(O, tevhid dinindendi. O, hem çeşitli güçlerin simgeleri olan putlara tapmayı hem de insanları Hak düzenine karşı gelmeye çağıran tâğûtları reddetmişti. Çünkü tâğûtlar, Allah’ın emrine aykırı emir verip hüküm koyarlar, böylece kendi kendilerine birer rab/ilâh olmuş olurlar.)
96. Şüphesiz insanlar(ın ibadet ve ziyareti) için kurulan çok mübarek ve âlemlere hidayet kaynağı olan ilk ev (ilk mâbed), Mekke’deki (Kâbe’)dir.
97. Orada, (Kâbe’nin mâbed olduğunu gösteren) apaçık deliller ve İbrahim’in makamı vardır. Kim oraya girerse emniyette olur. Oraya (gitmeye) bir yol (imkân) bulabilen kimseye, Beyt(ullâh)’ı haccetmesi, Allah’ın hakkı (olarak o kimseye farz)dır. Kim de (bunu reddeder de) küfre saparsa, (küfrü kendi aleyhinedir ve) şüphesiz Allah, bütün âlemlerden müstağnîdir (kimseye ihtiyacı yoktur). [krş. 2/125]
98. De ki: “Ey Ehl-i Kitab! Allah yaptığınız her şeyi görüp dururken, niçin Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz?”
99. De ki: “Ey Ehl-i Kitab! Artık (İslâm’ın gerçekleri gösteren bir din olduğunu) görüp bildiğiniz halde, niçin onu eğri göstermeye yeltenerek mü’minleri Allah yolundan çevirmeye çalışıyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.”
(İslâm’ın karşısında olanlar veya bunu açıkça söyleyemeyenler, hep bu yolu izlemişler; onu, modernlikten geri koyan bir din olarak ya da Yahudilik veya Hıristiyanlığın taklidi gibi göstermeye çalışmışlardır.)
100. Ey iman edenler! Eğer Kitab verilen (hıristiyan ve yahudi)lerden herhangi bir gruba uyarsanız (onların İslâm’a aykırı hallerini ve yaşayış şekillerini, plan ve programlarını benimseyip kendinizi onlara benzeme ve beğendirme tavrına ve yarışına girerseniz, iyi bilin ki onlar), sizi (ve neslinizi) imanınızdan (ve mânevî değerlerinizden koparıp, birbirinize hasım yapar) sonra küfre/kâfirliğe döndürürler. [bk. 2/120; 3/149; 4/59; 5/49-50, 54-57; 7/45, 56; 11/19; 60/4, 6]
101. Size Allah’ın âyetleri okunduğu ve içinizde de O’nun Resûlü bulunduğu halde, nasıl küfre/kâfirliğe saparsınız? Kim (küfürden sakınıp) Allah’(ın dîni İslâm’)a sımsıkı sarılırsa muhakkak o doğru bir yola iletilmiş olur.
102. Ey iman edenler! (Gücünüz nisbetinde) Allah’ın emrine uygun yaşayın/aykırılıktan sakının ve ancak müslümanlar olarak can verin. [bk. 12/101 ve dipnotu 64/16]
(Rabbimiz bu âyet-i kerîmede kendisine iman edenlere hayatın gayesi ile ilgili en önemli ikazlardan birini yapmaktadır. Allah’tan gereği gibi korkmak ve İslâmî bir yaşayış içinde ölmek son derece mühimdir. Bunun içindir ki Allah’ı gereği gibi tanıyan ve O’na saygı duyanlar, iman ve sâlih amelle yaşarlar. Küfür, şirk ve tâğût belasına karşı sarsılmazlar, eğilmezler ve şeytanın oyununa gelmezler. Allah’ın bu emri karşısında mü’minler, müslümanca ölmeyi gaye bilirler. Müslümanca yaşayıp ölmek, ferdin kendi iç dinamiklerini ve yaşantısını İslâm’a uygun hâle getirmekle beraber bunun yanında kendi içinde bulunduğu toplumun da yalnız diliyle “müslümanım” demesi değil, müslümanca yaşamayı isteyen ve yaşayan bir toplum olması da bunu kolaylaştıran sebeplerden olur. Yüce Allah da bunun için aşağıdaki âyetle başka türlüsü olmayan bir hareket tarzını bildirmektedir.) [bk. 23/52-53]
103. Hepiniz toptan Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın, (onu hayata hâkim kılın, ihtilaf ve tefrikaya düşüp fert fert, grup grup) parçalanıp ayrılmayın. Allah’ın üzerinizdeki (İslâm) nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman (kabileler) idiniz de (Allah) kalplerinizi (İslâm’da) birleştirdi. İşte onun (İslâm) nimetiyle (hepiniz) kardeş oldunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan sizi (İslâm ile) O kurtardı. İşte Allah, âyetlerini size böylece açıklıyor ki doğru yola eresiniz.
104. İçinizden (herkesi) hayra çağıran, iyiliği (meşru şeyleri; tevhidi ve sâlih ameli) emreden ve kötü olandan men eden bir ümmet (bir topluluk)[29] olsun; işte onlar kurtuluşa erenlerdir.
105. (Ey mü’minler! Siz,) kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılan ve ihtilafa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için (kıyamette) çok büyük bir azap vardır.
106. O günde, birtakım yüzler ağaracak, birtakım yüzler de kararacak. Yüzleri kararanlara gelince (onlara): “İman ettikten sonra (Allah’ın emirlerini tanımayıp) inkâra/küfre saptınız ha! İşte küfre sapmanıza/inkâr etmenize karşılık azabı tadın!” (denilecek). [bk. 75/22-24; 80/38-41]
107. Yüzleri ağaranlar ise, Allah’ın rahmeti içinde (cennette)dirler. Onlar orada ebedî kalacaklardır.
108. (Ey Muhammed!) İşte bunlar, Allah’ın âyetleridir. Onları sana gerçeği bildirmek üzere okuyoruz. Allah âlemlere (hiçbir surette) zulmetmek/haksızlık etmek istemez. [krş. 28/3]
109. Göklerde ve yerde olanlar Allah’ındır. (Bütün) işler, (hesap için) ancak Allah’a döndürülür.
110. (Ey Muhammed ümmeti! Dininiz sayesinde) siz, insanların iyiliği için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. (Çünkü) iyiliği emreder, kötülüğe engel olur ve Allah’a (hakkıyla) inanırsınız. Eğer Ehl-i Kitab (yahudi ve hıristiyanlar) da (sizin gibi) iman etmiş olsalardı, elbette onlar için hayırlı olurdu. (Gerçi) onlardan bir kısmı iman etmişlerdir. (Fakat) onların pek çoğu (dinden) sapmış kimselerdir. [krş. 3/104]
(Hayırlı bir ümmet olma özelliğine sahip olabilmek için, âyet-i kerîmede buyurulduğu üzere, Allah’ın emir ve yasaklarını O’nun bildirdiği şekilde bilmek, hayat ve hareket tarzını onlara uygun hâle getirmek ve gücü nisbetinde bunun yaptırımı için seferber olmak gerekir. Peygamberimiz, “Kim bir kötülüğü görürse eliyle, buna gücü yetmezse diliyle engel olsun. Buna da gücü yetmezse, (onu yapana) kalbiyle buğzetsin; bu da imanın en zayıfıdır.” buyurmuştur.)
111. (Ey müslümanlar!) O (dinden sapanlar ve İslâm karşıtı ola)nlar eziyet etmenin dışında size asla zarar veremezler. Sizinle savaşacak olurlarsa da geri dönüp kaçarlar, sonra onlara yardım da edilmez.
112. Onlar (yahudiler); nerede bulunurlarsa (bulunsunlar) -Allah’ın ahdine ve (mü’min) insanların ahdi (ve himayesi)ne sığınanlar hariç- üzerlerine zillet (aşağılık damgası) vurulmuştur. Artık onlar Allah’tan bir gazaba uğradılar ve üzerlerine miskinlik (ve aşağılık damgası) vuruldu. Bu, onların Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri ve haksızlık yaparak peygamberleri öldürmeleri sebebiyledir. Bu da onların âsî olmalarından ve haddi aşmalarındandır. [krş. 2/61; 3/21]
113. (Onların) hepsi bir değildir. Ehl-i Kitab içlerinden artık (müslüman olup) ‘Allah’ın emirlerini tutan’,[30] gece vakitlerinde Allah’ın âyetlerini okuyan ve secde edenler vardır.
114. (Bunlar, gerçekten) Allah’a ve âhiret gününe inanırlar, iyiliği emreder, kötülüğe engel olurlar ve hayır işlerinde yarışırlar. İşte bunlar (Allah katında) iyilerdendir.[31]
115. Yaptıkları hiçbir iyilik, asla inkâr edilmeyecek (mükâfatı verilecek)tir. Allah, takvâ sahiplerini (emirlerine uygun yaşayanları) çok iyi bilendir.
116. O küfre sapan/inkâr edenlere gelince, onların ne malları ne de evlatları Allah’(ın azabın)a karşı kendilerine asla fayda vermeyecektir. Onlar ateş ehli (cehennemlik)dirler; onlar hep orada kalacaklardır.
117. Onların bu dünya hayatında yaptıkları harcamaların hali; kendi kendilerine zulmetmiş bir topluluğun ekinlerini vurup da onu mahveden, dondurucu soğukluktaki bir rüzgarın haline benzer (Sadaka ve hayırlarının âhirette kendilerine hiç faydası olmaz). Doğrusu Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendi kendilerine zulmetmektedirler.
(İşte inançsızların inkâr rüzgarı, iyilik ve hayır namına ne varsa hepsini mahveder, âhirette ellerini boşa çıkarır. Ancak o şeyler, bu dünyada bir gösteriş ve övünmeden ibaret kalır.)
118. Ey iman edenler! Sizden olmayanı sırdaş (ve dost) edinmeyin. (Çünkü) onlar, sizi(n dininizi ve düzeninizi) bozmaktan geri durmazlar; daima size sıkıntı verecek şeyleri arzu ederler. Hakikaten, onların aşırı kin (ve düşmanlık)ları ağızlarından (taşıp) ortaya çıkmıştır. Gönülde gizledikleri (kin) ise daha büyüktür. Eğer düşünürseniz size âyetlerimizi böylece açıkladık.
119. İşte siz (mü’min)ler öyle kimselersiniz ki onlar (Allah’a ve İslâm’a karşı cephe alanlar), sizleri sevmedikleri halde siz onları(n peygamberlerini tasdik edip) sever ve bütün kitaplara[32] inanırsınız. Onlar ise, (ancak) size rastladıkları zaman “iman ettik” derler. Kendi başlarına kaldıklarında, size karşı öfke (ve kin)lerinden parmaklarının uçlarını ısırırlar.[33] (Resûlüm!) De ki: “Öfkenizden ölün (geberin)!” Şüphesiz Allah gönüllerdekini hakkıyla bilendir.
120. Size bir iyilik dokunursa, onlara (içten içe) fenalık gelir/sıkıntı basar. Size bir kötülük/sıkıntı dokunursa, onunla sevinirler. Eğer sabreder ‘Allah’ın emrine uygun yaşarsanız,’ onların hilesi size hiçbir şekilde zarar vermez. Elbette ki Allah(’ın ilmi ve kudreti), onların yaptıklarını kuşatmıştır.
121. (Ey Muhammed!) Hani vaktiyle sen, (Medine’de) savaş için durulacak (elverişli) mevzilere mü’minleri yerleştirmek üzere, ailenden sabah erkenden ayrılmıştın. Allah (sözlerinizi) hakkıyla işiten ve (niyetlerinizi) bilendir.
122. Hani (Uhud gazvesinde) sizden iki bölük,[34] Allah kendilerinin yardımcısı olduğu halde, korkuya kapılıp (ordunun iki kanadından) geri çekilmeye niyetlenmişti. Halbuki mü’minler ancak Allah’a güvenip dayanmalıydılar.
123. Muhakkak ki Bedir[35] (gazvesin)de siz, (asker ve silah bakımından) daha zayıf iken, Allah size yardım etmiş (ve zafer vermiş)ti. ‘Allah’ın emirlerine uygun yaşayın’ ki şükretmiş olasınız.
124. O vakit sen (Bedir’de) mü’minlere: “İndirilen üç bin melekle Rabbinizin size yardım etmesi yetişmez mi?” diyordun.
125. Evet, eğer sabreder ve (Allah’a itaatsizlikten) sakınırsanız ve (bu arada) onlar (düşmanınız) hemen üstünüze geliverirse, Rabbiniz size, nişâneli (özel işaretli, teçhizatlı) beş bin melekle yardım eder.
126. Allah bunu, size ancak bir müjde olsun ve kalpleriniz bununla yatışsın diye yapmıştır. Yardım/zafer ancak, mutlak galip, hüküm ve hikmet sahibi Allah tarafındandır.
127. (Bir de Allah bu yardımı size) inkâr edenlerin bir kısmını(n veya ileri gelenlerinin başlarını) kessin yahut onları perişan etsin de (geri kalanlar) umutsuzluk içinde geri dönsünler diye (yaptı).
(Bedir gazvesinde, Allah’ın yardımıyla kâfirlerin ileri gelenleri ve reislerinden yetmiş tanesi öldü, bir o kadarı da esir edildi, orduları bozguna uğradı.)
128. (Kullarımın) iş(in)den hiçbir şey sana ait değildir (sen sadece tebliğ edici ve uyarıcısın). O (Allah) ya onların tevbelerini (İslâm’a girmekle) kabul edecek veya zalim (müşrik) olduklarından onlara azap edecektir.
129. Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’ındır. Dilediğini (lütfuyla) bağışlar, dilediğine (adaletinin gereği olarak) azap eder. Allah çok bağışlayandır ve çok esirgeyendir.
130. Ey iman edenler! Ribâyı (faizi), hele de kat kat artırılmış olarak (hiç) yemeyin. Allah’ın azabından korkun/emirlerine uygun yaşayın ki kurtuluşa eresiniz.[36] [krş. 2/276]
132. Allah’a ve Peygamber’e itaat edin ki merhamete nâil olasınız.
133. Rabbinizin bağışlamasına (nâil olmaya) ve takvâ sahipleri için hazırlanmış, genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşuşun. [bk. 57/21]
134. O (takvâ sahibi) olanlar, bollukta ve darlıkta (Allah rızası için) sarfederler, öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah iyilik yapan (ve güzel davranan)ları sever.
(Takvâ sahipleri yani Allah’ın emirlerine uygun yaşayanlar, dünya malına karşı olan tutumlarında çocukluk safhasını geçmiş fazilet safhasına ulaşmıştır. Çünkü çocukluk safhasındaki insanlar ihtiyacı olsun olmasın, azıcık fayda umduğu şeyi elde etmek için çırpınırlar ve onu elde etmeyince rahat edemezler; aç gözlü ve bencildirler, elindekini kimseye vermemeye ve göstermemeye çalışırlar. İkinci safhadakiler gözünü dünyaya dikmeyip, kanaate ulaşanlardır. Üçüncü safhadakiler ise takvâ sahipleri olup maddeye bağımlılıktan kurtulup İslâmî ölçüde kendisine yetecek olandan fazlasını Allah rızası için bollukta ve darlıkta sarfederler. İşte bunlar muhsinlerdir.[37]) [bk. 3/180; 25/67; 59/9; 76/8]
135. Ve (yine) onlar, çirkin bir iş işledikleri veya (günahlarla) kendilerine zulmettikleri zaman, Allah’ı anarak hemen günahlarının bağışlanmasını isterler. Zaten, Allah’tan başka kim günahları bağışlar ki? Bir de onlar, işledikleri (günah ve hatalı işleri)nde bilerek ısrar etmezler.
136. İşte onların mükâfatı, Rablerinden bir bağışlanma ve alt tarafından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlerdir. Böyle (iyi amel) yapanların mükâfatı ne güzeldir!
137. Sizden evvel nice olaylar (ve şeri’atler) gelip geçti. Yeryüzünü dolaşın da (peygamberlerini ve getirdiklerini) yalanlayanların sonunun nasıl olduğunu (bir) görün.
138. İşte bu (Kur’an), bütün insanlara (yönelik) bir açıklamadır, takvâ sahiplerine (Allah’ın emirlerine uygun yaşamak isteyenlere) bir yol gösterme (hidayet) ve öğüttür.
139. (Ey mü’minler!) Gevşemeyin ve üzülmeyin. Eğer (gerçekten) mü’min iseniz (düşmanlarınızdan) çok üstünsünüzdür.
140. Eğer siz (Uhud’da) yara aldı iseniz, (düşmanınız olan) o kavim de (Bedir gazvesinde) benzeri bir yara almıştı. İşte biz, o günleri (bazen galibiyet ve bazen mağlubiyet şeklinde) insanlar arasında döndürür dururuz. Bu da, Allah’ın gerçekten iman edenleri ortaya çıkarması ve sizden şahitler edinmesi içindir. Allah zalimleri sevmez.
141. (Bir de) Allah’ın, mü’minleri (seçerek, günahlarından) temizlemesi ve kâfirleri mahvetmesi içindir.
142. Yoksa Allah içinizden cihad edenleri ayırt edip ortaya koymadan, sabır (ve sebat) edenleri belirleyip meydana çıkarmadan (kolayca) cennete gireceğinizi mi sandınız? [krş. 2/214; 29/23]
143. Andolsun ki siz, (savaşıp) ölümle karşılaşmadan önce ölmeyi (şehit olmayı) temenni etmiştiniz. Oysa (Uhud’da) onu gördüğünüz halde (seyirci gibi) bakıp duruyordunuz.
(Bedir şehitlerine imrenenlerin çoğu, Uhud gazvesi sırasında sözlerinde metanet gösterememişlerdi.)
144. Muhammed, sadece bir resûldür: Ondan önce de peygamberler gelip geçti. Şimdi o ölür veya öldürülürse, ökçelerinizin üzerinde (eski dininize) gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim böyle ökçeleri üzerinde geriye dönerse, elbette Allah’a hiçbir şekilde zarar veremez. Allah şükrü yerine getiren (muvahhid)lerin mükâfatını verecektir.[38]
145. Allah’ın izni olmadan hiçbir kimseye ölmek yoktur. (Ölüm) vadeye yazılmış bir yazıdır. Kim dünya nimetini isterse, kendisine ondan veririz; kim de (ibadet ve itaatiyle) âhireti ve sevabını isterse kendisine de ondan veririz. Böylece şükrü yerine getirenleri (fazlasıyla) mükâfatlandıracağız.
146. Nice peygamberler vardır ki onlarla birlikte (Allah erleri) birçok cemaat[39] savaştı da, Allah yolunda kendilerine gelen (meşakkat)lerden (dolayı) gevşeyip yılmadılar, zayıflık gösterip boyun eğmediler. Allah sabır (ve sebat) edenleri sever.
147. Onların (bu anlardaki) sözleri: “Ey Rabbimiz! Bizim günahlarımızı ve işlerimizdeki taşkınlıklarımızı bağışla. (Savaşta) ayaklarımızı sabit kıl (bize dayanıklılık ver) ve kâfirler güruhuna karşı bize yardım et/zafer ihsan eyle.” demekten başka bir şey değildi.
148. İşte (bu yüzden) Allah, onlara hem dünya nimetini/mükâfatını, hem de âhiret sevabının güzelliğini (cennetini ve nimetlerini) verdi. Allah, güzel hareket edenleri sever.
149. Ey iman edenler! Eğer küfre sapanlara itaat eder (ve İslâm’a uymayan yaşayış şekillerini benimser)seniz, sizi ökçeleriniz üzerinde gerisin geri (küfre) çevirirler de (dünya ve âhirette) ziyana uğrayanların durumuna düşersiniz.[40]
150. Halbuki Mevlânız (sahip ve yardımcınız) ancak Allah’tır (o halde, ancak O’na itaat edin). O, yardımcıların en hayırlısıdır.
151. Hakkında (Allah’ın) hiçbir delil indirmediği (put ve tabulaştırdıkları) şeyleri Allah’a eş koştuklarından (onları ilâh haline getirdiklerinden) dolayı, küfre sapanların kalbine korku düşüreceğiz. Onların dönüp varacağı yer ateştir. Zalimlerin varacağı yer ne kötüdür!
152. Gerçekten Allah, (size olan yardım) vaadini doğruladı (yerine getirdi). Hani O’nun izniyle onları (Uhud’da) kırıp geçiriyordunuz. Fakat sevdiğiniz (zaferi ve bıraktıkları ganimet)i size gösterdikten sonra, (Peygamber’in verdiği) emir hakkında gevşediniz, (yerlerinizde kalıp kalmamak hususunda) tartıştınız ve (emre) karşı geldiniz: Kiminiz dünyayı (ganimeti) istiyor, kiminiz de (emre bağlı kalarak) âhireti istiyordu. Sonra (Allah), sınamak için onlar(a karşı başarı)dan sizi geri koydu (yenilgiye uğrattı). Bununla beraber sizi bağışladı. Allah mü’minlere karşı çok lütufkârdır.
(Uhud gazvesinde Ayneyn gediğine yerleştirilen nöbetçi okçular, düşmanın bir an bozulması üzerine ganimet alınıyor zannıyla, Resûlullah’tan emir gelmeden çoğu ganimet için yerlerini terketmişlerdi. Mekkeli müşrikler de hemen oradan geçerek müslümanları arkadan sarmışlar ve müslümanlar bunun üzerine birden paniğe kapılmışlar, kaçmışlardı.)
153. O vakit (Uhud gazvesinde) Peygamber arkanızdan: (“Ey Allah’ın kulları! Ben Allah’ın Peygamberiyim, bana gelin.” diye) çağırdığı halde, siz sürekli (savaş meydanından) uzaklaşıyor, (kaçıp dağa çıkıyor) kimseye dönüp bakmıyordunuz. Bunun üzerine (Allah), ne elinizden giden (zafer)e ne de başınıza gelen (musibet)e üzülmemeniz için size keder üstüne keder verip cezalandırdı. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
(Sonunda müslümanlar savaşı kazanmasalar da, Allah’ın bağışlamasıyla tekrar toparlanıp mutlak bir bozgundan kurtuldular ve müşrikleri Mekke’ye doğru kovaladılar.)
154. Sonra (Uhud gazvesinden kesin zafer elde edememe) kederin(in) arkasından Allah üzerinize öyle bir güven ve (bunun yol açtığı bir) uyku hali getirdi ki o hal içinizden bir kısmını sarıyordu. (Münâfık olan) diğer bir kısmı da canlarının derdine düşmüş, Allah’a karşı, câhiliye devrindeki gibi haksız bir zanda/düşüncede bulunarak: “Bu işten bize ne?” diyordu. (Ey Resûlüm!) “Bütün iş (yetki ve karar) Allah’ındır.” de. Onlar, senin huzurunda açığa vuramadıklarını, içlerinde gizliyorlar ve: “Bu işte bizim bir payımız olsa (sözümüz tutulsa veya Muhammed’in vaadi yerine gelse) idi, biz burada, öldürülmezdik.” diyorlar. (Resûlüm! Yine) de ki: “Evlerinizde olsaydınız bile, üzerlerine ölüm yazılmış olanlar, devril(ip öl)ecekleri yerlere mutlaka çıkıp gideceklerdi. Bu, Allah’ın gönlünüzdeki (ihlas ve fitne gibi) şeyleri yoklaması ve kalplerinizdeki (vesveseleri) temizlemesi içindir. Allah, sînelerdekini hakkıyla bilicidir.”
155. (Uhud gazvesinde) iki topluluk karşılaştığı gün, içinizden geri dönüp gidenlerin işledikleri (hata)nın bir kısmından dolayı şeytan, ayaklarını kaydırmak istemişti. (Tevbe etmeleriyle) şüphesiz Allah, onları affetti. Gerçekten Allah çok bağışlayıcıdır, Halîm’dir (cezada acele edici değil, mühlet vericidir).
156. Ey iman edenler! (Siz,) sefere çıktıkları veya savaşa gittikleri zaman (ölen) kardeşleri için: “Eğer yanımızda olsalar ölmezler ve öldürülmezlerdi.” diyen o kâfirler gibi olmayın. Allah, bu (sözleri)ni onların kalplerinde (derin) bir hasret (yarası) kılmıştır. Yaşatan ve öldüren Allah’tır. Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir.
157. Andolsun ki Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, Allah tarafından (kazanacağınız) bağışlanma ve rahmet, onların (yaşayıp da) toplayacakları (bütün dünyalık) şeylerden daha hayırlıdır.
158. Andolsun ki sizler ölseniz de öldürülseniz de Allah’ın huzurunda toplanacaksınız.
159. (Ey Resûlüm! Genelde ve özellikle Uhud gazvesinde sen) Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, elbette onlar etrafından dağılıverirlerdi. O halde onları affet, onlar için mağfiret dile ve (umûma ait) iş hakkında onlara danış, artık karar verdiğin zaman da, Allah’a güvenip dayan (onu yap). Şüphesiz Allah kendisine güvenip dayananları sever. [krş. 42/38]
160. Eğer Allah yardım ederse, artık size üstün gelecek hiç kimse olamaz. Şâyet (Allah ve Resûlü’ne bağlılıktan ayrılır da) O da, sizi yardımsız bırakırsa, ondan sonra size yardım edecek kim olabilir? Öyleyse mü’minler ancak Allah’a güvenip dayansınlar.
161. Bir peygamberin ganimete (ümmetin/kamunun malına ve emanete) hıyaneti olacak şey değildir.[41] Kim hıyanet ederse, kıyamet günü hıyanet ettiği o şeyle gelir. Sonra herkese kazandığı hiç haksızlığa uğratılmaksızın tastamam verilir.
162. Allah’ın rızasına uyan kimse, Allah’ın hışmına uğrayan ve varacağı yer cehennem olan kimse gibi olur mu?! (O), ne kötü bir dönüş yeridir!
163. Onlar, (Allah rızasını kazanmada ve fazilette) Allah katında derece derecedirler. Allah, onların yaptıklarını görmektedir.
164. Hakikaten Allah, mü’minlere büyük bir lütufta bulundu da: Kendi içlerinden, onlara âyetlerini okuyan, onları (fena huy ve günahlardan) temizleyen ve onlara Kitab’ı, hikmeti[42] öğreten bir Resûl gönderdi. Halbuki onlar, bundan önce hiç şüphesiz açık bir sapıklık içinde idiler.
165. (Bedir gazvesinde kâfirlerin başına musibetin) iki katını getirdiğimiz halde (Uhud gazvesinde) size bir (kat) musibet gelince mi: “(Peygamber bizimle beraber ve biz de müslüman olduğumuz halde) bu nereden geldi?” dediniz. De ki: “O (bela), kendi tarafınızdan (ve Peygamber’e itaat etmeyişinizden)dir.” Şüphe yok ki Allah her şeye kâdirdir.
(Bedir gazvesinde müşrikler yetmiş ölü ve yetmiş esir vermişler, Uhud gazvesinde ise müslümanlardan yetmiş şehit verilmiştir.)
166-167. Ey Mü’minler! İki topluluğun (Uhud gazvesinde) karşılaştığı gün başınıza gelen (musibet) Allah’ın izniyle olmuştur. (Bu da Allah’ın gerçek) inananları ayırt etmesi ve münâfıklık yapanları meydana çıkarması içindi. (Münâfıklara): “Gelin, Allah yolunda savaşın veya (düşmana karşı) savunmada bulunun.” denildi de: “Eğer biz savaş etmeyi bilseydik, elbette arkanızdan gelirdik.” dediler. Onlar o gün, küfre, imandan daha yakındılar. Onlar, ağızlarıyla (inanıyoruz diye), kalplerinde olmayanı söylüyorlardı. Allah, (onların kalplerinde) gizlediklerini pek iyi bilendir. [krş. 3/152]
168. (Uhud’a savaşa gitmeyip evde) oturanlar da (savaşta ölen) kardeş (ve yakın)ları hakkında: “Eğer bize itaat ed(ip Medine’de kal)salardı ölmezlerdi.” demişlerdi. Onlara de ki: “Eğer doğru sözlü iseniz, ölümü kendinizden geri çevirin.”
169-170. Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetme! Bilakis onlar Rableri katında diridirler ve rızıklanırlar. (Hem de) Allah’ın kendilerine lütfettiği (şehitlik rütbesi)ne kavuşmaları sebebiyle sevinç içerisindedirler. Arkalarından henüz kendilerine (şehit olarak) katılmamış olanlara da, hiçbir korku ve üzüntü olmayacağını müjdelemek isterler. [krş. 2/154]
171. (Yine onlar) Allah’ın nimet ve ihsanı ile ve Allah’ın mü’minlerin mükâfatını zâyi etmeyeceği müjdesi ile de sevinirler.
172. O (mü’minler) yara aldıktan sonra (müşrikleri kovalayıp geri püskürtmek için) Allah ve Resûlü’nün çağrısına uyanlardır. İçlerinden iyilik yapanlar ve muttakî olanlar (Allah’ın emirlerine uygun yaşayan, günahtan sakınanlar) için çok büyük bir mükâfat vardır. [krş. 3/166]
173. Onlar (Allah ve Resûlü’ne bağlanmış öyle kimselerdi) ki halk kendilerine: “(Düşmanlarınız olan) insanlar size karşı ordu topladılar, o halde onlardan korkun.” deyince, bu (söz) onların imanlarını artırdı da: “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!” dediler (ve sefere çıktılar).
(Resûlullah ile yetmiş kişi, Ebû Süfyan’ın Uhud’dan sonra, “Yıl dönümünde Bedir’de çarpışalım.” dediği yere gitmiş, fakat Ebû Süfyan, geleceğine dair şâyia çıkarmasına rağmen yüreğine korku düştüğünden gelmemişti.)
174. (Öyle oldukları içindir ki) kendilerine hiçbir fenalık dokunmadan hem Allah’tan nimet (olan sağlık ve selamet)le hem de (ticaret yapıp) bollukla (Bedir’den) geri döndüler; böylece Allah’ın rızasına da uymuş oldular. Allah büyük lütuf sahibidir.
175. O şeytan (ruhlu),[43] ancak sizi kendi dostları olan (müşrik ve kâfirler)le korkutur. Eğer (gerçek) mü’min iseniz onlardan korkmayın, benden korkun!
176. (Resûlüm! İslâm’a sırt dönüp) küfre doğru koşanlar seni üzmesin. Şüphesiz onlar, Allah’a hiçbir şekilde zarar veremezler (aksine sadece kendilerine zarar verirler). Allah, onlara âhirette bir nasip vermemeyi diliyor. Onlar için büyük bir azap vardır.
176. (Resûlüm! İslâm’a sırt dönüp) küfre doğru koşanlar seni üzmesin. Şüphesiz onlar, Allah’a hiçbir şekilde zarar veremezler (aksine sadece kendilerine zarar verirler). Allah, onlara âhirette bir nasip vermemeyi diliyor. Onlar için büyük bir azap vardır.
177. İman karşılığında küfrü satın al(ıp değiş)enler, şüphesiz ki Allah’a hiçbir zarar veremezler. Onlar için çok acıklı bir azap vardır.
178. Küfre sapanlar, onlara mühlet vermemizin, kendileri hakkında hayırlı olduğunu asla sanmasınlar. Onlara, ancak günahlarını artırmaları için mühlet veriyoruz. Onlar için zelil ve perişan eden bir azap vardır.
179. Allah, mü’minleri içinde bulunduğunuz şu (iyinin kötünün ayrılmadığı) durumda bırakacak değildir. Nihayet, pis olanı temizden (münâfık ve kâfiri, samimi olandan) ayıracaktır. Allah, size “gaybı” da bildirecek değildir. Fakat Allah, peygamberlerinden dilediğini seçer (gayptan onu haberdar eder). O halde Allah’a ve peygamberlerine inanın. Eğer iman eder ve (günahlardan) korunursanız, sizin için çok büyük bir mükâfat vardır.
180. Allah’ın lütfu ile kendilerine bol bol verdiği şeyde (infak etmeyip) cimrilik yapanlar, asla bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Aksine bu onlar için bir şerdir. (Allah’ın verdiğini Allah için verme konusunda) cimrilik ettikleri şeyler, kıyamet gününde boyunlarına (ateşten halka halinde) geçirilir. Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır, (bütün mülk O’nundur; her şey, yine O’na kalacaktır). Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.
(Yahudi kabilesi Benû Kaynuka’nın ileri gelenlerinden Fenhas, Resûlullah’ın kendilerini İslâm’a davet mektubuna karşı, Allah’a ihtiyaçları olmadığını kastederek “biz zenginiz” demişti. Sonra korkusundan inkâr etti ama bütün gizlilikleri bilen Allah bunu Resûlü’ne şu âyetle bildirmiştir:)
181. “Allah fakirdir, biz zenginiz.” diyen (yahudi)lerin sözünü Allah elbette işitmiştir. Onların söylediklerini ve haksız yere peygamberlerini[44] öldürmelerini yazacağız ve (onlara): “Tadın o yakıcı azabı!” diyeceğiz.
182. İşte bu (azap) kendi yaptığınız (günahlar)ın karşılığıdır. Şüphesiz ki Allah, kullarına asla zulmedici değildir.
183. “Allah bize (gökten mucize olarak inen bir) ateşin yiyeceği (yakıvereceği) kurban getirinceye kadar hiçbir peygambere iman etmememizi, (Tevrat’ta) emretti.” diyen (yahudi)lere de ki: “Elbette benden önceki resuller size açık delil (ve mucize)lerle beraber, dediğinizi de getirmişti. Eğer doğru sözlü iseniz niçin onları öldürdünüz?”
184. (Ey Resûlüm! Şimdi onlar) senin nübüvvetini yalanlarlarsa (üzülme, çünkü) senden evvel açık delil (ve mucize)ler, (hikmetli) sahifeler ve aydınlatıcı kitap getiren peygamberler de yalanlanmıştır.
185. Her canlı (nefis) ölümü tadacaktır. Ecirleriniz (yaptıklarınızın karşılıkları) ancak kıyamet günü tastamam verilecektir. (O gün) kim ateşten uzaklaştırılır da cennete konulursa, artık o gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı, ancak aldatıcı bir metâ (geçici zevk ve faydalanma)dan ibarettir. [krş. 21/35; 29/57]
186. Andolsun ki mallarınız ve canlarınızla (fedâkârlığa katlanma) hususunda imtihan edileceksiniz; ve (üstelik) sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanlardan ve müşriklerden çok incitici şeyler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve takvâ üzere olursanız, elbette bu (davranış), yapılacak işlerin en değerlisidir. [krş. 2/109]
187. Vaktiyle Allah, kendilerine kitap verilenlerden: “Onu(n hükümlerini) mutlaka insanlara açıklayacaksınız ve onu gizlemeyeceksiniz.” diye söz almıştı. Ama onlar o sözü önemsemeyerek kulak ardı ettiler ve ona karşılık az bir paha (olan dünyalık menfaat)i aldılar. Bu satın aldıkları şey ne kötüdür!
188. (Yapıp) ettikleri ile şımaran ve yapma(yıp yanılt)tıkları şeylerle övülmeyi sevenleri hesaba katma, sakın onların azaptan kurtulacakları bir yerde bulunacaklarını da sanma! Onlar için acıklı bir azap vardır.
189. Göklerin ve yerin mülkü (ve hükümranlığı) Allah’ındır. Allah her şeye kâdirdir.
(Bu böyle iken, mutlak hâkimiyeti Allah’tan başka varlıklara atfetmek, onları Allah’a denk duruma getirmek şirktir.) [bk. 4/48]
190. Muhakkak ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün ‘birbiri ardınca gelip gitmesinde’ (ve uzayıp kısalmasında) akl-ı selîm sahipleri için (Allah’ın birliğine ve kudretine ait ibret verici) deliller vardır. [krş. 10/6]
(Akl-ı selîm, günahlarla veya tevhidi bozan şeylerle kirlenmemiş, vahiyle birleşen, buna göre düşünebilen, nefsin esiri olmayan akıl anlamındadır.)
191. (İşte) o (akl-ı selîm sahibi) kimseler ayaktayken, otururken, yan taraflarına yaslanarak yatarken Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler (ve derler ki:) “Ey Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın. Seni tenzih ederiz, bizi ateş azabından koru.” [krş. 4/103]
192. “Ey Rabbimiz! Elbette sen kimi ateşe sokarsan, şüphesiz onu ‘aşağılık ve perişan edersin. (Küfre, şirke ve âsîliğe saparak azabı hak etmiş) zalimlerin hiçbir yardımcıları yoktur.”
193. “Ey Rabbimiz! Gerçekten biz; Rabbinize inanın diye çağıran bir davetçiyi işittik, hemen iman ettik. Ey Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve canımızı iyilerle beraber al.”[45]
194. “Ey Rabbimiz! Bize peygamberlerin vasıtasıyla vaadettiğin (sevab)ı ver, bizi kıyamet gününde rezil etme! Elbette sen, sözünden asla dönmezsin.”[46] (derler).
195. Bunun üzerine Rableri onların dualarına (şöyle) icâbet buyurdu: “Ben elbette, sizden erkek ve kadın (ayırmaksızın hayra) çalışan hiçbir kimsenin amelini boşa çıkarmayacağım. Sizler, hep birbirinizden (hâsıl olma)sınız. İşte (dini için) hicret edenlerin, yurtlarından çıkarılanların, benim yolumda eziyete uğrayanların, savaşanların ve öldürülenlerin, mutlaka günahlarını örteceğim ve elbette onları, alt tarafından ırmaklar akan cennetlere koyacağım.” Bu mükâfat Allah tarafındandır. Allah ise sevabın/ödülün en güzeli katında olandır. [krş. 2/186]
196. Küfre sapan/inkâr edenlerin (görünüşte refah içinde) diyar diyar dönüp dolaşmaları sakın seni aldatmasın!
(Bazı mü’minlerin, bazı müşriklerin ve inkârcıların geniş maddî imkânlar içinde olduklarını görüp “Onlar huzur içinde, biz ise sıkıntı içindeyiz.” demeleri üzerine yüce Allah gerek peygamberin şahsında burada, gerek diğer âyetlerde (2/200-201; 17/18-19; 43/33-35) mü’minlerin izleyecekleri hareket tarzını açıklamaktadır. Buradaki hitap, Peygamber Efendimiz’in şahsında bütün mü’minleredir.)
197. Bu (inanmayanların refahı), pek kısa bir faydalanma ve eğlence! Sonra varacakları yer cehennemdir. O ne kötü duraktır!
198. Fakat Rablerinin emirlerine uygun yaşayanlar için alt tarafından ırmaklar akan cennetler vardır. Allah’ın bir ikramı olarak orada ebedî kalacaklardır. Allah katında olan (nimet)ler, iyi (insan)lar için daha hayırlıdır.
199. Gerçekten Ehl-i Kitab’dan öyleleri var ki Allah’a, size indirilen (Kur’an’)a, kendilerine indirilen (kitap)lara Allah’a büyük bir saygı duyarak inanırlar. (Onlar,) Allah’ın âyetlerini az bir değere (dünyalık menfaate) satmazlar. İşte onlara Rableri katında mükâfatlar vardır. Elbette Allah, hesabı çok çabuk görendir. [krş. 2/121]
200. Ey iman edenler! (Nefsinizin arzularına, çeşitli zorluklara, her türlü düşmanlarınıza karşı) dayanın, sabır ve sebat yarışına girin, murâbıt olun (nöbet halinde imiş gibi bekleyin, cihada hazırlıklı olun) ve Allah’tan korkun (emirlerine uygun yaşayın) ki kurtuluşa eresiniz.
[1] Sûre bir bütünlük içinde birkaç konuyu içine alır. 1-32. âyetler Allah ve âhiret inancından; 33-101. âyetler hıristiyanlar ile yahudilerden ve her ikisini İslâm’a davetten; 102-120. âyetler Ehl-i Kitab’ın tarihteki yaptıklarından ve onlara karşı uyanık olmaktan; 120-200. âyetler Uhud savaşından ve müslümanların cesaretlenmesinden, Kur’an’ı tebliğ ve İslâm’a davet gereğinden bahsetmektedir.
[2] Hayy ve Kayyûm, “daima diri, zâtıyla kâim ve bütün varlıkları gözetip yöneten” demek olup rivayet edilen üç ‘İsm-i A‘zam’dan biridir. [bk. 2/255; 20/111]
3] Tevrat; İbranice bir kelime olup kânun, şeriat ve öğreti anlamına gelir. Tevrat’a, Ahd-i Atîk ve Ahd-i Kadîm de denir. İncil; müjde, tâlim ve öğreti anlamına gelir.
[4] Müteşâbih: Lügatte, birbirine benzeyen demektir. Terim olarak anlamı birden fazla olup, zâhir (dış) mânasıyla tam anlaşılamayan ve gerçek mânası Allah’a havale edilen ya da birçok anlama gelme ihtimali olup bunlardan birini tercihte zorluk olan kelime ve kelâmdır. Bunlar, “Elif lâm mîm, Tâhâ” gibi ‘Hurûf-u mukatta’alarla, Allah’ın “eli”, “yüzü” “rızası” “cennet ve arş” gibi ifadeler ve “basîr ve kadîr” gibi sıfatlardır. Ancak Müteahhirîn (sonraki âlimler) bid‘at ehli mezheplere “dur” diyebilmek için bunlardan gerekli görülenlere, İslâm’ın ruhuna ve tevil şartlarına uygun olarak mâna vermişlerdir. Biz de bunları tercih ettik. [bk. 2/1 ve dipnotu]
[5] Kendilerini ve sistemlerini ilâhlaştırıp Allah’ın gönderdiğini dışladılar.
[6] Bedir gazvesinde (Hicrî. 2/Milâdî. 623) Resûlullah’ın ordusu 312, buna karşılık müşrikler 950 kişi idi. Silah bakımından da müşrikler kat kat fazla idi. Âyet-i kerîmede “müslümanların kendilerini çok görmesi” şeklinde verilen mâna ile Enfâl sûresi 8/44. âyette iki tarafın birbirini az gördü mânasına uygun düşmesi sağlanmıştır. [İbni Cüzey, s. 5-52]. İşte İslâm’ın hâkim olması için malını ve canını ortaya koyan imanlı topluluğa, Allahu zül-celâl de böylece yardım ve galibiyet ihsan etti. [bk. 3/124; 8/7-12]
[7] İnsanlar, Allah’ın verdiği nimetlerden faydalanmalı, helalinden servet edinmeli, fakat onların kulu, kölesi olmamalıdır. [bk. 18/46; 24/37; 57/20-21; 63/9]
[8] Taberî, III, 286.
[9] İslâm genel anlamda, Allah’a ve O’ndan gelenlere iman edip kayıtsız şartsız teslim olmaktır. Müslüman ise yüce Allah’ın gönderdiğine ve Resûlü Muhammed’in (sas.) bildirdiğine içtenlikle inanıp teslim olandır. Bütün ilâhî dinler, tevhid ve Allah’a teslimiyet itibariyle aslında İslâm ise de, hepsinin aslî özelliği değişikliğe uğramıştır ve gerçekliği kalmamıştır. Bundan dolayı Hz. Muhammed’in (sas.) getirdiği İslâm, bütün dinlerin en mükemmeli ve Allahu Teâlâ’nın gönderdiği en son tevhid dinidir. İslâm, yalnız Allah ile kul arasında bir olay olmayıp sosyal ve hukukî esaslarıyla hem dünya hem de âhiret saadetini temin eden ve kaynağını Kur’an’dan alan ilâhî bir dindir; beşerin koyduğu sistemler dînî olmadığı gibi, Hıristiyanlıktaki kilise misali yalnız câmide îfâ edilen bir din de değildir. İslâm dîni, içine aldığı iman, ibadet, ahlâk, muâmelât ve ceza hükümleriyle bir bütündür. Bundan dolayı Kur’an hükümlerinden birini reddeden veya beğenmeyen kimse dinden çıkar (bk. 2/85; 3/32, 85; 4/167-168). Çünkü İslâm’ın esasları, tamamen Allah tarafından konulmuştur. Gerçekten iman edenler, o hükümlerle amel etmekle mükelleftir. Bir kimsenin; mü’min, fâsık, münâfık, kâfir ve zalim gibi isimler alması da İslâm’ın hükümlerine karşı takındığı inanç, amel ve tavırlara göredir. Böylece İslâm, kişilerin kafalarındaki ikonlarla/putlarla beraber kabul edilen bir din olmayıp, hem menfaat ve mevkilere hem de heva ve heveslere uygun gelen yönleriyle alınarak uygulanan bir din de değildir. Bir müslüman da, müslüman olarak bunun dışında bir İslâm düşünemez. İslâm dîni yücedir, ancak onunla yücelmek isteyenler yücelir. Eğer din hayatın işlevinden koparılırsa, hayat dinsizleşir. Her türlü gayr-ı meşrû olan şeyler meşru hale gelir ve toplumun çürüyüp çökmesinin başlıca sebebi olur. [bk. 3/85; 42/21; 45/18]
[10] Kitaplarında değişiklik yaparak gizledikleri Hz. Peygamber’e dair bilgiler ortaya çıkınca. [bk. 6/70; 7/51 ve açıklaması]
[11] Buradaki “İmran ailesi”nden maksadın, tercih edilen görüşe ve bundan sonraki âyetlere bakılırsa Hz. Meryem’in anne ve babası olduğu anlaşılır.
[12] Meryem: “Allah’ın kulu” demektir. O toplumda erkek ismi olarak kullanılırdı.
[13] 3/45’te de geçtiği üzere, Hz. İsa’ya “Allah’ın kelimesi” denilmesi, ekserî müfessirlere göre Allah’ın “ol/kün” emri ile babasız dünyaya gelmesi dolayısıyladır. Bu konuda farklı görüşler de vardır.
[14] Hz. Yahya’nın Hz. İsa‘dan altı ay büyük olduğu rivayet edilmiştir. Yahya (as.), Hz. İsa’nın göğe yükseltilmesinden önce bir kadın tarafından şehit edilmiştir. (Elmalılı, II, 1096).
[15] O sırada Zekeriya (as.) 120, hanımı 98 yaşında idi.
[16] Âyet-i kerîmede geçtiği üzere “havâri” kelimesi; arkadaş, dost, sahip, yardımcı demek olup, aslı “havarya”dır ve Arapça’ya Habeşçe’den geçmiştir. İbranice’si de “heverim”dir. Havâriler, Hz. İsa’ya ve Allah’tan getirdiği dîne yardım etmeyi taahhüt etmiş olan sahâbîlerdir. Hıristiyanlara “Nasârâ” denmesi de havârilerin Hz. İsa’ya nusret (yardım) biatı etmelerindendir (Elmalılı, II, 1108). [bk. 5/111-113]
[17] Hz. İsa’yı aralarından yukarı kaldırdı ve onu öldürmek isteyeni de Hz. İsa’ya benzetti de onu öldürdüler. [bk. 4/157-158]
[18] Âyette geçen “teveffî” kelimesi vefat ettirme/canını alma ve “kabada” (tutup alma ve teslim alma) anlamlarına gelir. 6/60 ve 39/42. âyetlerde geçtiği üzere burada da öldürme anlamına değildir. Çünkü onu o anda öldürünce, öldürmek isteyenlerin maksadı hâsıl olduğundan, içlerinden alıp yükseltmeye lüzum kalmayacaktır. ‘Onu öldürdüler fakat ruhen yükseldi’ de diyemeyiz, çünkü ölünce ruhu zaten alçakta kalmayacaktır. Bu aradaki “vav” da tertip/sıra için değil cem/birliktelik içindir. İbni Kesîr tefsirinde, çoğunluk müfessirlerin “uyku halinde iken kaldırma” dediklerini, İbni Cerîr et-Taberî’nin de “alıp kaldırma” anlamı verdiğini nakleder. [bk. Muhtasaru İbni Kesîr, I, 286. Diğer âyetler için bk. 4/156-158; 5/117; 6/60; 39/42]
[19] Allahu Teâlâ’nın bu lanetleşme emri üzerine, Necran hıristiyanları korkup buna yanaşmamışlar, böylece Kur’an’ın bu daveti karşısında mağlup olmuşlardır.
[20] Esasen İbranice bir kelime olan Tevrat, “Şeri‘at ve hak kelâmı, doğru söz” demektir. İncil de Süryânice bir kelime olup, “göz nuru” demektir. İncil, “müjde” anlamına da gelmektedir.
[21] Hz. İbrahim, yahudi, hıristiyan ve müşrik olmayıp tevhid ehli bir müslümandı. Bundan dolayı İslâm’dan başkası makbul ve İbrahimî din değildir. [bk. 3/83, 85] Çünkü onların haniflik/tevhidlik özelliği ve geçerliliği kalmamıştır. Yahudi dîninin kaynaklarına ve inanışlarına göre Yahve, yalnız yahudilerin yani İsrâiloğulları’nın millî tanrısıdır. “Kabbala” ve “Zohar” adlı kitaplarına da bakılırsa Yahve’nin bir de Sakineh adlı karısı vardır. Onlar, Üzeyr (as.) için de “Allah’ın oğlu” dediler (9/30). Hıristiyanlar da Hz İsa’ya “Allah’ın oğlu” dediler. Baba, Oğul, Rûhu’l-Kudüs şeklinde Allah’ı üçlediler. Böylece hepsi tek tanrılı (monoteist) din iken çok tanrılı (politeist) din haline dönüşerek kâfir oldular (5/17, 72-73; 9/30) İslâm’da/Kur’an’da ise Allah, Rabbu’l-âlemîn (bütün âlemlerin Rabbi)dir. Bir’dir, doğmamış ve doğurmamıştır, hiçbir şeye muhtaç değildir. Eşi ve benzeri/dengi ve ortağı yoktur. [bk. 3/64; 112/1-4; Ali Arslan Aydın, s. 184-185]
[22] İbni Kesîr (Sâbûnî), I, 191.
[23] Yahudi ve hıristiyanlar kendi dinlerine girmeyen müslümanları kendilerinden aşağı görür ve beğenmezler. [krş. 2/120]
[24] Mukâtil, s. 14.
[25] Enes (ra.) Hz. Peygamber’den, “Kıntar”ın bin dînar olduğunu rivayet etmiştir. İbni Abbas (ra.) da böyle olduğunu söylemiştir (bk. Râzî, VI, 193). Bir dînar ise çeyrek lira kıymetinde eski altın bir paradır.
[26] Her peygamber yalnız Allah’a kul olmaya çağırmıştır. Fakat hıristiyanlar dinlerini tahrif ettiklerinden, peygamberlerini ilâhlaştırmışlardır.
[27] Veya “ihlaslı bilginler” olun. Bu ifadelerle yüce Allah, “Yalnız Allah’a ibadet edin; peygamberleri Allah yerine koymayın ve Peygamber’e ilâhlık nispet etmeyin.” buyurmaktadır. Çünkü hıristiyanlar, mucize olarak babasız doğuşundan dolayı Hz. İsa’yı tanrı kabul etmişlerdi. Allahu Teâlâ da bunları onun dilinden reddettiğini âyetlerle bildirmiştir. [bk. 5/116-117; 19/30-36]
[28] Yüksek düşünce ve anlayışı, Kitab’ın tefsir ve uygulamasını veya hadisi.
[29] Bu topluluk, ilmiyle Allah’ın rızasına uygun amel eden alimler ve yöneticiler ile ona maddî ve mânevî destek veren cemaat veya cemiyetlerden oluşur. [krş. 3/110]
[29] Bu topluluk, ilmiyle Allah’ın rızasına uygun amel eden alimler ve yöneticiler ile ona maddî ve mânevî destek veren cemaat veya cemiyetlerden oluşur. [krş. 3/110]
[30] Âyetteki “kâime” kelimesine “Allah’ın emirlerini tutan” mânası verilmiştir.
[31] Yahudi hahamları ve Ehl-i Kitab’dan bir çoğu, içlerinden Abdullah b. Selâm (ra.) ile birlikte İslâm’a girenlere karşı, “Siz en kötü insanlarsınız, bu dine girmekle kendinize yazık ettiniz.” demişlerdi (Mehmed Vehbi, II, 702). [Ehl-i Kitab’ın iman durumu hakkında bk. 7/156-157; 22/16-17; 41/30]
[32] Âyet-i kerîmedeki “Kitab” Kur’an anlamına geldiği gibi, bütün ilâhî kitaplar mânasına da gelmektedir. Allah’a iman edenler, O’nun bütün kitaplarına, Kur’an’ın tamamına inanır ve onu hayatlarına hâkim kılarlar. Münâfıklar ise işlerine geldiği şekilde inanırlar veya inanır gözükürler. Ehl-i Kitab, sadece kendi kitaplarına inanır, kâfirler ise hiçbir kitaba inanmazlar.
[33] Yukarıdaki iki âyetten anlaşıldığı üzere, münâfıkların gayesi ve planı; müslümanların yanında onlardan menfaat elde etmek ve onların sırtından geçinmek için müslüman gözükmek, diğer taraftan onları dinlerini yaşamak istemelerinden dolayı sıkıntıya sokmak veya sıkıntılarına, imkânlarına rağmen seyirci kalmaktır. [bk. 2/14]
[34] Hazreç kabilesinden Selemeoğulları ve Evs kabilesinden Hârisoğulları.
[35] Bedir, Medine’nin 80 mil/151.6 km. güney batısında, Mekke-Sûriye yolu üzerinde bir köydür. Bedir savaşı, 2. Hicrî/624. Milâdî yılında Ramazan/Mart ayında olmuştur.
[36] Bu ikinci aşamada başlangıç olarak faizin özellikle kat kat olanına kesin yasak getirilmiş, kurtuluşa ermek için Allah’ın emirlerine uygun yaşamak gerektiğine işaret edilmiştir. Aynı zamanda 2/278-279 ve 30/39. âyetlerle faizin her türlüsü ve batıl kazanç (4/29) yasak edildiğinden, artık burada da azı yenebilir gibi mefhûm-ı muhalifi (aksi mâna)nın anlaşılması söz konusu olamaz.
[37] Mevlânâ bu durumu şöyle ifade eder: “Süt emen çocuk dadıdan vazgeçti mi yemek yemeye başlar, artık onu bırakır gider. Sen topraktan biten taneler gibi, yerin sütüne (maddesine) bağlanmış, ona alışmışsın. Kalplerin gıdasına alış da bu sütten kesilmeye bak. (Yoksa) ot gibi ayağın yere bağlı… Hakikate erişemez de bir yelle başını sallar durursun. (Takvâya ve ihsana ulaşamaz çürüyüp gidersin).” [Mesnevî, III, 1280. beyt]
[38] Uhud gazvesinde müşrik Abdullah b. Kâmi‘a’nın attığı taş ile Resûlullah’ın mübarek yüzü yaralanmış, dişi kırılmıştı. Bunun üzerine o, “Onu öldürdüm.” diye yalan yaymıştı da bu yüzden ashab paniğe kapılmıştı. Bunun üzerine bu âyet indirildi. Ayrıca Peygamberimiz (sas.) vefat edince başta Hz. Ömer olmak üzere sahabe müthiş bir üzüntü içinde idi ki Hz. Ebû Bekir bu âyeti okuyunca hepsi gerçeği kabullenip sakinleştiler.
[39] Âyet-i kerîmedeki “ribbiyyûn” kelimesine başta İbni Abbas ve Mücahid (r.anhüm) olmak üzere dokuz sahabe bu mânayı vermişlerdir. Süfyân-ı Sevrî, “Rabbe kul olanlar (Allah erleri)”, Abdürrezzâk da Hasan’dan rivayetle, “muttakî âlimler,” diye tefsir etmişlerdir.
[40] Gayrimüslimlerin bir çoğunun gayesi, öteden beri, kendilerine hasım gördükleri İslâm’ı kökten yok etmek ve müslümanları dinlerine ya da dinsizliğe çevirmek olmuştur. Bunu da ya onları sömürge yapmak veya yerli yandaşları eliyle, önce aşağılık kompleksine itip batıcı/ilerici, çağdaş olma imajıyla kültüründen koparmak, İslâm’ı ve Kur’an’ı hayatlarından dışlatmak veya onu göstermelik olarak bazen kullanan bir toplum haline getirmek; aynı zamanda İslâm’a aykırı yönleriyle kendi (hıristiyan ve yahudi) kültürünü benimsetip yerleştirmek, ferdi ilâhlaştırmak suretiyle yapmışlardır. Bazen de bunu, İslâm’a ya açıktan ya da içten içe düşmanlık yapan münâfıklar üretmek suretiyle yaparlar (bk. 2/120). İşte yüce Allah, buna karşı mü’minleri uyarmaktadır. [krş. 3/100]
[41] Bedir gazvesinde ganimetlerden bir kadife kumaş kaybolmuş, münâfıklar, “onu herhalde Peygamber almıştır” diye iftira etmişlerdi. Âyet bu olay üzerine nazil oldu.
[42] Âyet-i kerîmedeki “hikmet”, Allahu Teâlâ’nın Resûlü’ne indirdiği Kur’an’ın hükümlerini, gizli ve ince mânalarını anlama, onu yaşama, onunla hükmetme ve onu uygulama ilmidir; bunu da Resûlullah (sas.), sünnetiyle ortaya koymuştur. Kendisi de, “Şüphesiz bana bir Kitab ve onunla birlikte bir benzeri (açıklama ve uygulama ilmi) verilmiştir.” buyurmuştur (Ebû Davud (Koçaslı), V, 4604). Buhârî’de de Resûlullah (sas.), “Bütün ümmetim cennete girecek, ancak sünneti hesaba katmayanlar giremeyecekler.” buyurmuştur. Yüce Allah da Kur’an’da ona itaati emretmiştir (bk. 2/269, 3/32; 4/59-60, 80; 33/21). Bir de İmran b. Husayn (v. 52/672), “Kur’an’dan başkasından bahsetmeyin.” diyen adamı, “namaz, zekât vb. hükümleri nereden öğrendin?” diyerek meclisten kovmuştur (Şâtıbî, IV, 26).
[43] Medineli müslümanlara korku vermek ve propaganda yapmak için gönderilen Nu‘aym adlı kişi veya şeytanın bizzat kendisi (Beydâvî).
[44] Bk. 2/Bakara, 61.
[45] Âyet-i kerîmedeki, “Rabbinize iman edin.” çağrısına kulak verip gönül açanlar tam bir teslimiyetle “iman ettik” demişlerdir. Bu çok mühim bir olaydır. Küfür, şirk ve tâğûtların hâkim olduğu bir çağ ve toplumda onları terkedip Allah’a kesin teslimiyetle iman etmek ve Resûlü ile beraber olmaya karar vermek, karanlıktan aydınlık çağa geçmek demektir. Çünkü câhiliye müşrikleri hem “Allah’a inanıyorum.” diyorlar hem de put heykellerin önüne gidip sığınma, yaranma ve bağlılık tâzimleri gösteriyorlar, mahsullerinden/gelirlerinden yarısını onlar için, yarısını da Allah için pay ediyorlar, işlerini de tâğûtla hallediyorlardı. Bu ve benzeri âyet-i kerîmeler aynı zamanda, Allah’a imanla teslim olanların yapacağı dua ve niyaz şekillerini öğretmektedir. [bk. 2/286]
[46] Bu âyetler (3/191-194) Allah’a yapılacak duanın ilâhî bir örneği ve ifadesidir. Câfer-i Sâdık (ra.), “Kim bir derde veya musibete giriftâr olur veya olacağından endişe eder de beş defa ‘Rabbenâ’ derse Allah o kişiyi lütfu ile selamete çıkarır.” demiş ve sonra da bu âyetleri okumuştur. Hasan-ı Basrî de bunu teyit eder.
Medine döneminde, hicretin dördüncü yılında nâzil olmuştur. 176 âyettir. Büyük bir kısmı kadınlar hakkında hükümler içerdiği için bu adla anılmıştır.
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
1. Ey insanlar! Sizi bir nefisten yaratan, ondan (onun özünden/maddesinden) de eşini (Havvâ’yı) vücûda getiren ve ikisinden de pek çok erkek ve kadın üretip yayan Rabbinizin emrine uygun yaşayın/O’na karşı gelmekten sakının. Kendisinin adı ile (yemin edip) birbirinizden isteklerde bulunduğunuz “Allah’ın emrine aykırı davranmak”tan ve akrabalık bağlarını kesmekten kaçının. Şüphesiz ki Allah, sizi tam anlamıyla görüp gözetlemektedir. [bk. 7/189]
2. (Vasisi olduğunuz) yetimlere, (büluğa, rüştüne erince) mallarını verin, (kendinizdeki) kötüyü (onlardaki) iyi ile değiştirmeyin. Onların mallarını, kendi mallarınızla (karıştırıp) yemeyin. Çünkü bu büyük bir günahtır.
3. Eğer, yetim kızlar(la, hoşunuza gitsin veya gitmesin, malı için evlendiğiniz takdirde, aile olarak onlar)ın haklarını tam gözetemeyeceğinizden korkarsanız, sizin için helal olan (başka hür) kadınlardan ikişer, üçer ve dörder nikâh edin (nikâhsız yaşayıp zina etmeyin). Eğer yine (o kadınlar arasında da mühim olan huzur ve) adaleti gözetemeyeceğinizden korkarsanız, o zaman bir tane ile veya (varsa) sahip olduğunuz (cariye) ile yetinin. Bu sizin adaletten ayrılmamanız için daha uygundur. [bk. 4/27, 129]
(Âyet-i kerîmedeki birden fazla evlenme emir değil, ruhsattır. Ancak kadındaki sağlıkla ilgili mahzurdan veya erkeğin bedenî/rûhî ihtiyacının gerektirmesi halinde ya da harp ve benzeri hallerde kadınların artması durumunda aile ve toplumu bozan nikâhsız yaşamanın/zinanın önlenmesi ve neslin temiz olarak korunması için getirilen bir izindir.[1] Yoksa verilen bu ruhsat keyif ve eğlence için değildir. Normal şartlarda kadın, gelecek kadına katlanmaya veya bir arada olmaya zorlanamaz.)
4. (Nikâhladığınız) kadınlara mehirlerini[2] bağış olarak (cömertçe) verin; eğer nikâhlandığınız kadınlar ondan size gönül hoşluğu ile bir şey bağışlarlarsa, onu da âfiyetle yiyin.
5. Allah’ın sizin (geçiminiz) için dayanak kıldığı (yetimlere ait) mallarınızı henüz aklı ermeyenlere (reşit oluncaya kadar) vermeyin. Kendilerine bundan yedirin, giydirin ve kendilerine güzel söz söyleyin (gönüllerini hoş tutun).
6. (Ey yetimlerin velî ve vasîleri!) Yetimleri nikâh çağına erişinceye kadar (gözetin ve) yoklayın/deneyin. Eğer onlarda (kendilerini idare edebilecek) bir olgunluk görürseniz, mallarını hemen kendilerine verin. Büyüyecekler (de malları sizden alacaklar) diye israf ederek ve tez elden onları çarçur ederek harcamayın. İhtiyacı olmayan (velî utansın, yetim malına) tenezzül etmesin. Kim de fakirse, (malı muhafaza etmesi ve onu gözetmesinden dolayı) örfe göre (uygun ölçüde ve zaruret miktarı) yesin. Mallarını onlara verdiğiniz zaman yanlarında şahit bulundurun. Tam hesap sorucu olarak Allah kâfîdir.
7. (Ölen) ana-baba ve akrabanın bıraktıklarından erkeklere hisse vardır. Yine ana- baba ve akrabanın (geride) bıraktıklarından kadınlara da hisse vardır. Gerek azından gerek çoğundan (ne varsa), farz kılınmış bir hisse olarak (her ikisine de) verilir.
8. (Mirası) taksim sırasında (miras düşmeyen) akrabalar, yetimler ve yoksullar hazır bulunurlarsa, onlara da bir şeyler verin ve (gönüllerini alarak) güzel söz söyleyin.
9. Arkalarında aciz ve küçük çocuk bıraktıkları takdirde, onların hakkında (halleri ne olacak diye) endişeye düşenler, kendi hayatlarında (himayelerindeki yetimlere haksızlıktan) sakınsınlar. Allah’tan korksunlar, (haklarını korumada) doğru söz söylesinler.
10. Yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler; karınlarına ancak bir ateş yemiş (doldurmuş) olurlar. Onlar, (Allah’ın dilediği kadar) çılgın bir ateşe gireceklerdir.
11. Allah, size çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının/kızın hissesinin iki misli (miras vermenizi) emreder.[3] Eğer (geride kalan çocuklar iki ve)[4] ikiden fazla kız iseler, (ölenin) bıraktığının üçte ikisini alırlar. Eğer bir tek kız (kadın) ise, yarısı onundur. (Ölenin) bir çocuğu varsa, ana ve babadan her birinin mirastan altıda bir hissesi vardır. Çocuğu olmayıp da ona, (yalnız) ana ve babası mirasçı olurlarsa, üçte biri anasının (geri kalan da asabe olarak babanın)[5]dır. Eğer ölenin kardeşleri varsa, altıda bir anasının (gerisi babanın, baba yoksa kardeşlerin)dir. (Bütün bu hükümler, ölenin) yaptığı vasiyet ve borcundan sonradır (önce borç ödenir, kalanın üçte birinden vasiyet ödenir, geriye kalan taksim edilir). Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin fayda bakımından size daha yakın olduğunu bilemezsiniz. (Bu hisseler) Allah tarafından konulmuş farzlar (paylar)dır. Şüphesiz ki Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
(Câhiliye devrinde miras, yalnız erkek evlada kalırdı. İslâm miras hukukundaki hisse dağıtımı ise sorumluluk yüklenenler arasındaki dengeleme esasına göre yapılmıştır. Çünkü İslâm aile hukukunda; evlenirken mehir verecek, düğün masraflarını yapacak, ev tutacak ve gereğinde iş kuracak olan erkektir. Evlendikten sonra da gerek eş ve çocuklara, gerekse muhtaç olan yakın akrabaya bakacak, nafaka verecek olan yine erkektir. Kadın ise bunlardan sorumlu değildir. Hatta mehri ve babasından aldığı mirası da kendisine aittir. İşte kadın yeteri kadar korunduğundan dolayı mirasta erkeğin hissesi, kadının hissesinin iki misli olmuş ve denge sağlanmıştır. Kız çocukları anne ve babalarına mirasçı olduklarında böyledir. Bunun dışındaki birtakım miras işlerinde erkek kardeşiyle aynı aldığı yerler de vardır. Mesela, kadınlar eshâb-ı ferâiz (pay sahipleri) olarak 8-9 yerde pay sahibidir. Erkekler ise 3-4 yerde pay sahibidir. Sadece bir yerde, erkek çocuklar, kız çocukların iki payına sahiptir. Kadınlar genel olarak, mirastan çeşitli konumlarda daha çok hak sahibi olurlar. Yine, ölenin anne ve babası da mutlaka mirastan pay alırlar. Bu da, fakir olsalar bile onları mirastan mahrum kılan diğer hukuk sistemlerinden farklı olup fakir ve yaşlı anne-babayı korumak içindir.)
12. Eğer çocukları yoksa (ölen) hanımlarınızın bıraktıklarının yarısı sizindir; eğer çocukları varsa bıraktıkları şeylerden dörtte biri (ancak) yaptıkları vasiyet ve borcun (ödenmesin)den sonra sizindir. Sizin de, eğer çocuğunuz yoksa, bıraktığınızın dörtte biri onların (dul zevcelerinizin), eğer çocuğunuz varsa, bıraktığınız şeylerden sekizde biri yine edeceğiniz vasiyet ve borcun ödenmesinden sonra onlarındır. Eğer (ölen) bir erkek veya kadının, çocuğu ve babası (hayatta) bulunmadığı halde (yani “kelâle” olarak yan koldan) mirasına konuluyorsa ve (anaları bir olan)[6] bir erkek kardeşi veya bir kız kardeşi bulunuyorsa, onların her birinin (hakkı) altıda birdir. Eğer bun(lar bir)den fazla iseler, mirasçılara zarar vermeyen vasiyet ve borçtan sonra kalan üçte bire ortaktırlar. Bunlar Allah’tan (size) bir vasiyettir. Allah (her şeyi) hakkıyla bilendir, Halîm’dir (ceza vermede acele etmeyendir). [bk. 4/7]
13. Bunlar, Allah’ın sınırları (kanunları)dır. Kim Allah’a ve Peygamberi’ne itaat ederse, O da onu alt tarafından ırmaklar akan cennetlere koyar ki; orada ebedî olarak kalacaklardır. (İşte) bu en büyük kurtuluş (ve saadet)tir.
14. Kim de Allah’a ve Peygamberi’ne isyan eder ve O’nun (hükümlerine karşı) sınırlarını aşarsa (Allah), onu ebedî kalacağı ateşe koyar. Onun için alçaltıcı bir azap vardır.[7]
(Resûlullah (sas.) de, “Kim benim buyruklarıma itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Kim de bana isyan eder (buyruklarımdan yüz çevirir)se Allah’a isyan etmiş olur.” buyurmuştur (bk. Buhârî, “Ahkâm” 1, “Cihad” 108). Resûllullah’ın koyduğu her hüküm Kur’an doğrultusunda ve Allah’ın gözetimi altındadır.) [bk. 3/31; 33/36; 53/3-4]
15. Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı içinizden (bunu ispat edecek) dört şahit isteyin. Eğer (dört kişi) şahitlik ederlerse o kadınları, ölüm gelip alıncaya veya Allah kendilerine bir yol gösterinceye kadar evlerde gözaltında tutun (artık onunla ilişkiyi kesin, topluma karıştırmayın).[8]
16. Sizlerden fuhuş yapanların (her) ikisine de eziyet edin/baskı yapın.[9] Eğer onlar tevbe eder de uslanırlarsa artık onlar(a eziyet)ten vazgeçin. Şüphesiz ki Allah, tevbeleri çok kabul eden, çok merhamet edendir.
17. Allah katında (makbul) tevbe ancak cahillikle bir kötülük (bir günah) işleyip de sonra hemen (pişman olup) tevbe edenlerin tevbesidir. İşte Allah, bunların tevbesini kabul eder. Allah her şeyi hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
18. Kötülükleri (günahları) işleyip işleyip de nihayet onlardan birine ölüm gel(ip yaptıkları kötü amelleri ve sonucu gösteril)ince: “Hakikaten ben şimdi tevbe ettim.” diyenlerle, (Allah’ın hükmünü bilerek değersiz/geçersiz görüp) kâfir olarak ölenlerin tevbesi artık kabul edilmez. İşte onlar için elem verici bir azap hazırlamışızdır.
19. Ey iman edenler! (Kocası ölen akraba) kadınları(nı eşya gibi) zorla (alıp onlara) mirasçı olmanız size helal değildir. (Kadınlarınız) açıkça fuhuş/aşırı edepsizlik yapmadıkça, onlara verdiğiniz (mehr)in bir kısmını ele geçirmek için onları sıkıştırmayın (bu helal değildir). Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız (sabredin ve bilin ki) Allah’ın onda çok hayır takdir ettiği bir şeyden hoşlanmamış olabilirsiniz.[10]
(Câhiliye devrinde ölen bir kişinin kan akrabası, malın mirasçısı olduğu gibi, dul kalan karısına, kadın istemese de, miras malı gibi mirasçı olurdu. İsterse mehir vermeden kendisi alır, isterse ilk mehriyle başkasıyla evlendirip mehrini kendisi alır veya malından istifade için evlenmekten men ederdi. İşte Kur’an, bu âdeti yıkmış, kadına evlenmede hürriyet getirmiştir.)
20. Eğer bir zevceyi bırakıp da yerine başka bir zevce almak isterseniz, onlardan birincisine yüklerle (mehir) vermiş olsanız bile, hiçbir şeyi (geri) almayın. İftira ederek ve apaçık bir günaha girerek onu geri alır mısınız?
(Câhiliye devrinde karısını boşamak isteyen, henüz vermediği mehrini vermemek veya vermişse geri almak için ona “zina etti” diye iftira ederdi. Halbuki mehir kadının öz malıdır, boşasa veya ölse bile mehri verilmemişse derhal ödenmesi gerekir. Erkeklerin hile veya zorla geri almaları helal değildir.)
21. Onu nasıl alabilirsiniz ki birbirinizle başbaşa kalıp kaynaştınız[11] (aynı yastığa baş koydunuz) ve onlar, sizden (nikâh sözleşmesiyle) kuvvetli bir teminat almıştı.
22. (Câhiliye devrinde) geçmiş olanlar hariç, (artık) babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyin. Şüphe yok ki o, bir hayasızlık ve ilâhî gazaba sebep olan çok iğrenç bir iştir. O, ne kötü bir yoldur!
23. Size analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeş kızları, kız kardeş kızları (gibi soyca birbirinize bağlı olanlarınız), sizi emziren (süt) analarınız, süt bacılarınız (ve süt bakımından da diğer soyca bağlı olanlarınız),[12] karılarınızın anaları ve kendileriyle gerdeğe girdiğiniz karılarınızdan olup artık himayenizde bulunan üvey kızlarınız (ile evlenmek) haram kılındı. Eğer onlar(ın analarıy)la zifafa girmemişseniz[13] (o kızlarla evlenmenizde) üzerinize bir günah yoktur. Kendi sulbünüzden gelen (öz) oğullarınızın karıları (ile evlenmeniz), iki kız kardeşi bir arada almanız da (yine haram kılındı). Geçmişte olanlar hariç, şüphesiz ki Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
24. Evli kadınlar(la evlenmeniz) de (haram kılınmıştır). Ancak (savaşta esir olarak) ellerinize geçen cariyeler[14] hariçtir. (Çünkü esaret, önceki nikâhı geçersiz kılar. Bunlar,) Allah’ın size yazdığı (haramlar)dır. Bunların başkasını, iffetli/namusuna düşkün ve “sifah”tan (nikahsız birleşme/faydalanma olan zinadan) sakınan kimseler olarak, mallarınızla (mehir vermek şartıyla) istemeniz (ve şartsız olarak nikâhlamanız)[15] size helal kılındı. O halde, (kesin evlenerek) faydalandığınız kadınlara takdir edilen nikâh bedel(i olan mehir)lerini verin. Mehrin takdirinden sonra (onu bir miktar artırmak veya eksiltmek hususunda) karşılıklı razı olduğunuz şeyde üzerinize bir vebal yoktur. Şüphesiz ki Allah hakkıyla bilendir, mutlak hüküm ve hikmet sahibidir.
25. Sizden kimin iffetli, hür ve mü’min kadınlarla evlenmeye servetçe gücü yetmezse, (mut’a değil) elleriniz altında sahip olduğunuz imanlı genç kızlarınız (durumundaki cariyeler)den alsın (onları hor görmesin). Allah, sizin imanınızı en iyi bilendir. Zaten siz birbirinizdensiniz (hepiniz Âdem’den gelmektesiniz, aranızda insanlık bakımından bir fark yoktur). O halde fuhuş yapmayan ve gizli dostlar edinmeyen, namuslu kadınlar olarak (ve öyle kalmak üzere) onları, velîlerinin izniyle nikâhlayın ve örfe uygun nikâh bedel(i olan mehir)lerini kendilerine verin. Evlendiklerinde bir fuhuş yaparlarsa onlara, hür (olarak evlenen) kadınlara verilen cezanın (değnek olarak) yarısı[16] (verilir). Bu (cariye ile evlenme izni) sizden sıkıntıya düşmek (zinaya sapmak)tan korkanlar içindir. Sabretmeniz ise sizin için daha hayırlıdır. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir. [bk. 2/221 ve açıklaması]
26. Allah size (helal ve haramı) açıkça bildirmek, sizi, sizden önceki (iyi)lerin yollarına iletmek ve tevbenizi kabul etmek ister. Allah hakkıyla bilendir, mutlak hüküm ve hikmet sahibidir.
27. Allah, sizin tevbenizi kabul etmek ister; şehvetlerine, kötü arzularına uyanlar (ve gayrimüslimler) ise sizin de (kendileri gibi) büsbütün (doğru) yoldan sapmanızı isterler.
28. Allah, sizden (ağır teklifleri) hafifletmek ister. (Çünkü) insan (sabır ve tahammül bakımından) zayıf yaratılmıştır.
29. Ey iman edenler! Mallarınızı, karşılıklı rıza ile (hilesiz, aldatmasız, dürüst) bir ticaret olmaksızın aranızda batıl (rüşvet ve benzeri haram) yollarla yemeyin ve kendinizi (yahut birbirinizi) de (telef edip) öldürmeyin. Şüphesiz ki Allah, size karşı çok merhametlidir.
(Âyet-i kerîmede görüldüğü şekildeki ticaretin dışında gerek rüşvet, gerek diğer haram yollardan elde edilen hırsızlık, hile, faiz ve her türlü haksız ve karşılıksız kazançlar haram olup bununla, “Kendinizi veya birbirinizi maddeten ve mânen felaket ve ölüme götürmeyiniz.” denilmek istenmektedir (2/188). Aynı zamanda, hakkında kesin olarak helal ve haram hükmü bulunmayan, fakat insanın malca ve bedence mahvına sebep olan yenilen ve içilen her türlü şey ve intihar, “kendinizi telef edip öldürmeyiniz” âyeti ile haram hükmüne dahil edilmiş ve yasaklanmıştır. Bu âyetler aynı zamanda müslümanlar arasında savaşı da yasaklamıştır.) [krş. 2/195]
30. Kim, haddi aşarak ve haksızlık ederek bu (haram sayıla)nları yaparsa, onu ateşe koyacağız. Bu, Allah’a (göre) pek kolaydır.
31. Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin (diğer) kusurlarınızı örter[17] ve sizi güzel/şerefli bir yere yerleştiririz.
32. Allah’ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri (başkasında olup sizde olmayanı bir eziklik duyarak) arzulamayın, erkeklere kendi kazandıklarından bir pay olduğu gibi, kadınlara da kendi kazandıklarından bir pay vardır. (Çalışarak) Allah’ın lütfundan isteyin. Şüphesiz ki Allah (her şeyi) hakkıyla bilendir.[18]
33. Ana baba ve akrabaların bıraktıklarından (erkek ve kadından) her birine (hisselerini alacak) vârisler kıldık.[19] Yeminlerinizin bağladığı kimselere de hisselerini verin. Şüphesiz ki Allah her şeye şahittir.
(Araplar’da bir adam, başka biriyle; kardeş olmak, birbirine arka çıkmak ve yardım etmek üzere antlaşır ve böylece birbirlerinin mirasına da vâris olurlardı. Âyet-i kerîmede görüldüğü gibi, İslâm’ın ilk devrinde buna izin verilmişti. Fakat sonra Enfâl sûresinin 75. âyeti inince artık bu âyetle amel edildi, önceki uygulamanın hükmü kaldırıldı.)
34. Erkekler, (yeteneği oldukça ailede genel sorumlu olarak) kadınlar üzerine ‘yönetici ve koruyucu’durlar. Bu da Allah’ın kimini kimine (cihad, imâmet ve aile reisliği gibi şeylerde) üstün kılması ve bir de erkeklerin (onlara) mallarından sarfetme (görevinin bulunma)sı sebebi iledir. İyi kadınlar hem (gönülden) itaatli, saygılıdırlar.[20] Hem de Allah’ın, korunmasını emrettiği şeyleri gizlide de (kocalarının bulunmadığı zaman bile ırzlarını ve kocalarının mallarını) koruyanlardır. Geçimsiz, kafa tutan, aldatmalarından endişelendiğiniz kadınlara gelince; onlara (önce) nasihat edin (günahı da hatırlatın), sonra (yola gelmezlerse) kendilerini yataklarında yalnız bırakın, daha sonra (yine edepsizliğine ve gayr-ı ahlâkî davranışına devam ederse), disiplini için hafifçe /sembolik olarak vurun. Eğer size itaat eder (eş olarak saygı gösterir)lerse, artık aleyhlerine başka bir yol aramayın. Çünkü Allah yücedir, büyüktür (haksızlıktan hoşlanmaz).
(İslâm’da olduğu gibi dünya genelinde aile reisliği, maddî ve mânevî nitelikleri ve ekonomik avantajları dolayısıyla, istisnâlar dışında erkeğe verilmiştir. Ailede görevleri bakımından erkek ve kadınların ayrı ayrı sorumlulukları, birbirine karşı hak ve vazifeleri vardır. Birinin diğerine karşı saygısızlık ve serkeşlik etme, ezme ve eziyet etme hakkı yoktur. Aile sevgi, saygı ve müslümanca yaşamakla huzur bulur ve devam eder. Kadının, iffetsizlikte devam etmesi yani mahremi olmayan/kendisine nikah düşen kimselerle oturup kalkması ve gezmesi, kocasının izin vermediği yerlere gitmesi ve kocasına karşı cüretkâr hareketlerde bulunması halinde, onu hemen evden çıkartma veya boşama yoluna gitme yerine, meşru ölçüler dâhilinde, mecbûren uslandırma, çaresine bakma/hafif vurma yoluna (38/44 dövmek değil) gidilir. İffetli, edepli ve onurlu kadınlar, buna sebebiyet vermezler. Bundan dolayı Peygamber (sas.), hanımlarına hiç vurmamıştır. Eğer erkek, bu türlü kadınlara hafifçe vurmasının ona bir uyarı olmayacağını tahmin ederse bunu da yapmaz. Çünkü maksat dövmek değil onu uyarmak ve uslandırmaktır. Ama serkeşliğe devam etmesi halinde boşama yoluna gidilir. Bu konuda erkekler için bk. 4/128 ve açıklaması.)
35. Eğer (karı kocanın artık iyice) aralarının açılmasından endişe ederseniz, erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar, (onların aralarını gerçekten) düzeltmek isterlerse, Allah aralarını bulmaya onları muvaffak kılar. Şüphesiz ki Allah, her şeyi hakkıyla bilendir ve her şeyden haberi olandır.
36. Allah’a kulluk edin, hiçbir şeyi (yücelterek ilâhlaştırıp veya tapınak haline getirip) O’na ortak koşmayın. (Sonra sırasınca) ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolda/sokakta kalmışa ve ellerinizin altında bulunan (hizmetkâr)lara iyilik edin. Allah, kendini beğenenleri ve böbürlenenleri sevmez. [bk. 1/4; 9/31; 51/56]
(Allah’a kul olmanın gereği hem ibadet hem de böyle bir ahlâka sahip olmaktır.)
37. (İşte) onlar, hem cimrilik ederler hem de insanlara cimriliği emir (ve tavsiye) ederler ve Allah’ın nimetinden kendilerine bol bol verdiğini gizlerler. Biz de (bu) nankörlere, rezil edici ve alçaltıcı bir azap hazırladık.
38. Üstelik onlar, Allah’a ve âhiret gününe inanmadıkları halde, insanlara gösteriş olsun diye mallarını sarf ederler (ki bunları Allah sevmez). Kime şeytan arkadaş olursa, artık onun ne kötü bir arkadaşı vardır!
39. Onlar, Allah’a ve âhiret gününe inanıp da Allah’ın kendilerini rızıklandırdığı şeyden (O’nun yolunda) harcasalardı, onların aleyhine ne olurdu ki? Allah onları çok iyi bilmektedir.
40. Şüphesiz Allah, zerre kadar haksızlık etmez. (Zerre miktarı) bir iyilik olursa, onu (sevapça) kat kat artırır ve kendi katından da büyük mükâfat verir. [bk. 28/84]
41. (Biz) her ümmetten (kendilerine) bir şahit (peygamber) ve (Resûlüm!) seni de onların (hepsi) üzerine şahit olarak getirdiğimiz zaman halleri nice olur? [bk. 16/84-89]
(Geçmiş ümmetler, peygamberlerinin getirdikleri iman esaslarını, ahlâk nizamını bozduklarından ve kendi arzu ve isteklerine göre yaşadıklarından dolayı hesaba çekileceklerdir. Peygamberleri de onlar aleyhine şahitlik edecek, Hz. Peygamber de bütün peygamberler lehine şahitlik edecektir. Buhârî ‘Fezâilü’l-Kur’an’ bölümünde şöyle der: Râvî dedi ki: “Bu âyet okunurken Resûlullah (sas.), ‘dur’ dedi ve (bizim günahlarımıza da şahit olmaktan dolayı) gözlerinden yaşlar dökülüyordu.” Oysa biz, kendimiz hakkında bu üzüntüyü duymuyoruz.)
42. Küfre sapanlar/inkâr edenler ve Resûl (Muhammed)’e karşı gelenler (O’nun getirdiklerini beğenmeyenler) o gün yerle bir olmayı temenni ederler. Artık Allah’a karşı bir tek sözü (bile) gizleyemeyecekler.
43. Ey iman edenler! Siz sarhoşken, ne söylediğinizi bilinceye kadar, cünüp iken de yolculuk(ta teyemmüm) hariç gusledinceye kadar namaza yaklaşmayın[21] (ve mescidlere girmeyin). Eğer hasta veya yolcu iseniz veya sizden biri abdest bozmaktan gelmişse veya kadınlarla (cinsel) temasta bulunup da su bulamamışsanız, o vakit temiz bir toprağa (niyetle) yönelin de yüzlerinize ve ellerinize (dirseklerinize kadar) sürün (teyemmüm edin).[22] Şüphesiz ki Allah çok affedendir ve çok bağışlayandır. [krş. 5/6]
44. Kendilerine kitaptan bir nasip verilen (yahudileri ve onlar gibi)leri görmedin mi? Onlar sapıklığı (tercih edip) alırlar ve sizin de yoldan sapmanızı isterler. [bk. 3/99]
45. Allah, sizin düşmanlarınızı çok iyi bilendir. Allah, (size) bir dost olarak kâfîdir, bir yardımcı olarak da Allah yeter.
46. Yahudilerin bir kısmı, (Tevrat’taki) kelimeleri yerlerinden değiştirirler, dillerini eğip bükerek ve dine saldırarak (peygamberlere karşı:) [krş. 5/13] “İşittik, fakat karşı geldik.” “Dinle, dinlemez olası.”, “râ‘inâ” derler. Eğer onlar: “Dinledik (sana) itaat ettik, dinle ve bize de bak (gözet).” deselerdi kendileri için daha hayırlı ve doğru olurdu. Fakat Allah, küfürlerinden dolayı onlara lanet etmiştir. Artık onlar, pek azı hariç, iman etmezler.
Yahudiler, Tevrat’ta gerek Hz. Peygamber’e ait vasıfları ve geleceğini müjdeleyen kelimeleri, gerekse zina gibi haram olan bazı hükümleri değiştirmişler; hatta Hz. Peygamber’e hakaret kastıyla dillerini bükerek “eta‘nâ” (itaat ettik) kelimesini “asaynâ” (karşı geldik), “Râ‘inâ” (bizi gözet) kelimesini de ağızlarını aşağı eğip (i) harfini uzatarak “Râ‘înâ” (bizim çobanımız) şeklinde söylemişlerdi.) [bk. 2/104]
47. Ey kitap verilenler! Biz bir takım yüzleri belirsiz (dümdüz) arkalarına çevir(erek tıpkı enseleri gibi yap)mazdan evvel veya kendilerine lanet ettiğimiz Cumartesi ashâbı (Cumartesi gününe saygı göstermeyen yahudiler) gibi olmadan, yanınızdaki (kitapların asılları)nı tasdik edici olarak indirdiğimiz (Kur’ân-ı Kerîm’)e inanın (yoksa Allah sizi ters yüz eder/insanlık vasfınızdan çıkarır). Allah’ın emri daima yerine gelir.
48. Şüphesiz ki Allah, (sıfatlarında, İlâhlık ve Rabliğinde) kendisine ortak koşulmasını (tevbe etmeden) asla bağışlamaz, bundan başkasını da dilediği kimselerden bağışlar. Kim de (Allah’tan başkalarına bağlanıp onun dine aykırı buyruklarına itaatle) Allah’a ortak koşarsa, çok büyük bir günah işleyerek iftira etmiş olur.
(Şirk; yani Allah’a ortak koşmak, bir olan Allah’ın zât ve sıfatlarına imanda, O’na ibadet ve itaatte, O’nun mutlak hâkimiyetinde, otorite ve gücünde, haram ve helalleri (dini ilgilendiren konulardaki serbestlik ve yasaklar) tayin etmede ve kurtarıcılığına sığınmada başka varlıkları O’na denk tutmak veya Allah’ın rızasını değil de başkalarının hoşnutluğunu kazanmaya çalışmaktır. Fitnenin ve bütün zulümlerin başı şirktir. “Lâ ilâhe illallâh” lafzı ile İslâm, şirkin tümüyle savaşır. Şirk oldukça İslâm’dan ve tevhidden söz edilemez. Çünkü şirk en büyük günah ve en büyük zulümdür. Bütün güzel amelleri boşa çıkarır.) [bk. 4/116; 9/31; 3/135; 39/38]
49. (İnkâr ve isyanlarını, İslâm’a uymayan müslümanlıklarını unutarak) kendilerini temize çıkaranları görmedin mi? Halbuki ancak Allah dilediği kimseyi temize çıkarır. Onlar hurma çekirdeğinin incecik ipliği kadar bile haksızlığa uğratılmazlar.
(Allah kişilerin niyet ve amellerinde ihlaslı/halis olup olmadıklarını bilir.)
50. Bak! Nasıl yalan uydurup da Allah’a iftira ediyorlar. Bu, (onlara) apaçık bir günah olarak (fazlasıyla) yeter.
51. Kendilerine Kitab’dan bir nasip verilmiş olanları (İsrâiloğulları’nı) görmedin mi? Onlar, Cibt’e (kâhinlere, putlaşanlara)[23] ve tâğûta (Allah’tan uzaklaştıran ve emirlerini yapmaktan men edenlere) inanıyorlar da, küfre sapanlar için: “Bunlar, iman edenlerden daha doğru yoldadır.” diyorlar.
52. İşte onlar, Allah’ın kendilerine lanet ettiği kimselerdir. Allah’ın lanetlediği kimselere de artık bir yardımcı bulamazsın.
53. Yoksa onların (yeryüzünde) mülk (ve saltanat)tan nasipleri mi var? Öyle olsaydı, insanlara bir çekirdek filizi (kadar bir şey) bile vermezlerdi.
