaya da’vet ediyorum. Dünyâ ile beraber zarûret üzereyim. Ya’nî dünyâdan bana lâzım olan zarurî miktarı alıyorum.”
Abdullah İbni Mübârek buyurdu ki: “Hikmet ehlinden birisinin topladığı kırkbin sözden üç tanesi şudur: “Malına güvenme (malım var da bana artık bir sıkıntı ve helak gelmez deme). Mi’deni alamıyacağı kadar doldurma. Fâidesi olmıyan ilmi toplama.”
Hâtim-i Esâm buyurdu ki: “Dört şeyin kıymetini dört kimse bilir. Gençliğin kıymetini yaşlılar, sıhhatin kıymetini hastalar, hayâtın kıymetini vefât etmiş olanlar, afiyetin kıymetini, belâ ve musibete uğrayanlar bilir.”
Hazreti Ali bin Ebî Tâlib buyurdu ki: “Amellerin en zoru, şu dört haslettir 1-Gadab zamanında affetmek. 2- İhtiyâç vaktinde cömertlik yapmak. 3- Yalnız başına ve yanında kimse yok iken haramlardan sakınmak. 4- Zulmünden korktuğu veya affını ve ihsânını umduğu sultânın yanında hakkı söylemek.”
Resûlullah ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki: “İnsanlardan beş kişiyi aşağı tutan, beş şeyde zarar eder. Âlimleri aşağı tutan, dînini öldürmüş olur. Sultanları aşağı tutan, dünyâ işlerini bozmuş olur. (Zira sultanlar, dünyâ işlerini düzenler.) Komşularını aşağı tutan, (onlardan gelen) fâideleri yok eder. Akrabalarını aşağı tutan, onların sevgisini kaybeder. Zevcesini aşağı tutan, geçim güzelliğini kaybeder.”
Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Ümmetime öyle bir zaman gelecek ki; beş şeyi sevecekler, beş şeyi unutacaklar. Dünyâyı sevecekler (onunla meşgûl olacaklar), âhıreti unutacaklar (onun için sâlih amel yapmayı bırakacaklar). Evlerini sevecekler (Onun zîneti ile meşgûl olacaklar), kabirlerini unutacaklar (Onları aydınlatacak sâlih amel yapmayı terkedecekler). Malı sevecekler (onu yığmak için çalışacaklar), fakat onun hesabını unutacaklar (Allahü teâlânın o mal yüzünden kendisini hesaba çekeceğinden gâfil olurlar. Çünkü helâl malın hesabı, haramın azâbı vardır). Çoluk çocuklarını severler, Cennetteki hûrîleri unuturlar. Nefslerini severler, Allahü teâlâyı unuturlar (Nefslerinin isteklerine uyup, Allahü teâlânın emirlerini terkederler). Onlar benden uzaktırlar, ben onlardan uzağım.”
Ebû Bekr-i Sıddîk ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Beş şey zulmet olup, bunların da beş aydınlatıcısı vardır: 1- Dünyâ sevgisi zulmettir. (Çünkü dünyâ sevgisi, insanı şüpheli şeylere, sonra mekrûhlara, sonra haramlara düşürür. Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Dünyâ sevgisi her günâhın başıdır.” İmâm-ı Gazâlî de; “Dünyâ sevgisi her günâhın, dünyâya buğz da her iyiliğin başıdır” buyurdu.) Zulmet olan dünyâ sevgisinin kandili (gidericisi) takvâdır. 2- Günah zulmettir, bunun kandili tövbedir. (Çünkü Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kul bir günah işlediği zaman, kalbine siyah bir nokta konur. Kul Allahü teâlâdan af ve mağfiret istediği, tövbe ettiği zaman, kalbi temiz olur. Eğer günâha tekrar dönerse, o siyah nokta artar ve kalbini kaplar.”) 3- Kabir zulmettir. Onun aydınlatıcısı, “La ilahe illallah Muhammedün Resûlullah”dır. (Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Kim ihlâsla “La ilahe illallah” derse Cennete girer” buyurdu. Eshâb-ı Kirâm; “Yâ Resûlallah! “La ilahe illallah”ı ihlâs ile söylemek nasıl olur?” diye sorduklarında, Resûlullah ( aleyhisselâm ) şöyle buyurdu: “Kelime-i tevhîdin, sizi Allahü teâlânın haram kıldığı şeylerden menetmesidir.” Denilir ki: “Yedi şey kabri aydınlatır. İbâdette ihlâs, ana-babaya iyilik, akrabaya iyilik, ömrü günahlarla geçirmemek, nefsinin arzu ve isteklerine uymamak, tâat için gayret göstermek, Allahü teâlâyı çok anmak.”) 4- Korkulu yerleri pekçok olduğu için, âhıret
yı çok anmak.”) 4- Korkulu yerleri pekçok olduğu için, âhıret zulmettir. Onun kandili sâlih ameldir. 5- Sırat köprüsü zulmettir. Onun kandili yakîndir. (Ya’nî şeksiz ve şüphesiz olarak gaybe inanmaktır.)”
Osman bin Affân ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: Beş şey muttekîlerin alâmetlerindendir: 1- Dindar kimselerle beraber olup, diline sahip olmak. 2- Pekçok dünyalığa kavuşunca, bunu akıbeti için iyi görmemek. 3- Dünyâdan az birşeye kavuşunca, onu fırsat ganîmet bilmemek. 4- Haram yeme korkusu ile, karnını helâl ile de fazla doldurmamak. 5-Herkesi helak olmaktan kurtulmuş, sâdece kendisinin günahları sebebiyle helak olduğunu sanmak.
Hazreti Ali bin Ebî Tâlib buyurdu ki: “Şu dört şey olmasaydı, insanların hepsi sâlih olurlardı, 1- Dîni bilmemeye rızâ göstermek. (Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Allahü teâlâ, dünyâyı bilip, âhıreti bilmiyen her âlime buğz eder.”) 2- Dünyâya düşkün olmak. (Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Dünyâya rağbet etmemek, kalbi ve bedeni rahatlatır. Dünyâya rağbet etmek ise, kalbi ve bedeni yorar.”) 3- İhtiyâcından fazlasını vermekte cimrilik göstermek. 4- Amelde riya yapmak.”
i yorar.”) 3- İhtiyâcından fazlasını vermekte cimrilik göstermek. 4- Amelde riya yapmak.”
Abdullah bin Amr bin As ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Kimde şu beş haslet varsa, dünyâda ve âhırette mes’ûd olur 1- Her zaman “La ilahe illallah Muhammedün Resûlullah” söylemek. (Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Her halükârda Allahü teâlâyı çok anınız. Çünkü, Allahü teâlâya, O’nu zikrden daha sevgili ve kulu, dünyâ ve âhıretteki her kötülükten kurtaran daha güzel bir amel yoktur.”) 2- Başa bir belâ ve musibet gelince, “İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn ve lâ havle velâ kuvvete illâ billâh-il-aliyyil azîm” demek. (Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Allahü teâlâyı zikretmenin dışında çok konuşmayınız. Çünkü Allahü teâlâyı anmanın dışında çok konuşmak, kalbi katılaştırır. İnsanların Allahü teâlâdan en uzak olanı, kalbi katı olanıdır.”) 3- Bir ni’mete kavuşunca, ni’mete şükür olarak “Elhamdülillahi Rabbilâlemin” demek. 4- Bir işe başlarken, “Bismillâhirrahmânirrahîm” demek. 5- Günah işlediğinde, “Estağfirullahel’ azîm ve etûbü ileyh” demek. (Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Size hastalığınızı ve ilâcını bildireyim mi? Hastalığınız günahlar, ilâcı istiğfardır.”)
Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “La ilahe illallah” demeye ve istiğfara yapışınız. Bu ikisini çoğaltınız. Çünkü şeytan; “İnsanları günahlarla helak ettim. Onlar ise, “La ilahe illallah”ı söylemek ve istiğfar etmekle beni helak ettiler. Ben bunu görünce, onları hevâları ile helak ettim. Onlar ise kendilerini doğru yolda sanıyorlar” der.”
Fakîh Ebü’l-Leys-i Semerkandî ( radıyallahü anh ) şöyle buyurdu: “Yedi sözü söylemeye riâyet eden, Allahü teâlânın katında ve meleklerinin yanında şerefli olur. Deniz köpüğü kadar da olsa, Allahü teâlâ, onun günahlarını af ve mağfiret eder, tâatin tadını duyar. Hayâtı da, vefâtı da hayr olur. Bu yedi söz şunlardır: 1- Her işe başlarken Bismillah demek, 2- Her işi bitirince Elhamdülillah demek, 3- Fâidesiz şeyler söylediği zaman istiğfar etmek, 4-Bir iş yapılmak istenince, inşâallah demek, 5- İstemediği bir şey başına gelince, “La havle velâ kuvvete illâ billâh-il-aliyyil azîm” demek. 6- Başına bir musibet gelince, “İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn” demek, 7- Gece-gündüz her zaman, “La ilahe illallah Muhammedün Resûlullah” demek.”
an, “La ilahe illallah Muhammedün Resûlullah” demek.”
Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Beş şeyden önce beş şeyi fırsat bil. 1- İhtiyârlıktan önce gençliği, (Ya’nî ihtiyârlık sana gelmeden, kudretin varken, gücün kuvvetin yerinde iken sâlih amel yap.) 2- Hastalıktan önce sıhhati, (Ya’nî sıhhatin varken hastalık gibi bir mâni çıkmadan sâlih amel yap.) 3- Fakirlikten önce zenginliği, (Ya’nî muhtaç duruma düşmeden, ihtiyâcından fazlasını sadaka olarak dağıt.) 4- Ölümden önce hayâtı, (Ölümden sonra fâidesini göreceğin şeyi fırsat bil. Çünkü ölen kimsenin ameli kesilir.) 5- Meşgûliyetten önce boş vakti.”
Abdullah-i Antâkî buyurdu ki: “Beş şey vardır ki, kalb katılaştığı zaman, onun ilâçlarındandır: 1- Sâlih kimselerin meclislerinde bulunmak. 2- Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını düşünerek okumak. 3- Karnını doyurmayıp, helâlden az birşey yemekle yetinmek. Helâl yemek, kalbi aydınlatır. 4- Allahü teâlânın kâfir ve günahkâr için hazırladığı acı azâbı ve tehdidini düşünmek. 5- Kendisini, Allahü teâlâya kulluk vazîfesini yapmakta âciz ve noksan görmek, bununla beraber Allahü teâlânın lütuf ve ihsânını düşünmek. Bu tefekkür olup, bundan haya meydana gelir. (Tefekkür, insanda Allah korkusunu arttırır. Nefsi kınamaya ve ayıplamaya vesile olur.) Tefekkürden bir kısmı da şunlardır: 1- Allahü teâlânın seni, herşeyinle içini, dışını bildiğini, her ân O’nun seni
r: 1- Allahü teâlânın seni, herşeyinle içini, dışını bildiğini, her ân O’nun seni gördüğünü düşünmek. 2- Dünyâ hayâtını, dünyâ hayâtının meşgûliyetlerinin çokluğunu, dünyâ hayâtının çok çabuk geçtiğini, âhıretin ve ni’metlerin devamlı olduğunu düşünmek. Bu tefekkürün meyvesi; dünyâya düşkün olmayıp, âhırete rağbet etmektir. 3- ölümün geleceğini, fırsat elden kaçtıktan sonra pişmanlık olacağını düşünmek. Bu tefekkürün meyvesi; uzun emel sahibi olmamak, amellerini düzeltmek, âhırete hazırlık yapmaktır.
Allahü teâlânın âyetlerini, kudret ve büyüklüğüne delâlet eden şeyler üzerinde düşünmeli, fakat Allahü teâlânın zâtını düşünmemelidir. Nitekim Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Allahü teâlânın âyetleri hakkında düşününüz. Allahü teâlânın zâtını düşünmeyiniz. Çünkü sizin buna hakkıyla gücünüz yetmez. (Bunu hakkıyla bilemezsiniz.)”
Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Gizlilik, gizli işleri muhafaza eder. Sadaka malları korur. İhlâs, amelleri korur. Doğruluk, sözleri korur. (Yalancının sözü, Allahü teâlânın katında makbûl değildir. Evliyâdan birisi şöyle buyurdu: Dilsizlik, yalandan daha iyidir. Doğru konuşan dil, saadetin başıdır.) Meşveret görüşleri korur.” Yine buyurdu ki: “Meşveret, (işin sonunda) pişman olmaya karşı bir kale, kınanmaya karşı bir emandır.”
Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ), bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki: “Mal toplamakta beş kötü şey vardır: 1-Mal toplarken karşılaştığı zillet ve meşakkat, 2- Mal toplarken, Allahü teâlânın zikrinden, O’nu anmaktan uzaklaşmak. 3- Topladığı malı elinden zorla birisinin almasından ve çalmasından korkmak, 4-Cimri ismini taşıması, 5- Mal ile meşgûl olurken, sâlihlerin meclisinden ve sohbetinden ayrı ve uzak kalmak. Malı hayır yerlere dağıtmakta beş güzel haslet vardır: 1- Beden, mal aramak ve onun peşinde koşmaktan kurtulur. 2- Malı muhafazayı bırakıp, kendisini Allahü teâlânın zikrine verir. 3- Malı soyan ve çalan kimsenin korkusundan emîn olur. 4-Kendisine kerîm ismi verilir. 5-Sâlihlerle beraber olma imkânı bulur.”
Hâtim-i Esâm ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “İşlerde acele etmek şeytandandır. Fakat beş şey müstesnadır. Bunlar, Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) sünnetlerindendir. 1- Eve misâfir gelince onu doyurmak, 2- Müslüman kardeşi öldüğü zaman onu techîz etmek, ya’nî yıkanması, kefenlenmesi ile meşgûl olmak, namazını kılmak ve defnetmek. 3- Bülûğ çağına gelen çocuğunu evlendirmek. 4- Zamanı gelince borcunu ödemek. 5- Günah işleyince tövbe
Muhammed bin Devrî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “İblîs, şu beş şey sebebiyle şaki oldu: 1- Günâhını i’tirâf etmedi. 2-İşlediği günahtan dolayı üzüntü duyup pişman olmadı. 3- Nefsini kınamadı. 4- Tövbe etmeye azmetmedi. 5-Allahü teâlânın rahmetinden ümîd kesti. Âdem aleyhisselâm ise, şu beş şey sebebiyle sa’îd oldu: 1- Âdem aleyhisselâm, zellesini i’tirâf etti. (Âişe vâlidemiz ( radıyallahü anha ) buyurdu ki: Kul, günâhını i’tirâf edip tövbe edince, Allahü teâlâ onun tövbesini kabûl eder.) 2- Yaptığından dolayı pişman oldu. (Abdullah İbni Mes’ûd’un rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kul bir günâh işler de bundan dolayı pişman olursa, bu, onun için keffârettir.”)
3- Zellesinden dolayı nefsini kınadı. 4-Sebeplerine yapışarak derhâl tövbe etti. 5- Allahü teâlânın rahmetinden ümidini kesmedi.”
Şakîk-i Belhî (kuddise sirruh) buyurdu ki: “Şu beş haslete sarılınız: 1- Allahü teâlâya ihtiyâcınız kadar ibâdet ediniz. (Ya’nî bütün gücünüzle ve imkânlarınızla ibâdet ediniz, demektir. Çünkü insan, Allahü teâlâya pekçok muhtaçtır.) 2-Dünyâdan, dünyâda kalacağınız kadar
teâlâya pekçok muhtaçtır.) 2-Dünyâdan, dünyâda kalacağınız kadar alınız. 3- Allahü teâlâya karşı, azâbına dayanabileceğiniz kadar günah işleyiniz. (Burada da ma’nâ; asla günah işlemeyiniz. Allahü teâlânın azâbına hiç kimse dayanamaz. Çünkü O’nun azâbı pek şiddetlidir, demektir.) 4- Kabirde kalacağınız kadar azık hazırlayınız. (Ya’nî, âhıret yolculuğu için azık hazırlayınız ve hazırlık yapmış demektedir. Burada ma’nâ; hem kabir, hem de kabirden sonrası için azık hazırlayınız, demektir. Burada sâdece kabrin zikredilmesi, âhıret yolculuğunun ilk konağı olduğu içindir. Meyyitin kabirdeki durumu hafif ve rahat olursa, ondan sonra da rahat olur. Meyyitin durumu kabirde iyi olmazsa, sonra da iyi olmaz.) 5- Cennet için, orada kalacağınız kadar sâlih amel yapınız. (Cennet ehlinin mertebeleri, dünyâda iken yapmış oldukları sâlih amellere göre farklı farklıdır. Ameli en güzel olanın mükâfatı, Allahü teâlânın lütuf ve ihsânı ile en yüksek mertebeye nail olmasıdır.)
Yine buyurdu ki: “Aradığımız beş şeyi, beş şeyde bulduk: 1- Günahlan terketmeyi, duhâ namazında bulduk. 2- Kabrin aydınlığını, gece namazında bulduk, 3- Kabirde Münker ve Nekîr meleklerine cevap verebilmeyi, Kur’ân-ı kerîm okumakta bulduk. 4- Sırat köprüsünü geçmeyi, oruç tutmak ve sadaka vermekte bulduk. 5- Arş’ın gölgesinde gölgelenmeyi,
Ömer bin Hattâb ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Bütün dostları gördüm, fakat onlar arasında dili muhafaza etmekten faziletli bir dost görmedim. Bütün elbiseleri gördüm, fakat vera’dan (harama düşmek korkusu ile şüphelilerden sakınmaktan) daha üstün bir elbise görmedim. Bütün malları gördüm, kanâattan daha faziletlisini görmedim. Bütün iyi işleri gördüm, fakat nasihatten daha hayırlısını görmedim.”
Evliyâdan birisi buyurdu ki: “Zühd beş şeyden ibârettir: 1- Allahü teâlâya güvenmek, 2- Mahlûkattan uzak kalmak, 3- Amelleri yaparken ihlâs sahibi olmak, 4- Zühde tahammül etmek, 5-Elinde bulunan ile kanâat etmek.”
Yahyâ bin Mu’âz ( radıyallahü anh ), bir münâcaatında (Allahü teâlâya yalvarıp, duâ ederken) şöyle buyurdu: “İlâhî! Geceler ancak sana yalvarmakla, gündüzler senin tâatin ile, dünyâ senin zikrin ile, âhıret senin affın ile, Cennet senin cemâlini görmekle güzel olur.”
Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Şu beş şey, beş yerde garip olur. (Ya’nî aralarında münâsebet bulunmaz.):
) buyurdu ki: “İlim, amelin delîlidir, (İlimsiz amel olmaz.) Anlamak, ilmin kabıdır. Akıl, hayra götürür. Nefsin arzu ve istekleri, günahların bineğidir. Mal, kendini büyük görenlerin elbisesidir. Dünyâ âhıretin çarşısıdır.” Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Dünyâda helâl kazanan kimseyi Allahü teâlâ hesaba çeker. Dünyâda haram kazanan kimseye ise azâb eder.”
Denildi ki: “Şu altı şey, bütün dünyâya bedeldir: 1-Lezzetli yiyecek, 2-Ana-babaya itaatkâr olan sâlih evlâd, 3- Allahü teâlâya ve kocasına itaat eden sâliha bir kadın, 4-Sağlam ve değişmiyen söz, 5-Kâmil akıl, 6-Sıhhatli beden.”
Evliyâdan birisi buyurdu ki: “Allahü teâlâdan korkmayan kimse, dilinin sürçmesinden kurtulamaz. Birgün Allahü teâlânın huzûrunda hesap vermekten korkmayan, harama ve şüphelilere düşmekten kurtulamaz. (Haramlar iki kısımdır: Birincisi; aslı haram olanlardır. Leş ve kan gibi Bunlardan sâdece zarûret hâlinde, açlıktan ölecek durumda olan, ölmiyecek kadar yiyebilir, ikincisi; aslı, kendisi helâl olup, başkasının mülkü olduğu için haram olanlardır. Temiz su ve buğday gibi. Bunlar kişinin mülkü olmadıkça, ondan yemesi ve içmesi haramdır.
unlar kişinin mülkü olmadıkça, ondan yemesi ve içmesi haramdır. Şüphelilerin üç mertebesi vardır: 1-Haramlığı kesin, fakat helâl olmasında şüphe vardır. Bunda haramın hükmü vardır. 2-Helâl olduğu kesin, fakat haramlığı şüpheli olanlardır. Bu kısımdaki şüpheli şeyi terketmek vera’dandır. 3-Haram ve helâl olabileceği muhtemel olan şeylerdir. Bunları da terk etmek gerekir. Amelini bozan şeylerden korumayan kimse riyadan kurtulamaz. Kalbini bozan şeylerden korunması husûsunda Allahü teâlâdan yardım istemiyen kimse, hasedden kurtulamaz. İlim ve amel bakımından kendinden yüksek olana bakmıyan kimse, ucbdan kurtulamaz. Yaptığı sâlih amelden dolayı nefsini öven ve medheden kimse şükrü unutur, ameli boşa gider. (Resûl-i ekrem buyurdu ki: “Ucb, yetmiş senenin amelini boşa çıkarır.”)
Hasen-i Basrî buyurdu ki: “Kalbin bozulması altı şeyden dolayıdır: 1-Allahü teâlânın rahmetini umarak, tövbeyi terketmek, 2-İlmi ile amel etmemek, 3-Amelinde ihlâs sahibi olmamak, 4-Allahü teâlânın ihsân buyurduğu rızkı yiyip, şükür etmemek, 5-Allahü teâlânın taksimine râzı olmamak, 6-Vefât edenleri kabirlerine defn edip, onlardan ibret almamak.” (Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kabir, âhıret konaklarının ilkidir. Ondan kurtulana, ondan sonrası daha hafif ve kolay, ondan kurtulamayana, ondan sonrası daha zor ve çetindir.”)
Yine Hasen-i Basrî buyurdu ki: “Kim dünyâyı ister ve onu âhırete tercih ederse, Allahü teâlâ onu altı şeyle cezalandırır. Bunların üçü dünyâya, üçü âhırete âittir. Dünyâya âit olan üç ceza şunlardır: 1-Sonu gelmeyen emel sahibi olmak, 2-Kanâat sahibi olmamak, 3-İbâdetin tad ve lezzetini duymamak. Âhıretteki üç ceza ise şunlardır: 1- Kıyâmet gününün korkuları, 2-Şiddetli hesap, 3-Uzun süren üzüntü.”
Ahnef bin Kays ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Hasedci kimse için rahat yoktur.” (Abdülmu’tî Semlânî, Bedrüddîn’den şöyle nakletti: Hased eden kimse şunlara mübtelâ olur 1- Herkes onu ayıplar, 2- Dâima üzüntülü olur, 3- Allahü teâlânın tevfîk kapısı ona kapanır, 4-Devâmlı musibete düçâr olur ki, başına gelen bu musibetten dolayı bir ecir ve sevâba da kavuşamaz. Sabır, belâ ve musibetin; tevâzu, kişinin hilm ve ilminin; alçak gönüllülük, ilim öğrenmenin; yaptığı iyilikleri saymayı terketmek, iyilik yapmanın; huşû’, namazın süsüdür.)
Hazreti Ömer bin Hattâb buyurdu ki: “Boş sözü terk edene hikmet, b
ki: “Boş sözü terk edene hikmet, boşuna ve fuzûli bakışı terk edene kalbin huşû’u verilir. (Huşû’un alâmeti; bir kimseye kızıldığı ve muhalefet edildiği zaman, bunu kabûl etmesidir.) Fazla yemeği terkedene, ibâdetin tadı; boş yere gülmeyi terkedene, heybet; mizahı terk edene güzel heybet; dünyâ sevgisini terkedene, âhıret sevgisi; başkasının ayıpları ile uğraşmayı terk edene, kendi nefsinin ayıplarını ıslâh etmek ihsân edilir.”
Osman bin Affân ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Âriflerin alâmetlerinden ba’zıları şunlardır: Ârifin kalbinde korku ve ümid beraberdir. Dili dâima Allahü teâlâyı hamd ve sena ile meşgûldür. Gözleri haya ve ağlama ile doludur. İrâdesi, kendi isteklerini terk edip, Allahü teâlânın rızâsını gözetmekle meşgûldür.”
Ali bin Ebî Tâlib ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Huşû’ bulunmayan namazda, fâidesiz sözden sakınılmayan oruçta, haram ve şüphelilerden sakınılmadan sahip olunan ilimde, cömertlik yapılmayan malda, hakkı gözetilmeyen kardeşlikte, devam etmeyen ni’mette, ihlâs bulunmayan duâda hayır yoktur.”
Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma Tevrat’ta şöyle vahyetti: Hatâların aslı üçtür, 1-Kibir, 2-Hased, 3-Hırs. Bunlardan altı şey doğar. Böylece hepsi dokuz tane olur. Altı şey şunlardır: Tokluk, uyku, rahat, malları sevmek, övgü ve medhi sevmek, başkan olmayı sevmek.”
Hazreti Ebû Bekr Sıddîk buyurdu ki: “Kullar üç sınıftır. Her sınıfın alâmetleri vardır. Bu alâmetlerle bilinirler. Birinci sınıfta olanlar, Allahü teâlâya azâbından korkarak ibâdet ederler, İkinci sınıfa girenler, Allahü teâlânın rahmetinden ümîd ederek ibâdet ederler. Üçüncü sınıf insanlar ise, sırf Allahü teâlâyı sevdikleri için ibâdet ederler. Birinci sınıfta bulunanların alâmeti üçtür: Kendilerine kıymet vermezler. Yaptıkları iyilikleri az görürler, işledikleri günahları çok görürler, ikinci sınıf insanların da alâmeti üç tanedir: Bütün işlerinde insanlara rehberdirler, insanlara çok cömertlik yaparlar, mallarını sadaka olarak verirler. Allahü teâlâ hakkında hüsn-i zan sahibidirler. Üçüncü sınıf insanların alâmeti de üçtür: 1-Sevdikleri şeylerden verirler. Allahü teâlânın rızâsından başka birşeye aldırmazlar. 2-Nefslerinin istemediği işleri yaparlar. 3-Bütün hâllerinde Allahü teâlâyı hatırlarından çıkarmazlar. Allah
n çıkarmazlar. Allahü teâlâ ile beraber olur, Allahü teâlânın emrini yerine getirir, yasaklarından sakınırlar.”
Hazreti Osman bin Affân buyurdu ki: “Beş vakit namazı vaktinde kılıp devam eden kimseye, Allahü teâlâ dokuz şeyi ihsân eder: 1-Allahü teâlâ o kulunu sever, 2-Bedeni sıhhatli olur, 3-Melekler onu belâlardan muhafaza eder, 4-Evine bereket iner, 5-Yüzünde sâlihlerin siması (alâmeti) olur, 6-Allahü teâlâ o kulunun kalbini yumuşatır (böylece o kimse nasihati kabûl eder), 7-Kıyâmet günü sırat köprüsünü şimşek gibi geçer, 8-Allahü teâlâ onu Cehennem ateşinden kurtarır, 9-Allahü teâlâ onu Cennette evliyâsına komşu eder.”
Hazreti Ebû Bekr Sıddîk buyurdu ki: “On haslet kendisinde bulunan kimse, bütün âfetlerden kurtulur. Müttekîlerin derecesine nail olur. Bu on şey şunlardır: 1-Devamlı doğruluk ve kanaatkar kalb, 2-Kâmil bir sabır ve devamlı olan şükür, 3-Dâimî bir fakirlik ve zühd, 4-Devamlı tefekkür ve açlık, 5-Devamlı hüzün ve Allah korkusu, 6- Devamlı meşakkat ve mütevâzi beden, 7-Devamlı yumuşaklık ve merhamet, 8-Devamlı sevgi ve haya, 9-Fâideli ilim ve devamlı onunla amel, 10-Devamlı îmân ve sabit akıl.”
Hazreti Ömer bin Hattâb buyurdu ki: “Şu on şey, on
b buyurdu ki: “Şu on şey, on şeysiz güzel olmaz: 1-Vera’sız akıl, 2- İlimsiz amel, 3- Allah korkusu olmadan matlûba ve maksuda ulaşmak, 4-Adâletsiz sultan, 5-Edeb olmadan, ilim ve şecaat gibi güzel hâller sahibi olmak, 6-Kalb sükûnu olmadan sevinçli olmak, 7-Cömert olmadan zengin olmak, 8-Kanâatsiz fakirlik, 9-Tevâzu sahibi olmadan, haseb ve neseb sahibi olmak, 10-Tevfîk olmadan (kulun işi Allahü teâlânın rızâsına muvafık olmadan) cihâd.”
Hazreti Osman bin Affân buyurdu ki: “On şeyin zayi olması çok kötüdür. Bu on şey şunlardır: 1-Kendisine sorulmayan âlim, 2-Amel olunmayan ilim, 3-Kabûl edilmeyen doğru görüş, 4-Kullanılmayan silâh, 5-İçinde namaz kılınmayan mescid, 6-Okunmayan Kur’ân-ı kerîm, 7-Sadaka olarak verilmeyen mal, 8-Binilmiyen at, 9-Dünyâyı istiyende bulunan zühd ilmi, 10-Âhıret yolculuğu için hazırlık yapılmayan ömür.”
Hazreti Ali bin Ebî Tâlib buyurdu ki: “İlim, en hayırlı mirastır.
Hazreti Ali bin Ebî Tâlib buyurdu ki: “İlim, en hayırlı mirastır. Edeb, en kazançlı kazançtır. Takvâ, (âhıret için) en hayırlı azıktır, ibâdet, en hayırlı sermâyedir. Sâlih amel, Cennet için en hayırlı vesiledir. Güzel ahlâk, en hayırlı arkadaştır. Hilm, işlerde en hayırlı vezîr ve yardımcıdır. Allahü teâlânın taksimine kanâat etmek, en hayırlı zenginliktir, ölüm, en hayırlı terbiye edicidir.”
Evliyâdan birisi buyurdu ki: “Şu on şey, kimde bulunursa, Allahü teâlânın gazâbına vesile olur 1- Fakirlerde kibir, 2-Âlimlerde tama’, 3-Kadınlarda haya azlığı, 4-İhtiyarlarda dünyâ sevgisi, 5-Gençlerde tenbellik, 6-Sultanlarda zulüm, 7-Harbe gidenlerde korkaklık, 8-Zâhidlerde ucb, 9-Âbidlerde riya, 10-Zenginlerde cimrilik.”
Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Afiyet on şeydedir. Bunların beşi dünyâda, beşi âhırettedir. Dünyâda olanlar şunlardır: 1-İlim, 2-İbâdet, 3- Helâl rızık, 4- Şiddet ve sıkıntılara karşı sabır, 5-Ni’mete şükür. Âhırette olanlar şunlardır: 1- Azrail aleyhisselâm ona merhamet ve lütuf ile gelir, 2-Münker ve Nekir ismindeki melekler kabirde onu korkutmazlar, 3-(Kâfirlere Cehenneme gitmeleri emredildiği) O en büyük korku zamanında korkmaz, 4-Günahları yok edilip, iyilikleri kabûl edilir, 5-Sırat köprüsünü, şimşek gibi geçip Cennete selâmetle girer.”
vliyâdan birisi buyurdu ki: “Tövbe ettiği zaman akıllı kimseye şunlar gerekir: 1-Estağfirullahel’azîm demek sûretiyle dili ile istiğfar etmek, 2-Geçmiş günahlarına kalbi ile pişman olmak, 3-Bütün bedeni ile günahlardan sıyrılmak, 4-Ölünceye kadar Allahü teâlânın yasak ettiği şeylere dönmemeye azmetmek, 5-Âhıreti sevip (âhıret işlerine yönelip), dünyâya buğzetmek, 6-Az konuşmak, lüzumu hâlinde konuşmak, 7-Az yiyip, az içmek, 8- Kendini ilim ve ibâdete vermek.”
Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh ) şöyle buyurdu: “Yer hergün şunları söyler: Ey Âdemoğlu! Üzerimde çalışıp çabalasın, sağa sola gidip gelirsin. Hâlbuki dönüp dolaşıp bana geleceksin! Benim üzerimde Allahü teâlâya isyan edersin, yarın ise benim içimde azâb olunacaksın! Şimdi üzerimde gülersin, yarın benim içimde ağlıyacaksın! Şimdi üzerimde neş’elisin, fakat yarın içimde mahzûn olacaksın! Şimdi üstümde mal topluyorsun, yarın içimde topladığın bu malı Allah yolunda sarfetmediğin için pişman olacaksın! Şimdi üzerimde haram yersin, yarın seni kurtlar yer! Şimdi üzerimde kibirleniyorsun, fakat yarın içimde zelîl olacaksın! Şimdi üzerimde yürüyorsun, yarın bendeki bir çukura düşeceksin! Şimdi
eksin! Şimdi üzerimde, güneş ve ay ışığında yürüyorsun, yarın benim içimde, karanlıklar içine düşeceksin! Şimdi insanların toplandıkları yerlerde yürüyorsun, yarın yalnız başına olacaksın.”
Resûlullah ( aleyhisselâm ), mescide giren kimsenin dikkat etmesi gereken husûsları bildirirken şöyle buyurmuştur: “Mescide girerken sağ ayak ile girmelidir. Mescide girerken; “Bismillah ve selâmün alâ Resûlillah ve alâ melâiketihi. Allahümme ifteh lenâ ebvâbe rahmetike inneke entelvehhâb” demelidir. Kelime-i şehâdet getirmelidir. Namaz kılanın önünden geçmemelidir. (Alış veriş bâbı) Dünyâ işi ile uğraşmamalıdır. Dünyâ kelâmı konuşmamalıdır. İki rek’at namaz kılmadan (mescidden) çıkmamalıdır. Abdestsiz girmemelidir.”
unca, İblîs; “Ümmetinden dostlarım on tane olup, şunlardır: 1-Zâlim devlet reîsi, 2-Malı nereden kazandığına aldırmayan zengin, 3-Emîri, zulmünde tasdik eden âlim, 4-Kibirli kimse, 5-Ölçü, tartı ve başka husûslarda hainlik yapan tüccâr, 6-Karaborsacılık yapan kişi, 7-Zinâ yapan kimse, 8-Faiz yiyen, 9-Malın nereden geldiğine önem vermeyen, 10- İçki içen ve ona yardım eden kişi” dedi. Sonra Resûl-i ekrem, İblîs’e; “Ümmetimden düşmanların kaç tanedir?” buyurunca, İblîs şöyle dedi:
“Ümmetinden düşmanlarım şunlardır: Ey Muhammed, birincisi sensin. Ben sana kızıyorum. 2-İlmi ile amel eden âlim, 3-Kur’ân-ı kerîmin emir ve yasakları ile amel eden Kur’ân-ı kerîm hafızı, 4- Beş vakit namazda Allah için ezan okuyan müezzin, 5-Fakirleri, yoksulları ve yetimleri seven, 6-Merhamet sahibi, 7-Hakka tevâzu gösteren, 8-Allahü teâlâya tâatta bulunan genç, 9-Helâl yiyen, 10-Allah için birbirini seven iki mü’min, 11-Cemâatle namaza rağbet eden, 12-İnsanlar uyurken geceleyin namaz kılan, 13-Sözünde ve işinde kendisini haramdan uzak tutan kimse, 14-Kalbinde kin, hîle gibi birşey olmadan insanlara nasihat eden, 15-Cömert kimse, (Malının bir kısmını verip diğer kısmını bırakan, sehâ sahibidir. Malının en çoğunu veren cûd sahibi, zarûret hâline göğüs gerip, başkasını tercih eden Îsâr sahibidir.) 16-Dâimâ abdestli
ibidir.) 16-Dâimâ abdestli olan, 17-Ahlâkı güzel olan, 18-Allahü teâlânın rızık husûsunda verdiği va’di tasdik eden, 19-Mestûre dul kadınlara yardım eden, 20-Ölüme hazırlanan.”
Hasen-i basrî şöyle anlatır: “İçlerinde Süheyl bin Amr, Ebû Süfyân ve Kureyş’in yaşlıları olduğu hâlde, müslümanlar Hazreti Ömer’in evine geldiler. Onları Hazreti Ömer’in kapıcısı karşıladı ve Süheyb, Bilâl, Ammâr (r.anhüm) gibi Bedr savaşına katılmış Eshâb-ı Kirâmın öncelikle içeri girmelerine müsâade etti. Sonra da; “Allahü teâlâya yemîn ederim ki, efendim Ömer, Bedr savaşına iştirâk etti. Bundan dolayı, o savaşa katılanları çok sevmektedir ve bana böyle yapmamı tavsiye etmiştir” dedi. Bunun üzerine Ebû Süfyân; “Ben bugünkü gibi bir hâdiseye hiç rastlamadım. Hizmetçi, kölelere içeri öncelikle girmeleri için müsâade ediyor, biz asillere bakmıyor bile” dedi. Süheyl bin Amr da; “Arkadaşlar! Yüzlerinizde öfke alâmetleri görüyorum. Eğer kızıyorsanız, kendinize kızın. Onlar ve siz, birlikte İslâmı kabûle çağrıldınız. Onlar İslâmı derhâl kabûl ettiler. Siz ise ağırdan aldınız, geç kaldınız. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, din uğrunda sizden önce yaptıkları ile elde ettikleri fazilet, sizin bu kapıda öğünmekte olduğunuz
u kapıda öğünmekte olduğunuz şeref ve faziletten çok daha üstündür. Onlar bu fazîletleriyle sizlerden çok ilerideler. Siz kat’iyyen onların derecesine ulaşamazsınız. Siz şimdi savaşa katılın. Belki Allahü teâlâ sizleri de cihâd sevâbı veya şehidlikle mükâfatlandırır. Allaha yemîn ederim ki, Süheyl doğru söylemiştir. Allahü teâlâ, kendisine hemen inanan kulunu, inanmakta tereddüd ederek geciken kulu ile bir tutmaz” dedi ve Şam’a doğru yürüdü.”
Hâlid bin Velîd ( radıyallahü anh ) son nefesinde; “Yeryüzünde muhacirlerden müteşekkil bir seriyyede geçirdiğim, sabah olur olmaz erkenden düşmana hücum etmeyi kararlaştırdığımız, soğuk, buzlu bir geceden daha çok hoşlandığım ve zevk aldığım hiçbir gece geçirmemişimdir. Siz de Allah yolunda cihâda önem veriniz” buyurdu.
Ebû Vâil şöyle anlatır: “Ölüm ânı geldiğinde, Hâlid bin Velîd ( radıyallahü anh ); “Ölüm saçan, çok tehlikeli sahnelerle dolu olan savaşlarda ölmek istemiştim. Fakat, yatağımda ölmem ezelde takdîr olmuş, elden ne gelir. “La ilahe illallah” demekten sonra en çok sevâb umduğum amelim, sabahleyin kâfirlere baskın yapmak için, göğün delinmişcesine yağan yağmur altında siperde geçirdiğim gecemdi. Ben öldüğüm zaman, atımı ve silâhımı muhafaza edin ve onları Allah yolunda savaşanlara verin” dedi.”
Ebû Abs bin Cebr anlatır: “Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ), Eshâbını sadaka vermeye teşvik ettiği zaman, herkes gücü yettiği kadar sadaka olarak birşeyler getirdiler. Utbe bin Zeyd ( radıyallahü anh ) o gece dışarı çıktı ve bir süre namaz kıldıktan sonra; “Allahım! Sadaka olarak vereceğim hiç malım yok. Ben de sadaka olarak kullarından şeref ve haysiyetime tecâvüzde bulunanları affediyorum” diye duâ etti. Sabahleyin Eshâbın arasında otururken, Resûl-i ekrem; “Kendisine yapılan tecâvüzleri dün akşam bağışlayan nerede?” diye sordu. Bunun üzerine Utbe bin Zeyd ayağa kalkıp, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) yanına gitti. Resûlullah ( aleyhisselâm ) ona; “Seni müjdelerim. Kudret ve irâdesiyle yaşadığım Allahü teâlâya yemîn ederim ki, bu yaptığın bağış, makbûl olan sadakalar arasına kaydedilmiştir” buyurdu.
Kays bin el-Ensârî anlatır: Kardeşlerimin malını çok harcıyorum diye, beni Resûl-i ekreme şikâyet ettiler. Ben; “Yâ Resûlallah! Ben hurmadan kendi payıma düşeni alıyor, Allah yolunda harcıyor ve arkadaşlarıma veriyorum” dedim. Resûl-i ekrem sırtımı sıvazlıyarak üç defa; “Allah yolunda harca ki, Allahü teâlâ da sana versin” buyurdu. Bu hâdiseden sonra bir savaşa katıldım. Ben o savaşta, akrabalarım arasında en zengini idim.”
Ebû Hüreyre şöyle anlattı: “Birgün; “Hiç namaz kılmadığı hâlde Cennetlik olan birisi var. Kim olduğunu söyler misiniz? dedim. Orada bulunanlardan kimse bilmeyince, bana; “Kimdir o?” diye sordular. Ben de; “Abdüleşheloğullarından Usayram diye bilinen Amr bin Sâbit’dir” dedim. Orada bulunan Hüseyn ( radıyallahü anh ), Mahmûd bin Esed’e; “Usayram’ın durumu nasıldı?” diye sordu. O da şöyle anlattı: “Kavminin müslüman olmasına karşı çıkmıştı. Uhûd gazâsında hakîkati gördü ve müslüman oldu. Sonra düşman saflarına girdi ve yaralanıp düşünceye kadar savaştı. Gazâ sonunda Abdüleşheloğullarından müslüman olanlardan birkaç kişi, harp meydanında kendi şehidlerini ararlarken, onu gördüler ve; “Allah, Allah! Bu Usayram, burada ne işi var? Müslüman olmak istemediği için biz ondan ayrılmıştık” dediler. Sonra ona; “Yâ Amr! Senin müslümanlar içinde ne işin var? Kendi kavmine acıdığın için mi buradasın, yoksa müslüman olmak istediğin için mi buradasın?” diye sordular. O da; “Müslüman olmak için geldim. Allahü teâlâya ve Resûlüne îmân ettim ve müslüman oldum. Sonra Resûlullah ( aleyhisselâm ) ile beraber savaşa girdim. Yaralanıp düşünceye kadar çarpıştım” dedi. Az sonra da son nefesini verdi. Bu hâdiseyi Resûl-i ekreme ( aleyhisselâm ) anlattıklarında; “O Cennetliktir” buyurdu.
Amr bin As anlatır: “Birgün Resûl-i ekrem bana; “Elbiseni giy, silâhını kuşan ve yanıma gel” diye haber gönderdi. Söylediklerini yapıp, huzûruna vardım. Bana; “Seni ordunun başında göndereceğim. Allahü teâlâ seni korusun ve sana ganîmet ihsân eylesin. Çokça ganîmet elde etmeni dilerim” buyurdu. Bunun üzerine ben; “Yâ Resûlallah! Ben mal kazanmak için mü’min olmadım. Ben, sâdece İslâmiyete olan sevgimden dolayı müslüman oldum” deyince, buyurdular ki: “Yâ Amr! İyi insan için helâl mal ne kadar güzeldir.”
İbn-i Ömer şöyle anlatır: “Resûl-i ekrem, Mute savaşında Zeyd bin Hârise’yi kumandan ta’yin etti. Sonra da; “Eğer Zeyd şehîd olursa Ca’fer, Ca’fer şehîd olursa, Abdullah bin Revâha komutan olsun” buyurdu. Ben de o savaşta bulundum. Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) dediği gibi oldu. Ca’fer bin Ebî Tâlib’i aradık şehidler arasında bulduk. Vücûdunda doksan küsur ok ve kılıç yarası vardı.”
Uhûd gazâsında, Abdullah bin Cahş, Sa’d bin Ebî Vakkâs’a; “Duâ etmiyor musun?” dedi. Sonra her ikisi bir köşeye çekilip duâ etmeye başladılar. Sa’d şöyle duâ etti. “Ya Rabbî! Düşmanla savaşa başladığımda, karşıma güçlü kuvvetli birini çıkar. Onunla çarpışayım, onu yenip ganîmetini alayım.” Abdullah bin Cahş bu duâya âmin dedi. Sonra kendisi şöyle duâ etmeye
duâya âmin dedi. Sonra kendisi şöyle duâ etmeye başladı: “Allahım! Beni güçlü kuvvetli iyi dövüşen birisiyle karşılaştır. Senin yolunda dövüşeyim. Sonra o beni yensin. Tutup boynumu, burnumu ve kulaklarımı kessin ki, yarın sana kavuştuğum zaman, Sen; “Ne için burnunu ve kulağını kestiler?” diye sorarsan; “Senin ve Resûlünün yolunda kesildi” diye cevap vereyim. Sen de; “Evet doğru söyledin” diyesin.” Sa’d diyor ki: “Abdullah bin Cahş’ın duâsı benimkinden daha hayırlı çıktı. Allah onun duâsını kabûl etti. Akşama doğru onu gördüm. Burnu ve kulağı bir ipte sallanıyordu.”
Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh ) şöyle anlatır: “Birgün Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ); “Kılık kıyâfeti eski ve kimsenin önem vermediği nice insanlar vardır ki, eğer duâ etseler, Allahü teâlâ onların duâlarını kabûl eder. Berâ bin Mâlik de bunlardandır” buyurdu. Tûster savaşında müslümanlar dağılınca, oradakiler; “Yâ Berâ, Rabbine duâ et” dediler. Berâ bin Mâlik şöyle duâ etti: “Yâ Rabbî! Sana duâ ediyorum. Bizi zafere ulaştır ve beni Nebî’ne kavuştur.” Berâ bin Mâlik o gazâda şehîd oldu.”
Süleymân bin Bilâl anlatıyor: “Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) Bedr gazâsı için yola çıktığında, Sa’d bin Hayseme ve babası, Peygamber efendimizle beraber gazâya katılmak istediler.
ber efendimizle beraber gazâya katılmak istediler. Durumu Server-i âleme bildirdiler. Resûl-i ekrem, ikisinden birinin savaşa katılmasını emretti. Bunun üzerine kur’a çekmeye karar verdiler. Kur’adan önce Hayseme bin Haris, oğlu Sa’d’a; “Birimizin burada kalması gerekiyor. Sen karınla beraber kal” dedi. O ise; Eğer bu, Cennetten başka birşey için olsaydı seni kendime tercih ederdim. Fakat bu harpde şehîd olmak istiyorum” dedi. Sonra kur’a çektiler. Kur’ada Sa’d kazandı. Resûlullahla beraber Bedr savaşına katıldı ve şehîd oldu. Onu Amr bin Abduved şehîd etti.” Urve ( radıyallahü anh ) anlatır: Zübeyr bin Avvâm müslüman olduktan sonra, Peygamber efendimizin (s.a.v) müşrikler tarafından yakalanıp götürüldüğünü işitti. O zaman henüz oniki yaşında idi. Kılıcını sıyırarak, Mekke sokaklarında etrâfına dehşet saçarak dolaşıyordu. Elinde kılıç, Mekke’nin yüksekçe bir yerinde Resûlullah ile karşılaştı. Zübeyr bin Avvâm’ı gören Resûl-i ekrem ona; “Bu hâlin ne?” diye sorunca; “Senin yakalanıp götürüldüğünü duydum da...” diye cevap verdi. Bunun üzerine Resûl-i ekrem; “Peki ne yapacaktın?” diye sorunca; “Sizi yakalayanı işte bu kılıcımla öldürecektim” dedi. Server-i âlem ( aleyhisselâm ) ona ve kılıcına hayır duâda bulundu ve “Haydi evine git” buyurdu. İşte Zübeyr bin Avvâm, Allah yolunda ilk kılıç çeken kimsedir.
Ebû Hüreyre şöyle anlatır: “Hazreti Ömer beni bir vazîfeye ta’yin etmek için çağırdı. Durumu bana söyleyince, ben o vazîfeyi kabûl etmek istemedim. Bana; “Senden daha hayırlı birisinin istediği bir vazîfeyi sen beğenmiyor musun?” dedi. Ben merakla; “Kimmiş o benden hayırlı olan?” diye sordum. O da; “Hazreti Ya’kûb’un oğlu Hazreti Yûsuf aleyhisselâm” dedi. Bunun üzerine ben; “Hazreti Yûsuf, Allahü teâlânın nebisi ve bir peygamberin oğludur. Ben ise Ümeyme’nin oğlu Ebû Hüreyre’yim. Bu husûsta beş şeyden korkarım” dedim. Hazreti Ömer; “Bu beş şeyi bana da söyliyebilir misin?” dedi. Ben de; “Bilmediğim bir şeyi söylemekten, hakkında hüküm olmayan bir husûsta karar vermekten, dövülmekten, malımın elimden alınmasından, namusuma sövülmesinden korkarım” dedim.
Hazreti Ali şöyle anlatır: “Resûl-i ekrem, Ensârdan bir kişiyi bir seriyyeye komutan ta’yin etti. Seriyye yola çıkarken, Server-i âlem onlara kumandanlarını dinlemelerini ve ona itaat etmelerini emretti. Askerler bir mes’ele dolayısı ile komutanlarını kızdırdılar. Komutan onlara “Odun
s’ele dolayısı ile komutanlarını kızdırdılar. Komutan onlara “Odun toplayın” dedi. Askerler odun topladılar. Komutan; “Ateş yakın” dedikten sonra; “Resûl-i ekrem beni dinleyip, bana itaat etmenizi emretmedi mi?” diye sordu. Onlar; “Emretti” dediler. Bunun üzerine komutan; “O hâlde, girin ateşe!” dedi. Askerler birbirlerine bakıştılar ve; “Biz ateşe girmeyiz. Allahü teâlânın Resûlüne gideriz” dediler. Kumandanın öfkesi biraz sonra yatıştı. Medine’ye döndükleri zaman, bu hâdiseyi Resûl-i ekreme anlattılar. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ); “Eğer ateşe girselerdi, bir daha çıkamazlardı. Ancak meşrû olan husûslarda itaat etmek lâzımdır.” buyurdu.
Muhammed bin Süfyân, babasından şöyle nakleder: “Harise bin Nu’mân’ın ( radıyallahü anh ) gözleri görmüyordu. Bu sebeple evi ile mescidi arasında bir ip germişti. Bir yoksulun mescide geldiğini duyduğu zaman, sepetinden birşey alır ve ipten tutunarak, yoksulun yanına kadar gider ve eliyle ona verirdi. Ailesi ona; “Biz yaparız, sen niye uğraşıyorsun?” dediği zaman, o şöyle cevap verdi: “Ben, Resûl-i ekremin; “Yoksullara insanın kendi eliyle vermesi, onu kötü akıbetlerden korur” diye buyurduğunu duydum.”
Cehcah el-Gıfârî şöyle anlatıyor “Kavmimden İslama girmek istiyen bir toplulukla beraber Medine’ye gittim. Resûlullah ( aleyhisselâm ) akşam namazını kıldırıyordu. Namaz bitince Eshâb-ı Kirâma; “Herkes yanındakini evine götürsün” buyurdu. Mescidde benden ve Resûl-i ekremden başka kimse kalmadı. Ben iri ve uzun boylu idim. Beni de Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) evine götürdü. Bana bir keçiden süt sağdı. Onu içtim. Yemek hazırladı, onu da yedim. Bir keçiden daha süt sağdı, onu da içtim. Böyle tam yedi keçiden süt sağdı. Hepsini de içtim. Ümmü Eymen; “Bu gece Allahü teâlânın Resûlünü aç bırakanı, Allahü teâlâ da aç bıraksın” dedi. Bunun üzerine Resûl-i ekrem; “Sus yâ Ümmü Eymen! O rızkını yedi. Bizim rızkımızı ise Allahü teâlâ verir” buyurdu. Sabah olunca yine mescidde toplandık. Herkes kendine yapılan ikramı anlatıyordu. Ben de; “Bana yedi keçinin sütü sağıldı, hepsini içtim. Bir tencere yemek yapıldı. Onu da yedim” diye anlattım. Resül-i ekrem ( aleyhisselâm ) gün boyunca bana İslâmiyeti anlattı. Akşam üzeri İslâmiyetin hak din olduğuna inanarak Resûl-i ekremin (
n olduğuna inanarak Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ) huzûrunda müslüman oldum. Akşam olunca yine Resûl-i ekremin arkasında akşam namazını kıldık. Namazdan sonra Resûlullah ( aleyhisselâm ) yine; “Herkes misâfirini götürsün” buyurdu. Yine mescidde Resûl-i ekremden ve benden başka kimse kalmadı. Resûlullah beni mübârek hânelerine götürdü. Bir keçiden süt sağdı. Onu içtim ve doydum. Ümmü Eymen; “Yâ Resûlallah! Bu bizim dünkü misâfirimiz değil mi?” dedi. Server-i âlem de; “Evet” dedi ve devamla; “O, bu gece mü’min olarak yemek yedi. Dün kâfir olarak yemişti. Kâfir, yedi bağırsağını dolduruncaya kadar yer. Mü’min ise bir bağırsağını dolduruncaya kadar yer” buyurdu.
Mâlik-üd-Dûr şöyle anlatır: “Hazreti Ömer, birgün dörtyüz dinarı bir keseye koyup kölesine verdi ve; “Bunu Ebû Ubeyde bin Cerrâh’a götür ve orada biraz bekle, ne yaptığına bak” dedi. Köle para dolu keseyi Ebû Ubeyde’ye götürdü. Ona; “Mü’minlerin emîri bu parayla ihtiyâcınızı karşılamanızı söyledi” dedi. Ebû Ubeyde; “Allahü teâlâ ondan râzı olsun” diye mukâbelede bulunduktan sonra, câriyesini çağırarak, ona; “Şu yedi dinarı şu kimseye, şu beş dînârı
rak, ona; “Şu yedi dinarı şu kimseye, şu beş dînârı falancaya, şu beş dînârı da filancaya götür” dedi ve bütün dinarları dağıttı. Köle, oradan ayrılıp Hazreti Ömer’in yanına geldi. Orada gördüğü hâdiseyi anlattı. Hazreti Ömer kölesine ikinci bir kese vererek; “Bu keseyi Mu’âz bin Cebel’e götür ve orada bekle, ne yaptığına bak” dedi. Köle, keseyi Mu’âz bin Cebel’e götürdü ve; “Mü’minlerin emîri bu paraları sana, ihtiyâçlarını görmen için gönderdi. Mu’âz bin Cebel de; “Allahü teâlâ ondan râzı olsun” diye mukâbelede bulundu. Sonra câriyesini çağırarak; “Şunu filân kimselere, şunu falan kimselere götür” dedi. O sırada hanımı paraları gördü ve; “Biz de muhtacız, bize de ayır” dedi. Kesede kalan son iki dînârı da hanımına verdi. Köle, Hazreti Ömer’in yanına dönerek bütün olanları anlattı. Hazreti Ömer bu duruma sevi-nerek; “Onlar, birbirlerinin kardeşidirler” dedi.
Ka’b bin Alkam şöyle anlatıyor “Resûlullah efendimizin sohbetinde bulunmuş olan Garafe bin Haris, bir hıristiyanın Resûl-i ekrem hakkında kötü sözler söylediğini duyunca, o hıristiyanı epey hırpalıyarak burnunu kırdı. Garafe bin Hâris’i derhâl Amr bin Âs’ın huzûruna götürdüler. Amr bin Âs; “Biz onlara dokunmayacağımıza dâir söz vermiştik. Sen niye böyle yaptın?” diye sorunca, Garafe bin Haris; “Herhalde, onlara Resûl-i ekreme küfretsinler diye emân verilmedi. B
ara Resûl-i ekreme küfretsinler diye emân verilmedi. Bildiğim kadarıyla, onlara sâdece kiliselerine karışmayacağımıza, kiliselerinde rahatça ibâdet edebileceklerine, altından kalkamayacakları mükellefiyet yüklemiyeceğimize, onlara düşman saldırırsa yanlarında yer alacağımıza, kendi aralarında istedikleri gibi karar verebileceklerine, ancak bizim hükümlerimize tâbi olmak isteyenler hakkında, Allahü teâlânın ve Resûlullahın emrettiği şekilde hüküm vereceğimize, istemezlerse zor kullanmıyacağımıza dâir söz ve emân verdik” dedi. Bunun üzerine Amr bin Âs; “Söylediklerin doğru, haklısın” diye cevap verdi.”
Sa’d bin Ebî Vakkâs anlatır. Resûl-i ekrem Medine’ye hicret edince, Cüheyne kabilesinden bir hey’et gelerek; “Bizim beldemize geldin. Bize te’minat ver ki, seninle ve kavminle iyi münâsebetler kuralım. Resûlullah ( aleyhisselâm ) onlara te’minat verdi. Onlar da müslüman oldular. Resûl-i ekrem, Receb ayında, yüz kişi olduğumuz hâlde bizi Kinâne kabilelerine baskınlar düzenlememiz için Cüheyne taraflarına göndermişti. Biz de oraya gidip, Kinâne kabilelerine birçok baskınlar düzenledik. Fakat, onlar bizden kalabalık oldukları için, Cüheyne kabilesine sığınmak zorunda kaldık. Onlar bizi himâye ettiler. Bize; “Haram ayda niçin
bizi himâye ettiler. Bize; “Haram ayda niçin savaşıyorsunuz?” diye sordular. Biz de onlara; “Haram ayda, mukaddes beldeden bizi çıkaranlarla savaşıyoruz” dedik. Daha sonra aramızda ne yapacağımıza bir türlü karar veremedik. Ba’zılarımız; “Durumu Resûlullaha ( aleyhisselâm ) bildirelim” dedi. Ba’zımız ise; “Burada bekliyelim” dedi. Birkaç kişi ve ben; “Kureyş kervanının yolunu keselim” dedik. Bunun üzerine grubumuz ayrıldı. Biz Kureyş kervanının yolunu kesmeye gittik. Bir kısmı Resûl-i ekreme durumu arzetmeye gitti. Durumu öğrenen Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) öyle hiddetlendi ki, yüzü kıpkırmızı oldu ve; “Yanımdan beraberce gittiğiniz hâlde, parçalanarak mı döndünüz? Sizden önceki kavimlerin helak oluş sebebi parçalanmaktır. Size, en hayırlınız olmamakla beraber, açlığa ve susuzluğa en dayanıklı olan birisini komutan olarak gönderiyorum” buyurdu. Bize Abdullah bin Cahş’ı komutan olarak gönderdi. Abdullah bin Cahş, ta’yin edilen ilk seriyye kumandanıdır.”
Urve bin Zübeyr anlatır: “Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ), birgün Abdullah bin
Cahş’ı komutan olarak gönderdi. Abdullah bin Cahş, ta’yin edilen ilk seriyye kumandanıdır.”
Urve bin Zübeyr anlatır: “Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ), birgün Abdullah bin Cahş’ı yanına çağırdı ve; “Sabah vakti olur olmaz yanıma gel. Silâhın da yanında bulunsun. Seni bir tarafa göndereceğim” buyurdu. Sabah olunca, Abdullah bin Cahş, kılıcı, yayı, ok ve kalkanı yanında olduğu hâlde mescide geldi. Resûl-i ekrem sabah namazını kıldırdıktan sonra evine döndü. Abdullah bin Cahş, Server-i âlemi kapının önünde bekliyordu. Resûl-i ekrem, Muhacirlerden onunla gidecek birkaç kişi buldu. “Seni bu kişilerin üzerine kumandan ta’yin ettim” buyurarak bir mektûp verdi ve devamla; “Git, iki gece yol aldıktan sonra mektûbu aç. Onda buyurulana göre hareket et” buyurdu. Abdullah bin Cahş; “Yâ Resûlallah! Hangi tarafa gideyim?” diye sordu. Resûl-i ekrem “Necdiye yolunu tut. Rekiyye’ye, kuyuya yönel!” buyurdu. Abdullah bin Cahş, sekiz veya on kişilik bir birlik ile, iki gün sonra Melel mevki’ine vardıklarında mektûbu açtı. Mektûpta şunlar yazılı idi:
“Bismillâhirrahmânirrahîm, Bu mektûbu gözden geçirdiğin zaman, Mekke ile Tâif arasındaki Nahle vadisine ininceye kadar, Allahü teâlânın ismi ve bereketiyle yürüyüp gidersin. Arkadaşlarından hiçbirini, seninle birlikte gitmeye zorlamayasın! Nahle vadisindeki Kureyşîleri, Kureyşîlerin kervanını gözetip ve denetleyesin. Onların haberlerini bize bildiresin.”
Abdullah bin Cahş ( radıyallahü anh ) mektûbu okuduktan sonra; “Bizler Allahü teâlânın kullarıyız ve hep O’na döneceğiz. İşittim ve itaat ettim. Allahü teâlânın ve sevgili Resûlünün emrini yerine getireceğim” diyerek, mektûbu öpüp başına koydu. Sonra arkadaşlarına dönerek; “Hanginiz şehîd olmayı istiyor ve özlüyorsa, benimle gelsin. Gelmek istemiyen dönüp gidebilir. Hiç birinizi zorlayıcı değilim. Gelmeseniz de ben tek başıma gidip, Resûl aleyhisselâmın emrini
a, benimle gelsin. Gelmek istemiyen dönüp gidebilir. Hiç birinizi zorlayıcı değilim. Gelmeseniz de ben tek başıma gidip, Resûl aleyhisselâmın emrini yerine getireceğim” dedi. Arkadaşları hep birden; “Biz işittik. Allahü teâlâya, Peygamber efendimize ve sana itaat edicileriz. Nereye istersen, Allahü teâlânın bereketi üzere yürü” diye cevap verdiler. İçlerinde Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretlerinin de bulunduğu küçük birlik, Hicaz’a doğru yol aldı ve Nahle’ye geldi. Bir yere gizlendiler. Oradan gelip geçen Kureyşîleri gözetlemeye başladılar. Bu sırada bir Kureyş kâfilesi geçti. Develer yüklü idi. Mücâhidler Kureyş kâfilesine yaklaşarak, onları İslâma da’vet ettiler. Kabûl etmeyince çarpışma başladı. Çarpışma sonunda birisini öldürdüler, ikisini esîr aldılar. Birisi atlı olduğu için ona yetişemediler. O kaçtı. Kâfirlerin bütün malları mücâhidlere kaldı. Mücahidler, malları ve esîrleri alarak Resûl-i ekremin huzûruna geldiler. Resûlullah efendimiz; “Ben size haram, ayda savaş yapmanızı emretmedim” buyurarak, mallara ve esîrlere dokunmadı. Mücahidler helak olacaklarını ve halkın kendilerini kınayacağını sandılar. Kureyşli kâfirler bu hâdiseyi duyunca; “Muhammed, haram aylarda kan döktü, esîr ve ganîmet aldı. Haram ayda savaşmayı helâl yaptı” dediler. Bunun üzerine; “Sana haram olan ayda savaşın hükmü nedir diye soruyorlar. De ki; “O ayda savaş yapmak
ayı helâl yaptı” dediler. Bunun üzerine; “Sana haram olan ayda savaşın hükmü nedir diye soruyorlar. De ki; “O ayda savaş yapmak büyük günahtır. Fakat, küfür ve inkârla insanları Allah yolundan çevirmek, Mescid-i Haram’da tavaf ve namazdan alıkoymak, Peygamberi ve Eshâbını Mekke’den çıkarmak, Allah katında daha büyük bir günahtır. Allaha ortak koşmak fitnesi, müslümanların haram ayda yaptıkları savaştan da beterdir. Ey mü’minler, kâfirlerin gücü yetse, sizi dîninizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaktan geri durmazlar. Sizden kim dîninden döner de kâfir olarak ölürse, bu gibilerin yaptığı iyi şeyler, dünyâda da, âhırette de boşa gitmiştir ve onlar Cehennem ehli olup, orada ebedi olarak kalırlar” meâlindeki, Bekâra sûresi ikiyüzonyedinci âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Bu âyet-i kerîme nâzil olunca, Resûl-i ekrem kervanı alıkoydu. Esîrleri fidye karşılığında serbest bıraktı. O zaman mü’minler; “Ey Allahın Resûlü! Bizi savaşa mı sokmak istiyorsun?” dediklerinde; “Allaha ve Resûlüne gerçek îmân edenler ve vatanlarından hicret edip Allah yolunda savaşanlar (var ya!) işte onlar, Allahın rahmetini umarlar. Allah çok mağfiret ve rahmet edicidir” meâlindeki, Bekâra sûresinin ikiyüz-onsekizinci âyet-i kerîmesi nâzil oldu.”
Cessâme bin Müsâhik bin er-Rebî şöyle anlatır: “Hazreti Ömer beni Herakliyus’a elçi olarak göndermişti. Herakliyus’un yanına çıkınca, gösterilen yere oturdum. Üzerine oturduğum şeye o anda dikkat etmemiştim. Bir süre sonra oturduğum şeye baktığım zaman, altından yapılma bir iskemle olduğunu gördüm. Hemen ayağa kalktım. Herakliyus bu davranışıma şaşırarak; “Sana ikram olarak gösterdiğimiz bu yerden niye kalktın?” diye sordu. Ben de; “Resûlullahın ( aleyhisselâm ), bunun gibi şeylerden müslümanları nehyettiğini duyduğum için ayağa kalktım” dedim.”
Muhammed bin Eslem şöyle anlatır. “Birgün Medine’ye gittim. Çarşıda işimi gördüm. Sonra evime geri döndüm. Elbiselerimi değiştireceğim sırada, Resûl-i ekremin mescidinde iki rek’at namaz kılmadığımı hatırlayıp; “Ben Resûl-i ekremin mescidinde iki rek’at namaz kılmadım. Hâlbuki Server-i âlem; “Sizden kim Medine’ye gelirse, benim mescidimde iki rek’at namaz kılmadan geri dönmesin” buyurmuştu” diyerek, tekrar Medine’ye gittim. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) mescidinde iki rek’at namaz kıldım.”
İbn-i Büreyde el-Eslemî şöyle anlatır: “Birgün bir kişi, İbn-i Abbâs’a karşı epey ağır konuştu, İbn-i Abbâs bunun üzerine; “Sen beni kötülüyorsun, fakat bende şu üç güzel huy vardır: Birincisi; Allahü teâlânın kitabı olan Kur’ân-ı kerîmden bir âyet-i kerîme öğrenince, bütün müslümanların da bunu öğrenmesini istiyorum.
İkincisi; Müslüman hâkimlerden birinin adâletle hüküm verdiğini duyduğum zaman, hâkime hiç işim düşmediği hâlde sevinirim. Sonuncusu da; bir müslüman beldesine yağmur yağdığını duyduğum zaman, benim hiç sulanacak tarlam, otlayacak hayvanım olmadığı hâlde sevinirim” dedi.”
Ebû Râşid bin Abdürrahmân ( radıyallahü anh ) şöyle anlatır: “Kabilemiz adına yüz kişi, Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) ile görüşmek için gittik. Beraber geldiğimiz arkadaşlarım; “Ebû Mu’âviye, önce sen Peygamberin yanına git. Eğer ilgi görürsen bize haber ver, biz de yanına gidelim. Eğer ilgi görmez isen, hep beraber geri dönelim” diyerek, önce beni gönderdiler. Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) huzûruna çıkınca; “İyi sabahlar yâ
isselâm ) huzûruna çıkınca; “İyi sabahlar yâ Muhammed” dedim. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ); “Bu, müslümanların selâmı değildir” buyurdu. Ben de; “Müslümanların selâmı nasıldır yâ Resûlallah?” diye sordum. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ); “Müslüman, bir müslümanla karşılaştığı zaman, esselâmü aleyküm ve rahmetullah desin” buyurdu. Ben de; “Esselâmü aleyke yâ Resûlallah” dedim. Resûlullah da; “Aleyküm selâm ve rahmetullahi ve berekâtühü” diyerek selâmımı aldıktan sonra; “İsmin nedir? Kimsin?” buyurdu. “Lat ve Uzza’nın kulunun oğlu Ebû Mu’âviye’yim” diye cevap verdim. Resûlullah ( aleyhisselâm ) bana; “Sen, Rahmân olan Allahü teâlânın kulunun oğlu Ebû Râşid’sin” buyurdu. Büyük izzet ve ikramda bulundu. Beni yanıbaşına oturttu. Cübbesini bana giydirdi. Ayakkabıları ile asasını bana hediye etti. Bunun üzerine ben de müslüman oldum. Yanındakiler, Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ); “Yâ Resûlallah, bu zâta ne kadar ikramda bulundun?” diyerek hayretlerini belirttiler. Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Bu, kavminin ileri gelenidir. Size bir kavmin büyüğü gelirse, ona izzet ve ikramda bulunun” buyurdu.
Ammâr bin Ebî Ammâr anlatır: “Birgün Zeyd bin Sabit ( radıyallahü anh ), bir yere gitmek için atına binecekti. Bunu gören İbn-i Abbâs hemen onun atının yularını tuttu. Zeyd bin Sabit; “Ey Resûlullahın amcasının oğlu, bineğimin yularını bırak” dedi. İbn-i Abbâs ona cevap olarak; “Bize, büyüklerimize ve âlimlerimize böyle davranmamız emredildi” deyince, Zeyd bin Sabit; “Elini bana uzat” dedi. O da elini uzatınca, Zeyd bin Sabit, hemen İbn-i Abbâs’ın eline sarılarak öptü ve sonra; “Bize de, Peygamberimizin Ehl-i beytine bu şekilde davranmamız emredildi” dedi.
Hâkim bin Kays şöyle anlatır: “Babam ölmek üzere iken, bize şöyle vasıyyette bulundu: “Allahü teâlâya âsî olmaktan sakının. En büyüğünüzü, kendinize başkan seçin! Zîrâ büyüklerini seçen kimseler, babalarının yolunda yürümüş olurlar. Küçüklerini başkan seçen kimseler ise, bu davranışlarıyla başkaları arasında babalarını küçük düşürmüş olurlar. Mal kazanmaya ve onu çoğaltmaya bakın. Zîrâ mülk, cömertleri coşturur, nâmerde de muhtaç etmez, insanlara el avuç açmaktan sakının. Çünkü dilenmek, insanın baş vuracağı en son çâredir. Ben ölünce, arkamdan bağıra çağıra ağlamayın. Zîrâ Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ) arkasından da bağıra çağıra ağlanmadı.”
Ebû Ca’fer el-Hatmî şöyle anlattı: “Umeyr bin Hubeyb bin Humâşa ( radıyallahü anh ), oğluna şöyle vasıyyet etti: Oğlum, kötü kimselerle sohbet etmekten sakın. Zîrâ onlarla sohbet etmek, insana hastalık getirir. Kim kötü kimselere karşı olgun davranırsa, kazançlı olur. Onlara karşı çıkanlar da pişman olur. Kötü kimselerden gelen az bir kötülükten kaçmayan, çoğuna râzı demektir. Sizden biri iyiliği emretmek ve kötülüğe engel olmak istediği zaman, gelecek eziyetlere karşı sabırlı olmaya ve sevâbını Allahü teâlâdan beklemeye kendisini alıştırsın. Kim yaptığı işin sevâbını azîz ve celîl olan Allahü teâlâdan beklerse, eziyet ona bir zarar vermez.”
Ca’fer bin Abdullah şöyle anlatır: “Ben çocukken, yemek yerken onun bunun önünden yiyordum. Dedem Hâtem ( radıyallahü anh ) bunu gördü ve bana; “Oğlum! Şeytan gibi böyle yeme! Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) sâdece kendi önünden yerdi” dedi.”
Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh ) anlatır: “Birgün Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) mescide girdiğinde, Haris bin Mâlik ( radıyallahü anh ) yerde yatıyordu. Resûl-i erkemi görünce hemen kalktı ve toparlandı. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) ona; “Yâ Haris! Geceyi nasıl geçirdin?” diye sordu. O da; “Ey Allahü teâlânın Resûlü! Gerçek bir mü’min olarak” cevâbını
n Resûlü! Gerçek bir mü’min olarak” cevâbını verdi. Bunun üzerine Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ); “Her gerçeğin bir hakîkati vardır. Senin sözünün hakîkati nedir?” diye sorunca, o; “Artık dünyâ gözümde yok. Öyle ki, gündüzlerim susuz, gecelerim uykusuz geçiyor. Rabbimin Arş’ını görür gibiyim. Sanki birbirini ziyâret eden Cennet halkını ve feryâd eden Cehennemdekileri seyrediyorum” dedi. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ); “Sen, Allahü teâlânın kalbini nurlandırdığı bir kimsesin. Seni anlıyorum, bu hâline devam et” buyurdu. Diğer bir rivâyette ise, Haris bin Mâlik bu söz üzerine Resûl-i ekreme ( aleyhisselâm ); “Ey Allahın Resûlü, bana şehâdeti nasîb etmesi için Allahü teâlâya duâ et” dedi. Peygamber efendimiz de ( aleyhisselâm ) duâ etti. Müslümanlara cihâd etmeleri emredilince, ilk olarak ata binen ve ilk şehid düşen mü’min Haris bin Mâlik oldu.
İbn-i Ömer ( radıyallahü anh ) şöyle anlatır: “Birgün Peygamber efendimizin yanında oturuyordum. O sırada Ensârdan olan Harmele bin Zeyd, Resûl-i ekremin huzûruna girdi ve karşısına oturdu. “Ey Allahü teâlânın Resûlü! (eliyle dilini göstererek) îmân burada, (kalbini göstererek) nifak da buradadır. Münâfık olan, Allahü teâlâyı çok az hatırlar” dedi. Resûlullah
yı çok az hatırlar” dedi. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) karşılık vermeyince, Harmele bin Zeyd bu sözünü tekrar etti. Bunun üzerine Resûlullah ( aleyhisselâm ), onun dilinin ucundan tutarak; “Yâ Rabbî! Buna doğru söyleyen bir dil, şükr eden bir kalb ihsân et. Buna, beni ve beni sevenleri sevmesini nasîb et. İşlerini hayra tebdil et” diye duâ etti. Harmele bin Zeyd ( radıyallahü anh ); Yâ Resûlallah! Benim münâfık kardeşlerim var. Ben onların reîsiyim. Onları sana göndereyim mi?” diye sorunca, Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ); “Kim bize senin gibi gelirse, sana af dilediğimiz gibi, onun için de af dileriz. Münâfıklıkda ısrâr edeni de Allahü teâlâya havale ederiz” buyurdu.
Abdürrahmân bin Ebî Ukayl şöyle anlatır: “Sakîf hey’etiyle birlikte, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) huzûruna geldim. Develerimizi kapının önünde çöktürdük. İçeri girerken, herkese kızgın kızgın bakıyorduk. Fakat dışarı çıkarken, sevmediğimiz kimse kalmadı, içimizden birisi; “Ey Allahın Peygamberi! Rabbinden kendin için, Hazreti Süleymân’ın (aleyhisselâm) saltanatı gibi bir saltanat isteseydin ya!” deyince, Peygamber efendimiz bu söze gülerek şöyle cevap verdi: “Bana verilen, Allah katında Süleymân’ın saltanatından daha üstündür. Zîrâ, Allahü te
tından daha üstündür. Zîrâ, Allahü teâlâ gönderdiği her peygamberlere bir duâ hakkı, tanımıştır. Onlardan ba’zıları dünyâyı istemişler. Bunlara dünyâ verilmiştir. Bir kısım, isyan etmeleri sebebiyle kavmine bedduâ etmiştir. Kavmi de bu yüzden helak edilmiştir. Ben ise, Allahü teâlânın bana verdiği bu hakkı, kıyâmet günü ümmetime şefaat etmek için kullanacağım.”
Ka’b bin Adiy ( radıyallahü anh ) anlattı: “Hire hey’eti ile beraber Resûlullaha ( aleyhisselâm ) gelmiştik. Bize İslâmiyeti anlattı. Müslüman olduk ve memleketimize döndük. Çok geçmeden Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) vefât haberi geldi. Bu haber arkadaşlarımı şüpheye düşürdü. “Eğer O Peygamber olsaydı, ölmezdi” dediler. Ben, onların yanlış düşündüklerini anlatıp; “Ondan önce gelen peygamberler de ölmüştür” diyerek, İslâmiyetten ayrılmadım. Daha sonra Medine’ye gitmeye karar verdim. Hazreti Ebû Bekr’in yanına gelerek hâdiseyi anlattım. Beni, Mısır kralı Mukavkıs’a elçi olarak gönderdi. Mısır’a gittim ve geldim. Hazreti Ebû Bekr’in vefâtından sonra, Hazreti Ömer de beni Mukavkıs’a elçi olarak gönderdi. O sırada, Rumlar ile yaptığımız Yermük savaşı devam ediyordu. Götürdüğüm mektûbu Mukavkıs’a te
ktûbu Mukavkıs’a teslim ettim. Mukavkıs; “Rumların, Arabları öldürüp hezimete uğrattığını biliyor musun?” dedi. Ben “Hayır” deyince, “Niçin?” dedi. Ben de; “Çünkü Rabbimiz, sevgili Peygamberimize ( aleyhisselâm ) İslâmiyeti bütün dinlere hâkim kılacağını va’d etti. O, va’dinden dönmez” dedim. O zaman Mukavkıs; “Hakîkaten Arablar, Rumları, Ad kavmi gibi kılıçtan geçirdiler. Peygamberiniz doğru söylemiş...” dedi. Bundan sonra Mukavkıs bana, Eshâb-ı Kirâmın ( radıyallahü anh ) ileri gelenlerini sordu. Onlar için hediyeler verdi. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) amcası Abbâs’a ( radıyallahü anh ) da hediyeler gönderdi. Hazreti Ömer’e durumu bildirdikten sonra, onun emrine girdim. Hazreti Ömer devlet me’murlarına maaşlarını ta’yin ederken, benim maaşımı da Adiy bin Ka’boğullarının arasına yazdı.”
Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh ) anlatır: “Eshâb-ı Kirâmdan Ebû Muâllak isminde bir zât vardı. Bu zât, başkalarıyla ortaklık kurarak ticâret yapardı. Dürüst ve takvâ sahibi idi. Birgün bu zât, ticâret için yola çıkmıştı. Karşısına silâhlı bir hırsız çıktı ve ona; “Neyin varsa çıkar, seni öldüreceğim” dedi. Ebû Muâllak; “Maksadın mal almaksa, al malların hepsi senin olsun” deyince, hırsız; “Ben, sâdece senin canını istiyorum” dedi. Bunun üzerine Ebû Muâllak; “Öyleys
nı istiyorum” dedi. Bunun üzerine Ebû Muâllak; “Öyleyse bana izin ver de, namaz kılayım” dedi. Hırsız; “İstediğin kadar namaz kıl” deyince, Ebû Muâllak namaz kıldı ve üç defa şöyle duâ etti: “Ey gönüllerin sevgilisi, ey yüce Arş’ın sahibi, ey dilediğini yapan Allahım! Ulaşılmayan izzetin, kavuşulmayan saltanatın ve Arş’ını kaplayan nûrun için beni şu hırsızın şerrinden korumanı istiyorum! Ey imdâda koşan Allahım! îmdâdıma yetiş!” Ebû Muâllak duâsını bitirir bitirmez, elindeki kargıyı kulakları hizasında tutan bir atlı peyda oldu. O atlı hırsızı öldürdü. Sonra Ebû Muâllak’a döndü. Ebû Muâllak da;
“Sen kimsin? Allahü teâlâ, seni vâsıta ederek bana yardım etti” deyince, o atlı; “Ben, dördüncü kat semâ ehlindenim. Sen ilk duânı yapınca, semânın kapılarının çatırdadığını işittim. İkinci defa duâ edince, gök ehlinin gürültüsünü işittim. Üçüncü kere duâ edince, “Zorda kalan biri duâ ediyor” denildi. Bunu duyunca, Allahü teâlâdan, onu öldürmeye beni me’mûr etmesini istedim. Allahü teâlâ, benim isteğimi kabûl ederek; “Bil ki, abdest alıp dört rek’at namaz kılan ve duâ yapan kimseye, zorda kalsa da, kalmasa da yardım ederim” buyurdu” dedi.”
Konfüçyüs'e :"Ülkenin bütün yönetimi sana bırakısaydı ilk iş olarak ne yapardın ? diye sorulduğunda hiç kuşkusuz dili gözden geçirmekle, dili düzeltmekle işe başlardın der. İletişim ve Dil.
Niçin di ? diye sorulduğunda ise :Dil düzgün o!mayınca söylenen söylenmek istenen değildir, söylenen söylenmek istenen olmayınca yapılması gereken yapılmadan kalır, İletişim ve Dil.
yapılması gereken yapılmadan kalınca törelerle sanatlar geriler, törelerle sanatlar gerileyince de adalet yolan çıkar.Adalet yoldan çıkınca halk çaresizlik içinde kalır.Bu sebeple söylenmesi gereken başıboş bırakılamaz.Onun için dil her şeyden önemlidir dediği anlatılır. İletişim ve Dil.
Taş düştüğü yerde ağırdır. İnsanlar, deneyim ve bilgi sahibi olduğu konularda başarı gösterir. İnsan tanındığı yerde etkilidir. Tecrübenin dili Konu konu atasözleri.sy.235.
Bediüzzaman’ın Entelektüel Hayatı-141923-1949 yılları arasını kapsayan Yeni Said Dönemi pozitivist değerler üzerine kurulan anlayışa karşı iman hakikatlerinin neşri üzerine çalışmaların yoğunlaştığı, her türlü baskı, tehdit, işkence ve hapislere rağmen Risâle-i Nur’un telifinin gerçekleştirildiği dönemdir.1949 yılının Eylül ayında Afyon hapishanesinden tahliye edilmesiyle birlikte Üçüncü Said dönemi başlar. Bu dönem din, siyaset ve devlet üçgenindeki algıya ve anlayışa işaret etmesi bakımından önemlidir. Zira bu dönemde ortaya konulan değerler ve prensipler kendisinin vefatından sonra yapılacak hizmetlerin yönünü ifade etmektedir.Reis-i Cumhura ve Başvekile Medresetüzzehra MektubuAsya’yı bilhassa Doğuyu hakiki terakki ettirecek fen ve felsefenin tesirinden ziyade din hissidir. Dini değerleri zayıflayan Doğu halkını nizam altına almak zordur. Bu durum daha sonra telafisi mümkün olmayan zararlara yol açabilmektedir. İdris-i Bitlisi 450 yıl önce bu duruma dikkat çekmek için Yavuz Sultan Selim’e bir mektup gönderir.Zamanın İdris-i Bitlisi’si Bediüzzaman da İdris-i Bitlisi gibi düşünmektedir. Şer odakları tarafından Doğuda nifak tohumlarının ekildiğini hissetmektedir. Cehalet sebebiyle, dinî duyguların zayıfladığını, bunun anarşistliği netice vereceğini, Devletin varlığı için büyük tehlike teşkil edeceğini görmektedir. Bunun için II. Abdülhamid’e, Sultan Reşad’a ve TBMM’ne bölgede bir üniversite açılmasını teklif eder. Ne var ki bu girişimlerden istenilen sonuç çıkmaz; Medresettüzzehra Üniversitesi kurulamaz.Kaynak: Üçüncü Said Dönemi - Mustafa ORAL
Tarihler 28.04.1955’i gösterdiğinde Bediüzzaman tekrar harekete geçer. O günlerde Menderes Hükümetinin Pakistan, Irak ve Türkiye’den oluşan Birleşik İslâm Cumhuriyeti kurma projesi gündemdedir. Bu çerçevede Doğuda bir Üniversite açılması düşünülmektedir. Haberi alan Bediüzzaman Reis-i Cumhura ve Başvekile hitaben mektup bir yazar.Bütün maksadının ve düşüncelerinin fihristesi olan bu mektup, onun nasıl bir tasavvura sahip olduğunu apaçık göstermektedir.Bediüzzaman mektubunda, Birleşik İslâm Cumhuriyetleri kurma projesini tebrik eder. Doğu Anadolu’da ve İslam dünyasında meydana gelen hâdiselere vurgu yapar. Tedbir alınmazsa Devleti çok büyük tehlikelerin beklediğini ve bunu önlemenin tek çaresinin İslâm kardeşliğine sarılmak olduğunu ifade eder. Belirtileri görülen Kürtçülük hareketlerine karşı alınması gereken tedbirleri hatırlatır:Kabir kapısında ve seksen küsur yaşında, bir kaç hastalıkla hasta bulunan ve ölüme kendini yakın gören bir biçare, garip, ihtiyar der ki: Size iki hakikati beyan ediyorum:Evvelâ: Sizlerin Pakistan ve Irak’la gayet muvaffakiyetkârane ittifakını bu millete kemâl-i samimiyetle, sürur ve ferah ile kazanmanızı bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Bu ittifakınızı, inşaallah dört yüz milyon İslâm’ın sulh-ı umumisine ve selâmet-i âmmenin teminine kat’i bir mukaddeme olarak ruhumda hissettim. Ve namaz tesbihatındaki kuvvetli bir ihtar ile bunu size yazmaya mecbur kaldım.Kaynak: Üçüncü Said Dönemi - Mustafa ORAL
Sâniyen: Irkçılık fikri, Emeviler zamanında büyük bir tehlike verdiği ve hürriyetin başında kulüpler suretinde büyük zararı görülmesi ve birinci harb-i umumide yine ırkçılığın istimaliyle mübarek kardeş Arapların mücahid Türklere karşı zararı görüldüğü gibi, şimdi de uhuvvet-i İslâmiyeye karşı istimal edilebilir ve istirahat-ı umumiye düşmanları gizli dinsizler yine o ırkçılıkla büyük zarar vermeye çalıştıklarına emareler görünüyor. Halbuki, menfi hareketle başkasının zararıyla beslenmek, ırkçılığın seciye-i fıtriyesi olduğu halde, evvela başta Türk Milleti dünyanın her tarafında Müslüman olduğundan onların ırkçılıkları İslâmiyetle mezc olmuş; kabil-i tefrik değil. Türk, Müslüman demektir.Hatta Müslüman olmayan kısmı Türklükten de çıkmışlar. Türk gibi Araplarda da Arapçılık ve Arap milliyeti İslâmiyetle mecz olmuş ve olmak lâzımdır. Irkçılık bütün bütün bir tehlike-i azimedir. Sizin bu defaki Irak ve Pakistan’la pek kıymettar ittifakınız inşaallah bu tehlikeli ırkçılığın zararını def edecek. Ve dört beş milyon ırkçıların yerine dört yüz milyon kardeş Müslümanları ve sekiz yüz milyon sulh ve müsalemet-i umumiyeye şiddetle muhtaç Hıristiyan ve sair dinler sahiplerinin dostluklarını bu vatan milletine kazandırmaya tam bir vesile olacağına ruhuma kanaat geldiğinden size beyan ediyorum.Sâlisen: Altmış beş sene evvel bir vali bana bir gazete okudu. Bir dinsiz müstemlekât nazırı, Kur’ân’ı elinde tutup konferans vermiş. Demiş ki: “Bu, İslâmların elinde kaldıkça biz onlara hakiki hâkim olamayız. Tahakkümümüz altında tutamayız. Ya Kur’ân’ı sukut ettirmeliyiz veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız.”İşte bu iki fikirle iki dehşetli ifsat komitesi bu biçare, fedakâr, masum, hamiyetkâr millete zarar vermeğe çalışmışlar. Ben de altmış beş sene evvel bu cereyana karşı Kur’ân’ıHakimden istimdat eyledim. Hakikate karşı kısa bir yol, bir de pek büyük bir Darü’l-fünun-ı İslâmiyye tasavvuru ile altmış beş senedir âhiretimizi kurtarmak ve onun bir faydası olarak hayat-ı dünyeviyyemizi de istibdâd-ı mutlaktan ve dalâletin felâketinden kurtarmaya ve akvam-ı İslâmiyenin mabeynindeki uhuvvetini inkişaf ettirmeğe iki vesileyi bulduk.Kaynak: Üçüncü Said Dönemi - Mustafa ORAL
İKİNCİ VESİLESİ: Altmış beş sene evvel Câmi’ülEzhere gitmek istiyordum. Alem-i İslâmın medresesidir diye ben de o mübarek medresede bir ders alayım niyet ettim. Fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahmet ile bir fikir ruhuma verdi ki: Câmi’ül-Ezher Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gibi, Asya, Afrika’dan ne kadar büyükse daha büyük bir Dar’ül-fünun, bir İslâm üniversitesi Asya’da lâzımdır. Ta ki: İslâm kavimlerini, meselâ: Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki ayrı ayrı milletleri menfi ırkçılık ifsad etmesin... Hakikî müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile “İnnemelmü’minûneİhvetün” Kurân’ın bir kanun-ı esasisinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-ı diniye birbirleriyle barışsın. Ve Avrupa medeniyeti İslâmiyet hakaikî ile tam müsalâha etsin ve Anadolu’daki ehl-i mekteb ve ehl-i medrese tam birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye vilâyet-i şarkiyenin merkezinde, hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan’ın ortasında, Medreset’üz-Zehra mânâsındaCami’ül-Ezheruslûbunda bir dar’ül-fünun, hem mekteb hem medrese olarak bir üniversite için tam elli beş senedir çalışmışım. En evvel bunun kıymetini (Allah rahmet etsin) Sultan Reşat takdir edip yalnız binasını yapmak için 20.000 altun lira verdiği gibi; sonra ben eski Harb-i Umumi’deki esaretimden döndüğüm vakit Ankara’da, mevcut iki yüz meb’usdan yüz altmış üç meb’usun imzası ile 150.000 lira o zaman paranın kıymetli vaktinde aynı o üniversite için vermeyi kabul ve imza ettiler. Mustafa Kemâl de içinde idi. Demek şimdiki para ile beş milyon liraya yakın bir tahsisat vermekle ta o zamanda böyle kıymettar bir üniversitenin te’sisine her şeyden ziyade ehemmiyet verdiler. Hattâ dinde çok lâkayt ve garplılaşmak ve an’anâttantecerrüd etmek taraftarı bulunan bir kısım meb’uslar dahi onu imza ettiler. Yalnız onlardan bir ikisi dediler ki: Biz şimdi ulam-u an’ane ve ulûm-ı diniyyeden ziyade garplılaşmağa ve medeniyete muhtacız. Ben de cevaben dedim:Kaynak: Üçüncü Said Dönemi - Mustafa ORAL
Siz farz-ı muhal olarak hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da, ekser Enbiya’nın Asya’da, şarkta zuhuru ve ekser hükemanın, feylesofların garpta gelmelerinin delâleti ile Asya’yı hakiki terakki ettirecek fen ve felsefenin tesiratından ziyade, hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak garplılaşmak namı ile an’ane-i İslâmiye’yi bıraksanız ve lâdini bir esas yapsanız dahi, dört be büyük milletlerin merkezinde olan vilâyât-ı şarkiyede millet, vatan selâmeti için dine, İslâmiyet’in hakaikine katiyyen taraftar olmak size lâzım ve elzemdir. Binler misâllerinden bir küçük misâl size söyliyeceğim:Ben Van’da iken hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: “Türkler İslâmiyete çok hizmet etmişler, sen onlara ne nazarla bakıyorsun?”Dedi: “Ben Müslüman bir Türkü fasık bir kardaşıma tercih ediyorum. Belki, babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar.”Bir zaman geçti, (Allah rahmet etsin) o talebem ben esarette iken İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksül-amel ile o da Kürtçülük damarı ile başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: “Ben şimdi gayet fasık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü, salih bir Türk’e tercih ediyorum.” Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki, Türkler bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.Kaynak: Üçüncü Said Dönemi - Mustafa ORAL
Ey suâl soran meb’uslar: Şarkta beş milyona yakın Kürt var. Yüz milyona yakın İranlı ve Hindliler var. Yetmiş milyon Arap var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardaş ve birbirine muhtaç olan bu kardaşlara bu talebenin Van’daki medreseden aldığı ders-i dîni mi daha lâzım? Veyahut o milletleri kaçıracak ve ırkdaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiyeyi tanımayan, sırf ulûm-i felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir? Sizden soruyorum.İşte bu cevabımdan sonra an’ane aleyhinde ve her cihetle garplılaşmak fikrini taşıyanlar kalktılar, imza attılar. İsimlerini söylemeyeceğim. Allah kusurlarını af etsin. Şimdi vefat etmişler.Râbian: Madem Reis-i Cumhur, gayet mühim mesail-i siyasiyye içinde Şark üniversitesini en ehemmiyetli bir mes’ele yapıp, hattâ harika bir tarzda altmış milyon liranın o üniversiteye sarfı için bir kanun çıkarmak derecesinde fevkalâde bir hizmet ile medresenin medar-ı iftiharı ve kendisine büyük bir şeref verdiren bu medrese-i İslâmiyeye eski hocalık hissiyatı ile başlaması, bütün şark hocalarını minnettar etmiş. Ve şimdi orta şarkta sulh-ı umumînin temel taşı ve birinci kal’a olan bu üniversiteyi yine mesâil-i azime-i siyasiye içinde‚ yeniden nazara alması, elbette bu vatana, bu devlete, bu millete, bu azim faydalı hizmeti netice verecek.Ulûm-i diniyye o üniversitede esas olacak. Çünkü: Hariçteki kuvvet, tahribat-ı manevîdir: İmansızlıktır. 0 manevî tahribata karşı atom bombası ancak manevî cihetinde maneviyattan kuvvet alıp o tahribatı durdurabilir.Madem elli beş sene bu mes’eleye bütün hayatını sarf etmiş ve bütün dekaikiyle ve neticeleri ile tetkik etmiş bir adamın bu mes’eledere’yini almak ve fikrini sormak lâzım gelirken Amerika’da, Avrupa’da ve bu mes’eleye dair istişareye kendinizi mecbur bildiğinizden, elbette benim de bu mes’elede söz söylemeğe hakkım var. Hamiyetkâr olan bütün bu millet namına sizden bekliyoruz.Hasta halimde konuştuğum sözlerimdeki tâbirattan kusura bakmayınız.Kaynak: Üçüncü Said Dönemi - Mustafa ORAL
Said NursiMedresetüzzehra’nın Vazifelerini Kısmen Deruhte Eden Doğu ÜniversiteleriBediüzzaman’ın 60 yıl önce yaptığı Doğuda Üniversite kurma teklifi onun istediği düzeyde karşılık bulamasa da, zamanla Doğu şehirlerinde açılan Üniversitelerle maksadın kısmen gerçekleştiği söylenebilir. Ülkemizin Batı şehirlerinden gelen öğrencilerin Doğu kültürünün farkına vararak Bölge halkıyla kaynaşması birlik ve beraberliğin tesisini ve ülkenin toprak bütünlüğünün korunması fikrini güçlendirmiştir. Öte yandan İslam dünyasından gelen öğrencilerle de İslam birliğinin muhafazasının ve güçlendirilmesinin yolu açılmıştır. Bediüzzaman’ın Tarihçe-i HayatıIsparta’da “Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatı” isimli otobiyografik çalışma, talebeleri tarafından kaleme alınır ve bizzat Üstad tarafından kontrol edildikten sonra, gerekli düzeltmeler yapılarak Risale-i Nur Külliyatına dâhil edilir.Bediüzzaman 3 Ocak 1960 günü Ankara’ya gelir. “Vasiyetnamem hükmündedir” dediği son dersinde Peygamberimizin (sallallahu aleyhi ve sellem), sahabelerin ve kendi hayatından örnekler vererek talebelerine istikametten ayrılmamalarını, müspet hareket etmelerini, iman hizmetine ihlâsla devam ederek asayişi muhafaza etmelerini tavsiye eder. Kaynak: Üçüncü Said Dönemi - Mustafa ORAL
Dünyada bir milyardan fazla müslüman var;yani takriben her beş kişiden biri müslüman ama dünyanın bir çok bölgesinde müslümanlar hep mazlum ve mağdur, esir veya mustazaf; fakir ve sömürülmekte,cahil ve geri kalmış derbeder ve düzensiz. Sebep ne? İslam dergisi Başmakaleleri Prof. Dr. Mahmud Es'ad Coşan sy.390.
Temel ve asıl sebep, Kur'an'ın ahkamından,dinin esaslarından, imanın ruhundan, irfanın nurundan uzaklaşmaları...Öbür üzücü görüntüler bunun sonucu, cezası... İslam Degisi Başmakaleleri Prof. Dr. Mahmud Es'ad Coşan sy.390.
n büyük günahlar nelerdir ? Büyük Günahlar ve Yedi Kebair Günahlar Nelerdir? sorusunun cevabı: Yedi kebair günah diye bilinen “yedi büyük günahı” İslam alimleri şu hadisi şerifi delil göstermek sureti ile açıklamaktadırlar: “Helak eden yedi kebairden (büyük günahtan) sakınınız. Şimdi öncelikle İslam Alimlerimizin görüşüne göre “Yedi Kebair Günahı” sonra ise “Büyük Günahları” sıralayalım.
Yedi Kebair Günahlar Nelerdir? 1. Allah ‘a (c.c) şirk koşmak. “Allah adına doğru olmayan sözler söylemek”. 2. Sihir, büyücülük, yalan yere muska yapmak. 3. Haksız yere bir insanı öldürmek. 4. Faiz yemek. 5. Kimsesiz yetime ait olan malı yemek. 6. İslam uğruna yapılan savaştan kaçmak. 7. Namuslu bir kadına zina yaptığına dair iftira atmak
Büyük Günahlar Nelerdir? Büyük Günahlar 6 tane başlık altında 72 iki tane olarak genellenmektedir. Şimdi bu başlıkları ve konuları sıralıyalım.
A. İmanla Alakalı Büyük Günahlar
1. Allah’a şirk koşmak. 2. Falcılar, kahinler, sihir bazlar gibi gaybden haber verdiklerini iddia eden kimselere ciddiye almak. 3. Tek yaratıcı olan Allah’tan başkasına yemin etmek. 4. İslam dinine iman ettikten sonra tekrar imanından vazgeçmek. 5. Kur’an-ı Kerim’i ezberledikten yani Hafız olduktan sonra unutmak ve okumayı öğrenip sonra unutmak. 6. Dünya muhabbetine aşırı düşerek dini vazifeleri yerine getirmemek. 7. Hazreti Peygamber’e gerçek dışı, yalan söz isnad etmek. 8. Hazreti Peygamber’in değerli sahabelerine kötü söz söylemek. 9. İslam dini açısından Mukaddes olan şeylere küfretmek veya alaya almak.
10. Namaz vaktini kaçıracak kadar cünüp olarak yani gusülsüz durmak. 11. Vakti girmeden bir vakit için ezan okumak veya namaz kılmak. 12. Bir vakit namazı kasıtlı olarak vaktinde kılmamak ve kazaya bırakmak. 13. Herhangi bir özür yokken Ramazan ayında oruç tutmamak. 14. Zekat vermemek.
15. Helala haram demek veya harama helal demek. 16. Erkek veya kadının, karşı cinsin şehvetini tahrik edecek bir biçimde giyinmesi. 17. Erkekleri ipekli gibi gösterişli giyinmesi. 18. Edep ve avret mahallini açmak veya bir kimseye göstermek veya bir kimsenin avret yerine bakmak. 19. Kadının erkek elbisesi, erkeklerin ise kadın elbisesi giymesi. 20. Yeterince yedikten yani, doyduktan sonra yemeğe devam etmek. 21. Şarap, alkol ve uyuşturucu çeşitleri gibi sarhoşluk veren şeyleri kullanmak. 22. Köpeğin yediğinden yemek. 23. Domuzun etini veya yağını yemek. 24. Ölmüş hayvan yani, leş eti yemek veya yedirmek. 25. Dövme yapmak veya yaptırmak. 26. Faiz almak ve vermek, yani tefecilik yapmak. 27. Hırsızlık yapmak. 28. Bir kimseye ait olan malını zorla gasb etmek.
29. Anaya babaya asi olmak, öf demek. 30. Sıla-i rahmi terk etmek yani, akraba ile bağlantıyı kesmek, ziyaret etmemek, ihtiyaçlarını gidermemek. 31. Bir kimseye haset etmek. 32. Verilen emanete sahip çıkmamak. 33. Müslüman veya kafir bir insana hıyanet etmek. 34. İslam’ın emirlerini alaya almak. 35. Küfür ve fuhuş içeren sözler ile konuşmak. 36. Söz taşımak, insanların arasını bozmak. 37. İnsanların gıybetini ve dedikodusunu yapmak. 38. Mümin kardeşinin kalbini kırmak. 39. Namuslu bir kadına dil uzatmak veya namussuzluk içeren sözler kullanmak. 40. Bir Kadının eşinin yatağından kaçması. 41. Avretler (:kadınlar) erinin ziyanına varmak/kocasından izinsiz ziyarete gitmek. 42. İki kız kardeş ile aynı anda nikah altında bulunmak. 43. Bir erkeğin karısının avret veya mahrem yerlerini annesinin avret veya mahrem yerlerine benzetmesi. 44. Bir kimsenin eşinin annesine sövmesi. 45. Dini gereklilikleri öğrenmek için gayret etmemek.
46. Cahillikten kurtulmaya çalışmamak. 47. Ölçüyü ve tartıda adaletli davranmamak. 48. Cehennem azabından korkmamak ve kurtuluşa ermiş olduğu sanmak. 49. Allah’ın (c.c) rahmetinden ümit kesmek. 50. Zina etmek, meşru olmayan şehevi zevkler peşinde koşmak; kendine zina ettirmek. 51. Eşcinselik (livata yapmak). 52. Loğusa ve adet halinde cinsel ilişkiye girmek. 53. Mecburiyet olmadan başka bir kimsenin avretine, karısına veya kızına şehvet ile bakmak. 54. Kibir sahibi olmak ve insanlara zulüm etmek. 55. Hakkı olmadığı halde yetimin malı yemek. 56. Ölüm döşeğindeyken varisten veya mirasçıdan mal ve mülk kaçırmak. 57. Yalan söylemek. 58. Yalan yere, gereksiz yere yemin etmek. 59. Yalancı şahitlik yapmak. 60. Canlı bir hayvanı ateşe atmak veya eziyet etmek. 61. Cimrilik etmek. 62. Yapılan bir iyiliği yüze vurmak. 63. Zorunlu olmadığı halde kahkaha ile gülmek. 64. Ahlaksız nameler veya şarkılar söylemek.
65. Küçükte olsa günah işlemekte ısrar etmek. 66. Harem olan Kabe’de günah işlemek.
H. Toplumla Alakalı Büyük Günahlar
67. Ülül emre yani devletin kanuna itaatsizlik etmek. 68. Haksız yere ve kasıtlı olarak bir insanı öldürmek. 69. İntihar etmek, kişinin kendi canına kıyması. 70. İslam uğruna yapılan savaşta düşmandan kaçmak. 71. Rüşvet almak veya rüşvet vermek. 72. Güç yettiği halda kötülükten nehiy etmemek ve iyiliği emretmemek.
Yüce Mevla’mız cümle ümmeti Muhammedi bu büyük günahlar ve yedi kebair günahlardan muhafaza eylesin.
Mümin, bir delikten iki defa sokulmaz.(Mümin, iki defa aynı yanılgıya düşmez) Buhârî, Edeb, 83; Müslim, Zühd, 63. 8 اِتَّقِ اللَّهَ حَـيْثُمَا كُنْتَ وَأتْبِـعِ السَّـيِّـئَةَ الْحَسَنَةَ تَمْحُهَا وَخَالِقِ النَّاسَ بِخُلُقٍ حَسَنٍ Nerede olursan ol Allah’a karşı gelmekten sakın; yaptığın kötülüğün arkasından bir iyilik yap ki bu onu yok etsin. İnsanlara karşı güzel ahlakın gereğine göre davran. Tirmizî, Birr, 55. 9 إنَّ اللَّهَ تَعَالى يُحِبُّ إذَا عَمِلَ أحَدُكُمْ عَمَلاً أنْ يُتْقِنَهُ
Allah, sizden birinizin yaptığı işi, ameli ve görevi sağlam ve iyi yapmasından hoşnut olur. Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat, 1/275; Beyhakî, fiu’abü’l-Îmân, 4/334. 10
Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat, 1/275; Beyhakî, fiu’abü’l-Îmân, 4/334. 10 اَلإِيمَانُ بِضْعٌ وَسَبْعُونَ شُعْبَةً أفْضَلُهَا قَوْلُ لاَ إِلهَ إِلاَّاللَّهُ وَأدْنَاهَا إِمَاطَةُ اْلأذَى عَنِ الطَّرِيقِ وَالْحَيَاءُ شُعْبَةٌ مِنَ اْلإِيـمَانِ İman, yetmiş küsur derecedir. En üstünü “Lâ ilâhe illallah (Allah’tan başka ilah yoktur)” sözüdür, en düşük derecesi de rahatsız edici bir şeyi yoldan kaldırmaktır. Haya da imandandır. Buhârî, Îmân, 3; Müslim, Îmân, 57, 58. 11 مَنْ رَأَى مِنْكُمْ مُنْكَرًا فَلْيُغَيِّرْهُ بِيَدِهِ فَإِنْ لَمْ يَسْتَطِـعْ فَبِلِسَانِهِ فَإِنْ لَمْ يَسْتَطِـعْ فَبِقَلْبِهِ وَذَلِكَ أضْعَفُ اْلإِيـمَانِ
Kim kötü ve çirkin bir iş görürse onu eliyle düzeltsin; eğer buna gücü yetmiyorsa diliyle düzeltsin; buna da gücü yetmezse, kalben karşı koysun. Bu da imanın en zayıf derecesidir. Müslim, Îmân, 78; Ebû Dâvûd, Salât, 2
yetmezse, kalben karşı koysun. Bu da imanın en zayıf derecesidir. Müslim, Îmân, 78; Ebû Dâvûd, Salât, 248. 12 عَيْنَانِ لاَ تَمَسُّهُمَا النَّارُ: عَيْنٌ بَـكَتْ مِنْ خَشْيَةِ اللَّهِ وَعَيْنٌ بَاتَتْ تَحْرُسُ فِي سَبِيلِ اللَّهِ İki göz vardır ki, cehennem ateşi onlara dokunmaz: Allah korkusundan ağlayan göz, bir de gecesini Allah yolunda, nöbet tutarak geçiren göz. Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 12. 13 لاَ ضَرَرَ وَلاَ ضِرَارَ
Zarar vermek ve zarara zararla karşılık vermek yoktur. İbn Mâce, Ahkâm, 17; Muvatta’, Akdıye, 31. 14 لاَ يُؤْمِنُ أحَدُكُمْ حَتَّى يُحِبَّ لأخِيهِ مَا يُحِبُّ لِنَفْسِهِ
Hiçbiriniz kendisi için istediğini (mü’min) kardeşi için istemedikçe (gerçek) iman etmiş olamaz.
Zarar vermek ve zarara zararla karşılık vermek yoktur. İbn Mâce, Ahkâm, 17; Muvatta’, Akdıye, 31. 14 لاَ يُؤْمِنُ أحَدُكُمْ حَتَّى يُحِبَّ لأخِيهِ مَا يُحِبُّ لِنَفْسِهِ
Hiçbiriniz kendisi için istediğini (mü’min) kardeşi için istemedikçe (gerçek) iman etmiş olamaz. Buhârî, Îmân, 7; Müslim, Îmân, 71. 15 اَلْمُسْلِمُ أخُو الْمُسْلِمِ لاَ يَظْلِمُهُ وَلاَ يُسْلِمُهُ مَنْ كَانَ فِي حَاجَةِ أخِيهِ كَانَ اللَّهُ فِي حَاجَتِهِ وَمَنْ فَرَّجَ عَنْ مُسْلِمٍ كُرْبَةً فَرَّجَ اللَّهُ عَنْهُ بِهَا كُرْبَةً مِنْ كُرَبِ يَوْمِ الْقِيَامَةِ وَمَنْ سَتَرَ مُسْلِمًا سَتَرَهُ اللَّهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ
Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu (düşmanına) teslim etmez. Kim, (mümin) kardeşinin bir ihtiyacını giderirse Allah da onun bir ihtiyacını giderir. Kim müslümanı bir sıkıntıdan kurtarırsa, bu sebeple Allah da onu kıyamet günü sıkıntılarının birinden kurtarır. Kim bir müslümanı(n kusurunu) örterse, Allah da Kıyamet günü onu(n kusurunu) örter. Buhârî, Mezâlim, 3;
Sizin en hayırlılarınız, hanımlarına karşı en iyi davrananlarınızdır. Tirmizî, Radâ’, 11; ‹bn Mâce, Nikâh, 50. 27 لَيْس مِنَّا مَنْ لَمْ يَرْحَمْ صَغِيرَنَا وَيُوَقِّرْ كَبِيرَنَا
Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir. Tirmizî, Birr, 15; Ebû Dâvûd, Edeb, 66. 28 كَافِلُ الْيَتِيمِ لَهُ أوْ لِغَيْرِهِ أنَا وَ هُوَ كَهَاتَيْنِ فيِ الْجَنَّةِ وَأشَارَ بِالسَّبَّابَةِ وَالْوُسْطَى Peygamberimiz işaret parmağı ve orta parmağıyla işaret ederek: “Gerek kendisine ve gerekse başkasına ait herhangi bir yetimi görüp gözetmeyi üzerine alan kimse ile ben, cennette işte böyle yanyanayız” buyurmuştur. Buhârî, Talâk, 25, Edeb, 24; Müslim, Zühd, 4
Cebrâil bana komşu hakkında o kadar çok tavsiyede bulundu ki; ben (Allah Teâlâ) komşuyu komşuya mirasçı kılacak zannettim. Buhârî, Edeb, 28; Müslim, Birr, 140, 141. 32 اَلسَّاعِي عَلَى الأرْمَلَةِ وَالْمِسْكِينِ كَالْمُجَاهِدِ فِي سَبِيلِ اللَّهِ أوِ الْقَائِمِ اللَّيْلَ الصَّائِمِ النَّهَارَ Dul ve fakirlere yardım eden kimse, Allah yolunda cihad eden veya gündüzleri (nafile) oruç tutup, gecelerini (nafile) ibadetle geçiren kimse gibidir. Buhârî, Nafakât, 1; Müslim, Zühd, 41; Tirmizî, Birr, 44; Nesâî, Zekât, 78. 33 كُلُّ ابْنِ آدَمَ خَطَّاءٌ وَخَيْرُ الْخَطَّائِينَ التَّوَّابُونَ
Her insan hata eder. Hata işleyenlerin en hayırlıları tevbe edenlerdir. Tirmizî, Kıyâme, 49;
34 عَجَبًا لأمْرِ الْمُؤْمِنِ إِنَّ أمْرَهُ كُلَّهُ خَيْرٌ وَلَيْس ذَاكَ لأحَدٍ إِلاَّ لِلْمُؤْمِنِ: إِنْ أصَابَتْهُ سَرَّاءُ شَـكَرَ فَـكَانَ خَيْرًا لَهُ وَإِنْ أصَابَتْهُ ضَرَّاءُ صَبَرَ فَـكَانَ خَيْرًا لَهُ Mü’minin başka hiç kimsede bulunmayan ilginç bir hali vardır; O’nun her işi hayırdır. Eğer bir genişliğe (nimete) kavuşursa şükreder ve bu onun için bir hayır olur. Eğer bir darlığa (musibete) uğrarsa sabreder ve bu da onun için bir hayır olur. Müslim, Zühd, 64; Dârim”, Rikâk, 61. 35 مَنْ غَشَّـنَا فَلَيْس مِنَّا
Bizi aldatan bizden değildir. Müslim, Îmân, 164. 36 لاَ يَدْخُلُ الْجَنَّةَ نَمَّامٌ
Söz taşıyanlar (cezalarını çekmeden ya da affedilmedikçe) cennete giremezler. Müslim, Îmân, 168; Tirmizî, Birr, 79. 37
İşçiye ücretini, (alnının) teri kurumadan veriniz. İbn Mâce, Ruhûn, 4. 38 مَا مِنْ مُسْلِمٍ يَغْرِسُ غَرْسًا أوْ يَزْرَعُ زَرْعًا فَيَـأكُلُ مِنْهُ طَيْرٌ أوْ إِنْسَانٌ أوْ بَهِيمَةٌ إِلاَّ كَانَ لَهُ بِهِ صَدَقَةٌ Bir müslümanın diktiği ağaçtan veya ektiği ekinden insan, hayvan ve kuşların yedikleri şeyler, o müslüman için birer sadakadır. Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Müsâkât, 7, 10. 39 إِنَّ فِي الْجَسَدِ مُضْغَةً إِذَا صَلَحَتْ صَلَحَ الْجَسَدُ كُلُّهُ وَإِذَا فَسَدَتْ فَسَدَ الْجَسَدُ كُلُّهُ ألاَ وَهِيَ الْقَلْبُ İnsanda bir organ vardır. Eğer o sağlıklı ise bütün vücut sağlıklı olur; eğer o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin! O, kalptir. Buhârî, Îmân, 39; Müslim, Müsâkât, 107. 40
Medine döneminde nâzil olmuştur. 200 âyettir. Sûre, 33-37. âyetlerde İmran ailesinden bahsedildiği için bu adı almıştır.[1]
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
1. Elif, Lâm, Mîm.
2. Allah ki kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. O, Hayy ve Kayyûm’dur[2] (daima diri ve yarattıklarını gözetip yönetendir. Her şey, onunla varlığını devam ettirir).
3-4. (Allah, bu) Kitab’ı sana, hak (ve hakikatin) ta kendisi ile (dolu ve) kendinden evvelkileri(n asıllarını) tasdik edici olarak indirdi. Bundan önce, insanları doğru yola götürmek için Tevrat’ı ve İncil’i[3] indirmişti ve nihayet Furkân’ı (hak ile batılı ayırt eden Kur’an’ı) da indirdi. Allah’ın âyetlerini inkâr eden/tanımayanlar var ya, onlar için kesinlikle şiddetli bir azap vardır. Allah mutlak galip ve amansız cezalandırıcı/(mazlumların) intikamını alıcıdır.
5. Şüphesiz gökte ve yerde hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.
6. Rahimlerde sizi nasıl isterse öyle şekillendiren O’dur. O’ndan başka ilâh yoktur. (O) mutlak galip, hüküm ve hikmet sahibidir.
7. Sana Kitab’ı (Kur’an’ı) indiren O’dur. Onun bir kısmı muhkem (açık ve kesin) âyetlerdir ki onlar Kitab’ın anası (temeli)dir, bir kısmı da müteşâbih âyetlerdir.[4] İşte kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve (kendi arzularına göre) yorum yapmak isteyerek, onun müteşâbih olanlarına uyarlar. Halbuki onun yorumunu ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar da: “Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır.” derler. (Bunu) akl-ı selîm sahiplerinden başkası düşünemez.