54. Yoksa onlar (lanetlenen İsrâiloğulları), Allah’ın kendilerine lütfundan nimet verdiği (peygamber seçtiği Muhammed’e ve onun tarafındaki) insanlara karşı haset mi ediyorlar? Evet biz, İbrahimoğulları’na Kitab ve hikmet verdik, hem de onlara büyük hükümranlık bahşettik.
55. İşte onlardan kimi ona (İbrahim soyundan gelen Muhammed’e) iman etti, kimi de (bu İsrâil’den değil diye) ondan yüz çevirdi. Artık (onlara) alevli bir ateş olarak cehennem yeter.
56. Âyetlerimizi inkâr edenler (kabul etmeyenler) var ya, hiç şüphesiz, onları ateşe atacağız, derileri piştikçe (her defasında yeniden) azabı tatmaları için onları başka (taze) derilerle değiştireceğiz. Şüphesiz ki Allah mutlak galip, mutlak hüküm ve hikmet sahibidir. [krş. 20/74; 87/13]
57. İman edip de sâlih ameller işleyenleri, içinde ebedî kalmak üzere, alt tarafından ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Orada kendilerine tertemiz eşler vardır ve onları en koyu gölgeliklere koyacağız.
58. Şu bir gerçek ki Allah, size emanet (ve iş)leri mutlaka ehline (İslâm’a göre ahlâkı sağlam, yeteneklilere)[24] vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Gerçekten Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphesiz Allah, (her şeyi) işiten ve görendir.
59. Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Resûl’e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de… Herhangi bir şey hakkında çekişir (anlaşamaz)sanız, eğer gerçekten Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız, onu, Allah’a ve Resûlü’ne arz edin (Kur’an ve Sünnet’le halledin).[25] Bu, (sizin için) daha hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir.
60. (Ey Muhammed!) Sana indirilen (Kur’an’)a ve senden önce indirilen (kitaplar)a (sözde) inandıklarını iddia edenleri görmedin mi? Kendilerine onu inkâr (ve red) etmeleri emredildiği halde yine de tâğûtta (Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyenler tarafından) muhakeme olmak (yargılanmak) isterler. Zaten şeytan da onları (böylece hidayetten) uzak bir sapıklıkla büsbütün saptırmak ister. [bk. 2/256 ve açıklaması; 5/49, 50; 16/36 ve açıklaması]
(İbni Kesîr bu âyetin tefsirinde, “Allah’a iman ettik diyenler herhangi bir anlaşmazlık halinde çözüm için Allah’ın kitabına ve Resûlü’nün sünnetine başvurmazlarsa bu onların içlerindeki küfürdendir.” dedikten sonra, nüzûl sebebi hakkında da şunu nakleder: “Medineli sözde kendini müslüman gösteren bir (münâfık) ile bir yahudi arasında anlaşmazlık çıktı. Bunu çözümlemek için yahudi, Hz. Peygamber’in hakemliğinde, münâfık ise yahudi kâhin Ka‘b b. Eşref’in hakemliğinde muhakeme olmak istemişti. Bunun üzerine her şeyden haberi olan Rabbimiz, Resûlü’ne durumu bu âyetle bildirmiş, sonra Hz. Ömer bu münâfığın cezası için gerekeni yapmıştır.”)
62. Fakat elleriyle yaptıkları (kötülükler) yüzünden kendilerine bir felaket geldiği vakit: “Biz iyilik etmek ve uzlaştırmaktan başka (bir şey) istemedik.” diye, nasıl da Allah’a yemin ederek (ve özür dileyerek) sana gelirler.
63. Onlar, Allah’ın kalplerinde olan (yalan)ı bildiği kimselerdir. Onlara aldırma, onlara yine de öğüt ver ve kendileri hakkında tesirli söz söyle.
64. Biz, bütün peygamberleri ancak Allah’ın izni (emri) doğrultusunda kendilerine itaat edilsin diye gönderdik. Onlar, (o tâğûtta muhakeme olmaya gitmek isteyerek) kendilerine yazık ettikleri zaman, (pişman olarak) sana gelip Allah’tan bağışlanmalarını dileselerdi, Peygamber de onlara mağfiret dileseydi, elbette Allah’ı, daima tevbeleri kabul edici ve çok merhamet edici bulurlardı.
65. Hayır! Öyle (dedikleri gibi) değil. Rabbine andolsun ki (onlar) aralarında ihtilaf ettikleri meselelerde seni hakem yapmadıkça, sonra da verdiğin hükümden içlerinde bir sıkıntı (ve şüphe) duymadan, (sana) tam teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.
(Allah’ın ve Resûlullah’ın hükmüne razı olmayan, tanımayanların Allah’a iman etmemiş olduğu bildirilmektedir (İbni Kesîr (Çetiner), I, 159 ve ilgili âyetler). Hulâsatü’l-Beyân’da ise “Şu halde âyet, Allah’ın kitabına ve Resûlullah’ın sünnetine uygunluk dışında bir şeyin hükmüne razı olmanın küfür olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh, Allah’ın ve Peygamber’in hükümlerinden bir şeyi ister beğenmeyerek, ister küçümseyerek kasten reddetmek İslâm’dan çıkmaktır.” denilmektedir.) [Râzî, III, 960; Elmalılı, V, 21-22, 449]
66. Eğer biz onlara (İsrâiloğulları’na dediğimiz gibi): “Kendinizi[26] öldürün yahut yurtlarınızdan çıkın.” diye yazmış (farz kılmış) olsaydık, içlerinden pek azı hariç onu yapmazlardı. Oysa onlar, kendilerine verilen öğütleri dinleyip uygulasalardı, kendileri için elbette daha hayırlı ve (imanlarını) daha kökleştirici olurdu.
67. O takdirde elbette biz de kendilerine katımızdan büyük bir mükâfat verirdik.
68. Ve elbette onları dosdoğru bir yola iletirdik.
69. Kim Allah’a ve Resûl’e (cân u gönülden) itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği nebîler, sıddıklar, şehitler ve sâlihlerle beraber olacaklardır. İşte onlar ne güzel arkadaştırlar! [bk. 4/80 ve açıklaması]
70. Bu lütuf Allah’tandır. (Bu lütfa mazhar olanların kadrini) bilici olarak Allah yeter.
71. Ey iman edenler! (Düşmanlarınıza karşı) korunma (ve savunma) tedbirlerinizi alın. Sonra (düşman üzerine) duruma göre ya bölük bölük veya hep birden seferber olun.
(İslâm’da; dine karşı tehdit oluşturanlara, saldırı yapanlara, din ve vicdan üzerinde baskı ve zulüm yapanlara karşı savaşa meşru şekilde (2/190-193) izin verilmiştir (9/36; 22/39-40; 47/4). Bunun için de savaştan önce hazırlıklı ve eğitimli olmak lazımdır.)
72. İçinizden bir grup (münâfık, harbe çıkma) işini, mutlaka ağırdan alacaklardır. Eğer size bir felaket gelirse: “Allah bana hakikaten iyilikte bulundu. Çünkü onlarla beraber değildim.” der.
73. Eğer size Allah’tan (fetih ve ganimet gibi) bir nimet erişirse o zaman sanki, sizinle kendisi arasında (daha önce) hiçbir alâka (ve sorun) yokmuş gibi: “Keşke ben, (samimi olarak) onlarla beraber olsaydım da büyük bir başarı (ve ganimet) kazansaydım.” der.
74. Öyleyse dünya hayatını, âhiret karşılığında sat(ıp değiştir)enler (âhiret hayatını ve sevabını, fânî dünya hayatına tercih edenler), Allah yolunda savaşsın. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse, biz, ona büyük bir mükâfat vereceğiz.
75. (Ey müslümanlar!) Size ne oluyor da: “Ey Rabbimiz! Bizi, halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize katından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı lütfet.” diyen, ezilen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz?!
(Bu âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, zulme ve haksızlığa uğramış çaresiz müslümanlara yardım edilmesini ve gerekirse onları kurtarmak için savaşılmasını istemektedir.)
76. İman edenler Allah yolunda savaşırlar. Küfre sapanlar da (Allah’ın emirlerinden uzaklaştıran ve kendi emir ve yöntemlerini hâkim kılmak isteyerek ilâhlık taslayan) tâğût(u ayakta tutma) uğrunda savaş verirler. O halde (ey iman edenler!) Siz (de) şeytanın dostlarına karşı savaşın. Şüphesiz ki şeytanın hilesi çok zayıftır.
(Gizli veya açık münâfıklar, kâfir grupları ve inkârcılar, tâğûtların dostu; ve bunların her ikisi de şeytanın dostudurlar. Hepsi de Allah’ın emirlerinin ve mü’minlerin düşmanıdırlar, onlarla mücadele ederler.) [bk. 2/257; 6/26; 16/36 ve dipnotu]
77. (Savaş emredilmezden evvel) kendilerine: “(Size eziyet eden müşriklere karşı, savaştan şimdilik) ellerinizi çekin, namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin.” denilen kimseleri görmedin mi? (Kendilerini korumak için) savaş yazılınca (farz olunca görürsün ki) içlerinden bir grup, Allah’tan korkarcasına, hatta daha fazla bir korku ile insanlardan korkarlar ve: “Ey Rabbimiz! Bize savaşı niçin yazdın? Bizi yakın bir zamana kadar ertelesen.” derler. (Resûlüm! Onlara) de ki: “Dünyanın geçici menfaati pek azdır. Âhiret ise ‘Allah’ın emirlerine uygun yaşayanlar’ için elbette daha hayırlıdır. Siz, hurma çekirdeğinin ipliği kadar bile haksızlığa uğratılmazsınız.”
78. Nerede olursanız olun ölüm sizi yakalar; titizlikle korunan muhkem/sağlam kaleler içinde olsanız bile! Onlar bir iyiliğe ulaşırlarsa: “Bu Allah katındandır.” derler. Eğer onlara bir kötülük/yenilgi dokunursa: “Bu senden” derler. (Resûlüm!) De ki: “Hepsi Allah tarafından (var edilmiş)tir.” Böyle iken bu topluluğa ne oluyor da, (Allah’ın muradına ait) hiçbir sözü anlamaz hâle geliyorlar? [krş. 21/2, 107; 31/7; 34/28]
79. (Ey insan!) Sana gelen her iyilik Allah’tandır. (Yine) başına gelen her kötülük ise kendi nefsindendir. (Ey Muhammed!) Seni insanlara bir resûl olarak gönderdik. (Buna) hakkıyla şahit olarak Allah yeter. [krş. 10/44]
(Âyet-i kerîmede de görüldüğü gibi, “hayır” da, “şer” de Allah tarafından yaratılmış olup bunlardan herhangi birini kendi isteğiyle seçen, kulun kendisidir. Yüce Rabbimizin, kullarının sadece iyi şeyleri seçmesine ve yapmasına rızası vardır, diğerlerine ise yoktur. Kul, kendi iradesiyle onu seçer, ister ve ona yönelir. Allahu Teâlâ da kulun bu ısrarlı isteğini dilerse yaratır. Ancak yüce Allah, kulu hakkında haksız ve sebepsiz yere şerri yaratmaz (10/44). Tıpkı bunun gibi Allahu Teâlâ, kulunu kendisi saptırmaz; ancak, nefsine uyarak yoldan sapmış kimseyi, yaptığının karşılığı olarak sapıklığında bırakır.)
80. Kim Peygamber’e itaat ederse, muhakkak Allah’a itaat etmiş olur. Kim de (itaatten) yüz çevirirse (üzülme), biz seni onların üzerine bir bekçi göndermedik.
(Hz. Peygamber Allah’ın kulu, elçisi ve İslâm dininin temsilcisidir. Ahlâkı Kur’an’dır. Allah’a inananlar için, dünya ve âhiret işlerinin tümünde en güzel örnek odur (33/21). Söyledikleri ve yaptıkları Allah’ın gözetimi ve izni altındadır. Kur’an’ın örnek uygulayıcısı odur. Kendisinin buyrukları da Kur’an’ın ruhuna uygun olup yalnız kendi zamanıyla kayıtlı değil, bütün zamanlarda geçerlidir. Çünkü ona Kur’an’ı açıklama yetkisi verilmiş (16/44) ve hikmet öğretilmiştir. Sağlam kaynaklardan gelmiş hadislerine itibar etmeyip yalnız Kur’an’a dayandığı iddiasıyla Peygamber’i sadece bir aracı kabul etmek, kâfirliğin ve dinsizliğin bir köprüsüdür. Çünkü hayat dini olan İslâm, Allah’ın bildirmesi ve Resûlü’nün açıklama ve uygulamasıyla meydana gelmiştir. Âyette beirtildiği üzere Allah’a itaat ve sevgi, Resûlü’ne, onun hadis ve sünnetine uymakla gerçekleşir.[27] Kim de onlara gönül rahatlığıyla teslim olmazsa iman etmiş sayılmaz.) [bk. 3/164; 4/65]
81. (Münâfıklar, gündüz senin huzurunda sözlerine itaatkâr gözüküp) “baş üstüne” derler. Senin huzurundan çıktıkları zaman, onlardan bir grup geceleyin senin söylediğinin tersine plan kurarlar. Allah da, onların gece ne tasarlayıp kurduklarını bir bir kaydediyor. Onun için sen onlardan yüz çevir (aldırma, işi Allah’a havale et), Allah’a güvenip dayan. Allah, vekil olarak (sana) yeter.
82. Onlar hâlâ Kur’an’ı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından (gönderilmiş) olsaydı, elbette içinde birçok çelişki bulurlardı.
83. Onlara (harpte mü’minler hakkında) güven veya korkuya dair bir haber geldiği zaman, (münâfıklar aslını öğrenmeden) onu yayıverir (ortalığı telaşa verir)ler. Eğer onu Peygamber’e ve aralarındaki yetkili kimselere götürselerdi, elbette, onlardan hüküm çıkarmada (işin iç yüzünü, aslını anlamada) maharetli olanlar onu bilirdi. Eğer size (Resûlü’nü göndermek, Kitabı’nı indirmekle) Allah’ın lütfu ve rahmeti olmasaydı, (kâmil akıllarıyla temiz kalan) pek azınız hariç, muhakkak şeytana uyardınız.[28]
84. (Ey Muhammed!) Allah yolunda savaş. (Başkası dönerse dönsün,) sen kendinden başkasından sorumlu değilsin. Mü’minleri de (savaşa) teşvik et. Bir de bakarsın ki Allah, küfredenlerin/İslâm karşıtlarının gücünü kırar/şerrini önler. Allah’ın gücü daha şiddetli, azapla terbiyesi de pek çetindir.
85. Her kim güzel bir işe aracılık ederse, ondan kendisine bir pay (sevap) vardır. Kim de kötü bir (işe) aracılık ederse, (yine) ondan kendisine bir pay (vebal) vardır. Allah her şeyin karşılığını vermeye kâdirdir.
86. (Bir mü’min tarafından İslâmî) bir selam ile selamlandığınız zaman siz de ondan daha güzeliyle selama karşılık verin veya en azından verilen selamın aynısı ile mukâbele edin. Allah her şeyin hesabını yapandır.
(Bir müslümanın selam vermesi, karşı tarafa sevgi ve barış mesajı vermiş olduğundan, buna karşı da ‘ve aleyküm selam’ veya ziyade ifade ile ‘ve aleyküm selam ve rahmetullah ve berakâtüh’ diye karşılık verilmelidir. Ehl-i Kitab’a karşı yalnız “aleyküm” denilir.)
87. Allah, O gerçek İlâh’tır ki kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur; gelmesinde şüphe olmayan kıyamet gününde sizi mutlaka toplayacaktır. Allah’tan daha doğru sözlü kim vardır?
88. Size ne oluyor da, münâfıklar hakkında (ve onların küfre saptıkları noktasında ittifak etmeyip) iki grup oluyorsunuz? Halbuki Allah, kazandıkları (günahları)ndan dolayı onları tersine (küfre) çevirmiştir. Allah’ın (niyet ve amelleri yüzünden) sapıklıkta bıraktığını siz mi doğru yola getirmek istiyorsunuz? Allah kimi sapıklıkta bırakırsa, artık onun için bir yol bulamazsın.[29]
89-90. Onlar, kendileri küfre saptıkları gibi, sizin de küfre sapıp (kâfirlikte ve İslâm’a karşı olma yolunda kendileri ile) aynı olmanızı ne çok isterler.[30] O halde onlar, Allah yolunda (O’na teslim olup sizinle) hicret[31] etmedikçe, onlardan dostlar edinmeyin. Eğer (tevhid ve hicretten) yüz çevirirlerse, o (size düşmanlık yapa)nları bulduğunuz yerde yakalayıp öldürün. Onlardan ne bir dost ne de bir yardımcı edinin. Ancak sizinle aralarında bir antlaşma bulunan bir kavme sığınanlar veya (kendi kavimleriyle beraber olup) sizinle savaşmak ya da (sizinle beraber olup) kendi kavimleriyle savaşmak (istemediklerin)den göğüsleri daralarak size gelenler hariçtir (onlara dokunulmaz). Eğer Allah dileseydi, onları sizin başınıza musallat ederdi de sizinle savaşırlardı. Artık, sizden uzak durup savaşmaz ve size barış teklif ederlerse, o takdirde Allah, onlara saldırmanız için size hiçbir yol vermemiştir.
91. Bir de hem sizden, hem de kendi kavimlerinden emin olmak isteyen diğer (münafık) kimseleri de bulacaksınız ki bunlar, ne zaman (kendi grupları tarafından) fitne çıkarmaya çağırılsalar, ‘canla başla atılırlar.’ Bu kimseler şâyet, sizden uzak durmazlar, barış teklif etmezler ve (her fırsatta size saldırmaktan) ellerini çekmezlerse, artık onları nerede bulursanız yakalayın ve öldürün. İşte onlar hakkında size apaçık bir yetki verdik.
92. Bir mü’min(in) diğer bir mü’mini, bir yanlışlık dışında, öldür(mesi düşünül)emez. Kim bir mü’mini yanlışlıkla öldürürse, mü’min bir köle azat etmesi ve (ölenin) ailesine (mirasçılarına) onlar bağışlamadıkça teslim edilecek bir diyet vermesi lazımdır. (Ölenin) yakınları sadaka olarak bağışlarlarsa o hariçtir (diyet gerekmez). Eğer (öldürülen) mü’min olduğu halde, size düşman bir kavimden ise, (öldürenin yalnız) mü’min bir köle azat etmesi gerekir.[32] Şâyet (öldürülen kimse) kendileriyle aranızda anlaşma bulunan bir kavimden ise, yine mirasçılarına teslim edilecek bir diyet vermek ve bir mü’min köle azat etmek gerekir. Kim de bunları bulamazsa, Allah’ın tevbesi(ni kabul etmesi) için birbiri ardınca iki ay oruç tutması gerekir. Allah her şeyi hakkıyla bilendir, gerçek hüküm ve hikmet sahibidir.
(İbni Abbas’dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sas.) bir kavme bir seriyye göndermişti. İçlerinde Mikdad b. Esved (ra.) de vardı. O kavme vardıkları zaman oradaki insanlar kaçmış, yalnız yanında çok mal bulunan bir kişi kalmıştı (ki imanını kavminden gizliyordu). İslâm süvârileri onun yanına gelince o, şehadet ve tekbir getirmeye başladı. Fakat Mikdad (ra.) buna inanmadı, üzerine yürüyüp onu öldürdü ve mallarını aldı. Bunu doğru bulmayan arkadaşları haberi Resûlullah’a ilettiler. O da çok üzüldü ve Mikdad’ı (ra.) çağırttı. Ona, “Şehadet getiren adamı mı öldürdün, yarın kelime-i şehadetle senin durumun nasıl olacak?” buyurdu. O da, “Korktuğundan söylemişti.” dedi. Diğer bir rivayette Resûlullah (sas.), “Sen onun kalbini yarıp baktın mı?” buyurdu. Bunun üzerine bu âyet indi ve düşman kavme diyet verilmediği için yalnız bir köle azat etmesi istendi. Bilinen bir müslümanın yanlışlıkla öldürülmesi durumunda maktûlün müslüman ailesine yüz deve veya bedeli diyet ödenir, yoksa devletin ödemesi istenir. Köle azat edilir. Hiçbirine gücü yetmezse kâtil 60 gün peşpeşe oruç tutar. Devlet, suçluyu affedemez.)
93. Kim de bir mü’mini kasten öldürürse, onun cezası, içinde ebedî kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lanetlemiştir. Ona büyük bir azap hazırlamıştır.
(Kasten bir mü’mini öldürmenin dünyadaki cezası kısas yani idamdır. İslâm’a göre affetme veya hafifletme ve başka cezaya çevirme yetkisi veya diyet alma hakkı yalnız maktûlün ailesine aittir; bu cezayı başka hiç bir kimse veya kurumun affetme yetkisi yoktur. Bir kâtili evine kapatıp saklayan da suçlu olur.) [bk. 2/178-179; 5/45]
94. Ey iman edenler! Allah yolunda (sefere) çıktığınız zaman (mü’mini kâfirden ayırt etmek için) her şeyi iyice araştırın. Size selam veren (müslüman olduğunu söyleyen) kimseye, dünya hayatının geçici menfaatini arayarak hemen: “Sen mü’min değilsin.” demeyin. Çünkü Allah katındaki ganimetler pek çoktur. (Unutmayın ki) önceden siz de böyle idiniz de Allah size (imanı) lütfetti. O halde iyice araştırın (sen mü’min değilsin diye peşin hüküm vermeyin). Şüphesiz ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdar olandır.
95. Mü’minlerden özürsüz olarak (izin alarak cihada çıkmayıp evlerinde) oturanlarla, malları ve canlarıyla Allah yolunda savaşanlar bir değildir. Allah mallarıyla ve canlarıyla savaşanları, derece bakımından oturan (savaştan geri kalan)lardan (kat kat) üstün kıldı. Bununla birlikte Allah, her birine de (sâlih kullar olmaları dolayısıyla) en güzel (şey olan cennet)i vaadetmiştir. Allah savaşanları, oturan (savaşmayan)lardan büyük bir mükâfat ile üstün kıldı.
96. (Onlara) kendi katından hem dereceler, hem de bağışlanma ve rahmet vardır. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.
97-98. (İslâm dışı bir yerde tavizler vererek ve hiç rahatsızlık duymadan, tâğûtlarla uyum sağlayarak yerlerinde kalmakla) kendilerine yazık edenlerin canlarını melekler alırken: “(Dinde) ne haldeydiniz?” derler. (Onlar da): “Biz o yerde (baskı altında, dinin emirlerini yapamayan) çaresizlerden (ezilenlerden)dik.” derler. (Melekler): “Allah’ın yeri geniş değil miydi, oradan hicret etseydiniz ya!” derler. İşte (dünya hayatının rahatını tercih ettiklerinden dolayı) bunların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü varılacak bir yerdir! Ancak hiçbir çareye gücü yetmeyen ve (hicret için) hiçbir yol bulamayan (gerçekten) kudretsiz ve zavallı olan erkek, kadın ve çocuklar hariçtir. [krş. 16/27-29]
99. İşte bunları Allah’ın affetmesi umulur. Allah çok affedici, çok bağışlayıcıdır.
100. Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde (gidilecek/barınacak) birçok yer ve (her türlü) genişlik bulur. Kim Allah ve Resûlü yolunda hicret ederek evinden çıkar da yolda ecel gelip kendisini yakalarsa, onun mükâfatı Allah’a aittir. Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.
(Milâdî 622 yılında Hz. Peygamber ve ashabı Medine’ye hicret etmişler, orada yeni bir toplum ve devlet oluşturmuşlardı. Bundan böyle, küfrün ve şirkin hâkim olduğu ve İslâm’ın gereğini yaşama ve mücadelenin imkânsız olduğu zalimler diyarından hicret etmek artık farz olmuştu. Rivayet edilir ki bundan önceki 95-99. âyetler nazil olunca, Resûlullah (sas.), bunları kendileriyle birlikte hicret etmeyen Mekke’deki müslümanlara göndermişti. Onlardan Damra b. Cündeb (ra.) 98. âyeti işitince, “Vallâhi ben istisnâ edilenlerden değilim. Hem zenginim ve hem de çarem var; bu gece Mekke’de yatmam.” dedi. İhtiyardı ve gözleri de pek görmüyordu. Oğullarını ve bir kısım eşyasını alarak yola çıktı. Fakat Ten’im denilen yerde vefat etti. İşte bu âyet onun hakkında nazil oldu. İşte hayatını ve yaşam tarzını Allah’ın rızasına ve hükümlerine bağlayanlara Rabbimizin lütfu ve mükâfatı budur.)[33] [bk. 29/56; 34/31; 39/10]
101. Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman (seferîlik şartları yerine gelmişse) inkâr edenlerin fenalık yapacaklarından korkarsanız (ve korkulu olmasanız da), namazı kısalt(arak dört rekatlı farzları iki kıl)manızda size bir günah yoktur. şüphesiz ki küfre sapanlar/inkârcılar, size apaçık bir düşmandır.[34] [bk. 2/239; 4/102]
102. (Ey Resûlüm!) Sen de (cephede) içlerinde olup onlara namaz kıldırdığın zaman, onlardan bir grup seninle beraber (namaza) dursun ve silahlarını (yanlarına) alsınlar (diğer grup düşmana karşı beklesinler). (Namazda olanlar) secde ed(ip bir rekat kıl)ınca hemen arkanızda ol(up sizi gözle)sinler. Bu defa namaz kılmayan diğer grup gelsin, (ikinci rekatı) seninle beraber onlar kılsınlar, silahlarını ve (gerekli) korunma tedbirlerini de alsınlar (sonra yine her grup sıra ile, kılmadıkları bir rekatı tamamlasın)[35]. İnkâr edenler isterler ki siz silahlarınızdan ve eşyanızdan gaflet edesiniz de üzerinize (ânî) bir baskın yapsınlar. Eğer yağmur sebebiyle sıkıntı çeker veya hasta olursanız, silahlarınızı bırakmanızda size bir günah yoktur. Yine de (gerekli) korunma tedbirlerinizi alın. Allah kâfirler için rezil ve perişan edici bir azap hazırlamıştır.
103. Artık namazı bitirdiğiniz zaman ayakta iken, otururken ve yanlarınız üzerinde (uzanmış) iken Allah’ı zikredin, emniyete kavuştuğunuz zaman da namazı dosdoğru (tam) kılın. Çünkü namaz, mü’minlere vakitleri belli bir farzdır. [krş. 3/191; 10/12, 22, 23. Ayrıca beş vakit namaz vakti için bk. 11/114; 17/78-79]
104. O (düşmanlarınız olan inkârcı) toplumu aramakta (ve takip etmekte) gevşek davranmayın. Siz (yaralarınızdan) acı duyuyorsanız, elbette sizin duyduğunuz acı gibi onlar da acı duymaktadır. Halbuki siz, Allah’tan onların ummadıkları (yardım ve cennet gibi) şeyler umuyorsunuz. Allah her şeyi hakkıyla bilici, (bütün emir ve yasaklarında) mutlak hüküm ve hikmet sahibidir.
105. (Ey Muhammed!) İnsanlar arasında, Allah’ın sana bildirdiği[36] şekilde hükmetmen için (bu) Kitab’ı sana gerçeğin, hakkın ta kendisi olarak biz indirdik. (Allah’ın dinine karşı batılı savunan) hainleri(n sözlerine inanıp onları) savunucu durumda olma![37]
106. Ve Allah’tan mağfiret dile. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.
107. (Günah işleyerek) kendilerine hainlik edenlerden yana uğraşma/bir çaba harcama! Çünkü Allah, hainlikte ısrar eden günahkârları sevmez.
(Bu böyle olduğu gibi, Allah’a ve Peygamber’e muhalefet edenler sevilmez, günahkâr ve nankörlere de itaat edilmez.) [bk. 59/22; 76/24]
108. (Onlar) insanlardan (korkup, utanıp kötü işlerini) gizlerler de, Allah’tan (utanıp) gizlemezler (eğer korksalardı vazgeçerlerdi). Halbuki O (Allah, kendisinin) razı olmadığı sözü, onlar gece kararlaştırırlarken kendileri ile beraberdir. Allah(’ın ilmi) onların yaptıkları/yapacakları her şeyi kuşatır.
109. İşte siz, (diyelim ki) dünya hayatında o (hainlik yapan dinden sapa)nları savundunuz. Ya kıyamet günü! Allah’a karşı onları kim savunacak veya kim onlara vekil olacak?
110. Kim bir kötülük yapar, yahut (günah işleyerek) kendisine yazık eder, sonra da Allah’tan bağışlanma dilerse, Allah’ı çok bağışlayıcı, çok merhametli bulur.[38]
111. Kim bir günah kazanırsa(!), ancak kendi aleyhine kazanır. Allah (her şeyi hakkıyla) bilici, mutlak hüküm ve hikmet sahibidir.
112. Kim bir hata veya günah işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, elbette o, bir iftira (suçunu) ve apaçık bir günahı yüklenmiş olur.[39]
113. (Ey Resûlüm!) Eğer sana Allah’ın lütfu ve esirgemesi olmasaydı, onlardan bir grup, seni (vereceğin hükümde) saptırmayı tasarlamışlardı. Onlar, kendi nefislerinden başkasını saptıramazlar ve sana da hiçbir şekilde zarar veremezler. Allah, sana Kitab’ı (Kur’an’ı) ve hikmeti[40] indirdi ve sana (bütün bu) bilmediklerini öğretti. Sana Allah’ın lütfu (ve yardımı) çok büyüktür.
(Medine yerlilerinden olan ve müslümanlığı kabul etmiş bulunan Tu‘me b. Übeyrik (ra.) hırsızlık yapmıştı. Hakkındaki şikayet bazı delillerle tespit edilmesine rağmen, her nasılsa, insanlardan utandığından, yapmadığına yemin etmişti. Kabilesi olan Zaferoğulları o gece aralarında Tu‘me’yi savunmayı kararlaştırdılar. Sonra Resûlullah’a gelerek onu beraat ettirmek için ısrar ettiler, güvenilir kimse olduğunu söylediler. Bunun üzerine, hiçbir şey kendisinden gizli kalmayan Rabbimiz, her türlü günah işleyenlere ve günahkârlara arka çıkanlara karşı yukarıdaki (105-113) âyetlerini indirdi.)[41]
114. Onların (haince kendi aralarındaki) fısıldaşmalarının çoğunda hayır yoktur. Ancak bir sadakayı veya bir iyiliği, ya da insanların arasını düzeltmeyi emreden(in gizli konuşması) hariç. Kim de bun(lar)ı Allah’ın rızasını isteyerek yaparsa (biz) ona çok büyük bir mükâfat vereceğiz.
115. Her kim de kendisine doğru yol (İslâm) belli olduktan sonra, Resûl’e karşı tavır koyar (emirlerini beğenmez) ve (Resûlü örnek alan) mü’minlerin yolundan başkasına uyarsa, onu döndüğü (ve seçtiği o sapık)[42] yolda bırakırız. Sonra kendisini cehenneme atarız. O ne kötü bir gidiş yeridir!
116. Şüphesiz ki Allah, (zâtında, sıfatlarında ve hükmünde) kendisine ortak koşulmasını (Allah’ın hükümlerinin aksine, hüküm koyarak ilâhlaşanları) bağışlamaz, bundan başka (günahları) da dilediği kimseler için bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa muhakkak ki o, (haktan) tam uzak bir sapıklığa düşmüştür. [krş. 4/48 ve açıklaması]
117. (Mekke müşrikleri Allah’ın varlığını itiraf etseler de) onu bırakıp ancak (Lât, Uzzâ ve Menât gibi) dişi (isimli tanrıça)lara tapıyorlar. (Aslında onlar,) o inatçı şeytandan başkasına tapmış olmuyorlar. [krş. 36/60]
118-119. (O şeytan) ki; Allah ona lanet etti (rahmetinden kovdu). O da şöyle dedi: “Elbette senin kullarından belirli bir pay (ve intikam) alacağım. Onları elbette saptıracağım, mutlaka boş umut (ve arzu)lara düşüreceğim. Onlara mutlaka emredeceğim (onlar da putlar için ayıracakları kurbanlık) hayvanların kulaklarını yaracaklar. (Yine) Allah’ın yarattığı (tabii şekil ve halleri)ni değiştirmelerini emredeceğim ve onlar da bunu yapacaklar.” (İyi bilin ki) kim de Allah’ı bırakıp şeytanı (ve benzerlerini) dost edinir (onun hoşlandığı şeyleri yapar)sa gerçekten o apaçık bir ziyana uğramıştır.
120. (Şeytan,) o (kendisine dost ola)nlara söz verir ve onları boş umutlara düşürür. Şeytanın onlara söz verdiği hususlar, bir aldatmacadan başka bir şey değildir.
121. İşte onların varacakları yer cehennemdir. Oradan kaçacak bir yer de bulamazlar.
122. İman edip de sâlih amel işleyenleri de içinde ebedî olarak kalacakları, alt tarafından ırmaklar akan cennetlere koyacağız. (İşte) Allah’ın vaadi (kesin bir) gerçektir, Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?
123. (Ey müslümanlar! Allah’ın vaadettiği sevaba ulaşmak) ne sizin boş umutlarınızla, ne de Ehl-i Kitab’ın boş umutlarıyladır (ancak iman ve sâlih amelledir). Kim bir kötülük yaparsa (tevbe edip bağışlanması hariç) onun (karşılığıy)la cezalanır da artık kendisine Allah’tan başka bir dost ve bir yardımcı bulamaz.[43] [bk. 4/110; 99/8]
124. Erkek ve kadından, mü’min olarak kim de sâlih ameller işlerse, işte onlar cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar.
125. İyilik ederek/işi güzel ve doğru yaparak kendini, Allah’a teslim eden ve İbrahim’in ‘Allah’ı birleyen dinine’ uyan kimseden, din bakımından daha güzel kim vardır? Allah, İbrahim’i dost edinmiştir.
126. Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’ındır (siz ancak O’nun verdiği kadarına sahipsiniz). Allah(’ın ilim ve kudreti) her şeyi (çepeçevre) kuşatır. [bk. 5/120; 2/246]
(Yeryüzünde ne varsa, Allah onu hepiniz için yaratmıştır.) [bk. 2/29]
127. Senden kadınlar hakkında fetvâ isterler. De ki: “Onlar hakkında size fetvâyı Allah veriyor. (Bu da) kendilerine yazılmış olan (mirastan hakların)ı vermeyip kendileriyle evlenmeyi arzuladığınız (yahut nikâhlanmaktan kaçındığınız) yetim kadınlar ile zayıf çocuklar ve (bir de) yetimlere karşı (haklarını koruma veya vermede) adaleti yerine getirmeniz hakkında olup, Kitab’da size okunanlardır.” Her ne hayır yaparsanız şüphesiz Allah onu hakkıyla bilicidir. [bk. 2/83, 177, 220; 4/2, 4, 6, 10]
128. Eğer bir kadın, kocasının geçimsizlik ve huysuzluğundan veya (kendisinin sevimsizliğinden dolayı) yüz çevirmesinden endişe ederse (bazı fedâkârlıklar yaparak) bir anlaşma ile kendi aralarını düzeltmelerinde ikisine de bir günah yoktur. Barış (hali, geçimsizlik ve ayrılıktan) daha iyidir. Zaten nefisler kıskançlığa (bencil ve cimri davranmaya) meyillidir. (Ey erkekler!) Eğer iyi geçinir (nefislerinize uyarak kadınlara eziyet etmekten) sakınırsanız, şüphesiz ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır (bunun karşılığını size hakkıyla verecektir).
(Evli eşler Allah’ın rızasını kazanarak huzurlu bir beraberlik için müsamahalı olmalı ve birbirine eziyetten kaçınmalıdırlar. Müslim’in rivayetinde Peygamberimiz (sas.), “Bir kimse hanımına buğzetmesin, çünkü hoşlanmadığı huyları varsa, ona karşılık memnun olacağı huyları da vardır.” buyurmuştur. Yine buyurmuştur ki: “Mü’minlerin imanca en mükemmeli ahlâkça en iyi olanıdır ve hayırlı olanınız da kadınlara hayırlı olandır.” Ayrıca kadına iffetsizlik hali ve kocasına cüretkâr tavırları dışında eziyet edilmeyeceği de bildirilmiştir. Erkeğin iffetsizlik ve çekilmez eziyetlerine karşı da kadının kocasını uyarma, hâkime ve hakemlere başvurarak boşama/boşanma hakkı vardır.) [bk. 2/229; 4/34; 60/10]
129. (Ey Kocalar!) Ne kadar arzu etseniz (ve uğraşsanız, birden fazla eş aldığınızda), kadınlar(ınız) arasında (sevgi bakımından tam) adalet sağlayamazsınız. (Eğer birden fazla hanım alma gereği ve zorunluluğu varsa) o halde (birine) tamamen yönelip diğerini muallakta (hor görerek kocasızmış) gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir ve (gücünüz dâhilinde haksızlıktan) sakınırsanız, şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.[44] [bk. 4/3]
130. Eğer (karı koca artık çaresiz kalarak boşanıp) ayrılırlarsa, Allah lütfu keremi ile her birini (diğerine) muhtaç olmaktan kurtarır. Allah’ın lütfu geniştir. (O) tam hüküm ve hikmet sahibidir.
131. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi ancak Allah’ındır Andolsun ki biz, sizden önce kitap verilenlere de, size de: “Allah’tan korkun (O’nun emrine uygun yaşayın/aykırı davranmaktan sakının).” diye emrettik. Eğer küfre saparsanız (O’na zarar veremezsiniz), şüphesiz ki göklerde ve yerde ne varsa hepsi ancak Allah’ındır. Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, bütün övgülere lâyık olan O’dur.
132. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi sadece Allah’ındır. (Güvenilecek) vekil olarak Allah yeter.
133. Ey insanlar! (Allah) dilerse, sizi giderir (yok eder ve yerinize) başkalarını getirir. Allah buna (hakkıyla) kâdirdir.
134. Kim (yalnız) dünya mükâfatını isterse, (bilsin ki) dünya ve âhiret mükâfatı Allah katındadır. Allah (her şeyi) hakkıyla işiten ve görendir.
(Gerekli aklî olgunluğa erişmiş olanlar, her iki mükâfatı da elde etmeye çalışırlar.)
135. Ey iman edenler! Kendinizin, ana babanızın veya akrabalarınızın aleyhine olsa bile, adaleti titizlikle ayakta tutan ve sırf Allah için şahitlik eden kimseler olun;[45] (haklarında şahitlik ettikleriniz) ister zengin, ister fakir olsunlar. Çünkü Allah, her ikisine de (sizden) daha yakındır. Haktan ayrılarak heva ve hevesinize uymayın. Eğer (şahitlikte), dilinizi eğip büker (yalancı şahitlik eder)seniz veya (şahitlikten) kaçınırsanız, (bilin ki bu, kul hakkını ihlaldir, zulümdür.) Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.
136. Ey iman edenler! Allah’a, Resûlü’ne, indirdiği Kitab (Kur’an)’a ve daha önce indirdiği kitap(ların asılların)a (gereği gibi sebatla) iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, resûllerini ve âhiret gününü (birini bile) inkâr ederse muhakkak ki o, derin bir sapıklığa düşmüş (imandan çıkmış) olur.
137. Doğrusu iman edip de sonra küfre sapanlar, sonra (yine) iman edip de sonra (tekrar) küfre sapanlar, sonra da küfürde ileri gidenler/küfür hallerini devam ettirenler var ya, Allah, onları ne bağışlar ne de (doğru) yola eriştirir.
138. (Resûlüm!) Münâfıklara, kendileri için elem verici bir azap olduğunu müjdele!
139. Onlar, inananları bırakıp da küfre sapanları/inkârcıları velî (dost ve idareci)ler edinirler. (Yoksa) izzeti (şerefi/onur ve yüceliği) onların yanında mı arıyorlar? Şüphesiz ki bütün izzet (yücelikler) Allah’a aittir.
(Şeref ve yücelik ancak, Allah’ın katında aranır ve O’na teslimiyetle elde edilir. Allah da o şeref ve yüceliği Resûlü’ne ve mü’minlere lâyık görmüştür; müşriklere, kâfirlere, münâfıklara yani İslâm’a ve müslümanlara karşı içinde sıkıntı duyan ve düşmanlık besleyenlere değil. Fakat münâfıklar buna kulak vermezler, karşılığı zillet ve azap olsa bile.) [bk. 4/115; 5/56; 9/28; 58/20; 63/8]
140. (Allah) size, Kitab(ı’n)da: “Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar (bu sözü bırakıp) başka bir söze dalıncaya kadar (bu sırada onlara karşı gelemezseniz, bari)[46] onlarla beraber oturmayın (böylece tepkinizi gösteriniz). Çünkü o zaman siz de onlara benzemiş olursunuz.” diye (bu âyeti) indirdi. Hiç şüphesiz Allah, münâfıkların ve inkârcıların hepsini cehennemde toplayacaktır.[47]
141. Onlar (münâfıklar), hep sizi(n başınıza bir felaket gelmesini) gözetirler. Eğer size Allah’tan bir zafer (ve ganimet nasip) olursa: “Biz de sizinle beraber değil miydik? (Bize de pay verin.)” derler. Eğer (savaşta) kâfirlere (zaferden) bir pay olursa (bu sefer onlara): “Biz size (yardım ederek) üstünlük sağlayıp sizi mü’minlerden korumadık mı? (Bize de pay verin.)” derler. Artık Allah, kıyamet gününde (onlarla sizin) aranızda hükmedecektir. Allah, kâfirlere, mü’minlerin aleyhine asla bir yol (delil) vermeyecektir.
142. Münâfıklar (kalplerinde küfrü ve düşmanlığı gizleyip dilleriyle iman ettiklerini söyleyerek güya) Allah’a hile yapmak isterler. Halbuki O, onların hilelerini başlarına geçir(ip cezalarını ver)endir. Onlar, namaza kalktıkları vakit üşene üşene kalkarlar (özen göstermezler), insanlara gösteriş yaparlar. Allah’ı da ancak pek az zikrederler (hatırlarlar).
143. Onlar (münâfıklar), mü’minlerle kâfirler arasında kararsızdırlar. Ne bunlara ne de onlara (dahil olur/bağlanırlar). Allah kimi sapıklık üzere bırakmışsa artık sen ona bir (çıkar) yol bulamazsın.
Münâfıklar, kalben tasdik etmezler ki mü’min olsunlar. Küfürlerini açığa vurmazlar ki kâfir bilinmesinler. Onlar namaz bile kılsalar, dünyalık çıkarları içindir.)
144. Ey (hakiki) iman sahipleri! Mü’minleri bırakıp da küfre sapanları/inkârcıları/İslâm karşıtlarını velî (sırdaş ve başlarınıza idareci) edinmeyin. (Bunu yaparak) Allah yanında aleyhinize olacak (onlardan olduğunuzu gösterecek) açık bir delil mi vermek istiyorsunuz? [bk. 3/28; 5/51; 58/22]
(Kâfirlerin, müşriklerin/yahudi ve hıristiyanların, gerçek müslümanlara dost olmayacağı, müslümanların da onları dost/velî edinmemeleri gerektiği Kur’an’da sık sık zikredilmektedir. Ancak müslümanlar, zaruret hallerinde onları yönetimlerine karıştırmadan, onlarla ticaret gibi bazı konularda antlaşmalar yapabilirler. Ama münâfıkların da kâfirlerden daha tehlikeli olduğunu bilmek lazımdır.)
145. Şüphesiz münâfıklar, ateşin en aşağı tabakasındadır. Onlar için hiçbir yardımcı bulamazsın.[48]
146. Ancak tevbe edenler, hallerini düzeltenler, Allah’a (dinine) sımsıkı sarılanlar ve dinlerinde Allah için halis (ve samimi) olanlar hariçtir. İşte bunlar mü’minlerle beraberdirler. Mü’minlere de Allah çok büyük mükâfat verecektir.
147. Siz şükreder ve iman ederseniz Allah sizi ne diye azaba uğratsın! Allah şükredenlerin mükâfatını veren, her şeyi hakkıyla bilendir.[49]
148. Allah, (insanı incitecek) kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez. Ancak zulmedilenler hariç. Allah her şeyi işiten ve bilendir.
(Zulmedilenler feryat, beddua veya şikayet edebilirler.)
149. Bir hayrı açıklar veya gizlerseniz ya da bir kötülüğü affederseniz, bilin ki Allah da çok affedicidir, her şeye gücü yetendir.
150-151. Allah’ı ve peygamberlerini inkâr edenler, (Allah’a inanıp peygambere inanmamakla) Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak isterler ve: “Biz (peygamberlerin) bazısına inanır, bazısını da inkâr ederiz.” diyerek bu ikisi (imanla küfür) arasında bir yol tutmak isterler. İşte bu kimseler gerçekten kâfirdir. Ve biz kâfirlere rezil ve perişan edici bir azap hazırladık.
152. Allah’a ve peygamberlerine iman edip onlardan birini diğerinden ayırmayanlara gelince, onlara da, (Allah) mükâfatlarını verecektir. Allah (tevbe edip dönenleri) çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.[50]
153. (Resûlüm!) Ehl-i Kitab(’dan yahudiler) senden kendilerine gökten bir kitap indirmeni isterler (çok görme). Nitekim onlar, Musa’dan, bundan daha büyüğünü istemişlerdi de: “Allah’ı açıkça bize göster.” demişlerdi. Bunun üzerine haksızlıklarından dolayı onları yıldırım çarptı. Daha sonra kendilerine açık deliller gelmişken, buzağı(yı kafalarına uygun geldiği için ilâh) edindiler.[51] (Fakat tevbe ettikleri için) bunu da affettik. Musa’ya da açık bir hakimiyet verdik.
154. (İmanda) verdikleri sağlam söz sebebiyle (o sözde durmaları için) Tûr’u (şahitlik ve bir tehdit için) tepelerine kaldırdık ve onlara: “O (şehrin) kapı(sın)dan baş eğerek (hürmet içinde) girin.” dedik. Ve yine onlara: “Cumartesi günü (balık avlayarak hürmetsizlik edip) haddi aşmayın.” demiş ve kendilerinden ağır bir teminat almıştık. [bk. 2/93; 7/171]
155. (Fakat) verdikleri sağlam sözü (ahitlerini) bozmaları, Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve: “Kalplerimiz perdelidir (bize yapılan davet boşunadır.)” demeleri sebebiyle (onları lanetledik ve başlarına belalar verdik). Hayır! (Kalpleri perdeli değil.) küfürleri sebebiyle Allah, onların (kalpleri) üzerine mühür vurmuştur. Artık (yahudiler,) pek azı hariç, iman etmezler. [bk. 5/13]
156-157. Onların (İsa’yı) inkâr etmeleri, Meryem’e (“zina etti” diye) büyük iftirada bulunmaları ve: “Allah’ın Resûlü Mesih; Meryemoğlu İsa’yı biz öldürdük.” demeleri sebebiyle (onları lanetleyip cezalandırdık). Halbuki onlar, onu ne öldürdüler ne de astılar. Fakat onlara (o sırada asıp öldürdükleri adam, tıpkı İsa’ya) benzer gösterildi. Onun hakkında anlaşmazlığa düşen (yahudi ve hıristiyan)lar bu hususta tam bir şüphe içindedirler. Tahmine uymaktan başka, onunla ilgili hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve onu kesinlikle öldürmediler. (Zaten kesin öldürdüklerini de bilmiyorlar.)
158. Bunun aksine Allah onu (İsa’yı) kendisine yükseltti (ve korudu). Allah mutlak galip, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.
(3/55 ile 5/117. âyetler ve açıklamalarında geçtiği üzere ‘müteveffîke’ kelimesini çoğu müfessirler, ‘kâbiduke’ (o anda seni çekip alacağım) anlamında almışlardır. Ölüm anlamında ise mecâzen kullanılmıştır. Çünkü aynı kelime, 6/60. âyette uyutma anlamında kullanılmıştır. Ölümün tam karşılığı ise ‘mevt’tir (39/42). Yukarıdaki âyetlerde geçtiği üzere Hz. İsa, Allah tarafından öldürülmüş olsaydı, o andaki “ref” (kaldırma) kelimesinin bir anlamı olmazdı. Bu kelime bazılarının dediği gibi “mânevî yükselme” anlamına gelmez. Yukarı kaldırma işi nasıl olursa olsun meydana gelmiştir. Mühim olan şudur ki yahudiler O’nu ne öldürdüler ne de astılar.)
159. Ehl-i Kitab’dan olup da ölümünden önce (ölüm anında) O’na iman etmeyecek kimse yoktur.[52] O da kıyamet gününde onların aleyhine şahit olacaktır.
160-161. Yahudilerin (bir kısmının) zulümleri ve birçok kimseyi Allah yolundan alıkoymaları, (Tevrat’ta) men edildikleri halde faiz almaları ve haksız yere halkın mallarını yemeleri yüzünden, biz (vaktiyle) kendilerine helal kılınmış olan birçok iyi ve güzel şeyleri onlara haram kıldık. İçlerinden küfre sapanlara da çok acıklı bir azap hazırladık. [bk. 6/146]
162. Fakat o (Ehl-i Kitab olan) kimselerden ilimde ileri gitmiş olanlar ve mü’minler, sana indirilen (Kur’an’)a da, senden önce indirilen (kitaplar)a da iman ederler. (Onlar) namazı dosdoğru kılanlar, zekâtı verenler, Allah’a ve âhiret gününe inananlardır. İşte onlara büyük bir mükâfat vereceğiz. [krş. 2/121]
163. Biz Nuh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi, (Resûlüm!) şüphesiz sana da vahyettik. Nitekim İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, torunlar(ın)a, İsa’ya, Eyyüb’e, Yunus’a, Harun ve Süleyman’a da vahyetmiş,[53] Davud’a da Zebur’u vermiştik.
164. Bundan önce sana (haberini) anlattığımız bir kısım peygamberler ve sana anlatmadığımız daha nice peygamberleri de (gönderdik).[54] Ve Allah Musa’ya (hâtiften ilâhî kelâmla) hitap edip konuştu (emirlerini bildirdi). [bk. 7/144; 40/78. krş. 4/126]
165. (Biz) Resûlleri, (rahmetle) müjdeleyici ve (azaba karşı) uyarıcı olarak (gönderdik) ki (bu) resûllerden sonra insanların (âhirette) Allah’a karşı (bizi imana çağıran olmadı diye) hiçbir delil (ve bahane)leri kalmasın. Allah mutlak galip, mutlak hüküm ve hikmet sahibidir.
166. Fakat Allah, sana gönderdiği (Kur’an) ile şehadet eder ki onu kendi (ezelî) ilmi ile indirmiştir. Melekler de şahitlik eder. Zaten şahit olarak Allah kâfîdir.
167. Doğrusu (sana gelen âyetleri tanımayıp) küfre sapanlar ve Allah yolundan (insanları) men edenler, elbette derin bir sapıklıkla sapmışlardır.
(İnsanları Allah yolundan men edenlere gelince; onlar, ancak maddeye tapan ve Allah’a ortak koşan kişilerdir. Onlar, Allah’ı gizli veya açıktan inkâr ettikleri ya da imanlarında samimi olmadıkları için, insanları O’nun yolundan çevirir ve O’nun emirlerini uygulamalarına çeşitli şekillerde engel olurlar. Buna karşılık yaptıkları işler elbette Allah yanında boşa gitmiş olacaktır.) [bk. 47/1, 32, 34]
168. Şüphesiz, inkâr eden/küfre sapan ve zulmedenleri, Allah ne bağışlayacak, ne de başka bir yola iletecektir.
169. Ancak içinde ebedî kalacakları cehennem yoluna (iletecektir). Bu da Allah’a (göre) çok kolaydır.
170. Ey insanlar! Resûl size Rabbinizden gerçeği (Kur’an’ı) getirdi. Kendi faydanıza olarak (ona) iman edin. Eğer küfre saparsanız (bilin ki) göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’ındır (O’nun sizin inanmanıza ihtiyacı yoktur). Allah her şeyi bilendir, mutlak hüküm ve hikmet sahibidir.
171. Ey Ehl-i Kitab! Dininizde taşkınlık etmeyin. Allah hakkında gerçek olandan başkasını söylemeyin. Meryemoğlu İsa Mesih ancak, Allah’ın Resûlü ve Meryem’e ulaştırdığı “ol” kelimesi(nin eseri) ve (Cebrail ile) O’nun tarafından gönderilmiş bir ruhtur. Allah’a ve resûllerine inanın, “(Allah) üçtür.” demeyin, kendi faydanıza olarak buna son verin. Allah bir tek ilâhtır. O, çocuğu olmaktan tamamen uzaktır (münezzehtir), O’nun şânı yücedir. Göklerde ve yerde olanların hepsi O’nundur. Vekil olarak Allah kâfîdir.[55]
172. Mesih (İsa) da, (Allah’a) en yakın melekler de, Allah’a kulluk yapmaktan asla çekinmez(ler). Kim O’na kulluktan kaçınır ve büyüklük taslarsa (bilsin ki Allah, âhirette) onların hepsini huzurunda toplayacak (hesaba çekecek)tir.
173. İman edip sâlih ameller işleyenlere gelince; (Allah) onlara mükâfatlarını eksiksiz verecek ve kendi lütfundan (daha da) artıracaktır. (Kendisine kulluktan) çekinenlere ve büyüklük taslayanlara ise acıklı bir azap ile azap edecektir. Onlar, kendilerine Allah’tan başka bir dost ve bir yardımcı bulamayacaklardır.
174. Ey insanlar! Muhakkak ki size Rabbinizden bir delil (olarak mucizelerle Muhammed) geldi ve size apaçık bir nur (olarak Kur’an’ı) indirdik.
175. İşte Allah’a inanan ve O’(nun Kur’an’daki buyrukları)na tam sarılanları; (Allah) kendi katından bir rahmet ve lütuf içine (cennete) koyacak ve onları, (sonu) kendisine ulaşan doğru bir yol (İslâm’)a iletecektir.
176. (Ey Resûl!) Senden (mirasta) fetvâ isterler. De ki: “Allah ‘kelâle’ (babası ve çocuğu olmayıp kardeşlerini mirasçı bırakan) hakkında (şöyle) fetvâ veriyor: Eğer çocuğu (ve babası) olmayıp da bir kız kardeşi olan bir erkek ölürse, bıraktığının yarısı onundur.[56] Eğer mirasçı erkek kardeş ise, çocuksuz (ve babasız ölen) kız kardeşine (tamamen) vâris olur. Eğer (kelâle olarak ölenin) iki (veya daha fazla) kız kardeşi varsa, bıraktığının üçte ikisi onlarındır.[57] Eğer (bu kalanlar) erkek ve kız kardeşler (olarak karışık) iseler, o zaman bir erkeğe iki kadının payı kadar (pay) verilir. Şaşırıp sapmayasınız diye Allah size (hükmünü) açıklıyor. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” [krş. 4/11]
[1] Zebîdî, XI, 1690.
[2] Mehir, örfe uygun olarak erkeğin gücü nisbetinde kadına verilmesi gereken nikâh bedelidir. Mehrin verilmesi Kitab, sünnet ve icmâ ile sabittir.
[3] Buradaki tavsiyeler emir hükmünde olduğu için bu anlamı verdik.
[4] bk. 4/176.
[5] Ölenin eşi mirasçı kalmışsa onun hissesi dörtte birdir. Kalan babasınındır (Asabe).
[6] Beydâvî; Elmalılı, II, 1310. Şâz bir kıraatte annenin “mü’min” olma ilavesi vardır. [krş. 4/176]
[7] Görüldüğü gibi bu âyetlerde yüce Allah, mirasın taksimi ile ilgili hükümleri tekrar tekrar teyit etmekte ve bunları uygulamanın Allah’a, Peygamber’e ve âhirete inanmanın bir gereği olduğunu bildirmektedir.
[8] Bu, İslâm’ın başlangıcındaki cezadır. Sonraki ceza için bk. 24/2-9. Müfessirlerin çoğu “kadınlara gösterilecek olan yol” hakkında Nur sûresi ikinci âyeti esas almaktadır. Buradaki konu, kadınlar arası sevicilik/lezbiyenlik değildir. Eğer böyle olsaydı “yol gösterinceye kadar” ifadesi olmazdı.
[9] Mücahid ve diğerlerine göre: Birinci âyette, evli olan ve olmayan kadınlar, ikincisinde evli olan ve olmayan erkekler olarak ifade edilmiştir. Bu da İslâm’ın başlangıcındaki örfe göre ceza şeklidir. Bazı müfessirler, ikinci âyet için erkeğin erkekle münasebeti demişlerse de bu olamaz. Çünkü bu hususta iki erkeğin öldürülmesi hakkında hadis vardır. Cumhûrun görüşü birincisidir (Kurtubî, V, 47-52; Derveze, VI, 92). Bu hususta son olarak 24/2. âyet inmiştir.
[10] Ya o zevceler derecesinin artmasına vesile olur ya onlardan sâlih evlatlar doğar ya da herhangi bir vesile ile aralarında yeni bir muhabbet başlar.
[11] “Efdâ” fiili, cimâ olsun veya olmasın başbaşa kalmak, halvet olmak demektir ve cimâ sayılır. Halvetsiz veya birleşmeksizin boşama olursa, kadın mehrin yarısını alır.
[12] Süt kardeşliğinden dolayı meydana gelen yakınlık şöyledir: Süt emme çağındaki bir çocuğu, süt midesinde biraz olacak şekilde emziren bir kadın onun annesi durumundadır. Onun bütün çocukları da ondan emenin kardeşleridir. Hala, teyze ve dayı aynen öyledir, ayırım yoktur. Nesepten dolayı haram olanlar sütten dolayı da haram olur (Merginânî, I, 191).
[13] Yani, anasıyla cinsî temas olmadan boşamışsanız o zaman kızını almanız caizdir.
[14] Cariye için krş. 2/221.
[15] Nikâhta kesinlik şart olup sadece Şiî ve Râfizîler tarafından uygulanan mut‘a nikâhı (para karşılığı geçici, kiralık ve şartlı nikâh) ile evlilik yapmak batıldır ve zinadır. Çünkü âyet ve hadislere dayanarak Ehl-i Sünnet mezhep imamları bu hususta icmâ etmişlerdir. Delilleri şunlardır: 1. Mü’minûn sûresinin 5 ve 6. âyetleri. Bu âyetlere göre mut‘a nikâhlı kadın, erkeğin ne karısı ve ne de cariyesidir. Ayrıca iddet beklemesi ve verâset durumu da yoktur. 2. İbni Abbas: “Bu nikâh, domuz eti, kan ve leş gibi haramdır.” buyurmuştur. Bu husustaki Hz. Ömer’in hutbesine de hiçbir itiraz olunmamıştır. Hz. Ali’den rivayet edilen hadis şöyledir: “Resûlullah (sas.) Hayber günü kadınların mut‘a nikâhı ile nikâhlanmasını ve ehlî merkep etinin yenmesini haram kılmıştır.” 3. Cessâs, “Peygamberimiz eğer mut‘ayı serbest bıraksaydı bu husus yaygın olur ve mütevâtir hadislerle nakledilir, haramlığında icmâ olmazdı.” demektedir. 4. İbnü’l-Cevzî, “Âyetteki faydalanmaktan maksat, kesin evlenmek yoluyladır, zaten bu nikâhın âyetle ilgisi yoktur. Bunu önce Peygamber (sas.) koymuş, üç gün sonra yine o kaldırmıştır.” demektedir (Sâbûnî, Ahkâm, I, 457-460). [Cariyeler için bk. 2/221 ve dipnotu] Müslim’in nikâh bahsinde (hadis no: 1406/19, 21, 28) Sebre b. Mâbedi’l-Cühenî’den (ra.), Peygamberimiz (sas.), “Ey insanlar ‘mut’a’ için ben size izin vermiştim fakat Allah (cc.) bunu kıyamete kadar yasakladı. Kimin bu nikâhla aldığı varsa hemen boşasın. (Verdiğiniz şeylerden de) hiç bir şey almayınız.” buyurmuştur.
17] Günah; yüce Allah’ın buyruklarına aykırı olan ve yapılmaması istenen söz ve eylemlerdir. Ehl-i Sünnet’e göre, günah işleyen insan, onu helal ve önemsiz saymadıkça ve Allah’tan af ümidini kesmedikçe imandan çıkmaz, kâfir olmaz (12/87). Çünkü yüce Allah, şirkten başka günahları, kabul zamanı içinde, kesin tevbe ile affedebilir (4/48, 8/38). Ancak “müslümanım” deyip de İslâm’ın hükümlerini kabullenmez veya onları geçersiz sayarsa yaptıkları (iyi işler) boşa gitmiştir (5/5) (Matürîdî, s. 334-338).
[18] Âyet-i kerîmede görüldüğü gibi erkek ve kadınlara, kazandıklarında ferdî mülkiyet hakkı ve kazançta eşitlik ilkesi getirilmiştir. Bu sebeple İslâm dini kadını, câhiliye devirlerinde olduğu gibi bir tutsak/bir köle gözüyle görme veya bir süs, zevk ve sömürü malzemesi olmaktan kurtarıp, ilk soyadını koruma, ipotek, hibe, vasiyet, her türlü sözleşme, iffetini koruma ve ‘haramdan sakınmak kaydı ile’ alışveriş hakkını, onların hak arama mücadelelerine gerek kalmadan, altıncı asırda vermiştir. [bk. Seyyid Kutub, II, 449-450]
[19] Peygamberimiz (sas.), “Ancak kâtile öldürdüğünün mirası yoktur.” buyurmuştur. Böylece servet sahiplerinin mirası için öldürülmesi önlenmiştir. Can ve namusunu kurtarma durumu hariçtir (Halebî, IV, 412).
[20] Buhârî ve Müslim’de geçtiği üzere bütün itaatlerde Allah’ın emrine uygun olma şartı aranır (Nâsıf, “İmâre”, hadis no: 20).
[21] Bu âyet, içkinin tamamen yasak edilmesinden önce, üçüncü merhalede inen âyetlerdendir (2/219; 5/90-91; 16/67). Bazı müfessirler; zihnin dünya meşguliyeti ile dolu olarak ve (sanki sarhoş gibi) ne okuduğunun farkında olmayarak huşûsuz namaz kılmayı da sarhoşluk haline benzetmişlerdir. [bk. 23/2]
[22] İbadet kastıyla elleri ve yüzü temiz toprakla, şartlarına uygun meshetmeye teyemmüm denilmiştir. Bu kelimede kast mânası olduğundan, teyemmümde niyet şarttır. Şekil ve tertibini Resûlullah (sas.) öğretmiştir.
[23] Cibt ve tâğût, mahiyet itibariyle bir olup Allah’ın emrine muhalif olunan/karşı gelinen işlerde kendisine itaat edilen herkestir (Sicistanî, s. 28). Diğer bir ifadeyle tâğût, Allah’ın yerine, kendine itaat ettirendir. [bk. 2/256]
25] Bu âyet-i kerîmede önce, “Allah’a itaat ediniz, Resûlü’ne itaat ediniz.” denildiği halde, “ulü’l-emre de” denilmekte, “itaat” kelimesi üçüncü defa tekrar edilmemektedir. Çünkü Allah (cc.) ve Resûlü’ne itaat mutlaktır, kayıtsız şartsızdır. Ulü’l-emre itaat ise mutlak değildir. İslâm’a göre seçilmiş ulü’l-emr, meseleleri kendi arzularına göre değil, Allah ve Resûlü’nün emirleri doğrultusunda çözecektir. Ulü’l-emre itaat ise onun Allah ve Resûlü’ne itaati olduğu müddetçedir. Resûlullah (sas.), “Allah’ın emirlerine aykırı işlerde kimseye itaat yoktur.” buyurmuştur (İbni Kesîr (Çetiner), I, 58). Ulü’l-emr için “sizden olacaktır” kaydı vardır. Çünkü Allah’ın hükümlerini beğenmeyerek ve kabul etmeyerek kâfir olanlar, “sizden” ifadesi içine girmez. Buna göre ulü’l-emr, İslâm imanını taşıyacak ve Kur’an’a uygun yaşayacak kimse olmalıdır (7/24; 33/36; 42/10-21). Âyette insanlar arasında geçen anlaşmazlık konularının Allah’ın Kitabı ve Resûlü’nün sünneti ile halledilmesi emredilmektedir. İmam Şâfiî, er-Risâle’sinde, “Sadece Kitab’la yetinmek, sünneti terketmiş nasipsizlerin görüşüdür.” demektedir. Çünkü Sünnet’i kabul etmemek İslâm’ı yıkmaktır. Resûlullah (sas.), “Yalnız Kur’an’a sarılın, bize Allah’ın Kitabı yeter, biz onda gördüklerimize uyarız.” diyenlerin çıkacağını haber vermiş ve onlardan sakındırmıştır. Böyle diyenlerin dinden çıkacağı hakkında icmâ vardır. [bk. 3/164; 4/60, 64 ve dipnotları ile 14/44]
[26] Veya içinizdeki (buzağıya tapan müşrik)leri. [bk. 2/85; 4/29]
[27] Allah ve Resûlü’ne itaat konusunda ayrıca bk. 3/31, 164; 4/59, 64, 80, 115; 16/44; 24/63; 59/7 ve dipnotları.
[28] Bu âyette görülüyor ki müslümanlar, kendileri ve devletleri hakkında korku veya güven haberini hemen yaymamalı ve tek başlarına hareket etmemeli, yetkili ilim ehli mercilere bildirmelidirler. [Havvâ, III, 222, 223]
[29] Âyet-i kerîmedeki “men yudlilillâh” lafzının kelimesi kelimesine anlamı “kimi Allah saptırırsa” demek ise de, “kader” inancına da uygun olması için, “Allah kimi sapıklıkta bırakırsa” diye ifade ettik. Çünkü, Allahu Teâlâ kulunu saptırmaz, hatta sapmasına da rızası yoktur. Ancak kul kendi iradesiyle sapar; Allahu Teâlâ da o fiili yaratır ve onu sapıklıkta bırakır. Münâfıkların âhirete imanı olmadığı için menfaatlerini imana tercih ederek saparlar. [bk. 10/44; 41/46]
[30] Münâfıklar, yani içlerindeki küfrü saklayan gizli kâfirler, her fırsatta ellerindeki imkânları müslümanlar aleyhine kullananlardır. Şuurlu müslümanlar da bunu anlar ve tavırlarını ortaya koyarlar.
[31] Hicret, Allah’a teslim olup dininin yaşanmaz hâle geldiği beldeden müslümanca yaşanacak bir yere fiilen göç etmektir. Hicret etmenin diğer bir şekli ise küfürden, şirkten ve münâfıklıktan tevhide yönelmek ve ona sarılmaktır.
[32] Diyet ödemesi gerekmez. Çünkü kâfirler arasında bulunan mü’minin, vârisleri kâfir olacağından kendisine mirasçı olamazlar.
[34] İki rekat kılmanın hem zâhir, hem mazbût (değişmeyen) illeti seferî olmaktır. Korku ve meşakkat ise şahsa, zamana ve yere göre değişir. Peygamber Efendimiz de seferde iki rekat kılmışlardır (İbni Hümâm, I, 392-393).
[35] İkinci rekatla imamın namazı tamam olmuştur. Öncekiler, ikinci defa gelirler ve kılamadıkları rekatı imamın arkasında imiş gibi bir şey okumadan kılarlar. Sonrakiler ya gelerek veya yerlerinde, kılmadıkları birinci rekatı imama yetişmemiş gibi okuyarak kılarlar. Her iki grup da aradaki beklemelerde namazı bozacak bir şey yapmazlar. Görüldüğü üzere namaz kılmamaya hiçbir mazeret yoktur. Müslüman bedenle kılamadığı şartlarda, îmâ ile de olsa, namaz kılmak zorundadır.
[36] Âyetteki “erâ” (gösterdi) lafzı, “alleme” (bildirdi) anlamında olup meal verirken bu anlam tercih edilmiştir.
[37] Allah’ın Kitabı zalimleri savunmaya mânîdir. Hz. Peygamber’in içtihad etmesinin caiz olduğunu söyleyenler, bu âyet-i kerîmeyi delil göstermişlerdir. Diğer bir husus da çağımızda, bu ve bundan sonraki âyet-i kerîmelerin kapsamına öncelikle giren konu birçok hallerde isyankâr ve hainleri savunmanın men edilmesidir. [Havvâ, III, 283, 286, Ebû Mansur Mâturîdî’den]
[38] Resûlullah (sas.) şöyle buyurmuştur: “Herhangi bir günah işledikten sonra abdest alır, sonra iki rekat namaz kılar, arkasından da bu günahı dolayısıyla tam bir tevbe ile Allah’tan mağfiret dilerse, bu günahı kendisine bağışlanmayacak hiç bir müslüman yoktur.” Müsned, Hz. Ali’den. [Havvâ, III, 288] Sağlıklı tevbe ise, güç ve imkân varken yapılan kesin tevbedir. (bk. 4/17-18; 66/8 ve dipnotu)
[39] Burada “hata” ile küçük günah, “günah” ile de büyük günah kastedilmiş olabilir. “Hata” ile kişinin kendisi ile Rabbi arasındaki günah, “günah” ile de zararı kullara dokunan ve onlara haksızlık olan günahlar kastedilmiş olabilir. [Havvâ, III, 285]
[40] “Hikmet” kelimesi için bk. 3/164 ve açıklaması.
[41] İbni Kesîr (Sâbûnî), I, 433, Tirmizî’den.
[42] Râzî, XI, 43. Fâsıkların, münâfıkların, müşrik ve gayrimüslimlerin yolu Kur’an dışıdır, sapıklıktır, zalimliktir. [bk. 7/16-17; 20/123-125; 38/76-83]
43] Rivayet edilir ki müslümanlardan bir grup, Ehl-i Kitab’dan da birer grup bir yerde otururlarken övünmeye başladılar. Her grup peygamber ve kitapları itibariyle kendilerinin üstün olduğunu ve cennete kendilerinin gireceklerini iddia etmişlerdi. Bunun üzerine bu âyet-i kerîmeler inmiştir. Cenneti hak etmenin yolunun kuruntu ve boş umut değil, tevhîdî bir iman ile amel-i sâlih ve ihsan olduğu belirtilmiştir. Dinî yaşantısı daha güzel olan kişi, hanîf olarak (tevhîdî esasta) Allah’a teslim olan ve İslâm’a uygun sâlih amel yapan, yaptığı amel ve iyilikleri Allah’ın rızasını kazanmak için yapandır; bunlara cennet vaadedilmiştir. Yapılan amel halis ve doğru olmalıdır. Halis olması için yalnız Allah için olması, doğru olması için de İslâm’a uygun olması lazımdır. Bu iki şarttan biri olmazsa amel fâsid/batıl olur. İhlası kaybeden, gösteriş ve münâfıklık yapmış olur. İslâm’a uymayan kimse de sapık ve cahil durumdadır (İbni Kesîr (Sâbûnî), I, 439-441). [bk. 46/16]
[44] Eşlere duyulan sevgi farklı olabilir, çünkü sevgi kalple ilgilidir. Fakat ilgi, zaman ayırma ve maddî imkânlarda adaletli davranılması şarttır. Hz. Peygamber, “Kimin iki hanımı olur da onlardan birine farklı davranırsa (kalpteki sevgi hariç) kıyamette o kimse, bir tarafı felçli olarak kalkar, haşredilir.” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, “Nikâh”, 38; Tirmizî, “Nikâh, 47; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 215, 347.)
[45] Yahut, “Sırf Allah için şahitler olarak, adaleti tam yerine getirenler olunuz.” (Beydâvî).
[46] Molla Hüsrev, “Cihad”, 68.
[47] Bu âyet-i kerîmenin konusu 6/68. âyetle aynı olup Mekke’de nazil olmuştur.
[48] Münâfıklar için bk. 2/8-20; 57/13-15 ve Münâfikûn sûresi. (63/1-11)
[49] Allah’ın verdiği sağlık ve her türlü nimetlerine karşı şükür, üzerimize bir vecîbe olduğu gibi vücûdumuzdaki uzuvların şükrünü yerine getirmemiz de bir vecîbedir. Sağlık ve nimetlerin şükrü, tam iman, ibadet, itaat, nefsin tezkiyesi ve infaktır. Uzuvların şükrü de, onlarla başkalarına zarar vermemek, onları haram ve günaha sebep olan yerlerde kullanmamaktır. Çünkü kalp, göz, kulak, dil, el, ayak, mide vb. bütün uzuvlardan Allah’a karşı sorumluyuz. Bunları Allah’ın rızasına uygun olarak kullanmazsak, sorumlu tutulur, cehennem azabını hak etmiş oluruz. Şükrün karşılığında bol nimet ve mükâfat, nankörlüğün karşılığında da azap vardır. [bk. 7/179; 17/36; 41/20-22; 36/65]
[50] Tevbesiz ölenlerin durumu yüce Allah’ın takdirine kalmıştır.
[51] Musa (as.) kavmi ile Mısır’dan dönüşte, İsrâiloğulları puta tapan bir kavim görüp imrendiler ve Hz. Musa’ya, “Evet, Allah’a inanıyoruz, ama bizim de gözümüzün gördüğü, huzuruna varacağımız bir putumuz olsun.” demişlerdi. [bk. 7/138, 148]
[52] Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu değil, kulu ve resûlü olduğuna, insanlar tarafından öldürülmediğine, Hz. Peygamber’e ve Kur’an’a ölüm anında gözlerinden perde kalkınca hepsi iman edecektir. Fakat bu sıradaki iman kabul edilmeyecektir. (Râzî, VIII, 409-410; Derveze, VI, 240) [bk. 6/158; 40/84-85]
53] Vahiy, Allah’ın kullarına, dilediğini söylemesi ve bildirmesi için seçtiği bir iletişim yoludur. Melek aracılığı ile olduğu gibi aracısız da olabilir.
[54] Peygamberlerin sayılarının 124.000 olduğu hakkında bazı rivayetler varsa da, doğrusu enbiyâ ve resûllerin sayısını kesin olarak ancak Allah bilir (Elmalılı, III, 1530).
[55] Âyetteki “Allah’ın kelimesi” ve ruh hakkında ayrıca bk. 3/45-47; 15/29; 17/85; 19/17-36. Hz. İsa, Allah’ın birliğini, kendisinin de O’nun kulu ve resûlü olduğunu söyleyerek tevhid inancını getirmesine rağmen hıristiyanlar M.S. 325 yılında İznik’te toplanmış, tevhidci grup ve temsilcisi İskenderiyeli papaz Arius’a rağmen, Ahd-i Atîk ve Ahd-i Cedîd’de yer almadığı halde oylamada parmak sayısı ve İmparator Konstantinos’un etkisiyle “teslis” denilen “üçlü bir ilâh” anlayışına geçmişlerdir. Onlara göre Allah, baba-oğul-ruhu’l-Kuds’ten ibarettir. Yani Allah bu üç unsurdan meydana gelmiştir. Hem bunların her biri bir ilâh, hem de üçü birden bir ilâhtır. Böylece onlar bir çelişki içinde şirke ve küfre düşmüşlerdir. [krş. 5/17, 72-73]
[56] Diğer bir asabe (miras bırakana doğrudan veya erkek vasıtasıyla bağlı bulunan mirasçı) varsa onundur. Yoksa yine kız kardeşindir. Oğul varsa kız kardeş alamaz. Kızı varsa, kız kardeş asabe olur, belirli bir farzı (sabit payı) yoktur. Ölenin babası varsa bütün kardeşler miras alamazlar. Anne, kardeşleri mirastan düşüremez, altıda bir alır. Anne bir, tek kardeşin hükmü 4/12. âyette geçtiği üzere, altıda birdir. Eğer bunlar birden fazla iseler, hepsi üçte bir hisseye ortak olur.
[57] Eğer oğul veya babası varsa mirasçı olamazlar. Eğer kızı bulunursa kalanını alır.
Resulullah S.A.V.buyurdu: İlerde bilmediğiniz ve hoşlanmadığınız bir çok işler ve hadiseler olacaktır.Dediler ki: - Ey Allah c.c. ın Resulü, bize o zaman neyi emredersin ? Şöyle buyurdu: "Üzerinizdeki hakkı verirsiniz, sizin için olanı da Allah c.c. tan dilersiniz." Şemail'ür-Resul.sy.453.
Ehl-i kitab'ın elindeki Tevrat'ta şöyle geçer: "Şüphesiz Allah c.c. İbrahim a.s. e İsmail a.s. i müjdeledi.Onun neslini çoğaltacağını ve neslinden oniki büyük kişi kılacağını da müjdeledi." Şemail'ür Resul sy.496.
Allah c.c. ismail a.s. e onun sulbünden oniki kayyım ihsan etmiştir: En üstünleri Ebu Bekr r.a. , Ebu Bekr r.a. ve Osman r.a. dır. Şemail'ür Resul sy.496.
Hazreti Hasan r.a.nın altı aylık hilafeti ile beraber Risale-i Nur'un Cevşenü'l Kebir'den ve Celceletüye'den aldığıbir kuvvet ve feyizle vazife-i hilafetin en ehemmiyetlisi olan neşr-i hakaik-ı imaniye noktasında Hazret-i Hasan r.a. kısacık müddetini uzun bir zamana çevirerek,tam bir beşinci halife nazrıyla bakabiliriz. Hizmet Rehberi sy.57. Risalet'ün Nur. Bediüzzaman
Çünkü adalet-i hakikiye ile bu asırda insanları mes'ud edebilir bir istidadda bulunan, Risale-i Nur ve onun şahs-ı manevisi, Hazret-i Hasan r.a. ın bir muavini, bir mütemmimi, bir manevi veledi hükmündedir. Emirdağ Lahikası 1.sy.102. Hizmet Rehberi sy.57. Risalet'ün Nur Bediüzzaman Said Nursi.
Büyük günahlar şunlardır: Allah c.c. a şirk, ana babaya asi gelmek, birinin malını almak için yemin.. Size büyük günahların en büyüğünü haber vereyim mi?.. Dediler.. Buyurdu: Yalan şahitlik.. Yalan yere şahidliğin fenalığını, nice ocakları söndürdüğünü ve bu yüzden nicelerin mustarib olduğunu görüp işitenler bilirler. Mutar'ül Ehadisin Nebeviyye. Hadis-i şerifler vaaz örnekleri sy.360.
Irmaktan geçerken, at değiştirilmez. İki arslan bir posta sığmaz. İki at bir kazığa bağlanmaz. İyi dost kara günde belli olur. Kanatsız kuş uçmaz Dünya Atasözleri sy.528 ,529.
Misafirlik üç gündür. Mum (çıra) dibine ışık vermez. Ne doğrarsan aşına, o çıkar kaşığına. Kadının fendi, erkeği yendi. Kuşu kuşla avlarlar. Körle yatan şaşı kalkar. Dünya Atasözleri.sy.528, 529.
Kaza geliyorum demez. Kusursuz güzel olmaz. Lafla peynir gemisi yürümez. Mühür kimde ise, Süleyman olur. Ne ekersen onu biçersin. Dün Atasözleri.sy.529.
18- Allahın dostlarına dost, düşmanlarına düşman olmak, 19- Babaya ve anaya iyilik etmek, 20- Marûfu emir ve münkeri nehy etmek (dinin emirlerini yaymaya çalışmak), 21- Akrabayı ziyaret etmek, 22- Emanete hıyanet etmemek, 23- Daima Allahü teâlâdan korkup, ferahı (şımarıklığı ve azgınlığı) terk etmek, 24- Allaha ve Resûlüne itaat etmek, 25- Günahdan kaçıp, ibadetlerle meşgul olmak, 26- Müslüman amirlere itaat etmek, 27- Aleme, ibret nazarıyla bakmak, 28- Allahü teâlânın varlığını tefekkür etmek, 29- Dilini, haram fuhuş kelimelerden korumak, 30- Kalbini temiz tutmak, 31- Hiçbir kimseyi maskaralığa almamak, 32- Harama bakmamak, 33- Herzaman sözüne sadık olmak, 34- Kulağını fuhuş söz ve çalgıdan korumak, 35- İlim öğrenmek, 36- Tartı ve ölçü aletlerini, hak üzere kullanmak, 37- Allahın azabından emin olmayıp, daima korkmak, 38- Müslüman fakirlere zekat vermek ve yardım etmek, 39- Allah'ın rahmetinden ümit kesmemek, 40- Nefsinin isteklerine tabi olmamak, 41- Allah rızası için yemek yedirmek,
ANASAYFAİSLAM İMAN İHSANDUALAR VE ZİKİRLERİLİMTEFEKKÜRHİZMET GÜNCEL BURADASINIZ:Anasayfa»PEYGAMBERİMİZ»Hadisleri»KÜÇÜK ŞİRK NEDİR?
KÜÇÜK ŞİRK NEDİR? 2 TARİH: 24 ŞUBAT 2015 18745 HADISLERI, PEYGAMBERİMİZ Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem, bir hadis-i şeriflerin ümmeti için en çok korktuğu şeyin küçük şirk olduğunu söylüyorlar. Sahabe efendilerimiz, küçük şirkin ne olduğunu sorduklarında ise Fahr-i Kâinat Efendimiz, onlara şu cevabı veriyor.
Bir gün Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Sizin için en çok korktuğum şey, küçük şirktir” buyurmuştu.
Yanındakiler:
“–Küçük şirk nedir ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sordular.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu cevabı verdi:
“–Riyâ, yani gösteriştir. Kıyâmet günü insanlar amellerinin karşılığını alırken Allah Teâlâ riyâ ehline:
“–Dünyadayken kendilerine mürâîlik yaptığınız (amellerinizi göstermek istediğiniz) kimselere gidin! Bakın bakalım onların yanında herhangi bir karşılık bulabilecek misiniz?» buyurur.” (Ahmed, V, 428, 429)
Optimal bilginin özellikleri: Nitelik: Doğruluk,uygunluk,zamanlılık,eksiksizlik,denetlenebilirlik,kısalık,güncellik,ekonomiklik. Açıklama Değişimde çağında Teknoloji yönetimi sy.4. Optimal:en elverişli,en iyi, en uygun olan.
Medine döneminde nâzil olmuştur. 11 âyettir. Adını erkeklere Cuma namazını farz kılan dokuzuncu âyetten almıştır. Ebedî risaletin insanları arındırması ve Yahudiliğin millî din anlayışının yanlışlığı konu edilmiştir.
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
1. Göklerde olanlar ve yerde bulunanlar(ın hepsi), eşsiz hükümran, mukaddes, mutlak galip, hüküm ve hikmet sahibi Allah’ı tesbih (ve tenzih) eder.
2. Ümmîlere[1] içlerinden, kendilerine (Allah’ın) âyetlerini okuyan, onları (şirkten, kötü hareketlerden) temizleyen, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğreten bir peygamber[2] gönderen O’dur. Halbuki onlar, bundan önce de cidden apaçık bir sapıklık içinde idiler.
3. (Bu son peygamberi) onlardan başkalarına (yani) henüz kendilerine katılamamış (bütün insan)lara da (gönderen O’dur). O, güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.
4. Bu, Allah’ın lütfudur ki onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir.
5. Kendilerine Tevrat’(ın emirlerini yerine getirme görevi) yüklenip de sonra taşımayan (onunla amel etmeyen)lerin durumu, tıpkı (bilinçsizce) ciltlerle kitap taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın âyetlerini yalanlayan (ve Kitab’ın emirlerini hiçe sayan)ların durumu ne kötüdür. Allah zalimler güruhunu doğru yola (hidayete) erdirmez.
(Allah’ın kitabını (Kur’an’ı) bilinçli yani mânasını anlama, düşünme ve hükmünü yerine getirme yönüyle okumayanlar da bu âyetin muhatabı durumundadır.) [krş. 5/44-45, 47]
6. De ki: “Ey yahudiler! (Bütün) insanlar arasında, Allah’ın dostlarının sadece kendiniz olduğunuzu sanıyorsanız ve (bu iddianızda) doğru iseniz, hemen ölümü temenni edin. (Ölüp Allah’ın dostlarına hazırladığı saadete bir an önce kavuşun.)” [krş. 2/94-96]
7. Onlar kendi işledikleri (günahlar) yüzünden onu (yani ölümü) asla temenni etmezler. Allah zalimleri çok iyi bilendir.
8. De ki: “Sizin hakikaten kendisinden kaçtığınız(ı zannettiğiniz) ölüm var ya! Kesinlikle o, sizi gelip bulacak, sonra (hepiniz) gizliyi de, âşikârı da bilen (Allah’)a döndürüleceksiniz. O, yapmakta olduğunuz şeyleri size haber verecektir.” [krş. 4/78; 33/16]
9. Ey iman edenler! Cuma günü (ezanla) namaz için çağrıldığınız zaman, derhal Allah’ın zikrine gidin. Alışverişi (işi gücü) bırakın. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. (Elbette bunun aksi hayırlı değildir.)[3]
10. O namaz kılınınca da yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan (nasibinizi) arayın. Allah’ı çok zikredin ki (dünya ve âhirette) umduğunuza kavuşasınız (kurtuluşa eresiniz).
11. (Böyle iken) onlar, bir ticaret yahut bir eğlence gördükleri zaman, ona (doğru) dağılıp gittiler, seni de (hutbede) ayakta bıraktılar. De ki: “Allah katında olanlar, eğlenceden de, ticaretten de hayırlıdır. Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”
(Şiddetli bir kıtlık sırasında Hz. Peygamber, farzdan sonra hutbede iken yiyecek yüklü bir ticaret kervanı gelmiş ve âdet gereğince def veya davul ile karşılanmıştı ki mescidde bunu duyanlar ona doğru akın etmiş, yalnız 12 kişi kalmıştı. İşte bu âyet bir ihtar olarak bunun üzerine nâzil olmuştur. Bundan böyle hutbeler farzdan önce okunmuştur.)[4]
[1] Ümmî; okuma yazma bilmeyen demek olduğu gibi, kendilerine kitap verilmeyenler anlamına da gelmektedir.
[2] Hz. Muhammed (sas.), bütün cihana gönderilmiş olmakla beraber (34/28), tabi ki kendi toplumu önceliklidir.
[3] Dinin belirttiği mazeret halleri dışında Cuma namazına engel olan her türlü iş, alışveriş ve o saatteki kazanç yasak olduğundan derhal bırakılıp Allah’ın emri yerine getirilir. Cuma namazının farziyetine değer vermeyen/önemsiz görenler veya bu zihniyetinden dolayı başkalarının kılmalarını engelleyenler kâfir olmuş olurlar. (bk. İbn Mâce, III, hadis no: 1081) Özürsüz Cuma namazı kılmamak, fertleri/nesli hem münâfıklar defterine yazdırır hem de din dışı köprüsüne götürür. Müslüman nesle Cuma namazını ve önemini unutturmaya çalışmak da onları dinlerinden koparmaya ve dinsizliğe yönlendirmektir. Yahudilerin bir kısmının başlarına gelen musibet, onların Cumartesi ibadet günü yasağını dinlememeleri sebebiyle olmuştu (2/65; 4/47; 7/163; 16/124). Cuma namazı ve o saatte meşguliyeti bırakmak mükellef bütün mü’minlere farzdır. Ancak, Peygamberimiz (sas.), “Kadınlar, hastalar, misafirler, köleler/esirler hariçtir/muaftır.” buyurmuştur. Uygun şartlar dahilinde kadınların cuma, bayram ve cenazelerde diğer namazlar gibi mahzur yoktur.
Mekke döneminde nâzil olmuştur. 206 âyettir. A‘râf, 46. âyette geçtiği üzere, cennetle cehennem arasında yüksek bir tepe olup ondan bahsedilmesi itibariyle bu kelime sûreye ad olmuştur. Bazılarına göre sûrenin 163 ve 171. âyetleri Medine’de inmiştir.
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
1. Elif, Lâm, Mîm, Sâd.
2. (Resûlüm! Bu,) kendisiyle (insanları) uyarman ve inananların da düşünüp öğüt alması (ve irşadlarına vesile olması) için sana indirilen bir kitaptır. Bundan dolayı yüreğinde bir sıkıntı/bir şüphe olmasın.
3. (Ey insanlar!) Rabbinizden size indirilen (Kur’ân-ı Kerîm’)e uyun, onun dışında/onsuz birtakım velîlere/‘önder ve dostlara’ uyup peşlerinden gitmeyin.[1] Ne az öğüt alıyorsunuz!
4. Nice isyankâr memleket (halkı) var ki biz onları helak ettik. Öyle ki azabımız onlara (Lût kavmine) geceleyin veya (Şuayb kavmine) gündüz uykusunda iken geliverdi. [krş. 7/97-99; 16/45]
5. Azabımız onlara geldiğinde, onların yakınmaları (itirafları): “Biz gerçekten (Allah’ın hududunu aşan) zalimlerdendik.” demelerinden başka bir şey olmadı.
6. Kendilerine (peygamber) gönderilenlere, (sapmalarının sebebini) mutlaka soracağız ve gönderilen (peygamber)lere de (kendilerine uyup uymayandan ve tebliğ vazifesinden) elbette soracağız.
7. Ve onlara (dünyada yaptıkları) her şeyi, kesin bilgi(miz) ile mutlaka anlatacağız. Biz, hiçbir zaman onlardan uzak (ve habersiz) değildik.
8. O gün (kıyamette, herkesin dünyada yapıp ettiğini) tartmak haktır (gerçektir). Kimlerin tartıları (sevapça) ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.
9. Kimlerin de terazileri(nin sevap tarafı) hafif gelirse, işte onlar (inkâr ederek veya değer vermeyerek) âyetlerimize haksızlık ettiklerinden dolayı, kendilerine yazık eden kimselerdir.
10. Andolsun ki sizi yeryüzüne yerleştirdik ve size orada (birçok) geçim vasıtaları meydana getirdik. Öyleyken pek az şükretmektesiniz.