8. (Onlar derler ki:) “Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra, kalplerimizi (haktan) çevirme! Bize yüce katından bir rahmet bağışla. Şüphesiz sen bağışı en bol olansın.”
9. “Ey Rabbimiz! Muhakkak ki sen, insanları (geleceğinden asla) şüphe edilmeyen bir günde toplayacak olansın. Hiç şüphesiz, Allah sözünden dönmez.”
10. Şüphesiz ki (son din İslâm’a ve peygamberine dil uzatıp) küfre sapıp inkâr edenlerin, (güvenip övündükleri) malları da, evlatları da, Allah katında onlara asla bir fayda sağlamayacaktır. İşte onlar (cehennemde) ateşin yakıtıdırlar.
11. (Bunların durumu) Firavun ailesinin ve onlardan öncekilerin hali gibidir. Onlar âyetlerimizi yalanladılar;[5] Allah(’ın azabı) da günahları sebebiyle, onları yakaladı. Allah’ın cezası çok şiddetlidir.
12. (Resûlüm!) Küfre sapan/inkâr edenlere de ki: “Siz yakında mağlup olacaksınız ve toplanıp cehenneme sürüleceksiniz. Orası ne kötü bir döşektir!”
13. (Bedir’de savaş için birbiriyle) karşılaşan iki grupta, sizin için ibret vardır: (Onlardan) bir grup Allah yolunda savaşanlar, diğeri de inkârcılar (idi ki) bu (Allah yolunda savaşan müslüma)nlar bizzat gözleriyle kendilerini, onların iki misli görüyorlardı. Allah, dilediğini yardımıyla destekler. Şüphesiz bunda, (hakikat) gözü açık olanlar için bir ibret vardır.[6] [bk. 2/249-250; 8/44]
14. Kadınlardan, oğullardan, kantarlarca yığılıp biriktirilmiş altın ve gümüşten ve (otlağa) salınmış (özel besili) atlardan; (deve, sığır, koyun, keçi gibi) hayvanlardan ve ekinlerden yana nefsin istekleri, insanlara süslü (cazip) gösterildi. Bunlar (imtihan için verilen) dünya hayatının (geçici birer) nimetidir. Varılacak yerin en güzeli ise Allah’ın katındadır.[7]
15. (Ey Resûlüm!) De ki: “Size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi? Takvâya erenler (yani Allah’ın emrine uygun yaşayıp günahtan sakınanlar) için Rableri katında, içinde devamlı kalacakları, alt tarafından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve (hepsinin üstünde) Allah rızası vardır. Allah kullarını hakkıyla görmektedir.”
16-17. (O takvâ sahipleri:) “Ey Rabbimiz! Biz gerçekten iman ettik, artık bizim günahlarımızı bağışla ve bizi ateşin azabından koru.” deyip sabredenler, (imanlarında, söz, niyet ve işlerinde) doğruluk gösterenler, (Allah’a) itaat ederek boyun eğenler, infak eden (O’nun rızası için mallarını sarfeden)ler ve seher vakitlerinde (dua edip) mağfiret dileyenlerdir.
18. Allah kendisinden başka hiçbir ilâhın olmadığına şehadet etmiş (bildirmiş)tir. Melekler ve (adaletli)[8] ilim sahipleri de dosdoğru (bu gerçeğe iman ve ikrar ile şehadet ettiler). O’ndan başka ilâh yoktur. O, mutlak galip, hüküm ve hikmet sahibidir.
19. Şüphe yok ki Allah katında (hak) din İslâm’dır.[9] Ancak kitap verilen (yahudi ve hıristiyan)lar, kendilerine ilim geldikten sonra,[10] aralarındaki ihtiras yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın âyetlerine karşı küfre saparsa, bilsinler ki Allah, hesabı çok çabuk görendir.
20. (Ey Muhammed! Buna rağmen din işlerinde kimler) seninle tartışmaya girişirlerse de ki: “Ben, bana uyanlarla birlikte kendimi Allah’a teslim ettim.” (Kendilerine) kitap verilenlerle, ümmîlere (kitabı olmayanlara/müşriklere) de ki: “Siz de İslâm’ı kabul ettiniz mi?” Eğer hakka teslim olup İslâm’a girerlerse, muhakkak doğru yolu bulmuş olurlar. Yok eğer yüz çevirirlerse, artık senin üzerine düşen ancak duyurmaktır. Allah, kullarının her halini hakkıyla görendir.
21. Allah’ın âyetlerini tanımayanlar, haksızlık yaparak peygamberleri öldürenler ve adaleti emreden insanların canlarına kıyanlar var ya, sen onlara çok acıklı bir azabı haber ver.
22. İşte onlar, dünya ve âhirette amelleri boşa giden kimselerdir. Onların (azaplarına engel olacak) hiçbir yardımcıları yoktur.
23-24. (Resûlüm!) Baksana o kendilerine Kitab olarak (Tevrat’)tan bir pay verilmiş (yahudi)lerin haline! (Onlar,) aralarında hüküm vermek için, Allah’ın Kitabı’na çağrılıyorlar da, sonra onlardan bir grup, (o Kitab’a) sırt çeviriyor. Zaten onlar, (ilâhî hükümlerden) yüz çevirenlerdir. Bunun sebebi, onların: “Ateş bize, sayılı (birkaç) gün dışında asla dokunmayacak.” demeleridir. Halbuki (din adına) uydurdukları bu şeyler, dinleri hakkında kendilerini yanıltmıştı.
(Zina eden iki yahudi hakkında Peygamber Efendimiz’in hakemliğine başvuruldu. O da Tevrat’a göre taşlanmalarını emredince kıyameti kopardılar. “Tevrat’ta böyle bir emir yok” diyerek inkâra kalkıştılar. Peygamberimiz Tevrat’ı getirtip o hükmü okutunca dağılıp gittiler.) [Krş. 2/80]
25. Onları (gelmesinde) hiçbir şüphe bulunmayan bir gün (olan kıyamet)te bir araya topladığımız ve hiçbir haksızlığa uğratılmaksızın herkese (dünyada) kazandığının karşılığı tastamam ödendiği zaman, artık (Kur’an’dan/ilâhî buyruklardan yüz çevirenlerin halleri) nasıl olacak (bir düşünseler)?
26. (Resûlüm!) De ki: “Ey mülk ve hâkimiyet sahibi Allah’ım! Sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden mülkü çekip alırsın; dilediğini yükseltir, dilediğini de alçaltırsın; (her türlü) hayır yalnız senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye kâdirsin.”
27. “Gece (saatlerin)den gündüze katar (gündüzleri uzatır)sın. Gündüz (saatlerin)den de geceye katar, (geceleri uzatır)sın, ölüden diri çıkarır diriden de ölü çıkarırsın, dilediğini de hesapsız rızıklandırırsın.”
28. Mü’minler, mü’minleri bırakıp küfre sapanları/İslâm karşıtlarını velî, (hâkim, kumandan, hükümdar ve sırdaş) edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık Allah’tan ona (yardım olarak bekleyeceği) hiçbir şey yoktur. Ancak onlardan (gelebilecek bir tehlikeden) korkup da sakınmanız (için zoraki dostça davranmanız ve müslümanların aleyhine olmayacak hususlarda antlaşmalar yapmanız) hariçtir. Allah sizi, asıl kendisine karşı (gelmekten ve isyandan) sakındırır, dönüş ancak Allah’adır. [krş. 4/139-144; 58/22]
29. De ki: “İçinizdekini (küfre sapanlara/İslâm karşıtlarına karşı hissettiğiniz yakınlığı) gizleseniz de, açıklasanız da, Allah onu bilir. Göklerde ve yerde olanları da bilir. Allah her şeye kâdirdir.” [krş. 3/100]
30. O gün (kıyamet)te herkes, (dünyada) yaptığı her hayrı hazır bulacak, işlediği her türlü kötülüğü de… (Ama insan) işlediği (kötülük) ile kendi arasında uzak bir mesafe bulunmasını (onu görmemeyi) arzu edecek. Allah, sizi (azabını hak etmeyesiniz diye) kendisine (karşı gelmekten) sakındırıyor; Allah kullarına karşı çok şefkatlidir.
31. (Ey Resûlüm!) De ki: “Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayan ve merhamet edendir.”
(Âyet-i kerîmede Allah’ı tanımak ve bilmekten değil, O’nu sevmekten söz edilmektedir. Çünkü samimi sevgide, münâfıklık olmayıp yakın ilgi, alâka ve bağlılık vardır. Bundan dolayı bir şeye ne kadar ilgi ve alâka gösteriliyorsa, ona olan sevgi de o ölçüde demektir. Allah’ı sevmenin ölçüsü de O’nun emirlerini içtenlikle sevmek, yakın ilgiyle onları yerine getirmek, Resûlü’ne/onun sünnetine uymak ve onun prensiplerini örnek almaktır. İşte buna karşılık da yüce Allah, bizi seveceğini ve mağfiret edeceğini vaadetmektedir.) [bk. 3/164; 4/80; 7/158; 24/63; 33/21. Ayrıca Hz. Peygamber’in emrine aykırı davrananlar için bk. 4/14; 24/63; 33/36]
32. (Yine) de ki: “Allah’a ve Peygamber’e itaat edin.” Eğer yüz çevirirlerse (kâfir olurlar), şüphesiz ki Allah kâfirleri sevmez.
33-34. Allah Âdem’i, Nuh’u, İbrahim ailesini ve ‘İmran ailesini’[11] birbirinin soyu(ndan gelen bir nesil) olarak âlemler üzerine seçkin kıldı (soylarından peygamberler getirdi). Allah (her şeyi) işitendir, bilendir.
35. Hani İmran’ın karısı (Meryem’in annesi Hanne) demişti ki: “Rabbim! Karnımdakini (Beyt-i Makdis’e hizmet etmek üzere) hür bir kul olarak sana adadım, benden kabul buyur. Şüphesiz (niyazımı) hakkıyla işiten, (niyetimi) tamamıyla bilen ancak sensin, sen.”
(Hz. Meryem’in teyzesinin kocası Zekeriya (as.) idi. Meryem’in Beyt-i Makdis’te bakımını o üstlenmişti. Meryem’e, doğu tarafında özel bir oda tahsis etti ki bu oda Kur’an’da ‘mihrab’ olarak isimlendirilmiştir. Mihrab; harb ve çile odası (çilehâne) anlamını taşır.)
36. (Hanne) onu doğurunca, Allah onun ne doğurduğunu bildiği halde şöyle dedi: “Rabbim! Ben onu kız doğurdum; (Beyt-i Makdis’e hizmet bakımından) erkek, kız gibi değildir. Bununla beraber, ben ona Meryem adını koydum.[12] İşte ben, onu ve neslini taşlanıp kovulan şeytana karşı (koruyasın diye) sana sığınır (sana ısmarlar)ım.”
37. Bunun üzerine Rabbi de onu(n böyle adanmış olmasını) güzel bir şekilde kabul etti. Onu güzel bir nebat gibi yetiştirdi ve (eniştesi) Zekeriya’yı da ona bakmakla sorumlu kıldı. Zekeriya, ne zaman (mâbette Meryem’in bulunduğu) mihraba/odaya girdiyse, onun yanında bir yiyecek buldu. “Ey Meryem! Bu sana nereden (geliyor)?” dedi. O da: “Bu Allah katındandır.” dedi. Şüphe yok ki Allah, dilediği kimseye hesapsız rızık verendir.
38. Orada (yiyecekleri görünce) Zekeriya, Rabbine (şöyle) dua etti: “Yâ Rabbi! Bana kendi katından çok temiz bir nesil (çocuk) bahşet. Muhakkak ki sen duayı hakkıyla işitensin.”
39. Zekeriya, mihrab (denen mâbed odasın)da durup namaz kılarken, melekler ona şöyle seslendi: “Muhakkak ki Allah seni, kendisinden (olan) bir kelimeyi (İsa’yı)[13] tasdik eden; (kavmine) efendi, nefsine hâkim ve iyilerden bir peygamber olacak olan Yahya ile müjdeliyor.”[14]
40. (Zekeriya) dedi ki: “Yâ Rabbi! Bana ihtiyarlık gelip çattığı ve karım da kısır olduğu halde benim nasıl bir oğlum olur?” (Allah) buyurdu ki: “Öyle de olsa, Allah dilediğini yapar.”[15]
41. (Zekeriya:) “Yâ Rabbi! O halde bana (buna ait) bir alamet ver.” dedi. (Allah) buyurdu ki: “Senin alametin üç gün insanlara işaretten başka söz söylememendir. Bununla beraber Rabbini çok an ve akşam sabah (O’nu) tesbih et.”
42. Vaktiyle melekler (Meryem’e de): “Ey Meryem! Şüphesiz ki Allah seni seçti, seni (baştan beri) tertemiz kıldı ve seni âlemlerin kadınlarından seçkin kıldı.” demişti.
43. “Ey Meryem! Rabbine (ibadet için) dîvan dur, secde et, (O’nun huzurunda) rükû edenlerle beraber rükû et.” (demişti.)
44. (Ey Muhammed!) Bunlar (Hanne, Zekeriya, Yahya, Meryem kıssaları) sana vahyettiğimiz gaybın (görmediğin devrin) haberlerindendir. Meryem’e, (küçükken) onlardan hangisi kefil ol(up himayesine al)acak diye kalemlerini (veya kur’a oklarını) atarlarken sen onların yanlarında değildin. Bu hususta çekiştikleri zaman da sen onların yanlarında değildin.
45. O vakit melekler demişti ki: “Ey Meryem! Allah, kendisinden (gelen) bir kelime ile (şimdiden) sana müjde veriyor ki adı, Meryemoğlu İsa Mesih’tir; dünyada ve âhirette itibarlı ve (Allah’a) yakın olanlardandır.”
(Mesih Hz. İsa’nın bir lakabıdır. İbranice bir kelime olup aslı “Meşiah”tir. “Mübarek” anlamına gelmektedir.)
46. (Melekler, devam ederek dedi ki:) “O, hem beşikte iken hem yetişkinliğinde (peygamber olarak) insanlara hitap edip konuşacak. Üstelik de (o), iyilerdendir.”
47. (Meryem) dedi ki: “Yâ Rabbi! Bana bir beşer eli değmemiş (ilişmemiş) iken nasıl bir çocuğum olur?” (Allah şöyle) buyurdu: “Öyle de olsa Allah, dilediğini yaratır. O, bir işin olmasını dilediği zaman ancak, ‘ol’ der, o da oluverir.” [bk. 19/16-23]
48-49. (Melekler, İsa hakkındaki sözlerine devam ederek: “Allah) ona (İsa’ya) kitabı (okuma yazmayı), hikmeti, Tevrat ve İncil’i öğretecek.” O İsrâiloğulları’na (gönderilen) bir Resûl olarak şöyle diyecektir: “Hakikaten ben Rabbinizden size bir âyet (mucize) ile geldim ki, size çamurdan kuş şeklinde bir şey yaratır ona üflerim. (O da) Allah’ın izniyle, hemen (canlanıp) bir kuş oluverir. Anadan doğma körü ve alacalıyı iyileştiririm, hatta Allah’ın izniyle ölüleri diriltirim, evlerinizde yediklerinizi ve biriktirdiklerinizi size haber veririm. Eğer (Allah’a) iman edenlerdenseniz, elbette bunda sizin için (benim peygamberliğimi gösteren) kat‘î bir delil vardır.”
50. “(Yine ben) önümde olan Tevrat’(ın aslın)ı tasdik edici olarak ve size haram edilenlerden (iç yağı ve deve eti gibi) bazısını size (tekrar) helal kılmak için (gönderildim). Size, Rabbinizden (peygamberliğimi ispat eden) bir âyet (mucize) getirdim; artık Allah’tan korkun da bana itaat edin.”
51. “Şüphe yok ki Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse O’na kulluk edin. İşte doğru yol budur.”
52. İsa, onların inkârları(ndaki ısrarları)nı sezince: “Allah(’ın dîni) için yardımcılarım kimlerdir?” dedi. Havâriler: “Biziz Allah (dînin)in yardımcıları. Biz Allah’a iman ettik ve şahit ol ki biz, gerçek müslümanlarız.” dedi(ler).[16]
53. “Ey Rabbimiz! İndirdiğin (Kitab’)a inandık ve Resûl’ün de peşinden gittik; artık bizi şehadet edenlerle beraber yaz.” (dediler).
(Allah’ın Kitabı’na ve Resûlü’ne inanıp itibar edilmezse, getirilen şehadetin hükmü yoktur.)
54. (Yahudiler, Hz. İsa’yı öldürmek için) hile düşündüler. Allah da hilelerini kendi aleyhlerine çevirdi. Allah hile yapanların karşılığını en iyi verendir.[17]
55. O vakit Allah buyurmuştu ki: “Ey İsa! (Korkma) Şüphesiz ki seni ben (içlerinden) alıp kendi katıma yükselteceğim (seni vefat ettirecek benim),[18] inkâr edenlerden de seni (kurtarıp) arındıracağım ve sana (ancak Allah’ın kulu ve bir peygamberi olarak) uyanları kıyamet gününe kadar, (katımda) inkâr edenlerin üstünde tutacağım. Sonra dönüşünüz ancak banadır. (O vakit) ihtilaf ettiğiniz hususlarda aranızda ben hükmedeceğim.”
56. İnkâr edenlere gelince, onları dünya ve âhirette en şiddetli azap ile cezalandıracağım. Onların hiçbir yardımcıları da yoktur.
57. İman edip sâlih ameller işleyenlere gelince, (Allah) onlara mükâfatlarını tastamam verecektir. Allah zalimleri sevmez.
58. (Ey Muhammed!) İşte bu sana okuduğumuz (olay ve hükümler), âyetlerden ve hikmet dolu olan (Kur’an’)dandır.
59. Muhakkak ki Allah katında İsa’nın (babasız dünyaya gelişinin) durumu, Âdem’in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı. Sonra “ol” dedi, o da derhal oluverdi.
60. (Bu) gerçek, Rabbinden (gelmekte)dir. Artık şüphecilerden olma!
61. Artık sana (İsa’nın, Allah’ın kulu ve Resûlü olduğu hakkındaki) ilim geldikten sonra, seninle kim tartışırsa, de ki: “Gelin (biz ve siz) oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve (sizin) kendinizi çağıralım, sonra lanetleşelim; Allah’ın lanetini yalancılar üzerine dileyelim.”[19]
62. İşte (İsa hakkında) bu (anlattıklarımız), elbette en doğru haberlerdir. (Bilesiniz ki,) Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. Allah elbette mutlak galip, hüküm ve hikmet sahibidir.
63. Eğer yine (Allah’ın birliğine iman etmekten) yüz çevirirlerse, elbette Allah, o fesatçıları hakkıyla bilen (ve karşılığını veren)dir.
64. De ki: “Ey Ehl-i Kitab (olan yahudi ve hıristiyanlar)! Bizimle sizin aranızda eşitlik sağlayan (ortak) bir kelimeye gelin: Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım, Allah’ın dışında bazımız bazısını rab edin(ip müşrik ol)masın.” Eğer onlar, yine yüz çevirirlerse (onlara): “Şahit olun ki biz, gerçek müslümanlarız.” deyin.
(Bazılarını rab edinmek: Peygamberimiz’in buyurduğu gibi, Allah’ın emir ve yasakları varken, bunlara aykırı emirler veren kişinin emirlerini emir, yasaklarını yasak sayarak hükümlerini kabullenmek ve isteyerek/gönülden onlara itaat etmek, onları rab kabul etmektir.) [bk. 9/31; 3/83 ve açıklaması]
65. Ey Ehl-i Kitab! Niçin İbrahim hakkında (o yahudi veya hıristiyandır diye) tartışıyorsunuz? Halbuki Tevrat da İncil de ancak ondan sonra indirilmiştir. (Bu kadarına) akıl erdiremiyor musunuz?[20]
66. Haydi siz, hakkında (az) bir bilginiz olan şeyde tartıştınız (diyelim, peki) niçin hiçbir bilginiz olmayan hususta tartışıyorsunuz? Halbuki (her şeyi) Allah bilir, siz bilemezsiniz.
67. İbrahim, ne bir yahudi ne de bir hıristiyandı. Fakat o, “Allah’ı ‘bir’ tanıyan” dosdoğru bir müslümandı; (asla) müşriklerden değildi.[21]
68. Şüphesiz ki İbrahim’e insanların en yakını, (zamanında) ona uyanlarla, şu peygamber (Muhammed) ve ona iman edenlerdir. Allah mü’minlerin dostu ve yardımcısıdır.
69. Ehl-i Kitab’dan bir grup sizi inancınızdan saptırmak (ve kendi dinlerine çevirmek) istediler. Halbuki onlar ancak kendilerini saptırırlar da bunun farkına varamazlar.
70. Ey Ehl-i Kitab! Siz (gerçeği, Tevrat ve İncil’de, peygamberin vasıflarını) gördüğünüz halde niçin Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz?
71. Ey Ehl-i Kitab! Niçin hakkı (gerçeği) batıl ile ört(üp batılı hak diye gösteri)yor, bile bile hakkı gizliyorsunuz? [krş. 2/42]
72. Ehl-i Kitab’dan bir grup, (diğerlerine) şöyle dedi: “İman edenlere indirilen (Kur’ân-ı Kerîm’)e gündüzün başında (görünüşte) inanın, günün sonunda (bir bahane ile) inkâr edin. Olur ki (şüpheye düşerler de) onlar da dönerler.”
Hayber yahudilerinden 12 kişilik bilgin bir grup, âyet-i kerîmede geçtiği gibi, mü’minleri şaşırtmayı planlamışlardı. Cenâb-ı Hak da bu âyet-i kerîmede onların bu planını açığa çıkardı.)[22]
73. “Sizin dininize tâbi olanlardan başkasına da sakın inanmayın!” (derler).[23] (Resûlüm!) De ki: “Şüphesiz (bilin ki) doğru yol, Allah’ın yolu (İslâm)[24] dır.” (O, ileri gelen yahudiler, birbirlerine şöyle derler:) Size verilenin benzerinin (başka) herhangi bir kimseye verilmiş olduğuna, yahut onların (müslümanların) Rabbiniz yanında size karşı delil getire(rek üstün gele)ceklerine de inanmayın. De ki: “Lütuf Allah’ın elindedir, onu dilediğine verir. Allah ‘lütfu ve ihsanı bol olan’, (her şeyi) hakkıyla bilendir.”
74. (Allah,) rahmetini (peygamberliği, kitab ve mucizeyi) dilediğine tahsis eder. Allah büyük lütuf sahibidir.
75. Ehl-i Kitab’dan öylesi vardır ki ona bir kıntar (bin altın)[25] emanet etsen, onu sana (eksiksiz) öder. Onlardan öyle kimse de vardır ki ona bir dînar (altın para) emanet etsen, devamlı üzerinde dikilip durmadıkça (veya dâvâya kalkışmadıkça) onu ödemez. Bunun sebebi de onların: “Ümmîlere (Ehl-i Kitab’dan olmayanlara karşı ne yapsak mübahtır.) Bizim aleyhimize bir yol (bize bir sorumluluk) yoktur.” demeleridir. Onlar, bilip durdukları halde Allah’a karşı yalan söylemektedirler.
76. Hayır (gerçek onların söyledikleri gibi değil), kim ahdini yerine getirir ve “Allah’ın emrine uyup günahlardan sakınırsa” (bilsin ki) şüphesiz Allah, muttakî olan (yasaklarından kaçınan ve emrine uygun yaşayan)ları sever.
77. Doğrusu Allah’a verdikleri sözü ve yeminlerini az bir değer (olan dünyalık) karşılığında satanlar var ya, işte onlara âhirette hiçbir nasip yoktur. Allah, kıyamet günü onlarla konuşmayacak, onlara (merhametle) bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için çok acı verici bir azap vardır.
78. Onlardan (Ehl-i Kitab’dan) bir kısmı da, (değiştirdikleri kelimeleri) kitaptan olmadığı halde, okurken; kitaptan olduğunu sanasınız diye dillerini (ve ağızlarını) eğip bükerler. “Bu, Allah katındandır.” derler. Halbuki o, Allah katından değildir. Bile bile Allah namına yalan uydururlar.
79. Allah’ın kendisine Kitab, hüküm ve nübüvvet verdiği hiçbir kişinin kalkıp da insanlara: “Allah’ın dışında bana da kul olun.” demesi[26] yakışmaz; ancak o kimse, “öğretmekte ve okuyup okutmakta olduğunuz Kitab’ın gerektirdiği gibi Rabbe bağlı kullar[27] olun.” diyebilir.
80. (O) size, melekleri ve peygamberleri rabler edinmenizi de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra, hiç kâfirliği emreder mi?
81. Allah, peygamberlerlerine (ve ümmetlerine hitaben): “Andolsun ki size Kitab ve hikmet[28] verdim. Sonra size, yanınızda olan (kitaplar)ı tasdik eden bir Resûl geldiğinde, (hepiniz) ona mutlaka inanacaksınız ve ona yardım edeceksiniz.” diye sağlam bir söz alıp: “Siz de bunu kabul ettiniz ve bu ağır yükümü (ahdimi) üzerinize aldınız mı?” dediğinde, onlar da: “Kabul ettik.” dediler. (Allah:) “Öyleyse birbirinize şahit olun, ben de (bu sözünüze) şahit olanlardanım.” buyurdu.
82. Artık bundan sonra kim (verdiği sözden) yüz çevirirse, işte onlar fâsıkların (Allah’ın emrinden sapanların) ta kendileridir.
83. Onlar Allah’ın (son olarak seçtiği İslâm) dininden başkasını mı arıyorlar? Halbuki göklerde ve yerdekiler(in hepsi) ister istemez O’na teslim olmuşlardır ve ancak O’na döndürülüp götürüleceklerdir. [krş. 3/85]
(Kur’an/İslâm geldikten sonra önceki din/kitap ve İslâm dışı ve karşıtı olarak çıkan bütün ideolojilerin hiçbir geçerliliği kalmamıştır. Çünkü İslâm’dan önceki dinler/kitaplar, birer kavme gelmiştir. Bunlardan elde bulunan Tevrat ve İncil de, hem sonraki asırlarda hatırlarda kalanlardan yazılmış hem de tahrif edilmiştir. Yahudi ve hıristiyanlar, Allah’a oğul isnad ederek şirke/küfre düşmüşler (5/17-18, 72-73; 9/30), yahudiler millî ilâh, hıristiyanlar da üçlü ilâh kabul etmişlerdir. Bundan dolayı da İbrâhimî din özelliğini kaybetmişlerdir. Yüce Allah cihanşümûl olarak bütün insanlara tevhid esası üzerine son olarak İslâm dinini ve Kur’an’ı göndermiştir ki aslını aynen korumaktadır. Hıristiyanların, “Dinlerin kaynağı birdir; hangisi olsa Allah’a götürür.” şeklindeki diyalog çağrısında dinleri eşitmiş gibi göstererek, İslâm’ın özelliklerinden ve bilgisinden yoksun genç nesli hıristiyanlaştırmak veya hıristiyanca düşünmelerini sağlama çalışmaları vardır. Din bir tanedir, o da son din İslâm’dır. Ancak İslâm’ı tebliğ için hıristiyan, yahudi hatta ateistle, yani her insanla diyalog kurulur. Bu hususta yüce Allah, 2/120; 3/85, 100. âyetleriyle mü’minleri uyarmaktadır. İlave bilgi için bk. 64. âyet ve açıklaması.)
84. De ki: “Allah’a, bize indirilen (Kur’ân-ı Kerîm’)e, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve torunlarına indirilene; Musa’ya, İsa’ya ve peygamberlere Rableri tarafından verilenlere inandık. Onlardan hiçbirinin arasında (Peygamber olmaları bakımından) ayırım yapmayız (hepsi de haktır). Biz yalnız O’na teslim olanlarız.”
85. Kim artık (son hak din) İslâm’dan başka (İlâhî veya beşerî) bir din arar (onları önemser)se asla ondan kabul edilmeyecek ve o, âhirette de hüsrana (büyük zarara) uğrayanlardan olacaktır.
(Âyet-i kerîmedeki İslâm’dan maksat, en son gönderilen, 84. âyette geçtiği üzere, önceki ilâhî dinlerin esaslarını kabul eden, aynı zamanda dünya ve âhiret için gereken esasları bildiren, yani hem ibadetlerin, hem sosyal hayatın gereken prensiplerini gösteren sosyal ve evrensel ilâhî bir din ve ilâhî bir hukuk sistemidir. Mahiyeti bozulmuş veya insan ürünü değildir. Hıristiyanlar dinlerinin icra yerini kilise yaptıkları gibi, İslâm, yalnız câmide icra edilecek merasim dini de değildir. Buna rağmen bundan başka bir din aranması Allahu Teâlâ yanında geçersizdir. Ancak Allah’ın dinini beğenmeyenler kendilerine uygun gelen bir sınıf (grup ve millet) dini icat etmeye veya İslâm’ı kendilerine uydurmaya çalışırlar; müslüman ancak İslâm’a göre müslüman olur. Bundan dolayı müslümanlar başka bir din/sistem, ideoloji aramaya yönelmezler. Aksi halde Allah’ın onaylamadığı, reddettiği bir şeyi onaylamış ve onu beğenmiş olurlar. Ancak bütün dinlerin üstünde olan İslâm’ı tebliğ için veya dünya işlerine ait meselelerde diğer dinlere mensup insanlar arasında diyalog yani konuşma, anlaşma ve tebliğ olabilir.) [bk. 3/19; 6/114-117; 9/33; 40/14]
86. İman edip Resûl’ün hak olduğuna şahitlik ettikten ve kendilerine (kitaplarında) apaçık deliller geldikten sonra küfre sapan bir kavmi, Allah nasıl hidayete eriştirir (ve muvaffak kılar)?! Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.
87-88-89. İşte, böyle (kâfirliğe sapan) kimselerin cezası, muhakkak ki Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti(nin) onların üzerlerine (olması)dır. O (lanet cezası)nın içinde ebedî kalacaklardır. Onların ne azabı hafifletilir ne de onlar(ın yüzlerin)e bakılır. Ancak bu (Allah’ın dini İslâm’a ve hükümlerine değer vermemekte küfre sapma suçu)ndan sonra (gücü ve iktidarı varken bir daha asla yapmamak üzere dönüp) tevbe eden, hallerini düzeltenler hariçtir (onlar affedilirler). Çünkü Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir. [krş. 4/17-18]
90. İmanlarından sonra (gizli veya açık) kâfir olan, sonra (küfrü) daha da artıranlar var ya, (son nefeste) onların tevbeleri asla kabul edilmeyecektir. İşte onlar sapıkların ta kendileridir.
91. Şu muhakkak ki inkâr eden/küfre sapan ve kâfir olarak ölenler var ya, onların dünya dolusu altını olsa ve onu kurtuluş fidyesi olarak verseler bile hiçbirinden asla kabul edilmez. Onlar için çok acı bir azap vardır ve onların hiçbir yardımcıları da yoktur.
92. Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) sadaka vermedikçe asla ‘iyi’ye (hayra, takvâya, Allah’ın rızasına) erişemezsiniz. Her ne sarfederseniz, şüphesiz Allah onu hakkıyla bilen (ve onun mükâfatını veren)dir. [krş. 2/177]
(Hasan-ı Basrî (ks.) der ki: “Bir kimse sevdiği (yanındaki) tek bir hurmayı bile Allah rızası için sadaka olarak verse, bu âyetteki ‘birr/iyi’ye mazhar olur.”)
93. Tevrat indirilmeden önce, İsrâil’in (Yakub’un) kendisine haram saydığı şeylerin dışında, İsrâiloğulları’na bütün yiyecekler helaldi. (Onlara) de ki: “Eğer doğru söylüyorsanız, (asıl) Tevrat’ı getirin de onu güzelce okuyun (yoksa haram ve helal sizin dediğiniz gibi değildir).”
(Yahudilerin Peygamber Efendimiz’e, “Hem İbrahim dininden olduğunu söylüyorsun hem de deve eti yiyor, deve sütü içiyorsun, İbrahim bunları yapmazdı.” demeleri üzerine bu âyet indi.)
94. Artık kim bundan sonra da (haram ve helal hakkında) Allah adına yalan uydurursa, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.
95. (Ey Muhammed!) De ki: “Allah doğruyu söylemiştir (helal ve haramlar/emir ve nehiyler O’nun bildirdiği gibidir). Artık (onların değil şirkten uzak) ‘Allah’ı bir tanıyarak’ İbrahim’in dinine uyun; o, müşriklerden değildi.”
6.154 yorum:
«En Eski ‹Eski 3401 – 3600 / 6154 Yeni› En yeni»dur.» demektedir. Şeytanların sadece cinlerden olmayıp insanlardan da olabileceğin) Cenabı Allah, «Biz, (sana yaptığımız gibi) her peygambere de insan ve cin şeytanlarını böylece düşman yaptık...» (En'am: 112) aye-tlyle bize bildirmektedir.
Hz. Ömer (ra) birgün merkebe bindirilmiş. Bir müddet gittikten sonra, «Beni indiriniz. Beni şeytana bindirdiniz.» demiştir. [10]
Recim kelimesi, lügatta «taşlanılacak şey» anlamındadır. Kurtubî, «Aslında taş ile atmak anlamında olan recim kelimesi öldürmek, lanet etmek, kovmak ve sövmek manalarına da gelir. Bu manaların tümünün Kur'anda. «Dediler ki: Ey Nuh, sen (bu dediğinden) vazgeçmezsen muhakkak ki taşlanmışlardan olacaksın.» (Suara: 116) biçiminde ifade edildiği söylenmiştir.» [11] der.
Öyleyse şeytânirrâciym ifadesinin anlamı, Allah (cc)ın rahmetinden kovulmuş ve uzaklaştırılmış demektir. Eûzu'nun manası, şeytanın şerrinden Allah (cc)a sığınır ve O'nunla korunurum demektir. Beni yoldan çıkarmaya, saptırmaya ve zarar vermeye çalışan şeytanın şerrinden
Eûzu'nun manası, şeytanın şerrinden Allah (cc)a sığınır ve O'nunla korunurum demektir. Beni yoldan çıkarmaya, saptırmaya ve zarar vermeye çalışan şeytanın şerrinden Semi, Alim ve Hâlık olan Allah) cc) ile korunurum. Çünkü onun şer ve zararından insanı ancak alemlerin Rabbi olan Cenabı Hak korur.[12]
Besmele-i Şerifin Tefsiri
isim kelimesi, lügatta bir görüşe göre yükseklik, diğer bir görüşe göre de alamet ve belirti manalarına gelir. Kurtubî, isim kelimesiyle ilgili olarak, «Yükseklik ifade eden anlam daha sağlamdır.» [13] demektedir. İsmin çoğulu esma'dır. Nitekim Cenabı Allah (cc) Kur'an-ı Keriminde «Esmaül-Hüsno» (en güzel isimler) diye tabir etmiştir. Bismillah'taki bâ yerine göre uygun ve hazfolunan bir fiile yöneliktir.
Herhangi bir yazar, kalemi eline alırken «Bismillah» dedimi, onun kastı, «Allah'ın adının yardımı ile yazıyorum»; sofraya oturan kişi, yemeğe1 başlamadan önce «Bismillah» dedimi, onun kastı, «Allah'ın isminin yardımı ile yiyorum» demektir. Bunun gibi herhangi bir işin başlangıcında «Besmele» okunduğu zaman o işe uygun bir fiili de ifade etmiş olur.
Resulallah (sav) da «Her hayırlı İşe besmele ile başlanmazsa o işten hayır gelmez.» buyurmaktadır.
Kurtubî, besmele ile ilgili olarak şöyle demektedir: «Bismillah kelimesi çok kullanıldığı için «bi ismi» biçiminde okuma yerine «Bismillahi» şeklinde okunur Ancak «ikra bl ismi Rabbike» (Rabbinin ismi ile oku) ayeti az okunduğu için elif ile yazılmıştır.» [14]
Allah, varlığı vacip olan mukaddes Zat'ın has ismidir. Bu
Allah, varlığı vacip olan mukaddes Zat'ın has ismidir. Bu sebeple O'-ndan başkasına verilemez.
İbni Kesir, «İsm-i azam olduğu söylenen Allah kelimesi, Rabbin alemi, yani nişanıdır. Bütün sıfatlar ile vasıflanan Allah İsmi ile ilgili olarak Kur'anda «O, öyle. bir Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir Tanrı yoktur. (O), mülk ve melekutun yegane sahibidir. Noksanı mucip herseyden pak ve münezzehtir. Selam ve selametin ta kendisidir. Emn ü eman verendir...» (Haşr: 23) buyrulmaktadır. Burada geçen bütün isimler lafza-j celalin sıfatları gibidir. Allah ismi, kendisinden gayrısına konulmamıştır.» der.
Kurtubi de. «Allah ismi bütün noksan sıfatlardan münezzeh olan Zat-I kibriyanın en büyük ismidir. Hem Uluhiyete, hem de Rububiyete ait sıfatlan toplayan, varlığında tek olduğunu ifade eden en büyük isim Allah (cc) tır. Mabud yoktur, sadece noksan sıfatlardan münezzeh olan Mlah )cc) vardır.» [15] demektedir.
Allah kelimesi herhangi bir kökten türemeyip Cenabı Hakkın has ismidir. Ebu Hayyan'ın dediği gibi alimlerin çoğu bu görüştedir. Bazı alimler de Allah kelimesinin bir kökten türemiş isim olduğu görüşündedirler. [16]
Ibnl Cevzî'ye göre, «Alimler, Allah ismj olan lafızda ihtilaf etmiştir. Bazısı müştak, bazısı da müştak olmayan bir isimdir derler. Nahiv alimlerinden olan Halil'den bu konuda iki görüş nakledilmektedir. Bunlardan birinde müştak, diğerinde müştak olmadığı söylenir. Allah lafzının ibadet manasına olan «ilahen kökünden türetlldiği ifade edilir. Bazı cimlere göre de hayret anlamını taşıyan «velehe» kökünden türetilmiştir. Çünkü kulların kalbi Allah (cc)a meyleder ve O'nunla hayrete düşer.» [17]
Sahih olan şudur: Allah lafzı hiçbir kökten alınmamıştır. Allah (cc)ın mukaddes Zat'ına has bir isimdir. Hiçbir varlık bu isimle adlandırılmamıştır. Bundan dolayı Allah lafzının çoğulu yoktur. [18]
Rahim ve Rahman isimleri yüce Allah (cc)ın adlarından olup «Rahmet» kökünden türemişlerdir. Bazı alimlere göre de bu iki İsim, Cenabı Hakk'ın has adlarındandır ve herhangi bir kökten türememişlerdir.[19]
Besmelenin Manası:
Besmele, Bismillâhirrahmanırrâhîm'dir. «Ben Allah'ın ismini zikr ile herşeyden büyük ve yüce olan Cenabı Hakk'ın bütün işlerimde yardımını bekleyerek başlarım. Zira Cenabı Allah (cc) herşeye kadirdir.» anlamındadır.
İbn-i Cerir-i Taberî şöyle der. «Zikri yüce. isimleri mukaddes olan Allah (cc). muhakkak elçisi Muhammed (sav)e en güzel isimlerinin her İşin ve sözün başlangıcında okunmasını öğretmiştir. Bu öğretiş Cenabı Allah'ın bütün kulları için itibar edecekleri bir yol olmuştur. Besmele, bütün konuşmaların, mektupların, kitapların kısaca bütün işlerin başlangıcında söylenir. Hatta insan başlangıçta Bismillah dedimi, neye başladığını da ifade etmiş olur. Besmele çektiği zaman, eğer bu çekiş bir
etmiş olur. Besmele çektiği zaman, eğer bu çekiş bir sureye başlamadan olmuşsa kıraati, ayağa kalkmak için ise kıyamı, özetle ne iş yapacak, ne söyleyecek ise Besmelenin başlangıcında muradı meydana çıkar. [20]
I. DERS FATİHA SURESİ
Bismillâhirrcmmanirrâhim
1-3-Hamd olsun -Alemlerin Rabbi, Rahman, Rahim, Din Gününün (tek) sabibi ve mutasarrıfı- Allah'a.
4-Yalnız sana ibadet (kulluk) eder, yalnız senden yardım isteriz.
5-7-Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet gazaba uğrayanlarmkine, sapıklannkine değil.
Fatiha Suresinin Lafzi Tahlili
(Elhamdülillah): Hamd. tazim yönüyle güzel bir şekilde Allah (cc)ı methetmektir.
Kurtubi, «Arap dilinde hamdin anlamı, mükemmel bir surette methetmektir. Hamd kelimesinin başına «el» eki takılması hamd çeşitlerinin hepsini ihtiva etmesi İçindir. Bütün çeşitleri ile mutlak methin tümüne layık olan yalnız Cenabı Hakk'ttr. Yermenin aksi olan hamd, şükür kelimesinden daha şümullüdür.
Şükür, bir nimet karşılığında yapıldığı halde Hamd, ister nimet olsun ister olmasın yapılır. Mesela, yiğitliğini ve ilmini methettim denilir. Şükür ise ancak bir ihsanın (iyiliklerin) karşılığında yapılır.
Hamd, dille yapılır. Şükür ise kalb. dil ve azalarla yapılır. Şairin dediği gibi, «Tarafınızdan bana verilen nimetlerin karşılığını üç şeyle ifade ederim, elim, dilim ve perde arkasındaki kalbimle.»
Taberî, hamd ile şükrün aynı anlamı İfade ettiklerini söyler. Zira hamd, bir kimseden bir iyilik görülmeden de, onun vasıfları sebebiyle yapılır. Şükürde iyilik yapan, yaptığı iyilikten dolayı sena edilir» [21] der. Kur-tubi'nin bu sözleri de hamd'in şükür'den daha kapsamlı olduğunu göstermektedir.
(Rabbi'l-alemîn): Rab, lügatta terbiye manasında
dır. Terbiye ise herhangi birşeyi eğitmedir. Herevî'ye göre birşeyi ıslah (düzeltme) edene veya tamamlayana onu terbiye etmiş derler. Bunun için devamlı kitaplarla uğraşanlara «Rabbâniyyun» denir. [22]
Rab kelimesi, terbiye kökünden türetilmiştir. Allah (cc) İnsanları eğitir ve yönetir. Rab. malik, muslih (düzeltici), efendi ve itaat olunan gibi birçok manalara gelir. Mesela, «şu develerin rabbi» denildiğinde «develerin sahibi» anlaşılır.
Rab kelimesi Allah (cc)ın dışında izafesiz kullanılmaz. Bir hadis-i şerifte kölelere hitaben Resulallah (sav), «Sizden biriniz bir diğerine «Rab-blne sofra hazırla, abdest aldır» veya biriniz efendisine «Benim rabblm» demeyip,
«efendim» desin.» [23] buyurmuştur.
Rab, mabud (tapılan) manasına da kullanılmaktadır. Şair şöyle der: «Tilkilerin üstüne pislediği rab mıdır? Andolsun tilkilerin üstüne pislediği zelil olmuştur.» [24]
Rab. aynı zamanda efendi, itaat olunan manalarına da kullanılır. Nitekim Allah (cc), «Ey zindan arkadaşlarım (rüyalarınıza gelince:) Birini» efendisine (rabblne) şarap içlrecek...» (Yusuf: 41) buyurmaktadır.
Rab. yine düzeltici. ıslah edici mandarına da gelir. Şair şöyle der: «Terbiye eden (muslih) o kişi ki, hayırlı iş öğretir. Ona bilinen ve İstenilen birşey sorulduğunda cevap verir ve noksanları tamamlar.» [25]
(El-Alemîn): Alemin, bir cins isim olan alem kelimesinin çoğuludur. Aslında alem kelimesi de çokluk ifade eder ve aynı kökten gelme bir tekil biçimi yoktur. Rehd ve enam kelimeleri gibi.
Ebussuud Efendi bu kelimeyle ilgili olarak «Âlem, hatem ve galip kelimeleri gibi, onunla bilinen şeyin ismidir. Yüce Yaratıcımızı tanıtan, gösteren varlıklardan her birisine alem denir.» der.
İbni Cevzi ise. «Alem kelimesi, Arap diline vakıf olanlara göre Allah (cc)ın yarattığı ilk varlıktan son varlığa kadar bütün mevcudata verilen İsimdir. Mütefekkirlere göre yerde, gökte ve kainatta bulunan varlıkların hepsine alem denir.
Alem kelimesinin kökü hakkında iki görüş vardır. Birincisi lügatcıların (dil bilginlerinin) görüşüdür. Buna göre alem kelimesi «ilim» kelimesinden türemiştir, ikincisi de mütefekkirlerin görüşüdür. Bu görüşe göre 'K alem kelimesinin kökü, «alamet» kelimesidir.» diyor. [26]
Kainattaki her varlık ayrı ayrı yönetici, yaratıcı ve Hakim olan Allah (cc)'ı gösterir. Ona işaret eder. Bu hakikati şair şöyle dile getirir: «Ben! hayrete düşüren şudur, günahkar kişi Allah'a nasıl isyan eder?/lnkareı, Allah'ın varlığını nasıl inkar eder?/Çünkü her hareket, her duruş ebedly-yen O'nun varlığına şahidlik eder/Herşeyde Allah'ın birliğine
ibni Abbas'a göre «alemîn»den kasıt insanlar, cinler ve meleklerdir. [27]
Ferra ve Ebu Ubeyde'ye göre ise insanlar, cinler, melekler ve şeytanlardan meydana gelen akıl sahibi dört sınıfa «alem» denir. Zira bu kelimenin «alemin» biçimindeki çoğul şekli Arap dilinde özellikle akıl sahipleri İçin kullanılır. Nitekim şair A'şa'mn «Ben onların benzerini aleminde duymadım.» [28] mısrası da bunu gösterir.
Alimlerin bir kısmı ise insanlar, cinler, melekler, hayvanlar, bitkiler ve cansız varlıklar gibi mahlukatın her sınıfının birer alem olduğu görüşündedir. Fatiha suresinde «Rabbi'l-alemîn» ifadesinin kullanılması bütün bu sınıfları ihtiva ettiği içindir.
(Er-Rahman er-Rahim): Rahmet kökünden türeyen Rahman ve Rahim kelimeleri Allah (cc)ın isimlerindendir. Rahman, nimetlerin en büyüğünü. Rahim ise en dakik (ince, hassas) olanını veren demektir. [29]
Mübalağa ifade eden «Fa'lan» kalıbından olan Rahman ismi. rahmette eşi. benzeri olmayan manasındadır. El-Hitabî'ye göre Rahman, tüm mümin ve kafirleri İhata eden, onlara hayat ve rızık veren Zat'a, Allah'a denir.
Rahim sıfatı İse yalnız müminlere hastır. Nitekim bunu «O, müminleri çok esirgeyicidir (rahim).» ayetinden anlamak mümkündür.
Rahman ismi yalnız cenabı Hakk'a mahsustur ve O'ndan başkasına verilemez.
Rahim İsminin başka varlıklara da verilebileceğini Cenabı Hakk'ın Resulallah'ın vasıflarından bahseden «...Müminleri cidden esirgeyicidir, bağışlayıcıdır o.» (Tevbe: 128) emri göstermektedir.
Kurtubî, Rahman ismiyle alakalı olarak şöyle demektedir: «Alimlerin çoğuna göre Allah (cc)ın dışında herhangi bir kimseye Rahman ismi verilmesi doğru değildir. Çünkü Rahman sıfatı yalnız O'na has bir İsimdir.»
Rahman sıfatı yalnız O'na has bir İsimdir.»
«De ki: «Gerek Allah diye (ad verip) çağırın, gerek Rahman diye (ha-blblm) (ad verip) çağırın...» (isra: 110) buyuran cenabı Hakk, kendine has olan ve hiçbir ortak kabul etmeyen Allah ismine eş olarak Rahman adıyla da çağrılmasını İsterken, «Senden evvel gönderdiğimiz peygamberlerimize sor: Biz Rahman'dan başka tapılacak tanrılar yapmış mıyız?» (isra: 110) emriyle de Rahman'ın ibadete layık olduğunu haber vermektedir. Bu da göstermektedir ki. Rahman adı yalnız Allah'a has bir isim olabilir.
insanlardan yalnız Müseylemetü'l-Kezzab (yalancı peygamber) -Allah'ın laneti ona olsun- kendisine «Rahmanü'l-Yemame» (Yemame şehrinin Rahmanı) ismini vermiştir. Bu zata Rahman adını kullanıncaya kadar Kezzab denilmiyordu. «Rahmanü'l-Yemame» adını kullanmaya başladıktan sonra cenabı Hakk, Kezzab ismini öyle yaygınlaştırdı ki, bu isim Müseyll-me'yi tanıtan bir sembol oldu. [30]
(Yevmi'd-Din): Yevmi'd-Din, din günü, ceza günü ve hesap günü anlamlarına gelir. Cenabı Hakk, din gününde bir mülk sahibinin kendi malında yapmış olduğu tasarruf gibi tasarrufta bulunur.
Lügatta ceza manasında kullanılan din kelimesini Resulallah (sav) bir hadls-i,Şeriflerinde şöyle kullanmaktadır: «istediğini yap. Yaptığın gibi cezalandırılırsın.»
Llsanü'l-Arap'ta, «Din, ceza ve mükafat manasınadır. Din günü. ceza günü demektir. Nitekim Kur'anda, «...Hakikaten biz mi cezalanmış ola ooğız?» (Saffet: 53) denilmektedir..Deyyan kelimesi din kökünden gelir ve Allah (cc)ın bir sıfatıdır.» [31] denmektedir.
Şair Lebid de şöyle der: «Sen ektiğini birgün biçersin. Elbette ki genç kişi ceza verdiği gibi birgün de cezalanacaktır.» [32]
(iyyâke nağbüdü): Yalnız sana ibadet (kulluk) ederiz.
Kulluğun manası kişinin kendisini Allah (cc)ın huzurunda
Kulluğun manası kişinin kendisini Allah (cc)ın huzurunda küçültmesi, al-çaltmasıdır. Zemahşerî şöyle der: «ibadet, tevazu ve zilletin en sonudur. Mesela Araplar, sağlam bir kumaşa «Sevbün zü abedetin» (Çok sağlam kumaş) derler. Bundan dolayı Allah (cc) için yapılan tüm hareketlere ibadet denir» [33]
lyyake nağbüdü'nün manası özetle, «Ancak sana eğiliriz. Zira sen her türlü tazime layıksın. Senden başka hiçbir şeye ibadet etmeyiz.» demektir.
(ve lyyâke nesteıyn): (Yalnız senden yardım isteriz.) istiâne, yardım istemek demektir. İbni Abbas'tan (ra) rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamber efendimiz (sav) şöyle buyurmaktadır: «Dilediğin herşeyi Allah (cc)tan dile. Eğer yardım istersen yine sadece Allah (cc) tan iste.»
Bu cümlenin toplu anlamı şudur. Ya Rabbi, itaatta, kullukta ve bütün işlerimizde yalnız senden yardım isteriz. Bize yardım etmeye senden gayrı kimsenin gücü yetmez. Kafirler senden başkasından yardım isterlerken biz. yalnız senden yardım isteriz.
(İhdinâ): (Bizi ilet) İhdina. bir dua fiilidir ve buradaki anldmı. «Sana yaklaştıracak hidayet yolunu bize gösterndir. Hidayet, lügatta delâlet (kılavuzluk) manasına gelir. Nitekim Allah (cc): «Semud'a gelince: Biz onlara doğru yolu gösterdik. Ama onlar körlüğü hidayete tercih ettiler...» (Fussllet: 17) buyurmaktadır.
Hidâyet, irşad ve imanın kalbte yerleşmesi anlamlarına da gelir. Bunu. «Hakikat sen (Hablblm, her) sevdiğin kişiyi hidayete erdiremezsin. Fakat Allah'dır ki, kimt dilerse ona hidayet verir ve O, hidayete erecekleri daha iyi bilendim. (Kasas- 56) ayetinde görmek mümkündür. Resulullah (sav)ın «Hadi denildiği zaman Allah (cc) yoluna kılavuzluk yapan demektir.» şerefli sözünü Cenabı Hokk'ın. «...Şüphesiz ki sen herhalde doğru bir yolun rehberliğini yapıyorsun.» (Şura: 52) buyruğu doğrulamaktadır. Demek ki. Resulullah (sav) imanı insan kalbine bizzat koymaz, sadece konmasına kılavuzluk eder.
(Sırat el-mustakîm): (Doğru yola) Sırat kelimesi, yol manasındadır. Cevheri de bu görüştedir. Şair de kelimeyi şöyle kullanmıştır: «Ben onları acık bir yola (sırat) şevkettim.»
Kurtubî'ye göre. Arap dilinde sırat, yol manasındadır. Tufeyl oğlu A-mir de şiirinde sıratı yol karşılığında kullanmıştır: «Biz. onların topraklarını atlılarla doldurduk, öyle ki, topraklarını, yoldan (daha beter çiğneyip) zelil ederek terkettik.»
Araplar, sırat kelimesini doğrulukla vasıflanan her söz ve işte kullanmışlardır. Kelime Fatiha suresinde ise. «İslâm dini» karşılığında kullanılmıştır.
Müstakim, eğriliği büğrülüğü olmayan şeye denir. Bu anlamı Cenabı Hak. «Şüphesiz ki, (emrettiğim) bu (yol) benim dosdoğru yoiumdur. O hcri-d* ona uyun...» (En'am: *153) emri ile doğrulamaktadır. Buna göre «Doğru yola» ifadesinin manası. «Ya Rabbî. bizi iman üzere sabit kıl. güzel İşlere muvaffak eyle ve İslâm yoluna -cennete kavuşturan yola- gidenlerden kıl» demektir.
(Enamte aleyhim): (Kendilerine nimet verdiklerinin) Nimet, geçimin iyi olması, yani insanın dilediğini istediği zaman ve yarde temin edebilmesi demektir.
Müfessirlerin çoğu, İbni Abbos (ra)ın «Nimet verilenler» ifadesinden anlaşılan peygamberler, sıddıklar, şehidler ve salih kişilerdir.» görüşüne Allah (cc)ın, «Kim Allah (cc)a ve Peygambere itaat ederse işte onlar, Allah (cc)ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, sehld-torla, sallhlerle beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştır.» (Nisa: 69) emrine dayanarak uymuşlardır.
(El mağdûbl aleyhim): (Gazaba uğrayanlarınklne)
Gazaba uğrayanlardan murod Yahudllerdir. Cenabı Hak, bunu Kur'anda bize haber vermektedir: «Hani siz, «Ey Musa, bir çeşit yemeğe (kudret Imlvasıyla bıldırcın etine) mümkün değil dayanamayız. O halde bizim İçin flabblne dua et de yerin bitirdiği şeylerden sebze, acur, sarımsak, merci m«k ve soğan çıkarsın.» demiştiniz. (Musa da) «O hayırlı olanı «u daha atağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? (Öyle ise) bir şehre inin. Çünkü (orada) size istediğiniz (sebzeler) var.» demişti. Onların üzerine horluk v« yoksulluk vuruldu. Allah (cc)don bir gazaba da uğradılar...» (Bakara 61)
«...Allah (cc)ın lanet ve aleyhinde gozab ettiği, içlerinden maymunlar, domuzlar yaptığı kimselerle şeytana tapanlardır ki, işte bunların mevkii daha kötü ve dosdoğru yoldan daha sapıktır.» (Maide: 60)
(Ed-dâllîn): (Sapıklarınkine) Dalâl kelimesi Arap dilinde hak yoldan ve doğru bir istikametten ayrılma, yolunu kaybetme anlamını ifade eder.
Nitekim bu. Kur'anda şöyle ifade edilmiştir: «Dediler ki: «BU yerde (çürüyüp) kaybolduğumuz vakit mi, hakikaten biz mi yeni bir yaratılışta (bulunacağız?)» Evet, onlar Rablerlne kavuşmayı inkar edenlerdir.» (Secde: 10)
Şair de, «Kayıp olan kavmin nereye gittiğini sormuyor musun? Beldeler sana haber versin.» mısralarında dalâl kelimesini kayıp anlamında kullanmıştır.
Dâllin'den kasıt Hıristiyanlardır. Nitekim Cenabı Hak: «De ki: «Ey kitab ehli, dininizde bokuz yere haddi aşmayın. Bundan evvel hakikaten hem kendileri sapmış, hem
Dâllin'den kasıt Hıristiyanlardır. Nitekim Cenabı Hak: «De ki: «Ey kitab ehli, dininizde bokuz yere haddi aşmayın. Bundan evvel hakikaten hem kendileri sapmış, hem birçoğunu saptırmış ve (halada) doğru yoldan ayrılıp sapageimiş bir kavmin neva (v« heve)slne uymayın.» (Maide: 77) emri İle bunu bize bildirmektedir.
İmam Fahreddin er-Razi, konuyla ilgili görüşünü şöyle ifade eder: «Müfesslrlerin bazısı, «gazaba uğrayanlardan maksadın görünür amellerinde hata yapan her şahıs, «sapıklardan muradın da, itikadında hata yapan herkes olduğu görüşünü tercih etmektedirler. Çünkü «gazaba uğrayanlar» ile «sapıklar» kelimeleri genel bir mana taşımaktadır. «Gazaba uğrayanlar»ı Yahudilere, «sapıklar»! da Hıristiyanlara tahsis etmek esasa aykırıdır. Çünkü, Sanl olan Allah (cc)ı inkar etmek, O'na bazı şahıs ve güçleri ortak etmek din olarak Hıristiyanlıktan ve Yahudilikten daha çirkin, dolayısıyla onlardan korunmak daha evladır.»
Alûsî. Fahreddin er-Razi'nin bu görüşünü reddederek şöyle diyor: «Gazaba uğrayanlar ile sapıklar sözlerinden açık olarak Yahudi ve Hıristiyanların kastedildiği sahih hadisle rivayet edilmiştir. Bu rivayet varken, buna aykırı bir görüşe dönülemez.» [34]
Kurtubî ise şöyle demektedir: «Müfesslrlerin bir çoğuna göre «gazaba uğrayanlar» ile Yahudilere, «sapıklar» ile de Hıristiyanlara işaret edildiği. Hatem oğlu Adiyy'ln müslüman oluşu olayındaki hadiste tefsir edilmiştir.» [35]
Ebu Hayvanın bu hadisle ilgili görüşü şöyledir: «Eğer hadisi şerifin Hz. Peygamber (sav)den nakli sahih ise, ona dönmek, (onunla amel etmek) farz olur.»
Bana göre. Fahreddin er-Razi'nin görüşü, hadisi red onlamı taşımaz. Tersine, onun hükmünü genelleştirerek. Yahudilik. Hıristiyanlık ve diğer tüm islam dışı inançları içine alan bir ifade ite bütün kafir ve münafıkları ayetin şümulüne almıştır.
Fahreddin er-Razi'nin görüşünü ifade eden metni aynen aktarıyorum: «Ota ki, «gazaba uğrayanlardan rnurad kafirler, «sapıklardan maksat münafıklardır. Zira Cenabı Allah, Bakara suresinin başlarında müminleri methettikten sonra sırasıyla kafirleri ve münafıkları zikretmiştir. Burada, müminler için «nimet verilenler», kafirler İçin «gazaba uğrayanlar, münafıklar için ise «sapıklar ifadeleri kullanılmıştır...» [36]
(Amîn): Dua ifade eden bir kelimedir. Kur'andan olmadığı konusunda icmaa varılmıştır. Kur'anda yazılmayışı da bunu göstermektedir. Manası. «Ya Rabbt. duamızı kabul et» demektir.
Alûsî. âmin kelimesi ile ilgili olarak şöyle demektedir: «Fatihayı bitirdikten sonra «amin» demek sünnettir. Zira Ebu Meysiret şu hadisi nakletmektedir: «Cebrail. Resulü Ekrem (sav)e Fatiha suresini okuttu. «Velad-dâün» dedikten sonra Cebrail ona «amin» de buyurdu. Resulullah (sav) da ona uyarak «amin» dedi.» [37]
İbnü'l-Enbari'nin görüşü de şöyledir. «Amin, dua olup Kur'andan değildir. Zahirde isim, ifadede fiil olan kelimelerdendir. «Ya Rabbî. sen kabul et» anlamındadır. Amin kelimesi iki kalıpta ifade edilebilir. Birisi Fail vezninde, diğeri de Fail vezninde. Şair şöyle diyor: «Ya Rabbî! Sevgilimin sevgisini ebediyyen içimden çıkarma. Bu duama amin diyen kuluna Allah rahmet etsin.» [38]
Fatiha Suresinin İcmali Manası
isimleri mübarek olan Cenabı Allah, bize, nasıl hamd edeceğimizi şöyle öğretiyor: «Ey kullarım, bana şükredeceğiniz zaman «Alemlerin Rabbı olan Allah'a hamd olsun» deyiniz ve size vermiş olduğum nimet ve ihsanlarım karşılığında bana şükrediniz. Azamet, şeref ve ululuk sahibi benim. Yaratıcılık ve icad edicilik yalnız bana aittir, insanların, cinlerin, meleklerin, göklerde ve yerde olanların yaratıcısı benim. Rahmeti herşeyi, fazlı bütün halkı kuşatan, esirgeyen ve bağışlayan benim.
Sena ve şükür, kulları için yaratma, rızık verme, sağlam bir bünyeye kavuşturma, İnsanları dünya ve ahiret mutluluğuna iletme gibi nimetleri olan alemlerin Rabbi Allah (cc)tan başkasına mahsus değildir. O'nun büyüklüğüne hiçbir büyüğün ululuğu yetişemez. Kainata koymuş olduğu düzenle tüm bitkilerin, hayvanların ve insanların herşeylerinl tanzim eden O'dur.
Mesela, güneş olmasaydı hayat ve ölüm olmazdı. İnsanın hayatını devam ettirmeye vasıta olan gıdanın, bitkilere canlılık veren suyun ve hayvanların yaşamalarını sağlayan bitkilerin yaratıcısı O'dur.
Mesela, güneş olmasaydı hayat ve ölüm olmazdı. İnsanın hayatını devam ettirmeye vasıta olan gıdanın, bitkilere canlılık veren suyun ve hayvanların yaşamalarını sağlayan bitkilerin yaratıcısı O'dur.
Mükafat ve cezayı ancak ben veririm. Din günü olan kıyamette tasarruf sahibi sadece benim, ibadetlerinizi bana tahsis ederek cAllah'ım yalnız senin İçin eğilir ve kalkar, yalnız sana saygı gösteririz» deyin, f Sen in gayrın olan kimseye kulluk etmeyiz. Rızanı kazanmak ve itaat etmekte yalnız senden yardım bekleriz. Çünkü her türlü tazime ancak sen layıksın. Senin dışında kimse bize yardım gücüne sahip değildir. Allah'ım, sen hak din olan İslâm'da bize sebat ver. Resullerini, resullerinin sonuncusu olan Hz. Muhammed (sav)i o din üzere gönderdin. Ya Rabbi, bizi imanda sabit kıl ve sana yaklaşanların, peygamberlerin, sıd-dıkların, şehidler ve salihlerin yolunda gidenlerden eyle. Allah'ım doğru yoldan gitmeyenlerden, şeriattan sapanlardan eyleme bizi. O sapıklar ki, senin ayetlerini, resullerini inkar ederek
gazaba layık olmuşlardır.»[39]
Fatiha'nın Tefsırindeki İncelikler
Birinci incelik: Allah (cc). Kur'an-ı kerimi okurken kendisine sığınmamızı emretmektedir: «Haydi Kur'an okuduğun (okumak istediğin) zaman o koğulmuş şeytandan Allah'a sığın» (Nahl: 98).
Cafer-i Sadık (ra). «sığınma» ile alakalı olarak şunları söyler: «Kur'an okumadan önce Allah (cc)'a sığınmak lazımdır. Çünkü kul yalan, gıybet ve koğuculukla manen kirlenen dilini sığınmayla temizler. Böylece yüce Allah (cc) tarafından indirilen Kur'anı temizlenmiş bir dille okur. Diğer ibadetlerde «Euzübillahi» demek gerekmez.»
İkinci incelik: Lügatçılara göre «besmele» denildiği zaman akla «Bis-milâhirrahmânırrâhîm» gelir. Bu tabir şiirde ve
nesirde de meşhurdur. Şiirden bir misal verelim: «Kendisine rastladığım sabah Leylâ besmele çekti./O, besmele çeken ne güzel sevgilidir.» [40]
Kur'anın besmeleyle başlaması, her iş ve söze onunla başlamamız gerektiğini gösterir. Nitekim Ebu Davud'un naklettiği bir hadis-i şerifte Re-sulullah (sav) şöyle buyurmaktadır: «Besmeleyle başlanmayan her jş noksandır).
Üçüncü incelik: Bazı alimlere göre isim müsemma'nın aynısıdır. Bismillah demekle Billahi demek arasında hiçbir fark yoktur. Dolayısıyla isim lafzı besmeleden çıkarılabilir.
Müfessirlerin şeyhi İbn-i Taberi, yukarıdaki görüşü reddederek şöyle demektedir: «Bu görüş doğru ise. «Zeydin ismini gördüm, ekmeğin ismini yedim ve ilacın ismini içtim» ifadelerinin de doğru olması lazımdır. Halbuki Arap dili ve edebiyatı, bu ifadelerin doğru olmadığını gösterir.» [41]
Dördüncü incelik: Allah ile ilah kelimeleri arasındaki farkı açıklar. Allah lafzı, mukaddes olan Zat-ı kibriyaya mahsus bir isimdir. Şimdiye kadar O'ndan başkasına verilmemiştir ve verilemez. Allah lafzı, Hak üzere ibadet olunan manasındadır.
Tapılan manasına gelen İlah kelimesi hem Allah (cc). hem de gayrı için kullanılabilir. Tapınma işi hak üzere olduğu gibi batıl üzere de olabilir. Nitekim cahiliye döneminde Arapların taptıkları putlara ilah kelimesinin çoğulu olan «Alihe» denirdi. Putperest Araplar bunlara batıl üzere ibadet ederlerdi.
Fakat hiçbir şahıs taptığı bir puta «Allah» adını vermezdi. Hatta, ca-hiliyet döneminde putperest bir Araba, «Seni kim yarattı?» veya «Yerleri ve gökleri kim yarattı?» diye sorulduğunda, «Allah» cevabını verirdi. Cahiliye döneminde Araplar herne kadar putlara tapıyorlarsa da yaratma olayını Allah (cc)'a bağlarlardı. Kur'an da buna işaret eder: «Andolsun ki onlara gökleri ve yeri kimin yarattığını sorsan muhakkak, Allah derler...» (Lokman: 25).
Beşinci incelik: Besmelede birçok büyük faydalar bulunmaktadır. [42] Bunları şöyle sayabiliriz. Bereket, saygı, şeytanı kovma ve müşriklere açık muhalefet ve llh...
Müşrikler bir işe başladıkları zaman tapındıkları putları ve diğer mah-lukatın ismini anarlardı. Besmele çeken mü'min ise Allah (cc)'ın birliğini tasdik ile O'nun nimetlerini hatırlayarak ve O'ndan yardım isteyerek kendini emniyette hisseder. Bundan başka besmelede cenabı Hakk'a mahsus Allah ve Rahman gibi iki özel isim vardır.[43]
Altıncı incelik: Hamd kelimesinin başına gitirilen «el» eki, hamdın bütün çeşitlerini ihtiva etmesi içindir. Alemlerin Rabbi olan Allah (cc), her türlü methe, hamde, tazime ve takdise layıktır. Hamd kelimesinin el ekiyle kullanılması, ayrıca, sürekliliği yani sonsuza kadar bütün tıamdlerin O'na mahsus olduğunu da ifade eder.
Yedinci incelik: Rahman ve Rahim sıfatlarının Rab kelimesinden sonra gelmesi. Allah (cc)'ın her zaman ve yerde yarattığı bütün insanları esirgeyici ve bağışlayıcı olduğunu, zalimlikten münezzeh olduğunu gösterir. Bu konuda Ebu Hoyyan (ra) şöyle der: «Bu surenin başındaki kelimelerin sıralanışında görüldüğü gibi Rab kelimesi efendi, sahip ve mabud manalarından hangisini taşırsa
efendi, sahip ve mabud manalarından hangisini taşırsa taşısın, Cenabı Hakk'ın bir sıfatını dile getirir. Rab sıfatından sonra Rahman ve Rahim sıfatlarının gelişi, belagat ilmine göre en uygun ifadedir. İnsan bir hata veya günah işlediğinde Allah (cc)'a karşı af isteyebilme gücünü yine O'ndan alır.» [44]
İbni Kayyım (ra) da şöyle demektedir: «Rahman ve Rahim sıfatlarının bir arada gelişinde çok güzel bir hikmet vardır. Rahman sıfatı cenabı Allah (cc)'tan ayrılmayan bir sıfat. Rahim ise esirgenenle ilgili bir sıfattır. Rahman, ce.nabı Allah (cc)'ın sıfatı. Rahim sıfatı da rahmet (esirgeme) fiilidir. Cenabı Hak. rahmetiyle bütün alemi esirger. Bunu anlamak için Kur'artdaki şu ayetlere baKmak yeterlidir: «O sizi karanlıklardan nura çıkarmak ipin üzerinize melekleriyle beraber rahmet(ini ray egon) edendir. O, müminleri çok esirgeyicidir.» (Ahbaz: 43) «... Çünkü O, çok esirgeyici, çok bağışlayıcıdır.» (Tevbe: 117)
Buradan da anlaşılıyor ki, Rahman denilince. Rahmet sıfatıyla vasıflanan zat anlaşılır. Rahim dendiği zaman da Rahmeti ile herşeyi kuşatan akla gelir.»
Bazı alimlere göre Rahman ve Rahim sıfatlarının her İkisi de aynı manaya gelir. Sadece Rahîm, Rahmanı kuvvetlendirmek için kullanılmıştır. Müfessirlc-rden Sebban ve Celal (ra) da aynı fikirde olmakla beraber bu görüş zayıftır. Çünkü İbni Cerir et-Taberî (ra)'ye göre Kur'an-ı kerimde kendi başına bir manası olmayan hiçbir fazlalık kelime yoktur. Bu sebeb-le yukarıda görüşlerini naklettiğimiz alimlerden görüşü en kuvvetli olanı İbni Kayyım (ra)'dır.
Sekizinci incelik: «iyyâke nağbüdü ve iyyâke neste'in». Cenabı Allah bu ayette kullarına hitap ederken üçüncü şahıs yerine ikinci şahsı muhatap almaktadır. Bu da bir iltifattır. Ayetteki hitap üslubunda insanların nefsin) ve kalbini celbetmek için çok uygun bir ifade kullanılmıştır. İltifat Belagat ilminin bir nevidir. [45]
Eğer ayet üslubundaki iltifat olmaksızın okunsaydı «İyyâke nağbüdü ve iyyâke neste'în» yerine «İyyâhü nağbüdü ve iyyâhü neste'in» denilirdi. Cenabı Hak burada belagat ilminde nükte adı verilen iltifatı yapmıştır. Bunun misalini Allah (cc)'ın, «Üzerinde ince ve kalın ipekten yeşil elbiseler vardır. Gümüşten bileziklerle süslenmişlerdir.
belagat ilminde nükte adı verilen iltifatı yapmıştır. Bunun misalini Allah (cc)'ın, «Üzerinde ince ve kalın ipekten yeşil elbiseler vardır. Gümüşten bileziklerle süslenmişlerdir. Rableride onlara gayet temiz bir şarap içirmiştir. (Bütün) bu (nimetler) şüphe yok ki, sizin için bir mükafattır. Sa'yınız meşkur olmuştur.» (insan: 21) buyruğunda görmek mümkündür. Ayetteki «Rableri de onlara gayet temiz bir şarap içirmiştir» ifadesinde üçüncü şahıslara hitapoedillyorken daha sonra «sizin İçin» denilerek iltifat yapılmaktadır. Cenabı Hak, bazen de hitabı ikinci şahıstan üçüncü şahıslara yöneltmektedir. Nitekim «O sizi karada ve denizde gezdiren (sebeblerini izhar eden)dir. Hatta siz gemilerde bulunduğunuz, onlar, bunnları güzel bir hava ile akar gibi götürdükleri (yolcular da) bununla sevindikleri zaman ona şiddetli bir fırtına gelip çatar.» (Yunus: 22) ayet-i kerimesinde «siz gemilerde bulunduğunuz, onlar, bunları...» ifadeleri ikinci şahıstan üçüncü şahsa geçildiğini açıkça göstermektedir. Bu yönelme, iltifatı olanca açıklığı ile gözler önüne sermektedir.
Ebu Hayvan, Bahir kitabında iltifatla ilgili olarak şöyle der: «İltifat, bir şahsın yüksek vasıflara sahip yanındaki bir şahsa, sanki yanında yokmuş gibi hitap etmesi, sözlerinin sonunda hitabının muhatabının yanındaki şahıs olduğunu
sonunda hitabının muhatabının yanındaki şahıs olduğunu izhar etmesidir. Bundan dolayı t iyyâke» nin istenilen şeye İşareti «iyyahü»den daha tesirlidir.» [46]
Dokuzuncu incelik: «Nağbüdü ve nesteinü» ifadeleri. «Ancak sana İbadet ederim ve ancak senden yardım beklerim» cümleleri gibi tekil değil çoğuldur. Burada tekil ile çoğul arasındaki incelik, kulun yüce Allah (cc)'ın huzuruna durarak kusurlarını itiraf ile yardım ve hidayet isteğidir. Kul sanki, «Ben zayıf, günahkâr ve aciz bir kulum. Huzurunda dileklerimi arzetmeye layık değilim. Ancak diğer abldlerin arasına girerek onlarla beraber senden dileklerimi isterim. Sen de dileklerimi onların dilekleriyle beraber kabul et. Hepimiz «ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.» der.
«lyyake»nin «nağbüdü» ve «nesteînü» kelimelerinden önce gelmesi tahsis (İbadetin yalnız Allah'a mahsus kılınması) içindir. Abdullah ibni Ab-Ikjs (ra) da, «Bu ayetin manası, biz ibadeti sana yaparız, başkasına değil» demektedir. [47]
demektedir. [47]
Kurtubî ise, «Arap diline göre önemli olan önce söylendiği için ehemmiyetine binaen önce «iyyâke» zikredilmiştir. Araplardan biri diğerine hakaret edince hakarete uğrayan yüzünü başka tarafa çevirirdi. Hakaret eden, «Sana hakaret ettiğim halde neden yüzünü başka tarafa çevirdin?» deyince. «Senden zaten yüzçevirdim» der. Dikkat edilirse, her iki şahıs da önemli olan «sen» kelimesini daha önce kullanmışlardır. Nitekim kul ve kulluğu ifade eden «nağbüdü» kelimesinin, mabud olan Allah'a yönelik bir zamir olan «iyyake»deki «kef» harfinden önce gelmemesi için önce «lyyake» zikredilmiştir. «Sana İbadet eder ve senden yardım beklerim» cümleleri doğru değildir. Kur'andakl ifadeye uymak lazımdır» diyor.
İbadet yalnız Allah (cc)'a yapılır. Yardım da ancak O'ndan istenir, «lyyake» tabiri ayette ikinci defa tekrarlanmasaydı ayetin anlamı «ibadet yalnız Allah'a yapılır, fakat yardım O'ndan başkasından da istenebilir» gibi anlaşılabilirdi. Böyle bir imajın doğmaması için «iyyake» tabiri ayette iki kere tekrar edilmiştir.
Onuncu İncelik: Fatiha suresinin «Bizi doğru yolo, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet, gazaba uğrayanlannkine, sopıklannkine de-ğH» ayetlerindeki «nimet* Allah (cc)'a izafe edilirken, «gazab» ve «sapıklık» O'na isnad edilmemektedir. Kur'an-ı kerimdeki bu ifade şekliyle de Allah (cc) kullarına terbiye öğretmektedir. Buna göre. kötülük takdir yoluyla Allah (cc)'tan ise de, O'na isnad edilemez.
Cenabı Hakk'ın İbrahim (sav)'in diliyle, «(O Rafa) M beni yaratan ve bana doğru yolu gösterendir. Bana yediren, bana İçiren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur» (Şuam: 78-80) bize öğrettiğine göre, hastalık aslen Onun tarafından yaratıldığı halde, «Beni hastalandıran O'dur» yerine, «Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur» denilmesi, insanların Allah (cc)'a karşı nasıl bir edep ve terbiye içinde olmaları gerektiğini gösterir.
Yine Cenabı Hakk'ın, mümin cinlerin diliyle. «Doğrusu biz yerdeki kişilere şer mi murad ediliyor, yoksa Rablerl için bir hayır mı İrade ¦diliyor bilmiyormuşuz.» (Cin: 10) buyruğunda, şerrin yapıcısı olarak gösterilmezken, hayrın O'nun tarafından irade edildiği açjk bir şekilde ifade ediliyor. Bu da göstermektedir ki, edeb ve terbiye
Yine Cenabı Hakk'ın, mümin cinlerin diliyle. «Doğrusu biz yerdeki kişilere şer mi murad ediliyor, yoksa Rablerl için bir hayır mı İrade ¦diliyor bilmiyormuşuz.» (Cin: 10) buyruğunda, şerrin yapıcısı olarak gösterilmezken, hayrın O'nun tarafından irade edildiği açjk bir şekilde ifade ediliyor. Bu da göstermektedir ki, edeb ve terbiye bakımından kötülükler Allah (cc)'a atfedilemez. Müminlerin Allah (cc)'a karşı kulluk vazifelerini yapabilmeleri, iyilik ve güzelliklerin her zaman ve her yerde Allah (cc)'tqn olduğunu bilmelerine bağlıdır.[48]
İlmi saklayana, herşey lanet okur….Hatta,denizdeki balık;semadaki kuş bile...
Muhtar'ül-ehadisin nebeviyye.sy.351.
Hasılı cihanı mahveden, halkları kahreden nefistir.diktatörleri savaşa sürükleyen nefistir, hırsıza hırsızlık yaptıran nefistir, rüşvetçiye rüşvet aldıran nefistir,zalime mazlumu sömürttüren nefistir,...
İlim Sanat Panzehir Başmakaleleri.sy.256.
...kafirin mü'min olmasını engelleyen nefistir, cihanı fesada veren nefistir, ahireti mahvettiren nefistir, kişiyi Allah c.c.ın kahrına uğratan nefistir, cehennemde çatır çatır, cayır cayır yandıran nefistir.
İlim Sanat Panzehir Başmakaleleri.sy.256.
İslam sadece manevi,ruhani ve uhrevi ayinler ve ibadetler sisteminden ibaret değildir;aynı zaman da maddi, sıhhi, ailevi, içtimai, beşeri, evrensel iktisadi, ticari, askeri, terbiyevi, ilmi ve kültürel ...
İslam
Prof.Dr.M.Esad Coşan.
...ahkama sahip, gediksiz eksiksiz, kusursuz bir sistemdir.Hayattan kopmuş,dünyayla, çevreyle, insanlarla ,beşeri faaliyetlerle ilgiyi kesmiş, içine kapanmış bir manastır dini değil;
İslam
Prof. Dr. M. Esad Coşan.
...aksine hayata, insana, cemiyete, devlete, beynelmilele yönelmiş, onlar arasındaki münasebetleri tanzime yönelmiş aktif ve dinamik bir nizamdır; tüm hayatı, Allah c.c.ın istediği tarzda yaşama biçimidir; yüce asil ilahi yoldur.
Batıl yollar çoktur ama çıkar yol İslam'dır.
İslam
Prof.Dr.Esad Coşan.
Nefis can, insanın bedeni ,arzu,benlik,aşağı duygular, ruh gibi pek çok anlamda kullanılan bir kelimedir. Ku-an-ı kerim bu kelimeyi sekiz ayrı manada kullanmıştır.
Tasavvufi bir terim olarak nefis , kulun kötü huyları çirkin vasıfları ,kötü his ve huyların mahalli olan latife anlamlarına gelir.Bu gönüyle nefis ruh ile nefis arasında
Bir araçtır.
NEFSİN TERBİYESİ KİTABI MEHMET ZAHİD KOTKU
Ruh ile nefis arasında devamlı bir çekişme vardır.Bu çekişmeyi ruh lehine sonuçlandırmak gerçek insan olmanın şartıdır.Verilen mücadele ve savaş sürecinede seyr ü sülûk denir.Seyr ü sülûkün sonunda nefis ıslah olmuş ve ruhu boyun eğmiştir .O halde mücadele ve savaş taraflarından biri olan nefsi iyi tanımak gerekir.
NEFİS TERBİYESİ MEHMET ZAHİD KOTKU
İl(El):Devlet.
Genel kültür kavramlar sözlüğü
sy.33.
Allah c.c.Resulü'nün ashabının Allah c.c.rızasından başka bir dertleri yoktu.Bu uğurda insanların kendilerine kızmasına hiç aldırış etmezler, ciddiye almazlardı.
Hasan-ı Basri r.a.
Üstelik devlet de "Batılılaşma"yı esas aldı, din düşmanlığını benimsedi,İslam'la savaştı,halkına,kendi öz kültürüne değil, Bat'nın kokuşmuş, pis,sahte,ikiyüzlü kültürünü benimsetmeye çalıştı, Neticede inançsız, edepsiz,köksüz,kozmopolit nesiller yetişti.
İslam dergisi Başmakaleleri.
Prof.Dr.Esad Coşan.sy.583.
İslam alemindeki en büyük eksiklik "vahdet", müslümanların en tehlikeli, en zararlı düşmanı "tefrika"!
Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez:
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.
İslam Dergisi Başmakaleleri.
Prof.Dr.Mahmud Esad Coşan.
sy.407.
Bir derdin dermanı, başka bir derde zehir olabilir.Bir derman, haddinden geçse, dert getirir.
Risale-i Nur
Mektubat.
İslam'ın özü temeli samimiyettir.
Prof.Dr.Mahmud Esad Coşan
Karamanın koyunu sonra çıkar oyunu.
Atasözü.
Yapılan iyiliğe karşılık beklemek;iyilikten geri dönmek , onun değerini yitirmek ,demektir.
Bilimin Nitelikleri Nedir
Resim Ekle Dosya Ekle Video Ekle Soru Sor Bilgi Ekle
Bilim insanlığın ortak ürünüdür. İnsanlık sürekli olarak yaşamı güvenilir ve rahat kılma, dünyayı anlama çabası içinde olmuştur. Bilimsel gelişmeler, insanlığın yaşam koşullarını iyileştirme olanakları sunduğu gibi akılcı ve gerçekçi düşünme olanaklarının yolunu da açmıştır. O halde bilim nedir?
Bilim “gözlenebilir olgulardan hareket eden ve bu olgular arasında neden-sonuç ilişkileri kurmaya çalışan sistemli bilgiler bütünüdür.” Bu durumda herhangi bir çalışma alanının gözlenebilir ya da deneyle ispatlanabilir bir konusu yoksa o etkinlik bilim sayılmaz.
Bilimin temel nitelikleri şunlardır:
• Bilim sistemlidir: Bilim gelişigüzel bir şekilde değil, bilimsel yöntemi ve veri toplama tekniklerini kullanarak sonuca ulaşır.
• Bilim olgulara dayanır: Bilimin olgusal olması gözlenebilir, deney yapılabilir olgulara dayanmasıdır.
• Bilim mantıksaldır: Elde edilen bilgilerin kendi içinde tutarlı ve çelişkiden uzak olmasıdır.
• Bilim nesnel (objektif) dir: Bilimin olanı olduğu gibi inceleyip ortaya çıkarmasıdır. Bilimin değer yargılarından (inançlardan, ön yargı, beğeni ya da
çıkarlardan) uzak durmasıdır.
• Bilim eleştirici ve sorgulayıcıdır: Bilimsel bir sonuç (kuram ya da yasa) ne kadar akla uygun olursa olsun yine de eleştiri ve sorgulamadan kurtulamaz.
• Bilim genelleyicidir: Bilim araştırma konusunda genelleyicidir, tek tek olaylarla değil bunlar arasındaki ilişkilerle ilgilenir.
• Bilim evrenseldir: Ulaşılan bilimsel sonuçlar her yerde geçerlidir.
• Bilim öngörü sağlar: Araştırmalar sonucunda elde edilen sonuçlar kullanılarak, geleceğe ilişkin bir takım tahminlerde bulunulur.
Bu yazıya;
Bilimin temel nitelikleri şöyle sıralanabilir:
1. Bilim olgusaldır. Çünkü doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak gözlenebilen olguları ve olayları konu edinir. Örneğin, “ısıtılan demirin genleşmesi” olgusal bir durumdur. Her ne zaman metalleri ısıtsak, metallerin genleştiğini gözleyebiliriz.
2. Bilim mantıksaldır. Çünkü ulaşılan sonuçlar her türlü çelişkiden uzak olup birbirleriyle tutarlıdır. Bilim, mantıksal düşünme sürecinde “tümevarım” ve “tümdengelim” yaklaşımlarından yararlanır. Tümevarım yaklaşımında örneklerden kurallara, tümdengelim yaklaşımında da kurallardan örneklere varılmaya çalışılır.
3. Bilim nesneldir. Ancak bilimdeki nesnelliği, mutlak anlamda değil, sınırlı ve özel anlamda bir nesnellik olarak algılamak gerekir. Bu da, bilimsel nitelik taşıyan her sonucun güvenilir olması, kişi ya da kümenin tekelinde değil, kamunun soruşturmasına açık ve elverişli olacak bir biçimde anlatılması demektir.
4. Bilim eleştiricidir. Bilim ne denli usa (akla) yatkın görünürse görünsün, ileri sürülen her iddia karşısında eleştirici yaklaşımdan vazgeçmez. Bilimdeki her kuram ya da görüş, olgular tarafından desteklendiği sürece “doğru” olarak kabul edilir. Yeni olguları açıklama gücü gösteremeyen ya da kimi gözlem verilerinin doğrulamadığı bir kuram daha önceki statüsüne bakılmaksızın eleştirilir. Eleştiri sonunda söz konusu kuram, ya bilinen tüm olguları kapsayacak biçimde değiştirilir ya da buna olanak yoksa, bir yana itilerek yerine daha güçlü bir kuram konmaya çalışılır. Örneğin, Newton’un yer çekimi kuramı 200 yıl boyunca geçerli kabul edildiği halde, geçen yüzyılın sonlarına doğru kimi olguları açıklamada yetersizliği görülünce, eleştirilmiş ve yerini daha güçlü kanıtları bulunan Einstein kuramına bırakmak zorunda kalmıştır. Bilimin bu kendi kendini eleştirme özelliği ona kendi kendini düzeltme olanağı sağlamaktadır.
5. Bilim genelleyicidir. Bilim tek tek olgularla değil olgu türleri ile ilgilenir. Elde edilen sonuçlar genel olarak açıklanır. Örneğin, “Metaller ısıtılınca genleşir, “Sıvılar bulundukları kabın biçimini alır” gibi önermeler tek tek olguları değil, kapsamı sınırsız olgu sınıflarına ilişkin özellikleri anlatır.
6. Bilim seçicidir. Bilim evrendeki olup biten bütün olguları değil, önemli gördüğü olguları konu edinir. Evrendeki bir olgunun bilimsel değer taşıyabilmesi onun, ya inceleme konusu bir sorunla ilgili olmasını, bir denence ya da kuramın sınanmasında kanıt özelliği göstermesini gerektirir.
7. Bilim birikimli bir süreçtir. Yeni bilgiler daha önceki bilgiler üzerine kurulur. Bu durum bilimde sürekliliği ve gelişmeyi sağlar.
8. Bilim evrenseldir. Bilim adamı yaptığı deney, gözlem ve elde ettiği bulguları, öteki meslektaşlarınca doğruluğunun denetlenebilmesi ya da araştırmanın olduğu gibi ya da bir bölümüyle yinelenebilmesi düşüncesiyle açık seçik olarak raporlaştırır. Böylece bilim adamı yaptığı çalışmaları evrensel düzeyde tartışmaya açmış olur. Bilim bu özelliği nedeniyle bütün ulusların paylaşabilecekleri ortak bir yaşama biçiminin koşullarını hazırlar.
Kaynak: http://notoku.com/bilim-ve-bilimin-temel-nitelikleri/#ixzz4x5rYWXpw
NotOku.com'a teşekkürler.
YARATILIŞ GÂYEMİZ VE NEFSİMİZ
Hani bir fıkra vardır, anlatırlar; babası oğluna bir bağ bağışlamış, ama oğlu ona bir salkım üzümü çok görüp vermemiş... İşte nankör insanın hâli de fıkradaki bu oğula benzer. Oysa insanın yaratılış gâyesi, Yaratanına kullak etmektir. Kulluk ise şükrü gerektirir, nankörlüğü değil.
Hâlıkımız, bize bir ömür ve bu ömür içinde sayısız nîmetler bahşetmiştir. Yirmidört saatlik bir günümüzü nerelerde kulandığımıza baktığımız zaman, ne kadarını Allah için ayırdığımızı gözden uzak tutmamalıyız.
Üzerinde yaşadığımız, bildiğimiz ve bilmediğimiz bütün mülk Allâh’ındır. Onun nîmetleriyle yaşıyoruz. Ama her şeyin kendi arzumuza uygun olmasını istiyoruz... Uymadığı zaman isyan ediyoruz.
Nedense nefsimizin kırılmasına, gücenmesine aslâ tahammül edemiyoruz. Halbuki Nemrud’a ilahlık iddiasında bulundurup İbrahim aleyhisselâmı ateşe attıran şey, işte bu nefistir.
Kendi saltanatına zarar veren hiçbir varlığı tanımak istemeyen nefis de, bu nefs-i emmâredir. İşte insan, bu nefsi ıslah ve tezkiye etmekle mükelleftir.
Her türlü nimet, nefsin arzularına karşı gelmek ve Allah’a kulluk etmek için verilmiştir. Nefsin gâyesi ise cehenneme bilet kesmektir.
Yüce Rabbimiz buyuruyor ki:
“Şimdi bana haber ver: Hevâ (ve hevesi)ni ilâh edinmiş; kendini, bir ilim üzerine, Allah şaşırtmış; kulağını, kalbini mühürlemiş; gözüne de perde çekmiş bir adama Allah’tan başka kim hidâyet edebilir (doğru yola getirebilir)? Hâlâ iyi düşünmeyecek misiniz?”(1)
Evet, hâlâ kendimize gelmeyecek miyiz? Bu şaşkınlık, dizginlerin nefsin elinde olması durumu daha ne kadar devam edecek?
Bir harpten dönerken ashâb-ı kirâma şöyle buyurmuştur İki Cihan Güneşi Efendimiz (s.a.v.):
“En küçük harpten en büyük harbe döndük.”(2)
Ashâb-ı Güzîn, çetin bir harpten dönerken bunun ne demek olduğunu sordukları zaman aldıkları cevap:
“Nefisle mücâhede ve mücâdele etmek, en büyük cihaddır” meâlinde olmuştur.
Demek ki en büyük düşman, nefistir ve en büyük mücâdele de nefs-i emmâre ile yapılan cihaddır. Onunla mücâdele son nefese kadar devam edecektir.
O bakımdan, kalblerimizdeki mühürleri silip göz ve kulaklarımızdaki perdeleri yırtmasını, kaldırmasını Yüce Mevlâmız’dan dileyelim. Böylece enginlere açılabilelim, her türlü ibâdet ve tâate, kulluk vazîfelerimize ve hizmet alanlarına kanatlanabilelim. Şaşkınlıktan kurtulup isyankâr nefsimizin tehlikeli uçurumlarında perişan olmayalım. Onun için de geliniz Rabbimize Resûlüllah Efendimizi’in ve vârislerinin niyâzı ile yalvaralım:
“Allah’ım, bizi, göz açıp yumucaya kadar, hatta ondan daha az bir zaman bile nefsimizin eline bırakma!” (Âmin)
***
NEFİS VE HEVÂ
İnsanoğlunun hem üstün meziyetleri, hem garip zaafları vardır. Bu cümleden olarak bâtın âlemimizi ifade eden mefhumlardan birisi de nefistir.
Kelime olarak, bir şeyin zâtı ve kendisi demek olan nefis, tasavvuf ıstılâhında değişik keyfiyetleri ifade için kullanılmıştır.
Meselâ Kur’ân-ı Kerim’de İsrâiloğulları’na hitâben, “Hemen Hâlik’ınıza (Yaradanınız’a) tevbe edip, nefislerinizi öldürünüz”(3) buyurulmuştur.
Buradaki “Faktülû enfüseküm (nefislerinizi öldürünüz)” emri, intihar ediniz mânâsına değildir. Bununla, hiçbir meşru‘ hudut tanımayan ve daima hayvanî şehvetlere meyyâl olan nefs-i emmâre ile mücâdele emredilmiştir.
Hevâ meselesine gelince...
Kelime olarak arzu ve istek mânâlarına olan hevâ, tasavvuf lisânında nefsin, süflî cihete yönelip ulvî cihetten yüz çevirmesi... Hakk’ı inkâr veya ihmâl edip, nefs-i emmârenin şehvetlerine tâbi olmasıdır.
Şöyle de diyebiliriz:
Hevâ, kişinin dînî ölçülere bakmaksızın nefsinin hoşuna giden şeylere yönelmesidir.
Hevâya tâbi olmak; insanın İslâm’dan uzaklaşmasına, ahlâken bozulmasına, amellerinde, tavır ve hareketlerinde zulüm ve azgınlığına sebep olur.
O bakımdan mü’minlerin, gerek nefs-i emmâre ile gerekse hevâlarını ilah edinenlerle mücâdeleleri kıyâmete kadar devam edecektir.
Bu mücâdelenin, bir takım zorlukları, sıkıntı ve meşakkatleri beraberinde getirmesi de muhakkaktır. Nitekim Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz buyurmuşlardır ki:
“İnsanların en çok sıkıntıya uğrayanları peygamberler, sonra sâlih amel sahibi olan kimselerdir. Kişi dinine göre belâlarla imtihan edilir. Eğer dini(ne bağlılığı kuvvetli ve) sağlamsa, belâsı daha da artırılır. Şayet dininde (imânında) zayıflık varsa, ona göre belâsı da azalır.”(4)
Binâenaleyh bu uğurda muhtelif belâ ve musîbetlere mâruz kalan Müslümanların, sabır ve sebat üzere olup vazifelerini, mes‘ûliyet ve mükellefiyetlerini hiçbir şart ve ahvâlde ihmâl etmemeleri gerekir. Gerçek sabır ve sebat ise, “Musîbetlerin ve zorlukların ortaya çıktığı hallerde kendini tutmak ve İslâm ahkâmına tâbi olmakta sebât etmek” yani hududu tecâvüz etmemektir.
Cenâb-ı Mevlâ-yi Müteâl ve’l-Kemâl hazretleri cümlemizi, sabreden, sabrında sebat gösterebilen, râbıta ve zikir ehli mü’minlerden eylesin. Âmîn...
NEFSİN MERTEBELERİ
Nefsin mertebeleri, yani basamak ve dereceleri yedidir:
1) Nefs-i Emmâre:
Nefs, kulun kötü ahlâk ve çirkin vasıfları, kötü his ve huyların mahalli olan lâtîfe, yani cism-i lâtîftir. Üzeri, yoğun ve kalın perdelerle örtülüdür. Bu mertebedeki nefs, kişinin en büyük düşmanıdır. Ona durmadan kötülüğü emreder. Zararlarından korunmak için, onu ezmek-kırmak ve zararsız hâle getirmek gerekir. Bunun da iki yolu vardır:
Ya riyâzatlar yapılarak, çile çıkarılarak güçten kuvvetten düşürülüp zayıf hâle getirilir...
Veya melekî rûh râbıtayla takviye edilerek o hayvanî rûha üstünlük sağlanır.
Birinci yol zor ve meşakkatli olduğu kadar, tehlikelerle de doludur.
İkinci yol ise daha emin, daha kolay ve çok daha kestirme bir yoldur.
Nefs-i emmâre kâfirdir, her şeyi inkâr eder. Asla kendinden üstün bir şey kabul etmez. Bu nefis, hakîkati bulamayanların nefsidir.
Tasavvuf kitaplarında, “Ve hiye nefsü'l-kâfirîn ve'l-fâsikîn” diye anlatılır. Yani bu nefis, kâfirlerin ve fâsıkların nefsidir.
Kısacası, inkârcıların ve İlâhî emirlerin dışına çıkan, büyük günah işleyen veya küçük günahları sürekli biçimde yapan kimselerin nefisleri emmâre mertebesindedir.
Yûsuf aleyhisselâm bir peygamber olduğu halde nefsiyle alâkalı olarak diyor ki: “Ben nefsimi tebriye etmem (temize çıkarmam). Muhakkak ki nefis, Rabbimin rahm’ettikleri (rahmetiyle korudukları) hâriç, elbette mubâlağa ile kötülüğü emredicidir!”(5)
Evet, o bir peygamber iken böyle söylüyorsa, ya bizim gibi sıradan insanların nefisleriyle olan durumu ne olabilir! Çok çok iyi düşünmek ve ona göre değerlendirip tedbirini almak gerekir.
***
2) Nefs-i Levvâme:
“Ve hiye nefsü's-sâlihîn mine'l-mü'minîn.” Yani bu nefis, sâlih mü'minlerin nefsidir.
Kabahatini anlayıp da pişman olanların ve daha iyisini yapamadığından dolayı kendini kınayanların nefsidir. Üzeri, hafif ve ince perdelerle kaplıdır.
Bu nefis, süflî arzulara karşı gelir ve kötülük yaptığı zaman sahibini kınar, onu hesaba çeker.
Nefs-i levvâme, emmârenin bir üst derecesidir. Rabb’imiz bunu, “... nefs-i levvâmeye yemîn ederim”(6) buyurarak, ehemmiyetine binâen yeminle bildirmiştir.
***
3) Nefs-i Mülheme:
Cenâb-ı Hakk'ın, takvâ ile fücûru kendisine ilhâm ettiği, isyan ile ibâdet arasındaki farkı idrâk ettirdiği nefistir. Üzeri, nûr ve zulmet karışımı perdelerle kaplıdır.
Tarîk-ı rûhânîde olanların nefsi, nefs-i mülheme'dir.
(Bazı kitaplarda “mülhime” olarak zikredilir ki yanlıştır; doğrusu, yukarıda geçtiği gibi “mülheme”dir. Yani ilhâm eden nefis değil, ilhâm alan, kendisine ilhâm olunan nefistir.)
Allah Teâlâ'nın ilhâmına kavuşan bu nefisle alâkalı olarak Kur’ân-ı Kerim'de, “Nefse ve onu tesviye buyurup, fücûrunu ve takvâsını kendisine ilhâm edene yemîn olsun”(7) buyurulmaktadır.
***
4) Nefs-i mutmainne:
“Râbıta” ve “zikrullah” ile mutmain olan (sükûn ve istikrâra kavuşan) kimselerin nefsidir. Üzerinde nûrlu perdelerin ağırlıkta olduğu bir makamdır.
Füyûzât-ı İlâhiyenin nüzûlü ile meydana gelen sükûn ve istikrâr makamı ki, buna ehlüllâhın hepsi dâhildir.
Cenâb-ı Hak bu nefse Kur’ân-ı Kerim'de, “Ey mutmainne olan nefis!..”(8) kelâmıyla hitap etmektedir.
***
5) Nefs-i Râzıye:
Burası, Nefs-i Mutmainne'nin en a‘lâ mertebesidir. Hazret-i Mevlâ'nın lûtuf ve ikrâmından meydana gelen rızâ makâmıdır.
Cenâb-ı Mevlâ-yi zû'l-Celâl ve'l-Kemâl hazretleri, Kur’ân-ı Kerim'de bu nefse, “Rabbine dön, râzı olarak...”(9) kelâmiyle hitap etmektedir.
***
6) Nefs-i Merzıyye:
Bu, Hazret-i Allâh'a bağlıdır. “Ve rıdvânün minallâh (Allah'tan büyük bir rızâ)”(10) makâmı ki, kulun nâil olabileceği en yüksek rütbedir. “Radıyallâhü anhüm ve raduu anh (Allah onlardan râzı, onlar da Allah'tan râzı olmuşlardır)(11) mertebesidir.
***
7) Nefs-i Sâfiye: Diğer bir tâbirle, Nefs-i Zekiye.
Nefs-i Sâfiye mertebesine, enbiyâ ve mürselînin dışında hiçbir kimse çıkamaz... O, peygamberlere mahsus bir makamdır.(12)
***
NEFİS VE NEFS-İ EMMÂRE ÜZERİNE
“Nefis” hayat, his ve irâdeli hareket kuvvetini taşıyan, kalb ve ruh gibi latîf bir cevherdir. İnsanların yaşamasını, üremesini, dünya için çalışmasını temin eden kuvvettir. Buna hayvânî ruh da denilmiştir.
O, bedeni aydınlatan bir cevherdir. Ölüm esnasında ışığı, bedenin içinden ve dışından kesilir.
Uyku vaktinde ise, bedenin içinden değil, sadece dışından kesilir. O bakımdan uyku ve ölüm aynı cinstendir.
Ancak ölüm, küllî (topyekün) kesilmedir, uyku ise eksik yani kısmî kesilmedir.
Bundan da anlaşılıyor ki; Cenâb-ı Hak, nefis cevherinin bedenle olan münâsebetini üç şekilde düzenlemiştir:
1. Eğer nefsin ışığı bedenin bütün cüzlerine, yani içine ve dışına ulaşmışsa, bu uyanıklık hâlidir.
2. Şayet nefsin ışığı, bedenin içinden değil de dışından kesilmişse, bu uyku hâlidir.
3. Tamamiyle kesilmişse bu ölümdür.(13)
***
Tasavvuf ilmine göre, nefsin mertebeleri, daha önce kısaca temas ettiğimiz gibi, yedidir. Bunlar;
Nefs-i emmâre, Nefs-i Levvâme, Nefs-i mülheme, Nefs-i Mutmainne, Nefs-i râzıye, Nefs-i merzıye, Nefs-i sâfiye'dir. En tehlikelisi de Nefs-i emmâredir.
Bu sebeple, onun hilkâti ve cibillî huyları üzerinde biraz durmak istiyoruz... Ve sözü ehline, Miftâhu’l-Kulûb sahibi el-Hâc Mehmed Nûri Şemseddin (k.s.) hazretlerine bırakıyoruz:
“Nefs-i Emmâre erbâbı, hayvanlar gibidir; hatta onlardan da kötü ve aşağıdır. Zira o kimsenin sultânî rûhu, nefs-i emmârenin esîridir. O vaziyette kaldıkları için de, ekserisi son nefeslerinde imansız gider, ebedî cehennemde kalırlar. Ancak az bir kısmı imanla gidebilir. Onlar da ikâba (cezaya) lâyık ve azâba müstehak olurlar.
Nefs-i emmâre bilcümle kâfir, münâfık ve fâsıkların nefisleridir. Buna hayvanî rûh denilir. İşte bu kimselerin hayvanî rûhları, sultanî rûhlarını büsbütün esir almıştır. Onun için ekserisi, bu âlemi imansız olarak terk ederler. (Neûzü billâhi teâlâ: Onun şerrinden Allah Teâlâ’ya sığınırız.)
Demek oluyor ki, âdemoğlunda iki ruh vardır. Birine hayvanî rûh denilir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın Celâl sıfatının tecellîsidir. Diğerine de sultanî rûh adı verilir. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın Cemâl sıfatının tecellîsidir.
***
HAYVÂNÎ VE SULTÂNÎ RÛHUN ZEVKLERİ
Beden ikliminde, bu iki pâdişahın yani hayvanî rûh ve sultanî rûhun birer vezîri ile birer de şeyhulislâmları vardır. Onlarla vücut ikliminde tedbîr ve tasarrufta bulunur. Meselâ, hayvanî rûhun vezîri akl-ı maâş (dünyayı düşünen akıl), fetvâ merciî de şeytandır. Onlarla istişâre eder. Sultanî rûhun vezîri ise, akl-ı maâd (âhireti düşünen akıl), şeyhulislâmı da melekdir; o da bunlarla istişârede bulunur.
Hayvanî rûhun zevki yiyip içmek, giyinip kuşanmaktır. Yani zâhirde insana lezzet verecek ne kadar şey varsa, onların hepsinden keyif alır ve kuvvet bulur; böylece sultanî rûha gâlip gelir.
Sultanî rûhun zevki; râbıta, zikir, tefekkür, ibâdet, İlâhî emirlere itâat ve onları icrâ, yasaklardan da ictinab etmektir, kaçınmaktır. Yani bâtında rûha safâ, lezzet ve kuvvet veren İlâhî emirlere boyun eğmekle insan hayvanî rûha gâlip gelir. Velhâsıl, sultanî rûhun, hayvanî rûha gâlibiyeti, İlâhî emir ve yasaklara riâyetle mümkündür.
İşte bu iki kuvvet, vücut ikliminde hükmederler. Birinin sıfatı, diğerinin sıfatına muhâliftir, aykırıdır. Ve biribirlerine tamamen zıt oldukları için, daima muhârebe ve mücâdele hâlindedirler.
Hayvanî rûhun aslı, emmâre sıfatıdır ki, buna nefis adı verilir. Bu sıfat, Cenâb-ı Hakk'ın Celâl sıfatının mazharıdır. Dâima Hakk'ın rızâsına aykırı şeylerden zevk alır, kuvvet bulur.
Sultanî rûhun aslı, sâfiye sıfatıdır. Ona, insânî sıfat denilir. Cenâb-ı Hakk'ın Cemâl sıfatının mazharıdır ki; dâima onun rızâsında bulunup, ondan bir adım dahi ayrılmak istemez.
Bu sebeple hayvanî rûh ile sultanî rûh birbirlerine zıttırlar, vücut ülkesinde muhârebe ederler. Meselâ bir insan, vücudunda, sultanî rûhu hayvanî rûhuna gâlip olmadığı halde, hayvanî rûhu kendi hâline bırakırsa, emmârelik sıfatında kalır... Ve hayvanî rûhu sultanî rûhuna gâlip olan bu kimse, zamanla hayvan gibi olur. Belki daha da alçaklaşır, dünya ve âhireti husrâna uğrar. [Nitekim bunlar hakkında Mevlâmız şöyle buyurmuştur: “Andolsun ki, cinlerden ve insanlardan bir çoğunu cehennem için yarattık. Onların kalbleri vardır, fakat onunla hakikati anlamazlar. Gözleri vardır, lâkin onlarla görmezler. Kulakları vardır, ama onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar, gâfillerin ta kendileridir.”(14)]
Ama sultanî rûh, hayvanî rûhu kendi hâline bırakmayıp onunla her an mücâhede ve muhârebe ederse; işte o zaman, hayvanî rûhu –ister istemez– kendisine bağlar ve her emrine itâat ettirerek İlâhî emirleri icrâ eder. Bu kimselerin felâha ereceği ümit edilmekle beraber, hüsrâna düşmelerinden de korkulur; zira nefsin hîlesi çoktur.
***
***
NEFS-İ EMMÂRE ERBÂBI HEM AĞLAR HEM OYNAR
Nefs-i emmâre sahipleri, dünya ehlidirler; kalbleri mâsiyet zulmetleriyle kararmıştır. Kendilerine nasîhat fayda etmediği için –yukarıda da ifade edildiği gibi– ekserisi bu âlemi imansız olarak terk ederler!
Nefsin ikinci mertebesi olan levvâme zümresine mensup insanların, nefisleri emmâre sıfatında, kendileri ise ukbâ ehlidirler. Bunların çoğunluğu imanla giderler. Lâkin emmârede bulunup, bazı menhiyâttan sakınmadıkları için, azap ve ikâba da müstehak olurlar.
Tasavvuf erbâbından, nefs-i emmârede bulunanlar, râbıtadan ve zikirden asla zevk alamazlar. Her an ve her nefes inkıbaz-ı derûndan (mânevî tıkanıklıktan) kurtulmaz, feyz alamazlar. Yaptıklarının ekserisi menhiyât olur, (haramlar- yasaklar cinsindendir). Yani kürsü dibinde ağlayıp, köçek önünde oynar. Kendinde zuhûr eden mâsiyet, ona iyi görünür. Onun için asla tevbe ve istiğfar etmezler.
Eğer bir kimse, nefs-i emmâre sahibine, ‘Sende çirkin fiiller var, tevbe ve istiğfar et’ dese, kızıp öfkelenerek, ‘Bende öyle fiiller yoktur’ der ve ona düşman kesilir.
Bunların zikrinde ve fikrinde aslâ sebat yoktur. Bazan devamlı olarak çalışır, bazan kendisini büsbütün hevâ ve hevese kaptırıp gider. Bazı kere de ehlüllâhın himmeti ile kendisine pişmanlık gelip, işlediği kötülüklere tevbe ve istiğfar eder. Kendisini her şeyden alçak görüp, ‘el-Amân’ diye feryâd ederek yardım istemeye başlar.
Eğer nefs-i emmârede olan kişi (sâlik-mürîd), kâmil ve (mükemmil) bir mürşidin elinde olursa, onun kudsî kuvveti berekâtiyle kısa zamanda nefs-i levvâmeye çıkabilir. Fakat, mürşid noksan olursa, o hâl ile kalıp, büyük tehlikelere düşmesinden korkulur.
Sözün kısası, emmârede olan sâlike, hiçbir şekilde vuslat nasip olmaz; hatta imansız gitmesinden korkulur.’(15)
***
NEFS-İ EMMÂRE VE NEFSİN İTHÂMI(16)
“Allah yolunda, Allah (rızâsı) için (Allâh’ın velî kullarına) hürmet ve saygı göstermek vardır. Bunun mu‘tedil bir tarzda yani ne eksik, ne fazla, orta kararda ve münasip ölçüde kullanılması lâzımdır. Aynı zamanda nefsi ithâm etmeye/suçlamaya taalluk eden husus ve ifâdelerde de hakiki vaziyeti tecâvüz etmemek/aşmamak evlâdır.
"Tasfiye ve tezkiye yolunda (yani şerîat ve ma‘rifet esasları dâhilinde kalbini safîleştirme ve nefsini temizleme hususunda) Hak ve hakikat tâliplerinin, nefsini kötü bilmesi ve onu daima itham altında tutması kadar faydalı bir hâl yoktur. Bu hâl câri ve hâkim olunca, sülûk (ma‘rifetullahta Hakk’a giden yola girmek ve o yolda mesâfe alabilmek) çok kolaylaşır.
Nefs-i emmâre bir taraftan en fenâ, şerîr (kötü ve kötülük işleyen), fesatçı (ve şerrin menbaı) olan bir mahluktur, tasfiye ve tezkiyeden sonra ise en a‘lâ, ekmel ve kudsî bir mahluk olur.
"Nefis emmârelikte iken fenalıkta, şerlilikte öyle bir derecede bulunur ki, kendisi:
● Herkesin hâkimi olmasını ister.
● Herkesin kendine muhabbet etmesini, kendinin kimseye muhabbetle mukayyed (bağlı) olmamasına tâliptir.
● Herkesin kendine muhtaç olması, kendinin kimseye muhtaç olmaması maksûdudur, arzu ve emeli budur.
● Hatta, içinden gelen hırs ve arzusu, gâyesi; herkesin kendine ibâdet etmesi, kendinin ise Allâh’ı ma‘bûd kabul etmemesi yönündedir.
● Yine bu nefis, kötü ve çirkin huylulukta öyle bir mertebededir ki; Mevlâ-yi Müteâl (Allâhü Teâlâ) ile (ilahlıkta) şirkete (ortaklığa) bile râzi olmaz. Zât-ı Akdes-i İlâhî’nin (yani Allahü Teâlâ’nın) bile kendine mahkûm olmasını ister. Onun bu hâli, ulûhiyet iddiâsından başka bir şey değildir.
"Nefs-i emmârelikte bulunanların mânevî halleri; şuûrlu, şuûrsuz (yani anlasa da anlamasa da, idrâk etse de etmese de) işte böyledir. Fakat bu umûra şuûr; gafletin ve cehâletin gılzati (büyüklüğü) sebebiyle, bâtın gözü ve idrâki açık olmayanlar için imkânsız gibidir. Onun için Mevlâ-yi Müteâl (Allâhü Teâlâ) hadîs-i kudsîsinde, “Âdi nefseke feinnehe’n-tesabet bi-müâdâtî” buyurmuşlardır ki, meâli: “Nefsine adâvette ol, zira o benim adâvetime nasb-ı nefs etmiştir (bana düşmanlık için dikilmiştir)".
"Şu halde nefse, onun iştihâlarına, hevâlarına (arzu ve isteklerine) tâbi olan, Mevlâ’nın emirlerine, rızâlarına âsîdir. Nefsi ile berâber olan (öylesine bedbaht bir kişidir ki), onunla Allah adâvettedir. Nefis, Allâh’a adâvette (düşmanlıkta) onun yardımcısıdır. Nefse muhâlefet ise, Allâh’a ve emrine itâattir, nefse de adâvettir, yardımcı olmamaktır. Böyle bir kimse elbette Allah’la beraberdir, Allah da onunladır. Mevlâ’ya dostluk yolundadır. Hubb-i Mevlâ’ya yani Allah sevgisine yol ve mahal olacak mevkidedir. Şüphesiz Hüdâ’nın dostlarından olacaktır.
"O halde, nefse muvâfakatin, ona uymanın insanı nasıl bir ebedî felâkete çekip sürükleyeceğini, ona muhâlefetin ise ne derece sermedî-dâimî bir saâdeti hâsıl eyleyeceğini teemmül etmek (iyice, etraflıca düşünmek) lâzımdır. Onun için; Şâhi’l-küll Nakşibend Hâce Bahâüddîn Muhammed hazretleri, “Ben Allâh’a en akreb (en yakın) bir yol buldum. O da nefsin şerâretini (kötülüğünü) anlayarak dâima ona muhâlefettir (zıt ve aykırı hareket etmektir)” buyurdular. Yine Şâh-ı Nakşibend (k.s.), “Nefsini Firavun’dan a‘lâ (üstün) gören, bu yolda vâsıl-ı hakîkat olamaz (hakikate kavuşamaz)” buyurmuşlardır. Bu sözler, uzun şerhe ve îzâha muhtaçtır.
"Mâlumdur ki; mâsûmiyet (günahsızlık) peygamberlere mahsûr, yani onlarla sınırlandırılmıştır. Mahfûziyet (korunmuşluk) de mü’minlere hasredilmiş, onlara mahsus kılınmıştır. Nübüvvete taalluk eden umûrda (peygamberlikle alâkalı hususlarda) kat‘iyyet vardır. Velâyete terettüp eden umûrda (velîliği alâkadar eden işlerde) ise zan vardır.