11. Yine andolsun ki sizi(n önce insan olarak maddenizi) yarattık, sonra size (teşekkül devresinde insan olarak) şekil verdik, sonra da meleklere: “(Kudretim için) Âdem’e secde edin.” dedik. İblis’ten başka hepsi secde ettiler; o, secde edenlerden olmadı. [krş. 2/34-39]
(Âyet-i kerîmede geçtiği üzere insan, kendisinin yaratıcısı değildir. Kendisine şekil/suret, dillerini ve renklerini veren de kendisi değildir (3/6; 30/22; 40/64; 64/3). Bunun gibi bilgisi de ezelî, ebedî, herşeyi kapsayıcı ve görecesiz değildir. Böyle olunca insan yüce Yaradanı’na karşı, İblis misâli O’nun yüceliğini tanısa bile, büyüklük taslayarak secde/ibadet etmez, emrini yerine getirmezse, nankörlük yapmış/kâfir olmuş ve şeytanın kendine benzetmeye çalıştığı kimselerden olmuş olur.)
12. (Allah, İblis’e:) “Sana emrettiğim zaman, secde etmekten seni meneden nedir?” dedi. (İblis de:) “Ben ondan hayırlıyım, beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yaratın.” dedi.
13. (Allah:) “Öyleyse, in oradan! Orada (cennette) büyüklük taslaman (kafa tutman) senin haddine değildir. Çık oradan! Çünkü sen aşağılıklardansın!” buyurdu.
(İşte şeytan, yüce Allah’ın emrine karşılık hevâsına göre akıl yürüttüğünden ve Allah’a itaat etmeyip kendi fikri doğrultusunda hareket ettiğinden lanetli ve aşağılık olmuştur.)
16. (İblis:) “Madem ki beni (rahmet ve cennetinden kovup) azgın bıraktın; andolsun ki ben de insanlar(ı saptırmak) için senin doğru yolunda onlar için (pusu kurup) oturacağım.”
17. “Sonra onların önlerinden arkalarından sağlarından, sollarından (her yönden onları azdırmak için) yanlarına gelip sokulacağım (onları azdırıp saptıracağım.) Sen de onların çoğunu şükrünü (kulluğunu) yerine getirenlerden bulmayacaksın.” dedi.
(Allah’ın emri şeytanın aklına yatmadı, bundan dolayı emrine itaat etmedi. Yüce Allah da onu lanetleyip huzurundan kovdu ve kendi azgınlığında bıraktı. Bundan böyle şeytan, kendisinin yaptığı gibi insanları, hem Allah’ın emrine karşı, kendi fikrini ön plana çıkarmaya, kendi fikir ve görüşüne göre davranmaya hem de Allah’ın yasak ettiği şeyleri yapmaya teşvik edecektir. Böylece kimi günaha, kimi küfre sapacaktır. Allah’ın emri aksine emir veren de kendini rab yerine koymuş olacaktır. Gerçek müslümanlar şeytanın tuzaklarına düşmezler.) [krş. 4/118-119; 36/60; 38/76-83]
18. (Allah) buyurdu ki: “Haydi, yerilmiş ve (rahmetimden) kovulmuş olarak çık oradan! Onlardan kim sana uyarsa, andolsun ki hepinizi cehenneme dolduracağım.”
19. (Allah, Âdem’e şöyle hitap etti:) “Ey Âdem! Sen ve eşin cennette yerleş(in), dilediğiniz yerden yiyin. (Fakat) şu ağaca yaklaşmayın. Sonra kendisine yazık edenlerden olursunuz.”
20-21. Derken şeytan, onlara, (gözlerinden örtülerek) gizlenmiş ayıp yerlerini kendilerine göstermek için, (cennet kapısı yanında onlara şöyle) fısıldadı da: “Rabbiniz size, meleklerden olursunuz veya (cennette) ebedî kalanlardan bulunursunuz diye, bu ağaçtan (meyve) yemenizi yasakladı.” dedi. Ardından: “Şüphesiz ben, sizin (iyiliğiniz) için öğüt verenlerdenim.” diye de yemin etti.
22. İşte böylece, ikisini de aldatarak (o yasak meyveden yedirdi ve Allah katındaki mevkilerini) aşağı indirdi. Onlar ağacı(n meyvesini) tattıklarında (bir ceza olarak cennet giysisi soyuldu) ikisinin de edep yerleri açılıverdi ve cennet yaprağı ile oralarını örtmeye başladılar. Rableri de onlara: “Ben, sizin bu ağaçtan (meyve) yemenizi yasaklamadım mı? Şeytan muhakkak ki size apaçık bir düşmandır, demedim mi?” diye seslendi. [krş. 2/35-37; 20/116-123]
(Âyet-i kerîmede bize ibretlik bir ders çıkıyor ki o da, Allah’ın yasak ettiklerini nefis, şeytan ve benzerleri cazip gösterse de asla onlara yaklaşmamaktır.)
23. (İkisi de:) “Ey Rabbimiz! Biz kendimize yazık ettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan muhakkak biz, ziyana uğrayanlardan oluruz.” dediler.[2]
24. (Allah) buyurdu ki: “(Şeytana uymakta) birbirinize düşman olarak inin, sizin için yeryüzünde (ecelinizin geleceği) bir zamana kadar kalmak ve geçinmek (artık takdir edilmiş)tir.” [bk. 2/36; 20/123]
25. Yine buyurdu ki: “Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan (dirilip) çıkarılacaksınız.” [bk. 84/3-5]
26. Ey Âdemoğulları! Size edep yerlerinizi örtecek bir giysi, giyinip süsleneceğiniz bir elbise ihsan ettik.[3] Takvâ (Allah’ın emrine uygun hareket, haya ve iffetini koruma) elbisesi ise daha hayırlıdır. İşte bunlar Allah’ın âyetleri (lütfunun alametleri)ndendir ki belki bu sayede düşünüp öğüt alırlar. [krş. 7/32 ve dipnotu]
(Bu elbiselerin ancak her ikisinin beraber bulunması, insanı Allah yanında şerefli kılar. Bu da Allah’a gereği gibi saygı duymak ve O’na itaat etmekle ve haya/utanma duygusu ile olur.)
27. Ey Âdemoğulları! Şeytan (ilk defa) ana babanızı, (yanıltıp) çirkin yerlerini kendilerine göstermek için örtülerini soyarak cennetten çıkar(mayı başar)dığı gibi, sizi de şaşırtıp saptırmasın! Çünkü o da, yandaşları da, sizin kendilerini görmeyeceğiniz yerden sizi görür(ler). Elbette biz, şeytanları, iman etmeyenlerin dostları yaptık.
(Şeytan ve şeytanın insan ve cin dostları aynı gayede olup Allah’ın emrini tutmak isteyenlere düşmanlık ederler. İnsan da böylece Allah’ın emir ve yasağını ön planda tutmaz da şeytanın ve dostlarının cazip gösterdiği şeylere uyarsa, burada olduğu gibi, bulunduğu mevkii ve durumdan ihraç edilme ve mahremiyetinin ortaya çıkması söz konusudur. Şeytanın gayesi de budur.)
28. Onlar, kötü (haram) bir iş yaptıkları zaman: “Babalarımızı bu yolda bulduk, (onlarda bunları gördük, bunları öğrendik.) Allah da bize bunu emretti.” derler. De ki: “Şüphesiz ki Allah, çirkin işleri emretmez. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?”
29. De ki: “Rabbim bana adaleti ve itidâli emretti. Her mescidde (namazda) yüzlerinizi (kıbleye) çevirin. Dini yalnız ‘Allah’a has kılarak’ (ve ihlasla) kendisine (kulluk edip) yalvarın (başkalarını putlaştırıp/tanrılaştırıp onlara sığınmayın. Unutmayın ki) ilk defa sizi yarattığı gibi, yine (O’na) döneceksiniz.”
30. (Allah, insanlardan) bir kısmını doğru yola iletti, bir kısmının üzerine de (kötü niyet ve amellerine göre) sapıklık (sıfatı) hak oldu. Çünkü onlar, Allah’ı bırakıp şeytan (ve ona yandaş olan)ları velî (dost ve önder) edindiler, (üstelik) kendilerinin de (hâlâ) doğru yolda olduklarını sanırlar. [bk. 16/36]
31. Ey Âdemoğulları! Her mescid(de yani secde edeceğiniz zaman ve mekân)da ziynet (olan temiz ve güzel elbise)nizi alın (giyinin).[4] Yiyin, için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.
32. De ki: “Allah’ın kulları için (yaratıp) çıkardığı süsü (ve onların maddelerini) ve rızıktan temiz/helal olanlarını kim haram etmiştir?” De ki: “Onlar, dünya hayatında, özellikle kıyamet gününde iman edenler içindir. İşte (biz,) bilen kimseler için âyetlerimizi böyle geniş geniş açıklıyoruz.[5]
33. De ki: “Rabbim açığı ile gizlisi ile kötü işleri (her türlü) günahı, haksız yere isyanı/azgınlığı ve kendisine tapılması hususunda hiçbir delil indirmediği şeyi (yüceltip ona bağlanmakla) Allah’a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.”
34. Her ümmetin bir eceli (takdir edilmiş bir süresi) vardır. Onların eceli gelince ne bir an geri kalabilir, ne de bir an öne geçebilirler (tam vaktinde helak olup giderler).[6]
35. Ey Âdemoğulları! İçinizden size âyetlerimi anlatan bir peygamber gelir de, kim (günahlardan) korunur ve kendini ıslah ederse, onlara hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.
36. Âyetlerimizi yalanlayanlar, onlar(ı kabuld)e büyüklük taslayanlar ve yüz çevirenler var ya, işte onlar, cehennem ehlidirler, onlar orada ebedî kalacaklardır.
(Bu açık âyetlere rağmen ‘kendi zan ve hevalarına uyup akıl ve felsefî kanaatlerini esas alan kişiler’ Allah’ın gönderdiğini ve Peygamber’e uymayı küçümserler.)
37. Şu halde, Allah’a karşı yalan uyduran veya âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Onların Kitab’dan nasipleri (ne ise) kendilerine ulaşacaktır. Nihayet canlarını alacak elçilerimiz (melekler) onlara geldikleri zaman: “Allah’ı bırakıp da yalvardıklarınız/dilek ve şikayetlerinizi yaptığınız (putlar) nerede?” diyecekler, onlar da: “Bizi bırakıp kayboldular.” diyecekler ve böylece hakikaten inkârcı olduklarına dair kendi aleyhlerine şahitlik edecekler.
38. (Allah, onlara:) “Sizden evvel gelip geçmiş cin ve insan ümmetleriyle birlikte siz de girin ateşe.” buyurur. Her ümmet (cehenneme) girdikçe (kendisine uyup tâbi olduğu) yandaş (ve önder)lerine lanet eder. Nihayet hepsi peşpeşe orada toplanınca, sonrakiler evvelkiler için: “Ey Rabbimiz! İşte bunlar bizi saptırdı, onlara ateşten bir kat daha (fazla) azap ver.” derler. (Allah) buyurur ki: “Her biri(niz) için bir kat fazla (azap) vardır. Fakat siz (onu) bilmezsiniz.”
(Yüce Allah, hükümlerini beğenmeyip de açık veya gizli kâfir olan liderlere, hem kâfir olduklarından hem de toplumu bu sapık zihniyetleri doğrultusunda saptırdıklarından dolayı; bunların peşinden gidenlere de; hem kendi iradeleriyle küfre rıza göstererek saptıklarından hem de peşinden gittiklerinin saltanatlarının uzamasına vesile olduklarından dolayı –her iki kesime de– iki kat ceza verir.)[7] [bk. 2/165-167; 34/31]
39. Buna karşılık, öncekiler de sonrakilere: “Sizin bize bir üstünlüğünüz yoktur. O halde kazandıklarınız yüzünden siz de tadın azabı!” derler.
40. Âyetlerimizi yalanlayıp da ona (inanmayıp) büyüklük taslayanlar var ya! Göğün kapıları onlar(ın ruhların)a açılmayacak ve halat[8] iğne deliğinden girinceye kadar onlar cennete giremeyeceklerdir. İşte günahkârları böyle cezalandırırız.
41. Onlara, cehennem (ateşin)den bir döşek ve üstlerinde de (yine ateşten) örtüler vardır. İşte zalimleri böyle cezalandırırız!
42. İman edip de sâlih amel işleyenler (ise) –ki biz hiç kimseye gücünün yettiğinden başka bir şey teklif etmeyiz–, işte onlar cennetliktirler. Onlar orada ebedî kalacaklardır.
43. Onların yüreklerinden ‘kin ve haset’ cinsinden ne varsa söküp atarız, (köşklerinin) alt tarafından ırmaklar akarken: “Bizi buna eriştiren Allah’a hamdolsun. Eğer Allah, bizi doğru yola iletmeseydi, biz kendimiz (buna) erişemezdik. Andolsun ki Rabbimizin peygamberleri gerçeği getirmiştir.” derler. (Onlara:) “İşte (dünyada) yapmış olduğunuz (iyi işler)den dolayı mirasçı edildiğiniz cennet budur.” diye seslenilir.
44. Cennetlikler, cehennemliklere (şöyle) seslenirler: “Rabbimizin bize vaadettiğini, biz gerçek olarak gördük. Siz de Rabbiniz’in size (azap) vaadini gerçek olarak gördünüz mü?” (Onlar da:) “Evet.” derler. O sırada aralarından bir görevli şöyle seslenir: “Allah’ın laneti zalimlerin üzerine olsun.”[9]
45. “Onlar (insanları) Allah yolundan engelleyen, onu eğri (geri bırakıcı) göstermek isteyenlerdir. Onlar âhireti de inkâr edenlerdir.”
46. İki (taraf) arasında bir perde (olan sur) vardır. A’râf’ın (sûrun yüksek tepeleri) üzerinde de (cennetlik ve cehennemliklerin) her birini sîmâlarından tanıyan kimseler vardır. Cennet ehline: “Selâmün aleyküm” (Allah’ın selamı size olsun) diyerek seslenirler ki bunlar çok arzu ettikleri halde, henüz oraya (cennete) girmemiş kimselerdir.
(A‘râf, meşhur kavle göre, cennetle cehennem arasındaki sûrun yüksek tepeleri demektir. Huzeyfe (ra.), İbni Mes’ûd (ra.) ve İbni Abbas’tan gelen rivayetlere göre A‘râf ehli, yani yüksek tepelerde oturanlar, sevap ve günahları eşit olan kimselerdir. Bunlar, cennete girmeyi arzu ve ümit etmekte olup Allah’ın dilediği bir zamana kadar burada kalacaklar, sonra Allah’ın affına nâil olarak cennete gireceklerdir.)[10]
47. Gözleri cehennem ehli tarafına çevrildiği zaman da: “Ey Rabbimiz! Bizi zalimler topluluğuyla beraber bulundurma.” derler.
48. (Yine) A‘râf ehli, sîmâlarından kendilerini tanıdıkları (inkârcı) birtakım adamlara seslenerek: “Ne topluluğunuz/ne topladığınız mal ne de büyüklük taslamanız size fayda verdi.” derler.
49. “Allah, onları hiçbir rahmete eriştirmez, diye (hakir görüp) yemin ettiğiniz, bu (cennetlik ola)nlar mıydı?” derler. (Bu sırada cennetliklere de şöyle denilir:) “Girin cennete, size hiçbir korku yoktur, siz mahzun olacak da değilsiniz.”
50. Cehennem ehli, cennet ehline: “(Sizdeki) sudan veya Allah’ın size verdiği rızıktan (biraz) da bize akıt(ıp aktar)ın.” diye feryat ederler. Onlar da: “Doğrusu Allah, bunları kâfirlere haram etmiştir.” derler.
51. Onlar (o küfre sapanlar), dinlerini bir eğlence ve oyun yaptılar ve dünya hayatı da kendilerini aldattı. (İşte onlar) bugünlerine kavuşacaklarını unuttukları ve âyetlerimizi bilerek inkâr ettikleri gibi, bugün biz de (ceza içinde) onları unutur (terk eder)iz. [bk. 6/70]
(Kâfirliği benimseyenler, İslâm’ı değersiz gördüler, hatta müslüman olmakla sevinmek yerine, aşağılık kompleksine kapıldılar. Buna karşılık başka ideolojileri yücelttiler. Âyet-i kerîme şu mânayı da ihtiva etmektedir: Onlar, dinlerini eğlence ve zevk haline getirdiler; yani İslâm’ı bırakıp eğlence ve geçici zevklerini din yaptılar ve onlara taptılar. Fahreddîn-i Râzî’nin ifade ettiği gibi, “Onlar dünyaya meylettiler ve onun, ateşin üstünde bir tavan gibi olduğunu düşünmediler.” Böylece nefsin meşru olmayan arzu ve isteklerini hırsla elde etmeye çalıştılar ve böylece cehenneme düştüler (bk. 10/7-8).)
52. Biz, gerçekten onlara iman edecek herhangi bir topluma doğru yolu öğretici ve rahmet olarak, hem de (mâna ve hükümlerini) ilim üzere (tam bir bilgiyle) geniş geniş açıkladığımız bir kitap getirdik.
53. (O kâfirler,) ancak onun tevilini (Kitab’ın haber verdiği sonu) mu bekliyorlar? Onun haber verdiği âkıbet (son), (başlarına) geldiği gün, önceden onu unutanlar: “Hakikaten Rabbimiz’in peygamberleri (bize) gerçeği getirmişti. Şimdi bizim için şefaatçilerden (birileri) var mı ki bize şefaat etseler veya geri (dünyaya) döndürülür müyüz ki (önce) yapmış olduğumuzun başkasını yapsak?”[11] derler. Hiç şüphesiz onlar kendilerine yazık ettiler ve uydurdukları (Allah yerine bağlandıkları) varlıklar da kendilerinden uzaklaşıp kayboldu.
54. Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde (devrede) yaratan, sonra Arş’ı hükmü altına alan; geceyi, peşi sıra gelen gündüzle bürüyüp örten; güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğmiş olarak yaratan Allah’tır.[12] Haberiniz olsun ki yaratmak da, emir de/hüküm de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne kadar yücedir![13]
55. Rabbinize (gönülden) yalvararak gizlice dua edin. Çünkü O, haddi aşanları sevmez.
56. (İman, ahlâk ve ilâhî adaletle belirli bir) düzen sağlandıktan sonra (bunlardan saparak)[14] yeryüzünde bozgunculuk yapmayın, (azabından) korkarak ve (rahmetini) umarak O’na dua edin. Muhakkak ki iyi hareket eden (ve iyilik yapan)lara Allah’ın rahmeti çok yakındır.
eden (ve iyilik yapan)lara Allah’ın rahmeti çok yakındır.
57. O, rahmetinin önünde müjdeci olarak rüzgarları gönderendir. Sonunda o (rüzgar)lar, (topladığı yağmur yüklü) ağır bulutları yüklenince onu, ölü (kurak) bir ülkeye/bölgeye yollarız; derken onunla su indirir ve o (su) ile de (türlü türlü) meyveler (mahsuller) çıkartırız. İşte ölüleri de böyle (diriltip) çıkartacağız. Artık (herhalde bunları) düşünüp ibret alırsınız.[15]
58. Rabbinizin izniyle (toprağı) güzel diyarın, bitkisi de (bol/güzel) çıkar. Kötü olandan ise, yararsız bitkiden başkası çıkmaz. İşte şükredecek bir toplum için âyetleri böyle çeşitli şekillerde açıklıyoruz.[16]
59. Andolsun ki Nuh’u kavmine (peygamber olarak) gönderdik, (o da): “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin için O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Doğrusu ben, size (inecek), büyük bir günün azabından korkuyorum.” dedi.
60. Halkından ileri gelenler şöyle dedi: “Biz seni hakikaten apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz.”
61. (Nuh) dedi ki: “Ey halkım! Bende hiçbir sapıklık yoktur. Ben sadece, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim.”
62. “Size Rabbimin vahyettiklerini duyuruyorum, size (iyiliğiniz için) öğüt veriyorum ve Allah’tan (gelen vahiy sayesinde) sizin bilmediklerinizi biliyorum.”
63. “Yoksa siz, ‘Allah’ın emirlerine uygun yaşayıp’ da bu sayede merhamete erişesiniz diye uyarmak için, içinizden bir kimse vasıtasıyla Rabbinizden size bir vahiy (ve ihtar) gelmesine (inanmayıp da) şaştınız mı?”
64. (Bunun üzerine) onu tekrar yalanladılar. Biz de onu ve onunla beraber gemide bulunanları kurtardık. Âyetlerimizi yalanlayanları da (tûfanda) boğduk. Çünkü onlar, (gerçeklere karşı) kör bir kavim idiler. [krş. 11/24-49]
65. Âd (kavmin)e de kardeşleri Hûd’u (gönderdik). O da: “Ey halkım! Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka bir ilâhınız yoktur. Siz hâlâ ‘Allah’ın emrine uyup azabından sakınmaz’mısınız?”dedi. [bk. 11/52-60; 41/16; 46/21-25; 51/41-43]
66. Halkından ileri gelen kâfirler: “Biz seni hakikaten bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve hiç şüphesiz seni yalancılardan sanıyoruz.” dediler.
67. (Hûd) dedi ki: “Bende hiçbir beyinsizlik yoktur. Ben sadece âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim.”
68. “Size Rabbimin vahyettiklerini duyuruyorum ve ben sizin (iyiliğiniz) için çalışan güvenilir bir öğütçüyüm.”
69. “(Yoksa gelecek azaba karşı) sizi uyarmak için, içinizden bir adam vasıtasıyla Rabbinizden size bir öğüt (ve ihtar) gelmesine mi şaştınız? Düşünün ki (Allah,) sizi Nuh kavminden sonra onların yerlerine geçirdi/hükümdarlar yaptı, yaratılışta size (onlara nispetle) fazla boy pos (üstünlük ve kuvvet) verdi. O halde Allah’ın nimetlerini (unutmayıp) hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz.”
70. (Onlar:) “Yalnız Allah’a kulluk etmemiz ve babalarımızın tapmakta olduklarını bırakmamız için mi bize geldin? O halde doğru söyleyenlerden isen, bizi tehdit ettiğin (o azâb)ı getir bize.” dediler.
71. (Hûd) dedi ki: “Artık Rabbinizden üzerinize bir azap (fırtınası) ve gazap elbette gerçekleşti. Allah onlar(a tapmanız) hakkında hiçbir delil indirmediği halde, sizin ve babalarınızın taktığı (uydurma) isim(li put)lar hakkında mı benimle tartışıyorsunuz? Artık bekleyin (azabın gelişini), ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim!”
72. Onu ve onunla beraber olanları (katımızdan) bir rahmetle kurtardık. Âyetlerimizi yalanlayanların ve iman etmeyenlerin de kökünü kestik.
73. Semûd (kavmin)e de, kardeşleri Salih’i (gönderdik, onlara) dedi ki: “Ey halkım! Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Size Rabbinizden apaçık bir delil (ve mucize) geldi. İşte size bir mucize olarak Allah’ın dişi devesi! Onu (kendi haline) bırakın, Allah’ın arzında otlasın, ona dokunmayın (bir fenalık yapmayın), yoksa sizi acıklı bir azap yakalar.”
(Semûd kavmi, Hz. Salih’e, “Eğer sen hakikaten bir peygamber isen dua et de şu kayanın içinden gebe ve karnı aç bir deve çıksın da sana inanalım.” dediler. Hz. Salih de dua edince, Hıcr tarafında bulunan kaya yarılıp istenilen deve çıktı. Bu mucize karşısında bir kısmı hemen iman etti. Diğerleri de kâfirliğine devam etti. Gerek bu inkârcılar, gerekse kavminden diğer inanmayanlar, 11/63-69; 17/-59; 27/44-53; 26/154-158. âyetlerde geçtiği üzere, inkârlarını artırdılar. Devenin dokunulmadan yiyip içip serbestçe dolaşması istendiği halde, bir müddet sonra ayaklarından biçerek yıkıp boğazladılar. Salih (as.), oradan hicret etti, kavmi de olası bir volkanik sarsıntı ve şiddetli bir sesle helâk olup gitti.) [bk. 51/44; 26/158; 7/78]
(Semûd’un başşehri Hıcr idi. Medine’den Tebük’e giderken, şehrin kalıntılarına rastlanır. Burada konaklamak Hz. Peygamber’in tavsiyesi ile yasaktır. Semûd halkı burayı medeniyetin beşiği durumuna getirmişti. Fakat yoksullar barınacak ev bulamazken, zenginleri şımarıkça hünerlerini göstererek ihtiyaç dışı şatafatlı köşkler edinir ve gösteriş için anıtlar dikerlerdi. Maddî refah, onlara âhiretlerini unutturdu, onları putperest bir toplum haline getirdi ve küfür ve şirk bataklığına itti.)
74. “(Ey Semûd kavmi!) Düşünün ki vaktiyle (Allah) Âd (kavmin)den sonra size hükümranlık bahşetti, sizi yeryüzünde yerleştirdi; ovalarında köşkler edinip dağlarından evler oyar, (kayaları) yontardınız. Artık Allah’ın nimetlerini anın, (emirlerinden çıkıp) yeryüzünde ortalığı karıştırarak bozgunculuk yapmayın.”
75. Onun kavminden (iman etmeyip) büyüklük taslayanlar, içlerinden kendilerince zayıf (ve hor) görülen mü’minlere: “Siz Salih’in gerçekten Rabbi katından gönderilmiş (bir peygamber) olduğunu biliyor musunuz?” dedi(ler). (Onlar da:) “Doğrusu biz (ona ve) onunla gönderilenlere inananlarız.” dediler.
76. Büyüklük taslayan o kişiler: “Biz, sizin iman ettiğinizi inkâr edenleriz.” dediler.
77. Derken o (mucize olarak gönderilen) dişi deveyi ayaklarından biçerek öldürdüler[17] ve Rablerinin emrine isyan ettiler ve: “Ey Salih! Eğer sen gönderilen peygamberlerden isen bizi tehdit ettiğin (azâb)ı bize getir.” dediler.
78. Bunun üzerine onları şiddetli (bir sesle gelen) sarsılma yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü çök(üp cansız kal)ıverdiler.
79. (Salih de gördüğü dehşet verici manzara karşısında) yüzünü öteye çevirip: “Ey kavmim! Andolsun ki ben, size Rabbimin gönderdiği hükmü duyurmuş ve size (iyiliğiniz için) öğüt vermiştim. Fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz” dedi.
80. Lût’u da (gönderdik).[18] (O da) vaktiyle, kavmine demişti ki: “Sizden önceki âlemlerden hiç kimsenin yapmadığı bir fuhşu mu yapıyorsunuz?”
81. “Siz, kadınları bırakıp şehvetle erkeklere varıyorsunuz.[19] Doğrusu siz haddi aşan (azgın) bir kavimsiniz.”
82. Kavminin cevabı: “Onları (Lût ve yandaşlarını) kasabanızdan çıkarın. Herhalde onlar, fazlasıyla temiz olan insanlarmış!” demekten başka olmadı.
83-84. Biz de onu ve ehlini (aile ve taraftarlarını) karısı hariç kurtardık. Çünkü o, (gizli küfrü sebebiyle) geride kal(ıp helak ol)anlardan oldu. O sırada üzerlerine (felaket getiren) bir yağmur yağdırdık. İşte bak, günahkâr suçluların sonu nasıl oldu![20]
85. Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik, onlara şöyle) dedi: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin için O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil geldi: Ölçüyü ve tartıyı tam yapın, insanların eşyasını (haklarını) eksik vermeyin, (iman ve ilâhî adaletle) düzeltildikten sonra da yeryüzünde (tekrar saparak) bozgunculuk yapmayın. Eğer inanan kimseler iseniz, bunlar sizin için hayırlıdır.”[21]
86. “İman edenleri tehdit edip Allah yolundan alıkoyarak ve o yolu eğri göstermek isteyerek yol başına oturmayın (köşe başlarını tutmayın). Düşünün ki vaktiyle siz az idiniz de (Allah) sizi çoğalttı. Bakın (Allah’ın emirlerinden saparak) fesat çıkaranların sonu nasıl oldu!”
lttı. Bakın (Allah’ın emirlerinden saparak) fesat çıkaranların sonu nasıl oldu!”
87. “Eğer içinizden bir grup benimle gönderilene iman etmiş, bir grup da iman etmemişse, Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredin. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.”
(Hz. Şuayb’ın toplumdaki yaygın ticârî ahlâksızlık ve hilekârlığa engel olmaya çalışmasına ve onları ilâhî emre uyarak düzeltmek için uyarmasına rağmen, vurguncu menfaatperestler bir cephe oluşturup karşı çıktılar.)
88. Kavminden (iman etmeyip) büyüklük taslayan ileri gelenler: “Ey Şuayb! Seni ve seninle beraber iman edenleri ya kesinkes kasabamızdan çıkaracağız ya da kesinlikle milletimize (bizim yaşadığımız dinimize) dönersiniz.” dediler. O da: “Biz istemesek de mi?” dedi.
(Puta tapanlar/batıl dinliler, atalarından duyduklarını din kabul edip Allah’a ve O’ndan gelenlere teslimiyeti kabul etmediklerinden peygamberleri ve onlara inananları yurtlarından çıkarma/sınır dışı etme tehdidinde bulunmuşlardır. Halbuki onlar bilmiyorlar ki inananların vatanı, inancını rahatça yaşadığı her yerdir.) [krş. 8/30; 17/76; 63/8]
89. “(Sonra bilin ki) Allah bizi, (vahiyle o batıl dininize inanmaktan) kurtardıktan sonra, eğer sizin dininize dönersek, Allah hakkında yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz Allah’ın dilemesi dışında o (sizinki)ne dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz ancak Allah’a güvendik. Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında hak olan ne ise ona hükmet, sen hükmedenlerin[22] en hayırlısısın.”
91. Bunun üzerine onları müthiş bir deprem yakalayıverdi ve yurtlarında dizüstü çök(üp cansız kal)ıverdiler. [bk. 11/84-95]
92. Şuayb’ı yalanlayanlar… Sanki orada hiç oturmamış gibi oldular. Şuayb’ı yalanlayanlar var ya (işte) asıl zarara uğrayan onlar oldular.
93. Bunun üzerine (Şuayb), onlardan yüz çevirip: “Ey kavmim! Andolsun ki Rabbimin gönderdiği hükümleri size duyurmuştum ve size (iyiliğiniz için) öğüt vermiştim. Artık kâfir bir kavme ne diye üzüleyim?” dedi.
94. Biz, hangi diyara bir peygamber gönderdiysek, onun halkını, (inkârları yüzünden) ancak yalvarıp yakarsınlar diye, fakirlik ve sıkıntıyla yakalamışızdır.
95. Sonra bu kötülük/sıkıntı yerine iyilik (ve bolluk) getirdik. Nihayet çoğaldılar (ibret almak şöyle dursun, yine isyana başlayıp): “Babalarımızın başına da sıkıntı ve felaket, iyilik ve bolluk geldi (bunlar normal)” dediler. Bu sırada hiç hatırlarından geçmezken onları ansızın (azabımızla) yakalayıverdik. [krş. 7/130-131]
(Çağlar boyu otorite ve saltanatlarının elinden gideceğinden ve Allah’ın emirlerinin hâkim olacağından korkan Firavun ve benzerleri, peygamberleri kendilerine rakip, onlara inananları da potansiyel suçlu görerek onlara her türlü eziyeti reva görmüşlerdir. Halbuki yüce Allah kullarının din ve ahlâklarının bozulmasından ve onları kula kulluktan kurtarmak için emirlerini bildiren peygamberler göndermiştir. Ama onları dışlayan, emirleri kabullenmeyen, akıllarına, hevâlarına ve tâğûtlara tapan âsî kavimlere, ilâhî kanun gereği, bazen darlık, kuraklık, kıtlık ve afet şeklinde uyarılar gelmiş, fakat bunun karşısında, “Bunlar tabiat olayları/doğal afetlerdir.” deyip geçmişler, bazen de bolluk ve rahat verilince onun da bir imtihan olduğunu düşünmeyip şımarıp azmışlar, yüce Allah’ın takdirini, O’na sığınmayı , tevbe ve şükrü unutmuşlardır. Böylece de helak olup gitmişlerdir.)
96. Eğer o memleketlerin halkı, iman edip (Allah’a karşı inkâr ve isyandan) sakınsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden bolluk (kapı)larını açardık. Fakat (peygamberlerini) yalanladılar, biz de kazandıkları (günahları) yüzünden onları (azapla) yakaladık. [bk. 10/98; 34/34; 37/147-148]
97. (Yoksa o) memleketlerin (inkârcı) halkı geceleyin kendileri uyurken, azabımızın onlara
97. (Yoksa o) memleketlerin (inkârcı) halkı geceleyin kendileri uyurken, azabımızın onlara gelmesinden emin mi oldular?
98. Ya da o memleketlerin halkı kendileri oynayıp eğlenirken bir kuşluk vaktinde azabımızın onlara gelmesinden emin mi oldular?
99. Onlar, Allah’ın (azap) tuzağından (kurtulup) emin mi oldular? Fakat (nefislerine uyup) kendilerine yazık eden topluluktan başkası, Allah’ın (mühlet verdiği azap) tuzağından emin olmaz.
(Allah’a gönülden inananlar, O’nun azabından her an korkarlar ve O’na karşı her türlü saygısızlıktan kaçınırlar. Ancak inanmayanlar, Allah’tan korkmazlar ve O’nun emir ve yasaklarını hiçe saydıklarından kendilerini güvende zannederler. Halbuki afetlerin ne zaman ve nereye geleceği belli olmaz.) [bk. 7/4; 16/45]
100. (Önceki) sahiplerin(in helakin)den sonra, dünya mülküne vâris olanları şu (gerçek olaylar) yola getir(ip hâlâ uyandır)madı mı! Eğer biz dileseydik, günahları yüzünden onları felâkete uğratır ve kalpleri üzerine mühür basardık da onlar (hakikati) işitmezlerdi.
101. İşte o memleketler… Sana onların haberlerinden (bazısını) anlatıyoruz: Andolsun ki onlara peygamberleri açık deliller getirmişti. Fakat daha önce yalanladıkları şeylere iman edecek değillerdi. Allah kâfirlerin kalbini (küfürlerindeki inatları sebebiyle) işte böyle mühürler. [bk. 11/101-102; 17/15]
102. Biz, onların çoğunda (iman ve itaat) sözüne bağlılık bulamadık. Onların çoğunu gerçekten itaatten çıkmış kimseler bulduk.
103. Sonra onların (o peygamberlerin) ardından Musa’yı[23] âyetlerimizle (mucizelerimizle) Firavun’a ve onun ileri gelen adamlarına gönderdik Onlar da (inkâr ederek) âyetlerimize haksızlık ettiler. Bak, fesat çıkaranların sonu nasıl oldu?
104. Musa dedi ki: “Ey Firavun! Muhakkak ki ben âlemlerin Rabbi katından (gönderilmiş) bir Resûlüm.”
105. “(Benim için) doğru olan görev, Allah’a karşı haktan başkasını söylemememdir. Doğrusu size, Rabbinizden bir âyet (peygamberliğime şahit bir mucize) ile geldim, artık İsrâiloğulları’nı benimle (Şam’a)[24] gönder.”
106. (Firavun) dedi ki: “Eğer bir âyet (mucize) ile geldiysen ve eğer doğru söyleyen birisi isen haydi getir de (göster) onu!”
16. (Musa:) “Siz ortaya koyun.” dedi. (Onlar ellerindeki ip ve sopaları) atınca, insanların gözlerini büyülediler. Onlara (kıvranıp gezinen büyük yılanlar gösterip) korku saldılar; büyük bir sihir (meydana) getirdiler.
117. Biz de Musa’ya: “Âsânı bırak.” diye vahyettik. Bir de ne görsünler; o, (sihirbazların) uydurup gösterdiklerini yakalayıp yutuyor (yok ediyor)du.
118. İşte gerçek meydana çıktı ve onların yaptıkları boşa gitti.
119. İşte orada yenildiler ve küçük düştüler.
(Çünkü batıl ve batıla dayalı şeyler, vahye dayalı hareketler karşısında eriyip yok olurlar. Fakat ortaya konulan hak, batıla bulanmış veya batılla karıştırılmışsa, hak olma özelliğini kaybedecek ve batıla tesir edemeyecektir. Eğer Hz. Musa da onların öğrendikleri düzen ve düzeneklere başvursa idi, yılanlar, toplanılan o meydanda birbiriyle boğuşurlardı. Fakat Hz. Musa vahye dayandığı için onların hepsi yenik düştüler.) [krş. 20/69; 21/29 ve 109. sûre]
120. Sihirbazlar (bu yenilgi üzerine) secdeye kapandılar.
121-122. “…Musa ve Harun’un Rabbi olan âlemlerin Rabbine iman ettik.” dediler.
123. Firavun dedi ki: “Ben size izin vermeden önce ona iman ettiniz ha! Şüphesiz bu, halkını
3. Firavun dedi ki: “Ben size izin vermeden önce ona iman ettiniz ha! Şüphesiz bu, halkını oradan çıkarmak için şehirde (aranızda anlaşarak) kurduğunuz bir tuzaktır. Yakında (başınıza neler geleceğini) bileceksiniz.”
124. “Mutlaka ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da hepinizi asacağım.” [krş. 5/33; 20/71]
125. (Onlar:) “Şüphesiz biz (her hâlükârda ölüp) Rabbimize döneceğiz.” dediler.
126. “Ve sen ancak, Rabbimizin âyetleri bize geldiğinde (onlara) iman ettik diye bizden intikam alıyorsun. Ey Rabbimiz! Üstümüze (bol) sabır yağdır, bizi müslümanlar olarak öldür.” dediler.
(İşte Firavun, Nemrut ve benzerleri, kendi otoritelerine ters düşenlere, vahye ve tevhide tâbi olanlara çeşitli cezalar uygulamışlardır. Çünkü bu tür kişiler, kendilerini rab yerinde gördüklerinden, gerek Allah’a ve Peygamber’e iman, gerekse onların emirlerine itaat, ancak kendi izinleri ölçüsünde olsun isterler (20/71). Her ne kadar bir zaman Fransız İhtilâli’nde “Sezar (Kral)’ın hakkı (hukuku) Sezar’a, Tanrı’nınki de Tanrıya göredir.” denmişse de Tanrı’nın haklarını vermede/emirlerini yerine getirmede de yine kral tanrı durumuna geçen Sezar’ın izni geçerli olmuştur. Firavun ve ileri gelenlerinin korkuları, inananların çoğalması ve sistemlerinin çökmesinden ileri gelmektedir. Çok kimse, sihirbazların bu iman cesaretini gösterememiştir.) [bk. 5/59; 9/74; 12/106 ve açıklaması; 20/70-74; 26/46-49; 85/4-8]
127. Firavun kavminin ileri gelenleri (Firavun’a): “Musa ve kavmini, bu yerde (Mısır’da) bozgunculuk etmeleri (senin rabliğini tanımayıp insanları senin aleyhine tahrik etmeleri), (Musa’nın da) seni ve (seni temsîlen dikilen ve tapınmalarına izin verdiğin)[26] ilâhları terk etmesi için mi bırakıyorsun?” dedi(ler. Firavun da:) “Oğullarını öldürteceğiz, kadınlarını sağ bırakacağız; elbette biz, onların üstünde otoriter (bir güc)üz.” dedi.
128. Musa, kavmine: “Allah’tan yardım isteyin ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah’ındır. Kullarından dilediğini ona mirasçı yapar. (Güzel) âkıbet (Allah’ın emirlerine) uygun yaşayanlar içindir.” dedi.
129. (Musa’ya iman edenler: “Ey Musa! Sen) bize (peygamber) gelmeden önce de, geldikten sonra da, bize (hep) işkence edildi.” dediler. (Musa: “Biraz sabredin,) umulur ki Rabbiniz, düşmanınızı yok eder, bu yerde (Mısır’da) sizi yerlerine hükümran yapar da nasıl hareket edeceğinize bakar.” dedi.
130. Andolsun ki biz, Firavun (ve) halkını, düşünüp ibret alsınlar diye, yıllarca kuraklık ve mahsul kıtlığı ile cezalandırdık. [krş. 2/49-50]
131. Onlara iyilik (bereket) gelince: “Bu bizim (hakkımız)dır.” der
1. Onlara iyilik (bereket) gelince: “Bu bizim (hakkımız)dır.” derler. Eğer onlara bir kötülük (kıtlık) ulaşırsa, Musa ile onun beraberinde olanları uğursuz sayarlar. Haberiniz olsun ki onların uğursuzluğu (amelleri sebebiyle) ancak Allah katındandır. Fakat çokları (Allah’a ve dinine karşı tavır aldıklarından asıl uğursuzluğun kendilerinde olduğunu) bilmezler (inananları küçültücü çeşitli isimlerle yaftalarlar). [krş. 7/95-96]
132. (Firavun’un yandaşları, Musa’ya:) “Bizi büyülemek için bize her ne delil (mucize) getirirsen getir, biz sana inanacak değiliz.” dediler.
133. Bundan dolayı (Musa da onlara beddua etti. Biz de) onların üzerlerine ayrı ayrı âyetler (mucizeler) olarak tûfan, çekirge, haşerat, kurbağalar ve (sularına) kan gönderdik; yine de (iman etmeyip) büyüklük tasladılar ve suçlu/günahkâr bir toplum oldular.
134. Üzerlerine (bir de) o azap (felaketi) çökünce: “Ey Musa! Rabbine, sana verdiği söz (ve teminat) hürmetine, bizim için dua et. Eğer bu azabı bizden kaldırırsan, andolsun ki mutlaka sana iman edeceğiz ve mutlaka İsrâiloğulları’nı seninle beraber (Mısır’dan) göndereceğiz.” dediler.
135. Biz, erişecekleri boğulma vaktine kadar onlardan azabı kaldırdığımızda, derhal ahitlerini bozdular.
136. Biz de onlardan intikam aldık; âyetlerimizi yalan saydıkları ve onları umursamadıkları için kendilerini denizde boğduk.
137. Zayıf ve hor görülen (yahudi) kavmi(ni) de, içine feyz ve bereket verdiğimiz yerin (Şam’ın) doğu taraflarına ve batı taraflarına mirasçı kıldık. (Böylece eziyetlere) sabretmeleri yüzünden, Rabbinin İsrâiloğulları’na olan güzel sözü tamamen yerine geldi. Firavun ve kavminin yapmakta oldukları (köşkleri) ve yükseltmekte oldukları (binaları)nı da yıkıp harap ettik.
138. İsrâiloğulları’nı o denizden geçirdik de, (çölde) kendilerine mahsus putlara tapan bir kavme (Amalika kavmi) rastladılar. “Ey Musa! Onların ilâhları gibi bize de bir put/ilâh yap!” dediler. (Musa) dedi ki: “Hakikaten siz cahillik eden bir kavimsiniz.”
(Âyet-i kerîmede geçen olayın benzerleri her devirde, çeşitli şekillerde cereyan etmiştir. Artık günümüz dünyasında Allah’a inanmakla beraber açıktan açığa Allah’a ortak koşularak tapılan putlar pek kalmamış fakat bunun yerine, çağdaş birtakım putlar edinme yoluna gidilmiştir. Çünkü insanlar, çocuk veya ilkel insanlar gibi zihince küçük kaldıkları, gelişmedikleri müddetçe ancak gördüklerine inanmak veya inandıklarını görmek isterler, görünmeyen yüce şeylere pek akıl erdiremezler. Hatta inanıyor gibi olsalar da yine gözleri önünde dikilen put ve benzerlerine Allah’tan daha çok bağlanmak isterler (2/165). Bunun içindir ki Hz. Musa’nın kavmi de gözlerinin önünde tapınacakları bir put istemişlerdi.)
139. (Musa dedi ki:) “Şüphesiz bunların içinde bulundukları (din) yıkılmıştır, (ibadet diye) yaptıkları şey de boşunadır.”
140. “O (Allah), sizi âlemlere üstün kılmışken ben size ilâh olarak Allah’tan başkasını mı arayayım?” dedi.
141. (Ey İsrâiloğulları!) Hani sizi Firavun (ve) yandaşlarından kurtarmıştık. Oysa, onlar sizi azabın en kötüsüne uğratıyorlardı; oğullarınızı öldürüp kadınlarınızı (kızlarınızı) da sağ bırakıyorlardı. Bunda, Rabbinizden size, büyük bir imtihan vardı. [bk. 2/49; 7/127]
142. Musa ile, otuz gece[27] (için) sözleştik ve onu, bir on (gece ilâvesi) ile tamamladık. Böylece Rabbinin tayin ettiği vakit, kırk gece olarak tamamlandı. Musa (ayrılırken) kardeşi Harun’a: “Kavmim içinde benim yerime geç/vekilim ol, (onlara tebliğ et ve yumuşaklıkla)[28] ıslaha çalış, bozguncular(dan yana olup onlar)ın yoluna gitme!” demişti.
143. Musa (ibadet için) tayin ettiğimiz vakitte gelip Rabbi ona (hâtiften ilâhî kelâm ile) konuşunca (Musa): “Rabbim! Bana (kendini) göster, sana bakayım.” dedi. (Allah): “(Sen dayanıp da dünya gözüyle)[29] beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde kalırsa sen de beni göreceksin.” buyurdu. Rabbi(n cemâli) o dağa tecelli edince, onu yerle bir ediverdi ve Musa baygın olarak yere düştü. Ayılınca: “Seni tenzih ederim (sen yücesin, bu sözümden dolayı), sana tevbe ettim ve ben iman edenlerin ilkiyim.” dedi.
44. (Allah) buyurdu ki: “Ey Musa! (Verdiğim) elçilik (görev)lerimle ve seninle konuşmamla seni (zamanındaki) insanların üzerine seçkin kıldım; sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol!”
145. Biz, ona, (Tevrat’a ait) levhalarda (zamanıyla ilgili) her şeyin bir açıklamasını yazdık: “Bunları kuvvetle (sımsıkı, önem vererek) tut, kavmine de emret, onları en güzel şekliyle tutsunlar. Size, fâsık (Allah’ın emrinden sapan)ların yurdunu (nasıl harap ettiğimi de ibret almanız için) göstereceğim.” (dedik). [bk. 19/12]
146. Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları âyetlerim(i anlamak)tan uzaklaştıracağım. Onlar her türlü mucizeyi görseler de ona inanmazlar, doğru yolu görseler, onu yol edinmezler; (fakat) azgınlık yolunu görürlerse, yol olarak onu edinirler. Bu, onların âyetlerimizi yalanlamalarından ve onlar(ı anlamak)tan gafil olmalarındandır.
147. Âyetlerimizi ve âhirete kavuşmayı yalanlayanlar var ya, onların bütün işledikleri boşa gitmiştir. Onlar, yapmakta oldukların(ın karşılığın)dan başka bir şeyle mi cezalandırılırlar? (Hayır ancak onunla.)
148. Musa’nın (Tûr’a gidişi, otuz günü geçince) ardından kavmi, ziynet takımlarından (eriterek tapınmak için canlıymış gibi) böğüren bir buzağı heykeli edindiler. Onun kendileriyle konuşmadığını ve onlara bir yol da gösteremeyeceğini görmediler mi? (Böyle iken Sâmirî’nin başkanlığında) onu (ilâh) edindiler ve zalimlerden oldular.[30]
149. (Buzağıya tapmaktan) çok pişmanlık duyup[31] da kendilerinin hakikaten saptıklarını görünce: “Eğer Rabbimiz bize acımaz ve bizi bağışlamazsa mutlaka ziyana uğrayanlardan oluruz.” dediler.
150. Musa kavmi(nin bu hali)ne kızgın ve üzgün olarak dönünce, (Harun’a): “Ben (gittik)ten sonra, benim arkamdan ne kötü işler yaptınız! Rabbinizin emrini (beklemeye tahammül göstermeyip dininizi değiştirmekte) acele ettiniz ha?” dedi. (Tevrat) levhaları(nı öfkesinden yere) bıraktı ve kardeşinin başından (saçından) tutup kendine doğru çekmeye başladı. (Kardeşi Harun): “Ey anamın oğlu! Bu kavim beni zayıf görüp küçümsedi, az kalsın beni öldürüyorlardı. (Böyle yaparak) düşmanları bana güldürme ve beni bu zalimlerle beraber tutma.” dedi.
151. (Musa üzülerek:) “Ey Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla, rahmetine bizi de dahil et, sen merhametlilerin en merhametlisisin.” dedi.
152. Buzağıyı (ilâh) edinenlere (gelince), hiç şüphesiz, onlara Rablerinden bir gazap ve dünya hayatında da bir aşağılanma erişecektir. İşte biz, yalan uyduranları böyle cezalandırırız. [bk. 20/85-97]
153. Kötülükleri işleyip de sonra ardından tevbe eden ve iman edenler(e karşı) muhakkak ki Rabbin bundan sonra elbette çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.
154. Musa’nın öfkesi (geçip) sakinleşince, (yerden) levhaları aldı. Onların bir nüshasında (şu vardı): “Hidayet ve rahmet, Rablerin(e karşı gelmek)den korkan kimseler içindir.”
155. Musa (buzağıya tapan arkadaşları namına af dilemek üzere tekrar) tayin ettiğimiz vakit(te buluşmak) için,[32] kavminden yetmiş adam seçti de (onlar, Allah’ın Musa ile olan konuşmasını işitmelerine rağmen, ancak Allah’ı görünce inanacaklarını söylemeleri üzerine) onları bir sarsıntı (zelzele) tutunca (yıkılıp bayıldılar. Musa) dedi ki: “Yâ Rabbi! Eğer dileseydin onları da, beni de daha evvel helak ederdin. İçimizdeki birtakım beyinsizler yüzünden bizi de mi helak edeceksin? Bu senin imtihanından başka (bir şey) değildir. Onunla dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim velîmizsin, artık bizi bağışla ve bize merhamet et. Sen bağışlayanların en hayırlısısın.” [bk. 2/55]
(Âyet-i kerîmede geçen yahudiler gibi, her devirde bir kısım insanlar, Allah’a samimi olarak dönmeye ve emirlerine teslimiyete çağırıldıkları zaman, içlerindeki putları kıramayan ve görsel putlara rağbet edenler bir bahane bulup yan çizerler ve âsîliklerine devam ederler. Bunlara karşılık mü’minler: “İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizi de helak etme Allah’ım.” diye dua etmelidirler.)
156. “Bize hem bu dünyada hem de âhirette iyilik nasip et. Şüphesiz biz (tevbe edip) sana yöneldik.” (dedi). (Allah) buyurdu ki: “Ben, (amellerine göre) dilediğim kimseyi azâbıma uğratırım. Rahmetim ise her şeyi kuşatır, onu muttakî olan (Allah’ın emrine uygun yaşayan/karşı gelmekten sakınan)lara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara nasip edeceğim.”
(Bu âyetlerin inmesi üzerine yahudiler,“Biz, Allah’ın âyetlerine yani Tevrat’a iman etmekte ve zekâtı da vermekteyiz. Onun için Allah’ın rahmetine biz dâhiliz.” dediler. Bunun üzerine yüce Allah, artık bunun böyle olmadığını, kim Resûlü Muhammed’e ve ona indirilen Kur’an’a iman edip uyarsa, ancak onların saadete erip cennete gireceğini aşağıdaki âyetle bildirdi. Bu böyle olunca hiç kimse, kimseye bu şartların dışında cennet sözü verme tasarrufunda bulunamaz.)
157. O (Ehl-i Kitab ola)nlar ki yanlarındaki Tevrat ve İncil’de (adını ve özelliğini) yazılmış olarak bulacakları, ümmî[33] peygamber olan (son) Resûl (Muhammed)’e uyarlar.[34] O (Peygamber), onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder. Onlara temiz/hoş şeyleri helal, (kendilerince helal saydıkları veya amel olarak) pis ve murdar şeyleri de haram kılar.[35] Onlar(ın sırtın)dan ağır yükü ve üzerlerinde olan zincirleri (zor teklifleri) kaldırır. Artık ona inanan, ona hürmet eden, ona yardım eden ve onunla beraber indirilen nura (Kur’an’a) uyanlar var ya, işte (dünya ve âhirette) kurtuluşa erenler sadece onlardır. [bk. 2/146]
158. (Resûlüm!) De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben, Allah’ın sizin hepiniz için (gönderilen) peygamberiyim. O (Allah) ki göklerin ve yerin mülkü ve hükümranlığı kendisinindir. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, hem diriltir hem öldürür. O halde Allah’a inanın; Allah’a ve O’nun sözlerine inanan, ümmî peygamber Resûlü’ne de inanın. Ve ona uyun ki doğru yolu bulasınız.”[36] [bk. 2/107; 34/28]
159. Musa’nın kavminden de (halkı) doğruya çağıran ve onunla adaleti sağlayan bir cemaat var(dı). [bk. 2/146]
160. Biz onları (İsrâiloğulları’nı)[37] ayrı topluluk halinde on iki kabileye ayırdık. Kavmi (Tîh çölünde), kendisinden su isteyince, Musa’ya: “Âsân ile taşa vur.” diye vahyettik. (Vurunca) ondan on iki pınar (su) fışkırdı. (Kabilelerden) herkes, su içecekleri yeri bildi (krş. 2/60). Bulutu da üzerlerine gölge yaptık ve onlara, kudret helvası ile bıldırcın eti indirdik. “Size verdiğimiz rızkın temiz ve helallerinden yiyin.” (dedik). Onlar (sapmakla), bize değil, fakat kendilerine zulmediyorlardı.
161. O zaman onlara: “Şu kasabada yerleşin, dilediğiniz yerde on(un nimetlerin)den yiyin. ‘Affet’ deyin ve (şehrin) kapısından baş eğerek (hürmet içinde tevâzû ile) girin ki sizin hatalarınızı bağışlayalım; iyilik (ve iyi hareket) edenlere (mükâfatı) daha da artıracağız.” denilmişti. [krş. 2/58]
162. Ne var ki aralarındaki zalimler, (af dilemeleri için söylediğimiz) sözü (tahrif edip) kendilerine söylenenden başka hâle soktular. Biz de (böyle) haksızlık ettiklerinden dolayı üzerlerine gökten iğrenç bir azap (vebâ) indirdik. [krş. 2/59]
163. (Resûlüm!) Onlara, deniz kıyısındaki o kasaba[38] (nın başına gelen felaket)i sor. (Hani onlar, Allah yasak ettiği halde), Cumartesi gününde (balık avlama yasağını dinlemeyip) haddi aşıyorlardı. Çünkü (onların, ibadete saygı gösterip tatil yaptıkları) Cumartesi günü, balıklar sürüler halinde meydana çıkarak onlara doğru gelirlerdi. Cumartesi dışındaki günlerde ise gelmezlerdi. İşte itaatten çıkmaları sebebiyle, biz onları böyle imtihan ediyor (belaya uğratıyor)duk.
(Yahudilerden bir kısmı, Allah’ın emirlerini dinlemeyip yasaklarını çiğniy
(Yahudilerden bir kısmı, Allah’ın emirlerini dinlemeyip yasaklarını çiğniyorlardı. Bir kısmı bunları görüp hiç ses çıkarmıyor, bir kısmı da onları ikaz ediyordu. Fakat ertesi gün onları, yine aynı halde gördükleri halde onlarla oturup yiyip içip sohbet ediyorlardı. İşte onlardan bir kısmı Allah’ın cezası olarak rivayete göre şeklen veya rûhen maymuna dönüşmüşlerdir (7/166). Bedenen dönüşmüş olanlar üç gün sonra ölmüşlerdir. Rûhen maymuna dönüşenler ise, onlar gibi aç gözlü ve taklitçi olanlardır[39] (2/65). Bu anlamda her devirde nefislerinin esiri olan insanlar, taşkın hareket ve davranışlarıyla rûhen çeşitli hayvanlara dönüşmüş görünümdedirler. Bu anlamda, “İnsanlaşan hayvan olmamıştır, ama hayvanlaşan insan çok olmuştur.” Netice olarak, Cumartesi ibadetini bırakıp Allah’ın yasakladıklarını çiğnemekle meşgul olanlar ve onları meşrulaştıranlar maddeten ve mânen cezaya uğratılmışlardır. Müslümanlara da Allah, Cuma vaktinde ticareti (kazancı) bırakmayı emretmiştir.) [bk. 62/9]
164. Hani içlerinden bir cemaat: “Allah’ın yok edeceği veya (âhirette) şiddetli bir azaba çarptıracağı bir kavme niçin öğüt veriyorsunuz?” dedi. (Öğüt verenler de: “Vazifemizi yapmış olmakla) Rabbinizce mazur görülmek için, bir de belki onlar, ‘Allah’ın emrine uygun yaşayıp karşı gelmekten sakınırlar’ diye (öğüt veriyoruz).” dediler.
165. Onlar, kendilerine verilen nasihatleri unutunca, biz de kötülükten menetmeye çalışanları kurtardık, zalimlik yapanları da ‘Allah’ın emrinden sapmalarından’ dolayı şiddetli bir azap ile yakaladık.
166. Onlar yasak edilen şeylerden (vazgeçmeyip) haddi aştıkları zaman kendilerine: “Aşağılık
166. Onlar yasak edilen şeylerden (vazgeçmeyip) haddi aştıkları zaman kendilerine: “Aşağılık maymunlar olun.” dedik. [krş. 2/65; 5/60; 7/163]
167. (Resûlüm!) O vakit, Rabbin, kıyamet gününe kadar onlara en kötü eziyeti yapacak kimseleri, mutlaka göndereceğini bildirmiştir. Şüphesiz Rabbin cezayı çok çabuk verendir. Hem de O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
168. Biz, onları yeryüzünde parça parça topluluklara ayırdık. Onların içinde iyi olanlar da var, aksine (küfür ve fâsıklıkta) olanlar da var. (Biz,) onları belki (iyiliğe) dönerler diye hem iyiliklerle hem de (kıtlık ve sıkıntı gibi) kötülüklerle imtihan ettik.
169. Nihayet onların ardından yerlerine birtakım (kötü) kimseler geldi ki (onlar), Kitab’a (Tevrat’a) mirasçı oldular, şu en değersiz/aşağılık (dünya)nın malını (haksız ve yanlış hüküm verme karşılığında değişip) alırlar ve: “Biz (nasılsa) bağışlanacağız.” derler. Kendilerine ona benzer bir mal/menfaat daha gelse onu da alırlar. Onlardan, Allah hakkında hakikatten başkasını söylemeyeceklerine dair Kitab üzerine kuvvetli söz alınmamış mıydı? (Evet alınmıştı.) Halbuki onlar, onun içindekini de (durmadan) okumuşlardı. Âhiret yurdu, ‘Allah’ın emrine uygun yaşayan/günahlardan sakınanlar’ için daha hayırlıdır. Hâlâ (akıllanıp) düşünmeyecek misiniz?
170. Kitab’a sımsıkı sarılan (Kur’an’ın hükümlerine göre hareket eden) ve namazı dosdoğru kılanlara gelince, şüphesiz biz böyle iyiliğe çalışanların mükâfatını zâyi etmeyiz.[40]
171. Bir zaman (Tûr) dağı(nı tehdit için İsrâiloğulları’nın) başlarının üstüne sanki bir gölgelik gibi (yerinden) kaldırmıştık. Onlar da hakikaten onun üzerlerine düşeceğini sanmışlardı. (İşte bu sırada:) “Size verdiğimiz (Kitab’)ı kuvvetle tutun, onda olanı düşünün ki bu sayede (Allah’tan korkar, günahlardan) sakınırsınız.” (demiştik). [krş. 2/93; 4/154]
172. (Resûlüm!) Hani Rabbin, Âdemoğulları’ndan, onların (gelmiş gelecek) zürriyetlerini, sırtlarından (sulblerinden zerreler halinde)[41] al(ıp çıkar)mış ve onları, kendilerine şahit tutarak: “Ben sizin, Rabbiniz değil miyim?” (demişti.) Onlar da: “Evet (Rabbimizsin), şahit olduk.” demişlerdi. (Bu da dünyada kâfirliğe sapıp da) kıyamet gününde: “Biz bundan habersizdik.” dememeniz içindir.
173. Yahut: “(Ne yapalım) ancak daha evvel babalarımız (Allah’tan başkasına bağlılık göstererek O’na) ortak koşmuşlardı. Biz ise ancak onlardan sonra (gelen ve onlara uyan) bir nesil olduk. Batıl yoldan gidenlerin işledikleri (günahlar) yüzünden bizi de helak edecek misin?” dersiniz diyedir.
174. İşte onlar (doğru yola) dönsünler diye; âyetleri böyle, geniş geniş açıklıyoruz.
175. (Resûlüm!) Onlara (o yahudilere) şu kimsenin haberini oku ki biz ona âyetlerimizi vermiştik de o bunlardan sıyrılıp çıktı (küfre meyletti). Böylece şeytan onu peşine taktı, o da azgınlardan biri olup çıktı.
(Bu âyetteki adam, rivayete göre Bel’am b. Baûrâ olup İsrâiloğulları’ndan bilgin ve duâsı kabul olunan bir kimse idi. Bunun bulunduğu şehir halkı kâfir olduğu için Hz. Musa’nın getirdiği şeriate karşı çıkmışlar, Hz. Musa da onlarla savaşmıştı. Halktan ileri gelenler buna gelerek Hz. Musa ve kavmi aleyhinde bulunmasını ve beddua etmesini istediler. Önce razı olmamıştı. Fakat kendisine birtakım dünyalıklar verilince, biraz da pohpohlanınca mü’minlerin aleyhinde olmaya ve beddua etmeye başladı. Bunun üzerine yüce Allah tarafından ilmi kendisinden alınarak dili (aşağıdaki âyette misal verildiği gibi) göğsüne kadar uzayıp sarkmış ve böylece cezasının bir kısmı daha dünyada iken verilmişti. İşte böyle şan, şöhret ve mevki elde etme uğruna dinini satanlara “Bel’am” sözü darb-ı mesel olmuştur.)
176. Eğer dileseydik onu, âyetler ile (iyiler derecesine) yükseltirdik. Fakat o, yere (aşağılık dünyaya) meyletti ve hevesinin peşine düştü. Artık onun durumu köpeğin hali gibidir ki üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, kendi haline bıraksan da yine dilini çıkarıp solur (aşağılık bir haldedir). İşte âyetlerimizi yalanlayanların durumu budur. (Onlara) bu hadiseyi anlat; olur ki iyice düşünür (öğüt alır)lar.
177. Âyetlerimizi yalanlayıp (bu suretle) sadece kendi kendilerine yazık eden toplumun durumu ne kötüdür!
78. Allah kime hidayet ederse, işte o, doğru yolu bulmuştur. Kim de sapıklık yaparsa, işte onlar asıl zarara uğrayanların ta kendileridir.
179. Andolsun ki biz, cin ve insanlardan birçoğunu cehennemlik kıldık;[42] çünkü onların kalpleri vardır, onlarla (ilâhî hakikatleri) anlamazlar; gözleri vardır, onlarla (İslâm’a ait gerçekleri) görmezler; kulakları vardır, onlarla (İslâm’a dair emirleri) işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler, hatta daha aşağı/daha şaşkındırlar.[43] İşte onlar, (düşünce, inanç ve yaratılış gayesinden ve Allah’a kulluktan) gafil olanların ta kendileridir. [krş. 8/22; 25/44; 32/13; 51/56; 67/2; 95/5]
180. Esmâü’l-Hüsnâ (en güzel isimler) ancak Allah’ındır.[44] O halde O’na, onlarla dua edin. O’nun isimleri hakkında eğriliğe sapanları terk edin. Onlar yapmakta olduklarıyla cezalandırılacaklardır.
181. Yarattıklarımız içinde (öyle) bir ümmet vardır ki (batıla bulanmış ve batıl birlikteliğinde olmayarak) hak ile rehberlik ederler ve onunla adaleti sağlarlar. [krş. 2/42]
182. Âyetlerimizi yalanlayanları ise bilemeyecekleri yerden kademe kademe helake yaklaştıracağız.
183. Onlara (görünüşte) mühlet veririm (diledikleri gibi yaşarlar), fakat benim tuzağım (lütuf zannettikleri kahrım)[45] çok şiddetlidir.
184. Onlar hiç düşünmediler mi ki, arkadaşları (Muhammed’)de hiçbir delilik yoktur. O, ancak (dünya ve âhiret azabı hakkında) açık bir uyarıcıdır.
185. Onlar, göklerde ve yerdeki (Allah’ın) hükümranlığ(ın)a, Allah’ın yarattığı herhangi bir şeye, hiç olmazsa ecellerinin gerçekten yaklaşmış olabileceğine hiç (ibretle) bakıp düşünmezler mi? Onlar bundan (Kur’an’dan) sonra hangi söze inanacaklar?
186. Allah, kimi (kötü amellerinin sonucu olarak) sapıklıkta bırakırsa,[46] artık onu doğru yola getirecek yoktur. Ve onları, azgınlıkları içinde şaşkın bir halde bırakır.
187. (Ey Resûlüm!) Sana: “Onun gelip çatması ne zaman?” diye, (kıyamet) saat(in)den soruyorlar. De ki: “Onun ilmi ancak Rabbimin yanındadır. Onun vaktini O’ndan başkası açıklayamaz. O (kıyamet vakti), göklere de yere de ağır gelmiştir. O size ancak ansızın gelecektir.” Sanki sen kesin biliyormuşsun gibi, onu sana soruyorlar. De ki: “Onun ilmi ancak Allah’ın yanındadır; fakat insanların çoğu (böyle olduğunu) bilmezler.”
188. De ki: “Ben, Allah’ın dilemesi dışında kendime ne bir fayda ne de bir zarar verme (gücüne) sahibim. Eğer ben gaybı bilseydim elbet daha çok hayır yapmak isterdim ve bana kötülük de dokunmazdı. Ben, ancak inanan bir kavme, bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.”
189. Sizi bir tek nefisten (Âdem’den) yaratan, (gönlü) onunla huzur bulsun diye eşini de o(nun özünden/cinsi)nden var eden O’dur.[47] (Âdem) eşi (Havva) ile birleşince o hafif bir yük yüklendi (hamile kaldı), bir müddet bununla geçti. (Gebeliği) ağırlaşınca ikisi de, Rableri olan Allah’a: “Eğer bize düzgün/kusursuz bir çocuk verirsen andolsun ki mutlaka şükredenlerden olacağız.” diye dua ettiler.
190. Fakat (Allah) onlara bir düzgün (çocuk) verince, (sonraki insanlar, Allah’ın) kendilerine verdiği (çocuk hakkı)nda O’na ortaklar koşmaya başladılar. Allah ise onların ortak koştuğu şeylerden yücedir.
(Müşrikler çocuklara “Abdullah” ismi yerine “Abdüluzzâ” (Uzzâ’nın kulu) gibi isimler vererek onları putlara nispet ettiler. Hıristiyanlar Hz. İsa’ya, yahudiler de Hz. Üzeyr’e “Allah’ın oğlu” dediler, onlara bağlanıp taptılar. Böylece şirke düştüler. Bazı müslümanların da çocuklarının olması hususunda: “Falanca türbeye gittim de çocuğum oldu.” gibi sözleri veya Allah’ın izni ile demeyerek, Allah’a sığınmaya lüzum görmeyerek: “Bu işi ancak ben yaparım veya falanca yapar.” demeleri de gizli şirk cümlesinden sayılmıştır.)
191. Hiçbir şey yaratamayan ve kendileri yaratılmış olanları (Allah’a) ortak mı tutuyorlar?
(Allah’ın yarattıklarını yüceltip ilâhlaştırıyorlar, Allah’a yapılacak tâzimi ona yapıyorlar.) [bk. 2/165]
192. (O tapılanlar,) ne o (tapa)nlara bir yardım edebilirler, ne de kendilerine yardımları olur!
193. (Ey mü’minler!) Eğer onları (müşrikleri) doğru yola (İslâm’a) çağırırsanız, size uymazlar. Onları ha çağırmışsınız, ha (çağırmayıp) susmuşsunuz, size karşı (durumları) birdir.
194. (Ey müşrikler!) Allah’tan başka taptıklarınız, sizin gibi kullardır.[48] Eğer, (onların ilâh olduğu hakkında) doğru söylediğiniz iddiasında iseniz, haydi onları çağırın da siz(in istekleriniz)e karşılık versinler!
195. Onların yürüyecekleri ayakları mı, yoksa tutacakları elleri veya görecekleri gözleri yahut işitecekleri kulakları mı var? (Resûlüm!) De ki: “(Eğer varsa) çağırın (tapınmada) ortak (koştuk)larınızı, sonra bana (istediğiniz) hileyi düşünün, bana göz bile açtırmayın!”
196. Şüphesiz ki Kitab’ı (Kur’an’ı) indiren benim velîm (dostum ve sığındığım) Allah’tır ve O, (bütün) iyi kimselerin velîsidir (onları görüp gözetir).
197. O’ndan başka taptıklarınız (ve sığındıklarınız), ne size yardım edebilir ne de kendilerine yardımları olur.
198. Onları doğru yola çağırsan duymazlar. Onların sana baktıklarını görürsün; ama aslında onlar görmezler.[49]
199. (Resûlüm!) Affetme yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir (kendini bilmezlerin söz ve hareketlerine karşılık verme).
00. Şeytandan bir vesvese seni dürterse hemen Allah’a sığın Çünkü O, (her şeyi) hakkıyla işitendir, bilendir. [krş. 7/27; 27/24; 35/6]
201. Takvâya erenler (Allah’ın emirlerine uygun yaşayanlar) var ya, onlara şeytandan bir vesvese dokunduğunda, (Allah’ın emirlerini) hatırlayıp, hemen hakikati görürler.
202. (Şeytanların) yandaşlarına[50] gelince, (şeytanlar) onları sapıklığa çekerler, sonra da yakalarını bırakmazlar.
203. Onlara (istedikleri) bir âyet (mucize) getirmediğin zaman: “Onu da kendin derleyip getirseydin ya!” derler. De ki: “Ben, ancak Rabbimden bana vahyedilene uyarım. Bu (Kur’an), Rabbinizden gelen açık delillerdir, iman eden bir toplum için de yol gösterici ve rahmettir.”
204. Kur’an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki merhamete eresiniz.
(Kur’ân-ı Kerîm’den fikren ve zikren faydalanmak, aynı zamanda ona hürmet ve saygı göstermek için Kur’an okunurken susmak ve dinlemek gerekir. Hasan-ı Basrî’ye ve Zâhirîler’e göre âyetteki “dinleyin ve susun” lafızları birer emir olup mutlaktır ve mânası umûmîdir. Bu itibarla gerek namazın içinde gerek namazın dışında okunan Kur’an’ı dinlemek ve susmak vâciptir. Fahreddîn-i Râzî ve Hazîn tefsirlerinin beyanı da böyledir. Aynı zamanda bu, mü’min olmanın bir alâmeti (8/2); aksi ise inkârcıların hallerine benzemektir (41/26). Bu konuda “Namaz dışında okunan Kur’an’ı dinlemek müstehaptır.” diyenler de vardır. Dinleme edebi ile ilgili gerekli hassasiyeti göstermek kaydı ile uygun şart ve mekânlarda elektronik cihazlardan istifade ile Kur’an dinlemek de caizdir.)
205. Rabbini, içinden yalvararak, korkarak, yüksek olmayan (hafif) bir sesle sabah ve akşam
205. Rabbini, içinden yalvararak, korkarak, yüksek olmayan (hafif) bir sesle sabah ve akşam zikret/an, gafillerden olma!
206. Şüphesiz ki Rabbin katındaki (melek)ler, O’na kulluk etmek hususunda kibirlenmezler, (daima) O’nu tesbih ve yalnız O’na secde ederler.[51]
[1] Çünkü Allah’ın emirlerine karşı olan işlerde hiç kimseye itaat edilmez (Münâvî, VI, 432).
[2] Kalpte Allah’ın emri yerine, nefsin emri (heva ve heves) hâkim olursa insan ziyana uğrayanlardan olur (Mukâtil, s. 89).
[3] bk. 57/25.
[4] Câhiliye döneminde Araplar, “içinde günah işlediğimiz elbiselerimizle tavaf etmeyiz” diyerek Kâbe‘yi çıplak tavaf ederlerdi. Bu âyet, bu hâdise hakkında nâzil oldu (Beydâvî).
[5] Âyet-i kerîmede Allahu Teâlâ, temiz ve güzel olan helal yiyecekleri ne kendine yasaklayarak riyâzete çekilmeyi, ne de aşırı yiyip içerek/israf etmeyi ve haddi aşmayı istiyor, itidâl üzere/dengeli olmamızı murad ediyor (17/27-29). Diğer taraftan insanın süsü olan elbiseleri de caiz olan ölçüler içinde giyinmemizi emretmekte, çul içinde ve hırpânî bir kılıkta gezmeyi veya câhiliyedeki gibi çıplaklığı yasaklamaktadır (33/59). Diğer bir husus da hiç kimsenin Allah’ın helal saydıklarını haram (yasak), haram saydıklarını helal (serbest) yapma yetkisi yoktur (9/31 ve açıklaması).
[6] Toplumsal ecel, toplumun özünü teşkil eden mânevî değer ve dinamiklerin kaybolup başka bir topluma dönüşmesiyle de olabilir.
[7] Böylece Cenâb-ı Hak, kim olursa olsun küfre sapanlara itaati ve onlara uymayı yasaklıyor. [bk. 7/24; 33/66-68]
[8] Âyetteki “el-cemel” kelimesi, kökü itibariyle hem deve hem de halat anlamına gelmektedir. Sahabe ve tâbiîn, halat ifadesini kullanmıştır. Zemahşerî de İbni Abbas’tan böyle rivayet ederek halat ile iğne arasındaki mecazın uygunluğunu ifade etmiştir. Bazı müfessirler deve ifadesini tercih etmişlerdir.
[9] Âyetteki “bulduk” kelimesi anlam kolaylığı için “gördük” olarak ifade edilmiştir.
[10] İbni Kesîr (Sâbûnî), II, 22.
[11] Âyetten anlaşıldığı üzere, hiçbir suret ve şekilde tekrar dünyaya dönüş yoktur.
[12] Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında bk. 41/9-12.
[13] Dînin kapsamına giren bütün emirler O’nun emirlerine uygun olmalıdır. [bk. 2/166-167; 4/48; 12/40; 95/8]
[14] Görülüyor ki fesat, Allah’ın koyduğu adalet ve düzeni bozmaktır (Mukâtil, s 134). [bk. 30/41]
[15] Âyet-i kerîmede, havadan ağır olduğu halde hemen düşmeyen nemlerin, ilâhî kanun gereği, yağmur halinde yağması için, önce rüzgarlarla bir araya getirilip yoğunlaştırıldığı, sonra yüce Allah’ın dilediği yere sevk edilip yağdırıldığı ve orada hayatî bir diriliş vesilesi olduğunun fizîkî bir tablosu sergilenmektedir. İşte burada olduğu gibi, ölüleri diriltmesi de O’nun için çok kolaydır. Bu âyet-i kerîmeden hareketle, ibret vesilesi olacak bir diğer husus da, mü’minler havadaki dağınık bulutlar gibi durmayıp da iman rüzgarıyla bir araya gelip yoğunlaşırlarsa o zaman bir yağış ve yeniden diriliş olacaktır.
[16] Allah’ın âyetleri karşısında mü’minle, münâfık ve inkârcıların hali, bu toprak cinslerine benzer (Beydâvî). Mü’min, yaşayışına Allah’ın emirlerini hâkim kılar; münâfık ve inkârcılar da sırf menfaatlerini, hevâ ve heveslerini hâkim kılarlar.
[17] “Akara”, bir hayvanı ayaklarını biçerek devirmek demektir.
[18] Hz. Lût, Hz. İbrahim’in kardeşi Harra’nın oğlu olup Sodom şehrine peygamber olarak gönderilmiştir (Kurtubî, VII, 243; Ahmet Cevdet Paşa, I, 8).
[19] Lût kavmi, daha önce hiçbir milletin yapmadığı bir fuhşu (homoseksüellik) yapıyordu.
[20] Allah’ın belirttiği küfür, fuhuş ve benzeri yasakları çiğneyenlerin ve diğer helak edilenlerin başlarına gelen cezalar, aklı olup da düşünenlere ibret olarak kâfî gelecektir.
[21] Medyen, Akabe Körfezi’nin doğusunda yer alan ve Hz. Şuayb’ın kavminin yaşadığı şehirdir.
[22] Âyette geçen “feth” kelimesi, açmak anlamına gelmekle beraber aynı zamanda hüküm mânasındadır. [bk. 32/18-19]
[23] Hz. Musa’nın M.Ö. 13. yüzyıl(ın 1200’lü yılın ortaların)da yaşadığı sanılmaktadır. Firavun, Mısır krallarına verilen addır. Kur’an’da sözü edilenin, mumyası da bulunmuş olan II. Ramses olduğu söylenir. [krş. 10/92]
[24] Celâleyn.
[25] Müşâverede kullanılan mecâzî emirdir.
[26] Elmalılı, IV, 113.
[27] Münâcaatının ve orucunun sonunda Tevrat’ın verilmesi ve ibadet için.
[30] Her devirde yeni Sâmirîler çıkmış, Allah’a karşılık ortaya koydukları kendi anlayışlarına insanları taptırmaya çalışmışlar hatta zorlamışlardır. Yahudilerin bu hareketi, onların maddeye tapmaları/maddeperestlikleri ve âhireti inkârlarının başlangıcı olmuştur. [krş. 20/87-88]
[31] “Sukıta fî yedihî” Arapça’da “çok pişman olmak” anlamına gelen mecâzî bir ifadedir (Sicistanî, s. 173).
[32] Tevrat’ta, tayin edilen vakit yerine toplanma çadırı ifadesi geçmektedir. [bk. Tevrat, “Sayılar”, 11/16-17]
[33] Burada ümmî lafzı, okur yazar olmayan anlamındadır. [bk. 29/48-49]
[34] Hz. Muhammed (sas.), Allah’ın kendisine kitap verilen elçisi olmak bakımından “Resûl,” halka Hakkın emirlerini tebliğ ve haber vermesi itibariyle “Nebî”dir. (Beydâvî).
[35] Âyet-i kerîmede geçtiği üzere, 2/173; 5/3; 6/145. âyetlerde geçen haramların dışında bildirilmeyen haram ve helal kapsamında olan şeyler hakkında hüküm koyma yetkisi, bu ve diğer (bk. 59/7; 5/92) âyetlerde Peygamberimiz’e verilmiştir. Âyet-i kerîmede pis ve murdar olarak bildirilenlerin neler olduğunu o açıklamıştır.
[36] Ehl-i Kitab olan yahudi ve hıristiyanlar, (bilgisi kendilerine ulaşmış mükellefler olarak) Hz. Muhammed’in peygamberliğini ve bütün insanlara gönderilmiş olduğunu bile bile kabul etmezlerse kâfir olurlar. [İbni Abidîn, IX, 16; XVII, 2; diğer âyetler için bk. 4/42; 6/33; 7/157-158; 10/2; 13/43; 47/2; 48/13]
[37] İsrâiloğulları, Hz. Yakub’un 12 oğlundan çoğalarak kabile haline gelmiştir.
[38] Medyen ile Taberîye arasında Şa‘b denizi yakınındaki Eyle (Eila) kasabasıdır. Medyen veya Taberîye de denilmiştir (Beydâvî; İzmirli, I, 294).
[39] Maymunlaşmanın rûhen olduğuna dair rivayetler varsa da bedenen olmasındaki delâlet daha açıktır (İbni Kesîr (Sâbûnî), II, 59-60; Mehmed Vehbi, V, 1789-1791).
[40] “Kur’an kitabımdır.” demek, onu sadece ölüye okumak ve evin en mûtenâ duvarına süslü kılıflar içerisinde asmakla değil, onun hükümlerini kişinin hayatına uygulamasıyla olur.
[41] Bu zerreler alabildiğine küçük olmasına rağmen son derece ilginçtir. Tıpkı bunun gibi, bütün insanların genleri bir araya gelse, bir toplu iğnenin başını geçmez (Bâr, s. 54).
[42] “Zera’e” fiilinin tefsirlerdeki “yarattık” ve “kıldık” anlamlarından, İslâm inancına da uygun olması için “kıldık” anlamını tercih ettik.
3] Kalbini Allah sevgisine, ilâhî emirlere, hak ve hakikatlere kapatmış, onun yerine maddeperestliği, şehvetperestliği, dünyaperestliği doldurmuş olanların diğer uzuvları da onları elde etmeye çalışır; hatta onların zarif giyinişi, ilgi çekici kibarlık ve nezaketi de çoğu kez bunun içindir. İnsanların, hayvanlardan daha şaşkın/daha aşağı oluşu, Allah’ın kendisine kulluk etmek için lütfettiği şuur ve sorumluluk duygusunu kaybetmiş olması dolayısıyladır. [krş. 8/22]
[44] “En güzel isimler” demek, “en güzel mânalara delâlet eden lafızlar” demektir. Sıfatları da buna dâhildir (Beydâvî).
[45] Beydâvî.
[46] Allah kulunu azdırmaz, saptırmaz, zulmetmez. Ancak kötü amellerin sonucu olarak Allah onu sapıklık hali üzere bırakır; bu da adaletinin gereğidir.
[47] Havva anamızın nasıl yaratıldığını bilmeye, aklımız ve ilmimiz yeterli değildir, biz ancak böyle inanırız. [bk. 4/1]
[48] “Taptığınız kullar” ifadesi, önünde âyin yapılan, kendisine yalvarılıp şikayet ve dileklerde bulunulan bütün varlıkları içine alır.
[51] Bu âyet-i kerîme Kur’ân-ı Kerîm’deki “secde” âyetlerinin birincisidir. Kur’ân-ı Kerîm’de 14 secde âyeti vardır. Bu âyetlerin tamamını veya bir kısmını yahut sadece mealini okuyan veya dinleyen kimsenin “Tilâvet secdesi” yapması gerekir. Bu secdeler Hanefî mezhebine göre vâcip, diğer mezheblere göre sünnettir.
(Allah, zât-ı ulûhiyetinde, mülkünde, kudretinde, hükmünde, hâkimiyetinde ve bütün sıfatlarında birdir. Eşi, dengi ve benzeri yoktur.
Bu sûrenin bir adı da Tevhid sûresidir. Bundan dolayı hadîs-i şerîfte, İhlâs sûresinin, Kur’an’ın üçte birine denk olduğu bildirilmiştir.)
[1] İncillere hıristiyanlarca yazılan: “Allah babadır, oğul Allah da İsa’dır.” şeklindeki küfür ve şirk inancı bu âyetle reddedilmiştir. Allah ezelî ve ebedîdir. O, ne doğmuş çocuk olarak aciz bir varlık ne de çocuğa muhtaç bir varlıktır. O, Samed’dir.
Medine döneminde nâzil olmuştur. 75 âyettir. 30-36 ve 64. âyetler Mekkî’dir. Enfâl, nefl’in çoğuludur, “harp ganimetleri” demektir.[1]
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
1. (Ey Resûlüm!) Sana harp ganimetleri hakkında sorarlar. De ki: “Ganimetler, Allah ve Resûl(ü’n)e aittir.[2] O halde, eğer (gerçekten) inanıyorsanız Allah’ın emrine aykırı davranmaktan sakının, aranızı düzeltin, Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin.”
2. (Gerçek anlamda) inananlar, ancak o kimselerdir ki Allah’ın adı anıldığı zaman yürekleri titrer, O’nun âyetleri kendilerine okunduğu zaman, (bu) onların iman (nur)larını artırır (kuvvetlendirir).[3] Ve (her işlerinde) ancak Rablerine güvenirler. [bk. 9/124]
3. Onlar namazlarını dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden (Allah yolunda) harcarlar. [bk. 2/3]
4. İşte bunlar gerçek mü’minlerdir. Rableri katında onlara hem dereceler, hem bağışlanma, hem de tükenmez/bol rızık vardır.
5. (Ganimetlerin taksiminden bazılarının hoşlanmayışı,) Rabbinin seni hak uğrunda (Bedir’de savaşmak için) evinden çıkardığı (zamanki) hâle benzer. (O zaman da) mü’minlerden bir kısmı (savaşa çıkmaktan) hoşlanmıyorlardı.
6. Hak (yolunda savaş gerçeği) apaçık ortaya çıktıktan sonra sanki onlar göz göre göre ölüme sevkediliyorlarmış gibi seninle (bu hususta) tartışıyorlardı.
7. Allah size iki tâifeden (Kureyş’in ya Şam’dan gelen ticaret kervanı veya silahlı birliklerinden) birinin muhakkak sizin olduğunu vaadettiği zaman, (siz) silahlı olmayanın kendinizin olmasını istiyordunuz. Allah da sözleriyle (bunun aksine), hakkı açığa vurmak ve kâfirlerin arkasını kesmek (için silahlı büyük kısımla savaşmanızı) istiyordu.[4]
8. (Bu,) o (müşrik olan) günahkârlar hoşlanmasa da hak (olan İslâm’)ı gerçekleştirmek ve batıl (olan küfrü ve şirk)i ortadan kaldırmak içindi.
(Resûlullah (sas.) ve ashâbından 312 kişi Bedir’e üç günlük mesafeden geldikleri zaman, müslümanları ortadan kaldırmayı planlayan müşrikler de, 950 kişilik teçhizatlı bir ordu ile Mekke’den çıkıp,on günlük mesafeden oraya gelmişlerdi. Bu savaş İslâm tarihinde iman ve küfrün ilk savaşıdır.)[5]
9. Hani siz (Bedir’de) Rabbinizden yardım istiyordunuz, O da: “Hiç şüpheniz olmasın ki ben size, birbiri ardınca gelen bin(lerce) melekle yardımcıyım.” diye duanızı kabul buyurmuştu.
(Resûlullah (sas.), gözyaşlarının dualarına karıştığı bir esnada: “Yâ Rabbi! Bir avuç müslüman ve bir avuç tevhid ordusu düşmana yenilir mahvolursa, yeryüzünde sana ibadet edecek ve senin emirlerini tebliğ edecek kimse kalmaz.” diyordu. Duasını bitirdikten sonra gölgelikten yüzü gülerek ve 54/45. âyetini okuyarak çıktı.)[6]
10. Allah bunu ancak bir müjde olsun ve kalpleriniz bununla güvene kavuşsun diye yapmıştı. Yardım/zafer ancak Allah katındandır. Şüphesiz ki Allah mutlak galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.
11. O zaman, (Allah) katından (verilen) bir güven olmak üzere sizi hafif bir uyku bürüyordu. Sizi tertemiz yapmak, (bulunduğunuz yerde suyun olmayışından dolayı) şeytanın pisliğini (vesvesesini) gidermek, kalplerinizi (ümitle Allah’a) bağlamak, ayakları(nızın altındaki kumları) pekiştirmek (ve sebatınızı sağlamak) için üzerinize gökten su indiriyordu.
12. O vakit meleklere Rabbin şöyle bildiriyordu: “Şüphesiz ben, sizinle beraberim, siz, iman edenlere dayanma gücü verin. Ben kâfirlerin yüreklerine korku salacağım, hemen vurun boyunlarının üstüne, vurun onların her parmağına.”
13. Bu da, onların Allah’a ve Resûlü’ne karşı gelmeleri sebebi iledir. Kim de Allah’a ve Resûlü’ne karşı gelirse, muhakkak Allah’ın (onlara) cezası çok şiddetlidir.
14. İşte (şimdi) onu tadın! Kâfirler için bir de (cehennem) ateşin(in) azabı vardır.
15. Ey iman edenler! (Savaşta) kâfirlerle, (onlar) toplu halde iken karşılaştığınız zaman, onlara arka(larınızı) dön(üp kaç)mayın!
16. (Düşmanı yanıltma ve onunla) tekrar muharebe için bir tarafa çekilen veya (hazırlık için) diğer bir bölüğe katılan hariç; kim o günde onlara arkasını döner (kaçar)sa, muhakkak o, Allah’tan bir gazaba uğrar, üstelik onun varacağı yer cehennemdir. O, varılacak ne kötü bir yerdir!
17. Onları siz (Bedir’de kendi kuvvetinizle) öldürmediniz; fakat onları Allah öldürdü. (Resûlüm! Bir avuç kumu) attığın zaman da sen atmadın; fakat Allah at(tırıp onları perişan ve mağlup et)ti. (Bu da) mü’minleri, katından (yaptığı) güzel bir imtihanla sınamak içindir. Şüphesiz ki, Allah (her şeyi) işitendir, bilendir.
(Resûlullah (sas.) dokuzuncu âyette geçtiği üzere duâasından sonra Hz. Cebrail’in söylemesiyle bir avuç kumlu toprak aldı: “Şâheti’l vücûh” (yüzleriniz kara olsun) diyerek müşriklere doğru fırlattı. Müşriklerden hiç kimse kalmadı ki o toprak ve kum, onların gözlerine, burun deliklerine ve ağızlarına gitmiş olmasın. Hepsi perişan oldu ve arkalarını dönüp kaçtılar.)[7]
19. (Ey kâfirler!) Eğer siz fetih/zafer istiyorsanız, işte size zafer (böyle aleyhinize) gelmiştir. Eğer (küfür ve düşmanlıktan) vazgeçerseniz, işte bu, sizin için daha hayırlıdır. Eğer tekrar savaşa dönerseniz, biz de döneriz. Topluluğunuz çok da olsa, sizden asla hiçbir şeyi savamaz. Muhakkak ki Allah, inananlarla beraberdir. [Son üç âyet ile krş. 7/179]
20. Ey iman edenler! Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin. (Kur’an’ı) işittiğiniz halde O’ndan yüz çevirmeyin.
21. Ve (samimi) dinlemedikleri halde: “Dinledik.” diyenler gibi olmayın.
22. Çünkü Allah katında yerde gezinen canlıların en kötüsü, aklını kullanıp (gerçeği) düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.
(Bu âyette verilen misal, Allah’ın âyetlerini duymak ve düşünmek istemeyenler içindir. Düşünmek, insana mahsus temel bir özelliktir. İnsanlık düşünmez hâle gelince biter; varlığının değeri yok sayılır. Duyup düşünen insan, gerçeği bulmaya, kendini ve gayesini bilmeye, söylemeye, gereğini de yapmaya çalışır. Peygamberimiz (sas.) de, “Kendini bilen Rabbini bilir.” buyurmuşlardır. Rabbini ve O’na kulluğunu bilemeyen ise henüz kalıp insanlığındadır. Kendi
ygamberimiz (sas.) de, “Kendini bilen Rabbini bilir.” buyurmuşlardır. Rabbini ve O’na kulluğunu bilemeyen ise henüz kalıp insanlığındadır. Kendi mahiyetini tanıyıp bilemeyen ve yüce Yaradıcı’sı ile münasebet kuramayan bahtı karalar, sırtlarında bir hazine taşıdıkları halde değerini bilemeyen, anlayamayan yük taşıyanlar gibi dünyadan göçüp giderler.) [krş. 7/179]
23. Allah, onlarda bir hayır olduğunu görseydi elbette onlara duyururdu. Ama onlara (hakkı) duyursaydı bile, onlar elbette yine yüz çevirerek dönerlerdi.
24. Ey iman edenler! (Peygamber,) sizi hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allah’a ve Resûlü’ne uyun.[8] Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer (sözünüzle niyetinizin aynı olup olmadığını bilir) ve siz, elbette yalnız O’nun huzurunda toplanacaksınız. [krş. 2/186]
25. (Ey inananlar!) Bir de öyle bir fitneden (günahlardan) sakının (ve sakındırın) ki o(nun cezası) sadece zulmedenlere isabet etmekle kalmaz (bütün toplumu perişan eder). Biliniz ki Allah elbette cezası çok şiddetli olandır.
(Görüldüğü gibi âyet-i kerîmede bir toplumda zulüm, şirk ve günahların işlenmesi ve bunlara karşı iyiliği emir ve kötülüğü nehiy görevinin yapılmamasından dolayı o beldede cezanın umûma geleceği bildirilmektedir.)
26. O zamanı da hatırlayın ki yeryüzünde (Mekke’de) zayıf ve (hakîr) görülen bir azınlıktınız. İnsanların sizi kapıp (esir) götürmesinden korkuyordunuz. (Allah) sizi (Medine’de) barındırdı, yardımıyla sizi destekledi, şükredesiniz diye temiz/helal şeylerden size rızık verdi.
27. Ey iman edenler! Allah’a ve Peygamber’e hainlik etmeyin, (emirlerinin aksini yapmayın; yoksa) siz, bile bile kendi emanetlerinize hainlik etmiş olursunuz.[9]
28. Bilin ki mallarınız ve çocuklarınız (size hem emanet, hem de, sizi günaha sürüklemek bakımından) bir fitne (bir imtihan)dır. Ama (bunlarda İslâmî ölçü ve görevlere uyulursa) büyük mükâfatın Allah katında olduğunu da bilin. [bk. 63/9]
29. Ey iman edenler! Eğer Allah’a saygı duyup emrine uygun yaşarsanız, size, iyiyi kötüden ayırt eden bir anlayış/bir nur verir. Kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük lütuf sahibidir.
30. Hani, vaktiyle o inkâr eden (müşrik)ler, seni tutup bağlamak veya öldürmek ya da (Mekke’den) çıkarmak için tuzak kuruyor(lar)dı. Onlar tuzak kurarlarken, Allah da tuzaklarının karşılığını veriyor (onu başlarına geçiriyor)du. Allah, tuzak kuran(lara karşılık veren)lerin en iyisidir. [krş. 3/54; 10/21]
31. Âyetlerimiz o (müşrik) kimselere okunduğu zaman: “İşittik, eğer istesek elbette bunun aynısını biz de söylerdik! Bu eskilerin masallarından başkası değildir.” dediler. [krş. 6/25]
32. Yine bir zaman da: “Ey Allah’ım! Eğer bu (Kitab), gerçek olarak senin katından ise gökten üzerimize taş yağdır veya bize acı bir azap ver.” demişlerdi.
33. (Resûlüm!) Sen, onların aralarında iken (onlar her zaman sana ve buyruklarına itaat ettikçe) Allah, onlara azap edecek değildir. Onlar istiğfâr ederlerken de Allah onlara azap edecek değildir. [bk. 8/24; 49/7]
34. (Resûlüm! Sen aralarından ayrılıp çıktıktan sonra) onlar, hem (mü’minleri) Mescid-i Haram’dan uzaklaştırıp dururken hem de onun velîleri (hizmetine lâyık kimseler) değillerken Allah niçin onlara azap etmesin? Onun velîleri (onun hizmet ve yönetimine lâyık olanlar), ancak muttakîler (Allah’ın emirlerine uygun yaşayanlar)dır. Fakat onların pek çoğu (bunu) bilmezler.
35. Onların Beyt(ullah) yanında (put heykellerinin etrafında) tapınmaları/duaları, ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir. “O halde (ey kâfirler!) İnkâr ettikleriniz yüzünden tadın azabı!” (denilir.)[10]
36. Muhakkak ki küfre sapanlar, (İslâm’ı kaldırmak ve insanları) Allah yolundan alıkoymak (ve sindirmek) için mallarını harcarlar ve daha da harcayacaklar. Sonra o (mallar), kendilerine bir
6. Muhakkak ki küfre sapanlar, (İslâm’ı kaldırmak ve insanları) Allah yolundan alıkoymak (ve sindirmek) için mallarını harcarlar ve daha da harcayacaklar. Sonra o (mallar), kendilerine bir yürek acısı olacaktır. Sonra onlar yenilecek (gayelerine erişemeyecek)ler ve küfür(lerinde ısrar) edenler, cehenneme sevk edileceklerdir.[11] [bk. 2/217; 4/76]
(Bu âyet-i kerîmede mü’minlere ikaz ve tembih vardır. Şöyle ki: Bedir ve Uhud gazvelerinde olduğu gibi, her devirde kâfirler, müşrikler, münâfıklar ve bütün bunların yandaşları; müslümanların gelişme göstermesinden hep huzursuz olacaklar, İslâm’ı silmek ve müslümanları sindirmek, aynı zamanda ilkel veya modern putperestliği yaymak için bir araya gelip güç ve paralarını sarf edeceklerdir. Çünkü kâfir gruplar, müslümanların câhiliye/müşrik/putperest yaşantıya dönmesini ister ve bunu planlarlar. Vaktiyle Peygamberimiz’e yaptıkları teklifler gibi, ileri gelenlere, kadın, para ve liderlik (mevki, koltuk) teklif ederler. Bunlarla onları elde edemezlerse, onlar eliyle halka dinde taviz verdirmeleri, diliyle müslümanım deseler bile yaşantılarıyla gayrimüslimlere benzemeleri, aslından uzak, ılımlı müslüman olmaları için plan yapar, tuzak kurarlar. Bu küçük ve büyük taviz koparma işi de olmazsa ardından baskı ve işkence yoluna giderler. Ama imanı dilinden kalbine, ruhuna işlemiş bilinçli müslümanlara tesir edemezler.) [bk. 5/50]
37. (Bütün bunlar) Allah’ın murdarı temizden, (kâfir grubunu mü’minden) ayırması, murdarın hepsini birbiri üzerine yığması ve cehenneme koyması içindir. İşte (dünya ve âhirette) hüsranda olan/kendilerine yazık edenler onlardır.
38. (Resûlüm!) O inkâra/küfre sapanlara söyle: “(İnkâr ve düşmanlığa) son verirlerse, kendilerinin geçmiş (günah)ları bağışlanır. (Düşmanlığa) dönerlerse, öncekilerin (başlarına gelen Allah’ın felaket) kanunu, elbette (bunların başından da) geçmiş olacaktır.”
39. (Ortalıkta) hiçbir fitne (şirk)[12] kalmayıncaya ve dinin (kısıtlamasız) tamamı Allah’ın (buyurduğu şekilde) oluncaya kadar savaşın. Eğer (onlar şirk ve inkârlarına) son verirlerse (bırakın). Muhakkak ki Allah, yaptıklarını hakkıyla görendir. [bk. 2/193; 3/85; 4/76]
40. Yok eğer (imandan) yüz çevirirler (düşmanlık yaparlar)sa, (korkmayın), artık bilin ki Allah sizin Mevlânız (sahibiniz)dir. O ne güzel Mevlâ ve ne güzel yardımcıdır!
41. Bilesiniz ki (savaşta) ganimet[13] olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri, mutlaka Allah’ın (namına),[14] Resûl’ün, onun yakınların(ın), yetimlerin, yoksulların ve (fakir kalmış) yolcunun hakkıdır. Eğer Allah’a ve hakkın batıldan ayrıldığı o gün, iki topluluğun (sizinle müşriklerin savaş için, Bedir’de) karşılaştığı gün kulumuz (Muhammed’)e indirdiğimiz (âyetler)e inanmışsanız (böyle taksim edin). Allah her şeye hakkıyla kâdirdir.
(Ganimetin kalan beşte dördü de savaşa katılanlarındır. Ganimetlerin, İslâm’ın öngörmediği yerlere dağıtılması söz konusu olamaz.)
42. O vakit (Bedir’de) siz vadinin (Medine’ye) en yakın yamacında, onlar, vadinin uzak yamacında (Mekke tarafında) idiler. (Mekkeliler’e ait) kervan kafilesi de sizden daha aşağıda idi. Eğer (savaş için onlarla bir yerde buluşmaya) sözleşmiş olsaydınız, mutlaka belirlenen yer hakkında anlaşmazlığa düşerdiniz. Fakat Allah, yapıl(ması takdir edil)miş bir emri yerine getirmek için (sizi böyle belirli yer ve vakitte toplamış)tır ki; (burada) helak olan kimse, açık bir delil (ve mucizeyi gördük)ten sonra helak olsun, yaşayan da açık bir delil (ve mucize ile İslâm’ın üstünlüğünü gözüyle gördük)ten sonra yaşasın. Şüphesiz ki Allah (her şeyi) hakkıyla işitendir, bilendir.
43. Hani Allah, uykunda onları sana (sayıca) az gösteriyordu. Eğer onları sana çok gösterseydi, korkup gevşerdiniz ve (bu iş hakkında elbette) ihtilafa düşerdiniz. Fakat Allah (sizi bundan) kurtardı. Çünkü O, gönüllerde olanı hakkıyla bilendir.
44. O vakit düşmanla karşılaştığınız sırada Allah, olması mukadder olan işi (onların mağlubiyetini) gerçekleştirmek için, gözlerinizde onları size az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. (Bilin ki) bütün işler, ancak Allah’a döndürülecektir (son karar O’na aittir).
(Böylece Bedir’de iki taraf çözülmeyip birbirini gözlerine kestirmişti. Fakat savaş başlayınca artık imanlılar, imansızların gözünde iki misli fazla gözükmüştü ki netice galibiyetle sonuçlandı.)
45. Ey iman edenler! (Sizinle savaşacak) bir toplumla karşılaştığınız zaman sebat edin (yılmayın), Allah’ı çok zikredin ki umduğunuza kavuşur/kurtuluşa erersiniz.
50. (Resûlüm!) Melekler, küfre sapanların yüzlerine ve sırtlarına vurarak: “Tadın (cehennemde) yakıcı azabı!” (diyerek) canlarını alırken (onları) bir görseydin!
51. İşte bu (azap, dünyada işleyip) kendi kendinize hazırladığınız (günahlar) yüzündendir. Yoksa Allah asla kullara zulmedici değildir.
52. (Bu müşriklerin/kâfirlerin âdeti de) tıpkı Firavun hanedanının ve onlardan öncekilerin âdeti gibidir. (Onlar,) Allah’ın âyetlerini hiçe sayıp (kendi otorite ve emirlerini hâkim kılıp) küfre sapmışlardı. Allah da günahları sebebiyle onları tutup alıvermişti. Çünkü Allah sonsuz kuvvet sahibidir, cezası çok şiddetlidir.
53. Bu (ceza)nın sebebi şudur: Bir topluluk, kendilerinde bulunan (güzel ahlâk)ı değiştirmedikçe Allah onlara verdiği bir nimeti/güzel bir durumu değiştirmez. Allah, şüphesiz hakkıyla işitendir, bilendir.[15]
54. (Bunların âdeti de) tıpkı Firavun ailesinin/adamlarının ve onlardan öncekilerin gidişi gibidir. Onlar Rablerinin âyetlerini yalan saydılar; biz de onları günahları sebebiyle imha ettik, Firavun (ve) yandaşlarını suda boğduk. Zaten hepsi de zalimdiler.
55-56-57. Allah katında, hareket eden canlı mahlûkâtın en kötüsü, şüphesiz küfre sapanlardır. Artık onlar iman etmezler. (Resûlüm!) Onlar, (Benî Kurayza yahudileri) kendileriyle antlaşma yaptığın, sonra da hiç çekinmeyerek, her defasında o antlaşmalarını bozmuş kimselerdir. (Onun için) savaşta onları yakalarsan, onlar(a vereceğin ağır ceza) ile, arkalarındaki kimselere de
eyerek, her defasında o antlaşmalarını bozmuş kimselerdir. (Onun için) savaşta onları yakalarsan, onlar(a vereceğin ağır ceza) ile, arkalarındaki kimselere de gözdağı vermiş ol. Ola ki onlar ibret alır(lar da ahitlerini bozmaz)lar. [krş. 9/5]
58. Eğer (antlaşma yaptığın bir topluluğun) hainlik yapmasından (şüphelenip) korkarsan, sen de doğrudan (ve açıkça) antlaşmayı bozup kendilerine atıver. Çünkü Allah hainleri sevmez.
59. Küfre sapanlar (azabımızdan kurtulup) geçtiklerini asla zannetmesinler. Çünkü onlar, (bizi) aciz bırakamazlar.[16]
60. (Ey iman edenler!) O (düşma)nlara karşı gücünüz yettiği kadar (her türlü) kuvvetten ve bağlı (besili) atlardan (harp araçlarından) hazırlayın ki onunla Allah’ın düşmanı, sizin düşmanınız ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah’ın bildiği diğer (düşman) kimseleri korkutasınız. Allah yolunda sarf ettiğiniz her şey(in karşılığı) size eksiksiz ödenir, asla haksızlığa uğratılmazsınız. [bk. 2/261]
61. Eğer onlar barışa meylederlerse, sen de meylet ve Allah’a güvenip dayan. Çünkü O, (her şeyi) hakkıyla işitendir, bilendir.
62. Eğer onlar sana hile yapmak suretiyle aldatmak isterlerse, (bil ki) şüphesiz Allah sana kâfîdir. Seni hem yardımıyla hem de mü’minlerle destekleyen O’dur.
63. Ve onların kalplerini birbirine ısındıran da (O’dur). Eğer yeryüzünd
63. Ve onların kalplerini birbirine ısındıran da (O’dur). Eğer yeryüzünde bulunan her şeyi sarf etseydin, yine onların kalplerini birbirine ısındıramazdın. Fakat Allah, onların aralarını (İslâm sayesinde sevgiyle) kaynaştırdı. Çünkü O, mutlak galip, hüküm ve hikmet sahibidir.
(Câhiliye devrinde Evs ve Hazrec kabileleri arasında müthiş kin ve düşmanlık vardı. Bu, 120 yıl devam etti ve kanlı savaşlar oldu. Fakat yüce Allah, onları İslâm ile şereflendirince aralarındaki intikam duyguları kalktı, sevgiye dönüştü, kucaklaştılar ve tek vücut haline geldiler. İşte âyet-i kerîme, İslâm’dan başka hiçbir güç ve sistemin insanları birbirine sevdirip tek vücut haline getiremeyeceğini beyan etmektedir.)
64. Ey Peygamber! Sana da, sana uyan mü’minlere de Allah yeter.
65. Ey Peygamber! Mü’minleri (düşmanlara karşı) savaşa teşvik et (hazırla). Eğer sizden sebatlı yirmi kişi olursa, iki yüz (kâfir)i yener. Yine içinizden (sebatlı) yüz kişi olursa, kâfirlerden bin kişiyi yener. Çünkü onlar (hakkı) anlamayan bir topluluktur.
66. (Böyle olmakla beraber) Allah, sizde bir zayıflık olduğunu bildi de şimdi (bir kişinin on kişiyle savaşma yükünü) hafifletti. Bundan böyle içinizden sebatlı yüz kişi olursa, iki yüz (kâfir)i yener. Eğer sizden sebatlı bin kişi olursa, iki bin (kâfir)i Allah’ın izniyle yener. Allah sabredenlerle beraberdir.
67. Yeryüzünde ağırlığını hissettir(ip düşmanı tam mağlup ed)inceye kadar, hiçbir peygambere, esir almak yaraşmaz.[17] Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Halbuki Allah, âhireti (kazanmanızı) istiyor. Allah mutlak galip, hüküm ve hikmet sahibidir.
68. Eğer, (yanılarak verilen hükümlerden dolayı azap etmeyeceğine dair önceden Levh-i Mahfûz’da) Allah’tan bir yazı geçmemiş (hüküm verilmemiş) olsaydı, (Bedir’deki esirleri bırakmak için fidye) aldığınızdan dolayı size mutlaka büyük bir azap dokunurdu.
(67. âyet-i kerîmede, “Peygambere esir alması yaraşmaz.” ifadesinde ne yapılması gerektiği de açıklanmadığı için Resûlullah (sas.), Bedir gazvesi esirleri hakkında ashâbı ile istişare etmiştir. Hz. Ömer, “Allah ve Resûlü’nün düşmanı olan bu adamları öldürelim.” demiş, bir başkası, “Salıverelim, belki tevbe ederler.” demiş, Hz. Ebû Bekir de:“Bunları fidye karşılığında bırakalım.” teklifinde bulunmuştu. Hz. Peygamber de son teklifi kabul buyurmuşlardı. Bu da 68. âyetle onaylanmıştır.)
69. Artık ganimet olarak aldığınız şeylerden (fidye dahil)[18] temiz ve helal olarak yiyin ve Allah’ın emirlerine uygun yaşayın/günahlardan sakının. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
70. Ey Peygamber! Esirlerden ellerinizde bulunan kimselere de ki: “Eğer Allah, kalplerinizde bir hayır (iman ve ihlas) olduğunu bilirse O, size, sizden alınan (fidye)den daha hayırlısını verir ve sizi bağışlar. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.”
(Resûlullah’ın amcası Hz. Abbas, zaten gönülsüz gittiği Bedir’de esir düşmüştü. Bunun dışındaki esirlerin fidyelerini müşrikler, Allah Resûlü’ne göndermişlerdi. Hz. Abbas’a da kendisinin ve yeğenlerinin fidyelerini vermesi teklif edildi. O da, “Ey Allah’ın elçisi! Benim param yoktur, amcanın Mekke’de fakirler gibi el açıp dilenmesini uygun görüyor musun?” dedi. Resûlullah (sas.) de: “Mekke’den çıkarken, sen ve eşin Ümmü’l-Fadl’ın gömdüğü para nerede? Hani ona, ‘Şâyet ben ölürsem, bunlar senin ve oğullarımındır.’ demiştin.” diye sordu. Hz. Abbas, “Gece karanlığında ikimizden başka kimse yoktu, bunları sana kim söyledi?” dedi. Resûlullah (sas.), “Rabbim.” dedi. Bunun üzerine: “Ey Allah’ın Resûlü! Ben sana şimdiye kadar içimden inanıyor fakat şüphe ediyordum, şimdi şüphem de kalmadı.” diyerek fidyeleri verdi ve şehadet getirerek açıkça İslâm’a girdi. Bundan sonra yüce Allah’ın âyetteki vaadlerini birer birer gördüğünü açıkladı.)[19]
71. Eğer (o esirler) sana hainlik yapmak isterlerse (şaşma). Onlar daha önce (akıllarınca) Allah’a da hainlik yap(mak iste)mişlerdi. O Allah da kendilerine karşı (Bedir’de sana) imkân ve kudret vermişti (de onları senin eline düşürmüştü). Allah (her şeyi) hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
72. İman edip de hicret edenler, Allah yolunda (İslâm’ı savunma ve onu hayata hâkim kılma uğrunda) mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (muhacirleri) barındırıp yardım edenler var ya, işte onlar, (şimdilik mirasta)[20] birbirinin velîleridir. İman edip de hicret etmeyen (müşriklerle yaşayan)lara (gelince), hicret edinceye kadar sizin için, onlara velî olmak (ve miras bırakmak) diye bir şey yoktur. Eğer onlar din hususunda sizden yardım isterlerse, sizinle aralarında antlaşma bulunan bir kavme karşı olmamak şartıyla (onlara) yardım etmek size borçtur. Allah işlediklerinizi hakkıyla görendir.
73. İnkâr edenler de birbirlerinin velîleri (dost ve yardımcıları)dır. Eğer siz de (dostluk ve yardım hususunda bunu) yapmazsanız, yeryüzünde büyük bir fitne ve büyük bir kargaşa olur.
74. İman edip de Allah yolunda cihad edenler, hicret edenler ve (hicret eden mü’minleri) barındıranlar ve yardım edenler var ya, işte gerçek mü’minler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır. [bk. 9/100; 59/8-9]
75. Sonradan iman edip hicret edenler ve sizinle beraber cihad edenler(e gelince): Onlar da sizdendir. (Fakat) Allah’ın Kitabı’na göre, hısımlar (mirasta) artık birbirlerine daha yakındır. Hiç şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla bilendir. [bk. 9/100; 59/10]
[1] Beydâvî. Müşriklerden savaşsız alınan ganimetlere de “enfâl” denildiği söylenmişse de bu görüş zayıftır. Ganimetlerin taksimi 41. âyette beyan edilmektedir.
[2] Ganimetlerin Allah’a ait olması, İslâm devletine ait olması demektir. Bu sebeple, Allah’ın razı olduğu ve Resûlü’nün uygun gördüğü yerlere harcanması zorunludur; haram yerlere harcanamaz.
[3] İmanın artması muhteva ve tafsil bakımından olurken, imanın kuvvetlenmesi takvâda ve ibadetleri ihlasla yerine getirmekte tezahür eder. Çünkü sâlih amelle/Allah’a itaatle iman artar, günahlarla zayıflar.
[4] Allah Resûlü’nün gönlü de, müşriklere silah temini için Şam’dan dönen kervanı ele geçirmekten yana değil, Mekkeli müşriklerle harp etmekten yana idi.
[5] M. 15/17 Mart 624; H. 2, 17/19 Ramazan. (İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târih, II, 115.)
[6] İbni Kesîr (Sâbûnî), II, 88-89.
[7] İbni Kesîr (Sâbûnî), II, 93.
[8] İnsanın hayatı, nasıl ruh ile devam ederse, ruhun hayatiyeti/gıdası ve canlılığı da hak olan din (İslâm) iledir. Yine toplumun asırlarca güçlü ve sağlam olarak ayakta durması, kimliğini ve değerlerini koruması da din iledir. Bu da Allah ve Resûlü’nün çağrısına kulak verip bildirdiklerini yerine getirmekle olur.
[9] Yahut “… Allah’a, Peygamber’e ve aranızdaki emanetlere bile bile hainlik etmeyin.” diye de mâna verilir. Resûlullah (sas.), Hendek gazvesinde ahitlerini bozup ihanet eden Benû Kureyza yahudilerini kuşatmış, onlarla bazı şartları görüşmek için de Ebû Lübâbe’yi göndermişti. Ebû
[9] Yahut “… Allah’a, Peygamber’e ve aranızdaki emanetlere bile bile hainlik etmeyin.” diye de mâna verilir. Resûlullah (sas.), Hendek gazvesinde ahitlerini bozup ihanet eden Benû Kureyza yahudilerini kuşatmış, onlarla bazı şartları görüşmek için de Ebû Lübâbe’yi göndermişti. Ebû Lübâbe (ra.), kuşatılmalarının neticesinin ne olacağına dair sordukları bir soruya, bir irade zayıflığıyla eli ile boğazını göstermiş, dolayısıyla bir sır vermişti. Daha o anda yüce Allah, bu âyetle Resûlü’nü haberdar etmişti. Bu yapılanın bir ihanet olduğu ortaya çıkınca, Ebû Lübâbe (ra.) pişmanlığından kendisini mescidin direğine bağladı; ölünceye veya Allah tarafından bir af gelinceye kadar bir şey yiyip içmemeye yemin etti. Çünkü ihanet büyük bir suçtu. Ancak dokuz gün sonra nihayet affedildiğine dair bir âyet gelmiş, kendisi de bayılıp düşmüştü (İbni Kesîr (Sâbûnî), II, 97-98).
[10] Müşrikler Allah’ın varlığına inanıyorlardı, fakat putlara olan saygıları öncelikli geliyordu.
[11] Beydâvî.
[12] Zebîdî, hadis no: 1705.
[13] Düşmandan harp yoluyla alınan mal. Savaşsız alınan ganimetlere ‘feyy’ denilir. [bk. 59/6-7]
[14] Ulemânın çoğunluğuna göre, burada Allah’ın zikredilmesi, tâzim içindir.
15] Âyet-i kerîmede görüldüğü gibi, toplumsal değişmenin, çöküş ve azabın sebebi, fertlerin kendi iradeleriyle inanç, ahlâk ve yaşayışlarını bozmuş olmalarıdır. İyi, saadetli toplum olmamız için de halimizi ve yaşantımızı Allah’ın emirlerine uyarlamamız lazımdır. [bk. 13/11 ve dipnotu]
[16] Veya “O küfre sapanlar, asla öne geçtiklerini zannetmesinler; çünkü onlar (bizi) aciz bırakamazlar.”
[17] Harpte savaşanlar kalmayınca, ancak savaşmayıp kalanlar yakalanıp esir edilirler. [bk. 47/4]
[18] Beydâvî.
[19] İbni Kesîr (Sâbûnî). II, 119-120; Mehmed Vehbi, V, 1934-1940.
[20] Muhacirlerle Ensar, İslâm kardeşliği ile birbirine mirasçı olurlardı. Bu durum 33/6 ve diğer miras âyetleriyle yeniden hükme bağlanmıştır.
Bir diğer ismi “Berâ’e”dir. Medine döneminde nâzil olmuştur. 129 âyettir. 113. âyet Mekkî’dir. Bu sûrenin başında Besmele yazılmamış ve okunmamıştır[1]. En son inen sûredir.
1. (Bu,) Allah ve Resûlü’nden antlaşma yaptığınız müşriklere ültimatomdur/son bir ihtardır.
2. (Ey müşrikler!) Yeryüzünde dört ay daha (rahatça) dolaşın. Ama bilin ki siz, Allah’ı aciz bırakamazsınız ve Allah mutlaka kâfirleri rezil (ve perişan) edecektir.
3. Ve (bu) hacc-ı ekber (büyük hac) gününde Allah’tan ve Resûlü’nden insanlara (şöyle) bir ilandır ki Allah ve Resûlü, artık (Allah’a rağmen başkasını yüceltip ona bağlanmakla) müşrik olanlardan uzaktır (onlarla arada bir bağ kalmamıştır). Eğer (küfürden ve hainlikten) tevbe ederseniz, o sizin için hayırlıdır. Eğer (yine) yüz çevirirseniz, şüphesiz bilin ki siz, Allah’ı aciz bırakacak değilsiniz. (O’nun size mühleti, tevbe ederseniz diye lütfundandır. Resûlüm!) İnkâr edenlere çok acıklı bir azabı müjdele!
4. Ancak antlaşma yaptığınız müşriklerden, size karşı (bu sözleşmeden) hiçbir şeyi eksik yapmayan ve aleyhinize hiç kimseye arka çıkmayanlar (bu hükümden) hariçtir, onlara müddetleri (bitinceye) kadar antlaşmalarını tamamlayın (iptal etmeyin). Çünkü Allah, (ahdi bozmaktan) sakınanları sever.
5. (Mühlet verilen) haram aylar[2] çıkınca, o müşrikleri (ancak antlaşmaya ihanet etmeleri, size ve dininize saldırıda bulunmalarından dolayı bir kısmını) bulduğunuz yerde öldürün; onları yakalayın (bir kısmını esir edin), (bir kısmını) hapsedin ve her gözetleme (ve geçit) yerinde otur(up onları bekley)in. Eğer (şirkten) tevbe ederler, namazı dosdoğru/gereğine uygun kılarlar ve zekâtı verirler (yani bunları kabul ederler)[3] ise onlara yol verin (serbest bırakın). Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. [bk. 2/190-191; 4/90-91; 9/12; 47/4; 60/8; krş. 9/11]
6. Eğer (bu) müşriklerden biri senden eman isterse, onu himaye et. Tâ ki bu sayede Allah’ın kelâmını işitip dinlesin (ve düşünsün). Sonra (eğer müslüman olmazsa) onu emniyette olacağı yere ulaştır. Çünkü onlar (hakikati) bilmeyen bir topluluktur.
7. O (sözünden dönen) müşriklerin, Allah katında ve Resûlü yanında nasıl (geçerli) bir antlaşmaları olabilir?! Ancak, Mescid-i Haram yanında kendileriyle antlaşma yaptıklarınız hariçtir. Onlar size (karşı ahitlerinde) dürüst davrandıkça, siz de onlara dürüst davranın. Allah muttakîleri (emirlerine uyan ve hainlikten sakınanları) sever.
8. Nasıl (bir ahitleri) olabilir ki eğer onlar size galip gelirlerse, sizin hakkınızda ne bir yemin (ve hısımlık) ne de bir antlaşma (ve sorumluluk) gözetirler. Ağızlarıyla sizi hoşnut ederler, halbuki kalpleri buna yanaşmaz. Onların çoğu fâsık (âsî, yoldan çıkmış) kimselerdir (İslâm’a ve müslümanlara karşı hep hile düşünürler ve plan hazırlarlar).
9. Onlar, Allah’ın âyetlerini az/değersiz bir bedel (olan bir dünya menfaati) karşılığında sattılar, (halkı) O’nun yolundan alıkoydular. Gerçekten, onların yaptıkları şeyler ne kötüdür!
10. Onlar, bir mü’min hakkında ne bir yemin (ve hısımlık) ne de bir antlaşma (ve sorumluluk) gözetirler. İşte onlar saldırganların ta kendileridir.
11. Eğer onlar tevbe ederler, namazı dosdoğru/gereğine uygun kılarlar ve zekâtı verirlerse, dinde sizin kardeşlerinizdir. Biz, bilecek (ve anlayacak) bir topluma âyetleri genişçe açıklıyoruz.
(Bu âyet-i kerîmede her türlü kâfirlikten, putperestlikten, şirkten tevbe edip namaz kılmayı ve zekât vermeyi kabul edenlerin ve İslâm’a teslim olan ve onun gereğini yerine getirenlerin, muvahhid mü’min olarak birbirlerinin kardeşi olacağının beyanı vardır.)
12. Eğer antlaşmalarından sonra yine yeminlerini bozarlar ve dininize dil uzatırlarsa, artık o küfür (güruhunun) önderleriyle hemen harp edin. Çünkü onların (gerçekte) yeminleri kalmamıştır. Belki (böylece onlar ve yoldaşları, bu dönekliklerinden) vazgeçerler.
13. (Ey mü’minler!) Yeminlerini bozan, Peygamber’i (yurdundan) çıkarmayı tasarlayan ve bununla beraber sizinle (silahlı) savaşa ilk önce kendileri başlayan bir toplumla (hâlâ) savaşmayacak mısınız? Onlardan korkuyor musunuz? Eğer (gerçek) iman edenlerdenseniz, bilin ki Allah, kendisinden korkulmaya daha lâyıktır. [bk. 17/76]
14-15. Onlarla harbedin ki Allah, sizin ellerinizle onlara azap etsin, onları rezil (ve perişan) etsin, onlara karşı size zafer versin, mü’minler toplumunun gönüllerine de şifa (ferahlık) versin ve kalplerinin öfkesini gidersin. Allah dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
16. (Ey mü’minler!) Yoksa siz, içinizden cihad edenleri ve Allah’tan, Resûlü’nden ve mü’minlerden başkasını sırdaş edinmeyenleri Allah ortaya çıkarmadıkça (kendi halinize) bırakılacağınızı mı sandınız? Allah, yaptığınız şeylerden tümüyle haberdardır. [bk. 3/142; 29/2]
(Hz. Peygamber’in amcası Hz. Abbas, Bedir gazvesinde esir düştüğünde şöyle demişti: “Eğer siz, İslâm, hicret ve cihad ile bizleri geçmişseniz, biz de Mescid-i Haram’ı tamir etmekte, hacılara su vermekte ve esirleri kurtarmaktayız.” Bunun üzerine aşağıdaki âyetler indi.)
17. (Allah’ı bırakıp da başka şeyleri yüceltip ona bağlanan) müşriklerin, kendilerinin küfrüne (yine kendileri) şahitlik edip dururken, Allah’ın mescidlerini imar etmeleri olacak şey değildir. İşte onların (hayır namına) yaptıkları boşa gitmiştir. Ve onlar, ateşte ebedî kalacaklardır.
18. Allah’ın mescidlerini ancak Allah’a ve âhiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, (İslâm’a uygun yaşamak için) Allah’tan başkasından korkmayan kimseler mâmur eder. (Onları yapar, cemaat ve âlimlerle şenlendirir)ler. İşte, onların doğru yola erenlerden olmaları umulur.
19. (Ey müşrikler! Siz) hacılara su vermeyi ve Mescid-i Haram’ın imârını, Allah’a ve âhiret gününe iman eden ve Allah yolunda cihad eden kimse(nin işi) gibi mi tuttunuz? Allah katında (bunlar asla) eşit olamazlar. Allah, (kendisini bırakıp başkalarına bağlanarak müşrik olan) zalimler topluluğunu doğru yola eriştirmez.
20. İman edenler, (Allah ve Resûlü’nün gösterdiği yön ve yönteme) hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad eden/gayret gösterenler, Allah katında derece bakımından daha büyüktür. İşte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
21. Rableri onlara, katından bir rahmet, hoşnutluk ve içinde dâimî (bitmez tükenmez) nimet bulunan cennetleri müjdeler.
22. (Onlar) orada ebedî olarak kalacaklardır. Muhakkak ki en büyük mükâfat Allah katındadır.
23. Ey iman edenler! Eğer imana karşı küfrü/İslâm’a karşı olmayı sevip tercih ederlerse, babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) dost edinmeyin. Sizden kim onları ‘dost edinir ve onların velayetleri (idareleri) altına girerse’, işte onlar, zalimlerin ta kendileridir.
(Mü’minler, gerçekten çağlar boyu Allah’ın bu emri doğrultusunda imtihan edilmişlerdir. Onlar, Allah’ı ve O’nu dost edinenleri dost ve velî edinmişler, fakat küfre, inançsızlığa sapan, Allah’ın indirdiklerinden hoşlanmayan, O’nun yoluna engeller koyan ve müslümanlara karşı açık veya gizli düşmanlık yapanları terk etmişler, Allah için sevmeyi ve Allah için buğzetmeyi esas almışlardır.) [bk. 5/55; 9/16; 47/3-9; 58/22; 60/1]
24. De ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz, kazandığınız mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz bir ticaret ve hoşlandığınız evler, size Allah’tan, Resûlü’nden ve O’nun yolundaki cihaddan daha sevimli ise, artık Allah’ın (azap) emri gelinceye kadar bekleyin. Allah, fâsıklar toplumunu doğru yola eriştirmez.”
25. Andolsun ki, Allah, size birçok (savaş) yerler(in)de ve Huneyn[4] (deki savaş) gününde yardım etmişti. O vakit (Huneyn’de) çokluğunuz sizi böbürlendirmişti, ama o, size hiç fayda vermemişti. Bunca genişliğine rağmen yeryüzü size dar gelmişti. Nihayet (bozularak) arkanızı dönmüş (kaçmaya başlamış)tınız.
(Resûlullah (sas.), Mekke’yi fethedince Kâbe’deki putları kırmıştı. Hevâzin ve Sakîf kabileleri kendi putları olan Lât’ın bir benzeri olan Uzzâ’nın yıkılışını hazmedemeyerek alarma geçtiler, müslümanlara karşı büyük bir ordu toplayıp Mekke ve Tâif arasında bir ordugâh kurdular. Bunun üzerine Resûlullah (sas.) da, 12 bin kişilik bir ordu ile üzerlerine gitmişti. Fakat müslümanlar ordunun çokluğu ile övünüyorlardı. Huneyn vadisine gelince aniden saldırıya uğradılar; önce paniğe kapılıp dağılan müslümanlar, sonra Allah’ın yardımıyla derlenip toparlandılar ve onları dağıttılar.)
26. (Bu bozgundan) sonra Allah, Resûlü’nün ve mü’minlerin üzerine sekînetini (kalplere güven veren rahmetini) indirdi, görmediğiniz askerler indirdi ve inkâr edenleri de azaba uğrattı. İşte o kâfirlerin cezası budur.
(Müşrikler, Huneyn’de yenildikten sonra (H. 8) Hevâzin kabilesinden bir heyet gelip İslâm’a girdiklerini bildirdiler. Bunların arkasından da Sakîf kabilesinden bir heyetin gelip İslâm’a girmek istediklerini bildirmeleri üzerine bir çadıra misafir edildiler. Ve birtakım şartlar ileri sürdüler. Şartlarından ikisi namaz kılmamak ve zekât vermemekti, biri de putları olan Lât’ın, halk arasında panik olmaması için üç sene daha yıkılmaması idi. Resûlullah (sas.), bu şartlı ve putlu imanın kabul olunmayacağını bildirdi. Sonra ilk iki şartı kabul ettiler ve meydan putu Lât’ın da yıkılması talebi ile ilgili süreyi iki yıla, sonra bir yıla, sonra üç, iki ve bir aya indiler. Bu da sonuç vermeyince kesin bir imanla teslim oldular. Fakat Lât’ın bizzat Resûlullah (sas.) tarafından yıkılmasını istediler. İşte böylece önce kalplerindeki putlarını, sonra meydandaki putlarını yıkarak kesin iman ile İslâm’a girdiler.[5] Bu gösteriyor ki, makbul müslüman olmak için insanın gerek kendisinin gerek toplumun ölçülerine, heva ve heveslere uygunluk değil, ancak Allah ve Resûlü’nün bildirdiği şekilde iman ve teslimiyet gerekir.)
27. Sonra Allah, bunun ardından da dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
28. Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir (murdardır).[6] Artık bu yıllarından[7] sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar. Eğer (onların Kâbe’ye gelmemesiyle) yoksul olmaktan korkarsanız, (biliniz ki) Allah dilerse, kendi bol nimetinden sizi zengin edecektir. Şüphesiz ki Allah (en) iyi bilendir, gerçek hüküm ve hikmet sahibidir.
29. Kendilerine kitap verilenlerden; Allah’a, âhiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Resûlü’nün haram ettiği şeyleri haram saymayan, hak (olan İslâm) dinini kendine din edinmeyen kimselerle, küçül(üp boyun eğ)erek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.[8]
30. Yahudiler: “Üzeyr Allah’ın oğludur.” dedi(ler). Hıristiyanlar da: “(İsa) Mesih Allah’ın oğludur.” dedi(ler, kâfir oldular).[9] Bu, onların ağızlarıyla (cahilce geveledikleri) sözleridir. (Böylelikle onlar) daha evvel küfre sapanların sözlerini[10] taklit ederler. Allah onları kahretsin! (Haktan) nasıl da çevriliyor (ve yalan uyduruyor)lar! [bk. 3/67 ve dipnot]
31. Bilginlerini (hahamlarını), rahiplerini ve Meryemoğlu Mesih’i Allah’tan ayrı rabler edindiler. Halbuki onlara, ancak bir tek ilâh (olan Allah’)a kulluk etmeleri emredildi. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden uzak ve yücedir.
(Resûlullah (sas.), bu âyeti okurken içeriye daha evvel hıristiyan iken İslâm ile şereflenen Adiy b. Hâtem (ra.) girdi. Bu âyeti duyunca Resûlullah’a ,“Onları rab edinmiyor, onlara ibadet etmiyorlar ki!” dedi. Resûlullah (sas.) da, “Onlar, Allah’ın helal kıldığı şeyleri haram (farz kıldıklarını yasak), haram kıldığı şeyleri de serbest/helal kıldıkları zaman, onlara (gönüllü) itaat etmiyorlar mı?” diye sordu. O da, “Evet ediyorlar.” deyince, Resûlullah (sas.), “İşte bundan dolayı onlara (rab olarak) tapıyorlar/kulluk ediyorlar.” buyurdu. Abdullah b. Abbas demiştir ki: “Hahamlar ve papazlar, kendilerine secde etmelerini istememişlerdir. Fakat onlar, Allah’ın emirlerine aykırı emirler vermişler, bundan dolayı kendilerine ‘rabler’ denilmiştir. O emirleri gönüllü olarak kabullenenler ve istekle yerine getirenler de onları rab edinmişler ve küfre girmişler demektir.”[11] (bk. 10/32; 19/80-81). Bu âyet ve onu açıklayan hadîs-i şerîf, Allah’a ortak koşmanın, O’ndan başka rab edinmenin/şirkin çok açık bir örneği ve delilidir.) [bk. 3/64]
32. (Bütün açık veya gizli kâfir gruplar, her yerde İslâm’a karşı olup) Allah’ın nurunu ağızlarıyla[12] söndürmek isterler. Allah ise, kâfirler hoşlanmasa da, mutlaka nurunu tamamlamak (ve yüceltmek) ister (tamamlayacaktır da).
33. O (Allah’tır) ki müşrikler hoşlanmasa da (kemâle ermiş son) dininin, bütün dinlerin üzerinde olduğunu göstermek için Resûlü’nü, hidayet (rehberi Kur’an) ve hak din (İslâm)[13] ile göndermiştir. [bk. 48/28; 61/8-9]
34. Ey iman edenler! Muhakkak ki (yahudi) hahamlarından ve (hıristiyan) rahiplerinden birçoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler[14] ve (onları) Allah yolundan uzaklaştırırlar. (Bir de) altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenler var ya, işte onları acıklı bir azap ile müjdele!
35. O gün (bu paralar) cehennem ateşinde kızdırılacak da onların alınları, yanları ve sırtları bunlarla dağlanacak: “İşte bu, kendiniz için biriktirip yığdıklarınız! Haydi biriktirip istiflediğiniz şeyleri(n acısını) tadın!” (denilecek).[15]
36. Şüphesiz gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah katında ayların sayısı, Allah’ın kitabında on iki aydır. Onlardan dördü (olan Zilkâde, Zilhicce, Muharrem, Receb) haram olan (hürmet gereken ay)lardır. İşte dosdoğru din (hesap) budur. O halde onlarda (yani, o haram aylarda savaşıp saygısızlık ederek) kendinize yazık etmeyin. (Fakat) müşrikler sizinle topluca (bu aylarda) savaşırlarsa, siz de onlarla topluca savaşın. Bilin ki Allah, (günahlardan) sakınanlarla beraberdir. [bk. 2/191-194]
(Yüce Allah’ın belirli aylarda yapılan ibadetleri ay takvimine göre koymasında bir hikmet vardır. Yıl içindeki oruç ve hac gibi ibadetlerin değişik zamanlara gelmesiyle hem güneş takvimine göre senenin bütün günleri bu ibadetlerle şereflenmiş hem de zor ve kolay günlerde yapılan ibadetlerle bir imtihan kazanılmış ve de bir dengeleme meydana gelmiş olacaktır. Allah’ı tanıyıp da Hz. Peygamber’i ve Kur’an’ı tanımayan müşrikler, haccı ve savaşı belirli aylarda yapmak için haram ayları güneş takvimine göre sabitleyerek ilâhî kanunun aslî gayesini ortadan kaldırmışlar, kâfirliklerini artırmışlardı. Ancak 34. sene Zilhicce’nin 9-10’unun aynı eski yerine geldiğini tespit eden Resûlullah (sas.) o sene Vedâ Haccını yapmış ve bunu ilan etmişti. Kamerî (ay) takvimi/hicrî takvim başlangıç olarak Resûlullah’ın hicretini, güneş takvimi de Hz. İsa’nın doğumunu esas almıştır. Kamerî aylar: Muharrem, Safer, Rebîülevvel, Rebîülâhir, Cemâziyelevvel, Cemâziyelâhir, Receb, Şaban, Ramazan, Şevvâl, Zilkâde, Zilhicce.)
37. (Haram aylarda savaşmak için bu) ayların yerlerini değiştirip sonraya bırakmak, olsa olsa küfürde bir artış (sebebi)dir ki onunla kâfirler saptırılır (daha da sapıp giderler).[16] Onlar, bir sene onu (o haram ayı geciktirmeyi) helal ve bir sene haram sayarlar ki (bu da görünüşte), Allah’ın haram kıldığı (ayları)n sayısına uydurmak, (böylelikle de) Allah’ın haram kıldığını helal yapmak içindir. Onlara yaptıkları işin kötülüğü süslü (cazip) göründü. Allah, o küfre sapanlar güruhunu (zorla) doğru yola iletmez. [bk. 9/40]
38. Ey iman edenler! Size ne oldu da: “Allah yolunda hep birden seferber olun (savaşa çıkın).” denildiği zaman yere çakılıp kaldınız? Âhiretten (vazgeçip, yalnız) dünya hayatına mı razı oldunuz? Ama dünya hayatının faydası (ve refahı) âhiretin yanında pek azdır.
39. Eğer hep birden seferber olmaz (emredilen savaşa çıkmaz)sanız, (Allah) size acıklı bir azapla azap eder ve yerinize başka (itaat eden) bir topluluk getirir. O’na hiçbir şeyle zarar veremezsiniz. Allah her şeye kâdirdir.[17]
40. Eğer siz, o (Allah Resûlü’)ne yardım etmezseniz (mühim değil), muhakkak ki Allah, ona yardım etmiştir: Hani vaktiyle kâfirler onu iki kişinin biri olarak (Mekke’den) çıkardıkları (hicretine sebep oldukları) zaman, (Ebû Bekir’le) ikisi (Sevr dağında) mağarada iken, arkadaşına: “Üzülme, Allah mutlaka bizimle beraberdir.” diyordu. (İşte o zaman) Allah, o(na yardım etti ve arkadaşının kalbi)ne huzur ve güveni indirdi. O’nu, görmediğiniz askerlerle kuvvetlendirdi. Böylece inkâr edenlerin sözünü (dâvâsını) en aşağı kıldı. Allah’ın (tevhid) kelimesi ise, o çok yücedir. Allah mutlak galiptir, eşsiz hüküm ve hikmet sahibidir.
41. (Ey mü’minler!) Gerek hafif, gerek ağır olarak (kolay zor; silahlı silahsız; binekli yaya; genç yaşlı, hangi halde olursanız olun)[18] hep birlikte seferber olun, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz, sizin için bu daha hayırlıdır.
(Bu âyet-i kerîmedeki genel çağrıdan, 91. âyetle hasta, güçsüz ve fakirler muaf tutulmuştur.)
42. Eğer o (cihad), yakın bir menfaat (ganimet) elde etme ve orta yollu (yakınlıkta) bir yolculuk olsaydı (o münâfıklar) elbette sana uyarlardı. Fakat o meşakkatli (olan Tebük seferi) olunca, onlara uzak geldi. Bununla beraber onlar, (sen dönünce): “Eğer gücümüz yetseydi sizinle beraber çıkardık.” diye kendilerini helak edercesine Allah’a yemin edecekler. Allah, onların yalancı olduklarını elbette bilmektedir.
43. Allah seni affetti.[19] (Ama) doğru söyleyenler sana belli oluncaya ve yalan söyleyenleri sen bilinceye kadar (beklemeyip de) niçin onlara (seferden geri kalmaları için) izin verdin ki?
44. Allah’a ve âhiret gününe inananlar, mallarıyla, canlarıyla savaşmaları hususunda senden (bir bahane ile) izin istemezler. Allah, muttakîleri (emrine uyan, itaatsizlikten sakınanları) çok iyi bilmektedir.
45. Ancak Allah’a ve âhiret gününe inanmayan, kalpleri şüpheye düşmüş olan kimseler, senden (savaşa gitmemek için) izin ister(ler). İşte onlar, şüphelerinin içinde bocalayıp dururlar. [bk. 24/62]
46. Eğer (münâfıklar, savaşa) çıkmak isteselerdi, elbette onun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah, onların (korkakça) davranmalarını çirkin gördü de kendilerini alıkoydu ve (onlara): “Oturun, oturan (kadın)larla beraber.” denildi.
47. Eğer onlar, sizinle savaşa çıksalardı, size bozgunculuktan başka katkıları olmaz ve sizi (birbirinize karşı) fitneye düşürmek isteyerek aranıza sokulur (tuzak kurar)lardı. İçinizde onlara kulak verecekler de var. Allah o zalimleri hakkıyla bilendir.
48. Doğrusu onlar, daha önce (Uhud gazvesinde) de fitne (ve fesat) çıkarmak istemişler ve senin aleyhinde türlü türlü işler çevirmişlerdi. Nihayet gerçek (olan, Allah’ın emri yerine) gelmiş ve onlar istemedikleri halde, Allah’ın emri (O’nun dini) galebe çalmıştı.
49. Onlardan kimi de: “Bana izin ver (ben sefere çıkmayayım,) beni fitneye (günaha)[20] düşürme.” der. Haberin olsun ki onlar, zaten fitneye düşmüşlerdir. Şüphesiz ki cehennem, kâfirleri mutlaka kuşatacaktır.
50. Sana bir iyilik gelirse onları üzer. Eğer sana bir kötülük/yenilgi gelirse: “Biz daha önceden tedbirimizi almıştık (bizi ilgilendirmez).” derler ve onlar sevine sevine dönerler.
51. De ki: “Allah’ın bizim için yazdığından başkası, bize asla isabet etmez. O, bizim Mevlâmızdır. Onun için, mü’minler yalnız Allah’a güvenip dayansınlar.”
52. De ki: “(Siz) bizim için iki iyiliğin birinden (şehitlik veya gazilikten)[21] başkasını mı bekliyorsunuz? (Bu bizim özlediğimiz şeydir.) Oysa biz, Allah’ın, ya kendi katından veya bizim elimizle, sizi bir azaba uğratmasını bekliyoruz. Haydi bekleyin! Biz (de) sizinle beraber (âkıbetinizi) beklemekteyiz.”
53. De ki: “İster gönüllü, ister gönülsüz sadaka verin, sizin sadakanız asla kabul edilmeyecektir. Çünkü siz, fâsık (Allah yolunda itaatten çıkan) bir topluluk oldunuz.”
54. (Sadaka olarak) harcadıklarının, onlardan kabul edilmesine engel olan (tek sebep), sadece onların Allah’ı ve Resûlü’nü (içten içe) inkâr etmeleri, namaza ancak üşene üşene gelmeleri ve (sadakayı) isteksiz vermeleridir. [bk. 4/142-143]
55. (Resûlüm!) Artık onların malları da evlatları da seni imrendirmesin. Ancak Allah, dünya hayatında onlara, bunlarla azap etmeyi ve kâfir olarak canlarının çıkmasını diler. [krş. 20/131]
56. (Münâfıklar) kendilerinin hakikaten sizden olduklarına (dair) Allah’a yemin ederler. Halbuki onlar, sizden değillerdir. Fakat onlar çok korkak bir topluluktur.
57. Eğer sizden kaçıp sığınacak bir yer, yahut mağaralar veya girecek bir yer bulsalardı, şüphesiz ki onlar koşarak oraya yönelirlerdi.
58. Onlardan kimi de sadakalar(ın taksimi) hususunda seni (îmalı bir tarzda) ayıplar. O
58. Onlardan kimi de sadakalar(ın taksimi) hususunda seni (îmalı bir tarzda) ayıplar. O (sadaka)lardan (istedikleri kendilerine) verilirse hoşlanırlar, verilmeyince de hemen kızarlar.
(Rivayet edildiğine göre Resûlullah (sas.) bir ganimeti bölüştürürken Temîmoğulları’ndan Zü’l-Huvaysıra adında birisi,“Yâ Resûlallah! Adaleti gözet.” dedi. Bunun üzerine Resûlullah (sas.), “Öyle mi! Ben de adaleti gözetmezsem artık kim âdil davranır?!” cevâbını verdi. İşte bu âyetin sebeb-i nüzûlü bu hâdisedir.)
59. Eğer onlar, Allah ve Resûlü’nün kendilerine verdiği şeye razı olsalardı ve: “Bize Allah yeter, yakında hem Allah hem de Resûlü bize bol lütfundan verecek. Biz, sadece Allah’a rağbet eden (ümit bağlayan)larız.” deselerdi (kendileri için ne iyi olurdu).
60. Sadakalar (zekâtlar), Allah tarafından bir farz olarak ancak, fakirlere, yoksullara,[22] o (zekât)ların toplanmasına memur olanlara, kalpleri (İslâm’a) ısındırılacak olanlara, (azat edilecek) köle (ve esir)lere, (borcunu veremeyecek olan fakir) borçlulara, Allah yolundaki (mücahid)lere, muhtaç kalan yolculara mahsustur. Allah hakkıyla bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.
61. Yine o (münâfık)lardan öyle kimseler vardır ki: “O, (her şeyi dinleyip reddetmeyen) bir kulaktır.” diyerek Peygamber’i incitirler. De ki: “(O,) sizin için hayrın kulağıdır; Allah’a iman eder, mü’minlere inanıp güvenir. (O) içinizden iman edenler için bir rahmettir. Allah’ın Resûlü’nü incitenler var ya, işte onlar için acıklı bir azap vardır.”
62. O (münâfıklar/sözde müslüman gözüke)nler sizi hoşnut etmek ve kendilerini kabullendirmek için Allah’a yemin ederler. Eğer onlar mü’min iseler, Allah ve Resûlü’nü hoşnut etmeleri daha doğrudur.
63. Hâlâ şunu anlayıp öğrenmediler mi ki kim Allah’a ve Resûlü’(nün emirleri)ne muhalefet eder/karşı koymaya kalkarsa ona, içinde ebedî kalmak üzere cehennem ateşi vardır. İşte bu, en büyük zillet ve rezilliktir.
64. Münâfıklar, kalplerinde olan şeyleri, kendilerine haber verecek bir sûrenin tepelerine indirilmesinden çekinirler (yine de Kur’an ve İslâm’ı hafife alıp alay ederler). De ki: “Siz alay ededurun. Allah, (içinizdeki, söylemekten) çekindiğiniz şeyleri mutlaka ortaya çıkarandır.” [bk. 47/29-30]
65. Şâyet onlara, (Tebük’e giderken alay etmelerinin sebebini) sorarsan: “Andolsun ki biz ancak (vakit geçsin diye) lafa dalmış şakalaşıyorduk.” derler. De ki: “Allah ile, O’nun âyetleriyle ve O’nun Resûlü ile mi eğleniyordunuz?”
(Tebük seferine giderlerken münâfıklar birbirlerine, Resûlullah (sas.) hakkında“Şu adamın haline bakın, Rum saraylarını ve kalelerini fethedeceğini sanıyor, heyhât!” deyip gülüşüyorlar, Hz. Peygamber’i hafife alıyorlardı. Onların bu hallerini bildiren âyetler tepelerine inince, şaşırıp “Biz şaka yapıyorduk.” diye özür dilemeye başladılar.)[23]
66. Hiç özür dilemeyin. Siz inandıktan sonra (Peygamber’i hafife almakla) artık kâfir oldunuz. Sizin bir kısmınızı affetsek bile, (diğer) gruba suç işlediklerinden dolayı azap edeceğiz.
67. Münâfık erkekler ve münâfık kadınlar birbirinden (yanadır ve hepsi aynı)dır. Onlar kötü olanı (İslâm’a uygun olmayanı) emrederler, iyilik(ten, Allah’a itaat)ten menederler, ellerini sıkı (cimri) tutarlar. Onlar Allah’ı unuttular, O da onları unuttu (terk etti). Şüphesiz ki münâfıklar, hep fâsık (Allah’ın emrinden sapan) kimselerdir. [krş. 59/19]
68. Allah, münâfık erkeklere, münâfık kadınlara ve kâfirlere içinde dâimî kalacakları cehennem ateşini vaadetti. O, onlara yeter. Allah, onları rahmetinden uzaklaştırmıştır. Onlar için devamlı bir azap vardır.
(Münâfıklar, mü’minlerin yanında:,“Biz de iman ettik.” derler. Fakat içten içe her fırsatta Allah’ın emirlerini hiçe sayarlar ve mü’minlere karşı kin beslemekte olup kâfirlerden daha tehlikelidirler. Farzların yasak, haramların serbest bırakılmasını ve İslâm’a giden yolların engellenmesini isterler. Onlar cehennemde en alt tabakadadırlar.) [bk. 2/8-16; 4/138-145; 63/1-6]
69. (Ey müslüman görünen iki yüzlüler! Siz de) sizden öncekiler gibisiniz. (Üstelik) onlar, kuvvet bakımından sizden daha yaman, malları ve çocukları da sizden daha çok idi. Onlar, (dünya malından) hisselerince faydalanıp zevklenmişlerdi. İşte sizden öncekilerin nasiplerince faydalanıp zevklendikleri gibi, payınıza düşenle zevklenmek isteyip onların daldıkları gibi (o batağa) daldınız. İşte onların, dünya ve âhirette yaptıkları boşa gitmiştir ve onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir.[24]
70. Onlara, kendilerinden öncekilerin: Nuh, Âd ve Semûd kavminin, İbrahim kavminin, Medyen halkının ve alt üst olmuş kasabaların haberi gelmedi mi? Peygamberleri onlara deliller (mucizeler) getirmişti (de inanmadıkları için helak olmuşlardı). Allah onlara zulmetmiş değildi, fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı.
(Aşağıdaki iki âyette, mü’minlerin özelliklerinden ve bu özelliklere sahip olanlara verilecek mükâfatlardan bahsedilmektedir.)
71. Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velîleri (dostları ve yardımcıları)dır. İyiliği (tevhidi ve sâlih ameli) emrederler, kötülükten/kötü olan şeylerden menederler; namazı dosdoğru/gereğine uygun kılarlar, zekâtı verirler, Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederler. İşte Allah bu kimselere rahmet edecek (bağışlayacak)tır. Şüphesiz Allah mutlak galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir. [krş. 3/104, 110]
72. Allah, inanan erkek ve inanan kadınlara, içinde dâimî kalacakları, alt tarafından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vaadetmiştir. Allah’ın onlardan razı olması (hepsinden) daha büyüktür. İşte bu, en büyük kurtuluştur.
(Adn cennetlerinin nebîlere, sıddıklara ve şehitlere has muhteşem ve muazzam bir yer olduğu ifade edilmiştir.)[25]
73. Ey Peygamber! Kâfirler(e karşı silahla), münâfıklar(a karşı delil getirerek, dil)[26] ile cihadda bulun ve onlara karşı sert davran; onların varacakları yer(!) cehennemdir. O, ne kötü bir dönüş yeridir! [bk. 9/123; 48/29; 66/9]
74. (Münâfıklar, senin aleyhinde söz) söylemediklerine dair, Allah’a yemin ederler. Halbuki (seni küçümseyerek) küfür kelimesini söylediler, Müslümanlık’tan sonra kâfir oldular ve elde edemedikleri şeye (sana bir suikast yapmaya) yeltendiler.[27] İntikam almaya kalkışmaları başka sebeple değil; ancak Allah ve Resûlü, O’nun “lütuf ve yardımından” o (mü’mi)nleri zengin etti diyedir. Eğer (münâfıklıktan) tevbe ederlerse, kendileri için daha iyi olur. Eğer yine (söz ve hareketleriyle inkâra) dönerlerse, Allah onlara dünyada ve âhirette acıklı bir azap ile azap eder. Onlar için yeryüzünde ne bir dost ne de yardımcı vardır. [krş. 5/59; 7/126; 85/4-9]
75. Onların bazıları da: “Şâyet O (Allah), lütuf ve kereminden bize verirse, mutlaka sadaka (zekât) vereceğiz ve muhakkak iyilerden olacağız.” diye Allah’a kesin söz verdiler.
76. Allah, lütfundan kendilerine verince de cimrilik ettiler, (verdikleri sözü yerine getirmekten ve itaatten) yüz çevirdiler. Onlar, zaten dönek kimselerdir.
77. Sonunda, O’na verdikleri sözlerden caydıkları ve yalan söylediklerinden dolayı, Allah, kendisine kavuşacakları güne kadar, onların kalplerine münâfıklığı yerleştirdi.
78. (Münâfıklar,) Allah’ın kendilerinin sırlarını da, (mü’minler aleyhine yaptıkları) gizli
78. (Münâfıklar,) Allah’ın kendilerinin sırlarını da, (mü’minler aleyhine yaptıkları) gizli konuşmaları (fısıltıları) da bildiğini ve Allah’ın (bütün) gaypları (bilinmeyen ve görünmeyenleri) çok iyi bilen olduğunu hâlâ bilip anlamadılar mı?
79. Sadakalar hususunda, gönülden bağışta bulunan mü’minleri çekiştiren ve (vermek için) güçlerinin yettiğinden başkasını bulamayanlarla alay eden (o münâfık)lar var ya, Allah onları maskaraya çevirecektir, onlar için bir de acıklı azap vardır.
(Münâfıkların reisi Abdullah b. Ubeyy, ölüm hastalığında iken, oğlu Abdullah, Resûlullah’a gelerek babası için istiğfâr etmesini istemişti. Abdullah iyi bir müslüman olduğu için Allah Resûlü de onun hatırını kıramamış, babasının affı için dua etmek istemişti. Bunun üzerine aşağıdaki âyet-i kerîme nâzil oldu.[28])
80. (Ey Resûlüm!) Onların bağışlanmasını ister dile, ister dileme! Onlara yetmiş defa bağışlanma dilesen de, Allah onları bağışlamayacaktır. Bu, Allah’a ve Resûlü’ne karşı (imanda samimi olmayıp) küfre sapmalarındandır. Allah, emrinden sapan (fâsık)lar topluluğunu doğru yola eriştirmez.
81. Allah Resûlü’(nün emri)ne muhalefet ederek (Tebük seferine gitmeyip) geri kalan (münâfık)lar, (Medine’de kalıp) oturmalarıyla sevindiler. Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşmayı çirkin gördüler de: “Sıcakta sefere çıkmayın.” dediler. (Onlara) de ki: “Cehennem ateşi sıcaklık bakımından daha şiddetlidir. Keşke iyice bilmiş olsalardı!”[29]
82. Artık kazandıkları (günahları)nın cezası olarak az gülsünler, çok ağlasınlar.
83. Allah, seni (Tebük’ten sonra) o (savaşa gitmeyen münâfık)lardan bir topluluğun yanına döndürür de (onlar başka bir savaşa) çıkmak için senden izin isterlerse, de ki: “Artık benimle hiçbir zaman (savaşa) çıkmayacaksınız ve benimle beraber hiçbir düşmanla asla savaşmayacaksınız. Çünkü siz ilk defada (çıkmayıp) oturmaya razı oldunuz. Artık geri kalan (acizler ve kadın)larla beraber oturun.”
84. Onların ölenlerinin hiçbirinin cenazesinde namaz kılma, (defin, ziyaret ve okumak için) kabrinin başında durma! Çünkü onlar Allah’a ve Resûlü’ne karşı (imanda samimi olmayıp) küfre saptılar, fâsık olarak (ilâhî emirlerden sapmış halde) öldüler.
(Âyet-i kerîmede belirtildiği üzere onlardan maksat; gerek müşriklerden, gerek müslüman gözüküp de Allah ve Resûlü’nün emirlerine samimi inanmayan ve onları kabullenmeyenlerden, gerekse İslâm’a ve müslümanca yaşamak isteyenlere düşmanlık yapan münâfıklardır.[30] İşte bundan dolayı kâfir gurubunun hiçbirine namaz kılınmaz, dua ve rahmet okunmaz.)
85. Onların ne malları ne de evlatları seni imrendirmesin. Çünkü Allah, bunlarla, onlara dünyada azap etmeyi ve canlarının da kâfir olarak çıkmasını ister. [bk. 9/55]
86. “Allah’a inanın ve Resûlü ile beraber cihad edin.” diye bir sûre indirildiği zaman onlardan servet sahipleri, senden izin istediler ve: “Bırak bizi (savaşa gitmeyip evde) oturanlarla beraber olalım.” dediler.
87. Onlar, (kalplerindeki nifaktan dolayı, savaştan) geride kalan (kadın ve çocuk)larla beraber olmaya razı oldular. Bu sebeple, onların kalplerine mühür vuruldu. Artık onlar, (Allah yolunda ve Resûlullah’ın beraberinde olma saadetini) anlamazlar.
88. Fakat o Peygamber ve onunla beraber olan mü’minler, mallarıyla ve canlarıyla savaştılar. İşte bunlar var ya, bütün hayırlar onlarındır. Onlar, umduklarına kavuşanların ta kendileridir.
(Burada âyette geçen “bütün hayırlar”dan maksat hakkın zaferi, hâkimiyeti ve bu uğurda savaşanların elde ettikleri ve edecekleri dünyevî ve uhrevî nimetlerdir.)
89. Allah, onlar için alt tarafından ırmaklar akan ve orada ebedî kalacakları cennetler hazırladı. İşte bu, en büyük kurtuluş (ve saadet)tir.
90. Bedevîlerden (fakir ve çok çocuklu olup da) özür beyan edenler, kendilerine (savaştan) izin verilmesi için geldiler; Allah’a ve Resûlü’ne yalan söyleyenler de (umursamadan evlerinde) oturdular. Onlardan küfre sapanlara acıklı bir azap isabet edecektir.
91. Allah ve Resûlü için, ‘samimi dürüst’ davranışlarda bulunmak şartıyla; güçsüzlere, hastalara, (seferde) harcayacak (bir şey) bulamayan (fakir)lere, (savaşa katılmamaktan dolayı) bir günah yoktur. İyilik edenler aleyhine bir yol yoktur. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
92. Kendilerini bindir(ip savaşa gönder)men için sana geldiklerinde: “Sizi üzerine bindireceğim bir şey bulamıyorum.” deyince, harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı, üzüntüden gözlerinden yaş dökerek dönen kimselere de (bir günah) yoktur.[31]
93. Sorumluluk, ancak zengin oldukları halde (kalplerindeki nifaktan dolayı savaşa gitmemek için) senden izin isteyenleredir. Onlar, geri kalan (kadın ve çocuk)larla beraber olmaya razı oldular. Allah da kalplerini mühürledi. Artık onlar, (bunu ve başlarına geleceği) bilmezler.
94. (Savaştan sonra münâfıkların) yanlarına döndüğünüz zaman, size özür beyan ederler. (Resûlüm!) De ki: “Hiç özür dilemeyin, size asla inanmayacağız. Çünkü Allah (sizin gizlediğiniz şeylere ait) haberlerinizi bize bildirdi. (Bundan böyle) yaptığınızı Allah da Resûlü de görecek. Sonra (hepiniz, bütün) görünmeyeni ve görüneni bilen (Allah’)a döndürüleceksiniz. O da yaptıklarınızı size haber verecektir.”
95. Siz (cihaddan sonra) onlara döndüğünüzde kendilerin(e ceza vermek)ten vazgeçmeniz için Allah’a yemin edecekler. Siz de onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar pistir/murdardır, kazanmakta oldukları (kötü işleri)nin karşılığı olarak varacakları yer de cehennemdir.
96. Kendilerinden hoşnut olmanız için size yemin ederler. Bilesiniz ki siz onlardan hoşnut olsanız da (faydasız). Şüphesiz ki Allah, o yoldan çıkmış toplumdan asla razı olmaz.
97. Bedevîler (göçebe Araplar), küfür ve münâfıklık bakımından (şehirde yaşayan Araplar’dan)
97. Bedevîler (göçebe Araplar), küfür ve münâfıklık bakımından (şehirde yaşayan Araplar’dan) daha şiddetlidir. Allah’ın, Resûlü’ne indirdiği (hükümlerin) sınırlarını tanımamaya da daha yatkındırlar. Allah (her şeyi) bilendir, gerçek hüküm ve hikmet sahibidir.
98. Kimi bedevîler, (Allah yolunda) harcayacağını angarya sayar ve (bundan kurtulmak için dört gözle) size belalar gelmesini beklerler. O kötü belalar kendi başlarına gelsin! Allah (her şeyi) işitendir, bilendir.
99. Bedevîlerin Allah’a ve âhiret gününe inananları ve sarf ettiğini Allah katında yakınlık (kazanmay)a ve Peygamber’in duaların(ı almay)a vesile edinenleri vardır. Haberiniz olsun ki o (verdikleri şeyler), kendileri için tam bir yakınlıktır. Allah onları rahmeti (ile cenneti)ne koyacaktır. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.
100. (İslâm’a hizmette) öne geçen Muhacirler ve Ensâr[32] ile iyilikte onlara uyanlar var ya, Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da O’ndan razı olmuşlardır. (Allah,) onlara alt tarafından ırmaklar akan ve içinde ebedî kalacakları cennetler hazırladı. Bu en büyük kurtuluş (ve saadet)tir.
101. Çevrenizdeki bedevîlerden birtakım münâfıklar vardır. (Ayrıca) Medine halkından da münâfıklığı huy edinenler vardır. Onları sen bilemezsin, onları ancak biz biliriz. Onlara iki defa (hem dünyada hem kabirde) azap edeceğiz. Sonra (onlar) büyük bir azaba döndürüleceklerdir. [bk. 47/30]
102. (Münâfıkların dışında ihmallerinden dolayı Tebük seferine gitmeyen) diğerleri (hemen tevbe edip) günahlarını itiraf ettiler, (önce yaptıkları) iyi bir işi, kötü bir işle karıştırdılar. (Bu sebeple onlar tevbe ederlerse) bakarsın ki Allah onların tevbelerini kabul eder. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
103. Onların mallarından kendilerini temizleyen ve (günahlardan) arıtıp temize çıkaran bir sadaka al ve onlara dua et. Çünkü senin duan, onlar için bir huzur (ve güven)dir. Allah her şeyi işiten, çok iyi bilendir.
104. Onlar, kullarından tevbeyi ve sadakaları yalnız Allah’ın kabul edeceğini (hâlâ) bilmediler mi? Gerçekten Allah, tevbeyi çokça kabul edendir, çok merhamet edendir.
105. De ki: “(Ey insanlar! İstediğinizi) yapın, çünkü yaptığınızı ileride Allah da, Resûlü de, mü’minler de görecektir. (Hepiniz) görünmeyen ve görüneni bilen (Allah’ın huzurun)a döndürüleceksiniz. O, yaptıklarınızı size haber verecektir.”
106. (İhmallerinden dolayı savaşa gitmeyen fakat tevbeye de acele etmemiş olan) diğerleri(nin haklarındaki hüküm ise,) Allah’ın emri(nin gelmesi) için geriye bırakılmıştır. (Allah) ya onları azaba uğratacak ya da onların tevbesini kabul edecektir. Allah çok iyi bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir. [bk. 9/118]
(İçlerinde Ebû Lübâbe (ra.) de olmak üzere bir bahane ile savaşa katılmayan münâfıklardan başka birkaç sahabi vardı. Bunlar hemen hatalarını anlayıp pişman olmuşlar ve tevbe etmişler; üstelik haklarında yukarıdaki af âyetleri gelinceye kadar, ceza olarak, kendilerini mescidin direğine bağlamışlardı. Allah Resûlü seferden dönüp âdeti üzere önce mescidde iki rekat namaz kıldı ve bunların hallerini öğrendi. Çözülmelerini Hz. Peygamber’e bırakmışlardı; o da onları haklarında tevbelerinin kabul edildiği âyetler gelinceye kadar çözmedi. Bu gruptan olan diğer üç kişi Kâb b. Mâlik (ra.), Murâra İbni Rebî (ra.), Hilâl İbni Ümeyye (ra.) idi. Bunlar hem de Bedir Ashâbı’ndan idiler ki, tevbelerini geciktirmiş ve Resûlullah (sas.) de onlarla oturma ve konuşmayı menetmişti. Bunun üzerine dünya kendilerine dar gelmişti. Nihayet 118. âyette durumları belli oldu ve tevbeleri kabul olundu.)[33]
107. Bir de (haktan yana gözüküp müslümanlara) zarar vermek, küfr(e hizmet) etmek, mü’minlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önceden Allah ve Resûlü’ne karşı savaşanı(n da oraya gelmesini) bekleyip gözlemek için bir mescid[34] edinenler: “Biz (bununla) iyilikten başka bir şey istemedik.” diye kesin bir ifade ile yemin edecekler. Halbuki Allah onların kesinlikle yalancı olduklarına şahitlik eder.
108. (Resûlüm!) Onun içinde hiç namaz kılma! Daha ilk günden takvâ üzerine (Allah’ın emrine ve rızasına uygun) kurulan mescidin (Kuba mescidi) içinde namaz kılman daha uygundur. (O mescidin) içinde tertemiz olmayı arzu eden adamlar vardır. Allah da tertemiz olanları sever.
109. Binasını Allah korkusu ve rızası üzerine kuran mı hayırlıdır, yoksa yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına kurup da onunla birlikte cehennem ateşine göçen kimse mi? Allah, zalimler güruhunu doğru yola eriştirmez.
110. Onların yaptıkları bina, kalpleri parçalanıncaya kadar kalplerinde bir şüphe (ve ıstırap kaynağı) olarak kalacaktır. Allah (her şeyi) çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
111. Şüphesiz ki Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, onlara (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır; çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürür ve ölürler. (Bu,) Tevrat, İncil ve Kur’an’da (Allah’ın) kendisi üzerine hak (borç olarak yazdığı) bir vaaddir. Sözünü Allah’tan daha çok yerine getiren kimdir? O halde (Ey mü’minler!) O’nunla yaptığınız alışverişe sevinin. Bu da en büyük başarı ve saadettir.
113. Müşriklerin (tevbesiz ve şehadetsiz ölüp de) cehennem ehli oldukları kesin biçimde belli olduktan sonra, artık akraba bile olsalar, ne peygamberin ne de mü’minlerin onlar için mağfiret dilemesi yaraşır.[36]
114. İbrahim’in atasına mağfiret dilemesi de, ancak (önceden) ona verdiği sözden dolayıdır. Fakat onun, Allah’ın bir düşmanı olduğu kendisine belli olunca ondan uzaklaştı (istiğfârını kesti). Gerçekten İbrahim çok içli, çok yumuşak huylu idi. [krş. 6/74; 19/47]
115. Allah bir kavmi doğru yola ilettikten sonra, sakınacakları şeyleri (haramları) kendilerine açıklamadıkça, (günahları yüzünden) onları sapıklıkta saymaz (sorumlu tutmaz). Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla bilendir.
116. Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) Allah’ındır. O hem diriltir hem öldürür. Sizin için Allah’tan başka ne bir velî/dost ne de bir yardımcı vardır.
117. Andolsun ki Allah, Resûlü’nü (münâfıkların savaşa gitmeyenlerine izin vermesi yüzünden affettiği gibi) güçlük zamanında ona uyan Muhacirler ile Ensar’ı içlerinden bir kısmının kalpleri neredeyse kayacak duruma geldikten sonra tevbeye muvaffak kıldı. Sonra da onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O çok şefkatli, çok merhametlidir.
118. Ve (ihmallerinden dolayı Tebük seferine gitmeyen ve af durumları) geriye bırakılan o üç kişinin de (tevbelerini Allah kabul etti). Çünkü artık yeryüzü bunca genişliğiyle onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıkıştırmış ve Allah’tan başka sığınılacak yerin olmadığını anlamışlardı. (Bundan) sonra (önceki iyi hallerine) dönmeleri için (Allah) onların tevbelerini kabul etti. Çünkü Allah tevbeyi çok kabul eden, çok merhametli olandır.
119. Ey iman edenler! Allah’ın emirlerine uygun yaşayın/aykırı davranmaktan sakının ve doğru (sâdık) olanlarla beraber olun.[bk. 89/29]
120. Medine halkı ve çevresindeki çöl Araplarının, Allah’ın Resûlü’nden geri kalmaları (emirlerine aykırı hareket etmeleri), kendi canlarını (ve rahatlarını) onun hayatından üstün tutmaları (doğru) olmaz. İşte onlara, Allah yolunda erişecek bir susuzluk, bir yorgunluk, bir açlık veya (kendilerine düşmanlık eden) kâfirleri kızdıracak bir yere ayak basmaları ve düşmana karşı bir başarı kazanmaları (gibi her türlü hal ve hareket), ancak kendilerine iyi bir amel (sevabı) yazılması içindir. Çünkü Allah, iyi harekette bulunanların mükâfatını zâyi etmez.
121. (Onlar, Allah yolunda) az veya çok bir masraf yapmayagörsünler, (herhangi) bir vadiyi geçmeyegörsünler; Allah onları yaptıklarının daha güzeliyle mükâfatlandırsın diye (bunlar) mutlaka onların lehine yazılır.
122. Mü’minlerin hepsinin birden (genel zorunluluk olmadıkça savaş için) seferber olmaları gerekmez. Onların her kesiminden bir grubun da dinde (dînî ilimlerde) derin bilgi elde etmek ve kavimleri kendilerine döndüklerinde onları uyarmak (ve irşad etmek) için seferber olmaları (çalışmaları) gerekir ki bu sayede (yanlışlıklarından) sakınsınlar.
(Âyet-i kerîmeye iki türlü anlam verilmiştir. 1. Hz. Peygamber’in genel savaş dışında katılmadığı seriyyelerde her kesimden bir grubun dışındakilere savaşa katılmak farz-ı ayn olmadığından, onların ilim öğrenmek için kalmalarının gerektiği, 2. İlim öğrenmek için seferber olup Medine’ye gelenlerin topyekün değil de her kesimden/kabileden bir grubun gelmesidir. Dînî ilimler, sadece helal ve haramlarla sınırlı olmayıp bütün bir hayatı kuşatacak genişliktedir. Dinde derinleşmesi istenen grup da bu vazifeyi îfâ edecektir.)
123. Ey iman edenler! (Size düşmanlık eden) kâfirlerin önce, size (yer ve soy itibariyle) yakın olanlarıyla savaşın. Onlar, sizde büyük bir sertlik (ve şiddet) bulsunlar. İyi bilin ki Allah takvâlı olan (emrine uygun yaşayan)larla beraberdir. [krş. 9/73; 48/29]
124. Bir sûre indirildiği zaman, o (münâfık ola)nlardan bazısı: “Bu hanginizin imanını artırdı?” der. (Oysa, her inen sûre) iman edenlerin imanını artırmış (kuvvetlendirmiştir) ve onlar (her inen vahiyle sevinip) müjdeleşirler. [bk. 8/2]
125. Kalplerinde (şüphe, küfür, şirk ve münâfıklık gibi) bir hastalık bulunan kimselere gelince, (o sûreler) onların murdarlıkları üzerine murdarlığı (küfürleri üzerine küfrü) artırmış ve onlar kâfir olarak ölmüşlerdir. [bk. 17/82; 41/44]
126. Onlar her yıl bir veya iki defa belaya uğratıl(ıp imtihana çekil)diklerini görmüyorlar mı? Böyle iken yine de (nifaklarından) tevbe etmiyorlar ve (bundan) ibret de almıyorlar.
127. (Münâfıkların ayıplarını bildiren) bir sûre indirildiği zaman: “(Mü’minlerden) birisi sizi görüyor mu?” diye birbirlerine bakarlar, sonra (gören yoksa) sıvışıp giderler. Onlar (hakikati) anlamayan bir güruh olmaları sebebiyle, Allah onların kalplerini (imandan) döndürmüştür.
128. (Ey insanlar!) Andolsun ki size kendinizden öyle bir peygamber geldi ki, sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir.[37] Size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatli, çok merhametlidir. [bk. 2/129; 3/164]
129. (Resûlüm! Sana inanmaktan) yüz çevirirlerse hemen de ki: “Bana Allah yeter. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Ben ancak O’na güvenip dayandım. O, büyük (ve yüce) Arş’ın Rabbidir (sahibidir).
[1] Sûrenin başı, müşriklerin Allah ile alâkalarının kesildiğine dair bir ihtar ve açık uyarıdır. Bu sûre “besmele” ile başlamamıştır. Çünkü besmeledeki “Rahmân” ve “Rahîm” sıfatı, Allah’tan alaka kesmeye ve müşriklerle savaşınca onları öldürmeye aykırıdır. Bu yüzden yalnız “Bismillâh” demek bile caiz değildir. Öte yandan, bu sûrenin “Enfâl” sûresinin devamı olup olmadığı hakkında Ashâb-ı kirâm ihtilaf etmiştir. Nüzûlü sırasında da Hz. Peygamber besmele yazılmasını emretmemiştir. Ancak bu mahzur yalnız sûrenin başından okunurken olup herhangi bir yerinden okunduğu zaman besmele çekilir (Beydâvî; Celâleyn; Elmalılı, III, 2242-2243). Hicretin dokuzuncu yılı “hac emîri” olarak Hz. Ebû Bekir gönderilmişti. Bu sûre inince Allah Resûlü, Allah’ın emirlerini hacda bulunanlara tebliğ için Hz. Ali’yi gönderdi. Sûre bir ültimatom mahiyetinde olup kısaca müşriklerin Allah ile alakasının kesildiğini, bundan sonra Kâbe’ye yaklaştırılmayacaklarını, dört ay içinde İslâm’a girmedikleri takdirde ya öldürüleceklerini veya ülkeyi terk edeceklerini bildiriyordu. Hz. Ali, Hz. Ebû Bekir‘in hutbesinden sonra bayramın birinci günü ayağa kalkarak, sûrenin başından 30-40 âyet okuyup tebliğ etti. [bk. Râzî, XI, 398-402]
[2] Haram aylar, hürmet edilen aylar olup bu aylarda savaş yapılması haramdır.
[3] Mukâtil, s. 48.
[4] Huneyn: Tâif ile Mekke arasında, Tâif’e daha yakın bir vadinin adıdır.
[6] İslâm’a uygun bir imana sahip olmadıkları için müşrikler, hangi özellikte olurlarsa olsunlar, ne kadar yıkanırlarsa yıkansınlar pistirler.
[7] Dokuzuncu hicret yılından.
[8] Kur’an’a göre, Allah’ın emirlerini hiçe sayarak O’na başkaldıran, fitne çıkaran, dînî azınlıklara ya da 2/190. âyette geçtiği üzere müslümanlara karşı savaşa kalkışanlara karşı savaşılır.
[14] Hükmü para karşılığı satmak, Tevrat ve İncil hükümlerini, şeriati çıkarları karşılığında değiştirmek ve Hz. Muhammed’in peygamber olduğunu bildiren kısımlarda tahrifat yapmak suretiyle (Beydâvî).
[15] İslâm yalnız vicdanları uyandırmakla kalmaz, aynı zamanda zekât yoluyla serveti zenginden alıp fakire vermeyi sağlar. İslâm faiz ve saklı servetle savaşır. İhtikârı, stokçuluğu, israfı, gösteriş için yapılan harcamaları yasaklayarak maddî zenginlikleri herkesin faydasına sunar.
[16] Parantez içinde verilen mâna meçhul olarak okunan “yudallu” fiilinin; Nâfî, İbni Kesîr, Ebû Âmir, Âsım’dan naklen Şu‘be ve Ebû Câfer kıraatlerinde “yadıllu” şeklindeki okunuşuna göredir.
[17] Hicretin dokuzuncu yılı idi. Bizans İmparatorluğu, müslümanları imha etmek için yaklaşık 40 bin kişilik bir ordu toplayıp Şam tarafından yola çıkmıştı. Bunu haber alan Resûlullah da derhal onlara karşı savaşılacağını açıktan ilan etti ve ordu toplamaya başladı. Fakat münâfıklar gitmemek için, “Yol uzun, mevsim sıcak, mahsullerimiz ortada” diye müslümanları caydırmaya çalışıyorlar, hatta, “Onlarla savaşmak bir çılgınlık” diyorlardı. Çünkü münâfıklar imanlarına göre değil menfaatleri doğrultusunda hareket ederler. Hatta bazı yeni müslümanlar da bunlara kanarak gitmek istemiyorlardı. Fakat Resûlullah (sas.), ashâbın gayret ve yardımıyla yaklaşık 30 bin kişilik bir ordu toplayıp yola çıktı ve Tebük’e kadar gittiler. On gün orada kaldılar, fakat karşı taraf gelmeyince iki ordu karşı karşıya gelmedi. Fakat Eyle, Ezru gibi bazı Bizans kasabaları, kendiliklerinden İslâm devletinin hâkimiyetine girdiler. Böylece hükmen de olsa, bir galibiyet elde edildi. Bu iki âyet, müslüman ve münâfıkların davranışları hakkında inmiştir. Bu türlü davranışlar her devirde görülmüştür (Bûtî, s. 416-418; Gazzalî, s. 435-442).
[18] Gerek 9/91. gerekse 48/17. âyetlerde savaşa katılmamaya izin verilenler beyan edilmiştir.
[19] Bu ifadeyi dua cümlesi olarak “Allah seni affetsin.” diye tercüme etmişlerdir. Allah’ın, kendi kendine bu lafzı kullanması olmayacağından yukarıdaki ifadeyi uygun bulduk.
[20] Rum kızlarını görünce sabredemeyip zinaya düşeceklerini bahane ediyorlardı.
[21] Sâbûnî (Safve), I, 541.
[22] Fakir, nisap miktarına yani asgarî zenginlik miktarı kadar bir mala mâlik olmayan, geliri giderini karşılamayan kimsedir ki, dilenmesi helal değildir. Miskin (yoksul) ise, hiç malı olmayıp yiyecek ve giyecek temini gayesiyle dilenmeye ihtiyacı olan kimsedir.
[23] İbni Kesîr (Sâbûnî), II, 153.
[24] Cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerîmede, münâfıkların âhireti unutup dünya hayatından kâm almanın, zevk ü sefa içinde geçirmeyi kâr bilmenin sonucunun ziyana uğramak olduğunu bildirerek mü’minleri de uyarıyor. [bk. 57/20 ve bu davranışın karşılığı olarak da bk. 24/55]
[32] Muhacirler, müslüman olmalarından ve İslâm’a uygun yaşamak istemelerinden dolayı Mekke’den müşriklerin/putperestlerin çeşitli baskı ve zulümleri sebebiyle Medine’ye hicret eden müslümanlardır. Ensar da bu muhacirlere yardım eden Medine’deki müslümanlardır.
[33] İbni Kesîr (Sâbûnî), II, 167; Emiroğlu, V, 364-365; Elmalılı, IV, 2633-2645.
[34] Bu, münâfıkların Medine’de yaptığı Mescid-i Dırâr olarak tanınan mesciddir. Câhiliye devrinde hıristiyan olan ve Allah Resûlü ile savaşan Ebû Âmir er-Rahîb münâfıklara, Kuba’ mescidinin yakınında bir mescid yapmaları için bir mektup yazmıştı. Adı mescid olacaktı ama Ebû Âmir’in Şam’dan bir orduyla gelmesine kadar münâfıkların karargâhı olarak hizmet verecekti. Akıllarınca bu kâfir ordu sayesinde hem kendilerini koruyacaklar, hem de Resûlullah’ı ve ashâbını sindirip dağıtacaklardı. Binayı yaptılar ve buna kutsiyet kazandırmak için de Allah Resûlü’ne giderek: “Biz, uzağa gidemeyen ihtiyar ve özürlüler için bir mescid yaptık, senin namaz kıldırıp dua etmenle birlikte açılışını yapmak istiyoruz.” dediler. Allah Resûlü: “Şimdi Tebük için sefere çıkıyoruz, Allah’tan izin olursa dönüşte!” buyurdular. Fakat dönüşte Cebrail (as.) gelerek buranın Mescid-i Dırâr (zarar mescidi) olduğunu bildirdi. Resûlullah da emir buyurarak burayı yıktırdı. Çünkü burası, İslâm’ı içinden yıkmak, müslümanların birliğini bozmak üzere yapılmış bir kurum durumunda idi. Hâlen yeryüzünde İslâm’a ve müslümanlara zarar verme, onların kökünü kazıma yolunda çeşitli hainlikler düşünen münâfıklar, yani hakikatte kâfirler, iyi niyetli gözüken planlar yapmaktadırlar.
[35] Âyetteki “seyahat edenler” ifadesini, “Ümmetimin seyahati oruçtur.” hadîs-i şerîfine göre oruçla tefsir etmişlerdir. Atâ (ra.), İkrime (ra.) ve Osman b. Maz’ûn (ra.) da, “Cihad ve ilim tahsili için seyahat edenler” demişlerdir (Beydâvî; Elmalılı, III, 2625).
[36] Bu âyet-i kerîmede gerek Allah’ı tanımayan kâfirlere, gerek Allah’ı tanıdıkları halde hükümleri altına girmeyi ve Resûlü’ne tâbi olmayı istemeyen müşriklere karşı mü’minlerin rahmet ve mağfiret dilememesi gerektiği belirtiliyor. Resûlullah (sas.) arzu etmemesine rağmen müşrik olarak ölen amcası Ebû Tâlib’e acıyıp istiğfarda bulunmak istemişti. Çünkü o, İslâm için birtakım fedakârlıklar yapmıştı. Fakat isteği, bu âyetle geri çevrildi (Zebîdî, IV, hadis no: 665). Allah Resûlü’nün anne ve babasına gelince; onların kendisinin nübüvvetinden önce, fetret devrinde öldükleri için sorumlu olmayıp azap olunmayacakları bildirilmektedir (Zebîdî, IV, 539-542). [bk. 17/15]
[37] “Azîz” kelimesinde durulursa, mana şöyle olur: “…Öyle bir peygamber gelmiştir ki azîz (şânı ve şerefi yüce)dir, size gelen sıkıntı ona da gelmiştir.”
Halkın bilgili olmadığı ya da bilgi alacak kaynaklara sahip olmadığı bir halk yönetimi olsa olsa bir komedinin ya da trajedinin;belki de ikisinin birden önsözü olabilir.Bilgi her zaman cehaleti yönetir. Ekranın öte yüzü.sy.3.