"Hâtime (yani son nefesin, âkıbetin nasıl olacağı); Allah bildirmedikçe herkese meçhûldür (belli değildir). İmana da, küfre de kayması muhtemeldir. İş böyle olunca, Firavun’la karşılaşmak nasıl olur?!..
Peygamberlerden mâadâsının hâtimesi meçhûldür (onlardan başkasının sonunun ne olacağı bilinmez). Elde vahiy yoktur. İlham ve keşif, sahibinden mâadâsına huccet olmaz (yani feyz yoluyla kalbe gelen hususi mânâ ve ilimler; perdenin ötesindeki gaybî hususlara, işin hakikatine, ma’nen yaşayarak ve görerek vâkıf olmak, kişinin kendisinden başkasına delil olmaz), hatta kendisine de...
"Bu takdirde, hâtime husûsunda dâima titreyip ürpermek lâzımdır. Allâh’a iltica ve karâr eylemek (Allâh’a sığınıp, hâlin hakikatinden tereddüdü-şüpheyi yok etmek) iktizâ eder. Havf ile reca beyninde (korku ve ümit arasında) bulunmak en sağlam ve en kuvvetli hâldir. Bu ibâdet ve kulluk vazifelerini yerine getirerek gaybî tasarruflara boyun eğmek gerektir. Emnin, ye’sin (âkıbetten emin olmak veya ümit kesmenin) ifrat ve tefrît cereyanlarına kapılmak, kendini perişan eylemektir. Tedbirsiz, fâidesiz bir hâldir.
"Bu umûr (buraya kadar anlatılan hususlar, emirler, vazîfeler) nefsin yüzüne çarpılırsa, onun soluğu münkesir olur, (nefesi kesilir). Tasallutu kırılır, musallat olup rahatsız edemez. Tasarrufu za‘fiyete uğrar. Bunun derecesiyle mütenâsiben (ölçülü ve uyumlu olarak) hürriyet artar. Mevlâ’ya karşı ibâdet ve ubûdiyet başlar. Mevlâ’nın lûtuf ve muvaffak kılması ile reddolunmuş kötü sıfatlar giderek, rızâ-yi İlâhî’ye uygun sıfatlarla ittisâf eder (vasıflanır, güzel ahlâka sahip olur). İtmi’nân emâreleri (nefs-i mutmainnenin işâret ve alâmetleri) yüz gösterir. Ubûdiyet şerefi ve sarsılmaz bir kulluk mertebesi tahakkuk eder. Ölmeden evvel ölmüş, sonra da ölmemek üzere dirilmiş olur. Bu Allahü Teâlâ’nın bir fazl u ihsânıdır ki; geçen açıklamalar dâiresinde harekete muvaffak kılınanlar hakkında cârî ve müstahık (geçerli ve lâyık) olur.
"Allahü Teâlâ bütün tâlipleri bu hakikatle tahakkuka (ona nâil olmaya) mahz-ı fazliyle (sırf lûtfiyle) tevfîk-ı kâmil atâ (tam bir muvaffakiyet ihsan) ve inâyet buyursun.” Âmîn.
***
ANLAYIŞSIZ HASIM
Yahyâ bin Muaz (k.s.) hazretleri:
– Hasmın anlayışlı biri olması, kişinin şansındandır. Benim hasmımda ise hiç anlayış ve insaf yok, buyurmuştu.
Kendisine sordular:
– Senin hasmın kimdir?
Şöyle cevap verdi:
– Nefsimdir!.. Onun hiç anlayışı yok… Ona kalsa, dünya hayatında tadacağı, anlık-geçici zevkleri, ileride elde edeceği dâimî ve ebedî cennet nîmetlerine tercih edecek…
Evet, hakikaten de insanın en büyük hasmı ve düşmanı kendi nefsi, yani nefs-i emmâresidir.
Nitekim Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz, “Senin en büyük düşmanın, (merkezi) iki kaşının arasında (olan) nefsindir” ihtârı ile uyarıyor.
Cenâb-ı zû’l-Celâl ve’l-Kemâl Hazretleri de yine biz kullarını nefsin ne amansız bir düşman olduğu hususunda îkaz için hâdis-i kudsîsinde buyurmuştur ki: “Nefsine adâvet et (ona düşman ol); zira o benimle adâvete nasb-ı nefs eylemiştir (düşmanlığa kalkışmıştır.)”
***
ALLAH YOLUNDA NEFİSLE BİRLİKTE YÜRÜNMEZ
Ali bin Müzeyyen (k.s.) hazretlerinden:
“Allah yolunda nefisle birlikte yürümek isteyen, daha ilk adımında hata etmiş demektir. Nefsini terk edip de, ihlâs ile, her şeyde Allâh’ın rızâsını düşünerek yola çıkarsa, Allah Teâlâ onu zâtına kavuşturur.”
***
İŞİN ASLI KALBE DAYANIR
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) hazretleri Şeyh Muhammed Çeterî’ye gönderdikleri mektupta şunları yazmaktadır:
“Bilmiş olasın(ız) ki, işin aslı kalbe dayanır. Eğer kalb, Allah Teâlâ'dan başkasına meftûn-tutkun ve bağlanmış ise, o kalb harab ve ebterdir; yani vîrandır, hayırsızdır.
“Yalnız zâhirî ibâdetlerle ve sûrî amellerle bir şey hâsıl olmaz, elde edilmez. Bilakis herkese lâzım olan; Allah Teâlâ'nın gayri hiçbir şeye iltifat etmeyen selîm (temiz ve sağlam, mutmain ve müsterih) bir kalb ve şerîatın yapılmasını emrettiği bedene bağlı sâlih amellerdir. Şu hayatta ruhsuz beden tasavvur edilemeyeceği (düşünülemeyeceği) gibi, sâlih ameller olmadan da kalbin sâlim (sağlıklı ve temiz) olduğunu iddia etmek bâtıldır, boş sözden ibarettir.
“Kalıpla (bedenle) yapılması gereken sâlih ameller olmadan, kalble alâkalı hallerin hâsıl olması (elde edilmesi) da muhâldir, mümkün olmaz. Bu zamanda ise mülhidlerden pek çoğu, bu elde edilmesi mümkün olmayacak şeyin iddiâsındadırlar. [Meselâ: Sen benim abdestle-namazla alâkam olmadığına bakma, benim kalbim temizdir... derler. Bu ve benzeri laflar, boş lakırdıdan ibârettir.]
“Allah Teâlâ bizleri, Habîbi (aleyhi's-salâtü ve's-selâmü ve't-tehıyye) hürmetine onların bu kötü itikatlarından necatta kılsın.”(17) Âmîn...
***
HUZÛR VE ÂFİYET NEFSİN İTMİ’NÂNI İLE MÜMKÜNDÜR
Molla Câmi (k.s.) hazretleri, bir gün dostlarından birine,
– Ne iş yapıyorsun? diye sormuştu. O da,
– Hamdolsun çok huzûrluyum, sıhhat ve âfiyet içindeyim. Dünyayı terk edip bir köşeye çekildim. Zikr-i İlâhî ile meşgul oluyorum, demişti.
Molla Câmi (k.s.) hazretleri cevap olarak;
– Huzûr ve âfiyet bu değildir. Huzûr ve âfiyet, insanın nefsinin emmârelikten kurtulup, itmi‘nâna kavuşmasıdır. (Yani, nefsin kötüyü emredicilikten kurtulup hayra sevk edici hâle gelmesi, yapılan râbıta ve zikirle sükûnete erip itmi’nan istikrar bulmasıdır.) Nefsini itmi‘nâna kavuştur da ister köşende otur, istersen insanların içinde ol, buyurdular.
DİPNOTLAR
(1) Kur’ân-ı Kerim, Câsiye sûresi, 45/23)
(2) el-Mektûbât, İmâm-ı Rabbânî, 1, 260.
(3) Kur’ân-ı Kerim, Bakara sûresi, 2/54.
(4) İbn Mâce, Sünen, 2, 1334-1335)
(5) Kur’ân-ı Kerim, Yûsuf sûresi, 12/53.
(6) Kur’ân-ı Kerim, Kıyâme sûresi, 75/21.
(7) Kur’ân-ı Kerim, Şems sûresi, 91/8.
(8) Kur’ân-ı Kerim, Fecr sûresi, 89/27.
(9) Kur’ân-ı Kerim, Fecr sûresi, 89/28.
(10) Kur’ân-ı Kerim, Âl-i İmrân sûresi, 3/15.
(11) Kur’ân-ı Kerim, Beyyine sûresi, 93/8.
(12) Süleyman Efendi Hz.’den (k.s.) nakleden, talebesi Ziya Sunguroğlu.
(13) Seyyid Şerif Cürcânî, Kitâbü't-Ta‘rîfât.
(14) Kur’ân-ı Kerim, A‘raf sûresi, 7/179.
(15) Şemseddin Nûrî, Miftâhu'l-Kulûb, Risâle-i Murâkabe, s. 36-7-8.
(16) Süleyman Hilmi Silistrevî (k.s.), a.g.e. “Nefs-i emmâre ve ittihâm-ı nefsî” başlıklı makale
(17) el-Mektûbât, 1, 39.
İSLAM ALİMLERİ ANSİKLOPEDİSİ
İBN-İ HACER-İ ASKALÂNÎ
Hadîs âlimlerinin büyüklerinden ve Şafiî mezhebinde meşhûr fıkıh âlimi. İsmi, Ahmed bin Ali bin Muhammed bin Muhammed bin Ali bin Ahmed olup, künyesi Ebü’l-Fadl’dır. Lakabı ise Şihâbüddîn’dir. El-Kınânî, el-Askalânî, el-Mısrî ve el-Kâhirî nisbetleri vardır. 773 (m. 1372) senesi Şa’bân ayının onikisinde Kâhire’de doğdu. 852 (m. 1449) senesi Zilhicce ayının yirmisekizinde, Cumartesi gecesi Kâhire’de Vefât etti. Cenâze namazında sultan da bulundu. Halîfenin izni ile cenâze namazını el-Bülkînî kıldırdı. Karâfe kabristanında İmâm Leys bin Sa’d’ın kabrinin yakınına defnedildi. İbn-i Hacer, ilim, edeb ve fazileti ile meşhûr bir ailenin çocuğudur. Küçük yaşta iken kaybetmiş olduğu babası Nûreddîn, ders okutmaya ve fetvâ vermeğe icâzetli bir âlim idi. İbn-i Hacer, daha küçük yaşta iken annesini de kaybetti. Vasisi olan Mısır’ın büyük tüccârlarından Zekiyyüddîn el-Harûbî’nin himâyesi altında büyüdü. Zekiyyüddîn el-Harûbî, 784 (m. 1382) senesinde hacca giderken onu da beraberinde götürdü.
İbn-i Hacer, dokuz yaşında iken “Muhtasar-üt-Tebrîzî” adlı eseri şerh eden Sadr-üs-Safti’nin yanında Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Az bir süre sonra fıkıh ve sarf ilimlerini öğrenmeye başladı. Daha sonra uzun müddet, zamanın en meşhûr âlimlerinden ders aldı. El-Bülkînî, el-Bermâvî, İbn-i Mülakkın ve İbn-i Cemâ’a’dan hadîs ve fıkıh ilmini öğrendi. Sadr el-Ebşîtî Şems bin el-Kattân’dan; fıkıh, Arab dili ve edebiyatını ve hesap ilimlerini öğrendi. Nûr el-Edmî el-Ebnâsî’nin fıkıh derslerini dinledi. Hümâm el-Harezmî, Kanber el-Acemî, Bedr bin et-Tanbedî, İbn-i Sâhib, Şihâbüddîn Ahmed bin Abdullah el-Bûsırî ve Cemâlüddîn el-Mârdânî’den ilim öğrendi. Lügat, Arab dili ve edebiyatının inceliklerini el-Gamârî ve Muhib bin Hişâm’dan, arûzu Bedr el-Beştekî’den, hat (yazı) ilmini Ebî Ali ez-Zeftâvî en-Nûr el-Bedmâsî’den, kırâat ilmini et-Tenûhî’den öğrendi.
İSLAM ALİMLERİ ANSİKLOPEDİSİ
İBN-İ HACER-İ ASKALÂNÎ
Hadîs âlimlerinin büyüklerinden ve Şafiî mezhebinde meşhûr fıkıh âlimi. İsmi, Ahmed bin Ali bin Muhammed bin Muhammed bin Ali bin Ahmed olup, künyesi Ebü’l-Fadl’dır. Lakabı ise Şihâbüddîn’dir. El-Kınânî, el-Askalânî, el-Mısrî ve el-Kâhirî nisbetleri vardır. 773 (m. 1372) senesi Şa’bân ayının onikisinde Kâhire’de doğdu. 852 (m. 1449) senesi Zilhicce ayının yirmisekizinde, Cumartesi gecesi Kâhire’de Vefât etti. Cenâze namazında sultan da bulundu. Halîfenin izni ile cenâze namazını el-Bülkînî kıldırdı. Karâfe kabristanında İmâm Leys bin Sa’d’ın kabrinin yakınına defnedildi. İbn-i Hacer, ilim, edeb ve fazileti ile meşhûr bir ailenin çocuğudur. Küçük yaşta iken kaybetmiş olduğu babası Nûreddîn, ders okutmaya ve fetvâ vermeğe icâzetli bir âlim idi. İbn-i Hacer, daha küçük yaşta iken annesini de kaybetti. Vasisi olan Mısır’ın büyük tüccârlarından Zekiyyüddîn el-Harûbî’nin himâyesi altında büyüdü. Zekiyyüddîn el-Harûbî, 784 (m. 1382) senesinde hacca giderken onu da beraberinde götürdü.
İbn-i Hacer, dokuz yaşında iken “Muhtasar-üt-Tebrîzî” adlı eseri şerh eden Sadr-üs-Safti’nin yanında Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Az bir süre sonra fıkıh ve sarf ilimlerini öğrenmeye başladı. Daha sonra uzun müddet, zamanın en meşhûr âlimlerinden ders aldı. El-Bülkînî, el-Bermâvî, İbn-i Mülakkın ve İbn-i Cemâ’a’dan hadîs ve fıkıh ilmini öğrendi. Sadr el-Ebşîtî Şems bin el-Kattân’dan; fıkıh, Arab dili ve edebiyatını ve hesap ilimlerini öğrendi. Nûr el-Edmî el-Ebnâsî’nin fıkıh derslerini dinledi. Hümâm el-Harezmî, Kanber el-Acemî, Bedr bin et-Tanbedî, İbn-i Sâhib, Şihâbüddîn Ahmed bin Abdullah el-Bûsırî ve Cemâlüddîn el-Mârdânî’den ilim öğrendi. Lügat, Arab dili ve edebiyatının inceliklerini el-Gamârî ve Muhib bin Hişâm’dan, arûzu Bedr el-Beştekî’den, hat (yazı) ilmini Ebî Ali ez-Zeftâvî en-Nûr el-Bedmâsî’den, kırâat ilmini et-Tenûhî’den öğrendi.
İbn-i Hacer, 793 (m. 1390) senesinden sonra, bilhassa hadîs tahsili ile meşgûl oldu ve bu uğurda; Mısır, Suriye, Hicaz ve Yemen’e çok kerre ilmî seyahatler yaptı. Birçok edîb ve lisân âlimleri ile görüştü. Yemen’de Kâmûs-ül-muhît sahibi Mecdüddîn bin eş-Şîrâzî’den ve birçok âlimden ilim öğrendi. Şam, Gazze, Remle, Kudüs, Dımeşk ve başka yerlerde hadîs-i şerîf dinledi. On sene Zeyn-ül-Irâkî’den hadîs ilmini tahsil etti. Hocalarının hepsi, onu fetvâya ve ilim öğretmeye me’zûn kıldılar. Ya’nî bu husûsta diploma verdiler.
İbn-i Hacer-i Askalânî’nin hocalarının herbiri, zamanında ve sahasında üstün zâtlardı. El-Irâkî hadîs ilminde, el-Heysemî ilimlere dâir metin kitaplarını ezberlemekte, et-Tenûhî kırâat ilminde, el-Bülkînî çok ezber ve geniş ma’lûmâtıyla, İbn-i Mülakkın çok eser yazmakta, el-Fîrûz Âbâdî lügat ilminde, el-Gamârî Arab dili ve edebiyatında mütehassıs idi.
İbn-i Hacer, birçok ilmî eseri ezberledi. Râvîlerin hâl tercümelerini bilmede ve târih ilminde üstüne yok idi. Cemâliyyet-ül-cedîde Medresesi’nde hadîs dersleri okuttu. 814 (m. 1411) senesinde, buradan ayrılıp eser yazmakla meşgûl oldu. Baybarsiyye’de şeyhülislâmlık makamına getirildi. Daha sonra Müeyyidiyyet-ül-cedîde Medresesi’nde Şafiî fıkhını okuttu.
İbn-i Hacer, kendisine teklif edilen kadılık vazîfesini önce kabûl etmedi. Sonra Kâdı’l-kudât el-Bülkînî’nin ısrarına dayanamıyarak, 827 (m. 1423) senesi Muharrem ayının yirmiyedisinde kadı oldu. Mısır’daki kadılık vazîfesinden, birkaç defa ayrılıp, tekrar o göreve getirilmek sûretiyle yirmibir sene bulundu. Aynı zamanda muhtelif câmi ve medreselerde tefsîr, hadîs ve fıkıh okuttu.
Talebesi Sehâvî, ders okuttuğu yerler hakkında şöyle demektedir: “Hocam İbn-i Hacer birçok yerde ders okuttu. El-Haseniyye ve el-Mensûriyye’de tefsîr, el-Baybarsiyye, el-Cemâliyye, el-Haseniyye, ez-Zeyniyye, eş-Şeyhûniye, Câmi-i Tûlûn, Kubbet-ül-Mensûriyye’de hadîs, el-Harûbiyye, el-Bedriyye, eş-Şerîfiyye, el-Fahriyye, eş-Şeyhûniyye, es-Sâlihiyye, en-Necmiyye, es-Salâhiyye, el-Müeyyidiyye ve başka yerlerde fıkıh dersleri verdi. Bu yerlerin sayısı onaltıya ulaştı.”
bn-i Hacer-i Askalânî, hâfız-ül-hadîs (yüzbinden fazla hadîs-i şerîf ezberleyen) idi. Bu büyük âlimin her sözü senet, sağlam bir vesîkadır. Bütün ilim dallarında söz sahibi idi. Hocası Hâfız el-Irâkî’ye, kendisinden sonra ilimde halef (yerine kimi) bıraktığı sorulduğunda; “İbn-i Hacer, sonra oğlum Ebû Zür’a, sonra da el-Heysemî” buyurdu.
Hâfız Takıyyüddîn Muhammed bin Muhammed bin Fehd onun hakkında: “İbn-i Hacer, faydalıyı taleb eden biri olup, zamanının âlimleri arasında tek idi. Bilhassa hadîs ilminde mütehassıs oldu. Kıymeti yüksek ve faydalı eserler yazdı. Eserleri, onun üstünlüğüne delîldir. Âlimler onun üstünlüğünde sözbirliği ettiler. O; İmâm, büyük âlim, hafız, muhakkik, kuvvetli îmân ve güzel ahlâk sahibi, konuşması tatlı, ta’birleri güzel, benzeri görülmeyen bir zât idi” demektedir.
Menhel-üs-Sâfi kitabının sahibi ise, onun hakkında şöyle demektedir: “Allahü teâlâ, İbn-i Hacer’e rahmet eylesin. O, zamanının hafızı idi. Doğu ve batıda tek hafız idi. Hadîs ilminde mü’minlerin hocası idi. Kendisiyle bu ilmin riyaseti son buldu.”
İbn-i Münâvî eş-Şâfiî, “Yevâkit-ved-Dürer” adlı eserinde; “Şeyh-ül-İslâm Şihâbüddîn Ebü’l-Fadl bin Hacer, zamanının bir tanesi idi. Zamânınında hadîs-i şerîf ilminin bayrağını dalgalandırdı. Asrının Zehebî’si idi. Ehl-i ilmin dayanak mercii oldu” demektedir.
İmâm-ı Süyûtî de onun hakkında şöyle demektedir: “İbn-i Hacer, Şeyh-ül-İslâm, zamanının hafızı ve İmâmı idi. Kâdı’l-kudât idi. Eğer derslerinde bulunmayıp onun dilinden hadîs-i şerîf dinlememiş olsaydım, eserlerinden istifâde ederdim. Kendisinden çok istifâde ettim. Onun gibisini ondan sonra görmedim. İbn-i Hacer, heybetli ve vekar sahibi idi. Başkasını üzecek birşey konuşmaz, kendisine kötü davranana iyilikle muâmele ederdi. Kendi aleyhinde bulunan kimseye gücü yettiği hâlde mukâbelede bulunmazdı. Çok zekî, ilimde mehâretli, konuşması düzgün ve tatlı, sesi ahenkli idi. Çok oruç tutar ve çok ibâdet ederdi. Kendisinden önceki âlimlerin, sâlihlerin yolunda ve âdeti üzere bulundu.”
bn-i Hacer-i Askalânî, yüzelliden fazla eser yazdı. Bunlardan en önemlileri şunlardır. 1-Feth-ül-bârî li Şerh-il-Buhârî: Sahîh-i Buhârî’nin şerhi olan bu eser çok meşhûrdur. Bu eserini tamamladıktan sonra, beşyüz altın harcayarak büyük bir ziyâfet verdi. Çeşitli yerlerde baskısı yapılmıştır. 2-Tehzîb-üt-tehzîb, 3-Lisân-ül-mîzân, 4-Ta’cîl-ül-menfea, 5-Takrîb-üt-tehzîb, 6-El-İsâbetü fî temyîz-is-Sahâbe: Bu eserinde İbn-i Hacer, Eshâb-ı Kirâmın hayatlarını çok güzel anlatmaktadır. Bu eser, İbn-i Esîr’in “Üsüd-ül-gâbe” kitabından daha mükemmeldir. Dört cilddir. 1280 (m. 1863) senesinde Hindistan’da ve 1328 (m. 1910) senesinde Mısır’da ve Beyrut’ta basılmıştır. 7-Ed-Dürer-ül-kâmine, Dört cilddir. Sekizinci asırda yaşayan meşhûr, âlim, devlet adamı ve ileri gelenlerin hayatlarını anlatmaktadır, matbûdur. 8-Ref-ül-ısr, 9-Nüzhet-ül-elbâb fıl-elkâb, 10-Tebsîr-ül-müntebih, 11-Zehn-ül-Firdevs, 12-Müsned-ül-Bezzâz 13-El-Münebbihât alel-isti’dâdi liyevm-il-meâd gibi eserlerinden başka, bir dîvânı, târihle ilgili bir kitabı ve güzel hutbeleri vardır.
İbn-i Hacer-i Askalânî’nin “el-Münebbihât alel-isti’dâdi li yevm-il-meâd” isimli eserinden ba’zı bölümler (Muhammed Nevevî bin Ömer el-Câvî’nin bu eser üzerine yaptığı Nesâih-ül-ibâd adlı şerhden de faydalanılmıştır.):
Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Şu iki hasletten daha üstün birşey yoktur: Allahü teâlâya îmân ve müslümanlara (söz, makam, mal veya beden ile) faydalı olmaktır. Şu ikisinden de daha kötü birşey yoktur; Allahü teâlâya şirk koşmak ve müslümanlara (bedenlerine ve mallarına) zarar vermektir.” Allahü teâlânın bütün emirleri, neticede şu iki şeyden ibârettir: Allahü teâlâya ta’zim ve O’nun kullarına şefkattir.
Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “(ilmi ile amel eden) âlimlerin meclislerinde bulununuz. Hakîmleri (Allahü teâlâyı tanıyan, sözlerinde ve fiillerinde isâbetli olan âlimlerin) sözlerini iyi dinleyiniz. Çünkü Allahü teâlâ, ölü toprağı yağmur suyu ile dirilttiği gibi, hikmet (fâideli ilim) nûru ile de ölü kalbi diriltir.”
aberânî ( radıyallahü anh ), İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin ( radıyallahü anh ) şu sözünü rivâyet eder: “Büyüklerin meclisinde bulununuz, âlimlerden sorunuz, hakîmlerle oturup kalkınız.” Âlimler üç kısımdır. Bunlar: 1-Allahü teâlânın bildirdiği hükümleri bilen âlimler. Bunlar fıkıh âlimleridir. 2- Ârif-i billâh olan âlimler. Bunlarla beraber olmak, kalbleri ma’rifetullah ile, sırları Allahü teâlânın celâl nûru ile aydınlatır. 3-Bu iki kısmı bilen âlimlerdir ki, bunlarla beraber olmak, insanı yüksek ve kıymetli hâllere kavuşturur. Nazarın verdiği fâide, sözün verdiği fâideden daha yüksektir. Bakışı fâide verenin, sözleri de fâide verir. Aksi de böyledir. Ya’nî nazarı fâide vermiyenin, sözü fâide vermez, te’sîr etmez.
Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Ümmetime öyle bir zaman gelecek ki, âlimlerden kaçacaklar. Allahü teâlâ da onlara üç belâ verecektir, 1-Allahü teâlâ, onların kazançlarından bereketi alacak. 2-Onlara zâlim bir sultan musallat kılacak. 3-Onların bir kısmı dünyâdan imansız ayrılacaklar.”
Ebû Bekr ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Kabre azıksız, sâlih ameli olmadan giren, denize gemisiz girmiş gibidir.”
Ömer ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Dünyânın izzeti mal ile, âhıretin izzeti, sâlih amel iledir.” Ya’nî, dünyâ işleri mal ile kuvvetli olur ve iyi gider. Âhıret işleri de sâlih amellerle kuvvet bulur ve iyi olur.
Abdülmu’tî Semlâvî nakletti: Resûlullah ( aleyhisselâm ) Cebrâil’e (aleyhisselâm) buyurdu ki: “Bana Ömer’in iyiliklerini anlat.” Cebrâil (aleyhisselâm) “Denizler mürekkeb, ağaçlar kalem olsa, Ömer’in iyiliklerini anlatamazdı” dedi. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) yine Cebrâil’e; “Bana Ebû Bekr’in iyiliklerini anlat” buyurunca, Cebrâil (aleyhisselâm); “Ömer ( radıyallahü anh ), Ebû Bekr’in hasenatından birisidir” buyurdu.
Osman ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Dünyâ üzüntüsü, kalbde zulmet, âhıret üzüntüsü ise kalbde nûrdur.” Ya’nî, dünyâ işlerine âit üzüntü kalbi karartır. Âhıret işlerine dâir üzüntü ise kalbi nûrlandırır. Allahım! Dünyâyı bize en büyük üzüntü kılma. Âmin.
Nefsin terbiyesi
li ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Kim Cenneti taleb ederse, Cennet de onu taleb eder. Kim günah peşinde olursa, Cehennem onu ister.” Ya’nî, âkil baliğ olan kimsenin mutlaka bilmesi lâzım olan fâideli bilgiyi öğrenmekle meşgûl olursa, bu bilgileri arar ve isterse, hakîkatte o kimse Cenneti, Allahü teâlânın rızâsını istemektedir. Kim de günah olan şeyleri isterse, hakîkatte Cehennemi ve Allahü teâlânın gazâbını istemektedir.
Yahyâ bin Mu’âz ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Kerîm olan (işleri güzel olan kimse) Allahü teâlâya âsî olmaz. Dünyâyı âhırete tercih etmeyen kimse ise hakîmdir.” Ya’nî kerîm kimse, takvâya yapışmak, günahlardan korunmak sûretiyle kendisine ikramda bulunur. Hakîm, işlerinde isâbetlidir. Akl-ı selime muhalefetten sakınır.
Süfyân-ı Sevrî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Şehvetten (ya’nî nefsin arzu ve isteklerinden) dolayı işlenen günahların af olunması umulur. Fakat kibirden (üstünlük iddiasından, kişinin kendisini büyük görmesinden dolayı) yapılan günahların af ve mağfiret olunması pek zordur. Çünkü, şeytanın günâhının aslı kibirden idi. O, kendisinin Âdem aleyhisselâmdan üstün olduğunu iddia etmişti.”
Zâhidlerden birisi buyurdu: “Kim gülerek günah işlerse, Allahü teâlâ onu, ağladığı hâlde Cehenneme atar. Çünkü böyle kimse, sonunda pişman olur. Allahü teâlâdan kendisini af ve mağfiret etmesini diler. Kim de, Allahü teâlâya karşı olan hayasından ve Allahü teâlâya karşı ibâdet ve tâattaki eksikliklerinden ve kusurlarından korktuğu için, ağlıyarak Allahü teâlâya tâatta bulunursa, Allahü teâlâ onu, sevinçli olduğu hâlde Cennetine koyar. O sevinçlidir, çünkü maksudu olan Allahü teâlânın affına kavuşmuştur.” Evliyâdan birisi buyurdu ki: “Günahları küçük görmeyiniz. Çünkü büyük günahlar, küçük günahlardan doğar.” Ba’zan Allahü teâlânın gazâbı küçük günahlarda olabilir.
alb tabiblerinden olan evliyâdan birisi şöyle buyurdu: “Allahü teâlâdan daha yakın bir yardımcısı olduğunu zanneden kimsenin Allahü teâlâyı tanıması azdır. (Ya’nî Allahü teâlâdan başkasını kendisine daha yakın ve yardımcı olarak görürse, o kimse Allahü teâlâyı hakkıyla tanımamıştır.) Kim de nefs-i emmâresini en büyük düşman bilmezse, o kimse nefsini tanımamıştır.”
Ebû Bekr-i Sıddîk ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Dil (kötü sözler söylemek sûretiyle) bozulursa, bundan dolayı insanlar sıkıntı duyar ve üzülürler. Kalb (riya ve benzeri hastalıklarla) bozulursa, o zaman melekler üzülür ve ağlarlar.” Denildi ki: “Şehvet, sultânları köle yapar. (Çünkü, kişi sevdiğinin kölesidir.) Sabır da köleyi sultan yapar. (Çünkü köle, sabretmek sûretiyle muradına kavuşur.)”
“Kim günahları terkederse, kalbi incelir (nasihat kabûl eder ve boyun eğer). Yemesinde, giymesinde ve başka şeylerde haramı terkedip, helâlinden yiyen kimsenin zihni saf ve parlak olur. Böylece Allahü teâlânın, öldükten sonra diriltmesine delâlet eden yüce işlerine (ilkbaharda ağaçların ve yeryüzünün yeşermesi gibi) bakar, bunlar üzerinde düşünür. Allahü teâlânın kudretini, ilmini, kâinatın ve O’nun, herşeyin sahibi ve mâliki olduğunu müşâhede eder.”
Denildi ki: “Aklın kemâli, Allahü teâlânın rızâsına uyup, gazâbına vesile olacak şeylerden uzak kalmaktır.”
“İlmi ile amel eden fazilet sahibi için gariplik yoktur. Zîrâ böyle bir kimse, her yerde ikram ve hürmet görür. Memleketinden uzakta olsa bile, her yer ona vatandır.”
li ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Kim Cenneti taleb ederse, Cennet de onu taleb eder. Kim günah peşinde olursa, Cehennem onu ister.” Ya’nî, âkil baliğ olan kimsenin mutlaka bilmesi lâzım olan fâideli bilgiyi öğrenmekle meşgûl olursa, bu bilgileri arar ve isterse, hakîkatte o kimse Cenneti, Allahü teâlânın rızâsını istemektedir. Kim de günah olan şeyleri isterse, hakîkatte Cehennemi ve Allahü teâlânın gazâbını istemektedir.
Yahyâ bin Mu’âz ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Kerîm olan (işleri güzel olan kimse) Allahü teâlâya âsî olmaz. Dünyâyı âhırete tercih etmeyen kimse ise hakîmdir.” Ya’nî kerîm kimse, takvâya yapışmak, günahlardan korunmak sûretiyle kendisine ikramda bulunur. Hakîm, işlerinde isâbetlidir. Akl-ı selime muhalefetten sakınır.
Süfyân-ı Sevrî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Şehvetten (ya’nî nefsin arzu ve isteklerinden) dolayı işlenen günahların af olunması umulur. Fakat kibirden (üstünlük iddiasından, kişinin kendisini büyük görmesinden dolayı) yapılan günahların af ve mağfiret olunması pek zordur. Çünkü, şeytanın günâhının aslı kibirden idi. O, kendisinin Âdem aleyhisselâmdan üstün olduğunu iddia etmişti.”
Zâhidlerden birisi buyurdu: “Kim gülerek günah işlerse, Allahü teâlâ onu, ağladığı hâlde
hidlerden birisi buyurdu: “Kim gülerek günah işlerse, Allahü teâlâ onu, ağladığı hâlde Cehenneme atar. Çünkü böyle kimse, sonunda pişman olur. Allahü teâlâdan kendisini af ve mağfiret etmesini diler. Kim de, Allahü teâlâya karşı olan hayasından ve Allahü teâlâya karşı ibâdet ve tâattaki eksikliklerinden ve kusurlarından korktuğu için, ağlıyarak Allahü teâlâya tâatta bulunursa, Allahü teâlâ onu, sevinçli olduğu hâlde Cennetine koyar. O sevinçlidir, çünkü maksudu olan Allahü teâlânın affına kavuşmuştur.” Evliyâdan birisi buyurdu ki: “Günahları küçük görmeyiniz. Çünkü büyük günahlar, küçük günahlardan doğar.” Ba’zan Allahü teâlânın gazâbı küçük günahlarda olabilir.
Kalb tabiblerinden olan evliyâdan birisi şöyle buyurdu: “Allahü teâlâdan daha yakın bir yardımcısı olduğunu zanneden kimsenin Allahü teâlâyı tanıması azdır. (Ya’nî Allahü teâlâdan başkasını kendisine daha yakın ve yardımcı olarak görürse, o kimse Allahü teâlâyı hakkıyla tanımamıştır.) Kim de nefs-i emmâresini en büyük düşman bilmezse, o kimse nefsini tanımamıştır.”
bû Bekr-i Sıddîk ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Dil (kötü sözler söylemek sûretiyle) bozulursa, bundan dolayı insanlar sıkıntı duyar ve üzülürler. Kalb (riya ve benzeri hastalıklarla) bozulursa, o zaman melekler üzülür ve ağlarlar.” Denildi ki: “Şehvet, sultânları köle yapar. (Çünkü, kişi sevdiğinin kölesidir.) Sabır da köleyi sultan yapar. (Çünkü köle, sabretmek sûretiyle muradına kavuşur.)”
“Kim günahları terkederse, kalbi incelir (nasihat kabûl eder ve boyun eğer). Yemesinde, giymesinde ve başka şeylerde haramı terkedip, helâlinden yiyen kimsenin zihni saf ve parlak olur. Böylece Allahü teâlânın, öldükten sonra diriltmesine delâlet eden yüce işlerine (ilkbaharda ağaçların ve yeryüzünün yeşermesi gibi) bakar, bunlar üzerinde düşünür. Allahü teâlânın kudretini, ilmini, kâinatın ve O’nun, herşeyin sahibi ve mâliki olduğunu müşâhede eder.”
Denildi ki: “Aklın kemâli, Allahü teâlânın rızâsına uyup, gazâbına vesile olacak şeylerden uzak kalmaktır.”
“İlmi ile amel eden fazilet sahibi için gariplik yoktur. Zîrâ böyle bir kimse, her yerde ikram ve hürmet görür. Memleketinden uzakta olsa bile, her yer ona vatandır.”
ulun tâatle meşgûl olması, onun Allahü teâlâyı tanıdığına delâlet eder. Kulun tâatı arttıkça, Allahü teâlâyı tanıması da o derece artar. Tâat azaldıkça, ma’rifetullah da azalır. Zâhir, bâtının aynasıdır.”
Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Bütün günahların aslı dünyâ sevgisidir.”
Denildi ki: “Ahmakla arkadaşlık etmek, bereketsiz ve fâidesiz bir iştir.” Ahmak; çirkinliğini bildiği hâlde, birşeyi, olması lâzım gelenden başka yapandır.
Taberânî’nin bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Ahmağın sevgisini kes, at.” Ya’nî onunla beraber olma, zîrâ onun hâli çirkindir. Tabiatlar hırsız gibidir. Senin tabiatın, onun kötü hâlini çalabilir.
Tirmizî’nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Server-i âlem ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “İki haslet vardır ki, kimde bunlar bulunursa, Allahü teâlâ onu şükredici ve sabredici olarak yazar. Kimde
u ikisi bulunmazsa, Allahü teâlâ onu şükredici ve sabredici olarak yazmaz. Bu iki haslet şudur: 1-Kişinin dîni husûsunda, kendisinden yukardakine bakıp ona uyması, dünyâsı husûsunda, kendisinden aşağıdakine bakıp, Allahü teâlânın kendisine olan lütfundan dolayı hamdetmesidir. Allahü teâlâ böyle bir kulu şükredici ve sabredici olarak yazar. 2-Kişinin, dîni husûsunda kendisinden aşağıdakine bakması, dünyâ husûsunda kendisinden yukardakine bakması ve kaçırdığı şeyden dolayı üzülmesidir. Böyle bir kimseyi, Allahü teâlâ şükredici ve sabredici olarak yazmaz.”
Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kim geçim darlığından şikâyet ederek sabahlarsa, sanki Rabbini şikâyet etmiş olur. (Hâlbuki sıkıntılar ve dilekler, yalnızca Allahü teâlâya arz olunur. Şikâyetler O’na yapılır. Bu da duâdan sayılır. Fakat, insanlara yapılan şikâyet, Allahü teâlânın taksiminden râzı olmadığına alâmettir.) Kim dünyâ işleri için üzüntülü olarak sabahlarsa, Allahü teâlâya kızarak sabahlamış olur. (Ya’nî dünyâ işlerine üzülen kimse, Allahü teâlâya kızar. Çünkü böyle kimse, Allahü teâlânın kazasından râzı değildir. O’ndan gelen belâ ve musibete sabredici değildir. Hâlbuki dünyâda olan herşey, Allahü teâlânın kazası ve kaderi iledir.) Kim bir zengine zenginliğinden dolayı tevâzu gösterirse, dîninin üçtebiri gider. (Dinde
r.) Kim bir zengine zenginliğinden dolayı tevâzu gösterirse, dîninin üçtebiri gider. (Dinde insanlara malı için değil de, ilmi ve salâhı için hürmet etmek mu’teberdir. Mala kıymet veren, ilmi ve salâhı küçültmüş olur.)”
Ebû Bekr ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Üç şeye, üç şeyle ulaşılmaz. 1-Zenginliğe hayâl ve arzu ile, 2-Gençliğe saçı kına ile boyamakla, 3-Sıhhate yalnız ilâçla ulaşılmaz. Bilakis, Allahü teâlânın şifâ vermesi ile ulaşılır.”
Ömer bin Hattâb ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “İnsanlara sevgi göstermek aklın yarısıdır. Âlimlere suâl sormak ilmin yarısıdır. (Çünkü ilim, sormakla hâsıl olur.) Güzel tedbir (işleri, neticelerini hesaplayarak yapmak) geçimin yarısıdır.
Osman bin Affân ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Dünyâyı terk edeni, Allahü teâlâ sever. (Çünkü dünyâyı terketmek, riyayı ve övülmeyi terketmektir.) Günahlan terk edeni, melekler sever.
ünkü, günah işliyen kimse, günahları yazan melekleri rahatsız eder.) Müslümanların malında, canında gözü olmayanı müslümanlar sever.”
Ali bin Ebî Tâlib ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Dünyâ ni’metleri içerisinde, müslüman olmak, ni’met olarak yeter. (Allahü teâlânın en büyük ni’meti, onların yokluktan varlığa çıkarması, küfrün karanlıklarından kurtarıp, İslâm ile şereflendirmesidir.) insana meşgûliyet olarak tâat yeter. Nasihat ve ibret olarak ölüm yeter (Çünkü ölüm, insanlar için en büyük vâ’izdir.)” Davûd aleyhisselâma Zebur’da şöyle vahyedildi: “Akıllı kimsenin üç şeyle meşgûl olması gerekir: 1-Sâlih ameller işlemek sûretiyle âhırete hazırlanmak. 2-Dünyâ hayâtı için lâzım ve kâfi olanı yerine getirmek. 3-Helâl kazanmanın lezzetine tâlib olmak.”
Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Üç şey sahibini azaptan kurtarır. Üç şey helake götürür. Üç şeye, âhırette üç tane derece vardır. Üç şey de günahlara keffârettir. Sahibini azaptan kurtaranlar şunlardır: Gizlide açıkta Allahü teâlâdan korkmak. Fakir ve zengin iken, orta hâl üzere bulunmak. (Ya’nî zengin
ken isrâf etmemek, fakir iken de fakirliğe rızâ göstermek.) Rızâ ve gadab hâlinde adâlet üzere olmak. (Ya’nî Allah için gadab ve Allah için rızâ göstermek.) Helake götüren üç şey şunlardır: 1- Şiddetli cimrilik, (Bu şekilde cimri olan kimse, Allahü teâlânın ve kullarının hakkını yerine getiremez.) 2- Tâbi olunan hevâ. (Ya’nî nefsinin emrettiğine uymak.) 3-Kişinin kendisini beğenmesi. (Ya’nî kişinin, nefsine kâmil gözüyle bakıp, Allahü teâlânın ni’metini unutması ve onun elinden çıkmıyacağını sanmasıdır.) Âhırette üç derece şunlardır: 1- Selâmı yaymak. (Ya’nî tanıdığına ve tanımadığına selâm vermek sûretiyle selâmı insanlar arasında yaymaktır.) 2- Misâfire ve aç olana yemek yedirmek. 3- İnsanlar uykuda iken, gece namaz kılmak, (Ya’nî insanlar uykuda iken, teheccüd namazı kılmaktır.) Günahlara keffâret olan üç şeye gelince, şunlardır: 1- Şiddetli soğuklarda sünnetlerine riâyet etmek sûretiyle güzelce abdest almak, 2-Cemâatle namaza devam etmek, 3- Namaz kıldıktan sonra, diğer namazı kılmak için beklemek.”
Cebrâil aleyhisselâm buyurdu ki: “Ey Muhammed! istediğin şekilde yaşa, mutlaka öleceksin,
tediğin kimseyi sev, ondan mutlaka ayrılacaksın. İstediğini yap, mutlaka karşılığını göreceksin. (Çünkü kullar, amellerinin karşılığını mutlaka görecekler. Eğer hayır işlemişlerse, mükâfat, kötülük işlemişlerse azap göreceklerdir.)”
Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Allahü teâlâ üç kimseyi kıyâmet günü Arş’ın gölgesinde gölgelendirir: 1- Meşakkatli vakitlerde (şiddetli soğuk olduğu zaman) abdest alanı, 2- (Cemâatle namaz kılmak için) karanlıkta câmiye gideni, 3-Aç kimseyi doyuranı.”
İbrâhim aleyhisselâma; “Allahü teâlâ seni, ne yaptın da kendisine halîl (dost) edindi?” diye suâl edilince; “Üç şey sebebiyle beni, Allahü teâlâ kendisine dost edindi: 1- Allahü teâlânın emrini, Allahü teâlâdan başkalarının emrine tercih ettim. 2- Allahü teâlânın benim için kefil olduğu rızkım husûsunda hiç endişe etmedim. 3- Sabah olsun, akşam olsun, misâfirsiz yemek yemedim” buyurdu.
vliyâdan şöyle bildirilmiştir: “Üç şey gammı giderir: 1- Hangi ifâde ile olursa olsun, Allahü teâlâyı zikretmek (anmak). Meselâ; “La ilahe illallah lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” demek sûretiyle veya “Ey her kendisine nidâ edene yardım eden! Ey kendisine duâ eden her muhtaca icabet eden! Ey kendisini bütün dünyâya tercih edene kâfi gelen!” demek sûretiyle anmak. 2-Âlimler ve sâlihlerle görüşmek. 3-Dünyâ ve âhıret iyiliklerinden bahseden kimselerin sözlerini, yazılarını okumak.”
Tabiînin büyüklerinden olan Hasen-i Basrî ( radıyallahü anh ), şöyle buyurdu: “Allahü teâlâya ve kullarına karşı edebli olmayan kimsenin ilmine i’tibâr edilmez. Belâ ve musibetlere, insanlardan gelen sıkıntılara, günahlardan sakınıp, farzları yerine getirmenin meşakkatine katlanmayan kimsenin dindarlığı mu’teber değildir. Haramlardan ve şüphelilerden sakınmıyanın, Allahü teâlâ katında bir mertebesi ve yakınlığı yoktur.”
İsrâiloğullarından birisi ilim tahsiline çıkmıştı. Bu haber onların Peygamberine (aleyhisselâm) ulaştı. O Peygamber (aleyhisselâm), o şahsa gidip; “Ey genç, sana üç şey tavsiye edeceğim ki, bu üç haslette, öncekilerin ve sonrakilerin ilmi vardır. Ya’nî sana bu üç şey kâfidir, 1- Gizlide ve açıkta Allahü teâlâdan kork. 2- Dilini, insanlar hakkında konuşmaktan tut. Onlardan sâdece hayrla bahset. 3- Yediğin ekmeğin helâl olmasına çalış. Yoksa o ekmeği yeme” buyurdu.
İsrâiloğullarından birisi çok ilim elde etmişti. Fakat ona ilmi fâide vermemişti. Allahü teâlâ, onların Peygamberine (aleyhisselâm); “Git ona şöyle de: Bundan daha çok ilim de elde etmiş olsan, şu üç şeyle amel etmedikçe, ilmin sana fâide vermez: 1- Dünyânın malını, mülkünü ve süsünü sevme. Çünkü sen, henüz sevâb yeri olan Cennette değilsin. 2- (Allahü teâlâ ve Resûlünün emirlerine karşı gelmek sûretiyle) şeytana uyma. Çünkü şeytan, mü’minlerin dostu değildir. 3-Allahü teâlânın kullarından birisine eziyet etme. Zira mü’mine eziyet etmek, mü’minin işi ve san’atı değildir” diye vahyetti.
üleymân Dârânî Abdürrahmân bin Atıyye, Allahü teâlâya şöyle yalvarıyordu: “Allahım! Eğer bana günâhım sebebiyle azâb edeceksen, senden affını istiyorum. Çünkü senin affın, benim günahlarımdan daha geniştir. Allahım! Eğer cimriliğim sebebiyle, bana azâb edeceksen, senden keremini istiyorum.”
Denildi ki: insanların en mes’ûd ve bahtiyarı, nerede olursa olsun Allahü teâlâyı anan kalbe, günahlardan uzak durmaya ve tâatleri yapmaya sabreden bedene, Allahü teâlânın kendisine verdiği rızka ve yaptığı taksime râzı olan kanâate sâhib olandır.”
İbrâhim Nehâî buyurdu ki: “Sizden öncekiler şu üç şey sebebiyle helak oldular 1- Boş, dünyâ ve âhırete fâidesi olmayan şeyleri konuşmak, 2-Fazla yemek (kulluk vazîfesini yapmaya yetecek miktardan fazlasını yemek), 3- Fazla uyumak.”
Yahyâ bin Mu’âz-ı Râzî şöyle buyurdu: “Dünyâ onu terketmeden önce, dünyâyı terk eden
yâ bin Mu’âz-ı Râzî şöyle buyurdu: “Dünyâ onu terketmeden önce, dünyâyı terk eden kimseye ne mutlu. (Ya’nî malı elinden gitmeden önce, onu hayırlı işlere sarf eden kimseye ne mutlu.) içine girmeden önce, kabrini bina edene (kabrinde kendisine arkadaş olacak sâlih amelleri işleyene), ölümle Rabbine kavuşmadan önce (emirlerine uyup, yasaklardan sakınmak sûretiyle) Rabbini râzı edene ne mutlu.”
Hazreti Ali bin Ebî Tâlib; “Yanında Allahü teâlânın, Resûlünün ve evliyâsının sünneti olmayan kimsenin, yanında mu’teber hiçbir şey yok demektir” buyurdu. Bunun üzerine Hazreti Ali’ye; “Allahü teâlânın, Resûlullahın ve evliyânın sünneti nedir?” diye sorulunca, şöyle cevap verdi: “Allahü teâlânın sünneti, sırrı gizlemektir. Çünkü sırrı gizlemek vacibdir. Resûlullahın sünneti, insanlara karşı müdârâ etmektir. (Müdârâ; dîni korumak için dünyalık vermektir.) Evliyânın sünneti, insanlardan gelen sıkıntılara katlanmaktır.”
Bizden öncekiler birbirlerine şöyle nasihatte bulunur ve birbirlerine şöyle yazarlardı: “Kim âhıreti için amel yaparsa, Allahü teâlâ onun din ve dünyâ işlerine kâfi gelir. (Allahü teâlâ, ona bütün
el yaparsa, Allahü teâlâ onun din ve dünyâ işlerine kâfi gelir. (Allahü teâlâ, ona bütün işlerinde kâfi gelir.) Kim kalbini güzelleştirirse, Allahü teâlâ da onun dış görünüşünü güzelleştirir. (Zâhir, bâtına delâlet eder.) Allahü teâlâya karşı kulluk vazîfelerini yaparken, riya, ucb ve şöhretten uzak kalırsa, Allahü teâlâ onunla insanlar arasını ıslâh eder. (Ya’nî Allahü teâlânın sevdiği kimseyi insanlar da sever.)”
Hazreti Ali buyurdu ki: “Allahü teâlânın katında insanların en hayırlısı, nefsinin yanında insanların en kötüsü ol.” Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî şöyle buyurdu: “Birisine rastladığın zaman, onu kendinden üstün görerek; belki o, Allahü teâlânın katında benden üstündür, derecesi daha yüksektir demelidir. Eğer küçük ise; bunun günâhı yoktur. Ben ise, Allahü teâlâya isyanda bulundum. Şüphesiz, Allahü teâlâ katında o benden daha hayırlıdır demelidir. Eğer büyük ise; o, Allahü teâlâya benden çok ibâdet etti demelidir. Eğer âlim ise; ona, bana verilmeyen ve benim kavuşamadığım şeyler verildi. O, ilmi ile amel ediyor, benim bilmediğim şeyleri biliyor demelidir. Eğer cahil ise; o, bilmediği için günah işledi. Ben ise bildiğim hâlde günah işledim. Hem ben, hangimizin hüsn-i hatime (îmânla), hangimizin sû-i hatime (imansız) gideceğini bilmiyorum
gimizin hüsn-i hatime (îmânla), hangimizin sû-i hatime (imansız) gideceğini bilmiyorum demelidir. Eğer kâfir ise; o, belki müslüman olur da iyi amel işliyebilir, ben ise (Allahü teâlâ korusun) onun eski hâline düşebilirim, demelidir.”
İnsanlar arasında, onlardan birisi gibi ol! Şüphesiz Allahü teâlâ, kendisini başkasından farklı ve üstün göreni sevmez.
Allahü teâlâ, Üzeyr aleyhisselâma şöyle vahyetti: “Ey Üzeyr! Küçük bir günah işlediğin zaman, onun küçüklüğüne bakma. Kime karşı günah işlediğine bak. Sana ufak bir iyilik isâbet ettiği zaman, onun küçüklüğüne bakma, sana bu rızkı verene bak. Sana belâ ve musibet isâbet ettiği zaman, beni mahlûkuma şikâyet etme!”
Abdullah bin Mes’ûd buyurdu ki: “Allahü teâlânın farz kıldıklarını tam olarak yap. İnsanların en âbidi olursun. Allahü teâlânın haram kıldığı şeylerden sakın, insanların en zahidi olursun. Allahü teâlânın sana verdiği rızka rızâ göster, insanların en zengini olursun.”
Sâlih Merkadî’den nakledildi: “O, bir beldeye uğramıştı. O beldeye; “Ey diy
ih Merkadî’den nakledildi: “O, bir beldeye uğramıştı. O beldeye; “Ey diyar! Nerede senin evvelki halkın? Nerede seni bina edenler? Nerede senin önceki sakinlerin? diye sorunca; sahibi görünmeyen bir ses ona şöyle dedi: “Onların eserleri kayboldu. Vücûdları toprak altında çürüdü. Amelleri boyunlarına asıldı.”
Hazreti Ali buyurdu ki: “Bir kimseye iyilikte bulunsan, sen onun âmiri olursun. Eğer bir kimseden muhtaç olduğun birşeyi istersen, onun esîri durumuna düşersin.” Çünkü nefsler, iyilik yapanı sevme tabiatı üzere yaratılmıştır. Hazreti Ali; “Bana bir harf öğretenin kölesi olurum” buyurmuştur.
Ebû Zekeriyyâ Yahyâ bin Mu’âz buyurdu ki: “Dünyâ tam olarak terkedildiği zaman, tam olarak âhıret kazanılmış olur. (Çünkü dünyâ ile âhıret iki kefe gibidir.) Kim dünyâyı terkederse, âhıreti kazanır. (Ya’nî dünyâyı seven, âhıretten yüz çevirir.) Âhıreti sevmek, dünyâyı terk etmeye bağlıdır. Âhıreti terketmek, dünyâyı sevmek sebebiyledir.”
Hamîd Lukâf’a birisi gelip; “Bana, dînim husûsunda fâide verecek birşey tavsiye et” dedi. Bunun üzerine Hamîd Lukâf buyurdu ki: “Mushaf kabı gibi dînin için bir kab edin ki, dînini kirlerden
urdu ki: “Mushaf kabı gibi dînin için bir kab edin ki, dînini kirlerden muhafaza etsin” dedi. “Dînin kabı nedir?” diye soruldu. Hamîd Lukâf: “Sana lâzım ve fâideli olmayan sözü terketmendir” dedi.
Lokman Hakim buyurdu ki: “Söz gümüş ise, sükût altındır.” Bunun ma’nası şudur Hayırlı birşeye dâir konuşmak gümüş gibi ve güzel olunca, şer ve kötülüğe dâir sükût edip konuşmamak, güzellik ve kıymet husûsunda altın gibidir. Buyuruldu ki: “Hakkı söylemek husûsunda suskun olup konuşmayan, bâtılı konuşan ve anlatan gibidir.”
Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî (kuddise sirruh) buyurdu ki: insanlar dört kısımdır: 1-Dili ve kalbi olmıyan. Bu; günahkâr, dünyâya aldanmış ve ahmak kimsedir. Böyle kimselerden olmaktan ve onlar arasında bulunmaktan sakın. Çünkü onlar, azâba uğrayacak kimselerdir. 2- Dili olup, kalbi olmayan kimse. Bu; hikmetli konuşur, fakat onunla amel etmez. Sâdece insanları Allahü teâlânın emirlerine da’vet eder. Kendisi ise bunları yapmaktan kaçar. Tatlı ve hoş konuşmalarıyla seni aldatmamaları için onlardan uzak dur. Yoksa onların günahlarının ateşi seni de yakar, kalblerinin pis kokusu seni öldürür. 3- Kalbi olup dili olmayan ki
eni öldürür. 3- Kalbi olup dili olmayan kimse; bu öyle bir mü’mindir ki, Allahü teâlâ onu mahlûkundan gizlemiştir. Ona nefsinin ayıplarını göstermiş, kalbini nûrlandırmış, insanlarla lüzumundan fazla görüşmenin sıkıntılarını, lüzumsuz konuşmanın kötülüğünü ona göstermiştir. Bu, Allahü teâlânın velî kulu olup, Allahü teâlâ onu muhafaza buyurur”. Böyle bir kimse ile beraber ol. Onun hizmetinde bulun. Böyle yaparsan, Allahü teâlâ seni sever. 4-Âlimdir. İlmi ile amel eder. Bu kimse, Allahü teâlâyı ve âyetlerini, azamet ve kibriyâsına delâlet eden delîlleri bilir. Allahü teâlâ onun kalbine, herkesin bilmediği ince ve derin ilimleri koymuştur. Onun kalbini böyle ilimlere açık kılmıştır. Böyle bir zâta muhalefet etmekten ve ona sırt çevirip ondan uzaklaşmakdan çok sakın. Onun nasihatlerini terk etmekten çok kork.
Sonra bil ki, zühdün aslı, her türlü haramlardan sakınmaktır. Zîrâ vera’ı olmıyanın (şüphelilerden sakınmıyanın) zühdü doğru olmaz.”
Hazreti Ali bin Ebî Tâlib buyurdu ki: “Üç şey vardır ki, hıfzı kuvvetlendirir ve balgamı giderir: 1- Misvak kullanmak, 2- Oruç tutmak, 3- Kur’ân-ı kerîm okumak.”
llanmak, 2- Oruç tutmak, 3- Kur’ân-ı kerîm okumak.”
Ka’b-ül-Ahbâr ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Üç şey vardır ki, mü’minler için şeytana karşı kal’adır: 1- Mescid: Burası Allahü teâlâyı ananların ve meleklerin bulunduğu yerdir. 2- Allahü teâlâyı zikretmek. Bilhassa “La havle velâ kuvvete illâ billâh” demek. Zîrâ şeytan, Allahü teâlânın zikredildiğini, anıldığını işitince, gizlenir ve duraklar. 3-Kur’ân-ı kerîm okumak. Bilhassa Âyet-el Kürsî’yi okumak. Bu tecrübe edilmiştir.”