Mekke döneminde nâzil olmuştur. 109 âyettir. Sûrenin 40, 94 ve 95. âyetlerinin Medine döneminde nâzil olduğu rivayet edilmiştir. Sûre, 98. âyette sözü edilen Hz. Yunus ve kavmine atıftan dolayı bu adı almıştır.
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
1. Elif, Lâm, Râ. İşte bu (okuna)nlar hüküm ve hikmet dolu Kitab’ın âyetleridir.
2. “(Bütün) insanları, (Allah’ın azabına karşı) uyar ve iman edenlere de Rableri katından kendileri için yüksek derece ve makamlar olduğunu müjdele!” diye içlerinden bir adam(ı seçip on)a vahyetmemiz, insanlar için şaşılacak bir şey mi oldu ki (Peygamber onlara âyetleri okuyunca), kâfirler: “Bu mutlaka apaçık bir sihirbazdır.” dediler. [bk. 7/69; 38/4]
3. Şüphe yok ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde (altı devrede) yaratan ve Arş’ı hükmü altına alan, (her) işi düzenli olarak idare eden Allah’tır. O’nun izni olmadan hiçbir şefaatçi (şefaatte) bulunamaz. İşte sizin Rabbiniz olan Allah budur. O halde (gereği gibi) O’na kulluk edin. Hâlâ düşünüp ibret almaz mısınız?
(Bu tip insanlar dünyaperest, materyalist kimselerdir. Allah’a karşı sorumluluk duymaz, âhirete inanmaz, hevâ ve hevesine göre yaşar, aklınca, menfaatleri neyi gerektiriyorsa onu yaparlar. Bunlara Dehriyyûn da denilir.) [krş. 6/29-30; 7/51; 23/37-42; 45/24; 64/7]
9. İman edip, sâlih (yararlı) amel işleyenlere gelince: Rableri, imanları sebebiyle onları, alt tarafından ırmaklar akan nimet dolu cennetlerine eriştirir.
10. Onların oradaki duaları: “Sübhânekellâhümme” (Allah’ım! Seni anar ve seni her türlü noksanlıktan tenzih ederiz) demeleridir. Orada (birbirine iyilik) temennileri: “Selâm” ve dualarının sonu da: “Elhamdülillâhi Rabbi’lâlemîn” (Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun) demeleridir. [krş. 13/23-24; 33/44; 36/58; 56/25-26]
11. Şâyet Allah insanların hayrı çabukça istedikleri gibi, şerri de (istediklerinde) acele verseydi, elbette onların ecelleri(nin gelmesi)ne hükmedilirdi. Ama, bize kavuşmayı ummayanları biz azgınlıkları/isyanları içinde şaşkın şaşkın bocalar halde bırakırız. [bk. 2/15; 8/32]
12. İnsana bir sıkıntı dokunduğu zaman, gerek yan yatarken gerek otururken gerek ayakta iken (her halinde) bize yalvarır. Fakat kendisinden sıkıntısını açıp kaldırıverince, sanki kendisine dokunan o sıkıntı için bize dua etmemiş gibi (şükür ve itaati bırakıp) gider (yine günahlara dalar). İşte ölçüsüz davranan (ve haddi aşan)lara yapmakta oldukları şeyler, böyle süslü (cazip) gelmiştir. [krş. 11/10-11; 41/50-51]
13. Andolsun ki sizden önceki devirler(de gelen nesiller)i de, peygamberleri onlara açık delil (ve mucize)ler getirdikleri halde zulmettikleri ve iman etmeyecek oldukları için yok etmiştik. İşte suçlular toplumunu böyle cezalandırırız.
14. Sonra onların ardından sizi yeryüzünde halifeler yaptık (hâkim kıldık) ki bakalım nasıl işler yapacaksınız.
15. Âyetlerimiz onlara, apaçık deliller halinde okunduğu zaman, (âhirette) bize kavuşmayı ummayanlar (Peygamber’e): “Ya (bize) bundan başka bir Kur’an getir veya bunu(n hoşumuza gitmeyen yerlerini) değiştir.” dediler.[1] De ki: “Kendiliğimden onu değiştirmem (asla mümkün) olmaz. Ben sadece bana vahyedilene uyar (onu bildirir)im. Eğer Rabbime karşı gelirsem, şüphesiz o büyük günün azabından korkarım.”
16. (Resûlüm!) De ki: “Allah dileseydi (Kur’an’ı bana indirmez, ben de) onu size okumazdım ve (Allah) onu size bildirmezdi. (Bilin ki) ben, bundan önce aranızda (okuma yazma bilmeden) bir ömür sürdüm. (Böyle bir şey yapamayacağımı) hiç düşünmüyor musunuz?”
17. Allah adına yalan uyduran veya âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim vardır? Şüphesiz günahkârlar, kurtuluşa eremezler.
18. Onlar, Allah’ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda sağlayan şeylere taparlar ve: “Bunlar, Allah yanında şefaatçilerimizdir.” derler.[2] De ki: “Siz Allah’a, göklerde ve yerde O’nun bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?” O, onların ortak tuttukları şeylerden çok uzak ve yücedir.
19. İnsanlar ancak (tevhid dinine bağlı) bir tek ümmet idi. Sonra (şirke, küfre ve batıl yollara sapıp) ayrılığa düştüler. Eğer (hesabın kıyamette görüleceğine dair) Rabbinden bir söz geçmemiş olsaydı, üzerinde ayrılığa düştükleri şeylerde, aralarında elbette hüküm verilir (azaba uğratılıp işleri bitirilir)di.
20. (Müşrikler:) “O’na, Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi?” dediler. De ki: “Gayb(e ait işler), Allah’a mahsustur; bekleyin. Ben de sizinle beraber (sizin için gelecek bir mucize veya azabı) bekleyenlerdenim.” [bk. 6/4-10; 8/32]
21. Kendilerine dokunan bir sıkıntıdan sonra insanlara, bir rahmet/iyilik tattıracak olsak (bir de bakarsın ki) âyetlerimiz (ve din) hakkında yine gizli bir plan kurmuşlar. De ki: “Allah’ın hilenize karşılık vermesi daha çabuktur.” Elçilerimiz (melekler) kurduğunuz hile (ve düzen)leri şüphesiz yazmaktadırlar.
22. Sizi karada ve denizde gezdiren ancak O’dur. Hatta gemilerde bulunduğunuz zaman(ı hatırlayın), o (gemiler), içinde bulunan (yolcu)ları hoş bir rüzgarla yüzüp götürdüğü ve onlar da bununla neşelendikleri sırada, şiddetli bir fırtına gelip çatar; dalga her taraftan onları kuşatır (hücum eder). Artık onlar kendilerinin tamamen kuşatıldıkları (ve kesin kurtulamayacakları)nı sandıkları sırada artık dini, yalnız Allah’a has kılarak (içlerindeki benlik putunu ve diğer putlarını
sandıkları sırada artık dini, yalnız Allah’a has kılarak (içlerindeki benlik putunu ve diğer putlarını atıp samimi olarak) O’na dua ederler: “Andolsun ki, eğer bizi bundan kurtarırsan mutlaka şükredenlerden olacağız.” derler. [krş. 10/12]
23. Fakat (Allah) onları kurtarınca, hemen yeryüzünde yine haksız yere (hevalarına uyarak) taşkınlık yaparlar. Ey insanlar! Dünya hayatının geçici/değersiz menfaati için (yaptığınız) taşkınlığınız, ancak kendi aleyhinizedir. Sonra dönüşünüz ancak bizedir. Biz de yapmış olduklarınızı size haber vereceğiz.
24. Dünya hayatının misali gökten indirdiğimiz suyunki gibidir ki, insanların ve hayvanların yediği yeryüzü bitkileri onunla karış(ıp yetiş)ir. Nihayet yeryüzü (bitkilerle) ziynetini takınıp süslendiği, sahiplerinin de (o mahsulü biçmek ve toplamak için) ona muktedir olduklarını zannettikleri bir sırada, geceleyin veya gündüzün o yere emrimiz/hükmümüz (afet) geliverir de, sanki dün (bitkilerle hiç) zengin olmamış gibi orayı (kökünden) biçilmiş hâle getiririz. İşte biz, düşünen bir toplum(un ibret alması ve aldanmaması) için âyetleri geniş geniş açıklıyoruz. [krş. 10/24; 18/45; 39/21; 57/20]
25. Allah, (kullarını) selamet yurduna (cennetini kazanmaya) çağırır ve O, dilediğini (samimi niyetleri sebebiyle) doğru yola iletir.
26. İyilik edenler ve iyi davrananlara daha güzeli ve ziyadesi[3] vardır. Onların yüzlerini (kendilerini mahcup edecek) ne bir toz (leke) ne de bir hakirlik kaplar. İşte onlar cennet ehlidirler, onlar orada ebedî kalacaklardır. [bk. 55/60]
27. Kötülük (günah) kazan(ıp da onları önemsiz say)anların cezası, yaptıkları kötülük kadardır; kendilerini de bir hakirlik (zillet) kaplayacaktır. Onları Allah’(ın azabın)a karşı hiçbir koruyucu yoktur. Onların yüzleri, sanki gecenin karanlık bir parçasıyla örtülmüştür. İşte onlar cehennem ehlidirler, orada ebedî kalacaklardır. [bk. 42/45; 3/106-107]
28-29. O gün (kıyamette) onları hep bir araya toplayacağız, sonra (Allah’a) eş tutan (Allah yerine başkasına veya başkasının emirlerine bağlanan)lara: “Siz ve ortaklarınız (olan varlıklar ve güçler)[4] yerlerinizde kalın!” diyeceğiz. Artık aralarını tamamen ayırmışızdır. Ortak (koştuk)ları da: “Siz (dünyada) bize hiç tapmıyor (aslında kendi arzularınıza tapıyor)dunuz. Şimdi sizinle bizim aramızda şahit olarak Allah yeter. Doğrusu sizin bize tapmanızdan hiç mi hiç haberimiz yoktu.” derler. [krş. 19/82; 28/63; 46/5-6]
30. İşte orada herkes, önceden (dünyada) yapmış olduğunun imtihanını verecektir. (Artık) hepsi gerçek Mevlâları olan Allah’a döndürülürler, uydurdukları (putlar, putlaşanlar) da kendilerinden kaybolup gider. [bk. 17/13-14]
31. (Resûlüm! Onlara) de ki: “Size gökten ve yerden kim rızık veriyor? Kulak ve gözler(i
31. (Resûlüm! Onlara) de ki: “Size gökten ve yerden kim rızık veriyor? Kulak ve gözler(i yaratmay)a kimin gücü yeter? Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor?[5] İşleri kim (belirli bir) düzen içinde yönetiyor?” Duraksamadan hemen: “Allah” diyecekler. O halde hâlâ (emrine âsî olmaktan) sakınmaz mısınız? [bk. 9/31 ve açıklaması; krş. 3/189]
32. İşte O (her şeye gücü yeten) Allah, sizin gerçek Rabbinizdir. Artık bu gerçekten sonra (başka ilâhlara, batıllara ve ideolojilerine yönelip onlara kulluk etmek ve onlara hak görüntüsü ve süsü vermek) sapıklıktan başkası değildir. Öyleyse nasıl oluyor da (imandan) vazgeçiyor (Allah’a rağmen insanları ve putları ilâhlaştırıp bağlılık gösteriyor)sunuz? [krş. 1/4; 2/42]
33. İşte böylece yoldan sapmış (fâsık)lara karşı Rabbinizin: “Artık onlar iman etmezler.” sözü gerçekleşmiş oldu. [krş. 39/71]
34. (Resûlüm!) De ki: “(Allah’a) ortak (tanıdık)larınız içinde, ilk defa yaratan, (öldükten) sonra onu (kıyamette) aynen iade edip dirilten var mıdır?” De ki: “Ancak Allah ilk defa yaratıp, sonra onu (kıyamette) aynen iade ederek diriltir.[6] Öyleyse (doğru yoldan) nasıl döndürülüyorsunuz?”
35. De ki: “Ortak (tanıdığınız put)larınızdan doğruya götürecek olan var mı?” (Cevap veremezler.) De ki: “Ancak Allah doğruya eriştirir. O halde gerçeğe eriştiren (Allah) mı uyulmaya daha layıktır, yoksa (kendisi) götürülmedikçe doğru yolu bulamayan (uydurma ilâhlar) mı? Öyleyse ne oluyor size! Nasıl (yanlış) hükmediyor (putlara ve putlaştırılanlara bağlılık gösteriyor)sunuz?”
36. Onların çoğu, zandan başkasına uymuyor(lar). Zan ise (ilim ve) gerçekten hiçbir şey ifade etmez. Hiç şüphesiz, Allah yaptıkları şeyleri hakkıyla bilendir.
37. Bu Kur’an, Allah’tan (indirilmiş olup) başkası tarafından uydurulmuş değildir. Fakat o, önceki (ilâhî kitap)ların da (aslını) tasdik eder ve (Levh-i Mahfûz’da yazılmış)[7] Kitab’ı açıklar. Onda asla şüphe yoktur, âlemlerin Rabbi tarafından (indirilmiş)tir.
38. Yoksa: “Onu (Peygamber’in) kendisi uydurdu” mu diyorlar? De ki: “Eğer iddianızda doğru iseniz, haydi onun benzeri bir sûre getirin ve Allah’tan başka, gücünüzün yettiği kim varsa onları da (yardımınıza) çağırın!” [krş. 2/23-24; 11/13; 17/88]
39. Hayır! (O inkârcılar,) ilmini kavrayamadıkları ve hakikati/yorumu kendilerine gelmemiş olan şeyi yalanladılar. Onlardan öncekiler de tıpkı böyle (peygamberlerini) yalanlamışlardı. İşte bak zalimlerin sonu nice oldu?
40. İçlerinde ona (Kur’an’a) inananlar da var, inanmayanlar da var. Rabbin (o Kur’an’a karşı) bozgunculuk yapanları çok iyi bilendir.
41. (Resûlüm!) Şâyet hâlâ seni yalanlarlar (getirdiklerini kabullenmezler) ise de ki: “Benim işim bana, sizin işiniz de size aittir. Siz benim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptıklarınızdan uzağım.” [bk. 109/1-6]
42. İçlerinden sen(in okuduğun)a kulak verenler de vardır. Fakat sağır(laşmış)lara sen mi işittireceksin? Akıllarını kullanıp anla(mak iste)miyorlarsa! [krş. 2/18]
43. İçlerinden sana (ve mucizelerine) bakanlar da var. Fakat (hakikati) göremiyorlarsa, körlere doğru yolu sen nasıl göstereceksin?
44. Şüphesiz ki Allah, insanlara (gücünün üstünde bir şey yükleyerek onlara) hiçbir şekilde zulmetmez. Fakat insanlar (Allah’tan uzaklaşıp nefislerine uyarak kendi) kendilerine zulmederler.[8] [krş. 4/79]
45. (Allah) onları, o gün (kıyamet günü, onca zamandan sonra) sanki (dünyada) gündüzün bir saati kadar bir süre kalmışlar gibi bir araya toplayacak, (onlar da) kendi aralarında birbirlerini tanıy(ıp tanış)acaklar. (Fakat) Allah’a kavuşmayı yalanlayıp da (hayatı bu dünyadan ibaret sayıp) doğru yola gelmeyenler, elbette büyük zarara uğramış (olacak)lardır. [bk. 20/104; 23/112-114]
46. (Resûlüm!) Onları tehdit ettiğimiz (azab)ın bazısını sana dünyada göstersek veya (onu görmeden) seni vefat ettirsek bile, sonunda onların dönüşleri ancak bizedir (o zaman hallerini görürsün.) Elbette Allah, onların yaptıklarına şâhittir.
47. Her ümmetin bir peygamberi vardır. Peygamberleri geldiği zaman, aralarında adaletle hükmedilir ve onlar haksızlığa uğratılmazlar. [bk. 39/69]
48. (Onlar:) “Eğer dediğiniz doğru ise bu vaad(edilen azap) ne zaman?” derler.
49. (Resûlüm!) De ki: “Allah’ın dilemesi dışında, ben kendi kendime (bile) ne bir zarar ne bir fayda (verme gücüne) sahibim.” Her ümmet için bir ecel vardır. Ecelleri geldiği zaman, artık bir an geri de kalamazlar, ileri de geçemezler. [bk. 63/11]
50. De ki: “O’nun azabı geceleyin veya gündüzün size gelirse (düşündünüz mü ne yaparsınız) söyleyin bana.”[9] Günahkârların onu acele istemesi(ne sebep) nedir?
51. (Yoksa azap) gerçekleştikten sonra mı iman edeceksiniz? (O zaman size: “Önceden) o azabın gelmesini acele isterken, şimdi mi iman ediyorsunuz?” (denilir.)
52. Sonra o (kendilerine) zulmeden (küfür ve şirkle ölen)lere: “Ebedî azabı tadın! Siz kazandığınızdan başkasıyla mı cezalandırılacaksınız? (Cezanız ancak yaptığınıza karşılıktır.)” denilir.
53. (Resûlüm!) “O (kıyamet ve azap) gerçek midir?” diye sana sorarlar. De ki: “Evet, Rabbim hakkı için elbette o gerçektir. Siz (Allah’ı bundan) aciz bırak(ıp kurtul)acak değilsiniz.” [bk. 34/3; 64/7]
54. (Küfür yoluna saparak) zulmeden herkes, yeryüzündeki her şeye sahip olsa, (azaptan kurtulmak için) elbette onu fidye verirdi. Onlar azabı görünce, (duydukları) pişmanlığı açıklarlar.[10] Artık onlar (için) haksızlığa uğratılmaksızın aralarında adaletle hüküm verilir.
55. Haberiniz olsun ki göklerde ve yerdeki şeyler(in hepsi) şüphesiz Allah’ındır. Yine iyi bilin ki Allah’ın vaadi gerçektir, fakat onların çoğu (bunu) bilmezler.
56. O, hem diriltir hem öldürür ve ancak O’na döndürüleceksiniz.
57. Ey insanlar! Rabbinizden size, bir öğüt, gönüllerde olan (kötü duygulara, batıl inançlara, dert ve sıkıntı)lara bir şifa, inananlara bir yol gösterici ve bir rahmet (olan Kur’an) gelmiştir. [krş. 17/82; 41/44]
(Kur’ân-ı Kerîm; en güzel ahlâkı öğütleyen, şirk, küfür ve nifak gibi mânevî hastalıkları gideren, hayat nizamını, dünya ve âhiret saadetini bildiren hidayet ve rahmettir. Ancak kalplerin Kur’an’a açık olması lazımdır. Sıkıntı ve stresin giderilmesi için de bol Kur’an okunmalıdır.)
58. De ki: “(İnsanlar) ancak bununla, Allah’ın lütfu ve rahmeti (olan İslâm ve Kur’an)[11] ile sevinsinler. Bu onların toplayıp durdukları (bütün dünyalık) şeylerden hayırlıdır.”
59. De ki: “Baksanıza, Allah size rızık olarak ne indirdi ise siz ondan (kimini) haram ve (kimini) helal yaptınız.” De ki: “Bu hususta Allah mı size izin verdi, yoksa siz Allah’a iftira mı ediyorsunuz?”[12]
60. Allah’a yalan uydurup iftira edenlerin kıyamet günü (uğrayacakları âkıbetleri) hakkında zanları (ve beklentileri) nedir? Şüphesiz Allah, insanlara karşı (azabı erteleyip, kâfire de mü’mine de nimet vermesiyle) lütuf sahibidir. Fakat onların çoğu (buna) şükretmezler.
61. Sen her ne halde bulunsan, Kur’ an’dan her ne okusan ve siz her ne iş yapsanız ona daldığınız an, (bilin ki) biz sizi görüyoruz. Ne yerde ne de gökte zerre ağırlığınca bir şey Rabbin(in bilgisin)den gizli değildir. Ne bundan daha küçük ne de daha büyük, hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfûz’da yazılı) olmasın. [bk. 6/59; 11/6]
62. Haberiniz olsun ki Allah’ın velîlerine (dostlarına) hiçbir korku yoktur, onlar üzülecek de değillerdir.
(Yukarıdaki âyet-i kerîmede bildirildiği gibi velî, iman edip takvâya ermiş kimselerdir. Bunu biraz açıklamak gerekirse, “İman etmek” kelimesi tefekkür kuvvetinin mükemmelliğine; “takvâya ermek” tâbiri de amelî kuvvetin mükemmelliğine işarettir. Demek oluyor ki bir kulun, Allahu Teâlâ’ya yakın olması/Allahu Teâlâ’nın kendisinin velîsi olması için, kelamcıların da beyanına göre, delillere dayalı dosdoğru iman/inanç içinde olup (kalbini mârifetullah ile doldurması) Allah’ın rızasına/İslâm’ın esaslarına göre sâlih amel yapması gerekir. Allahu Teâlâ da kendisine iman edenlerin/teslim olanların dostu olup onları karanlıktan aydınlığa çıkaracağını (2/257), âhiret hayatı için korku, dünya hayatı için üzüntü duymayacağını bildirmekte ve her iki hayat için müjdeler vermektedir.) [bk. 41/30]
63. Onlar, (Allah’a) iman eden ve emirlerine uygun yaşayanlardır.
64. Onlar için dünya hayatında da âhiret hayatında da müjde(ler) vardır. Allah’ın sözlerinde asla değişme yoktur. İşte bu (müjdeye erişmek) en büyük mutluluk (ve kurtuluş)tur.
6.151 yorum:
«En Eski ‹Eski 3601 – 3800 / 6151 Yeni› En yeni»(O, tevhid dinindendi. O, hem çeşitli güçlerin simgeleri olan putlara tapmayı hem de insanları Hak düzenine karşı gelmeye çağıran tâğûtları reddetmişti. Çünkü tâğûtlar, Allah’ın emrine aykırı emir verip hüküm koyarlar, böylece kendi kendilerine birer rab/ilâh olmuş olurlar.)
96. Şüphesiz insanlar(ın ibadet ve ziyareti) için kurulan çok mübarek ve âlemlere hidayet kaynağı olan ilk ev (ilk mâbed), Mekke’deki (Kâbe’)dir.
97. Orada, (Kâbe’nin mâbed olduğunu gösteren) apaçık deliller ve İbrahim’in makamı vardır. Kim oraya girerse emniyette olur. Oraya (gitmeye) bir yol (imkân) bulabilen kimseye, Beyt(ullâh)’ı haccetmesi, Allah’ın hakkı (olarak o kimseye farz)dır. Kim de (bunu reddeder de) küfre saparsa, (küfrü kendi aleyhinedir ve) şüphesiz Allah, bütün âlemlerden müstağnîdir (kimseye ihtiyacı yoktur). [krş. 2/125]
98. De ki: “Ey Ehl-i Kitab! Allah yaptığınız her şeyi görüp dururken, niçin Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz?”
99. De ki: “Ey Ehl-i Kitab! Artık (İslâm’ın gerçekleri gösteren bir din olduğunu) görüp bildiğiniz halde, niçin onu eğri göstermeye yeltenerek mü’minleri Allah yolundan çevirmeye çalışıyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.”
(İslâm’ın karşısında olanlar veya bunu açıkça söyleyemeyenler, hep bu yolu izlemişler; onu, modernlikten geri koyan bir din olarak ya da Yahudilik veya Hıristiyanlığın taklidi gibi göstermeye çalışmışlardır.)
100. Ey iman edenler! Eğer Kitab verilen (hıristiyan ve yahudi)lerden herhangi bir gruba uyarsanız (onların İslâm’a aykırı hallerini ve yaşayış şekillerini, plan ve programlarını benimseyip kendinizi onlara benzeme ve beğendirme tavrına ve yarışına girerseniz, iyi bilin ki onlar), sizi (ve neslinizi) imanınızdan (ve mânevî değerlerinizden koparıp, birbirinize hasım yapar) sonra küfre/kâfirliğe döndürürler. [bk. 2/120; 3/149; 4/59; 5/49-50, 54-57; 7/45, 56; 11/19; 60/4, 6]
101. Size Allah’ın âyetleri okunduğu ve içinizde de O’nun Resûlü bulunduğu halde, nasıl küfre/kâfirliğe saparsınız? Kim (küfürden sakınıp) Allah’(ın dîni İslâm’)a sımsıkı sarılırsa muhakkak o doğru bir yola iletilmiş olur.
102. Ey iman edenler! (Gücünüz nisbetinde) Allah’ın emrine uygun yaşayın/aykırılıktan sakının ve ancak müslümanlar olarak can verin. [bk. 12/101 ve dipnotu 64/16]
(Rabbimiz bu âyet-i kerîmede kendisine iman edenlere hayatın gayesi ile ilgili en önemli ikazlardan birini yapmaktadır. Allah’tan gereği gibi korkmak ve İslâmî bir yaşayış içinde ölmek son derece mühimdir. Bunun içindir ki Allah’ı gereği gibi tanıyan ve O’na saygı duyanlar, iman ve sâlih amelle yaşarlar. Küfür, şirk ve tâğût belasına karşı sarsılmazlar, eğilmezler ve şeytanın oyununa gelmezler. Allah’ın bu emri karşısında mü’minler, müslümanca ölmeyi gaye bilirler. Müslümanca yaşayıp ölmek, ferdin kendi iç dinamiklerini ve yaşantısını İslâm’a uygun hâle getirmekle beraber bunun yanında kendi içinde bulunduğu toplumun da yalnız diliyle “müslümanım” demesi değil, müslümanca yaşamayı isteyen ve yaşayan bir toplum olması da bunu kolaylaştıran sebeplerden olur. Yüce Allah da bunun için aşağıdaki âyetle başka türlüsü olmayan bir hareket tarzını bildirmektedir.) [bk. 23/52-53]
103. Hepiniz toptan Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın, (onu hayata hâkim kılın, ihtilaf ve tefrikaya düşüp fert fert, grup grup) parçalanıp ayrılmayın. Allah’ın üzerinizdeki (İslâm) nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman (kabileler) idiniz de (Allah) kalplerinizi (İslâm’da) birleştirdi. İşte onun (İslâm) nimetiyle (hepiniz) kardeş oldunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan sizi (İslâm ile) O kurtardı. İşte Allah, âyetlerini size böylece açıklıyor ki doğru yola eresiniz.
104. İçinizden (herkesi) hayra çağıran, iyiliği (meşru şeyleri; tevhidi ve sâlih ameli) emreden ve kötü olandan men eden bir ümmet (bir topluluk)[29] olsun; işte onlar kurtuluşa erenlerdir.
105. (Ey mü’minler! Siz,) kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılan ve ihtilafa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için (kıyamette) çok büyük bir azap vardır.
106. O günde, birtakım yüzler ağaracak, birtakım yüzler de kararacak. Yüzleri kararanlara gelince (onlara): “İman ettikten sonra (Allah’ın emirlerini tanımayıp) inkâra/küfre saptınız ha! İşte küfre sapmanıza/inkâr etmenize karşılık azabı tadın!” (denilecek). [bk. 75/22-24; 80/38-41]
107. Yüzleri ağaranlar ise, Allah’ın rahmeti içinde (cennette)dirler. Onlar orada ebedî kalacaklardır.
108. (Ey Muhammed!) İşte bunlar, Allah’ın âyetleridir. Onları sana gerçeği bildirmek üzere okuyoruz. Allah âlemlere (hiçbir surette) zulmetmek/haksızlık etmek istemez. [krş. 28/3]
109. Göklerde ve yerde olanlar Allah’ındır. (Bütün) işler, (hesap için) ancak Allah’a döndürülür.
110. (Ey Muhammed ümmeti! Dininiz sayesinde) siz, insanların iyiliği için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. (Çünkü) iyiliği emreder, kötülüğe engel olur ve Allah’a (hakkıyla) inanırsınız. Eğer Ehl-i Kitab (yahudi ve hıristiyanlar) da (sizin gibi) iman etmiş olsalardı, elbette onlar için hayırlı olurdu. (Gerçi) onlardan bir kısmı iman etmişlerdir. (Fakat) onların pek çoğu (dinden) sapmış kimselerdir. [krş. 3/104]
(Hayırlı bir ümmet olma özelliğine sahip olabilmek için, âyet-i kerîmede buyurulduğu üzere, Allah’ın emir ve yasaklarını O’nun bildirdiği şekilde bilmek, hayat ve hareket tarzını onlara uygun hâle getirmek ve gücü nisbetinde bunun yaptırımı için seferber olmak gerekir. Peygamberimiz, “Kim bir kötülüğü görürse eliyle, buna gücü yetmezse diliyle engel olsun. Buna da gücü yetmezse, (onu yapana) kalbiyle buğzetsin; bu da imanın en zayıfıdır.” buyurmuştur.)
111. (Ey müslümanlar!) O (dinden sapanlar ve İslâm karşıtı ola)nlar eziyet etmenin dışında size asla zarar veremezler. Sizinle savaşacak olurlarsa da geri dönüp kaçarlar, sonra onlara yardım da edilmez.
112. Onlar (yahudiler); nerede bulunurlarsa (bulunsunlar) -Allah’ın ahdine ve (mü’min) insanların ahdi (ve himayesi)ne sığınanlar hariç- üzerlerine zillet (aşağılık damgası) vurulmuştur. Artık onlar Allah’tan bir gazaba uğradılar ve üzerlerine miskinlik (ve aşağılık damgası) vuruldu. Bu, onların Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri ve haksızlık yaparak peygamberleri öldürmeleri sebebiyledir. Bu da onların âsî olmalarından ve haddi aşmalarındandır. [krş. 2/61; 3/21]
113. (Onların) hepsi bir değildir. Ehl-i Kitab içlerinden artık (müslüman olup) ‘Allah’ın emirlerini tutan’,[30] gece vakitlerinde Allah’ın âyetlerini okuyan ve secde edenler vardır.
114. (Bunlar, gerçekten) Allah’a ve âhiret gününe inanırlar, iyiliği emreder, kötülüğe engel olurlar ve hayır işlerinde yarışırlar. İşte bunlar (Allah katında) iyilerdendir.[31]
115. Yaptıkları hiçbir iyilik, asla inkâr edilmeyecek (mükâfatı verilecek)tir. Allah, takvâ sahiplerini (emirlerine uygun yaşayanları) çok iyi bilendir.
116. O küfre sapan/inkâr edenlere gelince, onların ne malları ne de evlatları Allah’(ın azabın)a karşı kendilerine asla fayda vermeyecektir. Onlar ateş ehli (cehennemlik)dirler; onlar hep orada kalacaklardır.
117. Onların bu dünya hayatında yaptıkları harcamaların hali; kendi kendilerine zulmetmiş bir topluluğun ekinlerini vurup da onu mahveden, dondurucu soğukluktaki bir rüzgarın haline benzer (Sadaka ve hayırlarının âhirette kendilerine hiç faydası olmaz). Doğrusu Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendi kendilerine zulmetmektedirler.
(İşte inançsızların inkâr rüzgarı, iyilik ve hayır namına ne varsa hepsini mahveder, âhirette ellerini boşa çıkarır. Ancak o şeyler, bu dünyada bir gösteriş ve övünmeden ibaret kalır.)
118. Ey iman edenler! Sizden olmayanı sırdaş (ve dost) edinmeyin. (Çünkü) onlar, sizi(n dininizi ve düzeninizi) bozmaktan geri durmazlar; daima size sıkıntı verecek şeyleri arzu ederler. Hakikaten, onların aşırı kin (ve düşmanlık)ları ağızlarından (taşıp) ortaya çıkmıştır. Gönülde gizledikleri (kin) ise daha büyüktür. Eğer düşünürseniz size âyetlerimizi böylece açıkladık.
119. İşte siz (mü’min)ler öyle kimselersiniz ki onlar (Allah’a ve İslâm’a karşı cephe alanlar), sizleri sevmedikleri halde siz onları(n peygamberlerini tasdik edip) sever ve bütün kitaplara[32] inanırsınız. Onlar ise, (ancak) size rastladıkları zaman “iman ettik” derler. Kendi başlarına kaldıklarında, size karşı öfke (ve kin)lerinden parmaklarının uçlarını ısırırlar.[33] (Resûlüm!) De ki: “Öfkenizden ölün (geberin)!” Şüphesiz Allah gönüllerdekini hakkıyla bilendir.
120. Size bir iyilik dokunursa, onlara (içten içe) fenalık gelir/sıkıntı basar. Size bir kötülük/sıkıntı dokunursa, onunla sevinirler. Eğer sabreder ‘Allah’ın emrine uygun yaşarsanız,’ onların hilesi size hiçbir şekilde zarar vermez. Elbette ki Allah(’ın ilmi ve kudreti), onların yaptıklarını kuşatmıştır.
121. (Ey Muhammed!) Hani vaktiyle sen, (Medine’de) savaş için durulacak (elverişli) mevzilere mü’minleri yerleştirmek üzere, ailenden sabah erkenden ayrılmıştın. Allah (sözlerinizi) hakkıyla işiten ve (niyetlerinizi) bilendir.
122. Hani (Uhud gazvesinde) sizden iki bölük,[34] Allah kendilerinin yardımcısı olduğu halde, korkuya kapılıp (ordunun iki kanadından) geri çekilmeye niyetlenmişti. Halbuki mü’minler ancak Allah’a güvenip dayanmalıydılar.
123. Muhakkak ki Bedir[35] (gazvesin)de siz, (asker ve silah bakımından) daha zayıf iken, Allah size yardım etmiş (ve zafer vermiş)ti. ‘Allah’ın emirlerine uygun yaşayın’ ki şükretmiş olasınız.
124. O vakit sen (Bedir’de) mü’minlere: “İndirilen üç bin melekle Rabbinizin size yardım etmesi yetişmez mi?” diyordun.
125. Evet, eğer sabreder ve (Allah’a itaatsizlikten) sakınırsanız ve (bu arada) onlar (düşmanınız) hemen üstünüze geliverirse, Rabbiniz size, nişâneli (özel işaretli, teçhizatlı) beş bin melekle yardım eder.
126. Allah bunu, size ancak bir müjde olsun ve kalpleriniz bununla yatışsın diye yapmıştır. Yardım/zafer ancak, mutlak galip, hüküm ve hikmet sahibi Allah tarafındandır.
127. (Bir de Allah bu yardımı size) inkâr edenlerin bir kısmını(n veya ileri gelenlerinin başlarını) kessin yahut onları perişan etsin de (geri kalanlar) umutsuzluk içinde geri dönsünler diye (yaptı).
(Bedir gazvesinde, Allah’ın yardımıyla kâfirlerin ileri gelenleri ve reislerinden yetmiş tanesi öldü, bir o kadarı da esir edildi, orduları bozguna uğradı.)
128. (Kullarımın) iş(in)den hiçbir şey sana ait değildir (sen sadece tebliğ edici ve uyarıcısın). O (Allah) ya onların tevbelerini (İslâm’a girmekle) kabul edecek veya zalim (müşrik) olduklarından onlara azap edecektir.
129. Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’ındır. Dilediğini (lütfuyla) bağışlar, dilediğine (adaletinin gereği olarak) azap eder. Allah çok bağışlayandır ve çok esirgeyendir.
130. Ey iman edenler! Ribâyı (faizi), hele de kat kat artırılmış olarak (hiç) yemeyin. Allah’ın azabından korkun/emirlerine uygun yaşayın ki kurtuluşa eresiniz.[36] [krş. 2/276]
131. Kâfirler için hazırlanmış ateşten sakının.
132. Allah’a ve Peygamber’e itaat edin ki merhamete nâil olasınız.
133. Rabbinizin bağışlamasına (nâil olmaya) ve takvâ sahipleri için hazırlanmış, genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşuşun. [bk. 57/21]
134. O (takvâ sahibi) olanlar, bollukta ve darlıkta (Allah rızası için) sarfederler, öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah iyilik yapan (ve güzel davranan)ları sever.
(Takvâ sahipleri yani Allah’ın emirlerine uygun yaşayanlar, dünya malına karşı olan tutumlarında çocukluk safhasını geçmiş fazilet safhasına ulaşmıştır. Çünkü çocukluk safhasındaki insanlar ihtiyacı olsun olmasın, azıcık fayda umduğu şeyi elde etmek için çırpınırlar ve onu elde etmeyince rahat edemezler; aç gözlü ve bencildirler, elindekini kimseye vermemeye ve göstermemeye çalışırlar. İkinci safhadakiler gözünü dünyaya dikmeyip, kanaate ulaşanlardır. Üçüncü safhadakiler ise takvâ sahipleri olup maddeye bağımlılıktan kurtulup İslâmî ölçüde kendisine yetecek olandan fazlasını Allah rızası için bollukta ve darlıkta sarfederler. İşte bunlar muhsinlerdir.[37]) [bk. 3/180; 25/67; 59/9; 76/8]
135. Ve (yine) onlar, çirkin bir iş işledikleri veya (günahlarla) kendilerine zulmettikleri zaman, Allah’ı anarak hemen günahlarının bağışlanmasını isterler. Zaten, Allah’tan başka kim günahları bağışlar ki? Bir de onlar, işledikleri (günah ve hatalı işleri)nde bilerek ısrar etmezler.
136. İşte onların mükâfatı, Rablerinden bir bağışlanma ve alt tarafından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlerdir. Böyle (iyi amel) yapanların mükâfatı ne güzeldir!
137. Sizden evvel nice olaylar (ve şeri’atler) gelip geçti. Yeryüzünü dolaşın da (peygamberlerini ve getirdiklerini) yalanlayanların sonunun nasıl olduğunu (bir) görün.
138. İşte bu (Kur’an), bütün insanlara (yönelik) bir açıklamadır, takvâ sahiplerine (Allah’ın emirlerine uygun yaşamak isteyenlere) bir yol gösterme (hidayet) ve öğüttür.
139. (Ey mü’minler!) Gevşemeyin ve üzülmeyin. Eğer (gerçekten) mü’min iseniz (düşmanlarınızdan) çok üstünsünüzdür.
140. Eğer siz (Uhud’da) yara aldı iseniz, (düşmanınız olan) o kavim de (Bedir gazvesinde) benzeri bir yara almıştı. İşte biz, o günleri (bazen galibiyet ve bazen mağlubiyet şeklinde) insanlar arasında döndürür dururuz. Bu da, Allah’ın gerçekten iman edenleri ortaya çıkarması ve sizden şahitler edinmesi içindir. Allah zalimleri sevmez.
141. (Bir de) Allah’ın, mü’minleri (seçerek, günahlarından) temizlemesi ve kâfirleri mahvetmesi içindir.
142. Yoksa Allah içinizden cihad edenleri ayırt edip ortaya koymadan, sabır (ve sebat) edenleri belirleyip meydana çıkarmadan (kolayca) cennete gireceğinizi mi sandınız? [krş. 2/214; 29/23]
143. Andolsun ki siz, (savaşıp) ölümle karşılaşmadan önce ölmeyi (şehit olmayı) temenni etmiştiniz. Oysa (Uhud’da) onu gördüğünüz halde (seyirci gibi) bakıp duruyordunuz.
(Bedir şehitlerine imrenenlerin çoğu, Uhud gazvesi sırasında sözlerinde metanet gösterememişlerdi.)
144. Muhammed, sadece bir resûldür: Ondan önce de peygamberler gelip geçti. Şimdi o ölür veya öldürülürse, ökçelerinizin üzerinde (eski dininize) gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim böyle ökçeleri üzerinde geriye dönerse, elbette Allah’a hiçbir şekilde zarar veremez. Allah şükrü yerine getiren (muvahhid)lerin mükâfatını verecektir.[38]
145. Allah’ın izni olmadan hiçbir kimseye ölmek yoktur. (Ölüm) vadeye yazılmış bir yazıdır. Kim dünya nimetini isterse, kendisine ondan veririz; kim de (ibadet ve itaatiyle) âhireti ve sevabını isterse kendisine de ondan veririz. Böylece şükrü yerine getirenleri (fazlasıyla) mükâfatlandıracağız.
146. Nice peygamberler vardır ki onlarla birlikte (Allah erleri) birçok cemaat[39] savaştı da, Allah yolunda kendilerine gelen (meşakkat)lerden (dolayı) gevşeyip yılmadılar, zayıflık gösterip boyun eğmediler. Allah sabır (ve sebat) edenleri sever.
147. Onların (bu anlardaki) sözleri: “Ey Rabbimiz! Bizim günahlarımızı ve işlerimizdeki taşkınlıklarımızı bağışla. (Savaşta) ayaklarımızı sabit kıl (bize dayanıklılık ver) ve kâfirler güruhuna karşı bize yardım et/zafer ihsan eyle.” demekten başka bir şey değildi.
148. İşte (bu yüzden) Allah, onlara hem dünya nimetini/mükâfatını, hem de âhiret sevabının güzelliğini (cennetini ve nimetlerini) verdi. Allah, güzel hareket edenleri sever.
149. Ey iman edenler! Eğer küfre sapanlara itaat eder (ve İslâm’a uymayan yaşayış şekillerini benimser)seniz, sizi ökçeleriniz üzerinde gerisin geri (küfre) çevirirler de (dünya ve âhirette) ziyana uğrayanların durumuna düşersiniz.[40]
150. Halbuki Mevlânız (sahip ve yardımcınız) ancak Allah’tır (o halde, ancak O’na itaat edin). O, yardımcıların en hayırlısıdır.
151. Hakkında (Allah’ın) hiçbir delil indirmediği (put ve tabulaştırdıkları) şeyleri Allah’a eş koştuklarından (onları ilâh haline getirdiklerinden) dolayı, küfre sapanların kalbine korku düşüreceğiz. Onların dönüp varacağı yer ateştir. Zalimlerin varacağı yer ne kötüdür!
152. Gerçekten Allah, (size olan yardım) vaadini doğruladı (yerine getirdi). Hani O’nun izniyle onları (Uhud’da) kırıp geçiriyordunuz. Fakat sevdiğiniz (zaferi ve bıraktıkları ganimet)i size gösterdikten sonra, (Peygamber’in verdiği) emir hakkında gevşediniz, (yerlerinizde kalıp kalmamak hususunda) tartıştınız ve (emre) karşı geldiniz: Kiminiz dünyayı (ganimeti) istiyor, kiminiz de (emre bağlı kalarak) âhireti istiyordu. Sonra (Allah), sınamak için onlar(a karşı başarı)dan sizi geri koydu (yenilgiye uğrattı). Bununla beraber sizi bağışladı. Allah mü’minlere karşı çok lütufkârdır.
(Uhud gazvesinde Ayneyn gediğine yerleştirilen nöbetçi okçular, düşmanın bir an bozulması üzerine ganimet alınıyor zannıyla, Resûlullah’tan emir gelmeden çoğu ganimet için yerlerini terketmişlerdi. Mekkeli müşrikler de hemen oradan geçerek müslümanları arkadan sarmışlar ve müslümanlar bunun üzerine birden paniğe kapılmışlar, kaçmışlardı.)
153. O vakit (Uhud gazvesinde) Peygamber arkanızdan: (“Ey Allah’ın kulları! Ben Allah’ın Peygamberiyim, bana gelin.” diye) çağırdığı halde, siz sürekli (savaş meydanından) uzaklaşıyor, (kaçıp dağa çıkıyor) kimseye dönüp bakmıyordunuz. Bunun üzerine (Allah), ne elinizden giden (zafer)e ne de başınıza gelen (musibet)e üzülmemeniz için size keder üstüne keder verip cezalandırdı. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
(Sonunda müslümanlar savaşı kazanmasalar da, Allah’ın bağışlamasıyla tekrar toparlanıp mutlak bir bozgundan kurtuldular ve müşrikleri Mekke’ye doğru kovaladılar.)
154. Sonra (Uhud gazvesinden kesin zafer elde edememe) kederin(in) arkasından Allah üzerinize öyle bir güven ve (bunun yol açtığı bir) uyku hali getirdi ki o hal içinizden bir kısmını sarıyordu. (Münâfık olan) diğer bir kısmı da canlarının derdine düşmüş, Allah’a karşı, câhiliye devrindeki gibi haksız bir zanda/düşüncede bulunarak: “Bu işten bize ne?” diyordu. (Ey Resûlüm!) “Bütün iş (yetki ve karar) Allah’ındır.” de. Onlar, senin huzurunda açığa vuramadıklarını, içlerinde gizliyorlar ve: “Bu işte bizim bir payımız olsa (sözümüz tutulsa veya Muhammed’in vaadi yerine gelse) idi, biz burada, öldürülmezdik.” diyorlar. (Resûlüm! Yine) de ki: “Evlerinizde olsaydınız bile, üzerlerine ölüm yazılmış olanlar, devril(ip öl)ecekleri yerlere mutlaka çıkıp gideceklerdi. Bu, Allah’ın gönlünüzdeki (ihlas ve fitne gibi) şeyleri yoklaması ve kalplerinizdeki (vesveseleri) temizlemesi içindir. Allah, sînelerdekini hakkıyla bilicidir.”
155. (Uhud gazvesinde) iki topluluk karşılaştığı gün, içinizden geri dönüp gidenlerin işledikleri (hata)nın bir kısmından dolayı şeytan, ayaklarını kaydırmak istemişti. (Tevbe etmeleriyle) şüphesiz Allah, onları affetti. Gerçekten Allah çok bağışlayıcıdır, Halîm’dir (cezada acele edici değil, mühlet vericidir).
156. Ey iman edenler! (Siz,) sefere çıktıkları veya savaşa gittikleri zaman (ölen) kardeşleri için: “Eğer yanımızda olsalar ölmezler ve öldürülmezlerdi.” diyen o kâfirler gibi olmayın. Allah, bu (sözleri)ni onların kalplerinde (derin) bir hasret (yarası) kılmıştır. Yaşatan ve öldüren Allah’tır. Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir.
157. Andolsun ki Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, Allah tarafından (kazanacağınız) bağışlanma ve rahmet, onların (yaşayıp da) toplayacakları (bütün dünyalık) şeylerden daha hayırlıdır.
158. Andolsun ki sizler ölseniz de öldürülseniz de Allah’ın huzurunda toplanacaksınız.
159. (Ey Resûlüm! Genelde ve özellikle Uhud gazvesinde sen) Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, elbette onlar etrafından dağılıverirlerdi. O halde onları affet, onlar için mağfiret dile ve (umûma ait) iş hakkında onlara danış, artık karar verdiğin zaman da, Allah’a güvenip dayan (onu yap). Şüphesiz Allah kendisine güvenip dayananları sever. [krş. 42/38]
160. Eğer Allah yardım ederse, artık size üstün gelecek hiç kimse olamaz. Şâyet (Allah ve Resûlü’ne bağlılıktan ayrılır da) O da, sizi yardımsız bırakırsa, ondan sonra size yardım edecek kim olabilir? Öyleyse mü’minler ancak Allah’a güvenip dayansınlar.
161. Bir peygamberin ganimete (ümmetin/kamunun malına ve emanete) hıyaneti olacak şey değildir.[41] Kim hıyanet ederse, kıyamet günü hıyanet ettiği o şeyle gelir. Sonra herkese kazandığı hiç haksızlığa uğratılmaksızın tastamam verilir.
162. Allah’ın rızasına uyan kimse, Allah’ın hışmına uğrayan ve varacağı yer cehennem olan kimse gibi olur mu?! (O), ne kötü bir dönüş yeridir!
163. Onlar, (Allah rızasını kazanmada ve fazilette) Allah katında derece derecedirler. Allah, onların yaptıklarını görmektedir.
164. Hakikaten Allah, mü’minlere büyük bir lütufta bulundu da: Kendi içlerinden, onlara âyetlerini okuyan, onları (fena huy ve günahlardan) temizleyen ve onlara Kitab’ı, hikmeti[42] öğreten bir Resûl gönderdi. Halbuki onlar, bundan önce hiç şüphesiz açık bir sapıklık içinde idiler.
165. (Bedir gazvesinde kâfirlerin başına musibetin) iki katını getirdiğimiz halde (Uhud gazvesinde) size bir (kat) musibet gelince mi: “(Peygamber bizimle beraber ve biz de müslüman olduğumuz halde) bu nereden geldi?” dediniz. De ki: “O (bela), kendi tarafınızdan (ve Peygamber’e itaat etmeyişinizden)dir.” Şüphe yok ki Allah her şeye kâdirdir.
(Bedir gazvesinde müşrikler yetmiş ölü ve yetmiş esir vermişler, Uhud gazvesinde ise müslümanlardan yetmiş şehit verilmiştir.)
166-167. Ey Mü’minler! İki topluluğun (Uhud gazvesinde) karşılaştığı gün başınıza gelen (musibet) Allah’ın izniyle olmuştur. (Bu da Allah’ın gerçek) inananları ayırt etmesi ve münâfıklık yapanları meydana çıkarması içindi. (Münâfıklara): “Gelin, Allah yolunda savaşın veya (düşmana karşı) savunmada bulunun.” denildi de: “Eğer biz savaş etmeyi bilseydik, elbette arkanızdan gelirdik.” dediler. Onlar o gün, küfre, imandan daha yakındılar. Onlar, ağızlarıyla (inanıyoruz diye), kalplerinde olmayanı söylüyorlardı. Allah, (onların kalplerinde) gizlediklerini pek iyi bilendir. [krş. 3/152]
168. (Uhud’a savaşa gitmeyip evde) oturanlar da (savaşta ölen) kardeş (ve yakın)ları hakkında: “Eğer bize itaat ed(ip Medine’de kal)salardı ölmezlerdi.” demişlerdi. Onlara de ki: “Eğer doğru sözlü iseniz, ölümü kendinizden geri çevirin.”
169-170. Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetme! Bilakis onlar Rableri katında diridirler ve rızıklanırlar. (Hem de) Allah’ın kendilerine lütfettiği (şehitlik rütbesi)ne kavuşmaları sebebiyle sevinç içerisindedirler. Arkalarından henüz kendilerine (şehit olarak) katılmamış olanlara da, hiçbir korku ve üzüntü olmayacağını müjdelemek isterler. [krş. 2/154]
171. (Yine onlar) Allah’ın nimet ve ihsanı ile ve Allah’ın mü’minlerin mükâfatını zâyi etmeyeceği müjdesi ile de sevinirler.
172. O (mü’minler) yara aldıktan sonra (müşrikleri kovalayıp geri püskürtmek için) Allah ve Resûlü’nün çağrısına uyanlardır. İçlerinden iyilik yapanlar ve muttakî olanlar (Allah’ın emirlerine uygun yaşayan, günahtan sakınanlar) için çok büyük bir mükâfat vardır. [krş. 3/166]
173. Onlar (Allah ve Resûlü’ne bağlanmış öyle kimselerdi) ki halk kendilerine: “(Düşmanlarınız olan) insanlar size karşı ordu topladılar, o halde onlardan korkun.” deyince, bu (söz) onların imanlarını artırdı da: “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!” dediler (ve sefere çıktılar).
(Resûlullah ile yetmiş kişi, Ebû Süfyan’ın Uhud’dan sonra, “Yıl dönümünde Bedir’de çarpışalım.” dediği yere gitmiş, fakat Ebû Süfyan, geleceğine dair şâyia çıkarmasına rağmen yüreğine korku düştüğünden gelmemişti.)
174. (Öyle oldukları içindir ki) kendilerine hiçbir fenalık dokunmadan hem Allah’tan nimet (olan sağlık ve selamet)le hem de (ticaret yapıp) bollukla (Bedir’den) geri döndüler; böylece Allah’ın rızasına da uymuş oldular. Allah büyük lütuf sahibidir.
175. O şeytan (ruhlu),[43] ancak sizi kendi dostları olan (müşrik ve kâfirler)le korkutur. Eğer (gerçek) mü’min iseniz onlardan korkmayın, benden korkun!
176. (Resûlüm! İslâm’a sırt dönüp) küfre doğru koşanlar seni üzmesin. Şüphesiz onlar, Allah’a hiçbir şekilde zarar veremezler (aksine sadece kendilerine zarar verirler). Allah, onlara âhirette bir nasip vermemeyi diliyor. Onlar için büyük bir azap vardır.
176. (Resûlüm! İslâm’a sırt dönüp) küfre doğru koşanlar seni üzmesin. Şüphesiz onlar, Allah’a hiçbir şekilde zarar veremezler (aksine sadece kendilerine zarar verirler). Allah, onlara âhirette bir nasip vermemeyi diliyor. Onlar için büyük bir azap vardır.
177. İman karşılığında küfrü satın al(ıp değiş)enler, şüphesiz ki Allah’a hiçbir zarar veremezler. Onlar için çok acıklı bir azap vardır.
178. Küfre sapanlar, onlara mühlet vermemizin, kendileri hakkında hayırlı olduğunu asla sanmasınlar. Onlara, ancak günahlarını artırmaları için mühlet veriyoruz. Onlar için zelil ve perişan eden bir azap vardır.
179. Allah, mü’minleri içinde bulunduğunuz şu (iyinin kötünün ayrılmadığı) durumda bırakacak değildir. Nihayet, pis olanı temizden (münâfık ve kâfiri, samimi olandan) ayıracaktır. Allah, size “gaybı” da bildirecek değildir. Fakat Allah, peygamberlerinden dilediğini seçer (gayptan onu haberdar eder). O halde Allah’a ve peygamberlerine inanın. Eğer iman eder ve (günahlardan) korunursanız, sizin için çok büyük bir mükâfat vardır.
180. Allah’ın lütfu ile kendilerine bol bol verdiği şeyde (infak etmeyip) cimrilik yapanlar, asla bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Aksine bu onlar için bir şerdir. (Allah’ın verdiğini Allah için verme konusunda) cimrilik ettikleri şeyler, kıyamet gününde boyunlarına (ateşten halka halinde) geçirilir. Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır, (bütün mülk O’nundur; her şey, yine O’na kalacaktır). Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.
(Yahudi kabilesi Benû Kaynuka’nın ileri gelenlerinden Fenhas, Resûlullah’ın kendilerini İslâm’a davet mektubuna karşı, Allah’a ihtiyaçları olmadığını kastederek “biz zenginiz” demişti. Sonra korkusundan inkâr etti ama bütün gizlilikleri bilen Allah bunu Resûlü’ne şu âyetle bildirmiştir:)
181. “Allah fakirdir, biz zenginiz.” diyen (yahudi)lerin sözünü Allah elbette işitmiştir. Onların söylediklerini ve haksız yere peygamberlerini[44] öldürmelerini yazacağız ve (onlara): “Tadın o yakıcı azabı!” diyeceğiz.
182. İşte bu (azap) kendi yaptığınız (günahlar)ın karşılığıdır. Şüphesiz ki Allah, kullarına asla zulmedici değildir.
183. “Allah bize (gökten mucize olarak inen bir) ateşin yiyeceği (yakıvereceği) kurban getirinceye kadar hiçbir peygambere iman etmememizi, (Tevrat’ta) emretti.” diyen (yahudi)lere de ki: “Elbette benden önceki resuller size açık delil (ve mucize)lerle beraber, dediğinizi de getirmişti. Eğer doğru sözlü iseniz niçin onları öldürdünüz?”
184. (Ey Resûlüm! Şimdi onlar) senin nübüvvetini yalanlarlarsa (üzülme, çünkü) senden evvel açık delil (ve mucize)ler, (hikmetli) sahifeler ve aydınlatıcı kitap getiren peygamberler de yalanlanmıştır.
185. Her canlı (nefis) ölümü tadacaktır. Ecirleriniz (yaptıklarınızın karşılıkları) ancak kıyamet günü tastamam verilecektir. (O gün) kim ateşten uzaklaştırılır da cennete konulursa, artık o gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı, ancak aldatıcı bir metâ (geçici zevk ve faydalanma)dan ibarettir. [krş. 21/35; 29/57]
186. Andolsun ki mallarınız ve canlarınızla (fedâkârlığa katlanma) hususunda imtihan edileceksiniz; ve (üstelik) sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanlardan ve müşriklerden çok incitici şeyler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve takvâ üzere olursanız, elbette bu (davranış), yapılacak işlerin en değerlisidir. [krş. 2/109]
187. Vaktiyle Allah, kendilerine kitap verilenlerden: “Onu(n hükümlerini) mutlaka insanlara açıklayacaksınız ve onu gizlemeyeceksiniz.” diye söz almıştı. Ama onlar o sözü önemsemeyerek kulak ardı ettiler ve ona karşılık az bir paha (olan dünyalık menfaat)i aldılar. Bu satın aldıkları şey ne kötüdür!
188. (Yapıp) ettikleri ile şımaran ve yapma(yıp yanılt)tıkları şeylerle övülmeyi sevenleri hesaba katma, sakın onların azaptan kurtulacakları bir yerde bulunacaklarını da sanma! Onlar için acıklı bir azap vardır.
189. Göklerin ve yerin mülkü (ve hükümranlığı) Allah’ındır. Allah her şeye kâdirdir.
(Bu böyle iken, mutlak hâkimiyeti Allah’tan başka varlıklara atfetmek, onları Allah’a denk duruma getirmek şirktir.) [bk. 4/48]
190. Muhakkak ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün ‘birbiri ardınca gelip gitmesinde’ (ve uzayıp kısalmasında) akl-ı selîm sahipleri için (Allah’ın birliğine ve kudretine ait ibret verici) deliller vardır. [krş. 10/6]
(Akl-ı selîm, günahlarla veya tevhidi bozan şeylerle kirlenmemiş, vahiyle birleşen, buna göre düşünebilen, nefsin esiri olmayan akıl anlamındadır.)
191. (İşte) o (akl-ı selîm sahibi) kimseler ayaktayken, otururken, yan taraflarına yaslanarak yatarken Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler (ve derler ki:) “Ey Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın. Seni tenzih ederiz, bizi ateş azabından koru.” [krş. 4/103]
192. “Ey Rabbimiz! Elbette sen kimi ateşe sokarsan, şüphesiz onu ‘aşağılık ve perişan edersin. (Küfre, şirke ve âsîliğe saparak azabı hak etmiş) zalimlerin hiçbir yardımcıları yoktur.”
193. “Ey Rabbimiz! Gerçekten biz; Rabbinize inanın diye çağıran bir davetçiyi işittik, hemen iman ettik. Ey Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve canımızı iyilerle beraber al.”[45]
194. “Ey Rabbimiz! Bize peygamberlerin vasıtasıyla vaadettiğin (sevab)ı ver, bizi kıyamet gününde rezil etme! Elbette sen, sözünden asla dönmezsin.”[46] (derler).
195. Bunun üzerine Rableri onların dualarına (şöyle) icâbet buyurdu: “Ben elbette, sizden erkek ve kadın (ayırmaksızın hayra) çalışan hiçbir kimsenin amelini boşa çıkarmayacağım. Sizler, hep birbirinizden (hâsıl olma)sınız. İşte (dini için) hicret edenlerin, yurtlarından çıkarılanların, benim yolumda eziyete uğrayanların, savaşanların ve öldürülenlerin, mutlaka günahlarını örteceğim ve elbette onları, alt tarafından ırmaklar akan cennetlere koyacağım.” Bu mükâfat Allah tarafındandır. Allah ise sevabın/ödülün en güzeli katında olandır. [krş. 2/186]
196. Küfre sapan/inkâr edenlerin (görünüşte refah içinde) diyar diyar dönüp dolaşmaları sakın seni aldatmasın!
(Bazı mü’minlerin, bazı müşriklerin ve inkârcıların geniş maddî imkânlar içinde olduklarını görüp “Onlar huzur içinde, biz ise sıkıntı içindeyiz.” demeleri üzerine yüce Allah gerek peygamberin şahsında burada, gerek diğer âyetlerde (2/200-201; 17/18-19; 43/33-35) mü’minlerin izleyecekleri hareket tarzını açıklamaktadır. Buradaki hitap, Peygamber Efendimiz’in şahsında bütün mü’minleredir.)
197. Bu (inanmayanların refahı), pek kısa bir faydalanma ve eğlence! Sonra varacakları yer cehennemdir. O ne kötü duraktır!
198. Fakat Rablerinin emirlerine uygun yaşayanlar için alt tarafından ırmaklar akan cennetler vardır. Allah’ın bir ikramı olarak orada ebedî kalacaklardır. Allah katında olan (nimet)ler, iyi (insan)lar için daha hayırlıdır.
199. Gerçekten Ehl-i Kitab’dan öyleleri var ki Allah’a, size indirilen (Kur’an’)a, kendilerine indirilen (kitap)lara Allah’a büyük bir saygı duyarak inanırlar. (Onlar,) Allah’ın âyetlerini az bir değere (dünyalık menfaate) satmazlar. İşte onlara Rableri katında mükâfatlar vardır. Elbette Allah, hesabı çok çabuk görendir. [krş. 2/121]
200. Ey iman edenler! (Nefsinizin arzularına, çeşitli zorluklara, her türlü düşmanlarınıza karşı) dayanın, sabır ve sebat yarışına girin, murâbıt olun (nöbet halinde imiş gibi bekleyin, cihada hazırlıklı olun) ve Allah’tan korkun (emirlerine uygun yaşayın) ki kurtuluşa eresiniz.
[1] Sûre bir bütünlük içinde birkaç konuyu içine alır. 1-32. âyetler Allah ve âhiret inancından; 33-101. âyetler hıristiyanlar ile yahudilerden ve her ikisini İslâm’a davetten; 102-120. âyetler Ehl-i Kitab’ın tarihteki yaptıklarından ve onlara karşı uyanık olmaktan; 120-200. âyetler Uhud savaşından ve müslümanların cesaretlenmesinden, Kur’an’ı tebliğ ve İslâm’a davet gereğinden bahsetmektedir.
[2] Hayy ve Kayyûm, “daima diri, zâtıyla kâim ve bütün varlıkları gözetip yöneten” demek olup rivayet edilen üç ‘İsm-i A‘zam’dan biridir. [bk. 2/255; 20/111]
3] Tevrat; İbranice bir kelime olup kânun, şeriat ve öğreti anlamına gelir. Tevrat’a, Ahd-i Atîk ve Ahd-i Kadîm de denir. İncil; müjde, tâlim ve öğreti anlamına gelir.
[4] Müteşâbih: Lügatte, birbirine benzeyen demektir. Terim olarak anlamı birden fazla olup, zâhir (dış) mânasıyla tam anlaşılamayan ve gerçek mânası Allah’a havale edilen ya da birçok anlama gelme ihtimali olup bunlardan birini tercihte zorluk olan kelime ve kelâmdır. Bunlar, “Elif lâm mîm, Tâhâ” gibi ‘Hurûf-u mukatta’alarla, Allah’ın “eli”, “yüzü” “rızası” “cennet ve arş” gibi ifadeler ve “basîr ve kadîr” gibi sıfatlardır. Ancak Müteahhirîn (sonraki âlimler) bid‘at ehli mezheplere “dur” diyebilmek için bunlardan gerekli görülenlere, İslâm’ın ruhuna ve tevil şartlarına uygun olarak mâna vermişlerdir. Biz de bunları tercih ettik. [bk. 2/1 ve dipnotu]
[5] Kendilerini ve sistemlerini ilâhlaştırıp Allah’ın gönderdiğini dışladılar.
[6] Bedir gazvesinde (Hicrî. 2/Milâdî. 623) Resûlullah’ın ordusu 312, buna karşılık müşrikler 950 kişi idi. Silah bakımından da müşrikler kat kat fazla idi. Âyet-i kerîmede “müslümanların kendilerini çok görmesi” şeklinde verilen mâna ile Enfâl sûresi 8/44. âyette iki tarafın birbirini az gördü mânasına uygun düşmesi sağlanmıştır. [İbni Cüzey, s. 5-52]. İşte İslâm’ın hâkim olması için malını ve canını ortaya koyan imanlı topluluğa, Allahu zül-celâl de böylece yardım ve galibiyet ihsan etti. [bk. 3/124; 8/7-12]
[7] İnsanlar, Allah’ın verdiği nimetlerden faydalanmalı, helalinden servet edinmeli, fakat onların kulu, kölesi olmamalıdır. [bk. 18/46; 24/37; 57/20-21; 63/9]
[8] Taberî, III, 286.
[9] İslâm genel anlamda, Allah’a ve O’ndan gelenlere iman edip kayıtsız şartsız teslim olmaktır. Müslüman ise yüce Allah’ın gönderdiğine ve Resûlü Muhammed’in (sas.) bildirdiğine içtenlikle inanıp teslim olandır. Bütün ilâhî dinler, tevhid ve Allah’a teslimiyet itibariyle aslında İslâm ise de, hepsinin aslî özelliği değişikliğe uğramıştır ve gerçekliği kalmamıştır. Bundan dolayı Hz. Muhammed’in (sas.) getirdiği İslâm, bütün dinlerin en mükemmeli ve Allahu Teâlâ’nın gönderdiği en son tevhid dinidir. İslâm, yalnız Allah ile kul arasında bir olay olmayıp sosyal ve hukukî esaslarıyla hem dünya hem de âhiret saadetini temin eden ve kaynağını Kur’an’dan alan ilâhî bir dindir; beşerin koyduğu sistemler dînî olmadığı gibi, Hıristiyanlıktaki kilise misali yalnız câmide îfâ edilen bir din de değildir. İslâm dîni, içine aldığı iman, ibadet, ahlâk, muâmelât ve ceza hükümleriyle bir bütündür. Bundan dolayı Kur’an hükümlerinden birini reddeden veya beğenmeyen kimse dinden çıkar (bk. 2/85; 3/32, 85; 4/167-168). Çünkü İslâm’ın esasları, tamamen Allah tarafından konulmuştur. Gerçekten iman edenler, o hükümlerle amel etmekle mükelleftir. Bir kimsenin; mü’min, fâsık, münâfık, kâfir ve zalim gibi isimler alması da İslâm’ın hükümlerine karşı takındığı inanç, amel ve tavırlara göredir. Böylece İslâm, kişilerin kafalarındaki ikonlarla/putlarla beraber kabul edilen bir din olmayıp, hem menfaat ve mevkilere hem de heva ve heveslere uygun gelen yönleriyle alınarak uygulanan bir din de değildir. Bir müslüman da, müslüman olarak bunun dışında bir İslâm düşünemez. İslâm dîni yücedir, ancak onunla yücelmek isteyenler yücelir. Eğer din hayatın işlevinden koparılırsa, hayat dinsizleşir. Her türlü gayr-ı meşrû olan şeyler meşru hale gelir ve toplumun çürüyüp çökmesinin başlıca sebebi olur. [bk. 3/85; 42/21; 45/18]
[10] Kitaplarında değişiklik yaparak gizledikleri Hz. Peygamber’e dair bilgiler ortaya çıkınca. [bk. 6/70; 7/51 ve açıklaması]
[11] Buradaki “İmran ailesi”nden maksadın, tercih edilen görüşe ve bundan sonraki âyetlere bakılırsa Hz. Meryem’in anne ve babası olduğu anlaşılır.
[12] Meryem: “Allah’ın kulu” demektir. O toplumda erkek ismi olarak kullanılırdı.
[13] 3/45’te de geçtiği üzere, Hz. İsa’ya “Allah’ın kelimesi” denilmesi, ekserî müfessirlere göre Allah’ın “ol/kün” emri ile babasız dünyaya gelmesi dolayısıyladır. Bu konuda farklı görüşler de vardır.
[14] Hz. Yahya’nın Hz. İsa‘dan altı ay büyük olduğu rivayet edilmiştir. Yahya (as.), Hz. İsa’nın göğe yükseltilmesinden önce bir kadın tarafından şehit edilmiştir. (Elmalılı, II, 1096).
[15] O sırada Zekeriya (as.) 120, hanımı 98 yaşında idi.
[16] Âyet-i kerîmede geçtiği üzere “havâri” kelimesi; arkadaş, dost, sahip, yardımcı demek olup, aslı “havarya”dır ve Arapça’ya Habeşçe’den geçmiştir. İbranice’si de “heverim”dir. Havâriler, Hz. İsa’ya ve Allah’tan getirdiği dîne yardım etmeyi taahhüt etmiş olan sahâbîlerdir. Hıristiyanlara “Nasârâ” denmesi de havârilerin Hz. İsa’ya nusret (yardım) biatı etmelerindendir (Elmalılı, II, 1108). [bk. 5/111-113]
[17] Hz. İsa’yı aralarından yukarı kaldırdı ve onu öldürmek isteyeni de Hz. İsa’ya benzetti de onu öldürdüler. [bk. 4/157-158]
[18] Âyette geçen “teveffî” kelimesi vefat ettirme/canını alma ve “kabada” (tutup alma ve teslim alma) anlamlarına gelir. 6/60 ve 39/42. âyetlerde geçtiği üzere burada da öldürme anlamına değildir. Çünkü onu o anda öldürünce, öldürmek isteyenlerin maksadı hâsıl olduğundan, içlerinden alıp yükseltmeye lüzum kalmayacaktır. ‘Onu öldürdüler fakat ruhen yükseldi’ de diyemeyiz, çünkü ölünce ruhu zaten alçakta kalmayacaktır. Bu aradaki “vav” da tertip/sıra için değil cem/birliktelik içindir. İbni Kesîr tefsirinde, çoğunluk müfessirlerin “uyku halinde iken kaldırma” dediklerini, İbni Cerîr et-Taberî’nin de “alıp kaldırma” anlamı verdiğini nakleder. [bk. Muhtasaru İbni Kesîr, I, 286. Diğer âyetler için bk. 4/156-158; 5/117; 6/60; 39/42]
[19] Allahu Teâlâ’nın bu lanetleşme emri üzerine, Necran hıristiyanları korkup buna yanaşmamışlar, böylece Kur’an’ın bu daveti karşısında mağlup olmuşlardır.
[20] Esasen İbranice bir kelime olan Tevrat, “Şeri‘at ve hak kelâmı, doğru söz” demektir. İncil de Süryânice bir kelime olup, “göz nuru” demektir. İncil, “müjde” anlamına da gelmektedir.
[21] Hz. İbrahim, yahudi, hıristiyan ve müşrik olmayıp tevhid ehli bir müslümandı. Bundan dolayı İslâm’dan başkası makbul ve İbrahimî din değildir. [bk. 3/83, 85] Çünkü onların haniflik/tevhidlik özelliği ve geçerliliği kalmamıştır. Yahudi dîninin kaynaklarına ve inanışlarına göre Yahve, yalnız yahudilerin yani İsrâiloğulları’nın millî tanrısıdır. “Kabbala” ve “Zohar” adlı kitaplarına da bakılırsa Yahve’nin bir de Sakineh adlı karısı vardır. Onlar, Üzeyr (as.) için de “Allah’ın oğlu” dediler (9/30). Hıristiyanlar da Hz İsa’ya “Allah’ın oğlu” dediler. Baba, Oğul, Rûhu’l-Kudüs şeklinde Allah’ı üçlediler. Böylece hepsi tek tanrılı (monoteist) din iken çok tanrılı (politeist) din haline dönüşerek kâfir oldular (5/17, 72-73; 9/30) İslâm’da/Kur’an’da ise Allah, Rabbu’l-âlemîn (bütün âlemlerin Rabbi)dir. Bir’dir, doğmamış ve doğurmamıştır, hiçbir şeye muhtaç değildir. Eşi ve benzeri/dengi ve ortağı yoktur. [bk. 3/64; 112/1-4; Ali Arslan Aydın, s. 184-185]
[22] İbni Kesîr (Sâbûnî), I, 191.
[23] Yahudi ve hıristiyanlar kendi dinlerine girmeyen müslümanları kendilerinden aşağı görür ve beğenmezler. [krş. 2/120]
[24] Mukâtil, s. 14.
[25] Enes (ra.) Hz. Peygamber’den, “Kıntar”ın bin dînar olduğunu rivayet etmiştir. İbni Abbas (ra.) da böyle olduğunu söylemiştir (bk. Râzî, VI, 193). Bir dînar ise çeyrek lira kıymetinde eski altın bir paradır.
[26] Her peygamber yalnız Allah’a kul olmaya çağırmıştır. Fakat hıristiyanlar dinlerini tahrif ettiklerinden, peygamberlerini ilâhlaştırmışlardır.
[27] Veya “ihlaslı bilginler” olun. Bu ifadelerle yüce Allah, “Yalnız Allah’a ibadet edin; peygamberleri Allah yerine koymayın ve Peygamber’e ilâhlık nispet etmeyin.” buyurmaktadır. Çünkü hıristiyanlar, mucize olarak babasız doğuşundan dolayı Hz. İsa’yı tanrı kabul etmişlerdi. Allahu Teâlâ da bunları onun dilinden reddettiğini âyetlerle bildirmiştir. [bk. 5/116-117; 19/30-36]
[28] Yüksek düşünce ve anlayışı, Kitab’ın tefsir ve uygulamasını veya hadisi.
[29] Bu topluluk, ilmiyle Allah’ın rızasına uygun amel eden alimler ve yöneticiler ile ona maddî ve mânevî destek veren cemaat veya cemiyetlerden oluşur. [krş. 3/110]
[29] Bu topluluk, ilmiyle Allah’ın rızasına uygun amel eden alimler ve yöneticiler ile ona maddî ve mânevî destek veren cemaat veya cemiyetlerden oluşur. [krş. 3/110]
[30] Âyetteki “kâime” kelimesine “Allah’ın emirlerini tutan” mânası verilmiştir.
[31] Yahudi hahamları ve Ehl-i Kitab’dan bir çoğu, içlerinden Abdullah b. Selâm (ra.) ile birlikte İslâm’a girenlere karşı, “Siz en kötü insanlarsınız, bu dine girmekle kendinize yazık ettiniz.” demişlerdi (Mehmed Vehbi, II, 702). [Ehl-i Kitab’ın iman durumu hakkında bk. 7/156-157; 22/16-17; 41/30]
[32] Âyet-i kerîmedeki “Kitab” Kur’an anlamına geldiği gibi, bütün ilâhî kitaplar mânasına da gelmektedir. Allah’a iman edenler, O’nun bütün kitaplarına, Kur’an’ın tamamına inanır ve onu hayatlarına hâkim kılarlar. Münâfıklar ise işlerine geldiği şekilde inanırlar veya inanır gözükürler. Ehl-i Kitab, sadece kendi kitaplarına inanır, kâfirler ise hiçbir kitaba inanmazlar.
[33] Yukarıdaki iki âyetten anlaşıldığı üzere, münâfıkların gayesi ve planı; müslümanların yanında onlardan menfaat elde etmek ve onların sırtından geçinmek için müslüman gözükmek, diğer taraftan onları dinlerini yaşamak istemelerinden dolayı sıkıntıya sokmak veya sıkıntılarına, imkânlarına rağmen seyirci kalmaktır. [bk. 2/14]
[34] Hazreç kabilesinden Selemeoğulları ve Evs kabilesinden Hârisoğulları.
[35] Bedir, Medine’nin 80 mil/151.6 km. güney batısında, Mekke-Sûriye yolu üzerinde bir köydür. Bedir savaşı, 2. Hicrî/624. Milâdî yılında Ramazan/Mart ayında olmuştur.
[36] Bu ikinci aşamada başlangıç olarak faizin özellikle kat kat olanına kesin yasak getirilmiş, kurtuluşa ermek için Allah’ın emirlerine uygun yaşamak gerektiğine işaret edilmiştir. Aynı zamanda 2/278-279 ve 30/39. âyetlerle faizin her türlüsü ve batıl kazanç (4/29) yasak edildiğinden, artık burada da azı yenebilir gibi mefhûm-ı muhalifi (aksi mâna)nın anlaşılması söz konusu olamaz.
[37] Mevlânâ bu durumu şöyle ifade eder: “Süt emen çocuk dadıdan vazgeçti mi yemek yemeye başlar, artık onu bırakır gider. Sen topraktan biten taneler gibi, yerin sütüne (maddesine) bağlanmış, ona alışmışsın. Kalplerin gıdasına alış da bu sütten kesilmeye bak. (Yoksa) ot gibi ayağın yere bağlı… Hakikate erişemez de bir yelle başını sallar durursun. (Takvâya ve ihsana ulaşamaz çürüyüp gidersin).” [Mesnevî, III, 1280. beyt]
[38] Uhud gazvesinde müşrik Abdullah b. Kâmi‘a’nın attığı taş ile Resûlullah’ın mübarek yüzü yaralanmış, dişi kırılmıştı. Bunun üzerine o, “Onu öldürdüm.” diye yalan yaymıştı da bu yüzden ashab paniğe kapılmıştı. Bunun üzerine bu âyet indirildi. Ayrıca Peygamberimiz (sas.) vefat edince başta Hz. Ömer olmak üzere sahabe müthiş bir üzüntü içinde idi ki Hz. Ebû Bekir bu âyeti okuyunca hepsi gerçeği kabullenip sakinleştiler.
[39] Âyet-i kerîmedeki “ribbiyyûn” kelimesine başta İbni Abbas ve Mücahid (r.anhüm) olmak üzere dokuz sahabe bu mânayı vermişlerdir. Süfyân-ı Sevrî, “Rabbe kul olanlar (Allah erleri)”, Abdürrezzâk da Hasan’dan rivayetle, “muttakî âlimler,” diye tefsir etmişlerdir.
[40] Gayrimüslimlerin bir çoğunun gayesi, öteden beri, kendilerine hasım gördükleri İslâm’ı kökten yok etmek ve müslümanları dinlerine ya da dinsizliğe çevirmek olmuştur. Bunu da ya onları sömürge yapmak veya yerli yandaşları eliyle, önce aşağılık kompleksine itip batıcı/ilerici, çağdaş olma imajıyla kültüründen koparmak, İslâm’ı ve Kur’an’ı hayatlarından dışlatmak veya onu göstermelik olarak bazen kullanan bir toplum haline getirmek; aynı zamanda İslâm’a aykırı yönleriyle kendi (hıristiyan ve yahudi) kültürünü benimsetip yerleştirmek, ferdi ilâhlaştırmak suretiyle yapmışlardır. Bazen de bunu, İslâm’a ya açıktan ya da içten içe düşmanlık yapan münâfıklar üretmek suretiyle yaparlar (bk. 2/120). İşte yüce Allah, buna karşı mü’minleri uyarmaktadır. [krş. 3/100]
[41] Bedir gazvesinde ganimetlerden bir kadife kumaş kaybolmuş, münâfıklar, “onu herhalde Peygamber almıştır” diye iftira etmişlerdi. Âyet bu olay üzerine nazil oldu.
[42] Âyet-i kerîmedeki “hikmet”, Allahu Teâlâ’nın Resûlü’ne indirdiği Kur’an’ın hükümlerini, gizli ve ince mânalarını anlama, onu yaşama, onunla hükmetme ve onu uygulama ilmidir; bunu da Resûlullah (sas.), sünnetiyle ortaya koymuştur. Kendisi de, “Şüphesiz bana bir Kitab ve onunla birlikte bir benzeri (açıklama ve uygulama ilmi) verilmiştir.” buyurmuştur (Ebû Davud (Koçaslı), V, 4604). Buhârî’de de Resûlullah (sas.), “Bütün ümmetim cennete girecek, ancak sünneti hesaba katmayanlar giremeyecekler.” buyurmuştur. Yüce Allah da Kur’an’da ona itaati emretmiştir (bk. 2/269, 3/32; 4/59-60, 80; 33/21). Bir de İmran b. Husayn (v. 52/672), “Kur’an’dan başkasından bahsetmeyin.” diyen adamı, “namaz, zekât vb. hükümleri nereden öğrendin?” diyerek meclisten kovmuştur (Şâtıbî, IV, 26).
[43] Medineli müslümanlara korku vermek ve propaganda yapmak için gönderilen Nu‘aym adlı kişi veya şeytanın bizzat kendisi (Beydâvî).
[44] Bk. 2/Bakara, 61.
[45] Âyet-i kerîmedeki, “Rabbinize iman edin.” çağrısına kulak verip gönül açanlar tam bir teslimiyetle “iman ettik” demişlerdir. Bu çok mühim bir olaydır. Küfür, şirk ve tâğûtların hâkim olduğu bir çağ ve toplumda onları terkedip Allah’a kesin teslimiyetle iman etmek ve Resûlü ile beraber olmaya karar vermek, karanlıktan aydınlık çağa geçmek demektir. Çünkü câhiliye müşrikleri hem “Allah’a inanıyorum.” diyorlar hem de put heykellerin önüne gidip sığınma, yaranma ve bağlılık tâzimleri gösteriyorlar, mahsullerinden/gelirlerinden yarısını onlar için, yarısını da Allah için pay ediyorlar, işlerini de tâğûtla hallediyorlardı. Bu ve benzeri âyet-i kerîmeler aynı zamanda, Allah’a imanla teslim olanların yapacağı dua ve niyaz şekillerini öğretmektedir. [bk. 2/286]
[46] Bu âyetler (3/191-194) Allah’a yapılacak duanın ilâhî bir örneği ve ifadesidir. Câfer-i Sâdık (ra.), “Kim bir derde veya musibete giriftâr olur veya olacağından endişe eder de beş defa ‘Rabbenâ’ derse Allah o kişiyi lütfu ile selamete çıkarır.” demiş ve sonra da bu âyetleri okumuştur. Hasan-ı Basrî de bunu teyit eder.
4. Nisâ Sûresi
Medine döneminde, hicretin dördüncü yılında nâzil olmuştur. 176 âyettir. Büyük bir kısmı kadınlar hakkında hükümler içerdiği için bu adla anılmıştır.
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
1. Ey insanlar! Sizi bir nefisten yaratan, ondan (onun özünden/maddesinden) de eşini (Havvâ’yı) vücûda getiren ve ikisinden de pek çok erkek ve kadın üretip yayan Rabbinizin emrine uygun yaşayın/O’na karşı gelmekten sakının. Kendisinin adı ile (yemin edip) birbirinizden isteklerde bulunduğunuz “Allah’ın emrine aykırı davranmak”tan ve akrabalık bağlarını kesmekten kaçının. Şüphesiz ki Allah, sizi tam anlamıyla görüp gözetlemektedir. [bk. 7/189]
2. (Vasisi olduğunuz) yetimlere, (büluğa, rüştüne erince) mallarını verin, (kendinizdeki) kötüyü (onlardaki) iyi ile değiştirmeyin. Onların mallarını, kendi mallarınızla (karıştırıp) yemeyin. Çünkü bu büyük bir günahtır.
3. Eğer, yetim kızlar(la, hoşunuza gitsin veya gitmesin, malı için evlendiğiniz takdirde, aile olarak onlar)ın haklarını tam gözetemeyeceğinizden korkarsanız, sizin için helal olan (başka hür) kadınlardan ikişer, üçer ve dörder nikâh edin (nikâhsız yaşayıp zina etmeyin). Eğer yine (o kadınlar arasında da mühim olan huzur ve) adaleti gözetemeyeceğinizden korkarsanız, o zaman bir tane ile veya (varsa) sahip olduğunuz (cariye) ile yetinin. Bu sizin adaletten ayrılmamanız için daha uygundur. [bk. 4/27, 129]
(Âyet-i kerîmedeki birden fazla evlenme emir değil, ruhsattır. Ancak kadındaki sağlıkla ilgili mahzurdan veya erkeğin bedenî/rûhî ihtiyacının gerektirmesi halinde ya da harp ve benzeri hallerde kadınların artması durumunda aile ve toplumu bozan nikâhsız yaşamanın/zinanın önlenmesi ve neslin temiz olarak korunması için getirilen bir izindir.[1] Yoksa verilen bu ruhsat keyif ve eğlence için değildir. Normal şartlarda kadın, gelecek kadına katlanmaya veya bir arada olmaya zorlanamaz.)
4. (Nikâhladığınız) kadınlara mehirlerini[2] bağış olarak (cömertçe) verin; eğer nikâhlandığınız kadınlar ondan size gönül hoşluğu ile bir şey bağışlarlarsa, onu da âfiyetle yiyin.
5. Allah’ın sizin (geçiminiz) için dayanak kıldığı (yetimlere ait) mallarınızı henüz aklı ermeyenlere (reşit oluncaya kadar) vermeyin. Kendilerine bundan yedirin, giydirin ve kendilerine güzel söz söyleyin (gönüllerini hoş tutun).
6. (Ey yetimlerin velî ve vasîleri!) Yetimleri nikâh çağına erişinceye kadar (gözetin ve) yoklayın/deneyin. Eğer onlarda (kendilerini idare edebilecek) bir olgunluk görürseniz, mallarını hemen kendilerine verin. Büyüyecekler (de malları sizden alacaklar) diye israf ederek ve tez elden onları çarçur ederek harcamayın. İhtiyacı olmayan (velî utansın, yetim malına) tenezzül etmesin. Kim de fakirse, (malı muhafaza etmesi ve onu gözetmesinden dolayı) örfe göre (uygun ölçüde ve zaruret miktarı) yesin. Mallarını onlara verdiğiniz zaman yanlarında şahit bulundurun. Tam hesap sorucu olarak Allah kâfîdir.
7. (Ölen) ana-baba ve akrabanın bıraktıklarından erkeklere hisse vardır. Yine ana- baba ve akrabanın (geride) bıraktıklarından kadınlara da hisse vardır. Gerek azından gerek çoğundan (ne varsa), farz kılınmış bir hisse olarak (her ikisine de) verilir.
8. (Mirası) taksim sırasında (miras düşmeyen) akrabalar, yetimler ve yoksullar hazır bulunurlarsa, onlara da bir şeyler verin ve (gönüllerini alarak) güzel söz söyleyin.
9. Arkalarında aciz ve küçük çocuk bıraktıkları takdirde, onların hakkında (halleri ne olacak diye) endişeye düşenler, kendi hayatlarında (himayelerindeki yetimlere haksızlıktan) sakınsınlar. Allah’tan korksunlar, (haklarını korumada) doğru söz söylesinler.
10. Yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler; karınlarına ancak bir ateş yemiş (doldurmuş) olurlar. Onlar, (Allah’ın dilediği kadar) çılgın bir ateşe gireceklerdir.
11. Allah, size çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının/kızın hissesinin iki misli (miras vermenizi) emreder.[3] Eğer (geride kalan çocuklar iki ve)[4] ikiden fazla kız iseler, (ölenin) bıraktığının üçte ikisini alırlar. Eğer bir tek kız (kadın) ise, yarısı onundur. (Ölenin) bir çocuğu varsa, ana ve babadan her birinin mirastan altıda bir hissesi vardır. Çocuğu olmayıp da ona, (yalnız) ana ve babası mirasçı olurlarsa, üçte biri anasının (geri kalan da asabe olarak babanın)[5]dır. Eğer ölenin kardeşleri varsa, altıda bir anasının (gerisi babanın, baba yoksa kardeşlerin)dir. (Bütün bu hükümler, ölenin) yaptığı vasiyet ve borcundan sonradır (önce borç ödenir, kalanın üçte birinden vasiyet ödenir, geriye kalan taksim edilir). Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin fayda bakımından size daha yakın olduğunu bilemezsiniz. (Bu hisseler) Allah tarafından konulmuş farzlar (paylar)dır. Şüphesiz ki Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
(Câhiliye devrinde miras, yalnız erkek evlada kalırdı. İslâm miras hukukundaki hisse dağıtımı ise sorumluluk yüklenenler arasındaki dengeleme esasına göre yapılmıştır. Çünkü İslâm aile hukukunda; evlenirken mehir verecek, düğün masraflarını yapacak, ev tutacak ve gereğinde iş kuracak olan erkektir. Evlendikten sonra da gerek eş ve çocuklara, gerekse muhtaç olan yakın akrabaya bakacak, nafaka verecek olan yine erkektir. Kadın ise bunlardan sorumlu değildir. Hatta mehri ve babasından aldığı mirası da kendisine aittir. İşte kadın yeteri kadar korunduğundan dolayı mirasta erkeğin hissesi, kadının hissesinin iki misli olmuş ve denge sağlanmıştır. Kız çocukları anne ve babalarına mirasçı olduklarında böyledir. Bunun dışındaki birtakım miras işlerinde erkek kardeşiyle aynı aldığı yerler de vardır. Mesela, kadınlar eshâb-ı ferâiz (pay sahipleri) olarak 8-9 yerde pay sahibidir. Erkekler ise 3-4 yerde pay sahibidir. Sadece bir yerde, erkek çocuklar, kız çocukların iki payına sahiptir. Kadınlar genel olarak, mirastan çeşitli konumlarda daha çok hak sahibi olurlar. Yine, ölenin anne ve babası da mutlaka mirastan pay alırlar. Bu da, fakir olsalar bile onları mirastan mahrum kılan diğer hukuk sistemlerinden farklı olup fakir ve yaşlı anne-babayı korumak içindir.)
12. Eğer çocukları yoksa (ölen) hanımlarınızın bıraktıklarının yarısı sizindir; eğer çocukları varsa bıraktıkları şeylerden dörtte biri (ancak) yaptıkları vasiyet ve borcun (ödenmesin)den sonra sizindir. Sizin de, eğer çocuğunuz yoksa, bıraktığınızın dörtte biri onların (dul zevcelerinizin), eğer çocuğunuz varsa, bıraktığınız şeylerden sekizde biri yine edeceğiniz vasiyet ve borcun ödenmesinden sonra onlarındır. Eğer (ölen) bir erkek veya kadının, çocuğu ve babası (hayatta) bulunmadığı halde (yani “kelâle” olarak yan koldan) mirasına konuluyorsa ve (anaları bir olan)[6] bir erkek kardeşi veya bir kız kardeşi bulunuyorsa, onların her birinin (hakkı) altıda birdir. Eğer bun(lar bir)den fazla iseler, mirasçılara zarar vermeyen vasiyet ve borçtan sonra kalan üçte bire ortaktırlar. Bunlar Allah’tan (size) bir vasiyettir. Allah (her şeyi) hakkıyla bilendir, Halîm’dir (ceza vermede acele etmeyendir). [bk. 4/7]
13. Bunlar, Allah’ın sınırları (kanunları)dır. Kim Allah’a ve Peygamberi’ne itaat ederse, O da onu alt tarafından ırmaklar akan cennetlere koyar ki; orada ebedî olarak kalacaklardır. (İşte) bu en büyük kurtuluş (ve saadet)tir.
14. Kim de Allah’a ve Peygamberi’ne isyan eder ve O’nun (hükümlerine karşı) sınırlarını aşarsa (Allah), onu ebedî kalacağı ateşe koyar. Onun için alçaltıcı bir azap vardır.[7]
(Resûlullah (sas.) de, “Kim benim buyruklarıma itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Kim de bana isyan eder (buyruklarımdan yüz çevirir)se Allah’a isyan etmiş olur.” buyurmuştur (bk. Buhârî, “Ahkâm” 1, “Cihad” 108). Resûllullah’ın koyduğu her hüküm Kur’an doğrultusunda ve Allah’ın gözetimi altındadır.) [bk. 3/31; 33/36; 53/3-4]
15. Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı içinizden (bunu ispat edecek) dört şahit isteyin. Eğer (dört kişi) şahitlik ederlerse o kadınları, ölüm gelip alıncaya veya Allah kendilerine bir yol gösterinceye kadar evlerde gözaltında tutun (artık onunla ilişkiyi kesin, topluma karıştırmayın).[8]
16. Sizlerden fuhuş yapanların (her) ikisine de eziyet edin/baskı yapın.[9] Eğer onlar tevbe eder de uslanırlarsa artık onlar(a eziyet)ten vazgeçin. Şüphesiz ki Allah, tevbeleri çok kabul eden, çok merhamet edendir.
17. Allah katında (makbul) tevbe ancak cahillikle bir kötülük (bir günah) işleyip de sonra hemen (pişman olup) tevbe edenlerin tevbesidir. İşte Allah, bunların tevbesini kabul eder. Allah her şeyi hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
18. Kötülükleri (günahları) işleyip işleyip de nihayet onlardan birine ölüm gel(ip yaptıkları kötü amelleri ve sonucu gösteril)ince: “Hakikaten ben şimdi tevbe ettim.” diyenlerle, (Allah’ın hükmünü bilerek değersiz/geçersiz görüp) kâfir olarak ölenlerin tevbesi artık kabul edilmez. İşte onlar için elem verici bir azap hazırlamışızdır.
19. Ey iman edenler! (Kocası ölen akraba) kadınları(nı eşya gibi) zorla (alıp onlara) mirasçı olmanız size helal değildir. (Kadınlarınız) açıkça fuhuş/aşırı edepsizlik yapmadıkça, onlara verdiğiniz (mehr)in bir kısmını ele geçirmek için onları sıkıştırmayın (bu helal değildir). Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız (sabredin ve bilin ki) Allah’ın onda çok hayır takdir ettiği bir şeyden hoşlanmamış olabilirsiniz.[10]
(Câhiliye devrinde ölen bir kişinin kan akrabası, malın mirasçısı olduğu gibi, dul kalan karısına, kadın istemese de, miras malı gibi mirasçı olurdu. İsterse mehir vermeden kendisi alır, isterse ilk mehriyle başkasıyla evlendirip mehrini kendisi alır veya malından istifade için evlenmekten men ederdi. İşte Kur’an, bu âdeti yıkmış, kadına evlenmede hürriyet getirmiştir.)
20. Eğer bir zevceyi bırakıp da yerine başka bir zevce almak isterseniz, onlardan birincisine yüklerle (mehir) vermiş olsanız bile, hiçbir şeyi (geri) almayın. İftira ederek ve apaçık bir günaha girerek onu geri alır mısınız?
(Câhiliye devrinde karısını boşamak isteyen, henüz vermediği mehrini vermemek veya vermişse geri almak için ona “zina etti” diye iftira ederdi. Halbuki mehir kadının öz malıdır, boşasa veya ölse bile mehri verilmemişse derhal ödenmesi gerekir. Erkeklerin hile veya zorla geri almaları helal değildir.)
21. Onu nasıl alabilirsiniz ki birbirinizle başbaşa kalıp kaynaştınız[11] (aynı yastığa baş koydunuz) ve onlar, sizden (nikâh sözleşmesiyle) kuvvetli bir teminat almıştı.
22. (Câhiliye devrinde) geçmiş olanlar hariç, (artık) babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyin. Şüphe yok ki o, bir hayasızlık ve ilâhî gazaba sebep olan çok iğrenç bir iştir. O, ne kötü bir yoldur!
23. Size analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeş kızları, kız kardeş kızları (gibi soyca birbirinize bağlı olanlarınız), sizi emziren (süt) analarınız, süt bacılarınız (ve süt bakımından da diğer soyca bağlı olanlarınız),[12] karılarınızın anaları ve kendileriyle gerdeğe girdiğiniz karılarınızdan olup artık himayenizde bulunan üvey kızlarınız (ile evlenmek) haram kılındı. Eğer onlar(ın analarıy)la zifafa girmemişseniz[13] (o kızlarla evlenmenizde) üzerinize bir günah yoktur. Kendi sulbünüzden gelen (öz) oğullarınızın karıları (ile evlenmeniz), iki kız kardeşi bir arada almanız da (yine haram kılındı). Geçmişte olanlar hariç, şüphesiz ki Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
24. Evli kadınlar(la evlenmeniz) de (haram kılınmıştır). Ancak (savaşta esir olarak) ellerinize geçen cariyeler[14] hariçtir. (Çünkü esaret, önceki nikâhı geçersiz kılar. Bunlar,) Allah’ın size yazdığı (haramlar)dır. Bunların başkasını, iffetli/namusuna düşkün ve “sifah”tan (nikahsız birleşme/faydalanma olan zinadan) sakınan kimseler olarak, mallarınızla (mehir vermek şartıyla) istemeniz (ve şartsız olarak nikâhlamanız)[15] size helal kılındı. O halde, (kesin evlenerek) faydalandığınız kadınlara takdir edilen nikâh bedel(i olan mehir)lerini verin. Mehrin takdirinden sonra (onu bir miktar artırmak veya eksiltmek hususunda) karşılıklı razı olduğunuz şeyde üzerinize bir vebal yoktur. Şüphesiz ki Allah hakkıyla bilendir, mutlak hüküm ve hikmet sahibidir.
25. Sizden kimin iffetli, hür ve mü’min kadınlarla evlenmeye servetçe gücü yetmezse, (mut’a değil) elleriniz altında sahip olduğunuz imanlı genç kızlarınız (durumundaki cariyeler)den alsın (onları hor görmesin). Allah, sizin imanınızı en iyi bilendir. Zaten siz birbirinizdensiniz (hepiniz Âdem’den gelmektesiniz, aranızda insanlık bakımından bir fark yoktur). O halde fuhuş yapmayan ve gizli dostlar edinmeyen, namuslu kadınlar olarak (ve öyle kalmak üzere) onları, velîlerinin izniyle nikâhlayın ve örfe uygun nikâh bedel(i olan mehir)lerini kendilerine verin. Evlendiklerinde bir fuhuş yaparlarsa onlara, hür (olarak evlenen) kadınlara verilen cezanın (değnek olarak) yarısı[16] (verilir). Bu (cariye ile evlenme izni) sizden sıkıntıya düşmek (zinaya sapmak)tan korkanlar içindir. Sabretmeniz ise sizin için daha hayırlıdır. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir. [bk. 2/221 ve açıklaması]
26. Allah size (helal ve haramı) açıkça bildirmek, sizi, sizden önceki (iyi)lerin yollarına iletmek ve tevbenizi kabul etmek ister. Allah hakkıyla bilendir, mutlak hüküm ve hikmet sahibidir.
27. Allah, sizin tevbenizi kabul etmek ister; şehvetlerine, kötü arzularına uyanlar (ve gayrimüslimler) ise sizin de (kendileri gibi) büsbütün (doğru) yoldan sapmanızı isterler.
28. Allah, sizden (ağır teklifleri) hafifletmek ister. (Çünkü) insan (sabır ve tahammül bakımından) zayıf yaratılmıştır.
29. Ey iman edenler! Mallarınızı, karşılıklı rıza ile (hilesiz, aldatmasız, dürüst) bir ticaret olmaksızın aranızda batıl (rüşvet ve benzeri haram) yollarla yemeyin ve kendinizi (yahut birbirinizi) de (telef edip) öldürmeyin. Şüphesiz ki Allah, size karşı çok merhametlidir.
(Âyet-i kerîmede görüldüğü şekildeki ticaretin dışında gerek rüşvet, gerek diğer haram yollardan elde edilen hırsızlık, hile, faiz ve her türlü haksız ve karşılıksız kazançlar haram olup bununla, “Kendinizi veya birbirinizi maddeten ve mânen felaket ve ölüme götürmeyiniz.” denilmek istenmektedir (2/188). Aynı zamanda, hakkında kesin olarak helal ve haram hükmü bulunmayan, fakat insanın malca ve bedence mahvına sebep olan yenilen ve içilen her türlü şey ve intihar, “kendinizi telef edip öldürmeyiniz” âyeti ile haram hükmüne dahil edilmiş ve yasaklanmıştır. Bu âyetler aynı zamanda müslümanlar arasında savaşı da yasaklamıştır.) [krş. 2/195]
30. Kim, haddi aşarak ve haksızlık ederek bu (haram sayıla)nları yaparsa, onu ateşe koyacağız. Bu, Allah’a (göre) pek kolaydır.
31. Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin (diğer) kusurlarınızı örter[17] ve sizi güzel/şerefli bir yere yerleştiririz.
32. Allah’ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri (başkasında olup sizde olmayanı bir eziklik duyarak) arzulamayın, erkeklere kendi kazandıklarından bir pay olduğu gibi, kadınlara da kendi kazandıklarından bir pay vardır. (Çalışarak) Allah’ın lütfundan isteyin. Şüphesiz ki Allah (her şeyi) hakkıyla bilendir.[18]
33. Ana baba ve akrabaların bıraktıklarından (erkek ve kadından) her birine (hisselerini alacak) vârisler kıldık.[19] Yeminlerinizin bağladığı kimselere de hisselerini verin. Şüphesiz ki Allah her şeye şahittir.
(Araplar’da bir adam, başka biriyle; kardeş olmak, birbirine arka çıkmak ve yardım etmek üzere antlaşır ve böylece birbirlerinin mirasına da vâris olurlardı. Âyet-i kerîmede görüldüğü gibi, İslâm’ın ilk devrinde buna izin verilmişti. Fakat sonra Enfâl sûresinin 75. âyeti inince artık bu âyetle amel edildi, önceki uygulamanın hükmü kaldırıldı.)
34. Erkekler, (yeteneği oldukça ailede genel sorumlu olarak) kadınlar üzerine ‘yönetici ve koruyucu’durlar. Bu da Allah’ın kimini kimine (cihad, imâmet ve aile reisliği gibi şeylerde) üstün kılması ve bir de erkeklerin (onlara) mallarından sarfetme (görevinin bulunma)sı sebebi iledir. İyi kadınlar hem (gönülden) itaatli, saygılıdırlar.[20] Hem de Allah’ın, korunmasını emrettiği şeyleri gizlide de (kocalarının bulunmadığı zaman bile ırzlarını ve kocalarının mallarını) koruyanlardır. Geçimsiz, kafa tutan, aldatmalarından endişelendiğiniz kadınlara gelince; onlara (önce) nasihat edin (günahı da hatırlatın), sonra (yola gelmezlerse) kendilerini yataklarında yalnız bırakın, daha sonra (yine edepsizliğine ve gayr-ı ahlâkî davranışına devam ederse), disiplini için hafifçe /sembolik olarak vurun. Eğer size itaat eder (eş olarak saygı gösterir)lerse, artık aleyhlerine başka bir yol aramayın. Çünkü Allah yücedir, büyüktür (haksızlıktan hoşlanmaz).
(İslâm’da olduğu gibi dünya genelinde aile reisliği, maddî ve mânevî nitelikleri ve ekonomik avantajları dolayısıyla, istisnâlar dışında erkeğe verilmiştir. Ailede görevleri bakımından erkek ve kadınların ayrı ayrı sorumlulukları, birbirine karşı hak ve vazifeleri vardır. Birinin diğerine karşı saygısızlık ve serkeşlik etme, ezme ve eziyet etme hakkı yoktur. Aile sevgi, saygı ve müslümanca yaşamakla huzur bulur ve devam eder. Kadının, iffetsizlikte devam etmesi yani mahremi olmayan/kendisine nikah düşen kimselerle oturup kalkması ve gezmesi, kocasının izin vermediği yerlere gitmesi ve kocasına karşı cüretkâr hareketlerde bulunması halinde, onu hemen evden çıkartma veya boşama yoluna gitme yerine, meşru ölçüler dâhilinde, mecbûren uslandırma, çaresine bakma/hafif vurma yoluna (38/44 dövmek değil) gidilir. İffetli, edepli ve onurlu kadınlar, buna sebebiyet vermezler. Bundan dolayı Peygamber (sas.), hanımlarına hiç vurmamıştır. Eğer erkek, bu türlü kadınlara hafifçe vurmasının ona bir uyarı olmayacağını tahmin ederse bunu da yapmaz. Çünkü maksat dövmek değil onu uyarmak ve uslandırmaktır. Ama serkeşliğe devam etmesi halinde boşama yoluna gidilir. Bu konuda erkekler için bk. 4/128 ve açıklaması.)
35. Eğer (karı kocanın artık iyice) aralarının açılmasından endişe ederseniz, erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar, (onların aralarını gerçekten) düzeltmek isterlerse, Allah aralarını bulmaya onları muvaffak kılar. Şüphesiz ki Allah, her şeyi hakkıyla bilendir ve her şeyden haberi olandır.
36. Allah’a kulluk edin, hiçbir şeyi (yücelterek ilâhlaştırıp veya tapınak haline getirip) O’na ortak koşmayın. (Sonra sırasınca) ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolda/sokakta kalmışa ve ellerinizin altında bulunan (hizmetkâr)lara iyilik edin. Allah, kendini beğenenleri ve böbürlenenleri sevmez. [bk. 1/4; 9/31; 51/56]
(Allah’a kul olmanın gereği hem ibadet hem de böyle bir ahlâka sahip olmaktır.)
37. (İşte) onlar, hem cimrilik ederler hem de insanlara cimriliği emir (ve tavsiye) ederler ve Allah’ın nimetinden kendilerine bol bol verdiğini gizlerler. Biz de (bu) nankörlere, rezil edici ve alçaltıcı bir azap hazırladık.
38. Üstelik onlar, Allah’a ve âhiret gününe inanmadıkları halde, insanlara gösteriş olsun diye mallarını sarf ederler (ki bunları Allah sevmez). Kime şeytan arkadaş olursa, artık onun ne kötü bir arkadaşı vardır!
39. Onlar, Allah’a ve âhiret gününe inanıp da Allah’ın kendilerini rızıklandırdığı şeyden (O’nun yolunda) harcasalardı, onların aleyhine ne olurdu ki? Allah onları çok iyi bilmektedir.
40. Şüphesiz Allah, zerre kadar haksızlık etmez. (Zerre miktarı) bir iyilik olursa, onu (sevapça) kat kat artırır ve kendi katından da büyük mükâfat verir. [bk. 28/84]
41. (Biz) her ümmetten (kendilerine) bir şahit (peygamber) ve (Resûlüm!) seni de onların (hepsi) üzerine şahit olarak getirdiğimiz zaman halleri nice olur? [bk. 16/84-89]
(Geçmiş ümmetler, peygamberlerinin getirdikleri iman esaslarını, ahlâk nizamını bozduklarından ve kendi arzu ve isteklerine göre yaşadıklarından dolayı hesaba çekileceklerdir. Peygamberleri de onlar aleyhine şahitlik edecek, Hz. Peygamber de bütün peygamberler lehine şahitlik edecektir. Buhârî ‘Fezâilü’l-Kur’an’ bölümünde şöyle der: Râvî dedi ki: “Bu âyet okunurken Resûlullah (sas.), ‘dur’ dedi ve (bizim günahlarımıza da şahit olmaktan dolayı) gözlerinden yaşlar dökülüyordu.” Oysa biz, kendimiz hakkında bu üzüntüyü duymuyoruz.)
42. Küfre sapanlar/inkâr edenler ve Resûl (Muhammed)’e karşı gelenler (O’nun getirdiklerini beğenmeyenler) o gün yerle bir olmayı temenni ederler. Artık Allah’a karşı bir tek sözü (bile) gizleyemeyecekler.
43. Ey iman edenler! Siz sarhoşken, ne söylediğinizi bilinceye kadar, cünüp iken de yolculuk(ta teyemmüm) hariç gusledinceye kadar namaza yaklaşmayın[21] (ve mescidlere girmeyin). Eğer hasta veya yolcu iseniz veya sizden biri abdest bozmaktan gelmişse veya kadınlarla (cinsel) temasta bulunup da su bulamamışsanız, o vakit temiz bir toprağa (niyetle) yönelin de yüzlerinize ve ellerinize (dirseklerinize kadar) sürün (teyemmüm edin).[22] Şüphesiz ki Allah çok affedendir ve çok bağışlayandır. [krş. 5/6]
44. Kendilerine kitaptan bir nasip verilen (yahudileri ve onlar gibi)leri görmedin mi? Onlar sapıklığı (tercih edip) alırlar ve sizin de yoldan sapmanızı isterler. [bk. 3/99]
45. Allah, sizin düşmanlarınızı çok iyi bilendir. Allah, (size) bir dost olarak kâfîdir, bir yardımcı olarak da Allah yeter.
46. Yahudilerin bir kısmı, (Tevrat’taki) kelimeleri yerlerinden değiştirirler, dillerini eğip bükerek ve dine saldırarak (peygamberlere karşı:) [krş. 5/13] “İşittik, fakat karşı geldik.” “Dinle, dinlemez olası.”, “râ‘inâ” derler. Eğer onlar: “Dinledik (sana) itaat ettik, dinle ve bize de bak (gözet).” deselerdi kendileri için daha hayırlı ve doğru olurdu. Fakat Allah, küfürlerinden dolayı onlara lanet etmiştir. Artık onlar, pek azı hariç, iman etmezler.
Yahudiler, Tevrat’ta gerek Hz. Peygamber’e ait vasıfları ve geleceğini müjdeleyen kelimeleri, gerekse zina gibi haram olan bazı hükümleri değiştirmişler; hatta Hz. Peygamber’e hakaret kastıyla dillerini bükerek “eta‘nâ” (itaat ettik) kelimesini “asaynâ” (karşı geldik), “Râ‘inâ” (bizi gözet) kelimesini de ağızlarını aşağı eğip (i) harfini uzatarak “Râ‘înâ” (bizim çobanımız) şeklinde söylemişlerdi.) [bk. 2/104]
47. Ey kitap verilenler! Biz bir takım yüzleri belirsiz (dümdüz) arkalarına çevir(erek tıpkı enseleri gibi yap)mazdan evvel veya kendilerine lanet ettiğimiz Cumartesi ashâbı (Cumartesi gününe saygı göstermeyen yahudiler) gibi olmadan, yanınızdaki (kitapların asılları)nı tasdik edici olarak indirdiğimiz (Kur’ân-ı Kerîm’)e inanın (yoksa Allah sizi ters yüz eder/insanlık vasfınızdan çıkarır). Allah’ın emri daima yerine gelir.
48. Şüphesiz ki Allah, (sıfatlarında, İlâhlık ve Rabliğinde) kendisine ortak koşulmasını (tevbe etmeden) asla bağışlamaz, bundan başkasını da dilediği kimselerden bağışlar. Kim de (Allah’tan başkalarına bağlanıp onun dine aykırı buyruklarına itaatle) Allah’a ortak koşarsa, çok büyük bir günah işleyerek iftira etmiş olur.
(Şirk; yani Allah’a ortak koşmak, bir olan Allah’ın zât ve sıfatlarına imanda, O’na ibadet ve itaatte, O’nun mutlak hâkimiyetinde, otorite ve gücünde, haram ve helalleri (dini ilgilendiren konulardaki serbestlik ve yasaklar) tayin etmede ve kurtarıcılığına sığınmada başka varlıkları O’na denk tutmak veya Allah’ın rızasını değil de başkalarının hoşnutluğunu kazanmaya çalışmaktır. Fitnenin ve bütün zulümlerin başı şirktir. “Lâ ilâhe illallâh” lafzı ile İslâm, şirkin tümüyle savaşır. Şirk oldukça İslâm’dan ve tevhidden söz edilemez. Çünkü şirk en büyük günah ve en büyük zulümdür. Bütün güzel amelleri boşa çıkarır.) [bk. 4/116; 9/31; 3/135; 39/38]
49. (İnkâr ve isyanlarını, İslâm’a uymayan müslümanlıklarını unutarak) kendilerini temize çıkaranları görmedin mi? Halbuki ancak Allah dilediği kimseyi temize çıkarır. Onlar hurma çekirdeğinin incecik ipliği kadar bile haksızlığa uğratılmazlar.
(Allah kişilerin niyet ve amellerinde ihlaslı/halis olup olmadıklarını bilir.)
50. Bak! Nasıl yalan uydurup da Allah’a iftira ediyorlar. Bu, (onlara) apaçık bir günah olarak (fazlasıyla) yeter.
51. Kendilerine Kitab’dan bir nasip verilmiş olanları (İsrâiloğulları’nı) görmedin mi? Onlar, Cibt’e (kâhinlere, putlaşanlara)[23] ve tâğûta (Allah’tan uzaklaştıran ve emirlerini yapmaktan men edenlere) inanıyorlar da, küfre sapanlar için: “Bunlar, iman edenlerden daha doğru yoldadır.” diyorlar.
52. İşte onlar, Allah’ın kendilerine lanet ettiği kimselerdir. Allah’ın lanetlediği kimselere de artık bir yardımcı bulamazsın.
53. Yoksa onların (yeryüzünde) mülk (ve saltanat)tan nasipleri mi var? Öyle olsaydı, insanlara bir çekirdek filizi (kadar bir şey) bile vermezlerdi.
54. Yoksa onlar (lanetlenen İsrâiloğulları), Allah’ın kendilerine lütfundan nimet verdiği (peygamber seçtiği Muhammed’e ve onun tarafındaki) insanlara karşı haset mi ediyorlar? Evet biz, İbrahimoğulları’na Kitab ve hikmet verdik, hem de onlara büyük hükümranlık bahşettik.
55. İşte onlardan kimi ona (İbrahim soyundan gelen Muhammed’e) iman etti, kimi de (bu İsrâil’den değil diye) ondan yüz çevirdi. Artık (onlara) alevli bir ateş olarak cehennem yeter.
56. Âyetlerimizi inkâr edenler (kabul etmeyenler) var ya, hiç şüphesiz, onları ateşe atacağız, derileri piştikçe (her defasında yeniden) azabı tatmaları için onları başka (taze) derilerle değiştireceğiz. Şüphesiz ki Allah mutlak galip, mutlak hüküm ve hikmet sahibidir. [krş. 20/74; 87/13]
57. İman edip de sâlih ameller işleyenleri, içinde ebedî kalmak üzere, alt tarafından ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Orada kendilerine tertemiz eşler vardır ve onları en koyu gölgeliklere koyacağız.
58. Şu bir gerçek ki Allah, size emanet (ve iş)leri mutlaka ehline (İslâm’a göre ahlâkı sağlam, yeteneklilere)[24] vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Gerçekten Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphesiz Allah, (her şeyi) işiten ve görendir.
59. Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Resûl’e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de… Herhangi bir şey hakkında çekişir (anlaşamaz)sanız, eğer gerçekten Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız, onu, Allah’a ve Resûlü’ne arz edin (Kur’an ve Sünnet’le halledin).[25] Bu, (sizin için) daha hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir.
60. (Ey Muhammed!) Sana indirilen (Kur’an’)a ve senden önce indirilen (kitaplar)a (sözde) inandıklarını iddia edenleri görmedin mi? Kendilerine onu inkâr (ve red) etmeleri emredildiği halde yine de tâğûtta (Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyenler tarafından) muhakeme olmak (yargılanmak) isterler. Zaten şeytan da onları (böylece hidayetten) uzak bir sapıklıkla büsbütün saptırmak ister. [bk. 2/256 ve açıklaması; 5/49, 50; 16/36 ve açıklaması]
(İbni Kesîr bu âyetin tefsirinde, “Allah’a iman ettik diyenler herhangi bir anlaşmazlık halinde çözüm için Allah’ın kitabına ve Resûlü’nün sünnetine başvurmazlarsa bu onların içlerindeki küfürdendir.” dedikten sonra, nüzûl sebebi hakkında da şunu nakleder: “Medineli sözde kendini müslüman gösteren bir (münâfık) ile bir yahudi arasında anlaşmazlık çıktı. Bunu çözümlemek için yahudi, Hz. Peygamber’in hakemliğinde, münâfık ise yahudi kâhin Ka‘b b. Eşref’in hakemliğinde muhakeme olmak istemişti. Bunun üzerine her şeyden haberi olan Rabbimiz, Resûlü’ne durumu bu âyetle bildirmiş, sonra Hz. Ömer bu münâfığın cezası için gerekeni yapmıştır.”)
61. Kendilerine: “Haydi (hakem olarak) Allah’ın indirdiği (Kur’ân-ı Kerîm’i)ne ve Resûlü’ne gelin!” denildiği zaman, münâfıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün.
62. Fakat elleriyle yaptıkları (kötülükler) yüzünden kendilerine bir felaket geldiği vakit: “Biz iyilik etmek ve uzlaştırmaktan başka (bir şey) istemedik.” diye, nasıl da Allah’a yemin ederek (ve özür dileyerek) sana gelirler.
63. Onlar, Allah’ın kalplerinde olan (yalan)ı bildiği kimselerdir. Onlara aldırma, onlara yine de öğüt ver ve kendileri hakkında tesirli söz söyle.
64. Biz, bütün peygamberleri ancak Allah’ın izni (emri) doğrultusunda kendilerine itaat edilsin diye gönderdik. Onlar, (o tâğûtta muhakeme olmaya gitmek isteyerek) kendilerine yazık ettikleri zaman, (pişman olarak) sana gelip Allah’tan bağışlanmalarını dileselerdi, Peygamber de onlara mağfiret dileseydi, elbette Allah’ı, daima tevbeleri kabul edici ve çok merhamet edici bulurlardı.
65. Hayır! Öyle (dedikleri gibi) değil. Rabbine andolsun ki (onlar) aralarında ihtilaf ettikleri meselelerde seni hakem yapmadıkça, sonra da verdiğin hükümden içlerinde bir sıkıntı (ve şüphe) duymadan, (sana) tam teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.
(Allah’ın ve Resûlullah’ın hükmüne razı olmayan, tanımayanların Allah’a iman etmemiş olduğu bildirilmektedir (İbni Kesîr (Çetiner), I, 159 ve ilgili âyetler). Hulâsatü’l-Beyân’da ise “Şu halde âyet, Allah’ın kitabına ve Resûlullah’ın sünnetine uygunluk dışında bir şeyin hükmüne razı olmanın küfür olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh, Allah’ın ve Peygamber’in hükümlerinden bir şeyi ister beğenmeyerek, ister küçümseyerek kasten reddetmek İslâm’dan çıkmaktır.” denilmektedir.) [Râzî, III, 960; Elmalılı, V, 21-22, 449]
66. Eğer biz onlara (İsrâiloğulları’na dediğimiz gibi): “Kendinizi[26] öldürün yahut yurtlarınızdan çıkın.” diye yazmış (farz kılmış) olsaydık, içlerinden pek azı hariç onu yapmazlardı. Oysa onlar, kendilerine verilen öğütleri dinleyip uygulasalardı, kendileri için elbette daha hayırlı ve (imanlarını) daha kökleştirici olurdu.
67. O takdirde elbette biz de kendilerine katımızdan büyük bir mükâfat verirdik.
68. Ve elbette onları dosdoğru bir yola iletirdik.
69. Kim Allah’a ve Resûl’e (cân u gönülden) itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği nebîler, sıddıklar, şehitler ve sâlihlerle beraber olacaklardır. İşte onlar ne güzel arkadaştırlar! [bk. 4/80 ve açıklaması]
70. Bu lütuf Allah’tandır. (Bu lütfa mazhar olanların kadrini) bilici olarak Allah yeter.
71. Ey iman edenler! (Düşmanlarınıza karşı) korunma (ve savunma) tedbirlerinizi alın. Sonra (düşman üzerine) duruma göre ya bölük bölük veya hep birden seferber olun.
(İslâm’da; dine karşı tehdit oluşturanlara, saldırı yapanlara, din ve vicdan üzerinde baskı ve zulüm yapanlara karşı savaşa meşru şekilde (2/190-193) izin verilmiştir (9/36; 22/39-40; 47/4). Bunun için de savaştan önce hazırlıklı ve eğitimli olmak lazımdır.)
72. İçinizden bir grup (münâfık, harbe çıkma) işini, mutlaka ağırdan alacaklardır. Eğer size bir felaket gelirse: “Allah bana hakikaten iyilikte bulundu. Çünkü onlarla beraber değildim.” der.
73. Eğer size Allah’tan (fetih ve ganimet gibi) bir nimet erişirse o zaman sanki, sizinle kendisi arasında (daha önce) hiçbir alâka (ve sorun) yokmuş gibi: “Keşke ben, (samimi olarak) onlarla beraber olsaydım da büyük bir başarı (ve ganimet) kazansaydım.” der.
74. Öyleyse dünya hayatını, âhiret karşılığında sat(ıp değiştir)enler (âhiret hayatını ve sevabını, fânî dünya hayatına tercih edenler), Allah yolunda savaşsın. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse, biz, ona büyük bir mükâfat vereceğiz.
75. (Ey müslümanlar!) Size ne oluyor da: “Ey Rabbimiz! Bizi, halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize katından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı lütfet.” diyen, ezilen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz?!
(Bu âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, zulme ve haksızlığa uğramış çaresiz müslümanlara yardım edilmesini ve gerekirse onları kurtarmak için savaşılmasını istemektedir.)
76. İman edenler Allah yolunda savaşırlar. Küfre sapanlar da (Allah’ın emirlerinden uzaklaştıran ve kendi emir ve yöntemlerini hâkim kılmak isteyerek ilâhlık taslayan) tâğût(u ayakta tutma) uğrunda savaş verirler. O halde (ey iman edenler!) Siz (de) şeytanın dostlarına karşı savaşın. Şüphesiz ki şeytanın hilesi çok zayıftır.
(Gizli veya açık münâfıklar, kâfir grupları ve inkârcılar, tâğûtların dostu; ve bunların her ikisi de şeytanın dostudurlar. Hepsi de Allah’ın emirlerinin ve mü’minlerin düşmanıdırlar, onlarla mücadele ederler.) [bk. 2/257; 6/26; 16/36 ve dipnotu]
77. (Savaş emredilmezden evvel) kendilerine: “(Size eziyet eden müşriklere karşı, savaştan şimdilik) ellerinizi çekin, namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin.” denilen kimseleri görmedin mi? (Kendilerini korumak için) savaş yazılınca (farz olunca görürsün ki) içlerinden bir grup, Allah’tan korkarcasına, hatta daha fazla bir korku ile insanlardan korkarlar ve: “Ey Rabbimiz! Bize savaşı niçin yazdın? Bizi yakın bir zamana kadar ertelesen.” derler. (Resûlüm! Onlara) de ki: “Dünyanın geçici menfaati pek azdır. Âhiret ise ‘Allah’ın emirlerine uygun yaşayanlar’ için elbette daha hayırlıdır. Siz, hurma çekirdeğinin ipliği kadar bile haksızlığa uğratılmazsınız.”
78. Nerede olursanız olun ölüm sizi yakalar; titizlikle korunan muhkem/sağlam kaleler içinde olsanız bile! Onlar bir iyiliğe ulaşırlarsa: “Bu Allah katındandır.” derler. Eğer onlara bir kötülük/yenilgi dokunursa: “Bu senden” derler. (Resûlüm!) De ki: “Hepsi Allah tarafından (var edilmiş)tir.” Böyle iken bu topluluğa ne oluyor da, (Allah’ın muradına ait) hiçbir sözü anlamaz hâle geliyorlar? [krş. 21/2, 107; 31/7; 34/28]
79. (Ey insan!) Sana gelen her iyilik Allah’tandır. (Yine) başına gelen her kötülük ise kendi nefsindendir. (Ey Muhammed!) Seni insanlara bir resûl olarak gönderdik. (Buna) hakkıyla şahit olarak Allah yeter. [krş. 10/44]
(Âyet-i kerîmede de görüldüğü gibi, “hayır” da, “şer” de Allah tarafından yaratılmış olup bunlardan herhangi birini kendi isteğiyle seçen, kulun kendisidir. Yüce Rabbimizin, kullarının sadece iyi şeyleri seçmesine ve yapmasına rızası vardır, diğerlerine ise yoktur. Kul, kendi iradesiyle onu seçer, ister ve ona yönelir. Allahu Teâlâ da kulun bu ısrarlı isteğini dilerse yaratır. Ancak yüce Allah, kulu hakkında haksız ve sebepsiz yere şerri yaratmaz (10/44). Tıpkı bunun gibi Allahu Teâlâ, kulunu kendisi saptırmaz; ancak, nefsine uyarak yoldan sapmış kimseyi, yaptığının karşılığı olarak sapıklığında bırakır.)
80. Kim Peygamber’e itaat ederse, muhakkak Allah’a itaat etmiş olur. Kim de (itaatten) yüz çevirirse (üzülme), biz seni onların üzerine bir bekçi göndermedik.
(Hz. Peygamber Allah’ın kulu, elçisi ve İslâm dininin temsilcisidir. Ahlâkı Kur’an’dır. Allah’a inananlar için, dünya ve âhiret işlerinin tümünde en güzel örnek odur (33/21). Söyledikleri ve yaptıkları Allah’ın gözetimi ve izni altındadır. Kur’an’ın örnek uygulayıcısı odur. Kendisinin buyrukları da Kur’an’ın ruhuna uygun olup yalnız kendi zamanıyla kayıtlı değil, bütün zamanlarda geçerlidir. Çünkü ona Kur’an’ı açıklama yetkisi verilmiş (16/44) ve hikmet öğretilmiştir. Sağlam kaynaklardan gelmiş hadislerine itibar etmeyip yalnız Kur’an’a dayandığı iddiasıyla Peygamber’i sadece bir aracı kabul etmek, kâfirliğin ve dinsizliğin bir köprüsüdür. Çünkü hayat dini olan İslâm, Allah’ın bildirmesi ve Resûlü’nün açıklama ve uygulamasıyla meydana gelmiştir. Âyette beirtildiği üzere Allah’a itaat ve sevgi, Resûlü’ne, onun hadis ve sünnetine uymakla gerçekleşir.[27] Kim de onlara gönül rahatlığıyla teslim olmazsa iman etmiş sayılmaz.) [bk. 3/164; 4/65]
81. (Münâfıklar, gündüz senin huzurunda sözlerine itaatkâr gözüküp) “baş üstüne” derler. Senin huzurundan çıktıkları zaman, onlardan bir grup geceleyin senin söylediğinin tersine plan kurarlar. Allah da, onların gece ne tasarlayıp kurduklarını bir bir kaydediyor. Onun için sen onlardan yüz çevir (aldırma, işi Allah’a havale et), Allah’a güvenip dayan. Allah, vekil olarak (sana) yeter.
82. Onlar hâlâ Kur’an’ı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından (gönderilmiş) olsaydı, elbette içinde birçok çelişki bulurlardı.
83. Onlara (harpte mü’minler hakkında) güven veya korkuya dair bir haber geldiği zaman, (münâfıklar aslını öğrenmeden) onu yayıverir (ortalığı telaşa verir)ler. Eğer onu Peygamber’e ve aralarındaki yetkili kimselere götürselerdi, elbette, onlardan hüküm çıkarmada (işin iç yüzünü, aslını anlamada) maharetli olanlar onu bilirdi. Eğer size (Resûlü’nü göndermek, Kitabı’nı indirmekle) Allah’ın lütfu ve rahmeti olmasaydı, (kâmil akıllarıyla temiz kalan) pek azınız hariç, muhakkak şeytana uyardınız.[28]
84. (Ey Muhammed!) Allah yolunda savaş. (Başkası dönerse dönsün,) sen kendinden başkasından sorumlu değilsin. Mü’minleri de (savaşa) teşvik et. Bir de bakarsın ki Allah, küfredenlerin/İslâm karşıtlarının gücünü kırar/şerrini önler. Allah’ın gücü daha şiddetli, azapla terbiyesi de pek çetindir.
85. Her kim güzel bir işe aracılık ederse, ondan kendisine bir pay (sevap) vardır. Kim de kötü bir (işe) aracılık ederse, (yine) ondan kendisine bir pay (vebal) vardır. Allah her şeyin karşılığını vermeye kâdirdir.
86. (Bir mü’min tarafından İslâmî) bir selam ile selamlandığınız zaman siz de ondan daha güzeliyle selama karşılık verin veya en azından verilen selamın aynısı ile mukâbele edin. Allah her şeyin hesabını yapandır.
(Bir müslümanın selam vermesi, karşı tarafa sevgi ve barış mesajı vermiş olduğundan, buna karşı da ‘ve aleyküm selam’ veya ziyade ifade ile ‘ve aleyküm selam ve rahmetullah ve berakâtüh’ diye karşılık verilmelidir. Ehl-i Kitab’a karşı yalnız “aleyküm” denilir.)
87. Allah, O gerçek İlâh’tır ki kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur; gelmesinde şüphe olmayan kıyamet gününde sizi mutlaka toplayacaktır. Allah’tan daha doğru sözlü kim vardır?
88. Size ne oluyor da, münâfıklar hakkında (ve onların küfre saptıkları noktasında ittifak etmeyip) iki grup oluyorsunuz? Halbuki Allah, kazandıkları (günahları)ndan dolayı onları tersine (küfre) çevirmiştir. Allah’ın (niyet ve amelleri yüzünden) sapıklıkta bıraktığını siz mi doğru yola getirmek istiyorsunuz? Allah kimi sapıklıkta bırakırsa, artık onun için bir yol bulamazsın.[29]
89-90. Onlar, kendileri küfre saptıkları gibi, sizin de küfre sapıp (kâfirlikte ve İslâm’a karşı olma yolunda kendileri ile) aynı olmanızı ne çok isterler.[30] O halde onlar, Allah yolunda (O’na teslim olup sizinle) hicret[31] etmedikçe, onlardan dostlar edinmeyin. Eğer (tevhid ve hicretten) yüz çevirirlerse, o (size düşmanlık yapa)nları bulduğunuz yerde yakalayıp öldürün. Onlardan ne bir dost ne de bir yardımcı edinin. Ancak sizinle aralarında bir antlaşma bulunan bir kavme sığınanlar veya (kendi kavimleriyle beraber olup) sizinle savaşmak ya da (sizinle beraber olup) kendi kavimleriyle savaşmak (istemediklerin)den göğüsleri daralarak size gelenler hariçtir (onlara dokunulmaz). Eğer Allah dileseydi, onları sizin başınıza musallat ederdi de sizinle savaşırlardı. Artık, sizden uzak durup savaşmaz ve size barış teklif ederlerse, o takdirde Allah, onlara saldırmanız için size hiçbir yol vermemiştir.
91. Bir de hem sizden, hem de kendi kavimlerinden emin olmak isteyen diğer (münafık) kimseleri de bulacaksınız ki bunlar, ne zaman (kendi grupları tarafından) fitne çıkarmaya çağırılsalar, ‘canla başla atılırlar.’ Bu kimseler şâyet, sizden uzak durmazlar, barış teklif etmezler ve (her fırsatta size saldırmaktan) ellerini çekmezlerse, artık onları nerede bulursanız yakalayın ve öldürün. İşte onlar hakkında size apaçık bir yetki verdik.
92. Bir mü’min(in) diğer bir mü’mini, bir yanlışlık dışında, öldür(mesi düşünül)emez. Kim bir mü’mini yanlışlıkla öldürürse, mü’min bir köle azat etmesi ve (ölenin) ailesine (mirasçılarına) onlar bağışlamadıkça teslim edilecek bir diyet vermesi lazımdır. (Ölenin) yakınları sadaka olarak bağışlarlarsa o hariçtir (diyet gerekmez). Eğer (öldürülen) mü’min olduğu halde, size düşman bir kavimden ise, (öldürenin yalnız) mü’min bir köle azat etmesi gerekir.[32] Şâyet (öldürülen kimse) kendileriyle aranızda anlaşma bulunan bir kavimden ise, yine mirasçılarına teslim edilecek bir diyet vermek ve bir mü’min köle azat etmek gerekir. Kim de bunları bulamazsa, Allah’ın tevbesi(ni kabul etmesi) için birbiri ardınca iki ay oruç tutması gerekir. Allah her şeyi hakkıyla bilendir, gerçek hüküm ve hikmet sahibidir.
(İbni Abbas’dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sas.) bir kavme bir seriyye göndermişti. İçlerinde Mikdad b. Esved (ra.) de vardı. O kavme vardıkları zaman oradaki insanlar kaçmış, yalnız yanında çok mal bulunan bir kişi kalmıştı (ki imanını kavminden gizliyordu). İslâm süvârileri onun yanına gelince o, şehadet ve tekbir getirmeye başladı. Fakat Mikdad (ra.) buna inanmadı, üzerine yürüyüp onu öldürdü ve mallarını aldı. Bunu doğru bulmayan arkadaşları haberi Resûlullah’a ilettiler. O da çok üzüldü ve Mikdad’ı (ra.) çağırttı. Ona, “Şehadet getiren adamı mı öldürdün, yarın kelime-i şehadetle senin durumun nasıl olacak?” buyurdu. O da, “Korktuğundan söylemişti.” dedi. Diğer bir rivayette Resûlullah (sas.), “Sen onun kalbini yarıp baktın mı?” buyurdu. Bunun üzerine bu âyet indi ve düşman kavme diyet verilmediği için yalnız bir köle azat etmesi istendi. Bilinen bir müslümanın yanlışlıkla öldürülmesi durumunda maktûlün müslüman ailesine yüz deve veya bedeli diyet ödenir, yoksa devletin ödemesi istenir. Köle azat edilir. Hiçbirine gücü yetmezse kâtil 60 gün peşpeşe oruç tutar. Devlet, suçluyu affedemez.)
93. Kim de bir mü’mini kasten öldürürse, onun cezası, içinde ebedî kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lanetlemiştir. Ona büyük bir azap hazırlamıştır.
(Kasten bir mü’mini öldürmenin dünyadaki cezası kısas yani idamdır. İslâm’a göre affetme veya hafifletme ve başka cezaya çevirme yetkisi veya diyet alma hakkı yalnız maktûlün ailesine aittir; bu cezayı başka hiç bir kimse veya kurumun affetme yetkisi yoktur. Bir kâtili evine kapatıp saklayan da suçlu olur.) [bk. 2/178-179; 5/45]
94. Ey iman edenler! Allah yolunda (sefere) çıktığınız zaman (mü’mini kâfirden ayırt etmek için) her şeyi iyice araştırın. Size selam veren (müslüman olduğunu söyleyen) kimseye, dünya hayatının geçici menfaatini arayarak hemen: “Sen mü’min değilsin.” demeyin. Çünkü Allah katındaki ganimetler pek çoktur. (Unutmayın ki) önceden siz de böyle idiniz de Allah size (imanı) lütfetti. O halde iyice araştırın (sen mü’min değilsin diye peşin hüküm vermeyin). Şüphesiz ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdar olandır.
95. Mü’minlerden özürsüz olarak (izin alarak cihada çıkmayıp evlerinde) oturanlarla, malları ve canlarıyla Allah yolunda savaşanlar bir değildir. Allah mallarıyla ve canlarıyla savaşanları, derece bakımından oturan (savaştan geri kalan)lardan (kat kat) üstün kıldı. Bununla birlikte Allah, her birine de (sâlih kullar olmaları dolayısıyla) en güzel (şey olan cennet)i vaadetmiştir. Allah savaşanları, oturan (savaşmayan)lardan büyük bir mükâfat ile üstün kıldı.
96. (Onlara) kendi katından hem dereceler, hem de bağışlanma ve rahmet vardır. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.
97-98. (İslâm dışı bir yerde tavizler vererek ve hiç rahatsızlık duymadan, tâğûtlarla uyum sağlayarak yerlerinde kalmakla) kendilerine yazık edenlerin canlarını melekler alırken: “(Dinde) ne haldeydiniz?” derler. (Onlar da): “Biz o yerde (baskı altında, dinin emirlerini yapamayan) çaresizlerden (ezilenlerden)dik.” derler. (Melekler): “Allah’ın yeri geniş değil miydi, oradan hicret etseydiniz ya!” derler. İşte (dünya hayatının rahatını tercih ettiklerinden dolayı) bunların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü varılacak bir yerdir! Ancak hiçbir çareye gücü yetmeyen ve (hicret için) hiçbir yol bulamayan (gerçekten) kudretsiz ve zavallı olan erkek, kadın ve çocuklar hariçtir. [krş. 16/27-29]
99. İşte bunları Allah’ın affetmesi umulur. Allah çok affedici, çok bağışlayıcıdır.
100. Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde (gidilecek/barınacak) birçok yer ve (her türlü) genişlik bulur. Kim Allah ve Resûlü yolunda hicret ederek evinden çıkar da yolda ecel gelip kendisini yakalarsa, onun mükâfatı Allah’a aittir. Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.
(Milâdî 622 yılında Hz. Peygamber ve ashabı Medine’ye hicret etmişler, orada yeni bir toplum ve devlet oluşturmuşlardı. Bundan böyle, küfrün ve şirkin hâkim olduğu ve İslâm’ın gereğini yaşama ve mücadelenin imkânsız olduğu zalimler diyarından hicret etmek artık farz olmuştu. Rivayet edilir ki bundan önceki 95-99. âyetler nazil olunca, Resûlullah (sas.), bunları kendileriyle birlikte hicret etmeyen Mekke’deki müslümanlara göndermişti. Onlardan Damra b. Cündeb (ra.) 98. âyeti işitince, “Vallâhi ben istisnâ edilenlerden değilim. Hem zenginim ve hem de çarem var; bu gece Mekke’de yatmam.” dedi. İhtiyardı ve gözleri de pek görmüyordu. Oğullarını ve bir kısım eşyasını alarak yola çıktı. Fakat Ten’im denilen yerde vefat etti. İşte bu âyet onun hakkında nazil oldu. İşte hayatını ve yaşam tarzını Allah’ın rızasına ve hükümlerine bağlayanlara Rabbimizin lütfu ve mükâfatı budur.)[33] [bk. 29/56; 34/31; 39/10]
101. Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman (seferîlik şartları yerine gelmişse) inkâr edenlerin fenalık yapacaklarından korkarsanız (ve korkulu olmasanız da), namazı kısalt(arak dört rekatlı farzları iki kıl)manızda size bir günah yoktur. şüphesiz ki küfre sapanlar/inkârcılar, size apaçık bir düşmandır.[34] [bk. 2/239; 4/102]
102. (Ey Resûlüm!) Sen de (cephede) içlerinde olup onlara namaz kıldırdığın zaman, onlardan bir grup seninle beraber (namaza) dursun ve silahlarını (yanlarına) alsınlar (diğer grup düşmana karşı beklesinler). (Namazda olanlar) secde ed(ip bir rekat kıl)ınca hemen arkanızda ol(up sizi gözle)sinler. Bu defa namaz kılmayan diğer grup gelsin, (ikinci rekatı) seninle beraber onlar kılsınlar, silahlarını ve (gerekli) korunma tedbirlerini de alsınlar (sonra yine her grup sıra ile, kılmadıkları bir rekatı tamamlasın)[35]. İnkâr edenler isterler ki siz silahlarınızdan ve eşyanızdan gaflet edesiniz de üzerinize (ânî) bir baskın yapsınlar. Eğer yağmur sebebiyle sıkıntı çeker veya hasta olursanız, silahlarınızı bırakmanızda size bir günah yoktur. Yine de (gerekli) korunma tedbirlerinizi alın. Allah kâfirler için rezil ve perişan edici bir azap hazırlamıştır.
103. Artık namazı bitirdiğiniz zaman ayakta iken, otururken ve yanlarınız üzerinde (uzanmış) iken Allah’ı zikredin, emniyete kavuştuğunuz zaman da namazı dosdoğru (tam) kılın. Çünkü namaz, mü’minlere vakitleri belli bir farzdır. [krş. 3/191; 10/12, 22, 23. Ayrıca beş vakit namaz vakti için bk. 11/114; 17/78-79]
104. O (düşmanlarınız olan inkârcı) toplumu aramakta (ve takip etmekte) gevşek davranmayın. Siz (yaralarınızdan) acı duyuyorsanız, elbette sizin duyduğunuz acı gibi onlar da acı duymaktadır. Halbuki siz, Allah’tan onların ummadıkları (yardım ve cennet gibi) şeyler umuyorsunuz. Allah her şeyi hakkıyla bilici, (bütün emir ve yasaklarında) mutlak hüküm ve hikmet sahibidir.
105. (Ey Muhammed!) İnsanlar arasında, Allah’ın sana bildirdiği[36] şekilde hükmetmen için (bu) Kitab’ı sana gerçeğin, hakkın ta kendisi olarak biz indirdik. (Allah’ın dinine karşı batılı savunan) hainleri(n sözlerine inanıp onları) savunucu durumda olma![37]
106. Ve Allah’tan mağfiret dile. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.
107. (Günah işleyerek) kendilerine hainlik edenlerden yana uğraşma/bir çaba harcama! Çünkü Allah, hainlikte ısrar eden günahkârları sevmez.
(Bu böyle olduğu gibi, Allah’a ve Peygamber’e muhalefet edenler sevilmez, günahkâr ve nankörlere de itaat edilmez.) [bk. 59/22; 76/24]
108. (Onlar) insanlardan (korkup, utanıp kötü işlerini) gizlerler de, Allah’tan (utanıp) gizlemezler (eğer korksalardı vazgeçerlerdi). Halbuki O (Allah, kendisinin) razı olmadığı sözü, onlar gece kararlaştırırlarken kendileri ile beraberdir. Allah(’ın ilmi) onların yaptıkları/yapacakları her şeyi kuşatır.
109. İşte siz, (diyelim ki) dünya hayatında o (hainlik yapan dinden sapa)nları savundunuz. Ya kıyamet günü! Allah’a karşı onları kim savunacak veya kim onlara vekil olacak?
110. Kim bir kötülük yapar, yahut (günah işleyerek) kendisine yazık eder, sonra da Allah’tan bağışlanma dilerse, Allah’ı çok bağışlayıcı, çok merhametli bulur.[38]
111. Kim bir günah kazanırsa(!), ancak kendi aleyhine kazanır. Allah (her şeyi hakkıyla) bilici, mutlak hüküm ve hikmet sahibidir.
112. Kim bir hata veya günah işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, elbette o, bir iftira (suçunu) ve apaçık bir günahı yüklenmiş olur.[39]
113. (Ey Resûlüm!) Eğer sana Allah’ın lütfu ve esirgemesi olmasaydı, onlardan bir grup, seni (vereceğin hükümde) saptırmayı tasarlamışlardı. Onlar, kendi nefislerinden başkasını saptıramazlar ve sana da hiçbir şekilde zarar veremezler. Allah, sana Kitab’ı (Kur’an’ı) ve hikmeti[40] indirdi ve sana (bütün bu) bilmediklerini öğretti. Sana Allah’ın lütfu (ve yardımı) çok büyüktür.
(Medine yerlilerinden olan ve müslümanlığı kabul etmiş bulunan Tu‘me b. Übeyrik (ra.) hırsızlık yapmıştı. Hakkındaki şikayet bazı delillerle tespit edilmesine rağmen, her nasılsa, insanlardan utandığından, yapmadığına yemin etmişti. Kabilesi olan Zaferoğulları o gece aralarında Tu‘me’yi savunmayı kararlaştırdılar. Sonra Resûlullah’a gelerek onu beraat ettirmek için ısrar ettiler, güvenilir kimse olduğunu söylediler. Bunun üzerine, hiçbir şey kendisinden gizli kalmayan Rabbimiz, her türlü günah işleyenlere ve günahkârlara arka çıkanlara karşı yukarıdaki (105-113) âyetlerini indirdi.)[41]
114. Onların (haince kendi aralarındaki) fısıldaşmalarının çoğunda hayır yoktur. Ancak bir sadakayı veya bir iyiliği, ya da insanların arasını düzeltmeyi emreden(in gizli konuşması) hariç. Kim de bun(lar)ı Allah’ın rızasını isteyerek yaparsa (biz) ona çok büyük bir mükâfat vereceğiz.
115. Her kim de kendisine doğru yol (İslâm) belli olduktan sonra, Resûl’e karşı tavır koyar (emirlerini beğenmez) ve (Resûlü örnek alan) mü’minlerin yolundan başkasına uyarsa, onu döndüğü (ve seçtiği o sapık)[42] yolda bırakırız. Sonra kendisini cehenneme atarız. O ne kötü bir gidiş yeridir!
116. Şüphesiz ki Allah, (zâtında, sıfatlarında ve hükmünde) kendisine ortak koşulmasını (Allah’ın hükümlerinin aksine, hüküm koyarak ilâhlaşanları) bağışlamaz, bundan başka (günahları) da dilediği kimseler için bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa muhakkak ki o, (haktan) tam uzak bir sapıklığa düşmüştür. [krş. 4/48 ve açıklaması]
117. (Mekke müşrikleri Allah’ın varlığını itiraf etseler de) onu bırakıp ancak (Lât, Uzzâ ve Menât gibi) dişi (isimli tanrıça)lara tapıyorlar. (Aslında onlar,) o inatçı şeytandan başkasına tapmış olmuyorlar. [krş. 36/60]
118-119. (O şeytan) ki; Allah ona lanet etti (rahmetinden kovdu). O da şöyle dedi: “Elbette senin kullarından belirli bir pay (ve intikam) alacağım. Onları elbette saptıracağım, mutlaka boş umut (ve arzu)lara düşüreceğim. Onlara mutlaka emredeceğim (onlar da putlar için ayıracakları kurbanlık) hayvanların kulaklarını yaracaklar. (Yine) Allah’ın yarattığı (tabii şekil ve halleri)ni değiştirmelerini emredeceğim ve onlar da bunu yapacaklar.” (İyi bilin ki) kim de Allah’ı bırakıp şeytanı (ve benzerlerini) dost edinir (onun hoşlandığı şeyleri yapar)sa gerçekten o apaçık bir ziyana uğramıştır.
120. (Şeytan,) o (kendisine dost ola)nlara söz verir ve onları boş umutlara düşürür. Şeytanın onlara söz verdiği hususlar, bir aldatmacadan başka bir şey değildir.
121. İşte onların varacakları yer cehennemdir. Oradan kaçacak bir yer de bulamazlar.
122. İman edip de sâlih amel işleyenleri de içinde ebedî olarak kalacakları, alt tarafından ırmaklar akan cennetlere koyacağız. (İşte) Allah’ın vaadi (kesin bir) gerçektir, Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?
123. (Ey müslümanlar! Allah’ın vaadettiği sevaba ulaşmak) ne sizin boş umutlarınızla, ne de Ehl-i Kitab’ın boş umutlarıyladır (ancak iman ve sâlih amelledir). Kim bir kötülük yaparsa (tevbe edip bağışlanması hariç) onun (karşılığıy)la cezalanır da artık kendisine Allah’tan başka bir dost ve bir yardımcı bulamaz.[43] [bk. 4/110; 99/8]
124. Erkek ve kadından, mü’min olarak kim de sâlih ameller işlerse, işte onlar cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar.
125. İyilik ederek/işi güzel ve doğru yaparak kendini, Allah’a teslim eden ve İbrahim’in ‘Allah’ı birleyen dinine’ uyan kimseden, din bakımından daha güzel kim vardır? Allah, İbrahim’i dost edinmiştir.
126. Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’ındır (siz ancak O’nun verdiği kadarına sahipsiniz). Allah(’ın ilim ve kudreti) her şeyi (çepeçevre) kuşatır. [bk. 5/120; 2/246]
(Yeryüzünde ne varsa, Allah onu hepiniz için yaratmıştır.) [bk. 2/29]
127. Senden kadınlar hakkında fetvâ isterler. De ki: “Onlar hakkında size fetvâyı Allah veriyor. (Bu da) kendilerine yazılmış olan (mirastan hakların)ı vermeyip kendileriyle evlenmeyi arzuladığınız (yahut nikâhlanmaktan kaçındığınız) yetim kadınlar ile zayıf çocuklar ve (bir de) yetimlere karşı (haklarını koruma veya vermede) adaleti yerine getirmeniz hakkında olup, Kitab’da size okunanlardır.” Her ne hayır yaparsanız şüphesiz Allah onu hakkıyla bilicidir. [bk. 2/83, 177, 220; 4/2, 4, 6, 10]
128. Eğer bir kadın, kocasının geçimsizlik ve huysuzluğundan veya (kendisinin sevimsizliğinden dolayı) yüz çevirmesinden endişe ederse (bazı fedâkârlıklar yaparak) bir anlaşma ile kendi aralarını düzeltmelerinde ikisine de bir günah yoktur. Barış (hali, geçimsizlik ve ayrılıktan) daha iyidir. Zaten nefisler kıskançlığa (bencil ve cimri davranmaya) meyillidir. (Ey erkekler!) Eğer iyi geçinir (nefislerinize uyarak kadınlara eziyet etmekten) sakınırsanız, şüphesiz ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır (bunun karşılığını size hakkıyla verecektir).
(Evli eşler Allah’ın rızasını kazanarak huzurlu bir beraberlik için müsamahalı olmalı ve birbirine eziyetten kaçınmalıdırlar. Müslim’in rivayetinde Peygamberimiz (sas.), “Bir kimse hanımına buğzetmesin, çünkü hoşlanmadığı huyları varsa, ona karşılık memnun olacağı huyları da vardır.” buyurmuştur. Yine buyurmuştur ki: “Mü’minlerin imanca en mükemmeli ahlâkça en iyi olanıdır ve hayırlı olanınız da kadınlara hayırlı olandır.” Ayrıca kadına iffetsizlik hali ve kocasına cüretkâr tavırları dışında eziyet edilmeyeceği de bildirilmiştir. Erkeğin iffetsizlik ve çekilmez eziyetlerine karşı da kadının kocasını uyarma, hâkime ve hakemlere başvurarak boşama/boşanma hakkı vardır.) [bk. 2/229; 4/34; 60/10]
129. (Ey Kocalar!) Ne kadar arzu etseniz (ve uğraşsanız, birden fazla eş aldığınızda), kadınlar(ınız) arasında (sevgi bakımından tam) adalet sağlayamazsınız. (Eğer birden fazla hanım alma gereği ve zorunluluğu varsa) o halde (birine) tamamen yönelip diğerini muallakta (hor görerek kocasızmış) gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir ve (gücünüz dâhilinde haksızlıktan) sakınırsanız, şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.[44] [bk. 4/3]
130. Eğer (karı koca artık çaresiz kalarak boşanıp) ayrılırlarsa, Allah lütfu keremi ile her birini (diğerine) muhtaç olmaktan kurtarır. Allah’ın lütfu geniştir. (O) tam hüküm ve hikmet sahibidir.
131. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi ancak Allah’ındır Andolsun ki biz, sizden önce kitap verilenlere de, size de: “Allah’tan korkun (O’nun emrine uygun yaşayın/aykırı davranmaktan sakının).” diye emrettik. Eğer küfre saparsanız (O’na zarar veremezsiniz), şüphesiz ki göklerde ve yerde ne varsa hepsi ancak Allah’ındır. Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, bütün övgülere lâyık olan O’dur.
132. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi sadece Allah’ındır. (Güvenilecek) vekil olarak Allah yeter.
133. Ey insanlar! (Allah) dilerse, sizi giderir (yok eder ve yerinize) başkalarını getirir. Allah buna (hakkıyla) kâdirdir.
134. Kim (yalnız) dünya mükâfatını isterse, (bilsin ki) dünya ve âhiret mükâfatı Allah katındadır. Allah (her şeyi) hakkıyla işiten ve görendir.
(Gerekli aklî olgunluğa erişmiş olanlar, her iki mükâfatı da elde etmeye çalışırlar.)
135. Ey iman edenler! Kendinizin, ana babanızın veya akrabalarınızın aleyhine olsa bile, adaleti titizlikle ayakta tutan ve sırf Allah için şahitlik eden kimseler olun;[45] (haklarında şahitlik ettikleriniz) ister zengin, ister fakir olsunlar. Çünkü Allah, her ikisine de (sizden) daha yakındır. Haktan ayrılarak heva ve hevesinize uymayın. Eğer (şahitlikte), dilinizi eğip büker (yalancı şahitlik eder)seniz veya (şahitlikten) kaçınırsanız, (bilin ki bu, kul hakkını ihlaldir, zulümdür.) Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.
136. Ey iman edenler! Allah’a, Resûlü’ne, indirdiği Kitab (Kur’an)’a ve daha önce indirdiği kitap(ların asılların)a (gereği gibi sebatla) iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, resûllerini ve âhiret gününü (birini bile) inkâr ederse muhakkak ki o, derin bir sapıklığa düşmüş (imandan çıkmış) olur.
137. Doğrusu iman edip de sonra küfre sapanlar, sonra (yine) iman edip de sonra (tekrar) küfre sapanlar, sonra da küfürde ileri gidenler/küfür hallerini devam ettirenler var ya, Allah, onları ne bağışlar ne de (doğru) yola eriştirir.
138. (Resûlüm!) Münâfıklara, kendileri için elem verici bir azap olduğunu müjdele!
139. Onlar, inananları bırakıp da küfre sapanları/inkârcıları velî (dost ve idareci)ler edinirler. (Yoksa) izzeti (şerefi/onur ve yüceliği) onların yanında mı arıyorlar? Şüphesiz ki bütün izzet (yücelikler) Allah’a aittir.
(Şeref ve yücelik ancak, Allah’ın katında aranır ve O’na teslimiyetle elde edilir. Allah da o şeref ve yüceliği Resûlü’ne ve mü’minlere lâyık görmüştür; müşriklere, kâfirlere, münâfıklara yani İslâm’a ve müslümanlara karşı içinde sıkıntı duyan ve düşmanlık besleyenlere değil. Fakat münâfıklar buna kulak vermezler, karşılığı zillet ve azap olsa bile.) [bk. 4/115; 5/56; 9/28; 58/20; 63/8]
140. (Allah) size, Kitab(ı’n)da: “Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar (bu sözü bırakıp) başka bir söze dalıncaya kadar (bu sırada onlara karşı gelemezseniz, bari)[46] onlarla beraber oturmayın (böylece tepkinizi gösteriniz). Çünkü o zaman siz de onlara benzemiş olursunuz.” diye (bu âyeti) indirdi. Hiç şüphesiz Allah, münâfıkların ve inkârcıların hepsini cehennemde toplayacaktır.[47]
141. Onlar (münâfıklar), hep sizi(n başınıza bir felaket gelmesini) gözetirler. Eğer size Allah’tan bir zafer (ve ganimet nasip) olursa: “Biz de sizinle beraber değil miydik? (Bize de pay verin.)” derler. Eğer (savaşta) kâfirlere (zaferden) bir pay olursa (bu sefer onlara): “Biz size (yardım ederek) üstünlük sağlayıp sizi mü’minlerden korumadık mı? (Bize de pay verin.)” derler. Artık Allah, kıyamet gününde (onlarla sizin) aranızda hükmedecektir. Allah, kâfirlere, mü’minlerin aleyhine asla bir yol (delil) vermeyecektir.
142. Münâfıklar (kalplerinde küfrü ve düşmanlığı gizleyip dilleriyle iman ettiklerini söyleyerek güya) Allah’a hile yapmak isterler. Halbuki O, onların hilelerini başlarına geçir(ip cezalarını ver)endir. Onlar, namaza kalktıkları vakit üşene üşene kalkarlar (özen göstermezler), insanlara gösteriş yaparlar. Allah’ı da ancak pek az zikrederler (hatırlarlar).
143. Onlar (münâfıklar), mü’minlerle kâfirler arasında kararsızdırlar. Ne bunlara ne de onlara (dahil olur/bağlanırlar). Allah kimi sapıklık üzere bırakmışsa artık sen ona bir (çıkar) yol bulamazsın.
Münâfıklar, kalben tasdik etmezler ki mü’min olsunlar. Küfürlerini açığa vurmazlar ki kâfir bilinmesinler. Onlar namaz bile kılsalar, dünyalık çıkarları içindir.)
144. Ey (hakiki) iman sahipleri! Mü’minleri bırakıp da küfre sapanları/inkârcıları/İslâm karşıtlarını velî (sırdaş ve başlarınıza idareci) edinmeyin. (Bunu yaparak) Allah yanında aleyhinize olacak (onlardan olduğunuzu gösterecek) açık bir delil mi vermek istiyorsunuz? [bk. 3/28; 5/51; 58/22]
(Kâfirlerin, müşriklerin/yahudi ve hıristiyanların, gerçek müslümanlara dost olmayacağı, müslümanların da onları dost/velî edinmemeleri gerektiği Kur’an’da sık sık zikredilmektedir. Ancak müslümanlar, zaruret hallerinde onları yönetimlerine karıştırmadan, onlarla ticaret gibi bazı konularda antlaşmalar yapabilirler. Ama münâfıkların da kâfirlerden daha tehlikeli olduğunu bilmek lazımdır.)
145. Şüphesiz münâfıklar, ateşin en aşağı tabakasındadır. Onlar için hiçbir yardımcı bulamazsın.[48]
146. Ancak tevbe edenler, hallerini düzeltenler, Allah’a (dinine) sımsıkı sarılanlar ve dinlerinde Allah için halis (ve samimi) olanlar hariçtir. İşte bunlar mü’minlerle beraberdirler. Mü’minlere de Allah çok büyük mükâfat verecektir.
147. Siz şükreder ve iman ederseniz Allah sizi ne diye azaba uğratsın! Allah şükredenlerin mükâfatını veren, her şeyi hakkıyla bilendir.[49]
148. Allah, (insanı incitecek) kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez. Ancak zulmedilenler hariç. Allah her şeyi işiten ve bilendir.
(Zulmedilenler feryat, beddua veya şikayet edebilirler.)
149. Bir hayrı açıklar veya gizlerseniz ya da bir kötülüğü affederseniz, bilin ki Allah da çok affedicidir, her şeye gücü yetendir.
150-151. Allah’ı ve peygamberlerini inkâr edenler, (Allah’a inanıp peygambere inanmamakla) Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak isterler ve: “Biz (peygamberlerin) bazısına inanır, bazısını da inkâr ederiz.” diyerek bu ikisi (imanla küfür) arasında bir yol tutmak isterler. İşte bu kimseler gerçekten kâfirdir. Ve biz kâfirlere rezil ve perişan edici bir azap hazırladık.
152. Allah’a ve peygamberlerine iman edip onlardan birini diğerinden ayırmayanlara gelince, onlara da, (Allah) mükâfatlarını verecektir. Allah (tevbe edip dönenleri) çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.[50]
153. (Resûlüm!) Ehl-i Kitab(’dan yahudiler) senden kendilerine gökten bir kitap indirmeni isterler (çok görme). Nitekim onlar, Musa’dan, bundan daha büyüğünü istemişlerdi de: “Allah’ı açıkça bize göster.” demişlerdi. Bunun üzerine haksızlıklarından dolayı onları yıldırım çarptı. Daha sonra kendilerine açık deliller gelmişken, buzağı(yı kafalarına uygun geldiği için ilâh) edindiler.[51] (Fakat tevbe ettikleri için) bunu da affettik. Musa’ya da açık bir hakimiyet verdik.
154. (İmanda) verdikleri sağlam söz sebebiyle (o sözde durmaları için) Tûr’u (şahitlik ve bir tehdit için) tepelerine kaldırdık ve onlara: “O (şehrin) kapı(sın)dan baş eğerek (hürmet içinde) girin.” dedik. Ve yine onlara: “Cumartesi günü (balık avlayarak hürmetsizlik edip) haddi aşmayın.” demiş ve kendilerinden ağır bir teminat almıştık. [bk. 2/93; 7/171]
155. (Fakat) verdikleri sağlam sözü (ahitlerini) bozmaları, Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve: “Kalplerimiz perdelidir (bize yapılan davet boşunadır.)” demeleri sebebiyle (onları lanetledik ve başlarına belalar verdik). Hayır! (Kalpleri perdeli değil.) küfürleri sebebiyle Allah, onların (kalpleri) üzerine mühür vurmuştur. Artık (yahudiler,) pek azı hariç, iman etmezler. [bk. 5/13]
156-157. Onların (İsa’yı) inkâr etmeleri, Meryem’e (“zina etti” diye) büyük iftirada bulunmaları ve: “Allah’ın Resûlü Mesih; Meryemoğlu İsa’yı biz öldürdük.” demeleri sebebiyle (onları lanetleyip cezalandırdık). Halbuki onlar, onu ne öldürdüler ne de astılar. Fakat onlara (o sırada asıp öldürdükleri adam, tıpkı İsa’ya) benzer gösterildi. Onun hakkında anlaşmazlığa düşen (yahudi ve hıristiyan)lar bu hususta tam bir şüphe içindedirler. Tahmine uymaktan başka, onunla ilgili hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve onu kesinlikle öldürmediler. (Zaten kesin öldürdüklerini de bilmiyorlar.)
158. Bunun aksine Allah onu (İsa’yı) kendisine yükseltti (ve korudu). Allah mutlak galip, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.
(3/55 ile 5/117. âyetler ve açıklamalarında geçtiği üzere ‘müteveffîke’ kelimesini çoğu müfessirler, ‘kâbiduke’ (o anda seni çekip alacağım) anlamında almışlardır. Ölüm anlamında ise mecâzen kullanılmıştır. Çünkü aynı kelime, 6/60. âyette uyutma anlamında kullanılmıştır. Ölümün tam karşılığı ise ‘mevt’tir (39/42). Yukarıdaki âyetlerde geçtiği üzere Hz. İsa, Allah tarafından öldürülmüş olsaydı, o andaki “ref” (kaldırma) kelimesinin bir anlamı olmazdı. Bu kelime bazılarının dediği gibi “mânevî yükselme” anlamına gelmez. Yukarı kaldırma işi nasıl olursa olsun meydana gelmiştir. Mühim olan şudur ki yahudiler O’nu ne öldürdüler ne de astılar.)
159. Ehl-i Kitab’dan olup da ölümünden önce (ölüm anında) O’na iman etmeyecek kimse yoktur.[52] O da kıyamet gününde onların aleyhine şahit olacaktır.
160-161. Yahudilerin (bir kısmının) zulümleri ve birçok kimseyi Allah yolundan alıkoymaları, (Tevrat’ta) men edildikleri halde faiz almaları ve haksız yere halkın mallarını yemeleri yüzünden, biz (vaktiyle) kendilerine helal kılınmış olan birçok iyi ve güzel şeyleri onlara haram kıldık. İçlerinden küfre sapanlara da çok acıklı bir azap hazırladık. [bk. 6/146]
162. Fakat o (Ehl-i Kitab olan) kimselerden ilimde ileri gitmiş olanlar ve mü’minler, sana indirilen (Kur’an’)a da, senden önce indirilen (kitaplar)a da iman ederler. (Onlar) namazı dosdoğru kılanlar, zekâtı verenler, Allah’a ve âhiret gününe inananlardır. İşte onlara büyük bir mükâfat vereceğiz. [krş. 2/121]
163. Biz Nuh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi, (Resûlüm!) şüphesiz sana da vahyettik. Nitekim İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, torunlar(ın)a, İsa’ya, Eyyüb’e, Yunus’a, Harun ve Süleyman’a da vahyetmiş,[53] Davud’a da Zebur’u vermiştik.
164. Bundan önce sana (haberini) anlattığımız bir kısım peygamberler ve sana anlatmadığımız daha nice peygamberleri de (gönderdik).[54] Ve Allah Musa’ya (hâtiften ilâhî kelâmla) hitap edip konuştu (emirlerini bildirdi). [bk. 7/144; 40/78. krş. 4/126]
165. (Biz) Resûlleri, (rahmetle) müjdeleyici ve (azaba karşı) uyarıcı olarak (gönderdik) ki (bu) resûllerden sonra insanların (âhirette) Allah’a karşı (bizi imana çağıran olmadı diye) hiçbir delil (ve bahane)leri kalmasın. Allah mutlak galip, mutlak hüküm ve hikmet sahibidir.
166. Fakat Allah, sana gönderdiği (Kur’an) ile şehadet eder ki onu kendi (ezelî) ilmi ile indirmiştir. Melekler de şahitlik eder. Zaten şahit olarak Allah kâfîdir.
167. Doğrusu (sana gelen âyetleri tanımayıp) küfre sapanlar ve Allah yolundan (insanları) men edenler, elbette derin bir sapıklıkla sapmışlardır.
(İnsanları Allah yolundan men edenlere gelince; onlar, ancak maddeye tapan ve Allah’a ortak koşan kişilerdir. Onlar, Allah’ı gizli veya açıktan inkâr ettikleri ya da imanlarında samimi olmadıkları için, insanları O’nun yolundan çevirir ve O’nun emirlerini uygulamalarına çeşitli şekillerde engel olurlar. Buna karşılık yaptıkları işler elbette Allah yanında boşa gitmiş olacaktır.) [bk. 47/1, 32, 34]
168. Şüphesiz, inkâr eden/küfre sapan ve zulmedenleri, Allah ne bağışlayacak, ne de başka bir yola iletecektir.
169. Ancak içinde ebedî kalacakları cehennem yoluna (iletecektir). Bu da Allah’a (göre) çok kolaydır.
170. Ey insanlar! Resûl size Rabbinizden gerçeği (Kur’an’ı) getirdi. Kendi faydanıza olarak (ona) iman edin. Eğer küfre saparsanız (bilin ki) göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’ındır (O’nun sizin inanmanıza ihtiyacı yoktur). Allah her şeyi bilendir, mutlak hüküm ve hikmet sahibidir.
171. Ey Ehl-i Kitab! Dininizde taşkınlık etmeyin. Allah hakkında gerçek olandan başkasını söylemeyin. Meryemoğlu İsa Mesih ancak, Allah’ın Resûlü ve Meryem’e ulaştırdığı “ol” kelimesi(nin eseri) ve (Cebrail ile) O’nun tarafından gönderilmiş bir ruhtur. Allah’a ve resûllerine inanın, “(Allah) üçtür.” demeyin, kendi faydanıza olarak buna son verin. Allah bir tek ilâhtır. O, çocuğu olmaktan tamamen uzaktır (münezzehtir), O’nun şânı yücedir. Göklerde ve yerde olanların hepsi O’nundur. Vekil olarak Allah kâfîdir.[55]
172. Mesih (İsa) da, (Allah’a) en yakın melekler de, Allah’a kulluk yapmaktan asla çekinmez(ler). Kim O’na kulluktan kaçınır ve büyüklük taslarsa (bilsin ki Allah, âhirette) onların hepsini huzurunda toplayacak (hesaba çekecek)tir.
173. İman edip sâlih ameller işleyenlere gelince; (Allah) onlara mükâfatlarını eksiksiz verecek ve kendi lütfundan (daha da) artıracaktır. (Kendisine kulluktan) çekinenlere ve büyüklük taslayanlara ise acıklı bir azap ile azap edecektir. Onlar, kendilerine Allah’tan başka bir dost ve bir yardımcı bulamayacaklardır.
174. Ey insanlar! Muhakkak ki size Rabbinizden bir delil (olarak mucizelerle Muhammed) geldi ve size apaçık bir nur (olarak Kur’an’ı) indirdik.
175. İşte Allah’a inanan ve O’(nun Kur’an’daki buyrukları)na tam sarılanları; (Allah) kendi katından bir rahmet ve lütuf içine (cennete) koyacak ve onları, (sonu) kendisine ulaşan doğru bir yol (İslâm’)a iletecektir.
176. (Ey Resûl!) Senden (mirasta) fetvâ isterler. De ki: “Allah ‘kelâle’ (babası ve çocuğu olmayıp kardeşlerini mirasçı bırakan) hakkında (şöyle) fetvâ veriyor: Eğer çocuğu (ve babası) olmayıp da bir kız kardeşi olan bir erkek ölürse, bıraktığının yarısı onundur.[56] Eğer mirasçı erkek kardeş ise, çocuksuz (ve babasız ölen) kız kardeşine (tamamen) vâris olur. Eğer (kelâle olarak ölenin) iki (veya daha fazla) kız kardeşi varsa, bıraktığının üçte ikisi onlarındır.[57] Eğer (bu kalanlar) erkek ve kız kardeşler (olarak karışık) iseler, o zaman bir erkeğe iki kadının payı kadar (pay) verilir. Şaşırıp sapmayasınız diye Allah size (hükmünü) açıklıyor. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” [krş. 4/11]
[1] Zebîdî, XI, 1690.
[2] Mehir, örfe uygun olarak erkeğin gücü nisbetinde kadına verilmesi gereken nikâh bedelidir. Mehrin verilmesi Kitab, sünnet ve icmâ ile sabittir.
[3] Buradaki tavsiyeler emir hükmünde olduğu için bu anlamı verdik.
[4] bk. 4/176.
[5] Ölenin eşi mirasçı kalmışsa onun hissesi dörtte birdir. Kalan babasınındır (Asabe).
[6] Beydâvî; Elmalılı, II, 1310. Şâz bir kıraatte annenin “mü’min” olma ilavesi vardır. [krş. 4/176]
[7] Görüldüğü gibi bu âyetlerde yüce Allah, mirasın taksimi ile ilgili hükümleri tekrar tekrar teyit etmekte ve bunları uygulamanın Allah’a, Peygamber’e ve âhirete inanmanın bir gereği olduğunu bildirmektedir.
[8] Bu, İslâm’ın başlangıcındaki cezadır. Sonraki ceza için bk. 24/2-9. Müfessirlerin çoğu “kadınlara gösterilecek olan yol” hakkında Nur sûresi ikinci âyeti esas almaktadır. Buradaki konu, kadınlar arası sevicilik/lezbiyenlik değildir. Eğer böyle olsaydı “yol gösterinceye kadar” ifadesi olmazdı.
[9] Mücahid ve diğerlerine göre: Birinci âyette, evli olan ve olmayan kadınlar, ikincisinde evli olan ve olmayan erkekler olarak ifade edilmiştir. Bu da İslâm’ın başlangıcındaki örfe göre ceza şeklidir. Bazı müfessirler, ikinci âyet için erkeğin erkekle münasebeti demişlerse de bu olamaz. Çünkü bu hususta iki erkeğin öldürülmesi hakkında hadis vardır. Cumhûrun görüşü birincisidir (Kurtubî, V, 47-52; Derveze, VI, 92). Bu hususta son olarak 24/2. âyet inmiştir.
[10] Ya o zevceler derecesinin artmasına vesile olur ya onlardan sâlih evlatlar doğar ya da herhangi bir vesile ile aralarında yeni bir muhabbet başlar.
[11] “Efdâ” fiili, cimâ olsun veya olmasın başbaşa kalmak, halvet olmak demektir ve cimâ sayılır. Halvetsiz veya birleşmeksizin boşama olursa, kadın mehrin yarısını alır.
[12] Süt kardeşliğinden dolayı meydana gelen yakınlık şöyledir: Süt emme çağındaki bir çocuğu, süt midesinde biraz olacak şekilde emziren bir kadın onun annesi durumundadır. Onun bütün çocukları da ondan emenin kardeşleridir. Hala, teyze ve dayı aynen öyledir, ayırım yoktur. Nesepten dolayı haram olanlar sütten dolayı da haram olur (Merginânî, I, 191).
[13] Yani, anasıyla cinsî temas olmadan boşamışsanız o zaman kızını almanız caizdir.
[14] Cariye için krş. 2/221.
[15] Nikâhta kesinlik şart olup sadece Şiî ve Râfizîler tarafından uygulanan mut‘a nikâhı (para karşılığı geçici, kiralık ve şartlı nikâh) ile evlilik yapmak batıldır ve zinadır. Çünkü âyet ve hadislere dayanarak Ehl-i Sünnet mezhep imamları bu hususta icmâ etmişlerdir. Delilleri şunlardır: 1. Mü’minûn sûresinin 5 ve 6. âyetleri. Bu âyetlere göre mut‘a nikâhlı kadın, erkeğin ne karısı ve ne de cariyesidir. Ayrıca iddet beklemesi ve verâset durumu da yoktur. 2. İbni Abbas: “Bu nikâh, domuz eti, kan ve leş gibi haramdır.” buyurmuştur. Bu husustaki Hz. Ömer’in hutbesine de hiçbir itiraz olunmamıştır. Hz. Ali’den rivayet edilen hadis şöyledir: “Resûlullah (sas.) Hayber günü kadınların mut‘a nikâhı ile nikâhlanmasını ve ehlî merkep etinin yenmesini haram kılmıştır.” 3. Cessâs, “Peygamberimiz eğer mut‘ayı serbest bıraksaydı bu husus yaygın olur ve mütevâtir hadislerle nakledilir, haramlığında icmâ olmazdı.” demektedir. 4. İbnü’l-Cevzî, “Âyetteki faydalanmaktan maksat, kesin evlenmek yoluyladır, zaten bu nikâhın âyetle ilgisi yoktur. Bunu önce Peygamber (sas.) koymuş, üç gün sonra yine o kaldırmıştır.” demektedir (Sâbûnî, Ahkâm, I, 457-460). [Cariyeler için bk. 2/221 ve dipnotu] Müslim’in nikâh bahsinde (hadis no: 1406/19, 21, 28) Sebre b. Mâbedi’l-Cühenî’den (ra.), Peygamberimiz (sas.), “Ey insanlar ‘mut’a’ için ben size izin vermiştim fakat Allah (cc.) bunu kıyamete kadar yasakladı. Kimin bu nikâhla aldığı varsa hemen boşasın. (Verdiğiniz şeylerden de) hiç bir şey almayınız.” buyurmuştur.
[16] Elli değnek vurulur. [bk. 24/2]
17] Günah; yüce Allah’ın buyruklarına aykırı olan ve yapılmaması istenen söz ve eylemlerdir. Ehl-i Sünnet’e göre, günah işleyen insan, onu helal ve önemsiz saymadıkça ve Allah’tan af ümidini kesmedikçe imandan çıkmaz, kâfir olmaz (12/87). Çünkü yüce Allah, şirkten başka günahları, kabul zamanı içinde, kesin tevbe ile affedebilir (4/48, 8/38). Ancak “müslümanım” deyip de İslâm’ın hükümlerini kabullenmez veya onları geçersiz sayarsa yaptıkları (iyi işler) boşa gitmiştir (5/5) (Matürîdî, s. 334-338).
[18] Âyet-i kerîmede görüldüğü gibi erkek ve kadınlara, kazandıklarında ferdî mülkiyet hakkı ve kazançta eşitlik ilkesi getirilmiştir. Bu sebeple İslâm dini kadını, câhiliye devirlerinde olduğu gibi bir tutsak/bir köle gözüyle görme veya bir süs, zevk ve sömürü malzemesi olmaktan kurtarıp, ilk soyadını koruma, ipotek, hibe, vasiyet, her türlü sözleşme, iffetini koruma ve ‘haramdan sakınmak kaydı ile’ alışveriş hakkını, onların hak arama mücadelelerine gerek kalmadan, altıncı asırda vermiştir. [bk. Seyyid Kutub, II, 449-450]
[19] Peygamberimiz (sas.), “Ancak kâtile öldürdüğünün mirası yoktur.” buyurmuştur. Böylece servet sahiplerinin mirası için öldürülmesi önlenmiştir. Can ve namusunu kurtarma durumu hariçtir (Halebî, IV, 412).
[20] Buhârî ve Müslim’de geçtiği üzere bütün itaatlerde Allah’ın emrine uygun olma şartı aranır (Nâsıf, “İmâre”, hadis no: 20).
[21] Bu âyet, içkinin tamamen yasak edilmesinden önce, üçüncü merhalede inen âyetlerdendir (2/219; 5/90-91; 16/67). Bazı müfessirler; zihnin dünya meşguliyeti ile dolu olarak ve (sanki sarhoş gibi) ne okuduğunun farkında olmayarak huşûsuz namaz kılmayı da sarhoşluk haline benzetmişlerdir. [bk. 23/2]
[22] İbadet kastıyla elleri ve yüzü temiz toprakla, şartlarına uygun meshetmeye teyemmüm denilmiştir. Bu kelimede kast mânası olduğundan, teyemmümde niyet şarttır. Şekil ve tertibini Resûlullah (sas.) öğretmiştir.
[23] Cibt ve tâğût, mahiyet itibariyle bir olup Allah’ın emrine muhalif olunan/karşı gelinen işlerde kendisine itaat edilen herkestir (Sicistanî, s. 28). Diğer bir ifadeyle tâğût, Allah’ın yerine, kendine itaat ettirendir. [bk. 2/256]
[24] Semerkandî, I, 50 vd.
25] Bu âyet-i kerîmede önce, “Allah’a itaat ediniz, Resûlü’ne itaat ediniz.” denildiği halde, “ulü’l-emre de” denilmekte, “itaat” kelimesi üçüncü defa tekrar edilmemektedir. Çünkü Allah (cc.) ve Resûlü’ne itaat mutlaktır, kayıtsız şartsızdır. Ulü’l-emre itaat ise mutlak değildir. İslâm’a göre seçilmiş ulü’l-emr, meseleleri kendi arzularına göre değil, Allah ve Resûlü’nün emirleri doğrultusunda çözecektir. Ulü’l-emre itaat ise onun Allah ve Resûlü’ne itaati olduğu müddetçedir. Resûlullah (sas.), “Allah’ın emirlerine aykırı işlerde kimseye itaat yoktur.” buyurmuştur (İbni Kesîr (Çetiner), I, 58). Ulü’l-emr için “sizden olacaktır” kaydı vardır. Çünkü Allah’ın hükümlerini beğenmeyerek ve kabul etmeyerek kâfir olanlar, “sizden” ifadesi içine girmez. Buna göre ulü’l-emr, İslâm imanını taşıyacak ve Kur’an’a uygun yaşayacak kimse olmalıdır (7/24; 33/36; 42/10-21). Âyette insanlar arasında geçen anlaşmazlık konularının Allah’ın Kitabı ve Resûlü’nün sünneti ile halledilmesi emredilmektedir. İmam Şâfiî, er-Risâle’sinde, “Sadece Kitab’la yetinmek, sünneti terketmiş nasipsizlerin görüşüdür.” demektedir. Çünkü Sünnet’i kabul etmemek İslâm’ı yıkmaktır. Resûlullah (sas.), “Yalnız Kur’an’a sarılın, bize Allah’ın Kitabı yeter, biz onda gördüklerimize uyarız.” diyenlerin çıkacağını haber vermiş ve onlardan sakındırmıştır. Böyle diyenlerin dinden çıkacağı hakkında icmâ vardır. [bk. 3/164; 4/60, 64 ve dipnotları ile 14/44]
[26] Veya içinizdeki (buzağıya tapan müşrik)leri. [bk. 2/85; 4/29]
[27] Allah ve Resûlü’ne itaat konusunda ayrıca bk. 3/31, 164; 4/59, 64, 80, 115; 16/44; 24/63; 59/7 ve dipnotları.
[28] Bu âyette görülüyor ki müslümanlar, kendileri ve devletleri hakkında korku veya güven haberini hemen yaymamalı ve tek başlarına hareket etmemeli, yetkili ilim ehli mercilere bildirmelidirler. [Havvâ, III, 222, 223]
[29] Âyet-i kerîmedeki “men yudlilillâh” lafzının kelimesi kelimesine anlamı “kimi Allah saptırırsa” demek ise de, “kader” inancına da uygun olması için, “Allah kimi sapıklıkta bırakırsa” diye ifade ettik. Çünkü, Allahu Teâlâ kulunu saptırmaz, hatta sapmasına da rızası yoktur. Ancak kul kendi iradesiyle sapar; Allahu Teâlâ da o fiili yaratır ve onu sapıklıkta bırakır. Münâfıkların âhirete imanı olmadığı için menfaatlerini imana tercih ederek saparlar. [bk. 10/44; 41/46]
[30] Münâfıklar, yani içlerindeki küfrü saklayan gizli kâfirler, her fırsatta ellerindeki imkânları müslümanlar aleyhine kullananlardır. Şuurlu müslümanlar da bunu anlar ve tavırlarını ortaya koyarlar.
[31] Hicret, Allah’a teslim olup dininin yaşanmaz hâle geldiği beldeden müslümanca yaşanacak bir yere fiilen göç etmektir. Hicret etmenin diğer bir şekli ise küfürden, şirkten ve münâfıklıktan tevhide yönelmek ve ona sarılmaktır.
[32] Diyet ödemesi gerekmez. Çünkü kâfirler arasında bulunan mü’minin, vârisleri kâfir olacağından kendisine mirasçı olamazlar.
33] İbni Kesîr (Sâbûnî), I, 428.
[34] İki rekat kılmanın hem zâhir, hem mazbût (değişmeyen) illeti seferî olmaktır. Korku ve meşakkat ise şahsa, zamana ve yere göre değişir. Peygamber Efendimiz de seferde iki rekat kılmışlardır (İbni Hümâm, I, 392-393).
[35] İkinci rekatla imamın namazı tamam olmuştur. Öncekiler, ikinci defa gelirler ve kılamadıkları rekatı imamın arkasında imiş gibi bir şey okumadan kılarlar. Sonrakiler ya gelerek veya yerlerinde, kılmadıkları birinci rekatı imama yetişmemiş gibi okuyarak kılarlar. Her iki grup da aradaki beklemelerde namazı bozacak bir şey yapmazlar. Görüldüğü üzere namaz kılmamaya hiçbir mazeret yoktur. Müslüman bedenle kılamadığı şartlarda, îmâ ile de olsa, namaz kılmak zorundadır.
[36] Âyetteki “erâ” (gösterdi) lafzı, “alleme” (bildirdi) anlamında olup meal verirken bu anlam tercih edilmiştir.