Evliyâdan bir zât buyurdu ki: “Üç şey, Allahü teâlânın hazînesindendir. 1- Fakirlik, 2- Hastalık, 3- Sabır: Belâ ve musibetin acısını, ne Allahü teâlâdan başkasına ne de Allahü teâlâya şikâyette bulunmamaktır. Kazaya tam olarak rızâ göstermelidir. Çünkü kölenin, efendisinin hükmüne râzı olması gerekir.”
Abdullah bin Abbâs’a ( radıyallahü anh ); “Günlerin, ayların ve amellerin en hayırlısı nedir? diye soruldu. O da şöyle buyurdu: “Günlerin en hayırlısı Cum’a günüdür. Çünkü Cum’a, günlerin
Abdullah bin Abbâs’a ( radıyallahü anh ); “Günlerin, ayların ve amellerin en hayırlısı nedir? diye soruldu. O da şöyle buyurdu: “Günlerin en hayırlısı Cum’a günüdür. Çünkü Cum’a, günlerin efendisidir. Allahü teâlâ Cum’a gününü Muhammed aleyhisselâmın ümmetine ihsân eyledi. Ayların en hayırlısı Ramazân-ı şerîf ayıdır. Çünkü Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmi bu ayda indirdi. Kadir gecesi Ramazân-ı şerîf ayındadır. Bu ayda, farz olan oruç tutulur. Bu ayda yapılan nafilelerin sevâbı, farz sevâbı gibidir. Amellerin en hayırlısı, vaktinde kılınan beş vakit namazdır. Beş vakit namaz, diğer amellere açılan kapı mesabesindedir. Beş vakit namaz kılındığı zaman, diğer sâlih amelleri de yapmak nasîb olur. Beş vakit namaz kılınmazsa, diğer sâlih amelleri yapmak nasîb olmaz.”
Hazreti Ali şöyle buyurdu: “Amellerin en hayırlısı, Allahü teâlânın kabûl ettiğidir. Ayların en hayırlısı, Allahü teâlâya tövbe-i nasûh ile tövbenin yapıldığı aydır. En hayırlı gün, îmânla ölerek dünyâdan ayrıldığımız gündür.
Denildi ki: “Allahü teâlâ bir kul hakkında hayır murâd ettiği zaman, onu dinde fakîh yapar, dünyâ sevgisini ve tama’ı kalbinden çıkarır. Ona kendi ayıplarını görmeyi nasîb eder.”
vgisini ve tama’ı kalbinden çıkarır. Ona kendi ayıplarını görmeyi nasîb eder.”
Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Bana dünyâda üç şey sevdirildi: Güzel koku, zevcelerim ve gözümün nûru olan namaz.” Allah için olan şeyler dünyâ olmaz. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) huzûrlarında Eshâb-ı Kirâm vardı. Bu sırada Ebû Bekr Sıddîk ( radıyallahü anh ) şöyle buyurdu: “Yâ Resûlallah! Bana da dünyâda üç şey sevdirildi: 1- Resûlullahın ( aleyhisselâm ) mübârek yüzüne bakmak. 2- Malımı, Resûlullahın yolunda infâk etmek. 3- Kızımın, Resûlullahın nikâhı altında bulunması.” Ömer bin Hattâb ( radıyallahü anh ) şöyle buyurdu: “Doğru söyledin yâ Ebâ Bekr! Bana da dünyâda üç şey sevdirildi: 1- İyiliği emretmek, 2- Kötülükten men etmek, 3- Eski elbise giymek.” Hazreti Ömer’in cübbesinde ondört yamanın olduğu rivâyet edilir. Hazreti Osman bin Affân da şöyle buyurdu: “Bana da dünyâda üç şey sevdirildi: 1- Açları doyurmak, 2- Çıplakları giydirmek, 3- Kur’ân-ı kerîm okumak.” Hazreti Ali bin Ebî Tâlib de; “Doğru söyledin yâ Osman! Bana da dünyâda üç şey sevdirildi: 1- Misâfire hizmet, 2- Yazın şiddetli sıcakta oruç tutmak, 3- Düşmanla savaşmak” buyurdu. Onlar bu hâlde iken, Cebrâil (aleyhisselâm)
ine Resûl-i ekrem; “Neyi seversin yâ Cebrâil?” diye suâl buyurdu. Cebrâil (aleyhisselâm); “Dalâlette olanlara (yolunu kaybetmişlere) doğru yolu göstermeği, Allahü teâlâya itaat eden ve O’ndan korkanlara yakınlık göstermeyi ve fakirlere yardım etmeği severim” buyurdu.
Yine Cebrâil aleyhisselâm şöyle buyurdu: “Allahü teâlâ, kullarında üç şeyi sever, 1- Başkasının, Allahü teâlânın beğendiği işleri yapmasına imkân vermeği, 2- İşlediği günahlara pişman olduğu zaman ağlamayı, 3- İhtiyâç vaktinde sabretmeyi.”
Evliyâdan birisi şöyle buyurdu: “Kim işlerinde aklına güvenip ona sarılır ve Allahü teâlâya güvenmezse, doğruya ulaşamaz. Malı sebebiyle kendisini müstağni gören, kendini başkasına ihtiyâcı yok kabûl edene malı kâfi gelmez. Gücünü mahlûktan alan, mahlûka güvenerek kendisini kuvvetli sayan, zelîl olur.”
Evliyâdan birisi buyurdu ki: “Allahü teâlâyı tanıyan, O’ndan başkasını sevmez. Dünyânın fânî olduğunu bilen, dünyâya rağbet etmez. Âhıreti dünyâya tercih eder ve Allah rızâsı için amel yapar.”
nnûn-i Mısrî buyurdu ki: “Bir şeyden korkan, ondan kaçar. Birşeye rağbet eden, onu taleb eder, ister.” Ya’nî Cenneti istiyen, ona yaklaştıran amel yapar. Cehennemden korkan, ondan muhafaza edecek amelleri yapar.
Zünnûn-i Mısrî şöyle buyurdu: “Dünyâdaki ve âhıretteki her hayrın aslı, Allah korkusudur. Dünyânın anahtarı tokluk, âhıretin anahtarı açlıktır.”
Mâlik bin Dinar ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Üç şeye, üç şeyle mâni ol. Tevâzu ile kibre, kanâat ile hırsa, nasihat ile hasede mâni ol.” Hadîs-i şerîfte: “Kadere îmân ile hased, bir kulun kalbinde birleşmez” buyuruldu.
Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ), Ebû Zer’e ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Ey Ebû Zer! Sefîneyi yenile, tazele. (Ya’nî her şeyde niyetini iyi yap. Senin için sevâb ve Allahü teâlânın azâbından kurtulmak nasîb olur.) Çünkü deniz derindir. Azığını kâmil olarak al. Çünkü âhıret yolculuğu uzundur. Dünyâda yükünü hafiflet. Çünkü yokuşu çıkmak zordur. Ameli, sırf Allahü teâlâ için yap. Çünkü Allahü teâlâ bütün hâlleri bilicidir.”
eri bilicidir.”
Osman bin Affân ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “İbâdetin tadını şu dört şeyde buldum: 1- Allahü teâlânın farz kıldığı emirlerini yerine getirmek, 2- Allahü teâlânın haram kıldıklarından sakınmak, 3-Emr-i ma’rûf yapmak, 4- Kötülükten nehyetmek ve Allahü teâlânın gazâbından korkmak.”
Ali bin Ebî Tâlib buyurdu ki: “Cenneti istiyen, hayır işlere koşar. Cehennem ateşinden korkar. Nefsin arzu ve isteklerine tâbi olmaktan sakınır. Dünyânın mihnet, sıkıntı yeri olduğunu bilene, musibetler hafif gelir.”
Abdullah İbni Mes’ûd ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Dört şey, kalbin zulmetindendir 1- Fazla yediğine aldırmadan yemek. 2- Zâlimlerle beraber bulunmak, 3- Geçmiş günahları unutmak. 4-Uzun emel sahibi olmak. (Zevk ve safa sürmek için, çok yaşamayı istemek.) Dört şey de kalbin nûrundandır: 1-Haram ve şüpheli yeme korkusundan aç kalmak, 2- Sâlihlerin sohbetinde bulunmak, 3- Geçmiş günahları, pişmanlıkla hatırlamak, 4- Emeli kısa tutmak.”
manlıkla hatırlamak, 4- Emeli kısa tutmak.”
Hâtim-i Esâm buyurdu ki: “Dört şey olmadan, dört şeyi iddia eden yalancıdır 1- Allahü teâlânın haram kıldığı şeylerden sakınmadan, Allahü teâlâyı sevdiğini iddia eden, 2- Fakirleri ve yoksulları aşağı görerek, Resûlullah efendimizi sevdiğini iddia eden. 3- Elinden geldiği hâlde fakirlere sadaka vermiyerek, Cenneti sevdiğini iddia eden, 4- Günahlardan sakınmadığı hâlde, Cehennem ateşinden korktuğunu iddia eden yalan söylemiştir.”
Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Şekûvetin alâmeti dörttür: 1- Allahü teâlânın katında (adedi, yeri ve zamanı) tesbit edilmiş olduğu hâlde, geçmiş günahları unutmak, 2- Kabûl edilip edilmediğini bilmediği hâlde, geçmiş iyilikleri zikretmek, anmak. 3- Kendisine verilen rızıktan râzı olmayıp, dünyâya tama’ etmek sûretiyle, dünyâda kendisinden yukarıdakilere bakmak. 4- Allahü teâlânın verdiği ni’metlere şükretmeyip, sâlih amel husûsunda kendisinden aşağıdakilere bakmak. Allahü teâlâ buyurdu ki: “Ben onu dünyâdan men etmek ve tâat husûsunda ona yardım etmek sûretiyle, onu murâd ettim. Fakat o, ona verdiğime rızâ göstermemek sûretiyle beni istemedi. Ben de onu terk ettim (ona yardımımı kestim).” Se’âdetin
istemedi. Ben de onu terk ettim (ona yardımımı kestim).” Se’âdetin alâmeti dörttür: 1- Pişmanlık ve istiğfar etmek sûretiyle geçmiş günahları hatırlamak, 2-Kusurlu olduklarını düşünerek, sanki hiç ondan öyle iyi işler meydana gelmemiş gibi kabûl ederek, geçmişte yaptığı iyilikleri unutmak, 3- Dîni husûsunda kendisinden yukarıdakine bakıp, ona uymak, 4- Dünyâ husûsunda kendisinden aşağıdakine bakıp, Allahü teâlânın kendisine ihsân ettiği ni’metlere şükretmek.”
Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Asıllar dört şeydir: 1- İlâçların aslı, az yemektir. 2- Edeblerin aslı az konuşmaktır. 3- İbâdetlerin aslı günah azlığıdır. (Zira günahlar, Allahü teâlâya ta’zim olan ibâdetleri yok eder.) 4- Maksâd ve murâdların aslı sabırdır.” Denilir ki: Sabırla, murâd edilen, istenilen şeye kavuşulur. Takvâ ile demirler yumuşar.
Evliyâdan birisine ne hâlde olduğu sorulunca, şöyle cevap verdi: “Ben Rabbim ile muvafakat üzereyim. Ya’nî O’nun emirlerine uymaktayım. Nefsle muhalefet üzereyim. Ya’nî onun dediklerini yapmıyorum, insanlarla beraber nasihat üzereyim. Ya’nî onları iyi ameller işlemeye, kötü işlerden sakınmaya da’vet ediyorum. Dünyâ ile beraber zarûret üzereyim. Ya’nî dünyâdan bana lâzım olan zarurî miktarı alıyorum.”
alıyorum.”
Abdullah İbni Mübârek buyurdu ki: “Hikmet ehlinden birisinin topladığı kırkbin sözden üç tanesi şudur: “Malına güvenme (malım var da bana artık bir sıkıntı ve helak gelmez deme). Mi’deni alamıyacağı kadar doldurma. Fâidesi olmıyan ilmi toplama.”
Hâtim-i Esâm buyurdu ki: “Dört şeyin kıymetini dört kimse bilir. Gençliğin kıymetini yaşlılar, sıhhatin kıymetini hastalar, hayâtın kıymetini vefât etmiş olanlar, afiyetin kıymetini, belâ ve musibete uğrayanlar bilir.”
Hazreti Ali bin Ebî Tâlib buyurdu ki: “Amellerin en zoru, şu dört haslettir 1-Gadab zamanında affetmek. 2- İhtiyâç vaktinde cömertlik yapmak. 3- Yalnız başına ve yanında kimse yok iken haramlardan sakınmak. 4- Zulmünden korktuğu veya affını ve ihsânını umduğu sultânın yanında hakkı söylemek.”
ylemek.”
Resûlullah ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki: “İnsanlardan beş kişiyi aşağı tutan, beş şeyde zarar eder. Âlimleri aşağı tutan, dînini öldürmüş olur. Sultanları aşağı tutan, dünyâ işlerini bozmuş olur. (Zira sultanlar, dünyâ işlerini düzenler.) Komşularını aşağı tutan, (onlardan gelen) fâideleri yok eder. Akrabalarını aşağı tutan, onların sevgisini kaybeder. Zevcesini aşağı tutan, geçim güzelliğini kaybeder.”
Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Ümmetime öyle bir zaman gelecek ki; beş şeyi sevecekler, beş şeyi unutacaklar. Dünyâyı sevecekler (onunla meşgûl olacaklar), âhıreti unutacaklar (onun için sâlih amel yapmayı bırakacaklar). Evlerini sevecekler (Onun zîneti ile meşgûl olacaklar), kabirlerini unutacaklar (Onları aydınlatacak sâlih amel yapmayı terkedecekler). Malı sevecekler (onu yığmak için çalışacaklar), fakat onun hesabını unutacaklar (Allahü teâlânın o mal yüzünden kendisini hesaba çekeceğinden gâfil olurlar. Çünkü helâl malın hesabı, haramın azâbı vardır). Çoluk çocuklarını severler, Cennetteki hûrîleri unuturlar. Nefslerini severler, Allahü teâlâyı unuturlar (Nefslerinin isteklerine uyup, Allahü teâlânın emirlerini terkederler). Onlar benden uzaktırlar, ben onlardan uzağım.”
tırlar, ben onlardan uzağım.”
Ebû Bekr-i Sıddîk ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Beş şey zulmet olup, bunların da beş aydınlatıcısı vardır: 1- Dünyâ sevgisi zulmettir. (Çünkü dünyâ sevgisi, insanı şüpheli şeylere, sonra mekrûhlara, sonra haramlara düşürür. Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Dünyâ sevgisi her günâhın başıdır.” İmâm-ı Gazâlî de; “Dünyâ sevgisi her günâhın, dünyâya buğz da her iyiliğin başıdır” buyurdu.) Zulmet olan dünyâ sevgisinin kandili (gidericisi) takvâdır. 2- Günah zulmettir, bunun kandili tövbedir. (Çünkü Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kul bir günah işlediği zaman, kalbine siyah bir nokta konur. Kul Allahü teâlâdan af ve mağfiret istediği, tövbe ettiği zaman, kalbi temiz olur. Eğer günâha tekrar dönerse, o siyah nokta artar ve kalbini kaplar.”) 3- Kabir zulmettir. Onun aydınlatıcısı, “La ilahe illallah Muhammedün Resûlullah”dır. (Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Kim ihlâsla “La ilahe illallah” derse Cennete girer” buyurdu. Eshâb-ı Kirâm; “Yâ Resûlallah! “La ilahe illallah”ı ihlâs ile söylemek nasıl olur?” diye sorduklarında, Resûlullah ( aleyhisselâm ) şöyle buyurdu: “Kelime-i tevhîdin, sizi Allahü teâlânın haram kıldığı şeylerden menetmesidir.” Denilir ki: “Yedi şey kabri aydınlatır. İbâdette ihlâs, ana-babaya iyilik, akrabaya iyilik, ömrü günahlarla geçirmemek, nefsinin arzu ve isteklerine uymamak, tâat için gayret göstermek, Allahü teâlâyı çok anmak.”) 4- Korkulu yerleri pekçok olduğu için, âhıret
yı çok anmak.”) 4- Korkulu yerleri pekçok olduğu için, âhıret zulmettir. Onun kandili sâlih ameldir. 5- Sırat köprüsü zulmettir. Onun kandili yakîndir. (Ya’nî şeksiz ve şüphesiz olarak gaybe inanmaktır.)”
Osman bin Affân ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: Beş şey muttekîlerin alâmetlerindendir: 1- Dindar kimselerle beraber olup, diline sahip olmak. 2- Pekçok dünyalığa kavuşunca, bunu akıbeti için iyi görmemek. 3- Dünyâdan az birşeye kavuşunca, onu fırsat ganîmet bilmemek. 4- Haram yeme korkusu ile, karnını helâl ile de fazla doldurmamak. 5-Herkesi helak olmaktan kurtulmuş, sâdece kendisinin günahları sebebiyle helak olduğunu sanmak.
Hazreti Ali bin Ebî Tâlib buyurdu ki: “Şu dört şey olmasaydı, insanların hepsi sâlih olurlardı, 1- Dîni bilmemeye rızâ göstermek. (Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Allahü teâlâ, dünyâyı bilip, âhıreti bilmiyen her âlime buğz eder.”) 2- Dünyâya düşkün olmak. (Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Dünyâya rağbet etmemek, kalbi ve bedeni rahatlatır. Dünyâya rağbet etmek ise, kalbi ve bedeni yorar.”) 3- İhtiyâcından fazlasını vermekte cimrilik göstermek. 4- Amelde riya yapmak.”
i yorar.”) 3- İhtiyâcından fazlasını vermekte cimrilik göstermek. 4- Amelde riya yapmak.”
Abdullah bin Amr bin As ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Kimde şu beş haslet varsa, dünyâda ve âhırette mes’ûd olur 1- Her zaman “La ilahe illallah Muhammedün Resûlullah” söylemek. (Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Her halükârda Allahü teâlâyı çok anınız. Çünkü, Allahü teâlâya, O’nu zikrden daha sevgili ve kulu, dünyâ ve âhıretteki her kötülükten kurtaran daha güzel bir amel yoktur.”) 2- Başa bir belâ ve musibet gelince, “İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn ve lâ havle velâ kuvvete illâ billâh-il-aliyyil azîm” demek. (Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Allahü teâlâyı zikretmenin dışında çok konuşmayınız. Çünkü Allahü teâlâyı anmanın dışında çok konuşmak, kalbi katılaştırır. İnsanların Allahü teâlâdan en uzak olanı, kalbi katı olanıdır.”) 3- Bir ni’mete kavuşunca, ni’mete şükür olarak “Elhamdülillahi Rabbilâlemin” demek. 4- Bir işe başlarken, “Bismillâhirrahmânirrahîm” demek. 5- Günah işlediğinde, “Estağfirullahel’ azîm ve etûbü ileyh” demek. (Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Size hastalığınızı ve ilâcını bildireyim mi? Hastalığınız günahlar, ilâcı istiğfardır.”)
ireyim mi? Hastalığınız günahlar, ilâcı istiğfardır.”)
Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “La ilahe illallah” demeye ve istiğfara yapışınız. Bu ikisini çoğaltınız. Çünkü şeytan; “İnsanları günahlarla helak ettim. Onlar ise, “La ilahe illallah”ı söylemek ve istiğfar etmekle beni helak ettiler. Ben bunu görünce, onları hevâları ile helak ettim. Onlar ise kendilerini doğru yolda sanıyorlar” der.”
Fakîh Ebü’l-Leys-i Semerkandî ( radıyallahü anh ) şöyle buyurdu: “Yedi sözü söylemeye riâyet eden, Allahü teâlânın katında ve meleklerinin yanında şerefli olur. Deniz köpüğü kadar da olsa, Allahü teâlâ, onun günahlarını af ve mağfiret eder, tâatin tadını duyar. Hayâtı da, vefâtı da hayr olur. Bu yedi söz şunlardır: 1- Her işe başlarken Bismillah demek, 2- Her işi bitirince Elhamdülillah demek, 3- Fâidesiz şeyler söylediği zaman istiğfar etmek, 4-Bir iş yapılmak istenince, inşâallah demek, 5- İstemediği bir şey başına gelince, “La havle velâ kuvvete illâ billâh-il-aliyyil azîm” demek. 6- Başına bir musibet gelince, “İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn” demek, 7- Gece-gündüz her zaman, “La ilahe illallah Muhammedün Resûlullah” demek.”
an, “La ilahe illallah Muhammedün Resûlullah” demek.”
Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Beş şeyden önce beş şeyi fırsat bil. 1- İhtiyârlıktan önce gençliği, (Ya’nî ihtiyârlık sana gelmeden, kudretin varken, gücün kuvvetin yerinde iken sâlih amel yap.) 2- Hastalıktan önce sıhhati, (Ya’nî sıhhatin varken hastalık gibi bir mâni çıkmadan sâlih amel yap.) 3- Fakirlikten önce zenginliği, (Ya’nî muhtaç duruma düşmeden, ihtiyâcından fazlasını sadaka olarak dağıt.) 4- Ölümden önce hayâtı, (Ölümden sonra fâidesini göreceğin şeyi fırsat bil. Çünkü ölen kimsenin ameli kesilir.) 5- Meşgûliyetten önce boş vakti.”
Abdullah-i Antâkî buyurdu ki: “Beş şey vardır ki, kalb katılaştığı zaman, onun ilâçlarındandır: 1- Sâlih kimselerin meclislerinde bulunmak. 2- Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını düşünerek okumak. 3- Karnını doyurmayıp, helâlden az birşey yemekle yetinmek. Helâl yemek, kalbi aydınlatır. 4- Allahü teâlânın kâfir ve günahkâr için hazırladığı acı azâbı ve tehdidini düşünmek. 5- Kendisini, Allahü teâlâya kulluk vazîfesini yapmakta âciz ve noksan görmek, bununla beraber Allahü teâlânın lütuf ve ihsânını düşünmek. Bu tefekkür olup, bundan haya meydana gelir. (Tefekkür, insanda Allah korkusunu arttırır. Nefsi kınamaya ve ayıplamaya vesile olur.) Tefekkürden bir kısmı da şunlardır: 1- Allahü teâlânın seni, herşeyinle içini, dışını bildiğini, her ân O’nun seni
r: 1- Allahü teâlânın seni, herşeyinle içini, dışını bildiğini, her ân O’nun seni gördüğünü düşünmek. 2- Dünyâ hayâtını, dünyâ hayâtının meşgûliyetlerinin çokluğunu, dünyâ hayâtının çok çabuk geçtiğini, âhıretin ve ni’metlerin devamlı olduğunu düşünmek. Bu tefekkürün meyvesi; dünyâya düşkün olmayıp, âhırete rağbet etmektir. 3- ölümün geleceğini, fırsat elden kaçtıktan sonra pişmanlık olacağını düşünmek. Bu tefekkürün meyvesi; uzun emel sahibi olmamak, amellerini düzeltmek, âhırete hazırlık yapmaktır.
Allahü teâlânın âyetlerini, kudret ve büyüklüğüne delâlet eden şeyler üzerinde düşünmeli, fakat Allahü teâlânın zâtını düşünmemelidir. Nitekim Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Allahü teâlânın âyetleri hakkında düşününüz. Allahü teâlânın zâtını düşünmeyiniz. Çünkü sizin buna hakkıyla gücünüz yetmez. (Bunu hakkıyla bilemezsiniz.)”
Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Gizlilik, gizli işleri muhafaza eder. Sadaka malları korur. İhlâs, amelleri korur. Doğruluk, sözleri korur. (Yalancının sözü, Allahü teâlânın katında makbûl değildir. Evliyâdan birisi şöyle buyurdu: Dilsizlik, yalandan daha iyidir. Doğru konuşan dil, saadetin başıdır.) Meşveret görüşleri korur.” Yine buyurdu ki: “Meşveret, (işin sonunda) pişman olmaya karşı bir kale, kınanmaya karşı bir emandır.”
rşı bir emandır.”
Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ), bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki: “Mal toplamakta beş kötü şey vardır: 1-Mal toplarken karşılaştığı zillet ve meşakkat, 2- Mal toplarken, Allahü teâlânın zikrinden, O’nu anmaktan uzaklaşmak. 3- Topladığı malı elinden zorla birisinin almasından ve çalmasından korkmak, 4-Cimri ismini taşıması, 5- Mal ile meşgûl olurken, sâlihlerin meclisinden ve sohbetinden ayrı ve uzak kalmak. Malı hayır yerlere dağıtmakta beş güzel haslet vardır: 1- Beden, mal aramak ve onun peşinde koşmaktan kurtulur. 2- Malı muhafazayı bırakıp, kendisini Allahü teâlânın zikrine verir. 3- Malı soyan ve çalan kimsenin korkusundan emîn olur. 4-Kendisine kerîm ismi verilir. 5-Sâlihlerle beraber olma imkânı bulur.”
Hâtim-i Esâm ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “İşlerde acele etmek şeytandandır. Fakat beş şey müstesnadır. Bunlar, Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) sünnetlerindendir. 1- Eve misâfir gelince onu doyurmak, 2- Müslüman kardeşi öldüğü zaman onu techîz etmek, ya’nî yıkanması, kefenlenmesi ile meşgûl olmak, namazını kılmak ve defnetmek. 3- Bülûğ çağına gelen çocuğunu evlendirmek. 4- Zamanı gelince borcunu ödemek. 5- Günah işleyince tövbe
demek. 5- Günah işleyince tövbe etmek.”
Muhammed bin Devrî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “İblîs, şu beş şey sebebiyle şaki oldu: 1- Günâhını i’tirâf etmedi. 2-İşlediği günahtan dolayı üzüntü duyup pişman olmadı. 3- Nefsini kınamadı. 4- Tövbe etmeye azmetmedi. 5-Allahü teâlânın rahmetinden ümîd kesti. Âdem aleyhisselâm ise, şu beş şey sebebiyle sa’îd oldu: 1- Âdem aleyhisselâm, zellesini i’tirâf etti. (Âişe vâlidemiz ( radıyallahü anha ) buyurdu ki: Kul, günâhını i’tirâf edip tövbe edince, Allahü teâlâ onun tövbesini kabûl eder.) 2- Yaptığından dolayı pişman oldu. (Abdullah İbni Mes’ûd’un rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kul bir günâh işler de bundan dolayı pişman olursa, bu, onun için keffârettir.”)
3- Zellesinden dolayı nefsini kınadı. 4-Sebeplerine yapışarak derhâl tövbe etti. 5- Allahü teâlânın rahmetinden ümidini kesmedi.”
Şakîk-i Belhî (kuddise sirruh) buyurdu ki: “Şu beş haslete sarılınız: 1- Allahü teâlâya ihtiyâcınız kadar ibâdet ediniz. (Ya’nî bütün gücünüzle ve imkânlarınızla ibâdet ediniz, demektir. Çünkü insan, Allahü teâlâya pekçok muhtaçtır.) 2-Dünyâdan, dünyâda kalacağınız kadar
teâlâya pekçok muhtaçtır.) 2-Dünyâdan, dünyâda kalacağınız kadar alınız. 3- Allahü teâlâya karşı, azâbına dayanabileceğiniz kadar günah işleyiniz. (Burada da ma’nâ; asla günah işlemeyiniz. Allahü teâlânın azâbına hiç kimse dayanamaz. Çünkü O’nun azâbı pek şiddetlidir, demektir.) 4- Kabirde kalacağınız kadar azık hazırlayınız. (Ya’nî, âhıret yolculuğu için azık hazırlayınız ve hazırlık yapmış demektedir. Burada ma’nâ; hem kabir, hem de kabirden sonrası için azık hazırlayınız, demektir. Burada sâdece kabrin zikredilmesi, âhıret yolculuğunun ilk konağı olduğu içindir. Meyyitin kabirdeki durumu hafif ve rahat olursa, ondan sonra da rahat olur. Meyyitin durumu kabirde iyi olmazsa, sonra da iyi olmaz.) 5- Cennet için, orada kalacağınız kadar sâlih amel yapınız. (Cennet ehlinin mertebeleri, dünyâda iken yapmış oldukları sâlih amellere göre farklı farklıdır. Ameli en güzel olanın mükâfatı, Allahü teâlânın lütuf ve ihsânı ile en yüksek mertebeye nail olmasıdır.)
Yine buyurdu ki: “Aradığımız beş şeyi, beş şeyde bulduk: 1- Günahlan terketmeyi, duhâ namazında bulduk. 2- Kabrin aydınlığını, gece namazında bulduk, 3- Kabirde Münker ve Nekîr meleklerine cevap verebilmeyi, Kur’ân-ı kerîm okumakta bulduk. 4- Sırat köprüsünü geçmeyi, oruç tutmak ve sadaka vermekte bulduk. 5- Arş’ın gölgesinde gölgelenmeyi,
Arş’ın gölgesinde gölgelenmeyi, yalnızlıkta bulduk.”
Ömer bin Hattâb ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Bütün dostları gördüm, fakat onlar arasında dili muhafaza etmekten faziletli bir dost görmedim. Bütün elbiseleri gördüm, fakat vera’dan (harama düşmek korkusu ile şüphelilerden sakınmaktan) daha üstün bir elbise görmedim. Bütün malları gördüm, kanâattan daha faziletlisini görmedim. Bütün iyi işleri gördüm, fakat nasihatten daha hayırlısını görmedim.”
Evliyâdan birisi buyurdu ki: “Zühd beş şeyden ibârettir: 1- Allahü teâlâya güvenmek, 2- Mahlûkattan uzak kalmak, 3- Amelleri yaparken ihlâs sahibi olmak, 4- Zühde tahammül etmek, 5-Elinde bulunan ile kanâat etmek.”
Yahyâ bin Mu’âz ( radıyallahü anh ), bir münâcaatında (Allahü teâlâya yalvarıp, duâ ederken) şöyle buyurdu: “İlâhî! Geceler ancak sana yalvarmakla, gündüzler senin tâatin ile, dünyâ senin zikrin ile, âhıret senin affın ile, Cennet senin cemâlini görmekle güzel olur.”
Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Şu beş şey, beş yerde garip olur. (Ya’nî aralarında münâsebet bulunmaz.):
) buyurdu ki: “İlim, amelin delîlidir, (İlimsiz amel olmaz.) Anlamak, ilmin kabıdır. Akıl, hayra götürür. Nefsin arzu ve istekleri, günahların bineğidir. Mal, kendini büyük görenlerin elbisesidir. Dünyâ âhıretin çarşısıdır.” Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Dünyâda helâl kazanan kimseyi Allahü teâlâ hesaba çeker. Dünyâda haram kazanan kimseye ise azâb eder.”
Denildi ki: “Şu altı şey, bütün dünyâya bedeldir: 1-Lezzetli yiyecek, 2-Ana-babaya itaatkâr olan sâlih evlâd, 3- Allahü teâlâya ve kocasına itaat eden sâliha bir kadın, 4-Sağlam ve değişmiyen söz, 5-Kâmil akıl, 6-Sıhhatli beden.”
Evliyâdan birisi buyurdu ki: “Allahü teâlâdan korkmayan kimse, dilinin sürçmesinden kurtulamaz. Birgün Allahü teâlânın huzûrunda hesap vermekten korkmayan, harama ve şüphelilere düşmekten kurtulamaz. (Haramlar iki kısımdır: Birincisi; aslı haram olanlardır. Leş ve kan gibi Bunlardan sâdece zarûret hâlinde, açlıktan ölecek durumda olan, ölmiyecek kadar yiyebilir, ikincisi; aslı, kendisi helâl olup, başkasının mülkü olduğu için haram olanlardır. Temiz su ve buğday gibi. Bunlar kişinin mülkü olmadıkça, ondan yemesi ve içmesi haramdır.
unlar kişinin mülkü olmadıkça, ondan yemesi ve içmesi haramdır. Şüphelilerin üç mertebesi vardır: 1-Haramlığı kesin, fakat helâl olmasında şüphe vardır. Bunda haramın hükmü vardır. 2-Helâl olduğu kesin, fakat haramlığı şüpheli olanlardır. Bu kısımdaki şüpheli şeyi terketmek vera’dandır. 3-Haram ve helâl olabileceği muhtemel olan şeylerdir. Bunları da terk etmek gerekir. Amelini bozan şeylerden korumayan kimse riyadan kurtulamaz. Kalbini bozan şeylerden korunması husûsunda Allahü teâlâdan yardım istemiyen kimse, hasedden kurtulamaz. İlim ve amel bakımından kendinden yüksek olana bakmıyan kimse, ucbdan kurtulamaz. Yaptığı sâlih amelden dolayı nefsini öven ve medheden kimse şükrü unutur, ameli boşa gider. (Resûl-i ekrem buyurdu ki: “Ucb, yetmiş senenin amelini boşa çıkarır.”)
Hasen-i Basrî buyurdu ki: “Kalbin bozulması altı şeyden dolayıdır: 1-Allahü teâlânın rahmetini umarak, tövbeyi terketmek, 2-İlmi ile amel etmemek, 3-Amelinde ihlâs sahibi olmamak, 4-Allahü teâlânın ihsân buyurduğu rızkı yiyip, şükür etmemek, 5-Allahü teâlânın taksimine râzı olmamak, 6-Vefât edenleri kabirlerine defn edip, onlardan ibret almamak.” (Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kabir, âhıret konaklarının ilkidir. Ondan kurtulana, ondan sonrası daha hafif ve kolay, ondan kurtulamayana, ondan sonrası daha zor ve çetindir.”)
nrası daha zor ve çetindir.”)
Yine Hasen-i Basrî buyurdu ki: “Kim dünyâyı ister ve onu âhırete tercih ederse, Allahü teâlâ onu altı şeyle cezalandırır. Bunların üçü dünyâya, üçü âhırete âittir. Dünyâya âit olan üç ceza şunlardır: 1-Sonu gelmeyen emel sahibi olmak, 2-Kanâat sahibi olmamak, 3-İbâdetin tad ve lezzetini duymamak. Âhıretteki üç ceza ise şunlardır: 1- Kıyâmet gününün korkuları, 2-Şiddetli hesap, 3-Uzun süren üzüntü.”
Ahnef bin Kays ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Hasedci kimse için rahat yoktur.” (Abdülmu’tî Semlânî, Bedrüddîn’den şöyle nakletti: Hased eden kimse şunlara mübtelâ olur 1- Herkes onu ayıplar, 2- Dâima üzüntülü olur, 3- Allahü teâlânın tevfîk kapısı ona kapanır, 4-Devâmlı musibete düçâr olur ki, başına gelen bu musibetten dolayı bir ecir ve sevâba da kavuşamaz. Sabır, belâ ve musibetin; tevâzu, kişinin hilm ve ilminin; alçak gönüllülük, ilim öğrenmenin; yaptığı iyilikleri saymayı terketmek, iyilik yapmanın; huşû’, namazın süsüdür.)
Hazreti Ömer bin Hattâb buyurdu ki: “Boş sözü terk edene hikmet, b
ki: “Boş sözü terk edene hikmet, boşuna ve fuzûli bakışı terk edene kalbin huşû’u verilir. (Huşû’un alâmeti; bir kimseye kızıldığı ve muhalefet edildiği zaman, bunu kabûl etmesidir.) Fazla yemeği terkedene, ibâdetin tadı; boş yere gülmeyi terkedene, heybet; mizahı terk edene güzel heybet; dünyâ sevgisini terkedene, âhıret sevgisi; başkasının ayıpları ile uğraşmayı terk edene, kendi nefsinin ayıplarını ıslâh etmek ihsân edilir.”
Osman bin Affân ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Âriflerin alâmetlerinden ba’zıları şunlardır: Ârifin kalbinde korku ve ümid beraberdir. Dili dâima Allahü teâlâyı hamd ve sena ile meşgûldür. Gözleri haya ve ağlama ile doludur. İrâdesi, kendi isteklerini terk edip, Allahü teâlânın rızâsını gözetmekle meşgûldür.”
Ali bin Ebî Tâlib ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Huşû’ bulunmayan namazda, fâidesiz sözden sakınılmayan oruçta, haram ve şüphelilerden sakınılmadan sahip olunan ilimde, cömertlik yapılmayan malda, hakkı gözetilmeyen kardeşlikte, devam etmeyen ni’mette, ihlâs bulunmayan duâda hayır yoktur.”
.”
Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma Tevrat’ta şöyle vahyetti: Hatâların aslı üçtür, 1-Kibir, 2-Hased, 3-Hırs. Bunlardan altı şey doğar. Böylece hepsi dokuz tane olur. Altı şey şunlardır: Tokluk, uyku, rahat, malları sevmek, övgü ve medhi sevmek, başkan olmayı sevmek.”
Hazreti Ebû Bekr Sıddîk buyurdu ki: “Kullar üç sınıftır. Her sınıfın alâmetleri vardır. Bu alâmetlerle bilinirler. Birinci sınıfta olanlar, Allahü teâlâya azâbından korkarak ibâdet ederler, İkinci sınıfa girenler, Allahü teâlânın rahmetinden ümîd ederek ibâdet ederler. Üçüncü sınıf insanlar ise, sırf Allahü teâlâyı sevdikleri için ibâdet ederler. Birinci sınıfta bulunanların alâmeti üçtür: Kendilerine kıymet vermezler. Yaptıkları iyilikleri az görürler, işledikleri günahları çok görürler, ikinci sınıf insanların da alâmeti üç tanedir: Bütün işlerinde insanlara rehberdirler, insanlara çok cömertlik yaparlar, mallarını sadaka olarak verirler. Allahü teâlâ hakkında hüsn-i zan sahibidirler. Üçüncü sınıf insanların alâmeti de üçtür: 1-Sevdikleri şeylerden verirler. Allahü teâlânın rızâsından başka birşeye aldırmazlar. 2-Nefslerinin istemediği işleri yaparlar. 3-Bütün hâllerinde Allahü teâlâyı hatırlarından çıkarmazlar. Allah
n çıkarmazlar. Allahü teâlâ ile beraber olur, Allahü teâlânın emrini yerine getirir, yasaklarından sakınırlar.”
Hazreti Osman bin Affân buyurdu ki: “Beş vakit namazı vaktinde kılıp devam eden kimseye, Allahü teâlâ dokuz şeyi ihsân eder: 1-Allahü teâlâ o kulunu sever, 2-Bedeni sıhhatli olur, 3-Melekler onu belâlardan muhafaza eder, 4-Evine bereket iner, 5-Yüzünde sâlihlerin siması (alâmeti) olur, 6-Allahü teâlâ o kulunun kalbini yumuşatır (böylece o kimse nasihati kabûl eder), 7-Kıyâmet günü sırat köprüsünü şimşek gibi geçer, 8-Allahü teâlâ onu Cehennem ateşinden kurtarır, 9-Allahü teâlâ onu Cennette evliyâsına komşu eder.”
Hazreti Ebû Bekr Sıddîk buyurdu ki: “On haslet kendisinde bulunan kimse, bütün âfetlerden kurtulur. Müttekîlerin derecesine nail olur. Bu on şey şunlardır: 1-Devamlı doğruluk ve kanaatkar kalb, 2-Kâmil bir sabır ve devamlı olan şükür, 3-Dâimî bir fakirlik ve zühd, 4-Devamlı tefekkür ve açlık, 5-Devamlı hüzün ve Allah korkusu, 6- Devamlı meşakkat ve mütevâzi beden, 7-Devamlı yumuşaklık ve merhamet, 8-Devamlı sevgi ve haya, 9-Fâideli ilim ve devamlı onunla amel, 10-Devamlı îmân ve sabit akıl.”
Hazreti Ömer bin Hattâb buyurdu ki: “Şu on şey, on
b buyurdu ki: “Şu on şey, on şeysiz güzel olmaz: 1-Vera’sız akıl, 2- İlimsiz amel, 3- Allah korkusu olmadan matlûba ve maksuda ulaşmak, 4-Adâletsiz sultan, 5-Edeb olmadan, ilim ve şecaat gibi güzel hâller sahibi olmak, 6-Kalb sükûnu olmadan sevinçli olmak, 7-Cömert olmadan zengin olmak, 8-Kanâatsiz fakirlik, 9-Tevâzu sahibi olmadan, haseb ve neseb sahibi olmak, 10-Tevfîk olmadan (kulun işi Allahü teâlânın rızâsına muvafık olmadan) cihâd.”
Hazreti Osman bin Affân buyurdu ki: “On şeyin zayi olması çok kötüdür. Bu on şey şunlardır: 1-Kendisine sorulmayan âlim, 2-Amel olunmayan ilim, 3-Kabûl edilmeyen doğru görüş, 4-Kullanılmayan silâh, 5-İçinde namaz kılınmayan mescid, 6-Okunmayan Kur’ân-ı kerîm, 7-Sadaka olarak verilmeyen mal, 8-Binilmiyen at, 9-Dünyâyı istiyende bulunan zühd ilmi, 10-Âhıret yolculuğu için hazırlık yapılmayan ömür.”
Hazreti Ali bin Ebî Tâlib buyurdu ki: “İlim, en hayırlı mirastır.
ür.”
Hazreti Ali bin Ebî Tâlib buyurdu ki: “İlim, en hayırlı mirastır. Edeb, en kazançlı kazançtır. Takvâ, (âhıret için) en hayırlı azıktır, ibâdet, en hayırlı sermâyedir. Sâlih amel, Cennet için en hayırlı vesiledir. Güzel ahlâk, en hayırlı arkadaştır. Hilm, işlerde en hayırlı vezîr ve yardımcıdır. Allahü teâlânın taksimine kanâat etmek, en hayırlı zenginliktir, ölüm, en hayırlı terbiye edicidir.”
Evliyâdan birisi buyurdu ki: “Şu on şey, kimde bulunursa, Allahü teâlânın gazâbına vesile olur 1- Fakirlerde kibir, 2-Âlimlerde tama’, 3-Kadınlarda haya azlığı, 4-İhtiyarlarda dünyâ sevgisi, 5-Gençlerde tenbellik, 6-Sultanlarda zulüm, 7-Harbe gidenlerde korkaklık, 8-Zâhidlerde ucb, 9-Âbidlerde riya, 10-Zenginlerde cimrilik.”
Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Afiyet on şeydedir. Bunların beşi dünyâda, beşi âhırettedir. Dünyâda olanlar şunlardır: 1-İlim, 2-İbâdet, 3- Helâl rızık, 4- Şiddet ve sıkıntılara karşı sabır, 5-Ni’mete şükür. Âhırette olanlar şunlardır: 1- Azrail aleyhisselâm ona merhamet ve lütuf ile gelir, 2-Münker ve Nekir ismindeki melekler kabirde onu korkutmazlar, 3-(Kâfirlere Cehenneme gitmeleri emredildiği) O en büyük korku zamanında korkmaz, 4-Günahları yok edilip, iyilikleri kabûl edilir, 5-Sırat köprüsünü, şimşek gibi geçip Cennete selâmetle girer.”
vliyâdan birisi buyurdu ki: “Tövbe ettiği zaman akıllı kimseye şunlar gerekir: 1-Estağfirullahel’azîm demek sûretiyle dili ile istiğfar etmek, 2-Geçmiş günahlarına kalbi ile pişman olmak, 3-Bütün bedeni ile günahlardan sıyrılmak, 4-Ölünceye kadar Allahü teâlânın yasak ettiği şeylere dönmemeye azmetmek, 5-Âhıreti sevip (âhıret işlerine yönelip), dünyâya buğzetmek, 6-Az konuşmak, lüzumu hâlinde konuşmak, 7-Az yiyip, az içmek, 8- Kendini ilim ve ibâdete vermek.”
Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh ) şöyle buyurdu: “Yer hergün şunları söyler: Ey Âdemoğlu! Üzerimde çalışıp çabalasın, sağa sola gidip gelirsin. Hâlbuki dönüp dolaşıp bana geleceksin! Benim üzerimde Allahü teâlâya isyan edersin, yarın ise benim içimde azâb olunacaksın! Şimdi üzerimde gülersin, yarın benim içimde ağlıyacaksın! Şimdi üzerimde neş’elisin, fakat yarın içimde mahzûn olacaksın! Şimdi üstümde mal topluyorsun, yarın içimde topladığın bu malı Allah yolunda sarfetmediğin için pişman olacaksın! Şimdi üzerimde haram yersin, yarın seni kurtlar yer! Şimdi üzerimde kibirleniyorsun, fakat yarın içimde zelîl olacaksın! Şimdi üzerimde yürüyorsun, yarın bendeki bir çukura düşeceksin! Şimdi
eksin! Şimdi üzerimde, güneş ve ay ışığında yürüyorsun, yarın benim içimde, karanlıklar içine düşeceksin! Şimdi insanların toplandıkları yerlerde yürüyorsun, yarın yalnız başına olacaksın.”
Resûlullah ( aleyhisselâm ), mescide giren kimsenin dikkat etmesi gereken husûsları bildirirken şöyle buyurmuştur: “Mescide girerken sağ ayak ile girmelidir. Mescide girerken; “Bismillah ve selâmün alâ Resûlillah ve alâ melâiketihi. Allahümme ifteh lenâ ebvâbe rahmetike inneke entelvehhâb” demelidir. Kelime-i şehâdet getirmelidir. Namaz kılanın önünden geçmemelidir. (Alış veriş bâbı) Dünyâ işi ile uğraşmamalıdır. Dünyâ kelâmı konuşmamalıdır. İki rek’at namaz kılmadan (mescidden) çıkmamalıdır. Abdestsiz girmemelidir.”
Ebû Hüreyre’nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte,- Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Namaz dînin direğidir. Yüzün süsü, kalbin nûrudur. Bedenin rahatı, semânın anahtarıdır. Mizanın ağırlığı, Rabbin rızâsıdır. Cehennem ateşine perdedir.”
İbn-i Abbâs ( radıyallahü anh ) rivâyet etti: “Resûlullah ( aleyhisselâm ) birgün İblîs’e; “Ümmetimden kaç dostun var?” buyurunca, İblîs; “Ümmetinden dostlarım on t
unca, İblîs; “Ümmetinden dostlarım on tane olup, şunlardır: 1-Zâlim devlet reîsi, 2-Malı nereden kazandığına aldırmayan zengin, 3-Emîri, zulmünde tasdik eden âlim, 4-Kibirli kimse, 5-Ölçü, tartı ve başka husûslarda hainlik yapan tüccâr, 6-Karaborsacılık yapan kişi, 7-Zinâ yapan kimse, 8-Faiz yiyen, 9-Malın nereden geldiğine önem vermeyen, 10- İçki içen ve ona yardım eden kişi” dedi. Sonra Resûl-i ekrem, İblîs’e; “Ümmetimden düşmanların kaç tanedir?” buyurunca, İblîs şöyle dedi:
“Ümmetinden düşmanlarım şunlardır: Ey Muhammed, birincisi sensin. Ben sana kızıyorum. 2-İlmi ile amel eden âlim, 3-Kur’ân-ı kerîmin emir ve yasakları ile amel eden Kur’ân-ı kerîm hafızı, 4- Beş vakit namazda Allah için ezan okuyan müezzin, 5-Fakirleri, yoksulları ve yetimleri seven, 6-Merhamet sahibi, 7-Hakka tevâzu gösteren, 8-Allahü teâlâya tâatta bulunan genç, 9-Helâl yiyen, 10-Allah için birbirini seven iki mü’min, 11-Cemâatle namaza rağbet eden, 12-İnsanlar uyurken geceleyin namaz kılan, 13-Sözünde ve işinde kendisini haramdan uzak tutan kimse, 14-Kalbinde kin, hîle gibi birşey olmadan insanlara nasihat eden, 15-Cömert kimse, (Malının bir kısmını verip diğer kısmını bırakan, sehâ sahibidir. Malının en çoğunu veren cûd sahibi, zarûret hâline göğüs gerip, başkasını tercih eden Îsâr sahibidir.) 16-Dâimâ abdestli
ibidir.) 16-Dâimâ abdestli olan, 17-Ahlâkı güzel olan, 18-Allahü teâlânın rızık husûsunda verdiği va’di tasdik eden, 19-Mestûre dul kadınlara yardım eden, 20-Ölüme hazırlanan.”
İbn-i Hacer-i Askalânî hazretlerinin, İsâbe fî temyîz-is-Sahâbe adlı eserinden ba’zı bölümler:
Hasen-i basrî şöyle anlatır: “İçlerinde Süheyl bin Amr, Ebû Süfyân ve Kureyş’in yaşlıları olduğu hâlde, müslümanlar Hazreti Ömer’in evine geldiler. Onları Hazreti Ömer’in kapıcısı karşıladı ve Süheyb, Bilâl, Ammâr (r.anhüm) gibi Bedr savaşına katılmış Eshâb-ı Kirâmın öncelikle içeri girmelerine müsâade etti. Sonra da; “Allahü teâlâya yemîn ederim ki, efendim Ömer, Bedr savaşına iştirâk etti. Bundan dolayı, o savaşa katılanları çok sevmektedir ve bana böyle yapmamı tavsiye etmiştir” dedi. Bunun üzerine Ebû Süfyân; “Ben bugünkü gibi bir hâdiseye hiç rastlamadım. Hizmetçi, kölelere içeri öncelikle girmeleri için müsâade ediyor, biz asillere bakmıyor bile” dedi. Süheyl bin Amr da; “Arkadaşlar! Yüzlerinizde öfke alâmetleri görüyorum. Eğer kızıyorsanız, kendinize kızın. Onlar ve siz, birlikte İslâmı kabûle çağrıldınız. Onlar İslâmı derhâl kabûl ettiler. Siz ise ağırdan aldınız, geç kaldınız. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, din uğrunda sizden önce yaptıkları ile elde ettikleri fazilet, sizin bu kapıda öğünmekte olduğunuz
u kapıda öğünmekte olduğunuz şeref ve faziletten çok daha üstündür. Onlar bu fazîletleriyle sizlerden çok ilerideler. Siz kat’iyyen onların derecesine ulaşamazsınız. Siz şimdi savaşa katılın. Belki Allahü teâlâ sizleri de cihâd sevâbı veya şehidlikle mükâfatlandırır. Allaha yemîn ederim ki, Süheyl doğru söylemiştir. Allahü teâlâ, kendisine hemen inanan kulunu, inanmakta tereddüd ederek geciken kulu ile bir tutmaz” dedi ve Şam’a doğru yürüdü.”
Hâlid bin Velîd ( radıyallahü anh ) son nefesinde; “Yeryüzünde muhacirlerden müteşekkil bir seriyyede geçirdiğim, sabah olur olmaz erkenden düşmana hücum etmeyi kararlaştırdığımız, soğuk, buzlu bir geceden daha çok hoşlandığım ve zevk aldığım hiçbir gece geçirmemişimdir. Siz de Allah yolunda cihâda önem veriniz” buyurdu.
Ebû Vâil şöyle anlatır: “Ölüm ânı geldiğinde, Hâlid bin Velîd ( radıyallahü anh ); “Ölüm saçan, çok tehlikeli sahnelerle dolu olan savaşlarda ölmek istemiştim. Fakat, yatağımda ölmem ezelde takdîr olmuş, elden ne gelir. “La ilahe illallah” demekten sonra en çok sevâb umduğum amelim, sabahleyin kâfirlere baskın yapmak için, göğün delinmişcesine yağan yağmur altında siperde geçirdiğim gecemdi. Ben öldüğüm zaman, atımı ve silâhımı muhafaza edin ve onları Allah yolunda savaşanlara verin” dedi.”
n” dedi.”
Ebû Abs bin Cebr anlatır: “Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ), Eshâbını sadaka vermeye teşvik ettiği zaman, herkes gücü yettiği kadar sadaka olarak birşeyler getirdiler. Utbe bin Zeyd ( radıyallahü anh ) o gece dışarı çıktı ve bir süre namaz kıldıktan sonra; “Allahım! Sadaka olarak vereceğim hiç malım yok. Ben de sadaka olarak kullarından şeref ve haysiyetime tecâvüzde bulunanları affediyorum” diye duâ etti. Sabahleyin Eshâbın arasında otururken, Resûl-i ekrem; “Kendisine yapılan tecâvüzleri dün akşam bağışlayan nerede?” diye sordu. Bunun üzerine Utbe bin Zeyd ayağa kalkıp, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) yanına gitti. Resûlullah ( aleyhisselâm ) ona; “Seni müjdelerim. Kudret ve irâdesiyle yaşadığım Allahü teâlâya yemîn ederim ki, bu yaptığın bağış, makbûl olan sadakalar arasına kaydedilmiştir” buyurdu.
Kays bin el-Ensârî anlatır: Kardeşlerimin malını çok harcıyorum diye, beni Resûl-i ekreme şikâyet ettiler. Ben; “Yâ Resûlallah! Ben hurmadan kendi payıma düşeni alıyor, Allah yolunda harcıyor ve arkadaşlarıma veriyorum” dedim. Resûl-i ekrem sırtımı sıvazlıyarak üç defa; “Allah yolunda harca ki, Allahü teâlâ da sana versin” buyurdu. Bu hâdiseden sonra bir savaşa katıldım. Ben o savaşta, akrabalarım arasında en zengini idim.”
sında en zengini idim.”
Ebû Hüreyre şöyle anlattı: “Birgün; “Hiç namaz kılmadığı hâlde Cennetlik olan birisi var. Kim olduğunu söyler misiniz? dedim. Orada bulunanlardan kimse bilmeyince, bana; “Kimdir o?” diye sordular. Ben de; “Abdüleşheloğullarından Usayram diye bilinen Amr bin Sâbit’dir” dedim. Orada bulunan Hüseyn ( radıyallahü anh ), Mahmûd bin Esed’e; “Usayram’ın durumu nasıldı?” diye sordu. O da şöyle anlattı: “Kavminin müslüman olmasına karşı çıkmıştı. Uhûd gazâsında hakîkati gördü ve müslüman oldu. Sonra düşman saflarına girdi ve yaralanıp düşünceye kadar savaştı. Gazâ sonunda Abdüleşheloğullarından müslüman olanlardan birkaç kişi, harp meydanında kendi şehidlerini ararlarken, onu gördüler ve; “Allah, Allah! Bu Usayram, burada ne işi var? Müslüman olmak istemediği için biz ondan ayrılmıştık” dediler. Sonra ona; “Yâ Amr! Senin müslümanlar içinde ne işin var? Kendi kavmine acıdığın için mi buradasın, yoksa müslüman olmak istediğin için mi buradasın?” diye sordular. O da; “Müslüman olmak için geldim. Allahü teâlâya ve Resûlüne îmân ettim ve müslüman oldum. Sonra Resûlullah ( aleyhisselâm ) ile beraber savaşa girdim. Yaralanıp düşünceye kadar çarpıştım” dedi. Az sonra da son nefesini verdi. Bu hâdiseyi Resûl-i ekreme ( aleyhisselâm ) anlattıklarında; “O Cennetliktir” buyurdu.
Amr bin As anlatır: “Birgün Resûl-i ekrem bana; “Elbiseni giy, silâhını kuşan ve yanıma gel” diye haber gönderdi. Söylediklerini yapıp, huzûruna vardım. Bana; “Seni ordunun başında göndereceğim. Allahü teâlâ seni korusun ve sana ganîmet ihsân eylesin. Çokça ganîmet elde etmeni dilerim” buyurdu. Bunun üzerine ben; “Yâ Resûlallah! Ben mal kazanmak için mü’min olmadım. Ben, sâdece İslâmiyete olan sevgimden dolayı müslüman oldum” deyince, buyurdular ki: “Yâ Amr! İyi insan için helâl mal ne kadar güzeldir.”
İbn-i Ömer şöyle anlatır: “Resûl-i ekrem, Mute savaşında Zeyd bin Hârise’yi kumandan ta’yin etti. Sonra da; “Eğer Zeyd şehîd olursa Ca’fer, Ca’fer şehîd olursa, Abdullah bin Revâha komutan olsun” buyurdu. Ben de o savaşta bulundum. Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) dediği gibi oldu. Ca’fer bin Ebî Tâlib’i aradık şehidler arasında bulduk. Vücûdunda doksan küsur ok ve kılıç yarası vardı.”
Uhûd gazâsında, Abdullah bin Cahş, Sa’d bin Ebî Vakkâs’a; “Duâ etmiyor musun?” dedi. Sonra her ikisi bir köşeye çekilip duâ etmeye başladılar. Sa’d şöyle duâ etti. “Ya Rabbî! Düşmanla savaşa başladığımda, karşıma güçlü kuvvetli birini çıkar. Onunla çarpışayım, onu yenip ganîmetini alayım.” Abdullah bin Cahş bu duâya âmin dedi. Sonra kendisi şöyle duâ etmeye
duâya âmin dedi. Sonra kendisi şöyle duâ etmeye başladı: “Allahım! Beni güçlü kuvvetli iyi dövüşen birisiyle karşılaştır. Senin yolunda dövüşeyim. Sonra o beni yensin. Tutup boynumu, burnumu ve kulaklarımı kessin ki, yarın sana kavuştuğum zaman, Sen; “Ne için burnunu ve kulağını kestiler?” diye sorarsan; “Senin ve Resûlünün yolunda kesildi” diye cevap vereyim. Sen de; “Evet doğru söyledin” diyesin.” Sa’d diyor ki: “Abdullah bin Cahş’ın duâsı benimkinden daha hayırlı çıktı. Allah onun duâsını kabûl etti. Akşama doğru onu gördüm. Burnu ve kulağı bir ipte sallanıyordu.”
Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh ) şöyle anlatır: “Birgün Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ); “Kılık kıyâfeti eski ve kimsenin önem vermediği nice insanlar vardır ki, eğer duâ etseler, Allahü teâlâ onların duâlarını kabûl eder. Berâ bin Mâlik de bunlardandır” buyurdu. Tûster savaşında müslümanlar dağılınca, oradakiler; “Yâ Berâ, Rabbine duâ et” dediler. Berâ bin Mâlik şöyle duâ etti: “Yâ Rabbî! Sana duâ ediyorum. Bizi zafere ulaştır ve beni Nebî’ne kavuştur.” Berâ bin Mâlik o gazâda şehîd oldu.”
Süleymân bin Bilâl anlatıyor: “Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) Bedr gazâsı için yola çıktığında, Sa’d bin Hayseme ve babası, Peygamber efendimizle beraber gazâya katılmak istediler.
ber efendimizle beraber gazâya katılmak istediler. Durumu Server-i âleme bildirdiler. Resûl-i ekrem, ikisinden birinin savaşa katılmasını emretti. Bunun üzerine kur’a çekmeye karar verdiler. Kur’adan önce Hayseme bin Haris, oğlu Sa’d’a; “Birimizin burada kalması gerekiyor. Sen karınla beraber kal” dedi. O ise; Eğer bu, Cennetten başka birşey için olsaydı seni kendime tercih ederdim. Fakat bu harpde şehîd olmak istiyorum” dedi. Sonra kur’a çektiler. Kur’ada Sa’d kazandı. Resûlullahla beraber Bedr savaşına katıldı ve şehîd oldu. Onu Amr bin Abduved şehîd etti.” Urve ( radıyallahü anh ) anlatır: Zübeyr bin Avvâm müslüman olduktan sonra, Peygamber efendimizin (s.a.v) müşrikler tarafından yakalanıp götürüldüğünü işitti. O zaman henüz oniki yaşında idi. Kılıcını sıyırarak, Mekke sokaklarında etrâfına dehşet saçarak dolaşıyordu. Elinde kılıç, Mekke’nin yüksekçe bir yerinde Resûlullah ile karşılaştı. Zübeyr bin Avvâm’ı gören Resûl-i ekrem ona; “Bu hâlin ne?” diye sorunca; “Senin yakalanıp götürüldüğünü duydum da...” diye cevap verdi. Bunun üzerine Resûl-i ekrem; “Peki ne yapacaktın?” diye sorunca; “Sizi yakalayanı işte bu kılıcımla öldürecektim” dedi. Server-i âlem ( aleyhisselâm ) ona ve kılıcına hayır duâda bulundu ve “Haydi evine git” buyurdu. İşte Zübeyr bin Avvâm, Allah yolunda ilk kılıç çeken kimsedir.
, Allah yolunda ilk kılıç çeken kimsedir.
Ebû Hüreyre şöyle anlatır: “Hazreti Ömer beni bir vazîfeye ta’yin etmek için çağırdı. Durumu bana söyleyince, ben o vazîfeyi kabûl etmek istemedim. Bana; “Senden daha hayırlı birisinin istediği bir vazîfeyi sen beğenmiyor musun?” dedi. Ben merakla; “Kimmiş o benden hayırlı olan?” diye sordum. O da; “Hazreti Ya’kûb’un oğlu Hazreti Yûsuf aleyhisselâm” dedi. Bunun üzerine ben; “Hazreti Yûsuf, Allahü teâlânın nebisi ve bir peygamberin oğludur. Ben ise Ümeyme’nin oğlu Ebû Hüreyre’yim. Bu husûsta beş şeyden korkarım” dedim. Hazreti Ömer; “Bu beş şeyi bana da söyliyebilir misin?” dedi. Ben de; “Bilmediğim bir şeyi söylemekten, hakkında hüküm olmayan bir husûsta karar vermekten, dövülmekten, malımın elimden alınmasından, namusuma sövülmesinden korkarım” dedim.
Hazreti Ali şöyle anlatır: “Resûl-i ekrem, Ensârdan bir kişiyi bir seriyyeye komutan ta’yin etti. Seriyye yola çıkarken, Server-i âlem onlara kumandanlarını dinlemelerini ve ona itaat etmelerini emretti. Askerler bir mes’ele dolayısı ile komutanlarını kızdırdılar. Komutan onlara “Odun
s’ele dolayısı ile komutanlarını kızdırdılar. Komutan onlara “Odun toplayın” dedi. Askerler odun topladılar. Komutan; “Ateş yakın” dedikten sonra; “Resûl-i ekrem beni dinleyip, bana itaat etmenizi emretmedi mi?” diye sordu. Onlar; “Emretti” dediler. Bunun üzerine komutan; “O hâlde, girin ateşe!” dedi. Askerler birbirlerine bakıştılar ve; “Biz ateşe girmeyiz. Allahü teâlânın Resûlüne gideriz” dediler. Kumandanın öfkesi biraz sonra yatıştı. Medine’ye döndükleri zaman, bu hâdiseyi Resûl-i ekreme anlattılar. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ); “Eğer ateşe girselerdi, bir daha çıkamazlardı. Ancak meşrû olan husûslarda itaat etmek lâzımdır.” buyurdu.
Muhammed bin Süfyân, babasından şöyle nakleder: “Harise bin Nu’mân’ın ( radıyallahü anh ) gözleri görmüyordu. Bu sebeple evi ile mescidi arasında bir ip germişti. Bir yoksulun mescide geldiğini duyduğu zaman, sepetinden birşey alır ve ipten tutunarak, yoksulun yanına kadar gider ve eliyle ona verirdi. Ailesi ona; “Biz yaparız, sen niye uğraşıyorsun?” dediği zaman, o şöyle cevap verdi: “Ben, Resûl-i ekremin; “Yoksullara insanın kendi eliyle vermesi, onu kötü akıbetlerden korur” diye buyurduğunu duydum.”
uydum.”
Cehcah el-Gıfârî şöyle anlatıyor “Kavmimden İslama girmek istiyen bir toplulukla beraber Medine’ye gittim. Resûlullah ( aleyhisselâm ) akşam namazını kıldırıyordu. Namaz bitince Eshâb-ı Kirâma; “Herkes yanındakini evine götürsün” buyurdu. Mescidde benden ve Resûl-i ekremden başka kimse kalmadı. Ben iri ve uzun boylu idim. Beni de Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) evine götürdü. Bana bir keçiden süt sağdı. Onu içtim. Yemek hazırladı, onu da yedim. Bir keçiden daha süt sağdı, onu da içtim. Böyle tam yedi keçiden süt sağdı. Hepsini de içtim. Ümmü Eymen; “Bu gece Allahü teâlânın Resûlünü aç bırakanı, Allahü teâlâ da aç bıraksın” dedi. Bunun üzerine Resûl-i ekrem; “Sus yâ Ümmü Eymen! O rızkını yedi. Bizim rızkımızı ise Allahü teâlâ verir” buyurdu. Sabah olunca yine mescidde toplandık. Herkes kendine yapılan ikramı anlatıyordu. Ben de; “Bana yedi keçinin sütü sağıldı, hepsini içtim. Bir tencere yemek yapıldı. Onu da yedim” diye anlattım. Resül-i ekrem ( aleyhisselâm ) gün boyunca bana İslâmiyeti anlattı. Akşam üzeri İslâmiyetin hak din olduğuna inanarak Resûl-i ekremin (
n olduğuna inanarak Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ) huzûrunda müslüman oldum. Akşam olunca yine Resûl-i ekremin arkasında akşam namazını kıldık. Namazdan sonra Resûlullah ( aleyhisselâm ) yine; “Herkes misâfirini götürsün” buyurdu. Yine mescidde Resûl-i ekremden ve benden başka kimse kalmadı. Resûlullah beni mübârek hânelerine götürdü. Bir keçiden süt sağdı. Onu içtim ve doydum. Ümmü Eymen; “Yâ Resûlallah! Bu bizim dünkü misâfirimiz değil mi?” dedi. Server-i âlem de; “Evet” dedi ve devamla; “O, bu gece mü’min olarak yemek yedi. Dün kâfir olarak yemişti. Kâfir, yedi bağırsağını dolduruncaya kadar yer. Mü’min ise bir bağırsağını dolduruncaya kadar yer” buyurdu.
Mâlik-üd-Dûr şöyle anlatır: “Hazreti Ömer, birgün dörtyüz dinarı bir keseye koyup kölesine verdi ve; “Bunu Ebû Ubeyde bin Cerrâh’a götür ve orada biraz bekle, ne yaptığına bak” dedi. Köle para dolu keseyi Ebû Ubeyde’ye götürdü. Ona; “Mü’minlerin emîri bu parayla ihtiyâcınızı karşılamanızı söyledi” dedi. Ebû Ubeyde; “Allahü teâlâ ondan râzı olsun” diye mukâbelede bulunduktan sonra, câriyesini çağırarak, ona; “Şu yedi dinarı şu kimseye, şu beş dînârı
rak, ona; “Şu yedi dinarı şu kimseye, şu beş dînârı falancaya, şu beş dînârı da filancaya götür” dedi ve bütün dinarları dağıttı. Köle, oradan ayrılıp Hazreti Ömer’in yanına geldi. Orada gördüğü hâdiseyi anlattı. Hazreti Ömer kölesine ikinci bir kese vererek; “Bu keseyi Mu’âz bin Cebel’e götür ve orada bekle, ne yaptığına bak” dedi. Köle, keseyi Mu’âz bin Cebel’e götürdü ve; “Mü’minlerin emîri bu paraları sana, ihtiyâçlarını görmen için gönderdi. Mu’âz bin Cebel de; “Allahü teâlâ ondan râzı olsun” diye mukâbelede bulundu. Sonra câriyesini çağırarak; “Şunu filân kimselere, şunu falan kimselere götür” dedi. O sırada hanımı paraları gördü ve; “Biz de muhtacız, bize de ayır” dedi. Kesede kalan son iki dînârı da hanımına verdi. Köle, Hazreti Ömer’in yanına dönerek bütün olanları anlattı. Hazreti Ömer bu duruma sevi-nerek; “Onlar, birbirlerinin kardeşidirler” dedi.
Ka’b bin Alkam şöyle anlatıyor “Resûlullah efendimizin sohbetinde bulunmuş olan Garafe bin Haris, bir hıristiyanın Resûl-i ekrem hakkında kötü sözler söylediğini duyunca, o hıristiyanı epey hırpalıyarak burnunu kırdı. Garafe bin Hâris’i derhâl Amr bin Âs’ın huzûruna götürdüler. Amr bin Âs; “Biz onlara dokunmayacağımıza dâir söz vermiştik. Sen niye böyle yaptın?” diye sorunca, Garafe bin Haris; “Herhalde, onlara Resûl-i ekreme küfretsinler diye emân verilmedi. B
ara Resûl-i ekreme küfretsinler diye emân verilmedi. Bildiğim kadarıyla, onlara sâdece kiliselerine karışmayacağımıza, kiliselerinde rahatça ibâdet edebileceklerine, altından kalkamayacakları mükellefiyet yüklemiyeceğimize, onlara düşman saldırırsa yanlarında yer alacağımıza, kendi aralarında istedikleri gibi karar verebileceklerine, ancak bizim hükümlerimize tâbi olmak isteyenler hakkında, Allahü teâlânın ve Resûlullahın emrettiği şekilde hüküm vereceğimize, istemezlerse zor kullanmıyacağımıza dâir söz ve emân verdik” dedi. Bunun üzerine Amr bin Âs; “Söylediklerin doğru, haklısın” diye cevap verdi.”
Sa’d bin Ebî Vakkâs anlatır. Resûl-i ekrem Medine’ye hicret edince, Cüheyne kabilesinden bir hey’et gelerek; “Bizim beldemize geldin. Bize te’minat ver ki, seninle ve kavminle iyi münâsebetler kuralım. Resûlullah ( aleyhisselâm ) onlara te’minat verdi. Onlar da müslüman oldular. Resûl-i ekrem, Receb ayında, yüz kişi olduğumuz hâlde bizi Kinâne kabilelerine baskınlar düzenlememiz için Cüheyne taraflarına göndermişti. Biz de oraya gidip, Kinâne kabilelerine birçok baskınlar düzenledik. Fakat, onlar bizden kalabalık oldukları için, Cüheyne kabilesine sığınmak zorunda kaldık. Onlar bizi himâye ettiler. Bize; “Haram ayda niçin
bizi himâye ettiler. Bize; “Haram ayda niçin savaşıyorsunuz?” diye sordular. Biz de onlara; “Haram ayda, mukaddes beldeden bizi çıkaranlarla savaşıyoruz” dedik. Daha sonra aramızda ne yapacağımıza bir türlü karar veremedik. Ba’zılarımız; “Durumu Resûlullaha ( aleyhisselâm ) bildirelim” dedi. Ba’zımız ise; “Burada bekliyelim” dedi. Birkaç kişi ve ben; “Kureyş kervanının yolunu keselim” dedik. Bunun üzerine grubumuz ayrıldı. Biz Kureyş kervanının yolunu kesmeye gittik. Bir kısmı Resûl-i ekreme durumu arzetmeye gitti. Durumu öğrenen Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) öyle hiddetlendi ki, yüzü kıpkırmızı oldu ve; “Yanımdan beraberce gittiğiniz hâlde, parçalanarak mı döndünüz? Sizden önceki kavimlerin helak oluş sebebi parçalanmaktır. Size, en hayırlınız olmamakla beraber, açlığa ve susuzluğa en dayanıklı olan birisini komutan olarak gönderiyorum” buyurdu. Bize Abdullah bin Cahş’ı komutan olarak gönderdi. Abdullah bin Cahş, ta’yin edilen ilk seriyye kumandanıdır.”
Urve bin Zübeyr anlatır: “Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ), birgün Abdullah bin
Cahş’ı komutan olarak gönderdi. Abdullah bin Cahş, ta’yin edilen ilk seriyye kumandanıdır.”
Urve bin Zübeyr anlatır: “Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ), birgün Abdullah bin Cahş’ı yanına çağırdı ve; “Sabah vakti olur olmaz yanıma gel. Silâhın da yanında bulunsun. Seni bir tarafa göndereceğim” buyurdu. Sabah olunca, Abdullah bin Cahş, kılıcı, yayı, ok ve kalkanı yanında olduğu hâlde mescide geldi. Resûl-i ekrem sabah namazını kıldırdıktan sonra evine döndü. Abdullah bin Cahş, Server-i âlemi kapının önünde bekliyordu. Resûl-i ekrem, Muhacirlerden onunla gidecek birkaç kişi buldu. “Seni bu kişilerin üzerine kumandan ta’yin ettim” buyurarak bir mektûp verdi ve devamla; “Git, iki gece yol aldıktan sonra mektûbu aç. Onda buyurulana göre hareket et” buyurdu. Abdullah bin Cahş; “Yâ Resûlallah! Hangi tarafa gideyim?” diye sordu. Resûl-i ekrem “Necdiye yolunu tut. Rekiyye’ye, kuyuya yönel!” buyurdu. Abdullah bin Cahş, sekiz veya on kişilik bir birlik ile, iki gün sonra Melel mevki’ine vardıklarında mektûbu açtı. Mektûpta şunlar yazılı idi:
u açtı. Mektûpta şunlar yazılı idi:
“Bismillâhirrahmânirrahîm, Bu mektûbu gözden geçirdiğin zaman, Mekke ile Tâif arasındaki Nahle vadisine ininceye kadar, Allahü teâlânın ismi ve bereketiyle yürüyüp gidersin. Arkadaşlarından hiçbirini, seninle birlikte gitmeye zorlamayasın! Nahle vadisindeki Kureyşîleri, Kureyşîlerin kervanını gözetip ve denetleyesin. Onların haberlerini bize bildiresin.”
Abdullah bin Cahş ( radıyallahü anh ) mektûbu okuduktan sonra; “Bizler Allahü teâlânın kullarıyız ve hep O’na döneceğiz. İşittim ve itaat ettim. Allahü teâlânın ve sevgili Resûlünün emrini yerine getireceğim” diyerek, mektûbu öpüp başına koydu. Sonra arkadaşlarına dönerek; “Hanginiz şehîd olmayı istiyor ve özlüyorsa, benimle gelsin. Gelmek istemiyen dönüp gidebilir. Hiç birinizi zorlayıcı değilim. Gelmeseniz de ben tek başıma gidip, Resûl aleyhisselâmın emrini
a, benimle gelsin. Gelmek istemiyen dönüp gidebilir. Hiç birinizi zorlayıcı değilim. Gelmeseniz de ben tek başıma gidip, Resûl aleyhisselâmın emrini yerine getireceğim” dedi. Arkadaşları hep birden; “Biz işittik. Allahü teâlâya, Peygamber efendimize ve sana itaat edicileriz. Nereye istersen, Allahü teâlânın bereketi üzere yürü” diye cevap verdiler. İçlerinde Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretlerinin de bulunduğu küçük birlik, Hicaz’a doğru yol aldı ve Nahle’ye geldi. Bir yere gizlendiler. Oradan gelip geçen Kureyşîleri gözetlemeye başladılar. Bu sırada bir Kureyş kâfilesi geçti. Develer yüklü idi. Mücâhidler Kureyş kâfilesine yaklaşarak, onları İslâma da’vet ettiler. Kabûl etmeyince çarpışma başladı. Çarpışma sonunda birisini öldürdüler, ikisini esîr aldılar. Birisi atlı olduğu için ona yetişemediler. O kaçtı. Kâfirlerin bütün malları mücâhidlere kaldı. Mücahidler, malları ve esîrleri alarak Resûl-i ekremin huzûruna geldiler. Resûlullah efendimiz; “Ben size haram, ayda savaş yapmanızı emretmedim” buyurarak, mallara ve esîrlere dokunmadı. Mücahidler helak olacaklarını ve halkın kendilerini kınayacağını sandılar. Kureyşli kâfirler bu hâdiseyi duyunca; “Muhammed, haram aylarda kan döktü, esîr ve ganîmet aldı. Haram ayda savaşmayı helâl yaptı” dediler. Bunun üzerine; “Sana haram olan ayda savaşın hükmü nedir diye soruyorlar. De ki; “O ayda savaş yapmak
ayı helâl yaptı” dediler. Bunun üzerine; “Sana haram olan ayda savaşın hükmü nedir diye soruyorlar. De ki; “O ayda savaş yapmak büyük günahtır. Fakat, küfür ve inkârla insanları Allah yolundan çevirmek, Mescid-i Haram’da tavaf ve namazdan alıkoymak, Peygamberi ve Eshâbını Mekke’den çıkarmak, Allah katında daha büyük bir günahtır. Allaha ortak koşmak fitnesi, müslümanların haram ayda yaptıkları savaştan da beterdir. Ey mü’minler, kâfirlerin gücü yetse, sizi dîninizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaktan geri durmazlar. Sizden kim dîninden döner de kâfir olarak ölürse, bu gibilerin yaptığı iyi şeyler, dünyâda da, âhırette de boşa gitmiştir ve onlar Cehennem ehli olup, orada ebedi olarak kalırlar” meâlindeki, Bekâra sûresi ikiyüzonyedinci âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Bu âyet-i kerîme nâzil olunca, Resûl-i ekrem kervanı alıkoydu. Esîrleri fidye karşılığında serbest bıraktı. O zaman mü’minler; “Ey Allahın Resûlü! Bizi savaşa mı sokmak istiyorsun?” dediklerinde; “Allaha ve Resûlüne gerçek îmân edenler ve vatanlarından hicret edip Allah yolunda savaşanlar (var ya!) işte onlar, Allahın rahmetini umarlar. Allah çok mağfiret ve rahmet edicidir” meâlindeki, Bekâra sûresinin ikiyüz-onsekizinci âyet-i kerîmesi nâzil oldu.”
sûresinin ikiyüz-onsekizinci âyet-i kerîmesi nâzil oldu.”
Cessâme bin Müsâhik bin er-Rebî şöyle anlatır: “Hazreti Ömer beni Herakliyus’a elçi olarak göndermişti. Herakliyus’un yanına çıkınca, gösterilen yere oturdum. Üzerine oturduğum şeye o anda dikkat etmemiştim. Bir süre sonra oturduğum şeye baktığım zaman, altından yapılma bir iskemle olduğunu gördüm. Hemen ayağa kalktım. Herakliyus bu davranışıma şaşırarak; “Sana ikram olarak gösterdiğimiz bu yerden niye kalktın?” diye sordu. Ben de; “Resûlullahın ( aleyhisselâm ), bunun gibi şeylerden müslümanları nehyettiğini duyduğum için ayağa kalktım” dedim.”
Muhammed bin Eslem şöyle anlatır. “Birgün Medine’ye gittim. Çarşıda işimi gördüm. Sonra evime geri döndüm. Elbiselerimi değiştireceğim sırada, Resûl-i ekremin mescidinde iki rek’at namaz kılmadığımı hatırlayıp; “Ben Resûl-i ekremin mescidinde iki rek’at namaz kılmadım. Hâlbuki Server-i âlem; “Sizden kim Medine’ye gelirse, benim mescidimde iki rek’at namaz kılmadan geri dönmesin” buyurmuştu” diyerek, tekrar Medine’ye gittim. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) mescidinde iki rek’at namaz kıldım.”
iki rek’at namaz kıldım.”
İbn-i Büreyde el-Eslemî şöyle anlatır: “Birgün bir kişi, İbn-i Abbâs’a karşı epey ağır konuştu, İbn-i Abbâs bunun üzerine; “Sen beni kötülüyorsun, fakat bende şu üç güzel huy vardır: Birincisi; Allahü teâlânın kitabı olan Kur’ân-ı kerîmden bir âyet-i kerîme öğrenince, bütün müslümanların da bunu öğrenmesini istiyorum.
İkincisi; Müslüman hâkimlerden birinin adâletle hüküm verdiğini duyduğum zaman, hâkime hiç işim düşmediği hâlde sevinirim. Sonuncusu da; bir müslüman beldesine yağmur yağdığını duyduğum zaman, benim hiç sulanacak tarlam, otlayacak hayvanım olmadığı hâlde sevinirim” dedi.”
Ebû Râşid bin Abdürrahmân ( radıyallahü anh ) şöyle anlatır: “Kabilemiz adına yüz kişi, Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) ile görüşmek için gittik. Beraber geldiğimiz arkadaşlarım; “Ebû Mu’âviye, önce sen Peygamberin yanına git. Eğer ilgi görürsen bize haber ver, biz de yanına gidelim. Eğer ilgi görmez isen, hep beraber geri dönelim” diyerek, önce beni gönderdiler. Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) huzûruna çıkınca; “İyi sabahlar yâ
isselâm ) huzûruna çıkınca; “İyi sabahlar yâ Muhammed” dedim. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ); “Bu, müslümanların selâmı değildir” buyurdu. Ben de; “Müslümanların selâmı nasıldır yâ Resûlallah?” diye sordum. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ); “Müslüman, bir müslümanla karşılaştığı zaman, esselâmü aleyküm ve rahmetullah desin” buyurdu. Ben de; “Esselâmü aleyke yâ Resûlallah” dedim. Resûlullah da; “Aleyküm selâm ve rahmetullahi ve berekâtühü” diyerek selâmımı aldıktan sonra; “İsmin nedir? Kimsin?” buyurdu. “Lat ve Uzza’nın kulunun oğlu Ebû Mu’âviye’yim” diye cevap verdim. Resûlullah ( aleyhisselâm ) bana; “Sen, Rahmân olan Allahü teâlânın kulunun oğlu Ebû Râşid’sin” buyurdu. Büyük izzet ve ikramda bulundu. Beni yanıbaşına oturttu. Cübbesini bana giydirdi. Ayakkabıları ile asasını bana hediye etti. Bunun üzerine ben de müslüman oldum. Yanındakiler, Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ); “Yâ Resûlallah, bu zâta ne kadar ikramda bulundun?” diyerek hayretlerini belirttiler. Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Bu, kavminin ileri gelenidir. Size bir kavmin büyüğü gelirse, ona izzet ve ikramda bulunun” buyurdu.
ona izzet ve ikramda bulunun” buyurdu.
Ammâr bin Ebî Ammâr anlatır: “Birgün Zeyd bin Sabit ( radıyallahü anh ), bir yere gitmek için atına binecekti. Bunu gören İbn-i Abbâs hemen onun atının yularını tuttu. Zeyd bin Sabit; “Ey Resûlullahın amcasının oğlu, bineğimin yularını bırak” dedi. İbn-i Abbâs ona cevap olarak; “Bize, büyüklerimize ve âlimlerimize böyle davranmamız emredildi” deyince, Zeyd bin Sabit; “Elini bana uzat” dedi. O da elini uzatınca, Zeyd bin Sabit, hemen İbn-i Abbâs’ın eline sarılarak öptü ve sonra; “Bize de, Peygamberimizin Ehl-i beytine bu şekilde davranmamız emredildi” dedi.
Hâkim bin Kays şöyle anlatır: “Babam ölmek üzere iken, bize şöyle vasıyyette bulundu: “Allahü teâlâya âsî olmaktan sakının. En büyüğünüzü, kendinize başkan seçin! Zîrâ büyüklerini seçen kimseler, babalarının yolunda yürümüş olurlar. Küçüklerini başkan seçen kimseler ise, bu davranışlarıyla başkaları arasında babalarını küçük düşürmüş olurlar. Mal kazanmaya ve onu çoğaltmaya bakın. Zîrâ mülk, cömertleri coşturur, nâmerde de muhtaç etmez, insanlara el avuç açmaktan sakının. Çünkü dilenmek, insanın baş vuracağı en son çâredir. Ben ölünce, arkamdan bağıra çağıra ağlamayın. Zîrâ Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ) arkasından da bağıra çağıra ağlanmadı.”
Ebû Ca’fer el-Hatmî şöyle anlattı: “Umeyr bin Hubeyb bin Humâşa ( radıyallahü anh ), oğluna şöyle vasıyyet etti: Oğlum, kötü kimselerle sohbet etmekten sakın. Zîrâ onlarla sohbet etmek, insana hastalık getirir. Kim kötü kimselere karşı olgun davranırsa, kazançlı olur. Onlara karşı çıkanlar da pişman olur. Kötü kimselerden gelen az bir kötülükten kaçmayan, çoğuna râzı demektir. Sizden biri iyiliği emretmek ve kötülüğe engel olmak istediği zaman, gelecek eziyetlere karşı sabırlı olmaya ve sevâbını Allahü teâlâdan beklemeye kendisini alıştırsın. Kim yaptığı işin sevâbını azîz ve celîl olan Allahü teâlâdan beklerse, eziyet ona bir zarar vermez.”
Ca’fer bin Abdullah şöyle anlatır: “Ben çocukken, yemek yerken onun bunun önünden yiyordum. Dedem Hâtem ( radıyallahü anh ) bunu gördü ve bana; “Oğlum! Şeytan gibi böyle yeme! Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) sâdece kendi önünden yerdi” dedi.”
Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh ) anlatır: “Birgün Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) mescide girdiğinde, Haris bin Mâlik ( radıyallahü anh ) yerde yatıyordu. Resûl-i erkemi görünce hemen kalktı ve toparlandı. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) ona; “Yâ Haris! Geceyi nasıl geçirdin?” diye sordu. O da; “Ey Allahü teâlânın Resûlü! Gerçek bir mü’min olarak” cevâbını
n Resûlü! Gerçek bir mü’min olarak” cevâbını verdi. Bunun üzerine Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ); “Her gerçeğin bir hakîkati vardır. Senin sözünün hakîkati nedir?” diye sorunca, o; “Artık dünyâ gözümde yok. Öyle ki, gündüzlerim susuz, gecelerim uykusuz geçiyor. Rabbimin Arş’ını görür gibiyim. Sanki birbirini ziyâret eden Cennet halkını ve feryâd eden Cehennemdekileri seyrediyorum” dedi. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ); “Sen, Allahü teâlânın kalbini nurlandırdığı bir kimsesin. Seni anlıyorum, bu hâline devam et” buyurdu. Diğer bir rivâyette ise, Haris bin Mâlik bu söz üzerine Resûl-i ekreme ( aleyhisselâm ); “Ey Allahın Resûlü, bana şehâdeti nasîb etmesi için Allahü teâlâya duâ et” dedi. Peygamber efendimiz de ( aleyhisselâm ) duâ etti. Müslümanlara cihâd etmeleri emredilince, ilk olarak ata binen ve ilk şehid düşen mü’min Haris bin Mâlik oldu.
İbn-i Ömer ( radıyallahü anh ) şöyle anlatır: “Birgün Peygamber efendimizin yanında oturuyordum. O sırada Ensârdan olan Harmele bin Zeyd, Resûl-i ekremin huzûruna girdi ve karşısına oturdu. “Ey Allahü teâlânın Resûlü! (eliyle dilini göstererek) îmân burada, (kalbini göstererek) nifak da buradadır. Münâfık olan, Allahü teâlâyı çok az hatırlar” dedi. Resûlullah
yı çok az hatırlar” dedi. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) karşılık vermeyince, Harmele bin Zeyd bu sözünü tekrar etti. Bunun üzerine Resûlullah ( aleyhisselâm ), onun dilinin ucundan tutarak; “Yâ Rabbî! Buna doğru söyleyen bir dil, şükr eden bir kalb ihsân et. Buna, beni ve beni sevenleri sevmesini nasîb et. İşlerini hayra tebdil et” diye duâ etti. Harmele bin Zeyd ( radıyallahü anh ); Yâ Resûlallah! Benim münâfık kardeşlerim var. Ben onların reîsiyim. Onları sana göndereyim mi?” diye sorunca, Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ); “Kim bize senin gibi gelirse, sana af dilediğimiz gibi, onun için de af dileriz. Münâfıklıkda ısrâr edeni de Allahü teâlâya havale ederiz” buyurdu.
Abdürrahmân bin Ebî Ukayl şöyle anlatır: “Sakîf hey’etiyle birlikte, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) huzûruna geldim. Develerimizi kapının önünde çöktürdük. İçeri girerken, herkese kızgın kızgın bakıyorduk. Fakat dışarı çıkarken, sevmediğimiz kimse kalmadı, içimizden birisi; “Ey Allahın Peygamberi! Rabbinden kendin için, Hazreti Süleymân’ın (aleyhisselâm) saltanatı gibi bir saltanat isteseydin ya!” deyince, Peygamber efendimiz bu söze gülerek şöyle cevap verdi: “Bana verilen, Allah katında Süleymân’ın saltanatından daha üstündür. Zîrâ, Allahü te
tından daha üstündür. Zîrâ, Allahü teâlâ gönderdiği her peygamberlere bir duâ hakkı, tanımıştır. Onlardan ba’zıları dünyâyı istemişler. Bunlara dünyâ verilmiştir. Bir kısım, isyan etmeleri sebebiyle kavmine bedduâ etmiştir. Kavmi de bu yüzden helak edilmiştir. Ben ise, Allahü teâlânın bana verdiği bu hakkı, kıyâmet günü ümmetime şefaat etmek için kullanacağım.”
Ka’b bin Adiy ( radıyallahü anh ) anlattı: “Hire hey’eti ile beraber Resûlullaha ( aleyhisselâm ) gelmiştik. Bize İslâmiyeti anlattı. Müslüman olduk ve memleketimize döndük. Çok geçmeden Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) vefât haberi geldi. Bu haber arkadaşlarımı şüpheye düşürdü. “Eğer O Peygamber olsaydı, ölmezdi” dediler. Ben, onların yanlış düşündüklerini anlatıp; “Ondan önce gelen peygamberler de ölmüştür” diyerek, İslâmiyetten ayrılmadım. Daha sonra Medine’ye gitmeye karar verdim. Hazreti Ebû Bekr’in yanına gelerek hâdiseyi anlattım. Beni, Mısır kralı Mukavkıs’a elçi olarak gönderdi. Mısır’a gittim ve geldim. Hazreti Ebû Bekr’in vefâtından sonra, Hazreti Ömer de beni Mukavkıs’a elçi olarak gönderdi. O sırada, Rumlar ile yaptığımız Yermük savaşı devam ediyordu. Götürdüğüm mektûbu Mukavkıs’a te
ktûbu Mukavkıs’a teslim ettim. Mukavkıs; “Rumların, Arabları öldürüp hezimete uğrattığını biliyor musun?” dedi. Ben “Hayır” deyince, “Niçin?” dedi. Ben de; “Çünkü Rabbimiz, sevgili Peygamberimize ( aleyhisselâm ) İslâmiyeti bütün dinlere hâkim kılacağını va’d etti. O, va’dinden dönmez” dedim. O zaman Mukavkıs; “Hakîkaten Arablar, Rumları, Ad kavmi gibi kılıçtan geçirdiler. Peygamberiniz doğru söylemiş...” dedi. Bundan sonra Mukavkıs bana, Eshâb-ı Kirâmın ( radıyallahü anh ) ileri gelenlerini sordu. Onlar için hediyeler verdi. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) amcası Abbâs’a ( radıyallahü anh ) da hediyeler gönderdi. Hazreti Ömer’e durumu bildirdikten sonra, onun emrine girdim. Hazreti Ömer devlet me’murlarına maaşlarını ta’yin ederken, benim maaşımı da Adiy bin Ka’boğullarının arasına yazdı.”
Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh ) anlatır: “Eshâb-ı Kirâmdan Ebû Muâllak isminde bir zât vardı. Bu zât, başkalarıyla ortaklık kurarak ticâret yapardı. Dürüst ve takvâ sahibi idi. Birgün bu zât, ticâret için yola çıkmıştı. Karşısına silâhlı bir hırsız çıktı ve ona; “Neyin varsa çıkar, seni öldüreceğim” dedi. Ebû Muâllak; “Maksadın mal almaksa, al malların hepsi senin olsun” deyince, hırsız; “Ben, sâdece senin canını istiyorum” dedi. Bunun üzerine Ebû Muâllak; “Öyleys
nı istiyorum” dedi. Bunun üzerine Ebû Muâllak; “Öyleyse bana izin ver de, namaz kılayım” dedi. Hırsız; “İstediğin kadar namaz kıl” deyince, Ebû Muâllak namaz kıldı ve üç defa şöyle duâ etti: “Ey gönüllerin sevgilisi, ey yüce Arş’ın sahibi, ey dilediğini yapan Allahım! Ulaşılmayan izzetin, kavuşulmayan saltanatın ve Arş’ını kaplayan nûrun için beni şu hırsızın şerrinden korumanı istiyorum! Ey imdâda koşan Allahım! îmdâdıma yetiş!” Ebû Muâllak duâsını bitirir bitirmez, elindeki kargıyı kulakları hizasında tutan bir atlı peyda oldu. O atlı hırsızı öldürdü. Sonra Ebû Muâllak’a döndü. Ebû Muâllak da;
“Sen kimsin? Allahü teâlâ, seni vâsıta ederek bana yardım etti” deyince, o atlı; “Ben, dördüncü kat semâ ehlindenim. Sen ilk duânı yapınca, semânın kapılarının çatırdadığını işittim. İkinci defa duâ edince, gök ehlinin gürültüsünü işittim. Üçüncü kere duâ edince, “Zorda kalan biri duâ ediyor” denildi. Bunu duyunca, Allahü teâlâdan, onu öldürmeye beni me’mûr etmesini istedim. Allahü teâlâ, benim isteğimi kabûl ederek; “Bil ki, abdest alıp dört rek’at namaz kılan ve duâ yapan kimseye, zorda kalsa da, kalmasa da yardım ederim” buyurdu” dedi.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
Mu’cem-ül-müellifîn cild-2, sh. 20
2) Şezerât-üz-zeheb cild-7, sh. 270
3) Miftâh-üs-se’âde cild-1, sh. 209
4) Ed-Dav-ül-lâmi’ cild-2, sh. 36
5) Kâmûs-ül-a’lâm cild-1, sh. 616
6) İnbâ-ül-gumûr mukaddimesi
7) Tabsir-ül-müntebih mukaddimesi
8) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 7, 8, 12, 24, 69, 190, 254, cild-2, sh. 1052, 1295, 1317, 1604, 1936
9) De slane: Catalogue does manuscrits arabes cild-1, sh. 301, 381
10) Les manuserits arabes de l’escurial cild-3, sh. 85, 109
11) Ahlwardt; Verzeichniss der arabischen Handschriften cild-2, sh. 25 cild-7, sh. 96 cild-9, sh. 65
12) Brockelmann Gal-2, sh. 67 Sup-2, sh. 72
Ahlwardt; Verzeichniss der arabischen Handschriften cild-2, sh. 25 cild-7, sh. 96 cild-9, sh. 65
12) Brockelmann Gal-2, sh. 67 Sup-2, sh. 72
13) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 395, 591, 1017
14) Rehber Ansiklopedisi cild-8, sh. 27
15) Fâideli Bilgiler sh. 145, 312, 417, 439
Konfüçyüs'e :"Ülkenin bütün yönetimi sana bırakısaydı ilk iş olarak ne yapardın ? diye sorulduğunda hiç kuşkusuz dili gözden geçirmekle, dili düzeltmekle işe başlardın der.
İletişim ve Dil.
Niçin di ? diye sorulduğunda ise :Dil düzgün o!mayınca söylenen söylenmek istenen değildir, söylenen söylenmek istenen olmayınca yapılması gereken yapılmadan kalır,
İletişim ve Dil.
yapılması gereken yapılmadan kalınca törelerle sanatlar geriler, törelerle sanatlar gerileyince de adalet yolan çıkar.Adalet yoldan çıkınca halk çaresizlik içinde kalır.Bu sebeple söylenmesi gereken başıboş bırakılamaz.Onun için dil her şeyden önemlidir dediği anlatılır.
İletişim ve Dil.
Nitekim eski bir atasözü şöyle der: Atalarsözü Kur'an'a girmez, yanınca yelişür(birlikte koşup gider, ondan geri kalmaz).
İletişim ve Dil.sy.268.
Ağaç yaş iken eğilir.
İletişim ve Dil. sy.271.
Taş düştüğü yerde ağırdır.
İnsanlar, deneyim ve bilgi sahibi olduğu konularda başarı gösterir.
İnsan tanındığı yerde etkilidir.
Tecrübenin dili
Konu konu atasözleri.sy.235.
Bediüzzaman’ın Entelektüel Hayatı-141923-1949 yılları arasını kapsayan Yeni Said Dönemi pozitivist değerler üzerine kurulan anlayışa karşı iman hakikatlerinin neşri üzerine çalışmaların yoğunlaştığı, her türlü baskı, tehdit, işkence ve hapislere rağmen Risâle-i Nur’un telifinin gerçekleştirildiği dönemdir.1949 yılının Eylül ayında Afyon hapishanesinden tahliye edilmesiyle birlikte Üçüncü Said dönemi başlar. Bu dönem din, siyaset ve devlet üçgenindeki algıya ve anlayışa işaret etmesi bakımından önemlidir. Zira bu dönemde ortaya konulan değerler ve prensipler kendisinin vefatından sonra yapılacak hizmetlerin yönünü ifade etmektedir.Reis-i Cumhura ve Başvekile Medresetüzzehra MektubuAsya’yı bilhassa Doğuyu hakiki terakki ettirecek fen ve felsefenin tesirinden ziyade din hissidir. Dini değerleri zayıflayan Doğu halkını nizam altına almak zordur. Bu durum daha sonra telafisi mümkün olmayan zararlara yol açabilmektedir. İdris-i Bitlisi 450 yıl önce bu duruma dikkat çekmek için Yavuz Sultan Selim’e bir mektup gönderir.Zamanın İdris-i Bitlisi’si Bediüzzaman da İdris-i Bitlisi gibi düşünmektedir. Şer odakları tarafından Doğuda nifak tohumlarının ekildiğini hissetmektedir. Cehalet sebebiyle, dinî duyguların zayıfladığını, bunun anarşistliği netice vereceğini, Devletin varlığı için büyük tehlike teşkil edeceğini görmektedir. Bunun için II. Abdülhamid’e, Sultan Reşad’a ve TBMM’ne bölgede bir üniversite açılmasını teklif eder. Ne var ki bu girişimlerden istenilen sonuç çıkmaz; Medresettüzzehra Üniversitesi kurulamaz.Kaynak: Üçüncü Said Dönemi - Mustafa ORAL
Tarihler 28.04.1955’i gösterdiğinde Bediüzzaman tekrar harekete geçer. O günlerde Menderes Hükümetinin Pakistan, Irak ve Türkiye’den oluşan Birleşik İslâm Cumhuriyeti kurma projesi gündemdedir. Bu çerçevede Doğuda bir Üniversite açılması düşünülmektedir. Haberi alan Bediüzzaman Reis-i Cumhura ve Başvekile hitaben mektup bir yazar.Bütün maksadının ve düşüncelerinin fihristesi olan bu mektup, onun nasıl bir tasavvura sahip olduğunu apaçık göstermektedir.Bediüzzaman mektubunda, Birleşik İslâm Cumhuriyetleri kurma projesini tebrik eder. Doğu Anadolu’da ve İslam dünyasında meydana gelen hâdiselere vurgu yapar. Tedbir alınmazsa Devleti çok büyük tehlikelerin beklediğini ve bunu önlemenin tek çaresinin İslâm kardeşliğine sarılmak olduğunu ifade eder. Belirtileri görülen Kürtçülük hareketlerine karşı alınması gereken tedbirleri hatırlatır:Kabir kapısında ve seksen küsur yaşında, bir kaç hastalıkla hasta bulunan ve ölüme kendini yakın gören bir biçare, garip, ihtiyar der ki: Size iki hakikati beyan ediyorum:Evvelâ: Sizlerin Pakistan ve Irak’la gayet muvaffakiyetkârane ittifakını bu millete kemâl-i samimiyetle, sürur ve ferah ile kazanmanızı bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Bu ittifakınızı, inşaallah dört yüz milyon İslâm’ın sulh-ı umumisine ve selâmet-i âmmenin teminine kat’i bir mukaddeme olarak ruhumda hissettim. Ve namaz tesbihatındaki kuvvetli bir ihtar ile bunu size yazmaya mecbur kaldım.Kaynak: Üçüncü Said Dönemi - Mustafa ORAL
Sâniyen: Irkçılık fikri, Emeviler zamanında büyük bir tehlike verdiği ve hürriyetin başında kulüpler suretinde büyük zararı görülmesi ve birinci harb-i umumide yine ırkçılığın istimaliyle mübarek kardeş Arapların mücahid Türklere karşı zararı görüldüğü gibi, şimdi de uhuvvet-i İslâmiyeye karşı istimal edilebilir ve istirahat-ı umumiye düşmanları gizli dinsizler yine o ırkçılıkla büyük zarar vermeye çalıştıklarına emareler görünüyor. Halbuki, menfi hareketle başkasının zararıyla beslenmek, ırkçılığın seciye-i fıtriyesi olduğu halde, evvela başta Türk Milleti dünyanın her tarafında Müslüman olduğundan onların ırkçılıkları İslâmiyetle mezc olmuş; kabil-i tefrik değil. Türk, Müslüman demektir.Hatta Müslüman olmayan kısmı Türklükten de çıkmışlar. Türk gibi Araplarda da Arapçılık ve Arap milliyeti İslâmiyetle mecz olmuş ve olmak lâzımdır. Irkçılık bütün bütün bir tehlike-i azimedir. Sizin bu defaki Irak ve Pakistan’la pek kıymettar ittifakınız inşaallah bu tehlikeli ırkçılığın zararını def edecek. Ve dört beş milyon ırkçıların yerine dört yüz milyon kardeş Müslümanları ve sekiz yüz milyon sulh ve müsalemet-i umumiyeye şiddetle muhtaç Hıristiyan ve sair dinler sahiplerinin dostluklarını bu vatan milletine kazandırmaya tam bir vesile olacağına ruhuma kanaat geldiğinden size beyan ediyorum.Sâlisen: Altmış beş sene evvel bir vali bana bir gazete okudu. Bir dinsiz müstemlekât nazırı, Kur’ân’ı elinde tutup konferans vermiş. Demiş ki: “Bu, İslâmların elinde kaldıkça biz onlara hakiki hâkim olamayız. Tahakkümümüz altında tutamayız. Ya Kur’ân’ı sukut ettirmeliyiz veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız.”İşte bu iki fikirle iki dehşetli ifsat komitesi bu biçare, fedakâr, masum, hamiyetkâr millete zarar vermeğe çalışmışlar. Ben de altmış beş sene evvel bu cereyana karşı Kur’ân’ıHakimden istimdat eyledim. Hakikate karşı kısa bir yol, bir de pek büyük bir Darü’l-fünun-ı İslâmiyye tasavvuru ile altmış beş senedir âhiretimizi kurtarmak ve onun bir faydası olarak hayat-ı dünyeviyyemizi de istibdâd-ı mutlaktan ve dalâletin felâketinden kurtarmaya ve akvam-ı İslâmiyenin mabeynindeki uhuvvetini inkişaf ettirmeğe iki vesileyi bulduk.Kaynak: Üçüncü Said Dönemi - Mustafa ORAL
İKİNCİ VESİLESİ: Altmış beş sene evvel Câmi’ülEzhere gitmek istiyordum. Alem-i İslâmın medresesidir diye ben de o mübarek medresede bir ders alayım niyet ettim. Fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahmet ile bir fikir ruhuma verdi ki: Câmi’ül-Ezher Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gibi, Asya, Afrika’dan ne kadar büyükse daha büyük bir Dar’ül-fünun, bir İslâm üniversitesi Asya’da lâzımdır. Ta ki: İslâm kavimlerini, meselâ: Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki ayrı ayrı milletleri menfi ırkçılık ifsad etmesin... Hakikî müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile “İnnemelmü’minûneİhvetün” Kurân’ın bir kanun-ı esasisinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-ı diniye birbirleriyle barışsın. Ve Avrupa medeniyeti İslâmiyet hakaikî ile tam müsalâha etsin ve Anadolu’daki ehl-i mekteb ve ehl-i medrese tam birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye vilâyet-i şarkiyenin merkezinde, hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan’ın ortasında, Medreset’üz-Zehra mânâsındaCami’ül-Ezheruslûbunda bir dar’ül-fünun, hem mekteb hem medrese olarak bir üniversite için tam elli beş senedir çalışmışım. En evvel bunun kıymetini (Allah rahmet etsin) Sultan Reşat takdir edip yalnız binasını yapmak için 20.000 altun lira verdiği gibi; sonra ben eski Harb-i Umumi’deki esaretimden döndüğüm vakit Ankara’da, mevcut iki yüz meb’usdan yüz altmış üç meb’usun imzası ile 150.000 lira o zaman paranın kıymetli vaktinde aynı o üniversite için vermeyi kabul ve imza ettiler. Mustafa Kemâl de içinde idi. Demek şimdiki para ile beş milyon liraya yakın bir tahsisat vermekle ta o zamanda böyle kıymettar bir üniversitenin te’sisine her şeyden ziyade ehemmiyet verdiler. Hattâ dinde çok lâkayt ve garplılaşmak ve an’anâttantecerrüd etmek taraftarı bulunan bir kısım meb’uslar dahi onu imza ettiler. Yalnız onlardan bir ikisi dediler ki: Biz şimdi ulam-u an’ane ve ulûm-ı diniyyeden ziyade garplılaşmağa ve medeniyete muhtacız. Ben de cevaben dedim:Kaynak: Üçüncü Said Dönemi - Mustafa ORAL
Siz farz-ı muhal olarak hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da, ekser Enbiya’nın Asya’da, şarkta zuhuru ve ekser hükemanın, feylesofların garpta gelmelerinin delâleti ile Asya’yı hakiki terakki ettirecek fen ve felsefenin tesiratından ziyade, hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak garplılaşmak namı ile an’ane-i İslâmiye’yi bıraksanız ve lâdini bir esas yapsanız dahi, dört be büyük milletlerin merkezinde olan vilâyât-ı şarkiyede millet, vatan selâmeti için dine, İslâmiyet’in hakaikine katiyyen taraftar olmak size lâzım ve elzemdir. Binler misâllerinden bir küçük misâl size söyliyeceğim:Ben Van’da iken hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: “Türkler İslâmiyete çok hizmet etmişler, sen onlara ne nazarla bakıyorsun?”Dedi: “Ben Müslüman bir Türkü fasık bir kardaşıma tercih ediyorum. Belki, babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar.”Bir zaman geçti, (Allah rahmet etsin) o talebem ben esarette iken İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksül-amel ile o da Kürtçülük damarı ile başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: “Ben şimdi gayet fasık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü, salih bir Türk’e tercih ediyorum.” Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki, Türkler bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.Kaynak: Üçüncü Said Dönemi - Mustafa ORAL
Ey suâl soran meb’uslar: Şarkta beş milyona yakın Kürt var. Yüz milyona yakın İranlı ve Hindliler var. Yetmiş milyon Arap var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardaş ve birbirine muhtaç olan bu kardaşlara bu talebenin Van’daki medreseden aldığı ders-i dîni mi daha lâzım? Veyahut o milletleri kaçıracak ve ırkdaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiyeyi tanımayan, sırf ulûm-i felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir? Sizden soruyorum.İşte bu cevabımdan sonra an’ane aleyhinde ve her cihetle garplılaşmak fikrini taşıyanlar kalktılar, imza attılar. İsimlerini söylemeyeceğim. Allah kusurlarını af etsin. Şimdi vefat etmişler.Râbian: Madem Reis-i Cumhur, gayet mühim mesail-i siyasiyye içinde Şark üniversitesini en ehemmiyetli bir mes’ele yapıp, hattâ harika bir tarzda altmış milyon liranın o üniversiteye sarfı için bir kanun çıkarmak derecesinde fevkalâde bir hizmet ile medresenin medar-ı iftiharı ve kendisine büyük bir şeref verdiren bu medrese-i İslâmiyeye eski hocalık hissiyatı ile başlaması, bütün şark hocalarını minnettar etmiş. Ve şimdi orta şarkta sulh-ı umumînin temel taşı ve birinci kal’a olan bu üniversiteyi yine mesâil-i azime-i siyasiye içinde‚ yeniden nazara alması, elbette bu vatana, bu devlete, bu millete, bu azim faydalı hizmeti netice verecek.Ulûm-i diniyye o üniversitede esas olacak. Çünkü: Hariçteki kuvvet, tahribat-ı manevîdir: İmansızlıktır. 0 manevî tahribata karşı atom bombası ancak manevî cihetinde maneviyattan kuvvet alıp o tahribatı durdurabilir.Madem elli beş sene bu mes’eleye bütün hayatını sarf etmiş ve bütün dekaikiyle ve neticeleri ile tetkik etmiş bir adamın bu mes’eledere’yini almak ve fikrini sormak lâzım gelirken Amerika’da, Avrupa’da ve bu mes’eleye dair istişareye kendinizi mecbur bildiğinizden, elbette benim de bu mes’elede söz söylemeğe hakkım var. Hamiyetkâr olan bütün bu millet namına sizden bekliyoruz.Hasta halimde konuştuğum sözlerimdeki tâbirattan kusura bakmayınız.Kaynak: Üçüncü Said Dönemi - Mustafa ORAL
Said NursiMedresetüzzehra’nın Vazifelerini Kısmen Deruhte Eden Doğu ÜniversiteleriBediüzzaman’ın 60 yıl önce yaptığı Doğuda Üniversite kurma teklifi onun istediği düzeyde karşılık bulamasa da, zamanla Doğu şehirlerinde açılan Üniversitelerle maksadın kısmen gerçekleştiği söylenebilir. Ülkemizin Batı şehirlerinden gelen öğrencilerin Doğu kültürünün farkına vararak Bölge halkıyla kaynaşması birlik ve beraberliğin tesisini ve ülkenin toprak bütünlüğünün korunması fikrini güçlendirmiştir. Öte yandan İslam dünyasından gelen öğrencilerle de İslam birliğinin muhafazasının ve güçlendirilmesinin yolu açılmıştır. Bediüzzaman’ın Tarihçe-i HayatıIsparta’da “Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatı” isimli otobiyografik çalışma, talebeleri tarafından kaleme alınır ve bizzat Üstad tarafından kontrol edildikten sonra, gerekli düzeltmeler yapılarak Risale-i Nur Külliyatına dâhil edilir.Bediüzzaman 3 Ocak 1960 günü Ankara’ya gelir. “Vasiyetnamem hükmündedir” dediği son dersinde Peygamberimizin (sallallahu aleyhi ve sellem), sahabelerin ve kendi hayatından örnekler vererek talebelerine istikametten ayrılmamalarını, müspet hareket etmelerini, iman hizmetine ihlâsla devam ederek asayişi muhafaza etmelerini tavsiye eder. Kaynak: Üçüncü Said Dönemi - Mustafa ORAL
En büyük nimet hidayet üzere bulunmaktır.
Prof. Dr. M. Esad Coşan
Dünyada bir milyardan fazla müslüman var;yani takriben her beş kişiden biri müslüman ama dünyanın bir çok bölgesinde müslümanlar hep mazlum ve mağdur, esir veya mustazaf; fakir ve sömürülmekte,cahil ve geri kalmış derbeder ve düzensiz.
Sebep ne?
İslam dergisi Başmakaleleri
Prof. Dr. Mahmud Es'ad Coşan
sy.390.
Temel ve asıl sebep, Kur'an'ın ahkamından,dinin esaslarından, imanın ruhundan, irfanın nurundan uzaklaşmaları...Öbür üzücü görüntüler bunun sonucu, cezası...
İslam Degisi Başmakaleleri
Prof. Dr. Mahmud Es'ad Coşan
sy.390.
n büyük günahlar nelerdir ? Büyük Günahlar ve Yedi Kebair Günahlar Nelerdir? sorusunun cevabı: Yedi kebair günah diye bilinen “yedi büyük günahı” İslam alimleri şu hadisi şerifi delil göstermek sureti ile açıklamaktadırlar: “Helak eden yedi kebairden (büyük günahtan) sakınınız. Şimdi öncelikle İslam Alimlerimizin görüşüne göre “Yedi Kebair Günahı” sonra ise “Büyük Günahları” sıralayalım.
Yedi Kebair Günahlar Nelerdir?
1. Allah ‘a (c.c) şirk koşmak. “Allah adına doğru olmayan sözler söylemek”.
2. Sihir, büyücülük, yalan yere muska yapmak.
3. Haksız yere bir insanı öldürmek.
4. Faiz yemek.
5. Kimsesiz yetime ait olan malı yemek.
6. İslam uğruna yapılan savaştan kaçmak.
7. Namuslu bir kadına zina yaptığına dair iftira atmak
Büyük Günahlar Nelerdir?
Büyük Günahlar 6 tane başlık altında 72 iki tane olarak genellenmektedir. Şimdi bu başlıkları ve konuları sıralıyalım.
A. İmanla Alakalı Büyük Günahlar
1. Allah’a şirk koşmak.
2. Falcılar, kahinler, sihir bazlar gibi gaybden haber verdiklerini iddia eden kimselere ciddiye almak.
3. Tek yaratıcı olan Allah’tan başkasına yemin etmek.
4. İslam dinine iman ettikten sonra tekrar imanından vazgeçmek.
5. Kur’an-ı Kerim’i ezberledikten yani Hafız olduktan sonra unutmak ve okumayı öğrenip sonra unutmak.
6. Dünya muhabbetine aşırı düşerek dini vazifeleri yerine getirmemek.
7. Hazreti Peygamber’e gerçek dışı, yalan söz isnad etmek.
8. Hazreti Peygamber’in değerli sahabelerine kötü söz söylemek.
9. İslam dini açısından Mukaddes olan şeylere küfretmek veya alaya almak.
B. İslam’ın Şartlarıyla Alakalı Büyük Günahlar
10. Namaz vaktini kaçıracak kadar cünüp olarak yani gusülsüz durmak.
11. Vakti girmeden bir vakit için ezan okumak veya namaz kılmak.
12. Bir vakit namazı kasıtlı olarak vaktinde kılmamak ve kazaya bırakmak.
13. Herhangi bir özür yokken Ramazan ayında oruç tutmamak.
14. Zekat vermemek.
Helal ve Haramla Alakalı Büyük Günahlar
15. Helala haram demek veya harama helal demek.
16. Erkek veya kadının, karşı cinsin şehvetini tahrik edecek bir biçimde giyinmesi.
17. Erkekleri ipekli gibi gösterişli giyinmesi.
18. Edep ve avret mahallini açmak veya bir kimseye göstermek veya bir kimsenin avret yerine bakmak.
19. Kadının erkek elbisesi, erkeklerin ise kadın elbisesi giymesi.
20. Yeterince yedikten yani, doyduktan sonra yemeğe devam etmek.
21. Şarap, alkol ve uyuşturucu çeşitleri gibi sarhoşluk veren şeyleri kullanmak.
22. Köpeğin yediğinden yemek.
23. Domuzun etini veya yağını yemek.
24. Ölmüş hayvan yani, leş eti yemek veya yedirmek.
25. Dövme yapmak veya yaptırmak.
26. Faiz almak ve vermek, yani tefecilik yapmak.
27. Hırsızlık yapmak.
28. Bir kimseye ait olan malını zorla gasb etmek.
. Ahlakla Alakalı Büyük Günahlar
29. Anaya babaya asi olmak, öf demek.
30. Sıla-i rahmi terk etmek yani, akraba ile bağlantıyı kesmek, ziyaret etmemek, ihtiyaçlarını gidermemek.
31. Bir kimseye haset etmek.
32. Verilen emanete sahip çıkmamak.
33. Müslüman veya kafir bir insana hıyanet etmek.
34. İslam’ın emirlerini alaya almak.
35. Küfür ve fuhuş içeren sözler ile konuşmak.
36. Söz taşımak, insanların arasını bozmak.
37. İnsanların gıybetini ve dedikodusunu yapmak.