[37] Allah’ın Kitabı zalimleri savunmaya mânîdir. Hz. Peygamber’in içtihad etmesinin caiz olduğunu söyleyenler, bu âyet-i kerîmeyi delil göstermişlerdir. Diğer bir husus da çağımızda, bu ve bundan sonraki âyet-i kerîmelerin kapsamına öncelikle giren konu birçok hallerde isyankâr ve hainleri savunmanın men edilmesidir. [Havvâ, III, 283, 286, Ebû Mansur Mâturîdî’den]
[38] Resûlullah (sas.) şöyle buyurmuştur: “Herhangi bir günah işledikten sonra abdest alır, sonra iki rekat namaz kılar, arkasından da bu günahı dolayısıyla tam bir tevbe ile Allah’tan mağfiret dilerse, bu günahı kendisine bağışlanmayacak hiç bir müslüman yoktur.” Müsned, Hz. Ali’den. [Havvâ, III, 288] Sağlıklı tevbe ise, güç ve imkân varken yapılan kesin tevbedir. (bk. 4/17-18; 66/8 ve dipnotu)
[39] Burada “hata” ile küçük günah, “günah” ile de büyük günah kastedilmiş olabilir. “Hata” ile kişinin kendisi ile Rabbi arasındaki günah, “günah” ile de zararı kullara dokunan ve onlara haksızlık olan günahlar kastedilmiş olabilir. [Havvâ, III, 285]
[40] “Hikmet” kelimesi için bk. 3/164 ve açıklaması.
[41] İbni Kesîr (Sâbûnî), I, 433, Tirmizî’den.
[42] Râzî, XI, 43. Fâsıkların, münâfıkların, müşrik ve gayrimüslimlerin yolu Kur’an dışıdır, sapıklıktır, zalimliktir. [bk. 7/16-17; 20/123-125; 38/76-83]
43] Rivayet edilir ki müslümanlardan bir grup, Ehl-i Kitab’dan da birer grup bir yerde otururlarken övünmeye başladılar. Her grup peygamber ve kitapları itibariyle kendilerinin üstün olduğunu ve cennete kendilerinin gireceklerini iddia etmişlerdi. Bunun üzerine bu âyet-i kerîmeler inmiştir. Cenneti hak etmenin yolunun kuruntu ve boş umut değil, tevhîdî bir iman ile amel-i sâlih ve ihsan olduğu belirtilmiştir. Dinî yaşantısı daha güzel olan kişi, hanîf olarak (tevhîdî esasta) Allah’a teslim olan ve İslâm’a uygun sâlih amel yapan, yaptığı amel ve iyilikleri Allah’ın rızasını kazanmak için yapandır; bunlara cennet vaadedilmiştir. Yapılan amel halis ve doğru olmalıdır. Halis olması için yalnız Allah için olması, doğru olması için de İslâm’a uygun olması lazımdır. Bu iki şarttan biri olmazsa amel fâsid/batıl olur. İhlası kaybeden, gösteriş ve münâfıklık yapmış olur. İslâm’a uymayan kimse de sapık ve cahil durumdadır (İbni Kesîr (Sâbûnî), I, 439-441). [bk. 46/16]
[44] Eşlere duyulan sevgi farklı olabilir, çünkü sevgi kalple ilgilidir. Fakat ilgi, zaman ayırma ve maddî imkânlarda adaletli davranılması şarttır. Hz. Peygamber, “Kimin iki hanımı olur da onlardan birine farklı davranırsa (kalpteki sevgi hariç) kıyamette o kimse, bir tarafı felçli olarak kalkar, haşredilir.” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, “Nikâh”, 38; Tirmizî, “Nikâh, 47; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 215, 347.)
[45] Yahut, “Sırf Allah için şahitler olarak, adaleti tam yerine getirenler olunuz.” (Beydâvî).
[46] Molla Hüsrev, “Cihad”, 68.
[47] Bu âyet-i kerîmenin konusu 6/68. âyetle aynı olup Mekke’de nazil olmuştur.
[48] Münâfıklar için bk. 2/8-20; 57/13-15 ve Münâfikûn sûresi. (63/1-11)
[49] Allah’ın verdiği sağlık ve her türlü nimetlerine karşı şükür, üzerimize bir vecîbe olduğu gibi vücûdumuzdaki uzuvların şükrünü yerine getirmemiz de bir vecîbedir. Sağlık ve nimetlerin şükrü, tam iman, ibadet, itaat, nefsin tezkiyesi ve infaktır. Uzuvların şükrü de, onlarla başkalarına zarar vermemek, onları haram ve günaha sebep olan yerlerde kullanmamaktır. Çünkü kalp, göz, kulak, dil, el, ayak, mide vb. bütün uzuvlardan Allah’a karşı sorumluyuz. Bunları Allah’ın rızasına uygun olarak kullanmazsak, sorumlu tutulur, cehennem azabını hak etmiş oluruz. Şükrün karşılığında bol nimet ve mükâfat, nankörlüğün karşılığında da azap vardır. [bk. 7/179; 17/36; 41/20-22; 36/65]
[50] Tevbesiz ölenlerin durumu yüce Allah’ın takdirine kalmıştır.
[51] Musa (as.) kavmi ile Mısır’dan dönüşte, İsrâiloğulları puta tapan bir kavim görüp imrendiler ve Hz. Musa’ya, “Evet, Allah’a inanıyoruz, ama bizim de gözümüzün gördüğü, huzuruna varacağımız bir putumuz olsun.” demişlerdi. [bk. 7/138, 148]
[52] Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu değil, kulu ve resûlü olduğuna, insanlar tarafından öldürülmediğine, Hz. Peygamber’e ve Kur’an’a ölüm anında gözlerinden perde kalkınca hepsi iman edecektir. Fakat bu sıradaki iman kabul edilmeyecektir. (Râzî, VIII, 409-410; Derveze, VI, 240) [bk. 6/158; 40/84-85]
53] Vahiy, Allah’ın kullarına, dilediğini söylemesi ve bildirmesi için seçtiği bir iletişim yoludur. Melek aracılığı ile olduğu gibi aracısız da olabilir.
[54] Peygamberlerin sayılarının 124.000 olduğu hakkında bazı rivayetler varsa da, doğrusu enbiyâ ve resûllerin sayısını kesin olarak ancak Allah bilir (Elmalılı, III, 1530).
[55] Âyetteki “Allah’ın kelimesi” ve ruh hakkında ayrıca bk. 3/45-47; 15/29; 17/85; 19/17-36. Hz. İsa, Allah’ın birliğini, kendisinin de O’nun kulu ve resûlü olduğunu söyleyerek tevhid inancını getirmesine rağmen hıristiyanlar M.S. 325 yılında İznik’te toplanmış, tevhidci grup ve temsilcisi İskenderiyeli papaz Arius’a rağmen, Ahd-i Atîk ve Ahd-i Cedîd’de yer almadığı halde oylamada parmak sayısı ve İmparator Konstantinos’un etkisiyle “teslis” denilen “üçlü bir ilâh” anlayışına geçmişlerdir. Onlara göre Allah, baba-oğul-ruhu’l-Kuds’ten ibarettir. Yani Allah bu üç unsurdan meydana gelmiştir. Hem bunların her biri bir ilâh, hem de üçü birden bir ilâhtır. Böylece onlar bir çelişki içinde şirke ve küfre düşmüşlerdir. [krş. 5/17, 72-73]
[56] Diğer bir asabe (miras bırakana doğrudan veya erkek vasıtasıyla bağlı bulunan mirasçı) varsa onundur. Yoksa yine kız kardeşindir. Oğul varsa kız kardeş alamaz. Kızı varsa, kız kardeş asabe olur, belirli bir farzı (sabit payı) yoktur. Ölenin babası varsa bütün kardeşler miras alamazlar. Anne, kardeşleri mirastan düşüremez, altıda bir alır. Anne bir, tek kardeşin hükmü 4/12. âyette geçtiği üzere, altıda birdir. Eğer bunlar birden fazla iseler, hepsi üçte bir hisseye ortak olur.
[57] Eğer oğul veya babası varsa mirasçı olamazlar. Eğer kızı bulunursa kalanını alır.
İslam dergisi Başmakaleleri
Prof. Dr. Mahmud Es'ad Coşan.
Müslümanların asıl kusuru. sy.390,391,392,393,394.
Kara Davud Şerhi.
Delail i Hayrat Şerhi.sy.822,823,824,825,826,827,828.
Resulullah S.A.V.buyurdu:
İlerde bilmediğiniz ve hoşlanmadığınız bir çok işler ve hadiseler olacaktır.Dediler ki:
- Ey Allah c.c. ın Resulü, bize o zaman neyi emredersin ? Şöyle buyurdu:
"Üzerinizdeki hakkı verirsiniz, sizin için olanı da Allah c.c. tan dilersiniz."
Şemail'ür-Resul.sy.453.
Şemail'ür-Resul.
İleride çıkacak fitneleri bildirmesi
sy.453,...507.
Bera-i malumat size gönderildi.
Risalet ün nur sy.277,278.
Emirdağ lahikası.
Nisa suresi 148. Ayet.
Allah c.c.kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez; ancak haksızlığa uğrayan başka, Allah c.c. her şeyi işitici ve bilicidir.
Ehl-i kitab'ın elindeki Tevrat'ta şöyle geçer:
"Şüphesiz Allah c.c. İbrahim a.s. e İsmail a.s. i müjdeledi.Onun neslini çoğaltacağını ve neslinden oniki büyük kişi kılacağını da müjdeledi."
Şemail'ür Resul sy.496.
Allah c.c. ismail a.s. e onun sulbünden oniki kayyım ihsan etmiştir: En üstünleri Ebu Bekr r.a. , Ebu Bekr r.a. ve Osman r.a. dır.
Şemail'ür Resul sy.496.
Şu iki mescide sahip olmayan halifelerden sayılmaz:
Mescid-i Haram, Mescid-i Makdis.
Semail'ür Resul sy.496.
Hazreti Hasan r.a.nın altı aylık hilafeti ile beraber Risale-i Nur'un Cevşenü'l Kebir'den ve Celceletüye'den aldığıbir kuvvet ve feyizle vazife-i hilafetin en ehemmiyetlisi olan neşr-i hakaik-ı imaniye noktasında Hazret-i Hasan r.a. kısacık müddetini uzun bir zamana çevirerek,tam bir beşinci halife nazrıyla bakabiliriz.
Hizmet Rehberi sy.57.
Risalet'ün Nur.
Bediüzzaman
Çünkü adalet-i hakikiye ile bu asırda insanları mes'ud edebilir bir istidadda bulunan, Risale-i Nur ve onun şahs-ı manevisi, Hazret-i Hasan r.a. ın bir muavini, bir mütemmimi, bir manevi veledi hükmündedir.
Emirdağ Lahikası 1.sy.102.
Hizmet Rehberi sy.57.
Risalet'ün Nur
Bediüzzaman Said Nursi.
Bediüzzaman Said Nursi
Risalet'ün Nur
Emirdağ Lahikası 1.sy. 139.
Lokman hekime bunca hastalık neden oluyor diye sormuşlar?
Cevap olarak yemeklerin kanalizasyona karışmasıdır demiş
Kıyamet alametleri
Lalegül tv.
Büyük günahlar şunlardır:
Allah c.c. a şirk, ana babaya asi gelmek, birinin malını almak için yemin..
Size büyük günahların en büyüğünü haber vereyim mi?..
Dediler.. Buyurdu:
Yalan şahitlik..
Yalan yere şahidliğin fenalığını, nice ocakları söndürdüğünü ve bu yüzden nicelerin mustarib olduğunu görüp işitenler bilirler.
Mutar'ül Ehadisin Nebeviyye.
Hadis-i şerifler vaaz örnekleri sy.360.
İp inceldiği yerden kopar.
Kaçan balık büyük olur.
Her şeyin yenisi, dostun eskisi.
Irmaktan geçerken, at değiştirilmez.
İki arslan bir posta sığmaz.
İki at bir kazığa bağlanmaz.
İyi dost kara günde belli olur.
Kanatsız kuş uçmaz
Dünya Atasözleri sy.528 ,529.
Misafirlik üç gündür.
Mum (çıra) dibine ışık vermez.
Ne doğrarsan aşına, o çıkar kaşığına.
Kadının fendi, erkeği yendi.
Kuşu kuşla avlarlar.
Körle yatan şaşı kalkar.
Dünya Atasözleri.sy.528, 529.
Peygamber s.a.v. Efendimizin Şemaili.
Mübarek başı büyük ve sakalı sıkçaydı...
Muhtar'ül Ehadisin Nebeviyye.sy.361.
Kaza geliyorum demez.
Kusursuz güzel olmaz.
Lafla peynir gemisi yürümez.
Mühür kimde ise, Süleyman olur.
Ne ekersen onu biçersin.
Dün Atasözleri.sy.529.
18- Allahın dostlarına dost, düşmanlarına düşman olmak,
19- Babaya ve anaya iyilik etmek,
20- Marûfu emir ve münkeri nehy etmek (dinin emirlerini yaymaya çalışmak),
21- Akrabayı ziyaret etmek,
22- Emanete hıyanet etmemek,
23- Daima Allahü teâlâdan korkup, ferahı (şımarıklığı ve azgınlığı) terk etmek,
24- Allaha ve Resûlüne itaat etmek,
25- Günahdan kaçıp, ibadetlerle meşgul olmak,
26- Müslüman amirlere itaat etmek,
27- Aleme, ibret nazarıyla bakmak,
28- Allahü teâlânın varlığını tefekkür etmek,
29- Dilini, haram fuhuş kelimelerden korumak,
30- Kalbini temiz tutmak,
31- Hiçbir kimseyi maskaralığa almamak,
32- Harama bakmamak,
33- Herzaman sözüne sadık olmak,
34- Kulağını fuhuş söz ve çalgıdan korumak,
35- İlim öğrenmek,
36- Tartı ve ölçü aletlerini, hak üzere kullanmak,
37- Allahın azabından emin olmayıp, daima korkmak,
38- Müslüman fakirlere zekat vermek ve yardım etmek,
39- Allah'ın rahmetinden ümit kesmemek,
40- Nefsinin isteklerine tabi olmamak,
41- Allah rızası için yemek yedirmek,
42- Kifayet miktarı (yetecek kadar) rızk kazanmak için çalısmak,
43- Malının zekatını, mahsülün uşrunu vermek,
44- Adetli ve lohusa olan ehline yakın olmamak,
45- Kalbini, günahlardan temizlemek,
46- Kibirli olmaktan sakınmak,
47- Baliğ olmamış yetimin malını korumak,
48- Genç oğlanlara yakın olmamak,
49- Beş vakit namazı vaktinde kılıp, kazaya bırakmamak,
50- Zulümle, kimsenin malını yememek,
51- Allahü teâlâya şirk koşmamak,
52- Zinadan kaçınmak,
53- Şarabı ve alkollü içkileri içmemek,
54- Yok yere yemin etmemek.
ANASAYFAİSLAM
İMAN
İHSANDUALAR VE ZİKİRLERİLİMTEFEKKÜRHİZMET
GÜNCEL
BURADASINIZ:Anasayfa»PEYGAMBERİMİZ»Hadisleri»KÜÇÜK ŞİRK NEDİR?
KÜÇÜK ŞİRK NEDİR? 2
TARİH: 24 ŞUBAT 2015 18745 HADISLERI, PEYGAMBERİMİZ
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem, bir hadis-i şeriflerin ümmeti için en çok korktuğu şeyin küçük şirk olduğunu söylüyorlar. Sahabe efendilerimiz, küçük şirkin ne olduğunu sorduklarında ise Fahr-i Kâinat Efendimiz, onlara şu cevabı veriyor.
Bir gün Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Sizin için en çok korktuğum şey, küçük şirktir” buyurmuştu.
Yanındakiler:
“–Küçük şirk nedir ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sordular.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu cevabı verdi:
“–Riyâ, yani gösteriştir. Kıyâmet günü insanlar amellerinin karşılığını alırken Allah Teâlâ riyâ ehline:
“–Dünyadayken kendilerine mürâîlik yaptığınız (amellerinizi göstermek istediğiniz) kimselere gidin! Bakın bakalım onların yanında herhangi bir karşılık bulabilecek misiniz?» buyurur.” (Ahmed, V, 428, 429)
Kaynak: www.osmannuritopbas.com
Optimal bilginin özellikleri:
Nitelik:
Doğruluk,uygunluk,zamanlılık,eksiksizlik,denetlenebilirlik,kısalık,güncellik,ekonomiklik.
Açıklama
Değişimde çağında Teknoloji yönetimi sy.4.
Optimal:en elverişli,en iyi, en uygun olan.
62. Cuma Sûresi
Medine döneminde nâzil olmuştur. 11 âyettir. Adını erkeklere Cuma namazını farz kılan dokuzuncu âyetten almıştır. Ebedî risaletin insanları arındırması ve Yahudiliğin millî din anlayışının yanlışlığı konu edilmiştir.
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
1. Göklerde olanlar ve yerde bulunanlar(ın hepsi), eşsiz hükümran, mukaddes, mutlak galip, hüküm ve hikmet sahibi Allah’ı tesbih (ve tenzih) eder.
2. Ümmîlere[1] içlerinden, kendilerine (Allah’ın) âyetlerini okuyan, onları (şirkten, kötü hareketlerden) temizleyen, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğreten bir peygamber[2] gönderen O’dur. Halbuki onlar, bundan önce de cidden apaçık bir sapıklık içinde idiler.
3. (Bu son peygamberi) onlardan başkalarına (yani) henüz kendilerine katılamamış (bütün insan)lara da (gönderen O’dur). O, güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.
4. Bu, Allah’ın lütfudur ki onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir.
5. Kendilerine Tevrat’(ın emirlerini yerine getirme görevi) yüklenip de sonra taşımayan (onunla amel etmeyen)lerin durumu, tıpkı (bilinçsizce) ciltlerle kitap taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın âyetlerini yalanlayan (ve Kitab’ın emirlerini hiçe sayan)ların durumu ne kötüdür. Allah zalimler güruhunu doğru yola (hidayete) erdirmez.
(Allah’ın kitabını (Kur’an’ı) bilinçli yani mânasını anlama, düşünme ve hükmünü yerine getirme yönüyle okumayanlar da bu âyetin muhatabı durumundadır.) [krş. 5/44-45, 47]
6. De ki: “Ey yahudiler! (Bütün) insanlar arasında, Allah’ın dostlarının sadece kendiniz olduğunuzu sanıyorsanız ve (bu iddianızda) doğru iseniz, hemen ölümü temenni edin. (Ölüp Allah’ın dostlarına hazırladığı saadete bir an önce kavuşun.)” [krş. 2/94-96]
7. Onlar kendi işledikleri (günahlar) yüzünden onu (yani ölümü) asla temenni etmezler. Allah zalimleri çok iyi bilendir.
8. De ki: “Sizin hakikaten kendisinden kaçtığınız(ı zannettiğiniz) ölüm var ya! Kesinlikle o, sizi gelip bulacak, sonra (hepiniz) gizliyi de, âşikârı da bilen (Allah’)a döndürüleceksiniz. O, yapmakta olduğunuz şeyleri size haber verecektir.” [krş. 4/78; 33/16]
9. Ey iman edenler! Cuma günü (ezanla) namaz için çağrıldığınız zaman, derhal Allah’ın zikrine gidin. Alışverişi (işi gücü) bırakın. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. (Elbette bunun aksi hayırlı değildir.)[3]
10. O namaz kılınınca da yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan (nasibinizi) arayın. Allah’ı çok zikredin ki (dünya ve âhirette) umduğunuza kavuşasınız (kurtuluşa eresiniz).
11. (Böyle iken) onlar, bir ticaret yahut bir eğlence gördükleri zaman, ona (doğru) dağılıp gittiler, seni de (hutbede) ayakta bıraktılar. De ki: “Allah katında olanlar, eğlenceden de, ticaretten de hayırlıdır. Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”
(Şiddetli bir kıtlık sırasında Hz. Peygamber, farzdan sonra hutbede iken yiyecek yüklü bir ticaret kervanı gelmiş ve âdet gereğince def veya davul ile karşılanmıştı ki mescidde bunu duyanlar ona doğru akın etmiş, yalnız 12 kişi kalmıştı. İşte bu âyet bir ihtar olarak bunun üzerine nâzil olmuştur. Bundan böyle hutbeler farzdan önce okunmuştur.)[4]
[1] Ümmî; okuma yazma bilmeyen demek olduğu gibi, kendilerine kitap verilmeyenler anlamına da gelmektedir.
[2] Hz. Muhammed (sas.), bütün cihana gönderilmiş olmakla beraber (34/28), tabi ki kendi toplumu önceliklidir.
[3] Dinin belirttiği mazeret halleri dışında Cuma namazına engel olan her türlü iş, alışveriş ve o saatteki kazanç yasak olduğundan derhal bırakılıp Allah’ın emri yerine getirilir. Cuma namazının farziyetine değer vermeyen/önemsiz görenler veya bu zihniyetinden dolayı başkalarının kılmalarını engelleyenler kâfir olmuş olurlar. (bk. İbn Mâce, III, hadis no: 1081) Özürsüz Cuma namazı kılmamak, fertleri/nesli hem münâfıklar defterine yazdırır hem de din dışı köprüsüne götürür. Müslüman nesle Cuma namazını ve önemini unutturmaya çalışmak da onları dinlerinden koparmaya ve dinsizliğe yönlendirmektir. Yahudilerin bir kısmının başlarına gelen musibet, onların Cumartesi ibadet günü yasağını dinlememeleri sebebiyle olmuştu (2/65; 4/47; 7/163; 16/124). Cuma namazı ve o saatte meşguliyeti bırakmak mükellef bütün mü’minlere farzdır. Ancak, Peygamberimiz (sas.), “Kadınlar, hastalar, misafirler, köleler/esirler hariçtir/muaftır.” buyurmuştur. Uygun şartlar dahilinde kadınların cuma, bayram ve cenazelerde diğer namazlar gibi mahzur yoktur.
[4] Beydâvî; Zebîdî, III, hadis no: 508.
7. A'râf Sûresi
Mekke döneminde nâzil olmuştur. 206 âyettir. A‘râf, 46. âyette geçtiği üzere, cennetle cehennem arasında yüksek bir tepe olup ondan bahsedilmesi itibariyle bu kelime sûreye ad olmuştur. Bazılarına göre sûrenin 163 ve 171. âyetleri Medine’de inmiştir.
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
1. Elif, Lâm, Mîm, Sâd.
2. (Resûlüm! Bu,) kendisiyle (insanları) uyarman ve inananların da düşünüp öğüt alması (ve irşadlarına vesile olması) için sana indirilen bir kitaptır. Bundan dolayı yüreğinde bir sıkıntı/bir şüphe olmasın.
3. (Ey insanlar!) Rabbinizden size indirilen (Kur’ân-ı Kerîm’)e uyun, onun dışında/onsuz birtakım velîlere/‘önder ve dostlara’ uyup peşlerinden gitmeyin.[1] Ne az öğüt alıyorsunuz!
4. Nice isyankâr memleket (halkı) var ki biz onları helak ettik. Öyle ki azabımız onlara (Lût kavmine) geceleyin veya (Şuayb kavmine) gündüz uykusunda iken geliverdi. [krş. 7/97-99; 16/45]
5. Azabımız onlara geldiğinde, onların yakınmaları (itirafları): “Biz gerçekten (Allah’ın hududunu aşan) zalimlerdendik.” demelerinden başka bir şey olmadı.
6. Kendilerine (peygamber) gönderilenlere, (sapmalarının sebebini) mutlaka soracağız ve gönderilen (peygamber)lere de (kendilerine uyup uymayandan ve tebliğ vazifesinden) elbette soracağız.
7. Ve onlara (dünyada yaptıkları) her şeyi, kesin bilgi(miz) ile mutlaka anlatacağız. Biz, hiçbir zaman onlardan uzak (ve habersiz) değildik.
8. O gün (kıyamette, herkesin dünyada yapıp ettiğini) tartmak haktır (gerçektir). Kimlerin tartıları (sevapça) ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.
9. Kimlerin de terazileri(nin sevap tarafı) hafif gelirse, işte onlar (inkâr ederek veya değer vermeyerek) âyetlerimize haksızlık ettiklerinden dolayı, kendilerine yazık eden kimselerdir.
10. Andolsun ki sizi yeryüzüne yerleştirdik ve size orada (birçok) geçim vasıtaları meydana getirdik. Öyleyken pek az şükretmektesiniz.
11. Yine andolsun ki sizi(n önce insan olarak maddenizi) yarattık, sonra size (teşekkül devresinde insan olarak) şekil verdik, sonra da meleklere: “(Kudretim için) Âdem’e secde edin.” dedik. İblis’ten başka hepsi secde ettiler; o, secde edenlerden olmadı. [krş. 2/34-39]
(Âyet-i kerîmede geçtiği üzere insan, kendisinin yaratıcısı değildir. Kendisine şekil/suret, dillerini ve renklerini veren de kendisi değildir (3/6; 30/22; 40/64; 64/3). Bunun gibi bilgisi de ezelî, ebedî, herşeyi kapsayıcı ve görecesiz değildir. Böyle olunca insan yüce Yaradanı’na karşı, İblis misâli O’nun yüceliğini tanısa bile, büyüklük taslayarak secde/ibadet etmez, emrini yerine getirmezse, nankörlük yapmış/kâfir olmuş ve şeytanın kendine benzetmeye çalıştığı kimselerden olmuş olur.)
12. (Allah, İblis’e:) “Sana emrettiğim zaman, secde etmekten seni meneden nedir?” dedi. (İblis de:) “Ben ondan hayırlıyım, beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yaratın.” dedi.
13. (Allah:) “Öyleyse, in oradan! Orada (cennette) büyüklük taslaman (kafa tutman) senin haddine değildir. Çık oradan! Çünkü sen aşağılıklardansın!” buyurdu.
(İşte şeytan, yüce Allah’ın emrine karşılık hevâsına göre akıl yürüttüğünden ve Allah’a itaat etmeyip kendi fikri doğrultusunda hareket ettiğinden lanetli ve aşağılık olmuştur.)
14. (İblis: “Hiç olmazsa insanların tekrar) dirilecekleri güne kadar bana mühlet ver.” dedi.
15. (Allah:) “Sen mühlet verilenlerdensin.” buyurdu.
16. (İblis:) “Madem ki beni (rahmet ve cennetinden kovup) azgın bıraktın; andolsun ki ben de insanlar(ı saptırmak) için senin doğru yolunda onlar için (pusu kurup) oturacağım.”
17. “Sonra onların önlerinden arkalarından sağlarından, sollarından (her yönden onları azdırmak için) yanlarına gelip sokulacağım (onları azdırıp saptıracağım.) Sen de onların çoğunu şükrünü (kulluğunu) yerine getirenlerden bulmayacaksın.” dedi.
(Allah’ın emri şeytanın aklına yatmadı, bundan dolayı emrine itaat etmedi. Yüce Allah da onu lanetleyip huzurundan kovdu ve kendi azgınlığında bıraktı. Bundan böyle şeytan, kendisinin yaptığı gibi insanları, hem Allah’ın emrine karşı, kendi fikrini ön plana çıkarmaya, kendi fikir ve görüşüne göre davranmaya hem de Allah’ın yasak ettiği şeyleri yapmaya teşvik edecektir. Böylece kimi günaha, kimi küfre sapacaktır. Allah’ın emri aksine emir veren de kendini rab yerine koymuş olacaktır. Gerçek müslümanlar şeytanın tuzaklarına düşmezler.) [krş. 4/118-119; 36/60; 38/76-83]
18. (Allah) buyurdu ki: “Haydi, yerilmiş ve (rahmetimden) kovulmuş olarak çık oradan! Onlardan kim sana uyarsa, andolsun ki hepinizi cehenneme dolduracağım.”
19. (Allah, Âdem’e şöyle hitap etti:) “Ey Âdem! Sen ve eşin cennette yerleş(in), dilediğiniz yerden yiyin. (Fakat) şu ağaca yaklaşmayın. Sonra kendisine yazık edenlerden olursunuz.”
20-21. Derken şeytan, onlara, (gözlerinden örtülerek) gizlenmiş ayıp yerlerini kendilerine göstermek için, (cennet kapısı yanında onlara şöyle) fısıldadı da: “Rabbiniz size, meleklerden olursunuz veya (cennette) ebedî kalanlardan bulunursunuz diye, bu ağaçtan (meyve) yemenizi yasakladı.” dedi. Ardından: “Şüphesiz ben, sizin (iyiliğiniz) için öğüt verenlerdenim.” diye de yemin etti.
22. İşte böylece, ikisini de aldatarak (o yasak meyveden yedirdi ve Allah katındaki mevkilerini) aşağı indirdi. Onlar ağacı(n meyvesini) tattıklarında (bir ceza olarak cennet giysisi soyuldu) ikisinin de edep yerleri açılıverdi ve cennet yaprağı ile oralarını örtmeye başladılar. Rableri de onlara: “Ben, sizin bu ağaçtan (meyve) yemenizi yasaklamadım mı? Şeytan muhakkak ki size apaçık bir düşmandır, demedim mi?” diye seslendi. [krş. 2/35-37; 20/116-123]
(Âyet-i kerîmede bize ibretlik bir ders çıkıyor ki o da, Allah’ın yasak ettiklerini nefis, şeytan ve benzerleri cazip gösterse de asla onlara yaklaşmamaktır.)
23. (İkisi de:) “Ey Rabbimiz! Biz kendimize yazık ettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan muhakkak biz, ziyana uğrayanlardan oluruz.” dediler.[2]
24. (Allah) buyurdu ki: “(Şeytana uymakta) birbirinize düşman olarak inin, sizin için yeryüzünde (ecelinizin geleceği) bir zamana kadar kalmak ve geçinmek (artık takdir edilmiş)tir.” [bk. 2/36; 20/123]
25. Yine buyurdu ki: “Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan (dirilip) çıkarılacaksınız.” [bk. 84/3-5]
26. Ey Âdemoğulları! Size edep yerlerinizi örtecek bir giysi, giyinip süsleneceğiniz bir elbise ihsan ettik.[3] Takvâ (Allah’ın emrine uygun hareket, haya ve iffetini koruma) elbisesi ise daha hayırlıdır. İşte bunlar Allah’ın âyetleri (lütfunun alametleri)ndendir ki belki bu sayede düşünüp öğüt alırlar. [krş. 7/32 ve dipnotu]
(Bu elbiselerin ancak her ikisinin beraber bulunması, insanı Allah yanında şerefli kılar. Bu da Allah’a gereği gibi saygı duymak ve O’na itaat etmekle ve haya/utanma duygusu ile olur.)
27. Ey Âdemoğulları! Şeytan (ilk defa) ana babanızı, (yanıltıp) çirkin yerlerini kendilerine göstermek için örtülerini soyarak cennetten çıkar(mayı başar)dığı gibi, sizi de şaşırtıp saptırmasın! Çünkü o da, yandaşları da, sizin kendilerini görmeyeceğiniz yerden sizi görür(ler). Elbette biz, şeytanları, iman etmeyenlerin dostları yaptık.
(Şeytan ve şeytanın insan ve cin dostları aynı gayede olup Allah’ın emrini tutmak isteyenlere düşmanlık ederler. İnsan da böylece Allah’ın emir ve yasağını ön planda tutmaz da şeytanın ve dostlarının cazip gösterdiği şeylere uyarsa, burada olduğu gibi, bulunduğu mevkii ve durumdan ihraç edilme ve mahremiyetinin ortaya çıkması söz konusudur. Şeytanın gayesi de budur.)
28. Onlar, kötü (haram) bir iş yaptıkları zaman: “Babalarımızı bu yolda bulduk, (onlarda bunları gördük, bunları öğrendik.) Allah da bize bunu emretti.” derler. De ki: “Şüphesiz ki Allah, çirkin işleri emretmez. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?”
29. De ki: “Rabbim bana adaleti ve itidâli emretti. Her mescidde (namazda) yüzlerinizi (kıbleye) çevirin. Dini yalnız ‘Allah’a has kılarak’ (ve ihlasla) kendisine (kulluk edip) yalvarın (başkalarını putlaştırıp/tanrılaştırıp onlara sığınmayın. Unutmayın ki) ilk defa sizi yarattığı gibi, yine (O’na) döneceksiniz.”
30. (Allah, insanlardan) bir kısmını doğru yola iletti, bir kısmının üzerine de (kötü niyet ve amellerine göre) sapıklık (sıfatı) hak oldu. Çünkü onlar, Allah’ı bırakıp şeytan (ve ona yandaş olan)ları velî (dost ve önder) edindiler, (üstelik) kendilerinin de (hâlâ) doğru yolda olduklarını sanırlar. [bk. 16/36]
31. Ey Âdemoğulları! Her mescid(de yani secde edeceğiniz zaman ve mekân)da ziynet (olan temiz ve güzel elbise)nizi alın (giyinin).[4] Yiyin, için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.
32. De ki: “Allah’ın kulları için (yaratıp) çıkardığı süsü (ve onların maddelerini) ve rızıktan temiz/helal olanlarını kim haram etmiştir?” De ki: “Onlar, dünya hayatında, özellikle kıyamet gününde iman edenler içindir. İşte (biz,) bilen kimseler için âyetlerimizi böyle geniş geniş açıklıyoruz.[5]
33. De ki: “Rabbim açığı ile gizlisi ile kötü işleri (her türlü) günahı, haksız yere isyanı/azgınlığı ve kendisine tapılması hususunda hiçbir delil indirmediği şeyi (yüceltip ona bağlanmakla) Allah’a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.”
34. Her ümmetin bir eceli (takdir edilmiş bir süresi) vardır. Onların eceli gelince ne bir an geri kalabilir, ne de bir an öne geçebilirler (tam vaktinde helak olup giderler).[6]
35. Ey Âdemoğulları! İçinizden size âyetlerimi anlatan bir peygamber gelir de, kim (günahlardan) korunur ve kendini ıslah ederse, onlara hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.
36. Âyetlerimizi yalanlayanlar, onlar(ı kabuld)e büyüklük taslayanlar ve yüz çevirenler var ya, işte onlar, cehennem ehlidirler, onlar orada ebedî kalacaklardır.
ehlidirler, onlar orada ebedî kalacaklardır.
(Bu açık âyetlere rağmen ‘kendi zan ve hevalarına uyup akıl ve felsefî kanaatlerini esas alan kişiler’ Allah’ın gönderdiğini ve Peygamber’e uymayı küçümserler.)
37. Şu halde, Allah’a karşı yalan uyduran veya âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Onların Kitab’dan nasipleri (ne ise) kendilerine ulaşacaktır. Nihayet canlarını alacak elçilerimiz (melekler) onlara geldikleri zaman: “Allah’ı bırakıp da yalvardıklarınız/dilek ve şikayetlerinizi yaptığınız (putlar) nerede?” diyecekler, onlar da: “Bizi bırakıp kayboldular.” diyecekler ve böylece hakikaten inkârcı olduklarına dair kendi aleyhlerine şahitlik edecekler.
38. (Allah, onlara:) “Sizden evvel gelip geçmiş cin ve insan ümmetleriyle birlikte siz de girin ateşe.” buyurur. Her ümmet (cehenneme) girdikçe (kendisine uyup tâbi olduğu) yandaş (ve önder)lerine lanet eder. Nihayet hepsi peşpeşe orada toplanınca, sonrakiler evvelkiler için: “Ey Rabbimiz! İşte bunlar bizi saptırdı, onlara ateşten bir kat daha (fazla) azap ver.” derler. (Allah) buyurur ki: “Her biri(niz) için bir kat fazla (azap) vardır. Fakat siz (onu) bilmezsiniz.”
(Yüce Allah, hükümlerini beğenmeyip de açık veya gizli kâfir olan liderlere, hem kâfir olduklarından hem de toplumu bu sapık zihniyetleri doğrultusunda saptırdıklarından dolayı; bunların peşinden gidenlere de; hem kendi iradeleriyle küfre rıza göstererek saptıklarından hem de peşinden gittiklerinin saltanatlarının uzamasına vesile olduklarından dolayı –her iki kesime de– iki kat ceza verir.)[7] [bk. 2/165-167; 34/31]
39. Buna karşılık, öncekiler de sonrakilere: “Sizin bize bir üstünlüğünüz yoktur. O halde kazandıklarınız yüzünden siz de tadın azabı!” derler.
40. Âyetlerimizi yalanlayıp da ona (inanmayıp) büyüklük taslayanlar var ya! Göğün kapıları onlar(ın ruhların)a açılmayacak ve halat[8] iğne deliğinden girinceye kadar onlar cennete giremeyeceklerdir. İşte günahkârları böyle cezalandırırız.
41. Onlara, cehennem (ateşin)den bir döşek ve üstlerinde de (yine ateşten) örtüler vardır. İşte zalimleri böyle cezalandırırız!
42. İman edip de sâlih amel işleyenler (ise) –ki biz hiç kimseye gücünün yettiğinden başka bir şey teklif etmeyiz–, işte onlar cennetliktirler. Onlar orada ebedî kalacaklardır.
43. Onların yüreklerinden ‘kin ve haset’ cinsinden ne varsa söküp atarız, (köşklerinin) alt tarafından ırmaklar akarken: “Bizi buna eriştiren Allah’a hamdolsun. Eğer Allah, bizi doğru yola iletmeseydi, biz kendimiz (buna) erişemezdik. Andolsun ki Rabbimizin peygamberleri gerçeği getirmiştir.” derler. (Onlara:) “İşte (dünyada) yapmış olduğunuz (iyi işler)den dolayı mirasçı edildiğiniz cennet budur.” diye seslenilir.
44. Cennetlikler, cehennemliklere (şöyle) seslenirler: “Rabbimizin bize vaadettiğini, biz gerçek olarak gördük. Siz de Rabbiniz’in size (azap) vaadini gerçek olarak gördünüz mü?” (Onlar da:) “Evet.” derler. O sırada aralarından bir görevli şöyle seslenir: “Allah’ın laneti zalimlerin üzerine olsun.”[9]
45. “Onlar (insanları) Allah yolundan engelleyen, onu eğri (geri bırakıcı) göstermek isteyenlerdir. Onlar âhireti de inkâr edenlerdir.”
46. İki (taraf) arasında bir perde (olan sur) vardır. A’râf’ın (sûrun yüksek tepeleri) üzerinde de (cennetlik ve cehennemliklerin) her birini sîmâlarından tanıyan kimseler vardır. Cennet ehline: “Selâmün aleyküm” (Allah’ın selamı size olsun) diyerek seslenirler ki bunlar çok arzu ettikleri halde, henüz oraya (cennete) girmemiş kimselerdir.
(A‘râf, meşhur kavle göre, cennetle cehennem arasındaki sûrun yüksek tepeleri demektir. Huzeyfe (ra.), İbni Mes’ûd (ra.) ve İbni Abbas’tan gelen rivayetlere göre A‘râf ehli, yani yüksek tepelerde oturanlar, sevap ve günahları eşit olan kimselerdir. Bunlar, cennete girmeyi arzu ve ümit etmekte olup Allah’ın dilediği bir zamana kadar burada kalacaklar, sonra Allah’ın affına nâil olarak cennete gireceklerdir.)[10]
47. Gözleri cehennem ehli tarafına çevrildiği zaman da: “Ey Rabbimiz! Bizi zalimler topluluğuyla beraber bulundurma.” derler.
er bulundurma.” derler.
48. (Yine) A‘râf ehli, sîmâlarından kendilerini tanıdıkları (inkârcı) birtakım adamlara seslenerek: “Ne topluluğunuz/ne topladığınız mal ne de büyüklük taslamanız size fayda verdi.” derler.
49. “Allah, onları hiçbir rahmete eriştirmez, diye (hakir görüp) yemin ettiğiniz, bu (cennetlik ola)nlar mıydı?” derler. (Bu sırada cennetliklere de şöyle denilir:) “Girin cennete, size hiçbir korku yoktur, siz mahzun olacak da değilsiniz.”
50. Cehennem ehli, cennet ehline: “(Sizdeki) sudan veya Allah’ın size verdiği rızıktan (biraz) da bize akıt(ıp aktar)ın.” diye feryat ederler. Onlar da: “Doğrusu Allah, bunları kâfirlere haram etmiştir.” derler.
51. Onlar (o küfre sapanlar), dinlerini bir eğlence ve oyun yaptılar ve dünya hayatı da kendilerini aldattı. (İşte onlar) bugünlerine kavuşacaklarını unuttukları ve âyetlerimizi bilerek inkâr ettikleri gibi, bugün biz de (ceza içinde) onları unutur (terk eder)iz. [bk. 6/70]
(Kâfirliği benimseyenler, İslâm’ı değersiz gördüler, hatta müslüman olmakla sevinmek yerine, aşağılık kompleksine kapıldılar. Buna karşılık başka ideolojileri yücelttiler. Âyet-i kerîme şu mânayı da ihtiva etmektedir: Onlar, dinlerini eğlence ve zevk haline getirdiler; yani İslâm’ı bırakıp eğlence ve geçici zevklerini din yaptılar ve onlara taptılar. Fahreddîn-i Râzî’nin ifade ettiği gibi, “Onlar dünyaya meylettiler ve onun, ateşin üstünde bir tavan gibi olduğunu düşünmediler.” Böylece nefsin meşru olmayan arzu ve isteklerini hırsla elde etmeye çalıştılar ve böylece cehenneme düştüler (bk. 10/7-8).)
52. Biz, gerçekten onlara iman edecek herhangi bir topluma doğru yolu öğretici ve rahmet olarak, hem de (mâna ve hükümlerini) ilim üzere (tam bir bilgiyle) geniş geniş açıkladığımız bir kitap getirdik.
53. (O kâfirler,) ancak onun tevilini (Kitab’ın haber verdiği sonu) mu bekliyorlar? Onun haber verdiği âkıbet (son), (başlarına) geldiği gün, önceden onu unutanlar: “Hakikaten Rabbimiz’in peygamberleri (bize) gerçeği getirmişti. Şimdi bizim için şefaatçilerden (birileri) var mı ki bize şefaat etseler veya geri (dünyaya) döndürülür müyüz ki (önce) yapmış olduğumuzun başkasını yapsak?”[11] derler. Hiç şüphesiz onlar kendilerine yazık ettiler ve uydurdukları (Allah yerine bağlandıkları) varlıklar da kendilerinden uzaklaşıp kayboldu.
54. Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde (devrede) yaratan, sonra Arş’ı hükmü altına alan; geceyi, peşi sıra gelen gündüzle bürüyüp örten; güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğmiş olarak yaratan Allah’tır.[12] Haberiniz olsun ki yaratmak da, emir de/hüküm de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne kadar yücedir![13]
55. Rabbinize (gönülden) yalvararak gizlice dua edin. Çünkü O, haddi aşanları sevmez.
56. (İman, ahlâk ve ilâhî adaletle belirli bir) düzen sağlandıktan sonra (bunlardan saparak)[14] yeryüzünde bozgunculuk yapmayın, (azabından) korkarak ve (rahmetini) umarak O’na dua edin. Muhakkak ki iyi hareket eden (ve iyilik yapan)lara Allah’ın rahmeti çok yakındır.
eden (ve iyilik yapan)lara Allah’ın rahmeti çok yakındır.
57. O, rahmetinin önünde müjdeci olarak rüzgarları gönderendir. Sonunda o (rüzgar)lar, (topladığı yağmur yüklü) ağır bulutları yüklenince onu, ölü (kurak) bir ülkeye/bölgeye yollarız; derken onunla su indirir ve o (su) ile de (türlü türlü) meyveler (mahsuller) çıkartırız. İşte ölüleri de böyle (diriltip) çıkartacağız. Artık (herhalde bunları) düşünüp ibret alırsınız.[15]
58. Rabbinizin izniyle (toprağı) güzel diyarın, bitkisi de (bol/güzel) çıkar. Kötü olandan ise, yararsız bitkiden başkası çıkmaz. İşte şükredecek bir toplum için âyetleri böyle çeşitli şekillerde açıklıyoruz.[16]
59. Andolsun ki Nuh’u kavmine (peygamber olarak) gönderdik, (o da): “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin için O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Doğrusu ben, size (inecek), büyük bir günün azabından korkuyorum.” dedi.
60. Halkından ileri gelenler şöyle dedi: “Biz seni hakikaten apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz.”
61. (Nuh) dedi ki: “Ey halkım! Bende hiçbir sapıklık yoktur. Ben sadece, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim.”
62. “Size Rabbimin vahyettiklerini duyuruyorum, size (iyiliğiniz için) öğüt veriyorum ve Allah’tan (gelen vahiy sayesinde) sizin bilmediklerinizi biliyorum.”
63. “Yoksa siz, ‘Allah’ın emirlerine uygun yaşayıp’ da bu sayede merhamete erişesiniz diye uyarmak için, içinizden bir kimse vasıtasıyla Rabbinizden size bir vahiy (ve ihtar) gelmesine (inanmayıp da) şaştınız mı?”
64. (Bunun üzerine) onu tekrar yalanladılar. Biz de onu ve onunla beraber gemide bulunanları kurtardık. Âyetlerimizi yalanlayanları da (tûfanda) boğduk. Çünkü onlar, (gerçeklere karşı) kör bir kavim idiler. [krş. 11/24-49]
65. Âd (kavmin)e de kardeşleri Hûd’u (gönderdik). O da: “Ey halkım! Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka bir ilâhınız yoktur. Siz hâlâ ‘Allah’ın emrine uyup azabından sakınmaz’mısınız?”dedi. [bk. 11/52-60; 41/16; 46/21-25; 51/41-43]
66. Halkından ileri gelen kâfirler: “Biz seni hakikaten bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve hiç şüphesiz seni yalancılardan sanıyoruz.” dediler.
67. (Hûd) dedi ki: “Bende hiçbir beyinsizlik yoktur. Ben sadece âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim.”
68. “Size Rabbimin vahyettiklerini duyuruyorum ve ben sizin (iyiliğiniz) için çalışan güvenilir bir öğütçüyüm.”
69. “(Yoksa gelecek azaba karşı) sizi uyarmak için, içinizden bir adam vasıtasıyla Rabbinizden size bir öğüt (ve ihtar) gelmesine mi şaştınız? Düşünün ki (Allah,) sizi Nuh kavminden sonra onların yerlerine geçirdi/hükümdarlar yaptı, yaratılışta size (onlara nispetle) fazla boy pos (üstünlük ve kuvvet) verdi. O halde Allah’ın nimetlerini (unutmayıp) hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz.”
70. (Onlar:) “Yalnız Allah’a kulluk etmemiz ve babalarımızın tapmakta olduklarını bırakmamız için mi bize geldin? O halde doğru söyleyenlerden isen, bizi tehdit ettiğin (o azâb)ı getir bize.” dediler.
71. (Hûd) dedi ki: “Artık Rabbinizden üzerinize bir azap (fırtınası) ve gazap elbette gerçekleşti. Allah onlar(a tapmanız) hakkında hiçbir delil indirmediği halde, sizin ve babalarınızın taktığı (uydurma) isim(li put)lar hakkında mı benimle tartışıyorsunuz? Artık bekleyin (azabın gelişini), ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim!”
72. Onu ve onunla beraber olanları (katımızdan) bir rahmetle kurtardık. Âyetlerimizi yalanlayanların ve iman etmeyenlerin de kökünü kestik.
73. Semûd (kavmin)e de, kardeşleri Salih’i (gönderdik, onlara) dedi ki: “Ey halkım! Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Size Rabbinizden apaçık bir delil (ve mucize) geldi. İşte size bir mucize olarak Allah’ın dişi devesi! Onu (kendi haline) bırakın, Allah’ın arzında otlasın, ona dokunmayın (bir fenalık yapmayın), yoksa sizi acıklı bir azap yakalar.”
(Semûd kavmi, Hz. Salih’e, “Eğer sen hakikaten bir peygamber isen dua et de şu kayanın içinden gebe ve karnı aç bir deve çıksın da sana inanalım.” dediler. Hz. Salih de dua edince, Hıcr tarafında bulunan kaya yarılıp istenilen deve çıktı. Bu mucize karşısında bir kısmı hemen iman etti. Diğerleri de kâfirliğine devam etti. Gerek bu inkârcılar, gerekse kavminden diğer inanmayanlar, 11/63-69; 17/-59; 27/44-53; 26/154-158. âyetlerde geçtiği üzere, inkârlarını artırdılar. Devenin dokunulmadan yiyip içip serbestçe dolaşması istendiği halde, bir müddet sonra ayaklarından biçerek yıkıp boğazladılar. Salih (as.), oradan hicret etti, kavmi de olası bir volkanik sarsıntı ve şiddetli bir sesle helâk olup gitti.) [bk. 51/44; 26/158; 7/78]
(Semûd’un başşehri Hıcr idi. Medine’den Tebük’e giderken, şehrin kalıntılarına rastlanır. Burada konaklamak Hz. Peygamber’in tavsiyesi ile yasaktır. Semûd halkı burayı medeniyetin beşiği durumuna getirmişti. Fakat yoksullar barınacak ev bulamazken, zenginleri şımarıkça hünerlerini göstererek ihtiyaç dışı şatafatlı köşkler edinir ve gösteriş için anıtlar dikerlerdi. Maddî refah, onlara âhiretlerini unutturdu, onları putperest bir toplum haline getirdi ve küfür ve şirk bataklığına itti.)
74. “(Ey Semûd kavmi!) Düşünün ki vaktiyle (Allah) Âd (kavmin)den sonra size hükümranlık bahşetti, sizi yeryüzünde yerleştirdi; ovalarında köşkler edinip dağlarından evler oyar, (kayaları) yontardınız. Artık Allah’ın nimetlerini anın, (emirlerinden çıkıp) yeryüzünde ortalığı karıştırarak bozgunculuk yapmayın.”
75. Onun kavminden (iman etmeyip) büyüklük taslayanlar, içlerinden kendilerince zayıf (ve hor) görülen mü’minlere: “Siz Salih’in gerçekten Rabbi katından gönderilmiş (bir peygamber) olduğunu biliyor musunuz?” dedi(ler). (Onlar da:) “Doğrusu biz (ona ve) onunla gönderilenlere inananlarız.” dediler.
76. Büyüklük taslayan o kişiler: “Biz, sizin iman ettiğinizi inkâr edenleriz.” dediler.
77. Derken o (mucize olarak gönderilen) dişi deveyi ayaklarından biçerek öldürdüler[17] ve Rablerinin emrine isyan ettiler ve: “Ey Salih! Eğer sen gönderilen peygamberlerden isen bizi tehdit ettiğin (azâb)ı bize getir.” dediler.
78. Bunun üzerine onları şiddetli (bir sesle gelen) sarsılma yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü çök(üp cansız kal)ıverdiler.
79. (Salih de gördüğü dehşet verici manzara karşısında) yüzünü öteye çevirip: “Ey kavmim! Andolsun ki ben, size Rabbimin gönderdiği hükmü duyurmuş ve size (iyiliğiniz için) öğüt vermiştim. Fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz” dedi.
80. Lût’u da (gönderdik).[18] (O da) vaktiyle, kavmine demişti ki: “Sizden önceki âlemlerden hiç kimsenin yapmadığı bir fuhşu mu yapıyorsunuz?”
ığı bir fuhşu mu yapıyorsunuz?”
81. “Siz, kadınları bırakıp şehvetle erkeklere varıyorsunuz.[19] Doğrusu siz haddi aşan (azgın) bir kavimsiniz.”
82. Kavminin cevabı: “Onları (Lût ve yandaşlarını) kasabanızdan çıkarın. Herhalde onlar, fazlasıyla temiz olan insanlarmış!” demekten başka olmadı.
83-84. Biz de onu ve ehlini (aile ve taraftarlarını) karısı hariç kurtardık. Çünkü o, (gizli küfrü sebebiyle) geride kal(ıp helak ol)anlardan oldu. O sırada üzerlerine (felaket getiren) bir yağmur yağdırdık. İşte bak, günahkâr suçluların sonu nasıl oldu![20]
85. Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik, onlara şöyle) dedi: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin için O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil geldi: Ölçüyü ve tartıyı tam yapın, insanların eşyasını (haklarını) eksik vermeyin, (iman ve ilâhî adaletle) düzeltildikten sonra da yeryüzünde (tekrar saparak) bozgunculuk yapmayın. Eğer inanan kimseler iseniz, bunlar sizin için hayırlıdır.”[21]
86. “İman edenleri tehdit edip Allah yolundan alıkoyarak ve o yolu eğri göstermek isteyerek yol başına oturmayın (köşe başlarını tutmayın). Düşünün ki vaktiyle siz az idiniz de (Allah) sizi çoğalttı. Bakın (Allah’ın emirlerinden saparak) fesat çıkaranların sonu nasıl oldu!”
lttı. Bakın (Allah’ın emirlerinden saparak) fesat çıkaranların sonu nasıl oldu!”
87. “Eğer içinizden bir grup benimle gönderilene iman etmiş, bir grup da iman etmemişse, Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredin. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.”
(Hz. Şuayb’ın toplumdaki yaygın ticârî ahlâksızlık ve hilekârlığa engel olmaya çalışmasına ve onları ilâhî emre uyarak düzeltmek için uyarmasına rağmen, vurguncu menfaatperestler bir cephe oluşturup karşı çıktılar.)
88. Kavminden (iman etmeyip) büyüklük taslayan ileri gelenler: “Ey Şuayb! Seni ve seninle beraber iman edenleri ya kesinkes kasabamızdan çıkaracağız ya da kesinlikle milletimize (bizim yaşadığımız dinimize) dönersiniz.” dediler. O da: “Biz istemesek de mi?” dedi.
(Puta tapanlar/batıl dinliler, atalarından duyduklarını din kabul edip Allah’a ve O’ndan gelenlere teslimiyeti kabul etmediklerinden peygamberleri ve onlara inananları yurtlarından çıkarma/sınır dışı etme tehdidinde bulunmuşlardır. Halbuki onlar bilmiyorlar ki inananların vatanı, inancını rahatça yaşadığı her yerdir.) [krş. 8/30; 17/76; 63/8]
89. “(Sonra bilin ki) Allah bizi, (vahiyle o batıl dininize inanmaktan) kurtardıktan sonra, eğer sizin dininize dönersek, Allah hakkında yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz Allah’ın dilemesi dışında o (sizinki)ne dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz ancak Allah’a güvendik. Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında hak olan ne ise ona hükmet, sen hükmedenlerin[22] en hayırlısısın.”
90. Kavminden inkâra sapanların ileri gelenleri (kralcılar): “Eğer Şuayb’a uyarsanız, kesinlikle zarara uğrar, perişan olursunuz.” dedi.
91. Bunun üzerine onları müthiş bir deprem yakalayıverdi ve yurtlarında dizüstü çök(üp cansız kal)ıverdiler. [bk. 11/84-95]
92. Şuayb’ı yalanlayanlar… Sanki orada hiç oturmamış gibi oldular. Şuayb’ı yalanlayanlar var ya (işte) asıl zarara uğrayan onlar oldular.
93. Bunun üzerine (Şuayb), onlardan yüz çevirip: “Ey kavmim! Andolsun ki Rabbimin gönderdiği hükümleri size duyurmuştum ve size (iyiliğiniz için) öğüt vermiştim. Artık kâfir bir kavme ne diye üzüleyim?” dedi.
94. Biz, hangi diyara bir peygamber gönderdiysek, onun halkını, (inkârları yüzünden) ancak yalvarıp yakarsınlar diye, fakirlik ve sıkıntıyla yakalamışızdır.
95. Sonra bu kötülük/sıkıntı yerine iyilik (ve bolluk) getirdik. Nihayet çoğaldılar (ibret almak şöyle dursun, yine isyana başlayıp): “Babalarımızın başına da sıkıntı ve felaket, iyilik ve bolluk geldi (bunlar normal)” dediler. Bu sırada hiç hatırlarından geçmezken onları ansızın (azabımızla) yakalayıverdik. [krş. 7/130-131]
(Çağlar boyu otorite ve saltanatlarının elinden gideceğinden ve Allah’ın emirlerinin hâkim olacağından korkan Firavun ve benzerleri, peygamberleri kendilerine rakip, onlara inananları da potansiyel suçlu görerek onlara her türlü eziyeti reva görmüşlerdir. Halbuki yüce Allah kullarının din ve ahlâklarının bozulmasından ve onları kula kulluktan kurtarmak için emirlerini bildiren peygamberler göndermiştir. Ama onları dışlayan, emirleri kabullenmeyen, akıllarına, hevâlarına ve tâğûtlara tapan âsî kavimlere, ilâhî kanun gereği, bazen darlık, kuraklık, kıtlık ve afet şeklinde uyarılar gelmiş, fakat bunun karşısında, “Bunlar tabiat olayları/doğal afetlerdir.” deyip geçmişler, bazen de bolluk ve rahat verilince onun da bir imtihan olduğunu düşünmeyip şımarıp azmışlar, yüce Allah’ın takdirini, O’na sığınmayı , tevbe ve şükrü unutmuşlardır. Böylece de helak olup gitmişlerdir.)
96. Eğer o memleketlerin halkı, iman edip (Allah’a karşı inkâr ve isyandan) sakınsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden bolluk (kapı)larını açardık. Fakat (peygamberlerini) yalanladılar, biz de kazandıkları (günahları) yüzünden onları (azapla) yakaladık. [bk. 10/98; 34/34; 37/147-148]
97. (Yoksa o) memleketlerin (inkârcı) halkı geceleyin kendileri uyurken, azabımızın onlara
97. (Yoksa o) memleketlerin (inkârcı) halkı geceleyin kendileri uyurken, azabımızın onlara gelmesinden emin mi oldular?
98. Ya da o memleketlerin halkı kendileri oynayıp eğlenirken bir kuşluk vaktinde azabımızın onlara gelmesinden emin mi oldular?
99. Onlar, Allah’ın (azap) tuzağından (kurtulup) emin mi oldular? Fakat (nefislerine uyup) kendilerine yazık eden topluluktan başkası, Allah’ın (mühlet verdiği azap) tuzağından emin olmaz.
(Allah’a gönülden inananlar, O’nun azabından her an korkarlar ve O’na karşı her türlü saygısızlıktan kaçınırlar. Ancak inanmayanlar, Allah’tan korkmazlar ve O’nun emir ve yasaklarını hiçe saydıklarından kendilerini güvende zannederler. Halbuki afetlerin ne zaman ve nereye geleceği belli olmaz.) [bk. 7/4; 16/45]
100. (Önceki) sahiplerin(in helakin)den sonra, dünya mülküne vâris olanları şu (gerçek olaylar) yola getir(ip hâlâ uyandır)madı mı! Eğer biz dileseydik, günahları yüzünden onları felâkete uğratır ve kalpleri üzerine mühür basardık da onlar (hakikati) işitmezlerdi.
101. İşte o memleketler… Sana onların haberlerinden (bazısını) anlatıyoruz: Andolsun ki onlara peygamberleri açık deliller getirmişti. Fakat daha önce yalanladıkları şeylere iman edecek değillerdi. Allah kâfirlerin kalbini (küfürlerindeki inatları sebebiyle) işte böyle mühürler. [bk. 11/101-102; 17/15]
102. Biz, onların çoğunda (iman ve itaat) sözüne bağlılık bulamadık. Onların çoğunu gerçekten itaatten çıkmış kimseler bulduk.
103. Sonra onların (o peygamberlerin) ardından Musa’yı[23] âyetlerimizle (mucizelerimizle) Firavun’a ve onun ileri gelen adamlarına gönderdik Onlar da (inkâr ederek) âyetlerimize haksızlık ettiler. Bak, fesat çıkaranların sonu nasıl oldu?
104. Musa dedi ki: “Ey Firavun! Muhakkak ki ben âlemlerin Rabbi katından (gönderilmiş) bir Resûlüm.”
105. “(Benim için) doğru olan görev, Allah’a karşı haktan başkasını söylemememdir. Doğrusu size, Rabbinizden bir âyet (peygamberliğime şahit bir mucize) ile geldim, artık İsrâiloğulları’nı benimle (Şam’a)[24] gönder.”
106. (Firavun) dedi ki: “Eğer bir âyet (mucize) ile geldiysen ve eğer doğru söyleyen birisi isen haydi getir de (göster) onu!”
07. Bunun üzerine (Musa) âsâsını (yere) attı. Bir de ne görsünler; o, apaçık bir ejderha (oluver)di.
108. Elini (koltuğuna sokup) çıkardı, bir de ne görsünler; o, bakan kimseler için bembeyaz (gözleri kamaştıran bir el)dir!
109. Firavun’un kavminden ileri gelenler dedi ki: “Doğrusu bu çok bilgili bir sihirbazdır.”
110. “Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor.” (Firavun): “Öyleyse ne buyurursunuz?”[25]
111. Dediler ki: “Onu ve kardeşini (Harun’u) beklet; (bu sırada) şehirlere toplayıcı (tellâl)lar gönder.”
112. “Bilgili sihirbazların hepsini sana getirsinler.”
113. Sihirbazlar Firavun’a geldi(ler): “Eğer galip gelenler biz olursak, bize elbet bir mükâfat var, değil mi?” dediler.
114. (Firavun:) “Evet” dedi, “hem de siz, mutlaka (benim) yakınlar(ım)dan olacaksınız.”
115. (Sihirbazlar:) “Ey Musa! Sen mi (hünerini önce) ortaya koyacaksın, yoksa (önce) biz mi koyalım?” dediler.
16. (Musa:) “Siz ortaya koyun.” dedi. (Onlar ellerindeki ip ve sopaları) atınca, insanların gözlerini büyülediler. Onlara (kıvranıp gezinen büyük yılanlar gösterip) korku saldılar; büyük bir sihir (meydana) getirdiler.
117. Biz de Musa’ya: “Âsânı bırak.” diye vahyettik. Bir de ne görsünler; o, (sihirbazların) uydurup gösterdiklerini yakalayıp yutuyor (yok ediyor)du.
118. İşte gerçek meydana çıktı ve onların yaptıkları boşa gitti.
119. İşte orada yenildiler ve küçük düştüler.
(Çünkü batıl ve batıla dayalı şeyler, vahye dayalı hareketler karşısında eriyip yok olurlar. Fakat ortaya konulan hak, batıla bulanmış veya batılla karıştırılmışsa, hak olma özelliğini kaybedecek ve batıla tesir edemeyecektir. Eğer Hz. Musa da onların öğrendikleri düzen ve düzeneklere başvursa idi, yılanlar, toplanılan o meydanda birbiriyle boğuşurlardı. Fakat Hz. Musa vahye dayandığı için onların hepsi yenik düştüler.) [krş. 20/69; 21/29 ve 109. sûre]
120. Sihirbazlar (bu yenilgi üzerine) secdeye kapandılar.
121-122. “…Musa ve Harun’un Rabbi olan âlemlerin Rabbine iman ettik.” dediler.
123. Firavun dedi ki: “Ben size izin vermeden önce ona iman ettiniz ha! Şüphesiz bu, halkını
3. Firavun dedi ki: “Ben size izin vermeden önce ona iman ettiniz ha! Şüphesiz bu, halkını oradan çıkarmak için şehirde (aranızda anlaşarak) kurduğunuz bir tuzaktır. Yakında (başınıza neler geleceğini) bileceksiniz.”
124. “Mutlaka ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da hepinizi asacağım.” [krş. 5/33; 20/71]
125. (Onlar:) “Şüphesiz biz (her hâlükârda ölüp) Rabbimize döneceğiz.” dediler.
126. “Ve sen ancak, Rabbimizin âyetleri bize geldiğinde (onlara) iman ettik diye bizden intikam alıyorsun. Ey Rabbimiz! Üstümüze (bol) sabır yağdır, bizi müslümanlar olarak öldür.” dediler.
(İşte Firavun, Nemrut ve benzerleri, kendi otoritelerine ters düşenlere, vahye ve tevhide tâbi olanlara çeşitli cezalar uygulamışlardır. Çünkü bu tür kişiler, kendilerini rab yerinde gördüklerinden, gerek Allah’a ve Peygamber’e iman, gerekse onların emirlerine itaat, ancak kendi izinleri ölçüsünde olsun isterler (20/71). Her ne kadar bir zaman Fransız İhtilâli’nde “Sezar (Kral)’ın hakkı (hukuku) Sezar’a, Tanrı’nınki de Tanrıya göredir.” denmişse de Tanrı’nın haklarını vermede/emirlerini yerine getirmede de yine kral tanrı durumuna geçen Sezar’ın izni geçerli olmuştur. Firavun ve ileri gelenlerinin korkuları, inananların çoğalması ve sistemlerinin çökmesinden ileri gelmektedir. Çok kimse, sihirbazların bu iman cesaretini gösterememiştir.) [bk. 5/59; 9/74; 12/106 ve açıklaması; 20/70-74; 26/46-49; 85/4-8]
127. Firavun kavminin ileri gelenleri (Firavun’a): “Musa ve kavmini, bu yerde (Mısır’da) bozgunculuk etmeleri (senin rabliğini tanımayıp insanları senin aleyhine tahrik etmeleri), (Musa’nın da) seni ve (seni temsîlen dikilen ve tapınmalarına izin verdiğin)[26] ilâhları terk etmesi için mi bırakıyorsun?” dedi(ler. Firavun da:) “Oğullarını öldürteceğiz, kadınlarını sağ bırakacağız; elbette biz, onların üstünde otoriter (bir güc)üz.” dedi.
128. Musa, kavmine: “Allah’tan yardım isteyin ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah’ındır. Kullarından dilediğini ona mirasçı yapar. (Güzel) âkıbet (Allah’ın emirlerine) uygun yaşayanlar içindir.” dedi.
129. (Musa’ya iman edenler: “Ey Musa! Sen) bize (peygamber) gelmeden önce de, geldikten sonra da, bize (hep) işkence edildi.” dediler. (Musa: “Biraz sabredin,) umulur ki Rabbiniz, düşmanınızı yok eder, bu yerde (Mısır’da) sizi yerlerine hükümran yapar da nasıl hareket edeceğinize bakar.” dedi.
130. Andolsun ki biz, Firavun (ve) halkını, düşünüp ibret alsınlar diye, yıllarca kuraklık ve mahsul kıtlığı ile cezalandırdık. [krş. 2/49-50]
131. Onlara iyilik (bereket) gelince: “Bu bizim (hakkımız)dır.” der
1. Onlara iyilik (bereket) gelince: “Bu bizim (hakkımız)dır.” derler. Eğer onlara bir kötülük (kıtlık) ulaşırsa, Musa ile onun beraberinde olanları uğursuz sayarlar. Haberiniz olsun ki onların uğursuzluğu (amelleri sebebiyle) ancak Allah katındandır. Fakat çokları (Allah’a ve dinine karşı tavır aldıklarından asıl uğursuzluğun kendilerinde olduğunu) bilmezler (inananları küçültücü çeşitli isimlerle yaftalarlar). [krş. 7/95-96]
132. (Firavun’un yandaşları, Musa’ya:) “Bizi büyülemek için bize her ne delil (mucize) getirirsen getir, biz sana inanacak değiliz.” dediler.
133. Bundan dolayı (Musa da onlara beddua etti. Biz de) onların üzerlerine ayrı ayrı âyetler (mucizeler) olarak tûfan, çekirge, haşerat, kurbağalar ve (sularına) kan gönderdik; yine de (iman etmeyip) büyüklük tasladılar ve suçlu/günahkâr bir toplum oldular.
134. Üzerlerine (bir de) o azap (felaketi) çökünce: “Ey Musa! Rabbine, sana verdiği söz (ve teminat) hürmetine, bizim için dua et. Eğer bu azabı bizden kaldırırsan, andolsun ki mutlaka sana iman edeceğiz ve mutlaka İsrâiloğulları’nı seninle beraber (Mısır’dan) göndereceğiz.” dediler.
135. Biz, erişecekleri boğulma vaktine kadar onlardan azabı kaldırdığımızda, derhal ahitlerini bozdular.
136. Biz de onlardan intikam aldık; âyetlerimizi yalan saydıkları ve onları umursamadıkları için kendilerini denizde boğduk.
137. Zayıf ve hor görülen (yahudi) kavmi(ni) de, içine feyz ve bereket verdiğimiz yerin (Şam’ın) doğu taraflarına ve batı taraflarına mirasçı kıldık. (Böylece eziyetlere) sabretmeleri yüzünden, Rabbinin İsrâiloğulları’na olan güzel sözü tamamen yerine geldi. Firavun ve kavminin yapmakta oldukları (köşkleri) ve yükseltmekte oldukları (binaları)nı da yıkıp harap ettik.
138. İsrâiloğulları’nı o denizden geçirdik de, (çölde) kendilerine mahsus putlara tapan bir kavme (Amalika kavmi) rastladılar. “Ey Musa! Onların ilâhları gibi bize de bir put/ilâh yap!” dediler. (Musa) dedi ki: “Hakikaten siz cahillik eden bir kavimsiniz.”
(Âyet-i kerîmede geçen olayın benzerleri her devirde, çeşitli şekillerde cereyan etmiştir. Artık günümüz dünyasında Allah’a inanmakla beraber açıktan açığa Allah’a ortak koşularak tapılan putlar pek kalmamış fakat bunun yerine, çağdaş birtakım putlar edinme yoluna gidilmiştir. Çünkü insanlar, çocuk veya ilkel insanlar gibi zihince küçük kaldıkları, gelişmedikleri müddetçe ancak gördüklerine inanmak veya inandıklarını görmek isterler, görünmeyen yüce şeylere pek akıl erdiremezler. Hatta inanıyor gibi olsalar da yine gözleri önünde dikilen put ve benzerlerine Allah’tan daha çok bağlanmak isterler (2/165). Bunun içindir ki Hz. Musa’nın kavmi de gözlerinin önünde tapınacakları bir put istemişlerdi.)
139. (Musa dedi ki:) “Şüphesiz bunların içinde bulundukları (din) yıkılmıştır, (ibadet diye) yaptıkları şey de boşunadır.”
140. “O (Allah), sizi âlemlere üstün kılmışken ben size ilâh olarak Allah’tan başkasını mı arayayım?” dedi.
141. (Ey İsrâiloğulları!) Hani sizi Firavun (ve) yandaşlarından kurtarmıştık. Oysa, onlar sizi azabın en kötüsüne uğratıyorlardı; oğullarınızı öldürüp kadınlarınızı (kızlarınızı) da sağ bırakıyorlardı. Bunda, Rabbinizden size, büyük bir imtihan vardı. [bk. 2/49; 7/127]
142. Musa ile, otuz gece[27] (için) sözleştik ve onu, bir on (gece ilâvesi) ile tamamladık. Böylece Rabbinin tayin ettiği vakit, kırk gece olarak tamamlandı. Musa (ayrılırken) kardeşi Harun’a: “Kavmim içinde benim yerime geç/vekilim ol, (onlara tebliğ et ve yumuşaklıkla)[28] ıslaha çalış, bozguncular(dan yana olup onlar)ın yoluna gitme!” demişti.
143. Musa (ibadet için) tayin ettiğimiz vakitte gelip Rabbi ona (hâtiften ilâhî kelâm ile) konuşunca (Musa): “Rabbim! Bana (kendini) göster, sana bakayım.” dedi. (Allah): “(Sen dayanıp da dünya gözüyle)[29] beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde kalırsa sen de beni göreceksin.” buyurdu. Rabbi(n cemâli) o dağa tecelli edince, onu yerle bir ediverdi ve Musa baygın olarak yere düştü. Ayılınca: “Seni tenzih ederim (sen yücesin, bu sözümden dolayı), sana tevbe ettim ve ben iman edenlerin ilkiyim.” dedi.
44. (Allah) buyurdu ki: “Ey Musa! (Verdiğim) elçilik (görev)lerimle ve seninle konuşmamla seni (zamanındaki) insanların üzerine seçkin kıldım; sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol!”
145. Biz, ona, (Tevrat’a ait) levhalarda (zamanıyla ilgili) her şeyin bir açıklamasını yazdık: “Bunları kuvvetle (sımsıkı, önem vererek) tut, kavmine de emret, onları en güzel şekliyle tutsunlar. Size, fâsık (Allah’ın emrinden sapan)ların yurdunu (nasıl harap ettiğimi de ibret almanız için) göstereceğim.” (dedik). [bk. 19/12]
146. Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları âyetlerim(i anlamak)tan uzaklaştıracağım. Onlar her türlü mucizeyi görseler de ona inanmazlar, doğru yolu görseler, onu yol edinmezler; (fakat) azgınlık yolunu görürlerse, yol olarak onu edinirler. Bu, onların âyetlerimizi yalanlamalarından ve onlar(ı anlamak)tan gafil olmalarındandır.
147. Âyetlerimizi ve âhirete kavuşmayı yalanlayanlar var ya, onların bütün işledikleri boşa gitmiştir. Onlar, yapmakta oldukların(ın karşılığın)dan başka bir şeyle mi cezalandırılırlar? (Hayır ancak onunla.)
148. Musa’nın (Tûr’a gidişi, otuz günü geçince) ardından kavmi, ziynet takımlarından (eriterek tapınmak için canlıymış gibi) böğüren bir buzağı heykeli edindiler. Onun kendileriyle konuşmadığını ve onlara bir yol da gösteremeyeceğini görmediler mi? (Böyle iken Sâmirî’nin başkanlığında) onu (ilâh) edindiler ve zalimlerden oldular.[30]
149. (Buzağıya tapmaktan) çok pişmanlık duyup[31] da kendilerinin hakikaten saptıklarını görünce: “Eğer Rabbimiz bize acımaz ve bizi bağışlamazsa mutlaka ziyana uğrayanlardan oluruz.” dediler.
150. Musa kavmi(nin bu hali)ne kızgın ve üzgün olarak dönünce, (Harun’a): “Ben (gittik)ten sonra, benim arkamdan ne kötü işler yaptınız! Rabbinizin emrini (beklemeye tahammül göstermeyip dininizi değiştirmekte) acele ettiniz ha?” dedi. (Tevrat) levhaları(nı öfkesinden yere) bıraktı ve kardeşinin başından (saçından) tutup kendine doğru çekmeye başladı. (Kardeşi Harun): “Ey anamın oğlu! Bu kavim beni zayıf görüp küçümsedi, az kalsın beni öldürüyorlardı. (Böyle yaparak) düşmanları bana güldürme ve beni bu zalimlerle beraber tutma.” dedi.
151. (Musa üzülerek:) “Ey Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla, rahmetine bizi de dahil et, sen merhametlilerin en merhametlisisin.” dedi.
152. Buzağıyı (ilâh) edinenlere (gelince), hiç şüphesiz, onlara Rablerinden bir gazap ve dünya hayatında da bir aşağılanma erişecektir. İşte biz, yalan uyduranları böyle cezalandırırız. [bk. 20/85-97]
153. Kötülükleri işleyip de sonra ardından tevbe eden ve iman edenler(e karşı) muhakkak ki Rabbin bundan sonra elbette çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.
154. Musa’nın öfkesi (geçip) sakinleşince, (yerden) levhaları aldı. Onların bir nüshasında (şu vardı): “Hidayet ve rahmet, Rablerin(e karşı gelmek)den korkan kimseler içindir.”
155. Musa (buzağıya tapan arkadaşları namına af dilemek üzere tekrar) tayin ettiğimiz vakit(te buluşmak) için,[32] kavminden yetmiş adam seçti de (onlar, Allah’ın Musa ile olan konuşmasını işitmelerine rağmen, ancak Allah’ı görünce inanacaklarını söylemeleri üzerine) onları bir sarsıntı (zelzele) tutunca (yıkılıp bayıldılar. Musa) dedi ki: “Yâ Rabbi! Eğer dileseydin onları da, beni de daha evvel helak ederdin. İçimizdeki birtakım beyinsizler yüzünden bizi de mi helak edeceksin? Bu senin imtihanından başka (bir şey) değildir. Onunla dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim velîmizsin, artık bizi bağışla ve bize merhamet et. Sen bağışlayanların en hayırlısısın.” [bk. 2/55]
(Âyet-i kerîmede geçen yahudiler gibi, her devirde bir kısım insanlar, Allah’a samimi olarak dönmeye ve emirlerine teslimiyete çağırıldıkları zaman, içlerindeki putları kıramayan ve görsel putlara rağbet edenler bir bahane bulup yan çizerler ve âsîliklerine devam ederler. Bunlara karşılık mü’minler: “İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizi de helak etme Allah’ım.” diye dua etmelidirler.)
156. “Bize hem bu dünyada hem de âhirette iyilik nasip et. Şüphesiz biz (tevbe edip) sana yöneldik.” (dedi). (Allah) buyurdu ki: “Ben, (amellerine göre) dilediğim kimseyi azâbıma uğratırım. Rahmetim ise her şeyi kuşatır, onu muttakî olan (Allah’ın emrine uygun yaşayan/karşı gelmekten sakınan)lara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara nasip edeceğim.”
(Bu âyetlerin inmesi üzerine yahudiler,“Biz, Allah’ın âyetlerine yani Tevrat’a iman etmekte ve zekâtı da vermekteyiz. Onun için Allah’ın rahmetine biz dâhiliz.” dediler. Bunun üzerine yüce Allah, artık bunun böyle olmadığını, kim Resûlü Muhammed’e ve ona indirilen Kur’an’a iman edip uyarsa, ancak onların saadete erip cennete gireceğini aşağıdaki âyetle bildirdi. Bu böyle olunca hiç kimse, kimseye bu şartların dışında cennet sözü verme tasarrufunda bulunamaz.)
157. O (Ehl-i Kitab ola)nlar ki yanlarındaki Tevrat ve İncil’de (adını ve özelliğini) yazılmış olarak bulacakları, ümmî[33] peygamber olan (son) Resûl (Muhammed)’e uyarlar.[34] O (Peygamber), onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder. Onlara temiz/hoş şeyleri helal, (kendilerince helal saydıkları veya amel olarak) pis ve murdar şeyleri de haram kılar.[35] Onlar(ın sırtın)dan ağır yükü ve üzerlerinde olan zincirleri (zor teklifleri) kaldırır. Artık ona inanan, ona hürmet eden, ona yardım eden ve onunla beraber indirilen nura (Kur’an’a) uyanlar var ya, işte (dünya ve âhirette) kurtuluşa erenler sadece onlardır. [bk. 2/146]
158. (Resûlüm!) De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben, Allah’ın sizin hepiniz için (gönderilen) peygamberiyim. O (Allah) ki göklerin ve yerin mülkü ve hükümranlığı kendisinindir. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, hem diriltir hem öldürür. O halde Allah’a inanın; Allah’a ve O’nun sözlerine inanan, ümmî peygamber Resûlü’ne de inanın. Ve ona uyun ki doğru yolu bulasınız.”[36] [bk. 2/107; 34/28]
159. Musa’nın kavminden de (halkı) doğruya çağıran ve onunla adaleti sağlayan bir cemaat var(dı). [bk. 2/146]
160. Biz onları (İsrâiloğulları’nı)[37] ayrı topluluk halinde on iki kabileye ayırdık. Kavmi (Tîh çölünde), kendisinden su isteyince, Musa’ya: “Âsân ile taşa vur.” diye vahyettik. (Vurunca) ondan on iki pınar (su) fışkırdı. (Kabilelerden) herkes, su içecekleri yeri bildi (krş. 2/60). Bulutu da üzerlerine gölge yaptık ve onlara, kudret helvası ile bıldırcın eti indirdik. “Size verdiğimiz rızkın temiz ve helallerinden yiyin.” (dedik). Onlar (sapmakla), bize değil, fakat kendilerine zulmediyorlardı.
161. O zaman onlara: “Şu kasabada yerleşin, dilediğiniz yerde on(un nimetlerin)den yiyin. ‘Affet’ deyin ve (şehrin) kapısından baş eğerek (hürmet içinde tevâzû ile) girin ki sizin hatalarınızı bağışlayalım; iyilik (ve iyi hareket) edenlere (mükâfatı) daha da artıracağız.” denilmişti. [krş. 2/58]
162. Ne var ki aralarındaki zalimler, (af dilemeleri için söylediğimiz) sözü (tahrif edip) kendilerine söylenenden başka hâle soktular. Biz de (böyle) haksızlık ettiklerinden dolayı üzerlerine gökten iğrenç bir azap (vebâ) indirdik. [krş. 2/59]
163. (Resûlüm!) Onlara, deniz kıyısındaki o kasaba[38] (nın başına gelen felaket)i sor. (Hani onlar, Allah yasak ettiği halde), Cumartesi gününde (balık avlama yasağını dinlemeyip) haddi aşıyorlardı. Çünkü (onların, ibadete saygı gösterip tatil yaptıkları) Cumartesi günü, balıklar sürüler halinde meydana çıkarak onlara doğru gelirlerdi. Cumartesi dışındaki günlerde ise gelmezlerdi. İşte itaatten çıkmaları sebebiyle, biz onları böyle imtihan ediyor (belaya uğratıyor)duk.
(Yahudilerden bir kısmı, Allah’ın emirlerini dinlemeyip yasaklarını çiğniy
(Yahudilerden bir kısmı, Allah’ın emirlerini dinlemeyip yasaklarını çiğniyorlardı. Bir kısmı bunları görüp hiç ses çıkarmıyor, bir kısmı da onları ikaz ediyordu. Fakat ertesi gün onları, yine aynı halde gördükleri halde onlarla oturup yiyip içip sohbet ediyorlardı. İşte onlardan bir kısmı Allah’ın cezası olarak rivayete göre şeklen veya rûhen maymuna dönüşmüşlerdir (7/166). Bedenen dönüşmüş olanlar üç gün sonra ölmüşlerdir. Rûhen maymuna dönüşenler ise, onlar gibi aç gözlü ve taklitçi olanlardır[39] (2/65). Bu anlamda her devirde nefislerinin esiri olan insanlar, taşkın hareket ve davranışlarıyla rûhen çeşitli hayvanlara dönüşmüş görünümdedirler. Bu anlamda, “İnsanlaşan hayvan olmamıştır, ama hayvanlaşan insan çok olmuştur.” Netice olarak, Cumartesi ibadetini bırakıp Allah’ın yasakladıklarını çiğnemekle meşgul olanlar ve onları meşrulaştıranlar maddeten ve mânen cezaya uğratılmışlardır. Müslümanlara da Allah, Cuma vaktinde ticareti (kazancı) bırakmayı emretmiştir.) [bk. 62/9]
164. Hani içlerinden bir cemaat: “Allah’ın yok edeceği veya (âhirette) şiddetli bir azaba çarptıracağı bir kavme niçin öğüt veriyorsunuz?” dedi. (Öğüt verenler de: “Vazifemizi yapmış olmakla) Rabbinizce mazur görülmek için, bir de belki onlar, ‘Allah’ın emrine uygun yaşayıp karşı gelmekten sakınırlar’ diye (öğüt veriyoruz).” dediler.
165. Onlar, kendilerine verilen nasihatleri unutunca, biz de kötülükten menetmeye çalışanları kurtardık, zalimlik yapanları da ‘Allah’ın emrinden sapmalarından’ dolayı şiddetli bir azap ile yakaladık.
166. Onlar yasak edilen şeylerden (vazgeçmeyip) haddi aştıkları zaman kendilerine: “Aşağılık
166. Onlar yasak edilen şeylerden (vazgeçmeyip) haddi aştıkları zaman kendilerine: “Aşağılık maymunlar olun.” dedik. [krş. 2/65; 5/60; 7/163]
167. (Resûlüm!) O vakit, Rabbin, kıyamet gününe kadar onlara en kötü eziyeti yapacak kimseleri, mutlaka göndereceğini bildirmiştir. Şüphesiz Rabbin cezayı çok çabuk verendir. Hem de O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
168. Biz, onları yeryüzünde parça parça topluluklara ayırdık. Onların içinde iyi olanlar da var, aksine (küfür ve fâsıklıkta) olanlar da var. (Biz,) onları belki (iyiliğe) dönerler diye hem iyiliklerle hem de (kıtlık ve sıkıntı gibi) kötülüklerle imtihan ettik.
169. Nihayet onların ardından yerlerine birtakım (kötü) kimseler geldi ki (onlar), Kitab’a (Tevrat’a) mirasçı oldular, şu en değersiz/aşağılık (dünya)nın malını (haksız ve yanlış hüküm verme karşılığında değişip) alırlar ve: “Biz (nasılsa) bağışlanacağız.” derler. Kendilerine ona benzer bir mal/menfaat daha gelse onu da alırlar. Onlardan, Allah hakkında hakikatten başkasını söylemeyeceklerine dair Kitab üzerine kuvvetli söz alınmamış mıydı? (Evet alınmıştı.) Halbuki onlar, onun içindekini de (durmadan) okumuşlardı. Âhiret yurdu, ‘Allah’ın emrine uygun yaşayan/günahlardan sakınanlar’ için daha hayırlıdır. Hâlâ (akıllanıp) düşünmeyecek misiniz?
170. Kitab’a sımsıkı sarılan (Kur’an’ın hükümlerine göre hareket eden) ve namazı dosdoğru kılanlara gelince, şüphesiz biz böyle iyiliğe çalışanların mükâfatını zâyi etmeyiz.[40]
171. Bir zaman (Tûr) dağı(nı tehdit için İsrâiloğulları’nın) başlarının üstüne sanki bir gölgelik gibi (yerinden) kaldırmıştık. Onlar da hakikaten onun üzerlerine düşeceğini sanmışlardı. (İşte bu sırada:) “Size verdiğimiz (Kitab’)ı kuvvetle tutun, onda olanı düşünün ki bu sayede (Allah’tan korkar, günahlardan) sakınırsınız.” (demiştik). [krş. 2/93; 4/154]
172. (Resûlüm!) Hani Rabbin, Âdemoğulları’ndan, onların (gelmiş gelecek) zürriyetlerini, sırtlarından (sulblerinden zerreler halinde)[41] al(ıp çıkar)mış ve onları, kendilerine şahit tutarak: “Ben sizin, Rabbiniz değil miyim?” (demişti.) Onlar da: “Evet (Rabbimizsin), şahit olduk.” demişlerdi. (Bu da dünyada kâfirliğe sapıp da) kıyamet gününde: “Biz bundan habersizdik.” dememeniz içindir.
173. Yahut: “(Ne yapalım) ancak daha evvel babalarımız (Allah’tan başkasına bağlılık göstererek O’na) ortak koşmuşlardı. Biz ise ancak onlardan sonra (gelen ve onlara uyan) bir nesil olduk. Batıl yoldan gidenlerin işledikleri (günahlar) yüzünden bizi de helak edecek misin?” dersiniz diyedir.
174. İşte onlar (doğru yola) dönsünler diye; âyetleri böyle, geniş geniş açıklıyoruz.
175. (Resûlüm!) Onlara (o yahudilere) şu kimsenin haberini oku ki biz ona âyetlerimizi vermiştik de o bunlardan sıyrılıp çıktı (küfre meyletti). Böylece şeytan onu peşine taktı, o da azgınlardan biri olup çıktı.
(Bu âyetteki adam, rivayete göre Bel’am b. Baûrâ olup İsrâiloğulları’ndan bilgin ve duâsı kabul olunan bir kimse idi. Bunun bulunduğu şehir halkı kâfir olduğu için Hz. Musa’nın getirdiği şeriate karşı çıkmışlar, Hz. Musa da onlarla savaşmıştı. Halktan ileri gelenler buna gelerek Hz. Musa ve kavmi aleyhinde bulunmasını ve beddua etmesini istediler. Önce razı olmamıştı. Fakat kendisine birtakım dünyalıklar verilince, biraz da pohpohlanınca mü’minlerin aleyhinde olmaya ve beddua etmeye başladı. Bunun üzerine yüce Allah tarafından ilmi kendisinden alınarak dili (aşağıdaki âyette misal verildiği gibi) göğsüne kadar uzayıp sarkmış ve böylece cezasının bir kısmı daha dünyada iken verilmişti. İşte böyle şan, şöhret ve mevki elde etme uğruna dinini satanlara “Bel’am” sözü darb-ı mesel olmuştur.)
176. Eğer dileseydik onu, âyetler ile (iyiler derecesine) yükseltirdik. Fakat o, yere (aşağılık dünyaya) meyletti ve hevesinin peşine düştü. Artık onun durumu köpeğin hali gibidir ki üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, kendi haline bıraksan da yine dilini çıkarıp solur (aşağılık bir haldedir). İşte âyetlerimizi yalanlayanların durumu budur. (Onlara) bu hadiseyi anlat; olur ki iyice düşünür (öğüt alır)lar.
177. Âyetlerimizi yalanlayıp (bu suretle) sadece kendi kendilerine yazık eden toplumun durumu ne kötüdür!
78. Allah kime hidayet ederse, işte o, doğru yolu bulmuştur. Kim de sapıklık yaparsa, işte onlar asıl zarara uğrayanların ta kendileridir.
179. Andolsun ki biz, cin ve insanlardan birçoğunu cehennemlik kıldık;[42] çünkü onların kalpleri vardır, onlarla (ilâhî hakikatleri) anlamazlar; gözleri vardır, onlarla (İslâm’a ait gerçekleri) görmezler; kulakları vardır, onlarla (İslâm’a dair emirleri) işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler, hatta daha aşağı/daha şaşkındırlar.[43] İşte onlar, (düşünce, inanç ve yaratılış gayesinden ve Allah’a kulluktan) gafil olanların ta kendileridir. [krş. 8/22; 25/44; 32/13; 51/56; 67/2; 95/5]
180. Esmâü’l-Hüsnâ (en güzel isimler) ancak Allah’ındır.[44] O halde O’na, onlarla dua edin. O’nun isimleri hakkında eğriliğe sapanları terk edin. Onlar yapmakta olduklarıyla cezalandırılacaklardır.
181. Yarattıklarımız içinde (öyle) bir ümmet vardır ki (batıla bulanmış ve batıl birlikteliğinde olmayarak) hak ile rehberlik ederler ve onunla adaleti sağlarlar. [krş. 2/42]
182. Âyetlerimizi yalanlayanları ise bilemeyecekleri yerden kademe kademe helake yaklaştıracağız.
183. Onlara (görünüşte) mühlet veririm (diledikleri gibi yaşarlar), fakat benim tuzağım (lütuf zannettikleri kahrım)[45] çok şiddetlidir.