38. Mümin kardeşinin kalbini kırmak.
39. Namuslu bir kadına dil uzatmak veya namussuzluk içeren sözler kullanmak.
40. Bir Kadının eşinin yatağından kaçması.
41. Avretler (:kadınlar) erinin ziyanına varmak/kocasından izinsiz ziyarete gitmek.
42. İki kız kardeş ile aynı anda nikah altında bulunmak.
43. Bir erkeğin karısının avret veya mahrem yerlerini annesinin avret veya mahrem yerlerine benzetmesi.
44. Bir kimsenin eşinin annesine sövmesi.
45. Dini gereklilikleri öğrenmek için gayret etmemek.
46. Cahillikten kurtulmaya çalışmamak.
47. Ölçüyü ve tartıda adaletli davranmamak.
48. Cehennem azabından korkmamak ve kurtuluşa ermiş olduğu sanmak.
49. Allah’ın (c.c) rahmetinden ümit kesmek.
50. Zina etmek, meşru olmayan şehevi zevkler peşinde koşmak; kendine zina ettirmek.
51. Eşcinselik (livata yapmak).
52. Loğusa ve adet halinde cinsel ilişkiye girmek.
53. Mecburiyet olmadan başka bir kimsenin avretine, karısına veya kızına şehvet ile bakmak.
54. Kibir sahibi olmak ve insanlara zulüm etmek.
55. Hakkı olmadığı halde yetimin malı yemek.
56. Ölüm döşeğindeyken varisten veya mirasçıdan mal ve mülk kaçırmak.
57. Yalan söylemek.
58. Yalan yere, gereksiz yere yemin etmek.
59. Yalancı şahitlik yapmak.
60. Canlı bir hayvanı ateşe atmak veya eziyet etmek.
61. Cimrilik etmek.
62. Yapılan bir iyiliği yüze vurmak.
63. Zorunlu olmadığı halde kahkaha ile gülmek.
64. Ahlaksız nameler veya şarkılar söylemek.
G. Günahlarla Alakalı Büyük Günahlar
65. Küçükte olsa günah işlemekte ısrar etmek.
66. Harem olan Kabe’de günah işlemek.
H. Toplumla Alakalı Büyük Günahlar
67. Ülül emre yani devletin kanuna itaatsizlik etmek.
68. Haksız yere ve kasıtlı olarak bir insanı öldürmek.
69. İntihar etmek, kişinin kendi canına kıyması.
70. İslam uğruna yapılan savaşta düşmandan kaçmak.
71. Rüşvet almak veya rüşvet vermek.
72. Güç yettiği halda kötülükten nehiy etmemek ve iyiliği emretmemek.
Yüce Mevla’mız cümle ümmeti Muhammedi bu büyük günahlar ve yedi kebair günahlardan muhafaza eylesin.
1
اَلدِّينُ النَّصِيحَةُ قُلْنَا: لِمَنْ )يَا رَسُولَ اللَّهِ ؟( قَالَ: لِلَّهِ وَلِكِتَابِهِ وَلِرَسُولِهِ وَلأئِمَّةِ الْمُسْلِمِينَ وَعَامَّتِهِمْ
(Allah Rasûlü) “Din nasihattır/samimiyettir” buyurdu. “Kime Yâ Rasûlallah?” diye sorduk. O da; “Allah’a, Kitabına, Peygamberine, Müslümanların yöneticilerine ve bütün müslümanlara” diye cevap verdi.
Müslim, İmân, 95.
2
اَلإِسْلاَمُ حُسْنُ الْخُلُقِ
İslâm, güzel ahlâktır.
Kenzü’l-Ummâl, 3/17, HadisNo: 5225.
3
مَنْ لاَ يَرْحَمِ النَّاسَ لاَ يَرْحَمْهُ اللَّهُ
İnsanlara merhamet etmeyene Allah merhamet etmez.
Müslim, Fedâil, 66; Tirmizî, Birr, 16.
4
4
يَسِّرُوا وَلاَ تُعَسِّرُوا وَبَشِّرُوا وَلاَ تُنَفِّرُوا
Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.
Buhârî, İlm, 12; Müslim, Cihâd, 6.
5
إنَّ مِمَّا أدْرَكَ النَّاسُ مِنْ كَلاَمِ النُّبُوَّةِ:
إذَا لَمْ تَسْتَحِ فَاصْنَعْ مَا شِئْتَ
İnsanların Peygamberlerden öğrenegeldikleri sözlerden biri de: “Utanmadıktan sonra dilediğini yap!” sözüdür.
Buhârî, Enbiyâ, 54; EbuDâvûd, Edeb, 6.
6
اَلدَّالُّ عَلىَ الْخَيْرِ كَفَاعِلِهِ
Hayra vesile olan, hayrı yapan gibidir.
Tirmizî, İlm, 14.
7
لاَ يُلْدَغُ اْلمُؤْمِنُ مِنْ جُحْرٍ مَرَّتَيْنِ
Mümin, bir delikten iki defa sokulmaz.(Mümin, iki defa aynı yanılgıya düşmez)
Buhârî, Edeb, 83; Müslim, Zühd, 63.
8
اِتَّقِ اللَّهَ حَـيْثُمَا كُنْتَ وَأتْبِـعِ السَّـيِّـئَةَ الْحَسَنَةَ تَمْحُهَا
وَخَالِقِ النَّاسَ بِخُلُقٍ حَسَنٍ
Nerede olursan ol Allah’a karşı gelmekten sakın; yaptığın kötülüğün arkasından bir iyilik yap ki bu onu yok etsin. İnsanlara karşı güzel ahlakın gereğine göre davran.
Tirmizî, Birr, 55.
9
إنَّ اللَّهَ تَعَالى يُحِبُّ إذَا عَمِلَ أحَدُكُمْ عَمَلاً أنْ يُتْقِنَهُ
Allah, sizden birinizin yaptığı işi, ameli ve görevi sağlam ve iyi yapmasından hoşnut olur.
Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat, 1/275; Beyhakî, fiu’abü’l-Îmân, 4/334.
10
Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat, 1/275; Beyhakî, fiu’abü’l-Îmân, 4/334.
10
اَلإِيمَانُ بِضْعٌ وَسَبْعُونَ شُعْبَةً أفْضَلُهَا قَوْلُ لاَ إِلهَ إِلاَّاللَّهُ وَأدْنَاهَا إِمَاطَةُ اْلأذَى عَنِ الطَّرِيقِ وَالْحَيَاءُ شُعْبَةٌ مِنَ اْلإِيـمَانِ
İman, yetmiş küsur derecedir. En üstünü “Lâ ilâhe illallah (Allah’tan başka ilah yoktur)” sözüdür, en düşük derecesi de rahatsız edici bir şeyi yoldan kaldırmaktır. Haya da imandandır.
Buhârî, Îmân, 3; Müslim, Îmân, 57, 58.
11
مَنْ رَأَى مِنْكُمْ مُنْكَرًا فَلْيُغَيِّرْهُ بِيَدِهِ فَإِنْ لَمْ يَسْتَطِـعْ فَبِلِسَانِهِ فَإِنْ لَمْ يَسْتَطِـعْ فَبِقَلْبِهِ وَذَلِكَ أضْعَفُ اْلإِيـمَانِ
Kim kötü ve çirkin bir iş görürse onu eliyle düzeltsin; eğer buna gücü yetmiyorsa diliyle düzeltsin; buna da gücü yetmezse, kalben karşı koysun. Bu da imanın en zayıf derecesidir.
Müslim, Îmân, 78; Ebû Dâvûd, Salât, 2
yetmezse, kalben karşı koysun. Bu da imanın en zayıf derecesidir.
Müslim, Îmân, 78; Ebû Dâvûd, Salât, 248.
12
عَيْنَانِ لاَ تَمَسُّهُمَا النَّارُ: عَيْنٌ بَـكَتْ مِنْ خَشْيَةِ اللَّهِ وَعَيْنٌ
بَاتَتْ تَحْرُسُ فِي سَبِيلِ اللَّهِ
İki göz vardır ki, cehennem ateşi onlara dokunmaz: Allah korkusundan ağlayan göz, bir de gecesini Allah yolunda, nöbet tutarak geçiren göz.
Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 12.
13
لاَ ضَرَرَ وَلاَ ضِرَارَ
Zarar vermek ve zarara zararla karşılık vermek yoktur.
İbn Mâce, Ahkâm, 17; Muvatta’, Akdıye, 31.
14
لاَ يُؤْمِنُ أحَدُكُمْ حَتَّى يُحِبَّ لأخِيهِ مَا يُحِبُّ لِنَفْسِهِ
Hiçbiriniz kendisi için istediğini (mü’min) kardeşi için istemedikçe (gerçek) iman etmiş olamaz.
Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 12.
13
لاَ ضَرَرَ وَلاَ ضِرَارَ
Zarar vermek ve zarara zararla karşılık vermek yoktur.
İbn Mâce, Ahkâm, 17; Muvatta’, Akdıye, 31.
14
لاَ يُؤْمِنُ أحَدُكُمْ حَتَّى يُحِبَّ لأخِيهِ مَا يُحِبُّ لِنَفْسِهِ
Hiçbiriniz kendisi için istediğini (mü’min) kardeşi için istemedikçe (gerçek) iman etmiş olamaz.
Buhârî, Îmân, 7; Müslim, Îmân, 71.
15
اَلْمُسْلِمُ أخُو الْمُسْلِمِ لاَ يَظْلِمُهُ وَلاَ يُسْلِمُهُ مَنْ كَانَ فِي حَاجَةِ أخِيهِ كَانَ اللَّهُ فِي حَاجَتِهِ وَمَنْ فَرَّجَ عَنْ مُسْلِمٍ كُرْبَةً فَرَّجَ اللَّهُ عَنْهُ بِهَا كُرْبَةً مِنْ كُرَبِ يَوْمِ الْقِيَامَةِ وَمَنْ سَتَرَ مُسْلِمًا سَتَرَهُ اللَّهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ
Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu (düşmanına) teslim etmez. Kim, (mümin) kardeşinin bir ihtiyacını giderirse Allah da onun bir ihtiyacını giderir. Kim müslümanı bir sıkıntıdan kurtarırsa, bu sebeple Allah da onu kıyamet günü sıkıntılarının birinden kurtarır. Kim bir müslümanı(n kusurunu) örterse, Allah da Kıyamet günü onu(n kusurunu) örter.
Buhârî, Mezâlim, 3;
لاَ تَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ حَتَّى تُؤْمِنُوا وَلاَ تُؤْمِنُوا حَتَّى تَحَابُّوا
İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de (gerçek anlamda) iman etmiş olamazsınız.
Müslim, Îmân, 93; Tirmizî, Sıfâtu’l-Kıyâme, 56.
17
اَلْمُسْلِمُ مَنْ سَلِمَ النَّاسُ مِنْ لِسَانِهِ وَيَدِهِ
Müslüman, insanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir.
Tirmizî, Îmân, 12; Nesâî, Îmân, 8.
18
لاَ تَبَاغَضُوا وَلاَ تَحَاسَدُوا وَلاَ تَدَابَرُوا وَكُونُوا عِبَادَ اللَّهِ إخْوَانًا
وَلاَ يَحِلُّ لِمُسْلِمٍ أنْ يَهْجُرَ أخَاهُ فَوْقَ ثَلاَثِةِ اَيَّامٍ
Birbirinize buğuz etmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize arka çevirmeyin; ey Allah’ın kulları, kardeş olun. Bir müslümana, üç günden fazla (din) kardeşi ile dargın durması helal olmaz.
Buhârî, Edeb, 57, 5
Buhârî, Edeb, 57, 58.
19
إنَّ الصِّدْقَ يَهْدِي إلَى الْبِرِّ وَ إنَّ الْبِرَّ يَهْدِي إلَى الْجَنَّةِ وَإنَّ الرَّجُلَ لَيَصْدُقُ حَتَّى يُكْتَبَ عِنْدَ اللَّهِ صِدِّيقًا وَ إنَّ الْكَذِبَ يَهْدِي إلَى الْفُجُورِ وَ إنَّ الْفُجُورَ يَهْدِي إلَى النَّارِ وَ إنَّ الرَّجُلَ لَيَـكْذِبُ حَتَّى يُكْتَبَ عِنْدَ اللَّهِ كَذَّابًا
Hiç şüphe yok ki doğruluk iyiliğe götürür. İyilik de cennete götürür. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (doğru sözlü) diye yazılır. Yalancılık kötüye götürür. Kötülük de cehenneme götürür. Kişi yalan söyleye söyleye Allah katında kezzâb (çok yalancı) diye yazılır.
Buhârî, Edeb, 69; Müslim, Birr, 103, 104.
20
لاَ تُمَارِ أخَاكَ وَلاَ تُمَازِحْهُ وَلاَ تَعِدْهُ مَوْعِدَةً فَتُخْلِفَهُ
(Mümin) kardeşinle münakaşa etme, onun hoşuna gitmeyecek şakalar yapma ve ona yerine getirmeyeceğin bir söz verme.
Tirmizî, Birr, 58.
21
Tirmizî, Birr, 58.
21
تَبَسُّمُكَ فِي وَجْهِ أخِيكَ لَكَ صَدَقَةٌ وَأمْرُكَ بِالْمَعْرُوفِ وَ نَهْيُكَ عَنِ الْمُنْكَرِ صَدَقَةٌ وَإِرْشَادُكَ الرَّجُلَ فِي أرْضِ الضَّلاَلِ لَكَ صَدَقَةٌ وَإِمَاطَتُكَ الْحَجَرَ وَالشَّوْكَ وَالْعَظْمَ عَنِ الطَّرِيقِ لَكَ صَدَقَةٌ
(Mümin) kardeşine tebessüm etmen sadakadır. İyiliği emredip kötülükten sakındırman sadakadır. Yolunu kaybeden kimseye yol göstermen sadakadır. Yoldan taş, diken, kemik gibi şeyleri kaldırıp atman da senin için sadakadır.
Tirmizî, Birr, 36.
22
إِنَّ اللَّهَ لاَ يَنْظُرُ إِلَى صُوَرِكُمْ وَأمْوَالِكُمْ وَلـكِنْ يَنْظُرُ إِلَى قُلُوبِكُمْ وَأعْمَالِكُمْ
Allah sizin ne dış görünüşünüze ne de mallarınıza bakar. Ama o sizin kalplerinize ve işlerinize bakar.
Müslim, Birr, 33; ‹bn Mâce, Zühd, 9;
Ahmed b. Hanbel, 2/285, 539.
23
23
رِضَى الرَّبِّ في رِضَى الْـوَالِدِ وَسَخَطُ الرَّبِّ في سَخَطِ الْـوَالِدِ
Allah’ın rızası, anne ve babanın rızasındadır.
Allah’ın öfkesi de anne babanın öfkesindedir.
Tirmizî, Birr, 3.
24
ثَلاَثُ دَعَوَاتٍ يُسْتَجَابُ لَهُنَّ لاَ شَكَّ فِيهِنَّ:
دَعْوَةُ الْمَظْلُومِ، وَدَعْوَةُ الْمُسَافِرِ ، وَدَعْوَةُ الْوَالِدِ لِوَلَدِهِ
Üç dua vardır ki, bunlar şüphesiz kabul edilir:
Mazlumun duası, yolcunun duası ve babanın evladına duası.
İbn Mâce, Dua, 11.
25
مَا نَحَلَ وَالِدٌ وَلَدًا مِنْ نَحْلٍ أَفْضَلَ مِنْ أدَبٍ حَسَنٍ
Hiçbir baba, çocuğuna, güzel terbiyeden daha üstün bir
hediye veremez.
Tirmizî, Birr, 33.
26
خِيَارُكُمْ خِيَارُكُمْ لِنِسَائِهِمْ
Sizin en hayırlılarınız, hanımlarına karşı en iyi davrananlarınızdır.
Tirmizî, Radâ’, 11; ‹bn Mâce, Nikâh, 50.
27
لَيْس مِنَّا مَنْ لَمْ يَرْحَمْ صَغِيرَنَا وَيُوَقِّرْ كَبِيرَنَا
Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimize saygı
göstermeyen bizden değildir.
Tirmizî, Birr, 15; Ebû Dâvûd, Edeb, 66.
28
كَافِلُ الْيَتِيمِ لَهُ أوْ لِغَيْرِهِ أنَا وَ هُوَ كَهَاتَيْنِ فيِ الْجَنَّةِ وَأشَارَ بِالسَّبَّابَةِ وَالْوُسْطَى
Peygamberimiz işaret parmağı ve orta parmağıyla işaret ederek: “Gerek kendisine ve gerekse başkasına ait herhangi bir yetimi görüp gözetmeyi üzerine alan kimse ile ben, cennette işte böyle yanyanayız” buyurmuştur.
Buhârî, Talâk, 25, Edeb, 24; Müslim, Zühd, 4
اِجْتَنِبُوا السَّبْعَ الْمُوبِقَاتِ قَالُوا يَا رَسُولَ للهِ وَمَا هُنَّ قَالَ: اَلشِّرْكُ بِاللَّهِ وَالسِّحْرُ وَ قَتْلُ النَّفْسِ الَّتِي حَرَّمَ اللَّهُ إلاَّ بِالْحَقِّ وَأكْلُ الرِّبَا وَأكْلُ مَالِ اْليَتِيمِ وَالتَّوَلِّي يَوْمَ الزَّحْفِ وَقَذْفُ الْمُحْصَنَاتِ الْغَافِلاَتِ الْمُؤْمِنَاتِ
(İnsanı) helâk eden şu yedi şeyden kaçının. Onlar nelerdir ya Resulullah dediler. Bunun üzerine: Allah’a şirk koşmak, sihir, Allah’ın haram kıldığı cana kıymak, faiz yemek, yetim malı yemek, savaştan kaçmak, suçsuz ve namuslu mümin kadınlara iftirada bulunmak buyurdu.
Buhârî, Vasâyâ, 23, Tıbb, 48; Müslim, Îmân, 144.
30
مَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ فَلاَ يُؤْذِ جَارَهُ وَمَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ فَلْيُكْرِمْ ضَيْفَهُ وَمَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ فَلْيَقُلْ خَيْرًا أوْ لِيَصْمُتْ
Allah’a ve ahiret gününe imân eden kimse, komşusuna eziyet etmesin. Allah’a ve ahiret gününe imân eden misafirine ikramda bulunsun. Allah’a ve ahiret gününe imân eden kimse, ya hayır söylesin veya sussun.
Buhârî, Edeb, 31, 85; Müslim, Îmân, 7
31
مَا زَالَ جِبْرِيلُ يُوصِينِي بِالْجَارِ حَتَّى ظَنَنْتُ أنَّهُ سَيُوَرِّثُهُ
Cebrâil bana komşu hakkında o kadar çok tavsiyede bulundu ki;
ben (Allah Teâlâ) komşuyu komşuya mirasçı kılacak zannettim.
Buhârî, Edeb, 28; Müslim, Birr, 140, 141.
32
اَلسَّاعِي عَلَى الأرْمَلَةِ وَالْمِسْكِينِ كَالْمُجَاهِدِ فِي سَبِيلِ اللَّهِ
أوِ الْقَائِمِ اللَّيْلَ الصَّائِمِ النَّهَارَ
Dul ve fakirlere yardım eden kimse, Allah yolunda cihad eden
veya gündüzleri (nafile) oruç tutup, gecelerini (nafile) ibadetle
geçiren kimse gibidir.
Buhârî, Nafakât, 1; Müslim, Zühd, 41;
Tirmizî, Birr, 44; Nesâî, Zekât, 78.
33
كُلُّ ابْنِ آدَمَ خَطَّاءٌ وَخَيْرُ الْخَطَّائِينَ التَّوَّابُونَ
Her insan hata eder.
Hata işleyenlerin en hayırlıları tevbe edenlerdir.
Tirmizî, Kıyâme, 49;
34
عَجَبًا لأمْرِ الْمُؤْمِنِ إِنَّ أمْرَهُ كُلَّهُ خَيْرٌ وَلَيْس ذَاكَ لأحَدٍ إِلاَّ لِلْمُؤْمِنِ: إِنْ أصَابَتْهُ سَرَّاءُ شَـكَرَ فَـكَانَ خَيْرًا لَهُ وَإِنْ أصَابَتْهُ ضَرَّاءُ صَبَرَ فَـكَانَ خَيْرًا لَهُ
Mü’minin başka hiç kimsede bulunmayan ilginç bir hali vardır; O’nun her işi hayırdır. Eğer bir genişliğe (nimete) kavuşursa şükreder ve bu onun için bir hayır olur. Eğer bir darlığa (musibete) uğrarsa sabreder ve bu da onun için bir hayır olur.
Müslim, Zühd, 64; Dârim”, Rikâk, 61.
35
مَنْ غَشَّـنَا فَلَيْس مِنَّا
Bizi aldatan bizden değildir.
Müslim, Îmân, 164.
36
لاَ يَدْخُلُ الْجَنَّةَ نَمَّامٌ
Söz taşıyanlar (cezalarını çekmeden ya da affedilmedikçe)
cennete giremezler.
Müslim, Îmân, 168; Tirmizî, Birr, 79.
37
أعْطُوا الأجِيرَ أجْرَهُ قَبْلَ أنْ يَجِفَّ عَرَقُهُ
İşçiye ücretini, (alnının) teri kurumadan veriniz.
İbn Mâce, Ruhûn, 4.
38
مَا مِنْ مُسْلِمٍ يَغْرِسُ غَرْسًا أوْ يَزْرَعُ زَرْعًا فَيَـأكُلُ مِنْهُ
طَيْرٌ أوْ إِنْسَانٌ أوْ بَهِيمَةٌ إِلاَّ كَانَ لَهُ بِهِ صَدَقَةٌ
Bir müslümanın diktiği ağaçtan veya ektiği ekinden insan, hayvan ve kuşların yedikleri şeyler, o müslüman için birer sadakadır.
Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Müsâkât, 7, 10.
39
إِنَّ فِي الْجَسَدِ مُضْغَةً إِذَا صَلَحَتْ صَلَحَ الْجَسَدُ كُلُّهُ
وَإِذَا فَسَدَتْ فَسَدَ الْجَسَدُ كُلُّهُ ألاَ وَهِيَ الْقَلْبُ
İnsanda bir organ vardır. Eğer o sağlıklı ise bütün vücut sağlıklı olur; eğer o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin! O, kalptir.
Buhârî, Îmân, 39; Müslim, Müsâkât, 107.
40
Buhârî, Îmân, 39; Müslim, Müsâkât, 107.
40
اِتَّقُوا اللَّهَ رَبَّـكُمْ وَصَلُّوا خَمْسَـكُمْ وَصُومُوا شَهْرَكُمْ وَأدُّوا زَكَاةَ أمْوَالِكُمْ وَأطِيعُوا ذَاأمْرِكُمْ تَدْخُلُوا جَنَّةَ رَبِّـكُمْ
Rabbinize karşı gelmekten sakının, beş vakit namazınızı kılın, Ramazan orucunuzu tutun, mallarınızın zekatını verin, yöneticilerinize itaat edin. (Böylelikle) Rabbinizin cennetine girersiniz.
Tirmizî, Cum’a, 80.
3. Âl-i İmrân Sûresi
Medine döneminde nâzil olmuştur. 200 âyettir. Sûre, 33-37. âyetlerde İmran ailesinden bahsedildiği için bu adı almıştır.[1]
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
1. Elif, Lâm, Mîm.
2. Allah ki kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. O, Hayy ve Kayyûm’dur[2] (daima diri ve yarattıklarını gözetip yönetendir. Her şey, onunla varlığını devam ettirir).
3-4. (Allah, bu) Kitab’ı sana, hak (ve hakikatin) ta kendisi ile (dolu ve) kendinden evvelkileri(n asıllarını) tasdik edici olarak indirdi. Bundan önce, insanları doğru yola götürmek için Tevrat’ı ve İncil’i[3] indirmişti ve nihayet Furkân’ı (hak ile batılı ayırt eden Kur’an’ı) da indirdi. Allah’ın âyetlerini inkâr eden/tanımayanlar var ya, onlar için kesinlikle şiddetli bir azap vardır. Allah mutlak galip ve amansız cezalandırıcı/(mazlumların) intikamını alıcıdır.
5. Şüphesiz gökte ve yerde hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.
6. Rahimlerde sizi nasıl isterse öyle şekillendiren O’dur. O’ndan başka ilâh yoktur. (O) mutlak galip, hüküm ve hikmet sahibidir.
7. Sana Kitab’ı (Kur’an’ı) indiren O’dur. Onun bir kısmı muhkem (açık ve kesin) âyetlerdir ki onlar Kitab’ın anası (temeli)dir, bir kısmı da müteşâbih âyetlerdir.[4] İşte kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve (kendi arzularına göre) yorum yapmak isteyerek, onun müteşâbih olanlarına uyarlar. Halbuki onun yorumunu ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar da: “Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır.” derler. (Bunu) akl-ı selîm sahiplerinden başkası düşünemez.
8. (Onlar derler ki:) “Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra, kalplerimizi (haktan) çevirme! Bize yüce katından bir rahmet bağışla. Şüphesiz sen bağışı en bol olansın.”
9. “Ey Rabbimiz! Muhakkak ki sen, insanları (geleceğinden asla) şüphe edilmeyen bir günde toplayacak olansın. Hiç şüphesiz, Allah sözünden dönmez.”
10. Şüphesiz ki (son din İslâm’a ve peygamberine dil uzatıp) küfre sapıp inkâr edenlerin, (güvenip övündükleri) malları da, evlatları da, Allah katında onlara asla bir fayda sağlamayacaktır. İşte onlar (cehennemde) ateşin yakıtıdırlar.
11. (Bunların durumu) Firavun ailesinin ve onlardan öncekilerin hali gibidir. Onlar âyetlerimizi yalanladılar;[5] Allah(’ın azabı) da günahları sebebiyle, onları yakaladı. Allah’ın cezası çok şiddetlidir.
12. (Resûlüm!) Küfre sapan/inkâr edenlere de ki: “Siz yakında mağlup olacaksınız ve toplanıp cehenneme sürüleceksiniz. Orası ne kötü bir döşektir!”
13. (Bedir’de savaş için birbiriyle) karşılaşan iki grupta, sizin için ibret vardır: (Onlardan) bir grup Allah yolunda savaşanlar, diğeri de inkârcılar (idi ki) bu (Allah yolunda savaşan müslüma)nlar bizzat gözleriyle kendilerini, onların iki misli görüyorlardı. Allah, dilediğini yardımıyla destekler. Şüphesiz bunda, (hakikat) gözü açık olanlar için bir ibret vardır.[6] [bk. 2/249-250; 8/44]
14. Kadınlardan, oğullardan, kantarlarca yığılıp biriktirilmiş altın ve gümüşten ve (otlağa) salınmış (özel besili) atlardan; (deve, sığır, koyun, keçi gibi) hayvanlardan ve ekinlerden yana nefsin istekleri, insanlara süslü (cazip) gösterildi. Bunlar (imtihan için verilen) dünya hayatının (geçici birer) nimetidir. Varılacak yerin en güzeli ise Allah’ın katındadır.[7]
15. (Ey Resûlüm!) De ki: “Size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi? Takvâya erenler (yani Allah’ın emrine uygun yaşayıp günahtan sakınanlar) için Rableri katında, içinde devamlı kalacakları, alt tarafından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve (hepsinin üstünde) Allah rızası vardır. Allah kullarını hakkıyla görmektedir.”
16-17. (O takvâ sahipleri:) “Ey Rabbimiz! Biz gerçekten iman ettik, artık bizim günahlarımızı bağışla ve bizi ateşin azabından koru.” deyip sabredenler, (imanlarında, söz, niyet ve işlerinde) doğruluk gösterenler, (Allah’a) itaat ederek boyun eğenler, infak eden (O’nun rızası için mallarını sarfeden)ler ve seher vakitlerinde (dua edip) mağfiret dileyenlerdir.
18. Allah kendisinden başka hiçbir ilâhın olmadığına şehadet etmiş (bildirmiş)tir. Melekler ve (adaletli)[8] ilim sahipleri de dosdoğru (bu gerçeğe iman ve ikrar ile şehadet ettiler). O’ndan başka ilâh yoktur. O, mutlak galip, hüküm ve hikmet sahibidir.
19. Şüphe yok ki Allah katında (hak) din İslâm’dır.[9] Ancak kitap verilen (yahudi ve hıristiyan)lar, kendilerine ilim geldikten sonra,[10] aralarındaki ihtiras yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın âyetlerine karşı küfre saparsa, bilsinler ki Allah, hesabı çok çabuk görendir.
20. (Ey Muhammed! Buna rağmen din işlerinde kimler) seninle tartışmaya girişirlerse de ki: “Ben, bana uyanlarla birlikte kendimi Allah’a teslim ettim.” (Kendilerine) kitap verilenlerle, ümmîlere (kitabı olmayanlara/müşriklere) de ki: “Siz de İslâm’ı kabul ettiniz mi?” Eğer hakka teslim olup İslâm’a girerlerse, muhakkak doğru yolu bulmuş olurlar. Yok eğer yüz çevirirlerse, artık senin üzerine düşen ancak duyurmaktır. Allah, kullarının her halini hakkıyla görendir.
21. Allah’ın âyetlerini tanımayanlar, haksızlık yaparak peygamberleri öldürenler ve adaleti emreden insanların canlarına kıyanlar var ya, sen onlara çok acıklı bir azabı haber ver.
22. İşte onlar, dünya ve âhirette amelleri boşa giden kimselerdir. Onların (azaplarına engel olacak) hiçbir yardımcıları yoktur.
23-24. (Resûlüm!) Baksana o kendilerine Kitab olarak (Tevrat’)tan bir pay verilmiş (yahudi)lerin haline! (Onlar,) aralarında hüküm vermek için, Allah’ın Kitabı’na çağrılıyorlar da, sonra onlardan bir grup, (o Kitab’a) sırt çeviriyor. Zaten onlar, (ilâhî hükümlerden) yüz çevirenlerdir. Bunun sebebi, onların: “Ateş bize, sayılı (birkaç) gün dışında asla dokunmayacak.” demeleridir. Halbuki (din adına) uydurdukları bu şeyler, dinleri hakkında kendilerini yanıltmıştı.
(Zina eden iki yahudi hakkında Peygamber Efendimiz’in hakemliğine başvuruldu. O da Tevrat’a göre taşlanmalarını emredince kıyameti kopardılar. “Tevrat’ta böyle bir emir yok” diyerek inkâra kalkıştılar. Peygamberimiz Tevrat’ı getirtip o hükmü okutunca dağılıp gittiler.) [Krş. 2/80]
25. Onları (gelmesinde) hiçbir şüphe bulunmayan bir gün (olan kıyamet)te bir araya topladığımız ve hiçbir haksızlığa uğratılmaksızın herkese (dünyada) kazandığının karşılığı tastamam ödendiği zaman, artık (Kur’an’dan/ilâhî buyruklardan yüz çevirenlerin halleri) nasıl olacak (bir düşünseler)?
26. (Resûlüm!) De ki: “Ey mülk ve hâkimiyet sahibi Allah’ım! Sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden mülkü çekip alırsın; dilediğini yükseltir, dilediğini de alçaltırsın; (her türlü) hayır yalnız senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye kâdirsin.”
27. “Gece (saatlerin)den gündüze katar (gündüzleri uzatır)sın. Gündüz (saatlerin)den de geceye katar, (geceleri uzatır)sın, ölüden diri çıkarır diriden de ölü çıkarırsın, dilediğini de hesapsız rızıklandırırsın.”
28. Mü’minler, mü’minleri bırakıp küfre sapanları/İslâm karşıtlarını velî, (hâkim, kumandan, hükümdar ve sırdaş) edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık Allah’tan ona (yardım olarak bekleyeceği) hiçbir şey yoktur. Ancak onlardan (gelebilecek bir tehlikeden) korkup da sakınmanız (için zoraki dostça davranmanız ve müslümanların aleyhine olmayacak hususlarda antlaşmalar yapmanız) hariçtir. Allah sizi, asıl kendisine karşı (gelmekten ve isyandan) sakındırır, dönüş ancak Allah’adır. [krş. 4/139-144; 58/22]
29. De ki: “İçinizdekini (küfre sapanlara/İslâm karşıtlarına karşı hissettiğiniz yakınlığı) gizleseniz de, açıklasanız da, Allah onu bilir. Göklerde ve yerde olanları da bilir. Allah her şeye kâdirdir.” [krş. 3/100]
30. O gün (kıyamet)te herkes, (dünyada) yaptığı her hayrı hazır bulacak, işlediği her türlü kötülüğü de… (Ama insan) işlediği (kötülük) ile kendi arasında uzak bir mesafe bulunmasını (onu görmemeyi) arzu edecek. Allah, sizi (azabını hak etmeyesiniz diye) kendisine (karşı gelmekten) sakındırıyor; Allah kullarına karşı çok şefkatlidir.
31. (Ey Resûlüm!) De ki: “Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayan ve merhamet edendir.”
(Âyet-i kerîmede Allah’ı tanımak ve bilmekten değil, O’nu sevmekten söz edilmektedir. Çünkü samimi sevgide, münâfıklık olmayıp yakın ilgi, alâka ve bağlılık vardır. Bundan dolayı bir şeye ne kadar ilgi ve alâka gösteriliyorsa, ona olan sevgi de o ölçüde demektir. Allah’ı sevmenin ölçüsü de O’nun emirlerini içtenlikle sevmek, yakın ilgiyle onları yerine getirmek, Resûlü’ne/onun sünnetine uymak ve onun prensiplerini örnek almaktır. İşte buna karşılık da yüce Allah, bizi seveceğini ve mağfiret edeceğini vaadetmektedir.) [bk. 3/164; 4/80; 7/158; 24/63; 33/21. Ayrıca Hz. Peygamber’in emrine aykırı davrananlar için bk. 4/14; 24/63; 33/36]
32. (Yine) de ki: “Allah’a ve Peygamber’e itaat edin.” Eğer yüz çevirirlerse (kâfir olurlar), şüphesiz ki Allah kâfirleri sevmez.
33-34. Allah Âdem’i, Nuh’u, İbrahim ailesini ve ‘İmran ailesini’[11] birbirinin soyu(ndan gelen bir nesil) olarak âlemler üzerine seçkin kıldı (soylarından peygamberler getirdi). Allah (her şeyi) işitendir, bilendir.
35. Hani İmran’ın karısı (Meryem’in annesi Hanne) demişti ki: “Rabbim! Karnımdakini (Beyt-i Makdis’e hizmet etmek üzere) hür bir kul olarak sana adadım, benden kabul buyur. Şüphesiz (niyazımı) hakkıyla işiten, (niyetimi) tamamıyla bilen ancak sensin, sen.”
(Hz. Meryem’in teyzesinin kocası Zekeriya (as.) idi. Meryem’in Beyt-i Makdis’te bakımını o üstlenmişti. Meryem’e, doğu tarafında özel bir oda tahsis etti ki bu oda Kur’an’da ‘mihrab’ olarak isimlendirilmiştir. Mihrab; harb ve çile odası (çilehâne) anlamını taşır.)
36. (Hanne) onu doğurunca, Allah onun ne doğurduğunu bildiği halde şöyle dedi: “Rabbim! Ben onu kız doğurdum; (Beyt-i Makdis’e hizmet bakımından) erkek, kız gibi değildir. Bununla beraber, ben ona Meryem adını koydum.[12] İşte ben, onu ve neslini taşlanıp kovulan şeytana karşı (koruyasın diye) sana sığınır (sana ısmarlar)ım.”
37. Bunun üzerine Rabbi de onu(n böyle adanmış olmasını) güzel bir şekilde kabul etti. Onu güzel bir nebat gibi yetiştirdi ve (eniştesi) Zekeriya’yı da ona bakmakla sorumlu kıldı. Zekeriya, ne zaman (mâbette Meryem’in bulunduğu) mihraba/odaya girdiyse, onun yanında bir yiyecek buldu. “Ey Meryem! Bu sana nereden (geliyor)?” dedi. O da: “Bu Allah katındandır.” dedi. Şüphe yok ki Allah, dilediği kimseye hesapsız rızık verendir.
38. Orada (yiyecekleri görünce) Zekeriya, Rabbine (şöyle) dua etti: “Yâ Rabbi! Bana kendi katından çok temiz bir nesil (çocuk) bahşet. Muhakkak ki sen duayı hakkıyla işitensin.”
39. Zekeriya, mihrab (denen mâbed odasın)da durup namaz kılarken, melekler ona şöyle seslendi: “Muhakkak ki Allah seni, kendisinden (olan) bir kelimeyi (İsa’yı)[13] tasdik eden; (kavmine) efendi, nefsine hâkim ve iyilerden bir peygamber olacak olan Yahya ile müjdeliyor.”[14]
40. (Zekeriya) dedi ki: “Yâ Rabbi! Bana ihtiyarlık gelip çattığı ve karım da kısır olduğu halde benim nasıl bir oğlum olur?” (Allah) buyurdu ki: “Öyle de olsa, Allah dilediğini yapar.”[15]
41. (Zekeriya:) “Yâ Rabbi! O halde bana (buna ait) bir alamet ver.” dedi. (Allah) buyurdu ki: “Senin alametin üç gün insanlara işaretten başka söz söylememendir. Bununla beraber Rabbini çok an ve akşam sabah (O’nu) tesbih et.”
42. Vaktiyle melekler (Meryem’e de): “Ey Meryem! Şüphesiz ki Allah seni seçti, seni (baştan beri) tertemiz kıldı ve seni âlemlerin kadınlarından seçkin kıldı.” demişti.
43. “Ey Meryem! Rabbine (ibadet için) dîvan dur, secde et, (O’nun huzurunda) rükû edenlerle beraber rükû et.” (demişti.)
44. (Ey Muhammed!) Bunlar (Hanne, Zekeriya, Yahya, Meryem kıssaları) sana vahyettiğimiz gaybın (görmediğin devrin) haberlerindendir. Meryem’e, (küçükken) onlardan hangisi kefil ol(up himayesine al)acak diye kalemlerini (veya kur’a oklarını) atarlarken sen onların yanlarında değildin. Bu hususta çekiştikleri zaman da sen onların yanlarında değildin.
45. O vakit melekler demişti ki: “Ey Meryem! Allah, kendisinden (gelen) bir kelime ile (şimdiden) sana müjde veriyor ki adı, Meryemoğlu İsa Mesih’tir; dünyada ve âhirette itibarlı ve (Allah’a) yakın olanlardandır.”
(Mesih Hz. İsa’nın bir lakabıdır. İbranice bir kelime olup aslı “Meşiah”tir. “Mübarek” anlamına gelmektedir.)
46. (Melekler, devam ederek dedi ki:) “O, hem beşikte iken hem yetişkinliğinde (peygamber olarak) insanlara hitap edip konuşacak. Üstelik de (o), iyilerdendir.”
47. (Meryem) dedi ki: “Yâ Rabbi! Bana bir beşer eli değmemiş (ilişmemiş) iken nasıl bir çocuğum olur?” (Allah şöyle) buyurdu: “Öyle de olsa Allah, dilediğini yaratır. O, bir işin olmasını dilediği zaman ancak, ‘ol’ der, o da oluverir.” [bk. 19/16-23]
48-49. (Melekler, İsa hakkındaki sözlerine devam ederek: “Allah) ona (İsa’ya) kitabı (okuma yazmayı), hikmeti, Tevrat ve İncil’i öğretecek.” O İsrâiloğulları’na (gönderilen) bir Resûl olarak şöyle diyecektir: “Hakikaten ben Rabbinizden size bir âyet (mucize) ile geldim ki, size çamurdan kuş şeklinde bir şey yaratır ona üflerim. (O da) Allah’ın izniyle, hemen (canlanıp) bir kuş oluverir. Anadan doğma körü ve alacalıyı iyileştiririm, hatta Allah’ın izniyle ölüleri diriltirim, evlerinizde yediklerinizi ve biriktirdiklerinizi size haber veririm. Eğer (Allah’a) iman edenlerdenseniz, elbette bunda sizin için (benim peygamberliğimi gösteren) kat‘î bir delil vardır.”
50. “(Yine ben) önümde olan Tevrat’(ın aslın)ı tasdik edici olarak ve size haram edilenlerden (iç yağı ve deve eti gibi) bazısını size (tekrar) helal kılmak için (gönderildim). Size, Rabbinizden (peygamberliğimi ispat eden) bir âyet (mucize) getirdim; artık Allah’tan korkun da bana itaat edin.”
51. “Şüphe yok ki Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse O’na kulluk edin. İşte doğru yol budur.”
52. İsa, onların inkârları(ndaki ısrarları)nı sezince: “Allah(’ın dîni) için yardımcılarım kimlerdir?” dedi. Havâriler: “Biziz Allah (dînin)in yardımcıları. Biz Allah’a iman ettik ve şahit ol ki biz, gerçek müslümanlarız.” dedi(ler).[16]
53. “Ey Rabbimiz! İndirdiğin (Kitab’)a inandık ve Resûl’ün de peşinden gittik; artık bizi şehadet edenlerle beraber yaz.” (dediler).
(Allah’ın Kitabı’na ve Resûlü’ne inanıp itibar edilmezse, getirilen şehadetin hükmü yoktur.)
54. (Yahudiler, Hz. İsa’yı öldürmek için) hile düşündüler. Allah da hilelerini kendi aleyhlerine çevirdi. Allah hile yapanların karşılığını en iyi verendir.[17]
55. O vakit Allah buyurmuştu ki: “Ey İsa! (Korkma) Şüphesiz ki seni ben (içlerinden) alıp kendi katıma yükselteceğim (seni vefat ettirecek benim),[18] inkâr edenlerden de seni (kurtarıp) arındıracağım ve sana (ancak Allah’ın kulu ve bir peygamberi olarak) uyanları kıyamet gününe kadar, (katımda) inkâr edenlerin üstünde tutacağım. Sonra dönüşünüz ancak banadır. (O vakit) ihtilaf ettiğiniz hususlarda aranızda ben hükmedeceğim.”
56. İnkâr edenlere gelince, onları dünya ve âhirette en şiddetli azap ile cezalandıracağım. Onların hiçbir yardımcıları da yoktur.
57. İman edip sâlih ameller işleyenlere gelince, (Allah) onlara mükâfatlarını tastamam verecektir. Allah zalimleri sevmez.
58. (Ey Muhammed!) İşte bu sana okuduğumuz (olay ve hükümler), âyetlerden ve hikmet dolu olan (Kur’an’)dandır.
59. Muhakkak ki Allah katında İsa’nın (babasız dünyaya gelişinin) durumu, Âdem’in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı. Sonra “ol” dedi, o da derhal oluverdi.
60. (Bu) gerçek, Rabbinden (gelmekte)dir. Artık şüphecilerden olma!
61. Artık sana (İsa’nın, Allah’ın kulu ve Resûlü olduğu hakkındaki) ilim geldikten sonra, seninle kim tartışırsa, de ki: “Gelin (biz ve siz) oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve (sizin) kendinizi çağıralım, sonra lanetleşelim; Allah’ın lanetini yalancılar üzerine dileyelim.”[19]
62. İşte (İsa hakkında) bu (anlattıklarımız), elbette en doğru haberlerdir. (Bilesiniz ki,) Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. Allah elbette mutlak galip, hüküm ve hikmet sahibidir.
63. Eğer yine (Allah’ın birliğine iman etmekten) yüz çevirirlerse, elbette Allah, o fesatçıları hakkıyla bilen (ve karşılığını veren)dir.
64. De ki: “Ey Ehl-i Kitab (olan yahudi ve hıristiyanlar)! Bizimle sizin aranızda eşitlik sağlayan (ortak) bir kelimeye gelin: Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım, Allah’ın dışında bazımız bazısını rab edin(ip müşrik ol)masın.” Eğer onlar, yine yüz çevirirlerse (onlara): “Şahit olun ki biz, gerçek müslümanlarız.” deyin.
(Bazılarını rab edinmek: Peygamberimiz’in buyurduğu gibi, Allah’ın emir ve yasakları varken, bunlara aykırı emirler veren kişinin emirlerini emir, yasaklarını yasak sayarak hükümlerini kabullenmek ve isteyerek/gönülden onlara itaat etmek, onları rab kabul etmektir.) [bk. 9/31; 3/83 ve açıklaması]
65. Ey Ehl-i Kitab! Niçin İbrahim hakkında (o yahudi veya hıristiyandır diye) tartışıyorsunuz? Halbuki Tevrat da İncil de ancak ondan sonra indirilmiştir. (Bu kadarına) akıl erdiremiyor musunuz?[20]
66. Haydi siz, hakkında (az) bir bilginiz olan şeyde tartıştınız (diyelim, peki) niçin hiçbir bilginiz olmayan hususta tartışıyorsunuz? Halbuki (her şeyi) Allah bilir, siz bilemezsiniz.
67. İbrahim, ne bir yahudi ne de bir hıristiyandı. Fakat o, “Allah’ı ‘bir’ tanıyan” dosdoğru bir müslümandı; (asla) müşriklerden değildi.[21]
68. Şüphesiz ki İbrahim’e insanların en yakını, (zamanında) ona uyanlarla, şu peygamber (Muhammed) ve ona iman edenlerdir. Allah mü’minlerin dostu ve yardımcısıdır.
69. Ehl-i Kitab’dan bir grup sizi inancınızdan saptırmak (ve kendi dinlerine çevirmek) istediler. Halbuki onlar ancak kendilerini saptırırlar da bunun farkına varamazlar.
70. Ey Ehl-i Kitab! Siz (gerçeği, Tevrat ve İncil’de, peygamberin vasıflarını) gördüğünüz halde niçin Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz?
71. Ey Ehl-i Kitab! Niçin hakkı (gerçeği) batıl ile ört(üp batılı hak diye gösteri)yor, bile bile hakkı gizliyorsunuz? [krş. 2/42]
72. Ehl-i Kitab’dan bir grup, (diğerlerine) şöyle dedi: “İman edenlere indirilen (Kur’ân-ı Kerîm’)e gündüzün başında (görünüşte) inanın, günün sonunda (bir bahane ile) inkâr edin. Olur ki (şüpheye düşerler de) onlar da dönerler.”
Hayber yahudilerinden 12 kişilik bilgin bir grup, âyet-i kerîmede geçtiği gibi, mü’minleri şaşırtmayı planlamışlardı. Cenâb-ı Hak da bu âyet-i kerîmede onların bu planını açığa çıkardı.)[22]
73. “Sizin dininize tâbi olanlardan başkasına da sakın inanmayın!” (derler).[23] (Resûlüm!) De ki: “Şüphesiz (bilin ki) doğru yol, Allah’ın yolu (İslâm)[24] dır.” (O, ileri gelen yahudiler, birbirlerine şöyle derler:) Size verilenin benzerinin (başka) herhangi bir kimseye verilmiş olduğuna, yahut onların (müslümanların) Rabbiniz yanında size karşı delil getire(rek üstün gele)ceklerine de inanmayın. De ki: “Lütuf Allah’ın elindedir, onu dilediğine verir. Allah ‘lütfu ve ihsanı bol olan’, (her şeyi) hakkıyla bilendir.”
74. (Allah,) rahmetini (peygamberliği, kitab ve mucizeyi) dilediğine tahsis eder. Allah büyük lütuf sahibidir.
75. Ehl-i Kitab’dan öylesi vardır ki ona bir kıntar (bin altın)[25] emanet etsen, onu sana (eksiksiz) öder. Onlardan öyle kimse de vardır ki ona bir dînar (altın para) emanet etsen, devamlı üzerinde dikilip durmadıkça (veya dâvâya kalkışmadıkça) onu ödemez. Bunun sebebi de onların: “Ümmîlere (Ehl-i Kitab’dan olmayanlara karşı ne yapsak mübahtır.) Bizim aleyhimize bir yol (bize bir sorumluluk) yoktur.” demeleridir. Onlar, bilip durdukları halde Allah’a karşı yalan söylemektedirler.
76. Hayır (gerçek onların söyledikleri gibi değil), kim ahdini yerine getirir ve “Allah’ın emrine uyup günahlardan sakınırsa” (bilsin ki) şüphesiz Allah, muttakî olan (yasaklarından kaçınan ve emrine uygun yaşayan)ları sever.
77. Doğrusu Allah’a verdikleri sözü ve yeminlerini az bir değer (olan dünyalık) karşılığında satanlar var ya, işte onlara âhirette hiçbir nasip yoktur. Allah, kıyamet günü onlarla konuşmayacak, onlara (merhametle) bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için çok acı verici bir azap vardır.
78. Onlardan (Ehl-i Kitab’dan) bir kısmı da, (değiştirdikleri kelimeleri) kitaptan olmadığı halde, okurken; kitaptan olduğunu sanasınız diye dillerini (ve ağızlarını) eğip bükerler. “Bu, Allah katındandır.” derler. Halbuki o, Allah katından değildir. Bile bile Allah namına yalan uydururlar.
79. Allah’ın kendisine Kitab, hüküm ve nübüvvet verdiği hiçbir kişinin kalkıp da insanlara: “Allah’ın dışında bana da kul olun.” demesi[26] yakışmaz; ancak o kimse, “öğretmekte ve okuyup okutmakta olduğunuz Kitab’ın gerektirdiği gibi Rabbe bağlı kullar[27] olun.” diyebilir.
80. (O) size, melekleri ve peygamberleri rabler edinmenizi de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra, hiç kâfirliği emreder mi?
81. Allah, peygamberlerlerine (ve ümmetlerine hitaben): “Andolsun ki size Kitab ve hikmet[28] verdim. Sonra size, yanınızda olan (kitaplar)ı tasdik eden bir Resûl geldiğinde, (hepiniz) ona mutlaka inanacaksınız ve ona yardım edeceksiniz.” diye sağlam bir söz alıp: “Siz de bunu kabul ettiniz ve bu ağır yükümü (ahdimi) üzerinize aldınız mı?” dediğinde, onlar da: “Kabul ettik.” dediler. (Allah:) “Öyleyse birbirinize şahit olun, ben de (bu sözünüze) şahit olanlardanım.” buyurdu.
82. Artık bundan sonra kim (verdiği sözden) yüz çevirirse, işte onlar fâsıkların (Allah’ın emrinden sapanların) ta kendileridir.
83. Onlar Allah’ın (son olarak seçtiği İslâm) dininden başkasını mı arıyorlar? Halbuki göklerde ve yerdekiler(in hepsi) ister istemez O’na teslim olmuşlardır ve ancak O’na döndürülüp götürüleceklerdir. [krş. 3/85]
(Kur’an/İslâm geldikten sonra önceki din/kitap ve İslâm dışı ve karşıtı olarak çıkan bütün ideolojilerin hiçbir geçerliliği kalmamıştır. Çünkü İslâm’dan önceki dinler/kitaplar, birer kavme gelmiştir. Bunlardan elde bulunan Tevrat ve İncil de, hem sonraki asırlarda hatırlarda kalanlardan yazılmış hem de tahrif edilmiştir. Yahudi ve hıristiyanlar, Allah’a oğul isnad ederek şirke/küfre düşmüşler (5/17-18, 72-73; 9/30), yahudiler millî ilâh, hıristiyanlar da üçlü ilâh kabul etmişlerdir. Bundan dolayı da İbrâhimî din özelliğini kaybetmişlerdir. Yüce Allah cihanşümûl olarak bütün insanlara tevhid esası üzerine son olarak İslâm dinini ve Kur’an’ı göndermiştir ki aslını aynen korumaktadır. Hıristiyanların, “Dinlerin kaynağı birdir; hangisi olsa Allah’a götürür.” şeklindeki diyalog çağrısında dinleri eşitmiş gibi göstererek, İslâm’ın özelliklerinden ve bilgisinden yoksun genç nesli hıristiyanlaştırmak veya hıristiyanca düşünmelerini sağlama çalışmaları vardır. Din bir tanedir, o da son din İslâm’dır. Ancak İslâm’ı tebliğ için hıristiyan, yahudi hatta ateistle, yani her insanla diyalog kurulur. Bu hususta yüce Allah, 2/120; 3/85, 100. âyetleriyle mü’minleri uyarmaktadır. İlave bilgi için bk. 64. âyet ve açıklaması.)
84. De ki: “Allah’a, bize indirilen (Kur’ân-ı Kerîm’)e, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve torunlarına indirilene; Musa’ya, İsa’ya ve peygamberlere Rableri tarafından verilenlere inandık. Onlardan hiçbirinin arasında (Peygamber olmaları bakımından) ayırım yapmayız (hepsi de haktır). Biz yalnız O’na teslim olanlarız.”
85. Kim artık (son hak din) İslâm’dan başka (İlâhî veya beşerî) bir din arar (onları önemser)se asla ondan kabul edilmeyecek ve o, âhirette de hüsrana (büyük zarara) uğrayanlardan olacaktır.
(Âyet-i kerîmedeki İslâm’dan maksat, en son gönderilen, 84. âyette geçtiği üzere, önceki ilâhî dinlerin esaslarını kabul eden, aynı zamanda dünya ve âhiret için gereken esasları bildiren, yani hem ibadetlerin, hem sosyal hayatın gereken prensiplerini gösteren sosyal ve evrensel ilâhî bir din ve ilâhî bir hukuk sistemidir. Mahiyeti bozulmuş veya insan ürünü değildir. Hıristiyanlar dinlerinin icra yerini kilise yaptıkları gibi, İslâm, yalnız câmide icra edilecek merasim dini de değildir. Buna rağmen bundan başka bir din aranması Allahu Teâlâ yanında geçersizdir. Ancak Allah’ın dinini beğenmeyenler kendilerine uygun gelen bir sınıf (grup ve millet) dini icat etmeye veya İslâm’ı kendilerine uydurmaya çalışırlar; müslüman ancak İslâm’a göre müslüman olur. Bundan dolayı müslümanlar başka bir din/sistem, ideoloji aramaya yönelmezler. Aksi halde Allah’ın onaylamadığı, reddettiği bir şeyi onaylamış ve onu beğenmiş olurlar. Ancak bütün dinlerin üstünde olan İslâm’ı tebliğ için veya dünya işlerine ait meselelerde diğer dinlere mensup insanlar arasında diyalog yani konuşma, anlaşma ve tebliğ olabilir.) [bk. 3/19; 6/114-117; 9/33; 40/14]
86. İman edip Resûl’ün hak olduğuna şahitlik ettikten ve kendilerine (kitaplarında) apaçık deliller geldikten sonra küfre sapan bir kavmi, Allah nasıl hidayete eriştirir (ve muvaffak kılar)?! Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.
87-88-89. İşte, böyle (kâfirliğe sapan) kimselerin cezası, muhakkak ki Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti(nin) onların üzerlerine (olması)dır. O (lanet cezası)nın içinde ebedî kalacaklardır. Onların ne azabı hafifletilir ne de onlar(ın yüzlerin)e bakılır. Ancak bu (Allah’ın dini İslâm’a ve hükümlerine değer vermemekte küfre sapma suçu)ndan sonra (gücü ve iktidarı varken bir daha asla yapmamak üzere dönüp) tevbe eden, hallerini düzeltenler hariçtir (onlar affedilirler). Çünkü Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir. [krş. 4/17-18]
90. İmanlarından sonra (gizli veya açık) kâfir olan, sonra (küfrü) daha da artıranlar var ya, (son nefeste) onların tevbeleri asla kabul edilmeyecektir. İşte onlar sapıkların ta kendileridir.
91. Şu muhakkak ki inkâr eden/küfre sapan ve kâfir olarak ölenler var ya, onların dünya dolusu altını olsa ve onu kurtuluş fidyesi olarak verseler bile hiçbirinden asla kabul edilmez. Onlar için çok acı bir azap vardır ve onların hiçbir yardımcıları da yoktur.
92. Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) sadaka vermedikçe asla ‘iyi’ye (hayra, takvâya, Allah’ın rızasına) erişemezsiniz. Her ne sarfederseniz, şüphesiz Allah onu hakkıyla bilen (ve onun mükâfatını veren)dir. [krş. 2/177]
(Hasan-ı Basrî (ks.) der ki: “Bir kimse sevdiği (yanındaki) tek bir hurmayı bile Allah rızası için sadaka olarak verse, bu âyetteki ‘birr/iyi’ye mazhar olur.”)
93. Tevrat indirilmeden önce, İsrâil’in (Yakub’un) kendisine haram saydığı şeylerin dışında, İsrâiloğulları’na bütün yiyecekler helaldi. (Onlara) de ki: “Eğer doğru söylüyorsanız, (asıl) Tevrat’ı getirin de onu güzelce okuyun (yoksa haram ve helal sizin dediğiniz gibi değildir).”
(Yahudilerin Peygamber Efendimiz’e, “Hem İbrahim dininden olduğunu söylüyorsun hem de deve eti yiyor, deve sütü içiyorsun, İbrahim bunları yapmazdı.” demeleri üzerine bu âyet indi.)
94. Artık kim bundan sonra da (haram ve helal hakkında) Allah adına yalan uydurursa, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.
95. (Ey Muhammed!) De ki: “Allah doğruyu söylemiştir (helal ve haramlar/emir ve nehiyler O’nun bildirdiği gibidir). Artık (onların değil şirkten uzak) ‘Allah’ı bir tanıyarak’ İbrahim’in dinine uyun; o, müşriklerden değildi.”
Yorum Gönder