184. Onlar hiç düşünmediler mi ki, arkadaşları (Muhammed’)de hiçbir delilik yoktur. O, ancak (dünya ve âhiret azabı hakkında) açık bir uyarıcıdır.
185. Onlar, göklerde ve yerdeki (Allah’ın) hükümranlığ(ın)a, Allah’ın yarattığı herhangi bir şeye, hiç olmazsa ecellerinin gerçekten yaklaşmış olabileceğine hiç (ibretle) bakıp düşünmezler mi? Onlar bundan (Kur’an’dan) sonra hangi söze inanacaklar?
186. Allah, kimi (kötü amellerinin sonucu olarak) sapıklıkta bırakırsa,[46] artık onu doğru yola getirecek yoktur. Ve onları, azgınlıkları içinde şaşkın bir halde bırakır.
187. (Ey Resûlüm!) Sana: “Onun gelip çatması ne zaman?” diye, (kıyamet) saat(in)den soruyorlar. De ki: “Onun ilmi ancak Rabbimin yanındadır. Onun vaktini O’ndan başkası açıklayamaz. O (kıyamet vakti), göklere de yere de ağır gelmiştir. O size ancak ansızın gelecektir.” Sanki sen kesin biliyormuşsun gibi, onu sana soruyorlar. De ki: “Onun ilmi ancak Allah’ın yanındadır; fakat insanların çoğu (böyle olduğunu) bilmezler.”
188. De ki: “Ben, Allah’ın dilemesi dışında kendime ne bir fayda ne de bir zarar verme (gücüne) sahibim. Eğer ben gaybı bilseydim elbet daha çok hayır yapmak isterdim ve bana kötülük de dokunmazdı. Ben, ancak inanan bir kavme, bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.”
189. Sizi bir tek nefisten (Âdem’den) yaratan, (gönlü) onunla huzur bulsun diye eşini de o(nun özünden/cinsi)nden var eden O’dur.[47] (Âdem) eşi (Havva) ile birleşince o hafif bir yük yüklendi (hamile kaldı), bir müddet bununla geçti. (Gebeliği) ağırlaşınca ikisi de, Rableri olan Allah’a: “Eğer bize düzgün/kusursuz bir çocuk verirsen andolsun ki mutlaka şükredenlerden olacağız.” diye dua ettiler.
190. Fakat (Allah) onlara bir düzgün (çocuk) verince, (sonraki insanlar, Allah’ın) kendilerine verdiği (çocuk hakkı)nda O’na ortaklar koşmaya başladılar. Allah ise onların ortak koştuğu şeylerden yücedir.
(Müşrikler çocuklara “Abdullah” ismi yerine “Abdüluzzâ” (Uzzâ’nın kulu) gibi isimler vererek onları putlara nispet ettiler. Hıristiyanlar Hz. İsa’ya, yahudiler de Hz. Üzeyr’e “Allah’ın oğlu” dediler, onlara bağlanıp taptılar. Böylece şirke düştüler. Bazı müslümanların da çocuklarının olması hususunda: “Falanca türbeye gittim de çocuğum oldu.” gibi sözleri veya Allah’ın izni ile demeyerek, Allah’a sığınmaya lüzum görmeyerek: “Bu işi ancak ben yaparım veya falanca yapar.” demeleri de gizli şirk cümlesinden sayılmıştır.)
191. Hiçbir şey yaratamayan ve kendileri yaratılmış olanları (Allah’a) ortak mı tutuyorlar?
(Allah’ın yarattıklarını yüceltip ilâhlaştırıyorlar, Allah’a yapılacak tâzimi ona yapıyorlar.) [bk. 2/165]
192. (O tapılanlar,) ne o (tapa)nlara bir yardım edebilirler, ne de kendilerine yardımları olur!
193. (Ey mü’minler!) Eğer onları (müşrikleri) doğru yola (İslâm’a) çağırırsanız, size uymazlar. Onları ha çağırmışsınız, ha (çağırmayıp) susmuşsunuz, size karşı (durumları) birdir.
194. (Ey müşrikler!) Allah’tan başka taptıklarınız, sizin gibi kullardır.[48] Eğer, (onların ilâh olduğu hakkında) doğru söylediğiniz iddiasında iseniz, haydi onları çağırın da siz(in istekleriniz)e karşılık versinler!
195. Onların yürüyecekleri ayakları mı, yoksa tutacakları elleri veya görecekleri gözleri yahut işitecekleri kulakları mı var? (Resûlüm!) De ki: “(Eğer varsa) çağırın (tapınmada) ortak (koştuk)larınızı, sonra bana (istediğiniz) hileyi düşünün, bana göz bile açtırmayın!”
196. Şüphesiz ki Kitab’ı (Kur’an’ı) indiren benim velîm (dostum ve sığındığım) Allah’tır ve O, (bütün) iyi kimselerin velîsidir (onları görüp gözetir).
197. O’ndan başka taptıklarınız (ve sığındıklarınız), ne size yardım edebilir ne de kendilerine yardımları olur.
198. Onları doğru yola çağırsan duymazlar. Onların sana baktıklarını görürsün; ama aslında onlar görmezler.[49]
199. (Resûlüm!) Affetme yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir (kendini bilmezlerin söz ve hareketlerine karşılık verme).
00. Şeytandan bir vesvese seni dürterse hemen Allah’a sığın Çünkü O, (her şeyi) hakkıyla işitendir, bilendir. [krş. 7/27; 27/24; 35/6]
201. Takvâya erenler (Allah’ın emirlerine uygun yaşayanlar) var ya, onlara şeytandan bir vesvese dokunduğunda, (Allah’ın emirlerini) hatırlayıp, hemen hakikati görürler.
202. (Şeytanların) yandaşlarına[50] gelince, (şeytanlar) onları sapıklığa çekerler, sonra da yakalarını bırakmazlar.
203. Onlara (istedikleri) bir âyet (mucize) getirmediğin zaman: “Onu da kendin derleyip getirseydin ya!” derler. De ki: “Ben, ancak Rabbimden bana vahyedilene uyarım. Bu (Kur’an), Rabbinizden gelen açık delillerdir, iman eden bir toplum için de yol gösterici ve rahmettir.”
204. Kur’an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki merhamete eresiniz.
(Kur’ân-ı Kerîm’den fikren ve zikren faydalanmak, aynı zamanda ona hürmet ve saygı göstermek için Kur’an okunurken susmak ve dinlemek gerekir. Hasan-ı Basrî’ye ve Zâhirîler’e göre âyetteki “dinleyin ve susun” lafızları birer emir olup mutlaktır ve mânası umûmîdir. Bu itibarla gerek namazın içinde gerek namazın dışında okunan Kur’an’ı dinlemek ve susmak vâciptir. Fahreddîn-i Râzî ve Hazîn tefsirlerinin beyanı da böyledir. Aynı zamanda bu, mü’min olmanın bir alâmeti (8/2); aksi ise inkârcıların hallerine benzemektir (41/26). Bu konuda “Namaz dışında okunan Kur’an’ı dinlemek müstehaptır.” diyenler de vardır. Dinleme edebi ile ilgili gerekli hassasiyeti göstermek kaydı ile uygun şart ve mekânlarda elektronik cihazlardan istifade ile Kur’an dinlemek de caizdir.)
205. Rabbini, içinden yalvararak, korkarak, yüksek olmayan (hafif) bir sesle sabah ve akşam
205. Rabbini, içinden yalvararak, korkarak, yüksek olmayan (hafif) bir sesle sabah ve akşam zikret/an, gafillerden olma!
206. Şüphesiz ki Rabbin katındaki (melek)ler, O’na kulluk etmek hususunda kibirlenmezler, (daima) O’nu tesbih ve yalnız O’na secde ederler.[51]
[1] Çünkü Allah’ın emirlerine karşı olan işlerde hiç kimseye itaat edilmez (Münâvî, VI, 432).
[2] Kalpte Allah’ın emri yerine, nefsin emri (heva ve heves) hâkim olursa insan ziyana uğrayanlardan olur (Mukâtil, s. 89).
[3] bk. 57/25.
[4] Câhiliye döneminde Araplar, “içinde günah işlediğimiz elbiselerimizle tavaf etmeyiz” diyerek Kâbe‘yi çıplak tavaf ederlerdi. Bu âyet, bu hâdise hakkında nâzil oldu (Beydâvî).
[5] Âyet-i kerîmede Allahu Teâlâ, temiz ve güzel olan helal yiyecekleri ne kendine yasaklayarak riyâzete çekilmeyi, ne de aşırı yiyip içerek/israf etmeyi ve haddi aşmayı istiyor, itidâl üzere/dengeli olmamızı murad ediyor (17/27-29). Diğer taraftan insanın süsü olan elbiseleri de caiz olan ölçüler içinde giyinmemizi emretmekte, çul içinde ve hırpânî bir kılıkta gezmeyi veya câhiliyedeki gibi çıplaklığı yasaklamaktadır (33/59). Diğer bir husus da hiç kimsenin Allah’ın helal saydıklarını haram (yasak), haram saydıklarını helal (serbest) yapma yetkisi yoktur (9/31 ve açıklaması).
[6] Toplumsal ecel, toplumun özünü teşkil eden mânevî değer ve dinamiklerin kaybolup başka bir topluma dönüşmesiyle de olabilir.
[7] Böylece Cenâb-ı Hak, kim olursa olsun küfre sapanlara itaati ve onlara uymayı yasaklıyor. [bk. 7/24; 33/66-68]
[8] Âyetteki “el-cemel” kelimesi, kökü itibariyle hem deve hem de halat anlamına gelmektedir. Sahabe ve tâbiîn, halat ifadesini kullanmıştır. Zemahşerî de İbni Abbas’tan böyle rivayet ederek halat ile iğne arasındaki mecazın uygunluğunu ifade etmiştir. Bazı müfessirler deve ifadesini tercih etmişlerdir.
[9] Âyetteki “bulduk” kelimesi anlam kolaylığı için “gördük” olarak ifade edilmiştir.
[10] İbni Kesîr (Sâbûnî), II, 22.
[11] Âyetten anlaşıldığı üzere, hiçbir suret ve şekilde tekrar dünyaya dönüş yoktur.
[12] Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında bk. 41/9-12.
[13] Dînin kapsamına giren bütün emirler O’nun emirlerine uygun olmalıdır. [bk. 2/166-167; 4/48; 12/40; 95/8]
[14] Görülüyor ki fesat, Allah’ın koyduğu adalet ve düzeni bozmaktır (Mukâtil, s 134). [bk. 30/41]
[15] Âyet-i kerîmede, havadan ağır olduğu halde hemen düşmeyen nemlerin, ilâhî kanun gereği, yağmur halinde yağması için, önce rüzgarlarla bir araya getirilip yoğunlaştırıldığı, sonra yüce Allah’ın dilediği yere sevk edilip yağdırıldığı ve orada hayatî bir diriliş vesilesi olduğunun fizîkî bir tablosu sergilenmektedir. İşte burada olduğu gibi, ölüleri diriltmesi de O’nun için çok kolaydır. Bu âyet-i kerîmeden hareketle, ibret vesilesi olacak bir diğer husus da, mü’minler havadaki dağınık bulutlar gibi durmayıp da iman rüzgarıyla bir araya gelip yoğunlaşırlarsa o zaman bir yağış ve yeniden diriliş olacaktır.
[16] Allah’ın âyetleri karşısında mü’minle, münâfık ve inkârcıların hali, bu toprak cinslerine benzer (Beydâvî). Mü’min, yaşayışına Allah’ın emirlerini hâkim kılar; münâfık ve inkârcılar da sırf menfaatlerini, hevâ ve heveslerini hâkim kılarlar.
[17] “Akara”, bir hayvanı ayaklarını biçerek devirmek demektir.
[18] Hz. Lût, Hz. İbrahim’in kardeşi Harra’nın oğlu olup Sodom şehrine peygamber olarak gönderilmiştir (Kurtubî, VII, 243; Ahmet Cevdet Paşa, I, 8).
[19] Lût kavmi, daha önce hiçbir milletin yapmadığı bir fuhşu (homoseksüellik) yapıyordu.
[20] Allah’ın belirttiği küfür, fuhuş ve benzeri yasakları çiğneyenlerin ve diğer helak edilenlerin başlarına gelen cezalar, aklı olup da düşünenlere ibret olarak kâfî gelecektir.
[21] Medyen, Akabe Körfezi’nin doğusunda yer alan ve Hz. Şuayb’ın kavminin yaşadığı şehirdir.
[22] Âyette geçen “feth” kelimesi, açmak anlamına gelmekle beraber aynı zamanda hüküm mânasındadır. [bk. 32/18-19]
[23] Hz. Musa’nın M.Ö. 13. yüzyıl(ın 1200’lü yılın ortaların)da yaşadığı sanılmaktadır. Firavun, Mısır krallarına verilen addır. Kur’an’da sözü edilenin, mumyası da bulunmuş olan II. Ramses olduğu söylenir. [krş. 10/92]
[24] Celâleyn.
[25] Müşâverede kullanılan mecâzî emirdir.
[26] Elmalılı, IV, 113.
[27] Münâcaatının ve orucunun sonunda Tevrat’ın verilmesi ve ibadet için.
[28] Zuhaylî (Tefsîr), s. 167.
[29] Nesefî (Medârik), II, 75-76.
[30] Her devirde yeni Sâmirîler çıkmış, Allah’a karşılık ortaya koydukları kendi anlayışlarına insanları taptırmaya çalışmışlar hatta zorlamışlardır. Yahudilerin bu hareketi, onların maddeye tapmaları/maddeperestlikleri ve âhireti inkârlarının başlangıcı olmuştur. [krş. 20/87-88]
[31] “Sukıta fî yedihî” Arapça’da “çok pişman olmak” anlamına gelen mecâzî bir ifadedir (Sicistanî, s. 173).
[32] Tevrat’ta, tayin edilen vakit yerine toplanma çadırı ifadesi geçmektedir. [bk. Tevrat, “Sayılar”, 11/16-17]
[33] Burada ümmî lafzı, okur yazar olmayan anlamındadır. [bk. 29/48-49]
[34] Hz. Muhammed (sas.), Allah’ın kendisine kitap verilen elçisi olmak bakımından “Resûl,” halka Hakkın emirlerini tebliğ ve haber vermesi itibariyle “Nebî”dir. (Beydâvî).
[35] Âyet-i kerîmede geçtiği üzere, 2/173; 5/3; 6/145. âyetlerde geçen haramların dışında bildirilmeyen haram ve helal kapsamında olan şeyler hakkında hüküm koyma yetkisi, bu ve diğer (bk. 59/7; 5/92) âyetlerde Peygamberimiz’e verilmiştir. Âyet-i kerîmede pis ve murdar olarak bildirilenlerin neler olduğunu o açıklamıştır.
ildirilenlerin neler olduğunu o açıklamıştır.
[36] Ehl-i Kitab olan yahudi ve hıristiyanlar, (bilgisi kendilerine ulaşmış mükellefler olarak) Hz. Muhammed’in peygamberliğini ve bütün insanlara gönderilmiş olduğunu bile bile kabul etmezlerse kâfir olurlar. [İbni Abidîn, IX, 16; XVII, 2; diğer âyetler için bk. 4/42; 6/33; 7/157-158; 10/2; 13/43; 47/2; 48/13]
[37] İsrâiloğulları, Hz. Yakub’un 12 oğlundan çoğalarak kabile haline gelmiştir.
[38] Medyen ile Taberîye arasında Şa‘b denizi yakınındaki Eyle (Eila) kasabasıdır. Medyen veya Taberîye de denilmiştir (Beydâvî; İzmirli, I, 294).
[39] Maymunlaşmanın rûhen olduğuna dair rivayetler varsa da bedenen olmasındaki delâlet daha açıktır (İbni Kesîr (Sâbûnî), II, 59-60; Mehmed Vehbi, V, 1789-1791).
[40] “Kur’an kitabımdır.” demek, onu sadece ölüye okumak ve evin en mûtenâ duvarına süslü kılıflar içerisinde asmakla değil, onun hükümlerini kişinin hayatına uygulamasıyla olur.
[41] Bu zerreler alabildiğine küçük olmasına rağmen son derece ilginçtir. Tıpkı bunun gibi, bütün insanların genleri bir araya gelse, bir toplu iğnenin başını geçmez (Bâr, s. 54).
[42] “Zera’e” fiilinin tefsirlerdeki “yarattık” ve “kıldık” anlamlarından, İslâm inancına da uygun olması için “kıldık” anlamını tercih ettik.
3] Kalbini Allah sevgisine, ilâhî emirlere, hak ve hakikatlere kapatmış, onun yerine maddeperestliği, şehvetperestliği, dünyaperestliği doldurmuş olanların diğer uzuvları da onları elde etmeye çalışır; hatta onların zarif giyinişi, ilgi çekici kibarlık ve nezaketi de çoğu kez bunun içindir. İnsanların, hayvanlardan daha şaşkın/daha aşağı oluşu, Allah’ın kendisine kulluk etmek için lütfettiği şuur ve sorumluluk duygusunu kaybetmiş olması dolayısıyladır. [krş. 8/22]
[44] “En güzel isimler” demek, “en güzel mânalara delâlet eden lafızlar” demektir. Sıfatları da buna dâhildir (Beydâvî).
[45] Beydâvî.
[46] Allah kulunu azdırmaz, saptırmaz, zulmetmez. Ancak kötü amellerin sonucu olarak Allah onu sapıklık hali üzere bırakır; bu da adaletinin gereğidir.
[47] Havva anamızın nasıl yaratıldığını bilmeye, aklımız ve ilmimiz yeterli değildir, biz ancak böyle inanırız. [bk. 4/1]
[48] “Taptığınız kullar” ifadesi, önünde âyin yapılan, kendisine yalvarılıp şikayet ve dileklerde bulunulan bütün varlıkları içine alır.
[49] Bütün putlar ve putlaşanlar böyledir.
putlar ve putlaşanlar böyledir.
[50] Şeytanın dostları, küfre sapanlar, inkârcılar ve tâğûtlardır. [bk. 2/257; 4/76; 6/12]
[51] Bu âyet-i kerîme Kur’ân-ı Kerîm’deki “secde” âyetlerinin birincisidir. Kur’ân-ı Kerîm’de 14 secde âyeti vardır. Bu âyetlerin tamamını veya bir kısmını yahut sadece mealini okuyan veya dinleyen kimsenin “Tilâvet secdesi” yapması gerekir. Bu secdeler Hanefî mezhebine göre vâcip, diğer mezheblere göre sünnettir.
112. İhlâs Sûresi
Mekke döneminde nâzil olmuştur. Dört âyettir. Kur’an’ın ve İslâm’ın özü olan sûredir. Bu sebeple bu adla anılmıştır.
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
1. De ki: “O Allah, birdir.”
2. Allah Samed’dir (her varlık O’na muhtaçtır, O hiçbir şeye muhtaç değildir, başvurulup yardım istenilecek tek varlık O’dur).
3. (O) baba olmadı ve doğmadı da.[1]
4. Hiçbir şey O’na denk (ve benzer) değildir.
(Allah, zât-ı ulûhiyetinde, mülkünde, kudretinde, hükmünde, hâkimiyetinde ve bütün sıfatlarında birdir. Eşi, dengi ve benzeri yoktur.
Bu sûrenin bir adı da Tevhid sûresidir. Bundan dolayı hadîs-
(Allah, zât-ı ulûhiyetinde, mülkünde, kudretinde, hükmünde, hâkimiyetinde ve bütün sıfatlarında birdir. Eşi, dengi ve benzeri yoktur.
Bu sûrenin bir adı da Tevhid sûresidir. Bundan dolayı hadîs-i şerîfte, İhlâs sûresinin, Kur’an’ın üçte birine denk olduğu bildirilmiştir.)
[1] İncillere hıristiyanlarca yazılan: “Allah babadır, oğul Allah da İsa’dır.” şeklindeki küfür ve şirk inancı bu âyetle reddedilmiştir. Allah ezelî ve ebedîdir. O, ne doğmuş çocuk olarak aciz bir varlık ne de çocuğa muhtaç bir varlıktır. O, Samed’dir.
8. Enfâl Sûresi
Medine döneminde nâzil olmuştur. 75 âyettir. 30-36 ve 64. âyetler Mekkî’dir. Enfâl, nefl’in çoğuludur, “harp ganimetleri” demektir.[1]
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
1. (Ey Resûlüm!) Sana harp ganimetleri hakkında sorarlar. De ki: “Ganimetler, Allah ve Resûl(ü’n)e aittir.[2] O halde, eğer (gerçekten) inanıyorsanız Allah’ın emrine aykırı davranmaktan sakının, aranızı düzeltin, Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin.”
2. (Gerçek anlamda) inananlar, ancak o kimselerdir ki Allah’ın adı anıldığı zaman yürekleri titrer, O’nun âyetleri kendilerine okunduğu zaman, (bu) onların iman (nur)larını artırır (kuvvetlendirir).[3] Ve (her işlerinde) ancak Rablerine güvenirler. [bk. 9/124]
3. Onlar namazlarını dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden (Allah yolunda) harcarlar. [bk. 2/3]
4. İşte bunlar gerçek mü’minlerdir. Rableri katında onlara hem dereceler, hem bağışlanma, hem de tükenmez/bol rızık vardır.
5. (Ganimetlerin taksiminden bazılarının hoşlanmayışı,) Rabbinin seni hak uğrunda (Bedir’de savaşmak için) evinden çıkardığı (zamanki) hâle benzer. (O zaman da) mü’minlerden bir kısmı (savaşa çıkmaktan) hoşlanmıyorlardı.
6. Hak (yolunda savaş gerçeği) apaçık ortaya çıktıktan sonra sanki onlar göz göre göre ölüme sevkediliyorlarmış gibi seninle (bu hususta) tartışıyorlardı.
7. Allah size iki tâifeden (Kureyş’in ya Şam’dan gelen ticaret kervanı veya silahlı birliklerinden) birinin muhakkak sizin olduğunu vaadettiği zaman, (siz) silahlı olmayanın kendinizin olmasını istiyordunuz. Allah da sözleriyle (bunun aksine), hakkı açığa vurmak ve kâfirlerin arkasını kesmek (için silahlı büyük kısımla savaşmanızı) istiyordu.[4]
8. (Bu,) o (müşrik olan) günahkârlar hoşlanmasa da hak (olan İslâm’)ı gerçekleştirmek ve batıl (olan küfrü ve şirk)i ortadan kaldırmak içindi.
(Resûlullah (sas.) ve ashâbından 312 kişi Bedir’e üç günlük mesafeden geldikleri zaman, müslümanları ortadan kaldırmayı planlayan müşrikler de, 950 kişilik teçhizatlı bir ordu ile Mekke’den çıkıp,on günlük mesafeden oraya gelmişlerdi. Bu savaş İslâm tarihinde iman ve küfrün ilk savaşıdır.)[5]
9. Hani siz (Bedir’de) Rabbinizden yardım istiyordunuz, O da: “Hiç şüpheniz olmasın ki ben size, birbiri ardınca gelen bin(lerce) melekle yardımcıyım.” diye duanızı kabul buyurmuştu.
(Resûlullah (sas.), gözyaşlarının dualarına karıştığı bir esnada: “Yâ Rabbi! Bir avuç müslüman ve bir avuç tevhid ordusu düşmana yenilir mahvolursa, yeryüzünde sana ibadet edecek ve senin emirlerini tebliğ edecek kimse kalmaz.” diyordu. Duasını bitirdikten sonra gölgelikten yüzü gülerek ve 54/45. âyetini okuyarak çıktı.)[6]
10. Allah bunu ancak bir müjde olsun ve kalpleriniz bununla güvene kavuşsun diye yapmıştı. Yardım/zafer ancak Allah katındandır. Şüphesiz ki Allah mutlak galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.
11. O zaman, (Allah) katından (verilen) bir güven olmak üzere sizi hafif bir uyku bürüyordu. Sizi tertemiz yapmak, (bulunduğunuz yerde suyun olmayışından dolayı) şeytanın pisliğini (vesvesesini) gidermek, kalplerinizi (ümitle Allah’a) bağlamak, ayakları(nızın altındaki kumları) pekiştirmek (ve sebatınızı sağlamak) için üzerinize gökten su indiriyordu.
12. O vakit meleklere Rabbin şöyle bildiriyordu: “Şüphesiz ben, sizinle beraberim, siz, iman edenlere dayanma gücü verin. Ben kâfirlerin yüreklerine korku salacağım, hemen vurun boyunlarının üstüne, vurun onların her parmağına.”
13. Bu da, onların Allah’a ve Resûlü’ne karşı gelmeleri sebebi iledir. Kim de Allah’a ve Resûlü’ne karşı gelirse, muhakkak Allah’ın (onlara) cezası çok şiddetlidir.
14. İşte (şimdi) onu tadın! Kâfirler için bir de (cehennem) ateşin(in) azabı vardır.
15. Ey iman edenler! (Savaşta) kâfirlerle, (onlar) toplu halde iken karşılaştığınız zaman, onlara arka(larınızı) dön(üp kaç)mayın!
16. (Düşmanı yanıltma ve onunla) tekrar muharebe için bir tarafa çekilen veya (hazırlık için) diğer bir bölüğe katılan hariç; kim o günde onlara arkasını döner (kaçar)sa, muhakkak o, Allah’tan bir gazaba uğrar, üstelik onun varacağı yer cehennemdir. O, varılacak ne kötü bir yerdir!
17. Onları siz (Bedir’de kendi kuvvetinizle) öldürmediniz; fakat onları Allah öldürdü. (Resûlüm! Bir avuç kumu) attığın zaman da sen atmadın; fakat Allah at(tırıp onları perişan ve mağlup et)ti. (Bu da) mü’minleri, katından (yaptığı) güzel bir imtihanla sınamak içindir. Şüphesiz ki, Allah (her şeyi) işitendir, bilendir.
(Resûlullah (sas.) dokuzuncu âyette geçtiği üzere duâasından sonra Hz. Cebrail’in söylemesiyle bir avuç kumlu toprak aldı: “Şâheti’l vücûh” (yüzleriniz kara olsun) diyerek müşriklere doğru fırlattı. Müşriklerden hiç kimse kalmadı ki o toprak ve kum, onların gözlerine, burun deliklerine ve ağızlarına gitmiş olmasın. Hepsi perişan oldu ve arkalarını dönüp kaçtılar.)[7]
18. İşte bu (her zaman) böyledir. Şüphesiz Allah, kâfirlerin hilesini zayıflat(ıp iptal et)miştir.
19. (Ey kâfirler!) Eğer siz fetih/zafer istiyorsanız, işte size zafer (böyle aleyhinize) gelmiştir. Eğer (küfür ve düşmanlıktan) vazgeçerseniz, işte bu, sizin için daha hayırlıdır. Eğer tekrar savaşa dönerseniz, biz de döneriz. Topluluğunuz çok da olsa, sizden asla hiçbir şeyi savamaz. Muhakkak ki Allah, inananlarla beraberdir. [Son üç âyet ile krş. 7/179]
20. Ey iman edenler! Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin. (Kur’an’ı) işittiğiniz halde O’ndan yüz çevirmeyin.
21. Ve (samimi) dinlemedikleri halde: “Dinledik.” diyenler gibi olmayın.
22. Çünkü Allah katında yerde gezinen canlıların en kötüsü, aklını kullanıp (gerçeği) düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.
(Bu âyette verilen misal, Allah’ın âyetlerini duymak ve düşünmek istemeyenler içindir. Düşünmek, insana mahsus temel bir özelliktir. İnsanlık düşünmez hâle gelince biter; varlığının değeri yok sayılır. Duyup düşünen insan, gerçeği bulmaya, kendini ve gayesini bilmeye, söylemeye, gereğini de yapmaya çalışır. Peygamberimiz (sas.) de, “Kendini bilen Rabbini bilir.” buyurmuşlardır. Rabbini ve O’na kulluğunu bilemeyen ise henüz kalıp insanlığındadır. Kendi
ygamberimiz (sas.) de, “Kendini bilen Rabbini bilir.” buyurmuşlardır. Rabbini ve O’na kulluğunu bilemeyen ise henüz kalıp insanlığındadır. Kendi mahiyetini tanıyıp bilemeyen ve yüce Yaradıcı’sı ile münasebet kuramayan bahtı karalar, sırtlarında bir hazine taşıdıkları halde değerini bilemeyen, anlayamayan yük taşıyanlar gibi dünyadan göçüp giderler.) [krş. 7/179]
23. Allah, onlarda bir hayır olduğunu görseydi elbette onlara duyururdu. Ama onlara (hakkı) duyursaydı bile, onlar elbette yine yüz çevirerek dönerlerdi.
24. Ey iman edenler! (Peygamber,) sizi hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allah’a ve Resûlü’ne uyun.[8] Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer (sözünüzle niyetinizin aynı olup olmadığını bilir) ve siz, elbette yalnız O’nun huzurunda toplanacaksınız. [krş. 2/186]
25. (Ey inananlar!) Bir de öyle bir fitneden (günahlardan) sakının (ve sakındırın) ki o(nun cezası) sadece zulmedenlere isabet etmekle kalmaz (bütün toplumu perişan eder). Biliniz ki Allah elbette cezası çok şiddetli olandır.
(Görüldüğü gibi âyet-i kerîmede bir toplumda zulüm, şirk ve günahların işlenmesi ve bunlara karşı iyiliği emir ve kötülüğü nehiy görevinin yapılmamasından dolayı o beldede cezanın umûma geleceği bildirilmektedir.)
26. O zamanı da hatırlayın ki yeryüzünde (Mekke’de) zayıf ve (hakîr) görülen bir azınlıktınız. İnsanların sizi kapıp (esir) götürmesinden korkuyordunuz. (Allah) sizi (Medine’de) barındırdı, yardımıyla sizi destekledi, şükredesiniz diye temiz/helal şeylerden size rızık verdi.
27. Ey iman edenler! Allah’a ve Peygamber’e hainlik etmeyin, (emirlerinin aksini yapmayın; yoksa) siz, bile bile kendi emanetlerinize hainlik etmiş olursunuz.[9]
28. Bilin ki mallarınız ve çocuklarınız (size hem emanet, hem de, sizi günaha sürüklemek bakımından) bir fitne (bir imtihan)dır. Ama (bunlarda İslâmî ölçü ve görevlere uyulursa) büyük mükâfatın Allah katında olduğunu da bilin. [bk. 63/9]
29. Ey iman edenler! Eğer Allah’a saygı duyup emrine uygun yaşarsanız, size, iyiyi kötüden ayırt eden bir anlayış/bir nur verir. Kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük lütuf sahibidir.
30. Hani, vaktiyle o inkâr eden (müşrik)ler, seni tutup bağlamak veya öldürmek ya da (Mekke’den) çıkarmak için tuzak kuruyor(lar)dı. Onlar tuzak kurarlarken, Allah da tuzaklarının karşılığını veriyor (onu başlarına geçiriyor)du. Allah, tuzak kuran(lara karşılık veren)lerin en iyisidir. [krş. 3/54; 10/21]
31. Âyetlerimiz o (müşrik) kimselere okunduğu zaman: “İşittik, eğer istesek elbette bunun aynısını biz de söylerdik! Bu eskilerin masallarından başkası değildir.” dediler. [krş. 6/25]
32. Yine bir zaman da: “Ey Allah’ım! Eğer bu (Kitab), gerçek olarak senin katından ise gökten üzerimize taş yağdır veya bize acı bir azap ver.” demişlerdi.
33. (Resûlüm!) Sen, onların aralarında iken (onlar her zaman sana ve buyruklarına itaat ettikçe) Allah, onlara azap edecek değildir. Onlar istiğfâr ederlerken de Allah onlara azap edecek değildir. [bk. 8/24; 49/7]
34. (Resûlüm! Sen aralarından ayrılıp çıktıktan sonra) onlar, hem (mü’minleri) Mescid-i Haram’dan uzaklaştırıp dururken hem de onun velîleri (hizmetine lâyık kimseler) değillerken Allah niçin onlara azap etmesin? Onun velîleri (onun hizmet ve yönetimine lâyık olanlar), ancak muttakîler (Allah’ın emirlerine uygun yaşayanlar)dır. Fakat onların pek çoğu (bunu) bilmezler.
35. Onların Beyt(ullah) yanında (put heykellerinin etrafında) tapınmaları/duaları, ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir. “O halde (ey kâfirler!) İnkâr ettikleriniz yüzünden tadın azabı!” (denilir.)[10]
36. Muhakkak ki küfre sapanlar, (İslâm’ı kaldırmak ve insanları) Allah yolundan alıkoymak (ve sindirmek) için mallarını harcarlar ve daha da harcayacaklar. Sonra o (mallar), kendilerine bir
6. Muhakkak ki küfre sapanlar, (İslâm’ı kaldırmak ve insanları) Allah yolundan alıkoymak (ve sindirmek) için mallarını harcarlar ve daha da harcayacaklar. Sonra o (mallar), kendilerine bir yürek acısı olacaktır. Sonra onlar yenilecek (gayelerine erişemeyecek)ler ve küfür(lerinde ısrar) edenler, cehenneme sevk edileceklerdir.[11] [bk. 2/217; 4/76]
(Bu âyet-i kerîmede mü’minlere ikaz ve tembih vardır. Şöyle ki: Bedir ve Uhud gazvelerinde olduğu gibi, her devirde kâfirler, müşrikler, münâfıklar ve bütün bunların yandaşları; müslümanların gelişme göstermesinden hep huzursuz olacaklar, İslâm’ı silmek ve müslümanları sindirmek, aynı zamanda ilkel veya modern putperestliği yaymak için bir araya gelip güç ve paralarını sarf edeceklerdir. Çünkü kâfir gruplar, müslümanların câhiliye/müşrik/putperest yaşantıya dönmesini ister ve bunu planlarlar. Vaktiyle Peygamberimiz’e yaptıkları teklifler gibi, ileri gelenlere, kadın, para ve liderlik (mevki, koltuk) teklif ederler. Bunlarla onları elde edemezlerse, onlar eliyle halka dinde taviz verdirmeleri, diliyle müslümanım deseler bile yaşantılarıyla gayrimüslimlere benzemeleri, aslından uzak, ılımlı müslüman olmaları için plan yapar, tuzak kurarlar. Bu küçük ve büyük taviz koparma işi de olmazsa ardından baskı ve işkence yoluna giderler. Ama imanı dilinden kalbine, ruhuna işlemiş bilinçli müslümanlara tesir edemezler.) [bk. 5/50]
37. (Bütün bunlar) Allah’ın murdarı temizden, (kâfir grubunu mü’minden) ayırması, murdarın hepsini birbiri üzerine yığması ve cehenneme koyması içindir. İşte (dünya ve âhirette) hüsranda olan/kendilerine yazık edenler onlardır.
38. (Resûlüm!) O inkâra/küfre sapanlara söyle: “(İnkâr ve düşmanlığa) son verirlerse, kendilerinin geçmiş (günah)ları bağışlanır. (Düşmanlığa) dönerlerse, öncekilerin (başlarına gelen Allah’ın felaket) kanunu, elbette (bunların başından da) geçmiş olacaktır.”
39. (Ortalıkta) hiçbir fitne (şirk)[12] kalmayıncaya ve dinin (kısıtlamasız) tamamı Allah’ın (buyurduğu şekilde) oluncaya kadar savaşın. Eğer (onlar şirk ve inkârlarına) son verirlerse (bırakın). Muhakkak ki Allah, yaptıklarını hakkıyla görendir. [bk. 2/193; 3/85; 4/76]
40. Yok eğer (imandan) yüz çevirirler (düşmanlık yaparlar)sa, (korkmayın), artık bilin ki Allah sizin Mevlânız (sahibiniz)dir. O ne güzel Mevlâ ve ne güzel yardımcıdır!
41. Bilesiniz ki (savaşta) ganimet[13] olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri, mutlaka Allah’ın (namına),[14] Resûl’ün, onun yakınların(ın), yetimlerin, yoksulların ve (fakir kalmış) yolcunun hakkıdır. Eğer Allah’a ve hakkın batıldan ayrıldığı o gün, iki topluluğun (sizinle müşriklerin savaş için, Bedir’de) karşılaştığı gün kulumuz (Muhammed’)e indirdiğimiz (âyetler)e inanmışsanız (böyle taksim edin). Allah her şeye hakkıyla kâdirdir.
(Ganimetin kalan beşte dördü de savaşa katılanlarındır. Ganimetlerin, İslâm’ın öngörmediği yerlere dağıtılması söz konusu olamaz.)
42. O vakit (Bedir’de) siz vadinin (Medine’ye) en yakın yamacında, onlar, vadinin uzak yamacında (Mekke tarafında) idiler. (Mekkeliler’e ait) kervan kafilesi de sizden daha aşağıda idi. Eğer (savaş için onlarla bir yerde buluşmaya) sözleşmiş olsaydınız, mutlaka belirlenen yer hakkında anlaşmazlığa düşerdiniz. Fakat Allah, yapıl(ması takdir edil)miş bir emri yerine getirmek için (sizi böyle belirli yer ve vakitte toplamış)tır ki; (burada) helak olan kimse, açık bir delil (ve mucizeyi gördük)ten sonra helak olsun, yaşayan da açık bir delil (ve mucize ile İslâm’ın üstünlüğünü gözüyle gördük)ten sonra yaşasın. Şüphesiz ki Allah (her şeyi) hakkıyla işitendir, bilendir.
43. Hani Allah, uykunda onları sana (sayıca) az gösteriyordu. Eğer onları sana çok gösterseydi, korkup gevşerdiniz ve (bu iş hakkında elbette) ihtilafa düşerdiniz. Fakat Allah (sizi bundan) kurtardı. Çünkü O, gönüllerde olanı hakkıyla bilendir.
44. O vakit düşmanla karşılaştığınız sırada Allah, olması mukadder olan işi (onların mağlubiyetini) gerçekleştirmek için, gözlerinizde onları size az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. (Bilin ki) bütün işler, ancak Allah’a döndürülecektir (son karar O’na aittir).
(Böylece Bedir’de iki taraf çözülmeyip birbirini gözlerine kestirmişti. Fakat savaş başlayınca artık imanlılar, imansızların gözünde iki misli fazla gözükmüştü ki netice galibiyetle sonuçlandı.)
45. Ey iman edenler! (Sizinle savaşacak) bir toplumla karşılaştığınız zaman sebat edin (yılmayın), Allah’ı çok zikredin ki umduğunuza kavuşur/kurtuluşa erersiniz.
50. (Resûlüm!) Melekler, küfre sapanların yüzlerine ve sırtlarına vurarak: “Tadın (cehennemde) yakıcı azabı!” (diyerek) canlarını alırken (onları) bir görseydin!
51. İşte bu (azap, dünyada işleyip) kendi kendinize hazırladığınız (günahlar) yüzündendir. Yoksa Allah asla kullara zulmedici değildir.
52. (Bu müşriklerin/kâfirlerin âdeti de) tıpkı Firavun hanedanının ve onlardan öncekilerin âdeti gibidir. (Onlar,) Allah’ın âyetlerini hiçe sayıp (kendi otorite ve emirlerini hâkim kılıp) küfre sapmışlardı. Allah da günahları sebebiyle onları tutup alıvermişti. Çünkü Allah sonsuz kuvvet sahibidir, cezası çok şiddetlidir.
53. Bu (ceza)nın sebebi şudur: Bir topluluk, kendilerinde bulunan (güzel ahlâk)ı değiştirmedikçe Allah onlara verdiği bir nimeti/güzel bir durumu değiştirmez. Allah, şüphesiz hakkıyla işitendir, bilendir.[15]
54. (Bunların âdeti de) tıpkı Firavun ailesinin/adamlarının ve onlardan öncekilerin gidişi gibidir. Onlar Rablerinin âyetlerini yalan saydılar; biz de onları günahları sebebiyle imha ettik, Firavun (ve) yandaşlarını suda boğduk. Zaten hepsi de zalimdiler.
55-56-57. Allah katında, hareket eden canlı mahlûkâtın en kötüsü, şüphesiz küfre sapanlardır. Artık onlar iman etmezler. (Resûlüm!) Onlar, (Benî Kurayza yahudileri) kendileriyle antlaşma yaptığın, sonra da hiç çekinmeyerek, her defasında o antlaşmalarını bozmuş kimselerdir. (Onun için) savaşta onları yakalarsan, onlar(a vereceğin ağır ceza) ile, arkalarındaki kimselere de
eyerek, her defasında o antlaşmalarını bozmuş kimselerdir. (Onun için) savaşta onları yakalarsan, onlar(a vereceğin ağır ceza) ile, arkalarındaki kimselere de gözdağı vermiş ol. Ola ki onlar ibret alır(lar da ahitlerini bozmaz)lar. [krş. 9/5]
58. Eğer (antlaşma yaptığın bir topluluğun) hainlik yapmasından (şüphelenip) korkarsan, sen de doğrudan (ve açıkça) antlaşmayı bozup kendilerine atıver. Çünkü Allah hainleri sevmez.
59. Küfre sapanlar (azabımızdan kurtulup) geçtiklerini asla zannetmesinler. Çünkü onlar, (bizi) aciz bırakamazlar.[16]
60. (Ey iman edenler!) O (düşma)nlara karşı gücünüz yettiği kadar (her türlü) kuvvetten ve bağlı (besili) atlardan (harp araçlarından) hazırlayın ki onunla Allah’ın düşmanı, sizin düşmanınız ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah’ın bildiği diğer (düşman) kimseleri korkutasınız. Allah yolunda sarf ettiğiniz her şey(in karşılığı) size eksiksiz ödenir, asla haksızlığa uğratılmazsınız. [bk. 2/261]
61. Eğer onlar barışa meylederlerse, sen de meylet ve Allah’a güvenip dayan. Çünkü O, (her şeyi) hakkıyla işitendir, bilendir.
62. Eğer onlar sana hile yapmak suretiyle aldatmak isterlerse, (bil ki) şüphesiz Allah sana kâfîdir. Seni hem yardımıyla hem de mü’minlerle destekleyen O’dur.
63. Ve onların kalplerini birbirine ısındıran da (O’dur). Eğer yeryüzünd
’minlerle destekleyen O’dur.
63. Ve onların kalplerini birbirine ısındıran da (O’dur). Eğer yeryüzünde bulunan her şeyi sarf etseydin, yine onların kalplerini birbirine ısındıramazdın. Fakat Allah, onların aralarını (İslâm sayesinde sevgiyle) kaynaştırdı. Çünkü O, mutlak galip, hüküm ve hikmet sahibidir.
(Câhiliye devrinde Evs ve Hazrec kabileleri arasında müthiş kin ve düşmanlık vardı. Bu, 120 yıl devam etti ve kanlı savaşlar oldu. Fakat yüce Allah, onları İslâm ile şereflendirince aralarındaki intikam duyguları kalktı, sevgiye dönüştü, kucaklaştılar ve tek vücut haline geldiler. İşte âyet-i kerîme, İslâm’dan başka hiçbir güç ve sistemin insanları birbirine sevdirip tek vücut haline getiremeyeceğini beyan etmektedir.)
64. Ey Peygamber! Sana da, sana uyan mü’minlere de Allah yeter.
65. Ey Peygamber! Mü’minleri (düşmanlara karşı) savaşa teşvik et (hazırla). Eğer sizden sebatlı yirmi kişi olursa, iki yüz (kâfir)i yener. Yine içinizden (sebatlı) yüz kişi olursa, kâfirlerden bin kişiyi yener. Çünkü onlar (hakkı) anlamayan bir topluluktur.
66. (Böyle olmakla beraber) Allah, sizde bir zayıflık olduğunu bildi de şimdi (bir kişinin on kişiyle savaşma yükünü) hafifletti. Bundan böyle içinizden sebatlı yüz kişi olursa, iki yüz (kâfir)i yener. Eğer sizden sebatlı bin kişi olursa, iki bin (kâfir)i Allah’ın izniyle yener. Allah sabredenlerle beraberdir.
67. Yeryüzünde ağırlığını hissettir(ip düşmanı tam mağlup ed)inceye kadar, hiçbir peygambere, esir almak yaraşmaz.[17] Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Halbuki Allah, âhireti (kazanmanızı) istiyor. Allah mutlak galip, hüküm ve hikmet sahibidir.
68. Eğer, (yanılarak verilen hükümlerden dolayı azap etmeyeceğine dair önceden Levh-i Mahfûz’da) Allah’tan bir yazı geçmemiş (hüküm verilmemiş) olsaydı, (Bedir’deki esirleri bırakmak için fidye) aldığınızdan dolayı size mutlaka büyük bir azap dokunurdu.
(67. âyet-i kerîmede, “Peygambere esir alması yaraşmaz.” ifadesinde ne yapılması gerektiği de açıklanmadığı için Resûlullah (sas.), Bedir gazvesi esirleri hakkında ashâbı ile istişare etmiştir. Hz. Ömer, “Allah ve Resûlü’nün düşmanı olan bu adamları öldürelim.” demiş, bir başkası, “Salıverelim, belki tevbe ederler.” demiş, Hz. Ebû Bekir de:“Bunları fidye karşılığında bırakalım.” teklifinde bulunmuştu. Hz. Peygamber de son teklifi kabul buyurmuşlardı. Bu da 68. âyetle onaylanmıştır.)
69. Artık ganimet olarak aldığınız şeylerden (fidye dahil)[18] temiz ve helal olarak yiyin ve Allah’ın emirlerine uygun yaşayın/günahlardan sakının. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
70. Ey Peygamber! Esirlerden ellerinizde bulunan kimselere de ki: “Eğer Allah, kalplerinizde bir hayır (iman ve ihlas) olduğunu bilirse O, size, sizden alınan (fidye)den daha hayırlısını verir ve sizi bağışlar. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.”
(Resûlullah’ın amcası Hz. Abbas, zaten gönülsüz gittiği Bedir’de esir düşmüştü. Bunun dışındaki esirlerin fidyelerini müşrikler, Allah Resûlü’ne göndermişlerdi. Hz. Abbas’a da kendisinin ve yeğenlerinin fidyelerini vermesi teklif edildi. O da, “Ey Allah’ın elçisi! Benim param yoktur, amcanın Mekke’de fakirler gibi el açıp dilenmesini uygun görüyor musun?” dedi. Resûlullah (sas.) de: “Mekke’den çıkarken, sen ve eşin Ümmü’l-Fadl’ın gömdüğü para nerede? Hani ona, ‘Şâyet ben ölürsem, bunlar senin ve oğullarımındır.’ demiştin.” diye sordu. Hz. Abbas, “Gece karanlığında ikimizden başka kimse yoktu, bunları sana kim söyledi?” dedi. Resûlullah (sas.), “Rabbim.” dedi. Bunun üzerine: “Ey Allah’ın Resûlü! Ben sana şimdiye kadar içimden inanıyor fakat şüphe ediyordum, şimdi şüphem de kalmadı.” diyerek fidyeleri verdi ve şehadet getirerek açıkça İslâm’a girdi. Bundan sonra yüce Allah’ın âyetteki vaadlerini birer birer gördüğünü açıkladı.)[19]
71. Eğer (o esirler) sana hainlik yapmak isterlerse (şaşma). Onlar daha önce (akıllarınca) Allah’a da hainlik yap(mak iste)mişlerdi. O Allah da kendilerine karşı (Bedir’de sana) imkân ve kudret vermişti (de onları senin eline düşürmüştü). Allah (her şeyi) hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
72. İman edip de hicret edenler, Allah yolunda (İslâm’ı savunma ve onu hayata hâkim kılma uğrunda) mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (muhacirleri) barındırıp yardım edenler var ya, işte onlar, (şimdilik mirasta)[20] birbirinin velîleridir. İman edip de hicret etmeyen (müşriklerle yaşayan)lara (gelince), hicret edinceye kadar sizin için, onlara velî olmak (ve miras bırakmak) diye bir şey yoktur. Eğer onlar din hususunda sizden yardım isterlerse, sizinle aralarında antlaşma bulunan bir kavme karşı olmamak şartıyla (onlara) yardım etmek size borçtur. Allah işlediklerinizi hakkıyla görendir.
73. İnkâr edenler de birbirlerinin velîleri (dost ve yardımcıları)dır. Eğer siz de (dostluk ve yardım hususunda bunu) yapmazsanız, yeryüzünde büyük bir fitne ve büyük bir kargaşa olur.
74. İman edip de Allah yolunda cihad edenler, hicret edenler ve (hicret eden mü’minleri) barındıranlar ve yardım edenler var ya, işte gerçek mü’minler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır. [bk. 9/100; 59/8-9]
75. Sonradan iman edip hicret edenler ve sizinle beraber cihad edenler(e gelince): Onlar da sizdendir. (Fakat) Allah’ın Kitabı’na göre, hısımlar (mirasta) artık birbirlerine daha yakındır. Hiç şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla bilendir. [bk. 9/100; 59/10]
(Peygamberimiz (sas.), “Kâtile öldürdüğünün mirası yoktur.” buyurmuştur.) [bk. 4/33]
[1] Beydâvî. Müşriklerden savaşsız alınan ganimetlere de “enfâl” denildiği söylenmişse de bu görüş zayıftır. Ganimetlerin taksimi 41. âyette beyan edilmektedir.
[2] Ganimetlerin Allah’a ait olması, İslâm devletine ait olması demektir. Bu sebeple, Allah’ın razı olduğu ve Resûlü’nün uygun gördüğü yerlere harcanması zorunludur; haram yerlere harcanamaz.
[3] İmanın artması muhteva ve tafsil bakımından olurken, imanın kuvvetlenmesi takvâda ve ibadetleri ihlasla yerine getirmekte tezahür eder. Çünkü sâlih amelle/Allah’a itaatle iman artar, günahlarla zayıflar.
[4] Allah Resûlü’nün gönlü de, müşriklere silah temini için Şam’dan dönen kervanı ele geçirmekten yana değil, Mekkeli müşriklerle harp etmekten yana idi.
[5] M. 15/17 Mart 624; H. 2, 17/19 Ramazan. (İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târih, II, 115.)
[6] İbni Kesîr (Sâbûnî), II, 88-89.
[7] İbni Kesîr (Sâbûnî), II, 93.
[8] İnsanın hayatı, nasıl ruh ile devam ederse, ruhun hayatiyeti/gıdası ve canlılığı da hak olan din (İslâm) iledir. Yine toplumun asırlarca güçlü ve sağlam olarak ayakta durması, kimliğini ve değerlerini koruması da din iledir. Bu da Allah ve Resûlü’nün çağrısına kulak verip bildirdiklerini yerine getirmekle olur.
[9] Yahut “… Allah’a, Peygamber’e ve aranızdaki emanetlere bile bile hainlik etmeyin.” diye de mâna verilir. Resûlullah (sas.), Hendek gazvesinde ahitlerini bozup ihanet eden Benû Kureyza yahudilerini kuşatmış, onlarla bazı şartları görüşmek için de Ebû Lübâbe’yi göndermişti. Ebû
[9] Yahut “… Allah’a, Peygamber’e ve aranızdaki emanetlere bile bile hainlik etmeyin.” diye de mâna verilir. Resûlullah (sas.), Hendek gazvesinde ahitlerini bozup ihanet eden Benû Kureyza yahudilerini kuşatmış, onlarla bazı şartları görüşmek için de Ebû Lübâbe’yi göndermişti. Ebû Lübâbe (ra.), kuşatılmalarının neticesinin ne olacağına dair sordukları bir soruya, bir irade zayıflığıyla eli ile boğazını göstermiş, dolayısıyla bir sır vermişti. Daha o anda yüce Allah, bu âyetle Resûlü’nü haberdar etmişti. Bu yapılanın bir ihanet olduğu ortaya çıkınca, Ebû Lübâbe (ra.) pişmanlığından kendisini mescidin direğine bağladı; ölünceye veya Allah tarafından bir af gelinceye kadar bir şey yiyip içmemeye yemin etti. Çünkü ihanet büyük bir suçtu. Ancak dokuz gün sonra nihayet affedildiğine dair bir âyet gelmiş, kendisi de bayılıp düşmüştü (İbni Kesîr (Sâbûnî), II, 97-98).
[10] Müşrikler Allah’ın varlığına inanıyorlardı, fakat putlara olan saygıları öncelikli geliyordu.
[11] Beydâvî.
[12] Zebîdî, hadis no: 1705.
[13] Düşmandan harp yoluyla alınan mal. Savaşsız alınan ganimetlere ‘feyy’ denilir. [bk. 59/6-7]
[14] Ulemânın çoğunluğuna göre, burada Allah’ın zikredilmesi, tâzim içindir.
15] Âyet-i kerîmede görüldüğü gibi, toplumsal değişmenin, çöküş ve azabın sebebi, fertlerin kendi iradeleriyle inanç, ahlâk ve yaşayışlarını bozmuş olmalarıdır. İyi, saadetli toplum olmamız için de halimizi ve yaşantımızı Allah’ın emirlerine uyarlamamız lazımdır. [bk. 13/11 ve dipnotu]
[16] Veya “O küfre sapanlar, asla öne geçtiklerini zannetmesinler; çünkü onlar (bizi) aciz bırakamazlar.”
[17] Harpte savaşanlar kalmayınca, ancak savaşmayıp kalanlar yakalanıp esir edilirler. [bk. 47/4]
[18] Beydâvî.
[19] İbni Kesîr (Sâbûnî). II, 119-120; Mehmed Vehbi, V, 1934-1940.
[20] Muhacirlerle Ensar, İslâm kardeşliği ile birbirine mirasçı olurlardı. Bu durum 33/6 ve diğer miras âyetleriyle yeniden hükme bağlanmıştır.
9. Tevbe Sûresi
Bir diğer ismi “Berâ’e”dir. Medine döneminde nâzil olmuştur. 129 âyettir. 113. âyet Mekkî’dir. Bu sûrenin başında Besmele yazılmamış ve okunmamıştır[1]. En son inen sûredir.
1. (Bu,) Allah ve Resûlü’nden antlaşma yaptığınız müşriklere ültimatomdur/son bir ihtardır.
2. (Ey müşrikler!) Yeryüzünde dört ay daha (rahatça) dolaşın. Ama bilin ki siz, Allah’ı aciz bırakamazsınız ve Allah mutlaka kâfirleri rezil (ve perişan) edecektir.
3. Ve (bu) hacc-ı ekber (büyük hac) gününde Allah’tan ve Resûlü’nden insanlara (şöyle) bir ilandır ki Allah ve Resûlü, artık (Allah’a rağmen başkasını yüceltip ona bağlanmakla) müşrik olanlardan uzaktır (onlarla arada bir bağ kalmamıştır). Eğer (küfürden ve hainlikten) tevbe ederseniz, o sizin için hayırlıdır. Eğer (yine) yüz çevirirseniz, şüphesiz bilin ki siz, Allah’ı aciz bırakacak değilsiniz. (O’nun size mühleti, tevbe ederseniz diye lütfundandır. Resûlüm!) İnkâr edenlere çok acıklı bir azabı müjdele!
4. Ancak antlaşma yaptığınız müşriklerden, size karşı (bu sözleşmeden) hiçbir şeyi eksik yapmayan ve aleyhinize hiç kimseye arka çıkmayanlar (bu hükümden) hariçtir, onlara müddetleri (bitinceye) kadar antlaşmalarını tamamlayın (iptal etmeyin). Çünkü Allah, (ahdi bozmaktan) sakınanları sever.
5. (Mühlet verilen) haram aylar[2] çıkınca, o müşrikleri (ancak antlaşmaya ihanet etmeleri, size ve dininize saldırıda bulunmalarından dolayı bir kısmını) bulduğunuz yerde öldürün; onları yakalayın (bir kısmını esir edin), (bir kısmını) hapsedin ve her gözetleme (ve geçit) yerinde otur(up onları bekley)in. Eğer (şirkten) tevbe ederler, namazı dosdoğru/gereğine uygun kılarlar ve zekâtı verirler (yani bunları kabul ederler)[3] ise onlara yol verin (serbest bırakın). Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. [bk. 2/190-191; 4/90-91; 9/12; 47/4; 60/8; krş. 9/11]
6. Eğer (bu) müşriklerden biri senden eman isterse, onu himaye et. Tâ ki bu sayede Allah’ın kelâmını işitip dinlesin (ve düşünsün). Sonra (eğer müslüman olmazsa) onu emniyette olacağı yere ulaştır. Çünkü onlar (hakikati) bilmeyen bir topluluktur.
7. O (sözünden dönen) müşriklerin, Allah katında ve Resûlü yanında nasıl (geçerli) bir antlaşmaları olabilir?! Ancak, Mescid-i Haram yanında kendileriyle antlaşma yaptıklarınız hariçtir. Onlar size (karşı ahitlerinde) dürüst davrandıkça, siz de onlara dürüst davranın. Allah muttakîleri (emirlerine uyan ve hainlikten sakınanları) sever.
8. Nasıl (bir ahitleri) olabilir ki eğer onlar size galip gelirlerse, sizin hakkınızda ne bir yemin (ve hısımlık) ne de bir antlaşma (ve sorumluluk) gözetirler. Ağızlarıyla sizi hoşnut ederler, halbuki kalpleri buna yanaşmaz. Onların çoğu fâsık (âsî, yoldan çıkmış) kimselerdir (İslâm’a ve müslümanlara karşı hep hile düşünürler ve plan hazırlarlar).
9. Onlar, Allah’ın âyetlerini az/değersiz bir bedel (olan bir dünya menfaati) karşılığında sattılar, (halkı) O’nun yolundan alıkoydular. Gerçekten, onların yaptıkları şeyler ne kötüdür!
10. Onlar, bir mü’min hakkında ne bir yemin (ve hısımlık) ne de bir antlaşma (ve sorumluluk) gözetirler. İşte onlar saldırganların ta kendileridir.
11. Eğer onlar tevbe ederler, namazı dosdoğru/gereğine uygun kılarlar ve zekâtı verirlerse, dinde sizin kardeşlerinizdir. Biz, bilecek (ve anlayacak) bir topluma âyetleri genişçe açıklıyoruz.
(Bu âyet-i kerîmede her türlü kâfirlikten, putperestlikten, şirkten tevbe edip namaz kılmayı ve zekât vermeyi kabul edenlerin ve İslâm’a teslim olan ve onun gereğini yerine getirenlerin, muvahhid mü’min olarak birbirlerinin kardeşi olacağının beyanı vardır.)
12. Eğer antlaşmalarından sonra yine yeminlerini bozarlar ve dininize dil uzatırlarsa, artık o küfür (güruhunun) önderleriyle hemen harp edin. Çünkü onların (gerçekte) yeminleri kalmamıştır. Belki (böylece onlar ve yoldaşları, bu dönekliklerinden) vazgeçerler.
13. (Ey mü’minler!) Yeminlerini bozan, Peygamber’i (yurdundan) çıkarmayı tasarlayan ve bununla beraber sizinle (silahlı) savaşa ilk önce kendileri başlayan bir toplumla (hâlâ) savaşmayacak mısınız? Onlardan korkuyor musunuz? Eğer (gerçek) iman edenlerdenseniz, bilin ki Allah, kendisinden korkulmaya daha lâyıktır. [bk. 17/76]
14-15. Onlarla harbedin ki Allah, sizin ellerinizle onlara azap etsin, onları rezil (ve perişan) etsin, onlara karşı size zafer versin, mü’minler toplumunun gönüllerine de şifa (ferahlık) versin ve kalplerinin öfkesini gidersin. Allah dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
16. (Ey mü’minler!) Yoksa siz, içinizden cihad edenleri ve Allah’tan, Resûlü’nden ve mü’minlerden başkasını sırdaş edinmeyenleri Allah ortaya çıkarmadıkça (kendi halinize) bırakılacağınızı mı sandınız? Allah, yaptığınız şeylerden tümüyle haberdardır. [bk. 3/142; 29/2]
(Hz. Peygamber’in amcası Hz. Abbas, Bedir gazvesinde esir düştüğünde şöyle demişti: “Eğer siz, İslâm, hicret ve cihad ile bizleri geçmişseniz, biz de Mescid-i Haram’ı tamir etmekte, hacılara su vermekte ve esirleri kurtarmaktayız.” Bunun üzerine aşağıdaki âyetler indi.)
17. (Allah’ı bırakıp da başka şeyleri yüceltip ona bağlanan) müşriklerin, kendilerinin küfrüne (yine kendileri) şahitlik edip dururken, Allah’ın mescidlerini imar etmeleri olacak şey değildir. İşte onların (hayır namına) yaptıkları boşa gitmiştir. Ve onlar, ateşte ebedî kalacaklardır.
18. Allah’ın mescidlerini ancak Allah’a ve âhiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, (İslâm’a uygun yaşamak için) Allah’tan başkasından korkmayan kimseler mâmur eder. (Onları yapar, cemaat ve âlimlerle şenlendirir)ler. İşte, onların doğru yola erenlerden olmaları umulur.
19. (Ey müşrikler! Siz) hacılara su vermeyi ve Mescid-i Haram’ın imârını, Allah’a ve âhiret gününe iman eden ve Allah yolunda cihad eden kimse(nin işi) gibi mi tuttunuz? Allah katında (bunlar asla) eşit olamazlar. Allah, (kendisini bırakıp başkalarına bağlanarak müşrik olan) zalimler topluluğunu doğru yola eriştirmez.
20. İman edenler, (Allah ve Resûlü’nün gösterdiği yön ve yönteme) hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad eden/gayret gösterenler, Allah katında derece bakımından daha büyüktür. İşte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
21. Rableri onlara, katından bir rahmet, hoşnutluk ve içinde dâimî (bitmez tükenmez) nimet bulunan cennetleri müjdeler.
22. (Onlar) orada ebedî olarak kalacaklardır. Muhakkak ki en büyük mükâfat Allah katındadır.
23. Ey iman edenler! Eğer imana karşı küfrü/İslâm’a karşı olmayı sevip tercih ederlerse, babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) dost edinmeyin. Sizden kim onları ‘dost edinir ve onların velayetleri (idareleri) altına girerse’, işte onlar, zalimlerin ta kendileridir.
(Mü’minler, gerçekten çağlar boyu Allah’ın bu emri doğrultusunda imtihan edilmişlerdir. Onlar, Allah’ı ve O’nu dost edinenleri dost ve velî edinmişler, fakat küfre, inançsızlığa sapan, Allah’ın indirdiklerinden hoşlanmayan, O’nun yoluna engeller koyan ve müslümanlara karşı açık veya gizli düşmanlık yapanları terk etmişler, Allah için sevmeyi ve Allah için buğzetmeyi esas almışlardır.) [bk. 5/55; 9/16; 47/3-9; 58/22; 60/1]
24. De ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz, kazandığınız mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz bir ticaret ve hoşlandığınız evler, size Allah’tan, Resûlü’nden ve O’nun yolundaki cihaddan daha sevimli ise, artık Allah’ın (azap) emri gelinceye kadar bekleyin. Allah, fâsıklar toplumunu doğru yola eriştirmez.”
25. Andolsun ki, Allah, size birçok (savaş) yerler(in)de ve Huneyn[4] (deki savaş) gününde yardım etmişti. O vakit (Huneyn’de) çokluğunuz sizi böbürlendirmişti, ama o, size hiç fayda vermemişti. Bunca genişliğine rağmen yeryüzü size dar gelmişti. Nihayet (bozularak) arkanızı dönmüş (kaçmaya başlamış)tınız.
(Resûlullah (sas.), Mekke’yi fethedince Kâbe’deki putları kırmıştı. Hevâzin ve Sakîf kabileleri kendi putları olan Lât’ın bir benzeri olan Uzzâ’nın yıkılışını hazmedemeyerek alarma geçtiler, müslümanlara karşı büyük bir ordu toplayıp Mekke ve Tâif arasında bir ordugâh kurdular. Bunun üzerine Resûlullah (sas.) da, 12 bin kişilik bir ordu ile üzerlerine gitmişti. Fakat müslümanlar ordunun çokluğu ile övünüyorlardı. Huneyn vadisine gelince aniden saldırıya uğradılar; önce paniğe kapılıp dağılan müslümanlar, sonra Allah’ın yardımıyla derlenip toparlandılar ve onları dağıttılar.)
26. (Bu bozgundan) sonra Allah, Resûlü’nün ve mü’minlerin üzerine sekînetini (kalplere güven veren rahmetini) indirdi, görmediğiniz askerler indirdi ve inkâr edenleri de azaba uğrattı. İşte o kâfirlerin cezası budur.
(Müşrikler, Huneyn’de yenildikten sonra (H. 8) Hevâzin kabilesinden bir heyet gelip İslâm’a girdiklerini bildirdiler. Bunların arkasından da Sakîf kabilesinden bir heyetin gelip İslâm’a girmek istediklerini bildirmeleri üzerine bir çadıra misafir edildiler. Ve birtakım şartlar ileri sürdüler. Şartlarından ikisi namaz kılmamak ve zekât vermemekti, biri de putları olan Lât’ın, halk arasında panik olmaması için üç sene daha yıkılmaması idi. Resûlullah (sas.), bu şartlı ve putlu imanın kabul olunmayacağını bildirdi. Sonra ilk iki şartı kabul ettiler ve meydan putu Lât’ın da yıkılması talebi ile ilgili süreyi iki yıla, sonra bir yıla, sonra üç, iki ve bir aya indiler. Bu da sonuç vermeyince kesin bir imanla teslim oldular. Fakat Lât’ın bizzat Resûlullah (sas.) tarafından yıkılmasını istediler. İşte böylece önce kalplerindeki putlarını, sonra meydandaki putlarını yıkarak kesin iman ile İslâm’a girdiler.[5] Bu gösteriyor ki, makbul müslüman olmak için insanın gerek kendisinin gerek toplumun ölçülerine, heva ve heveslere uygunluk değil, ancak Allah ve Resûlü’nün bildirdiği şekilde iman ve teslimiyet gerekir.)
27. Sonra Allah, bunun ardından da dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
28. Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir (murdardır).[6] Artık bu yıllarından[7] sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar. Eğer (onların Kâbe’ye gelmemesiyle) yoksul olmaktan korkarsanız, (biliniz ki) Allah dilerse, kendi bol nimetinden sizi zengin edecektir. Şüphesiz ki Allah (en) iyi bilendir, gerçek hüküm ve hikmet sahibidir.
29. Kendilerine kitap verilenlerden; Allah’a, âhiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Resûlü’nün haram ettiği şeyleri haram saymayan, hak (olan İslâm) dinini kendine din edinmeyen kimselerle, küçül(üp boyun eğ)erek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.[8]
30. Yahudiler: “Üzeyr Allah’ın oğludur.” dedi(ler). Hıristiyanlar da: “(İsa) Mesih Allah’ın oğludur.” dedi(ler, kâfir oldular).[9] Bu, onların ağızlarıyla (cahilce geveledikleri) sözleridir. (Böylelikle onlar) daha evvel küfre sapanların sözlerini[10] taklit ederler. Allah onları kahretsin! (Haktan) nasıl da çevriliyor (ve yalan uyduruyor)lar! [bk. 3/67 ve dipnot]
31. Bilginlerini (hahamlarını), rahiplerini ve Meryemoğlu Mesih’i Allah’tan ayrı rabler edindiler. Halbuki onlara, ancak bir tek ilâh (olan Allah’)a kulluk etmeleri emredildi. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden uzak ve yücedir.
(Resûlullah (sas.), bu âyeti okurken içeriye daha evvel hıristiyan iken İslâm ile şereflenen Adiy b. Hâtem (ra.) girdi. Bu âyeti duyunca Resûlullah’a ,“Onları rab edinmiyor, onlara ibadet etmiyorlar ki!” dedi. Resûlullah (sas.) da, “Onlar, Allah’ın helal kıldığı şeyleri haram (farz kıldıklarını yasak), haram kıldığı şeyleri de serbest/helal kıldıkları zaman, onlara (gönüllü) itaat etmiyorlar mı?” diye sordu. O da, “Evet ediyorlar.” deyince, Resûlullah (sas.), “İşte bundan dolayı onlara (rab olarak) tapıyorlar/kulluk ediyorlar.” buyurdu. Abdullah b. Abbas demiştir ki: “Hahamlar ve papazlar, kendilerine secde etmelerini istememişlerdir. Fakat onlar, Allah’ın emirlerine aykırı emirler vermişler, bundan dolayı kendilerine ‘rabler’ denilmiştir. O emirleri gönüllü olarak kabullenenler ve istekle yerine getirenler de onları rab edinmişler ve küfre girmişler demektir.”[11] (bk. 10/32; 19/80-81). Bu âyet ve onu açıklayan hadîs-i şerîf, Allah’a ortak koşmanın, O’ndan başka rab edinmenin/şirkin çok açık bir örneği ve delilidir.) [bk. 3/64]
32. (Bütün açık veya gizli kâfir gruplar, her yerde İslâm’a karşı olup) Allah’ın nurunu ağızlarıyla[12] söndürmek isterler. Allah ise, kâfirler hoşlanmasa da, mutlaka nurunu tamamlamak (ve yüceltmek) ister (tamamlayacaktır da).
33. O (Allah’tır) ki müşrikler hoşlanmasa da (kemâle ermiş son) dininin, bütün dinlerin üzerinde olduğunu göstermek için Resûlü’nü, hidayet (rehberi Kur’an) ve hak din (İslâm)[13] ile göndermiştir. [bk. 48/28; 61/8-9]
34. Ey iman edenler! Muhakkak ki (yahudi) hahamlarından ve (hıristiyan) rahiplerinden birçoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler[14] ve (onları) Allah yolundan uzaklaştırırlar. (Bir de) altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenler var ya, işte onları acıklı bir azap ile müjdele!
35. O gün (bu paralar) cehennem ateşinde kızdırılacak da onların alınları, yanları ve sırtları bunlarla dağlanacak: “İşte bu, kendiniz için biriktirip yığdıklarınız! Haydi biriktirip istiflediğiniz şeyleri(n acısını) tadın!” (denilecek).[15]
36. Şüphesiz gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah katında ayların sayısı, Allah’ın kitabında on iki aydır. Onlardan dördü (olan Zilkâde, Zilhicce, Muharrem, Receb) haram olan (hürmet gereken ay)lardır. İşte dosdoğru din (hesap) budur. O halde onlarda (yani, o haram aylarda savaşıp saygısızlık ederek) kendinize yazık etmeyin. (Fakat) müşrikler sizinle topluca (bu aylarda) savaşırlarsa, siz de onlarla topluca savaşın. Bilin ki Allah, (günahlardan) sakınanlarla beraberdir. [bk. 2/191-194]
(Yüce Allah’ın belirli aylarda yapılan ibadetleri ay takvimine göre koymasında bir hikmet vardır. Yıl içindeki oruç ve hac gibi ibadetlerin değişik zamanlara gelmesiyle hem güneş takvimine göre senenin bütün günleri bu ibadetlerle şereflenmiş hem de zor ve kolay günlerde yapılan ibadetlerle bir imtihan kazanılmış ve de bir dengeleme meydana gelmiş olacaktır. Allah’ı tanıyıp da Hz. Peygamber’i ve Kur’an’ı tanımayan müşrikler, haccı ve savaşı belirli aylarda yapmak için haram ayları güneş takvimine göre sabitleyerek ilâhî kanunun aslî gayesini ortadan kaldırmışlar, kâfirliklerini artırmışlardı. Ancak 34. sene Zilhicce’nin 9-10’unun aynı eski yerine geldiğini tespit eden Resûlullah (sas.) o sene Vedâ Haccını yapmış ve bunu ilan etmişti. Kamerî (ay) takvimi/hicrî takvim başlangıç olarak Resûlullah’ın hicretini, güneş takvimi de Hz. İsa’nın doğumunu esas almıştır. Kamerî aylar: Muharrem, Safer, Rebîülevvel, Rebîülâhir, Cemâziyelevvel, Cemâziyelâhir, Receb, Şaban, Ramazan, Şevvâl, Zilkâde, Zilhicce.)
37. (Haram aylarda savaşmak için bu) ayların yerlerini değiştirip sonraya bırakmak, olsa olsa küfürde bir artış (sebebi)dir ki onunla kâfirler saptırılır (daha da sapıp giderler).[16] Onlar, bir sene onu (o haram ayı geciktirmeyi) helal ve bir sene haram sayarlar ki (bu da görünüşte), Allah’ın haram kıldığı (ayları)n sayısına uydurmak, (böylelikle de) Allah’ın haram kıldığını helal yapmak içindir. Onlara yaptıkları işin kötülüğü süslü (cazip) göründü. Allah, o küfre sapanlar güruhunu (zorla) doğru yola iletmez. [bk. 9/40]
38. Ey iman edenler! Size ne oldu da: “Allah yolunda hep birden seferber olun (savaşa çıkın).” denildiği zaman yere çakılıp kaldınız? Âhiretten (vazgeçip, yalnız) dünya hayatına mı razı oldunuz? Ama dünya hayatının faydası (ve refahı) âhiretin yanında pek azdır.
39. Eğer hep birden seferber olmaz (emredilen savaşa çıkmaz)sanız, (Allah) size acıklı bir azapla azap eder ve yerinize başka (itaat eden) bir topluluk getirir. O’na hiçbir şeyle zarar veremezsiniz. Allah her şeye kâdirdir.[17]
40. Eğer siz, o (Allah Resûlü’)ne yardım etmezseniz (mühim değil), muhakkak ki Allah, ona yardım etmiştir: Hani vaktiyle kâfirler onu iki kişinin biri olarak (Mekke’den) çıkardıkları (hicretine sebep oldukları) zaman, (Ebû Bekir’le) ikisi (Sevr dağında) mağarada iken, arkadaşına: “Üzülme, Allah mutlaka bizimle beraberdir.” diyordu. (İşte o zaman) Allah, o(na yardım etti ve arkadaşının kalbi)ne huzur ve güveni indirdi. O’nu, görmediğiniz askerlerle kuvvetlendirdi. Böylece inkâr edenlerin sözünü (dâvâsını) en aşağı kıldı. Allah’ın (tevhid) kelimesi ise, o çok yücedir. Allah mutlak galiptir, eşsiz hüküm ve hikmet sahibidir.
41. (Ey mü’minler!) Gerek hafif, gerek ağır olarak (kolay zor; silahlı silahsız; binekli yaya; genç yaşlı, hangi halde olursanız olun)[18] hep birlikte seferber olun, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz, sizin için bu daha hayırlıdır.
(Bu âyet-i kerîmedeki genel çağrıdan, 91. âyetle hasta, güçsüz ve fakirler muaf tutulmuştur.)
42. Eğer o (cihad), yakın bir menfaat (ganimet) elde etme ve orta yollu (yakınlıkta) bir yolculuk olsaydı (o münâfıklar) elbette sana uyarlardı. Fakat o meşakkatli (olan Tebük seferi) olunca, onlara uzak geldi. Bununla beraber onlar, (sen dönünce): “Eğer gücümüz yetseydi sizinle beraber çıkardık.” diye kendilerini helak edercesine Allah’a yemin edecekler. Allah, onların yalancı olduklarını elbette bilmektedir.
43. Allah seni affetti.[19] (Ama) doğru söyleyenler sana belli oluncaya ve yalan söyleyenleri sen bilinceye kadar (beklemeyip de) niçin onlara (seferden geri kalmaları için) izin verdin ki?
44. Allah’a ve âhiret gününe inananlar, mallarıyla, canlarıyla savaşmaları hususunda senden (bir bahane ile) izin istemezler. Allah, muttakîleri (emrine uyan, itaatsizlikten sakınanları) çok iyi bilmektedir.
45. Ancak Allah’a ve âhiret gününe inanmayan, kalpleri şüpheye düşmüş olan kimseler, senden (savaşa gitmemek için) izin ister(ler). İşte onlar, şüphelerinin içinde bocalayıp dururlar. [bk. 24/62]
46. Eğer (münâfıklar, savaşa) çıkmak istese
46. Eğer (münâfıklar, savaşa) çıkmak isteselerdi, elbette onun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah, onların (korkakça) davranmalarını çirkin gördü de kendilerini alıkoydu ve (onlara): “Oturun, oturan (kadın)larla beraber.” denildi.
47. Eğer onlar, sizinle savaşa çıksalardı, size bozgunculuktan başka katkıları olmaz ve sizi (birbirinize karşı) fitneye düşürmek isteyerek aranıza sokulur (tuzak kurar)lardı. İçinizde onlara kulak verecekler de var. Allah o zalimleri hakkıyla bilendir.
48. Doğrusu onlar, daha önce (Uhud gazvesinde) de fitne (ve fesat) çıkarmak istemişler ve senin aleyhinde türlü türlü işler çevirmişlerdi. Nihayet gerçek (olan, Allah’ın emri yerine) gelmiş ve onlar istemedikleri halde, Allah’ın emri (O’nun dini) galebe çalmıştı.
49. Onlardan kimi de: “Bana izin ver (ben sefere çıkmayayım,) beni fitneye (günaha)[20] düşürme.” der. Haberin olsun ki onlar, zaten fitneye düşmüşlerdir. Şüphesiz ki cehennem, kâfirleri mutlaka kuşatacaktır.
50. Sana bir iyilik gelirse onları üzer. Eğer sana bir kötülük/yenilgi gelirse: “Biz daha önceden tedbirimizi almıştık (bizi ilgilendirmez).” derler ve onlar sevine sevine dönerler.
51. De ki: “Allah’ın bizim için yazdığından başkası, bize asla isabet etmez. O, bizim Mevlâmızdır. Onun için, mü’minler yalnız Allah’a güvenip dayansınlar.”
52. De ki: “(Siz) bizim için iki iyiliğin birinden (şehitlik veya gazilikten)[21] başkasını mı bekliyorsunuz? (Bu bizim özlediğimiz şeydir.) Oysa biz, Allah’ın, ya kendi katından veya bizim elimizle, sizi bir azaba uğratmasını bekliyoruz. Haydi bekleyin! Biz (de) sizinle beraber (âkıbetinizi) beklemekteyiz.”
53. De ki: “İster gönüllü, ister gönülsüz sadaka verin, sizin sadakanız asla kabul edilmeyecektir. Çünkü siz, fâsık (Allah yolunda itaatten çıkan) bir topluluk oldunuz.”
54. (Sadaka olarak) harcadıklarının, onlardan kabul edilmesine engel olan (tek sebep), sadece onların Allah’ı ve Resûlü’nü (içten içe) inkâr etmeleri, namaza ancak üşene üşene gelmeleri ve (sadakayı) isteksiz vermeleridir. [bk. 4/142-143]
55. (Resûlüm!) Artık onların malları da evlatları da seni imrendirmesin. Ancak Allah, dünya hayatında onlara, bunlarla azap etmeyi ve kâfir olarak canlarının çıkmasını diler. [krş. 20/131]
56. (Münâfıklar) kendilerinin hakikaten sizden olduklarına (dair) Allah’a yemin ederler. Halbuki onlar, sizden değillerdir. Fakat onlar çok korkak bir topluluktur.
57. Eğer sizden kaçıp sığınacak bir yer, yahut mağaralar veya girecek bir yer bulsalardı, şüphesiz ki onlar koşarak oraya yönelirlerdi.
58. Onlardan kimi de sadakalar(ın taksimi) hususunda seni (îmalı bir tarzda) ayıplar. O
58. Onlardan kimi de sadakalar(ın taksimi) hususunda seni (îmalı bir tarzda) ayıplar. O (sadaka)lardan (istedikleri kendilerine) verilirse hoşlanırlar, verilmeyince de hemen kızarlar.
(Rivayet edildiğine göre Resûlullah (sas.) bir ganimeti bölüştürürken Temîmoğulları’ndan Zü’l-Huvaysıra adında birisi,“Yâ Resûlallah! Adaleti gözet.” dedi. Bunun üzerine Resûlullah (sas.), “Öyle mi! Ben de adaleti gözetmezsem artık kim âdil davranır?!” cevâbını verdi. İşte bu âyetin sebeb-i nüzûlü bu hâdisedir.)
59. Eğer onlar, Allah ve Resûlü’nün kendilerine verdiği şeye razı olsalardı ve: “Bize Allah yeter, yakında hem Allah hem de Resûlü bize bol lütfundan verecek. Biz, sadece Allah’a rağbet eden (ümit bağlayan)larız.” deselerdi (kendileri için ne iyi olurdu).
60. Sadakalar (zekâtlar), Allah tarafından bir farz olarak ancak, fakirlere, yoksullara,[22] o (zekât)ların toplanmasına memur olanlara, kalpleri (İslâm’a) ısındırılacak olanlara, (azat edilecek) köle (ve esir)lere, (borcunu veremeyecek olan fakir) borçlulara, Allah yolundaki (mücahid)lere, muhtaç kalan yolculara mahsustur. Allah hakkıyla bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.
61. Yine o (münâfık)lardan öyle kimseler vardır ki: “O, (her şeyi dinleyip reddetmeyen) bir kulaktır.” diyerek Peygamber’i incitirler. De ki: “(O,) sizin için hayrın kulağıdır; Allah’a iman eder, mü’minlere inanıp güvenir. (O) içinizden iman edenler için bir rahmettir. Allah’ın Resûlü’nü incitenler var ya, işte onlar için acıklı bir azap vardır.”
62. O (münâfıklar/sözde müslüman gözüke)nler sizi hoşnut etmek ve kendilerini kabullendirmek için Allah’a yemin ederler. Eğer onlar mü’min iseler, Allah ve Resûlü’nü hoşnut etmeleri daha doğrudur.
63. Hâlâ şunu anlayıp öğrenmediler mi ki kim Allah’a ve Resûlü’(nün emirleri)ne muhalefet eder/karşı koymaya kalkarsa ona, içinde ebedî kalmak üzere cehennem ateşi vardır. İşte bu, en büyük zillet ve rezilliktir.
64. Münâfıklar, kalplerinde olan şeyleri, kendilerine haber verecek bir sûrenin tepelerine indirilmesinden çekinirler (yine de Kur’an ve İslâm’ı hafife alıp alay ederler). De ki: “Siz alay ededurun. Allah, (içinizdeki, söylemekten) çekindiğiniz şeyleri mutlaka ortaya çıkarandır.” [bk. 47/29-30]
65. Şâyet onlara, (Tebük’e giderken alay etmelerinin sebebini) sorarsan: “Andolsun ki biz ancak (vakit geçsin diye) lafa dalmış şakalaşıyorduk.” derler. De ki: “Allah ile, O’nun âyetleriyle ve O’nun Resûlü ile mi eğleniyordunuz?”
(Tebük seferine giderlerken münâfıklar birbirlerine, Resûlullah (sas.) hakkında“Şu adamın haline bakın, Rum saraylarını ve kalelerini fethedeceğini sanıyor, heyhât!” deyip gülüşüyorlar, Hz. Peygamber’i hafife alıyorlardı. Onların bu hallerini bildiren âyetler tepelerine inince, şaşırıp “Biz şaka yapıyorduk.” diye özür dilemeye başladılar.)[23]
66. Hiç özür dilemeyin. Siz inandıktan sonra (Peygamber’i hafife almakla) artık kâfir oldunuz. Sizin bir kısmınızı affetsek bile, (diğer) gruba suç işlediklerinden dolayı azap edeceğiz.
67. Münâfık erkekler ve münâfık kadınlar birbirinden (yanadır ve hepsi aynı)dır. Onlar kötü olanı (İslâm’a uygun olmayanı) emrederler, iyilik(ten, Allah’a itaat)ten menederler, ellerini sıkı (cimri) tutarlar. Onlar Allah’ı unuttular, O da onları unuttu (terk etti). Şüphesiz ki münâfıklar, hep fâsık (Allah’ın emrinden sapan) kimselerdir. [krş. 59/19]
68. Allah, münâfık erkeklere, münâfık kadınlara ve kâfirlere içinde dâimî kalacakları cehennem ateşini vaadetti. O, onlara yeter. Allah, onları rahmetinden uzaklaştırmıştır. Onlar için devamlı bir azap vardır.
(Münâfıklar, mü’minlerin yanında:,“Biz de iman ettik.” derler. Fakat içten içe her fırsatta Allah’ın emirlerini hiçe sayarlar ve mü’minlere karşı kin beslemekte olup kâfirlerden daha tehlikelidirler. Farzların yasak, haramların serbest bırakılmasını ve İslâm’a giden yolların engellenmesini isterler. Onlar cehennemde en alt tabakadadırlar.) [bk. 2/8-16; 4/138-145; 63/1-6]
69. (Ey müslüman görünen iki yüzlüler! Siz de) sizden öncekiler gibisiniz. (Üstelik) onlar, kuvvet bakımından sizden daha yaman, malları ve çocukları da sizden daha çok idi. Onlar, (dünya malından) hisselerince faydalanıp zevklenmişlerdi. İşte sizden öncekilerin nasiplerince faydalanıp zevklendikleri gibi, payınıza düşenle zevklenmek isteyip onların daldıkları gibi (o batağa) daldınız. İşte onların, dünya ve âhirette yaptıkları boşa gitmiştir ve onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir.[24]
70. Onlara, kendilerinden öncekilerin: Nuh, Âd ve Semûd kavminin, İbrahim kavminin, Medyen halkının ve alt üst olmuş kasabaların haberi gelmedi mi? Peygamberleri onlara deliller (mucizeler) getirmişti (de inanmadıkları için helak olmuşlardı). Allah onlara zulmetmiş değildi, fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı.
(Aşağıdaki iki âyette, mü’minlerin özelliklerinden ve bu özelliklere sahip olanlara verilecek mükâfatlardan bahsedilmektedir.)
71. Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velîleri (dostları ve yardımcıları)dır. İyiliği (tevhidi ve sâlih ameli) emrederler, kötülükten/kötü olan şeylerden menederler; namazı dosdoğru/gereğine uygun kılarlar, zekâtı verirler, Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederler. İşte Allah bu kimselere rahmet edecek (bağışlayacak)tır. Şüphesiz Allah mutlak galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir. [krş. 3/104, 110]
72. Allah, inanan erkek ve inanan kadınlara, içinde dâimî kalacakları, alt tarafından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vaadetmiştir. Allah’ın onlardan razı olması (hepsinden) daha büyüktür. İşte bu, en büyük kurtuluştur.
(Adn cennetlerinin nebîlere, sıddıklara ve şehitlere has muhteşem ve muazzam bir yer olduğu ifade edilmiştir.)[25]
73. Ey Peygamber! Kâfirler(e karşı silahla), münâfıklar(a karşı delil getirerek, dil)[26] ile cihadda bulun ve onlara karşı sert davran; onların varacakları yer(!) cehennemdir. O, ne kötü bir dönüş yeridir! [bk. 9/123; 48/29; 66/9]
74. (Münâfıklar, senin aleyhinde söz) söylemediklerine dair, Allah’a yemin ederler. Halbuki (seni küçümseyerek) küfür kelimesini söylediler, Müslümanlık’tan sonra kâfir oldular ve elde edemedikleri şeye (sana bir suikast yapmaya) yeltendiler.[27] İntikam almaya kalkışmaları başka sebeple değil; ancak Allah ve Resûlü, O’nun “lütuf ve yardımından” o (mü’mi)nleri zengin etti diyedir. Eğer (münâfıklıktan) tevbe ederlerse, kendileri için daha iyi olur. Eğer yine (söz ve hareketleriyle inkâra) dönerlerse, Allah onlara dünyada ve âhirette acıklı bir azap ile azap eder. Onlar için yeryüzünde ne bir dost ne de yardımcı vardır. [krş. 5/59; 7/126; 85/4-9]
75. Onların bazıları da: “Şâyet O (Allah), lütuf ve kereminden bize verirse, mutlaka sadaka (zekât) vereceğiz ve muhakkak iyilerden olacağız.” diye Allah’a kesin söz verdiler.
76. Allah, lütfundan kendilerine verince de cimrilik ettiler, (verdikleri sözü yerine getirmekten ve itaatten) yüz çevirdiler. Onlar, zaten dönek kimselerdir.
77. Sonunda, O’na verdikleri sözlerden caydıkları ve yalan söylediklerinden dolayı, Allah, kendisine kavuşacakları güne kadar, onların kalplerine münâfıklığı yerleştirdi.
78. (Münâfıklar,) Allah’ın kendilerinin sırlarını da, (mü’minler aleyhine yaptıkları) gizli
78. (Münâfıklar,) Allah’ın kendilerinin sırlarını da, (mü’minler aleyhine yaptıkları) gizli konuşmaları (fısıltıları) da bildiğini ve Allah’ın (bütün) gaypları (bilinmeyen ve görünmeyenleri) çok iyi bilen olduğunu hâlâ bilip anlamadılar mı?
79. Sadakalar hususunda, gönülden bağışta bulunan mü’minleri çekiştiren ve (vermek için) güçlerinin yettiğinden başkasını bulamayanlarla alay eden (o münâfık)lar var ya, Allah onları maskaraya çevirecektir, onlar için bir de acıklı azap vardır.
(Münâfıkların reisi Abdullah b. Ubeyy, ölüm hastalığında iken, oğlu Abdullah, Resûlullah’a gelerek babası için istiğfâr etmesini istemişti. Abdullah iyi bir müslüman olduğu için Allah Resûlü de onun hatırını kıramamış, babasının affı için dua etmek istemişti. Bunun üzerine aşağıdaki âyet-i kerîme nâzil oldu.[28])
80. (Ey Resûlüm!) Onların bağışlanmasını ister dile, ister dileme! Onlara yetmiş defa bağışlanma dilesen de, Allah onları bağışlamayacaktır. Bu, Allah’a ve Resûlü’ne karşı (imanda samimi olmayıp) küfre sapmalarındandır. Allah, emrinden sapan (fâsık)lar topluluğunu doğru yola eriştirmez.
81. Allah Resûlü’(nün emri)ne muhalefet ederek (Tebük seferine gitmeyip) geri kalan (münâfık)lar, (Medine’de kalıp) oturmalarıyla sevindiler. Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşmayı çirkin gördüler de: “Sıcakta sefere çıkmayın.” dediler. (Onlara) de ki: “Cehennem ateşi sıcaklık bakımından daha şiddetlidir. Keşke iyice bilmiş olsalardı!”[29]
82. Artık kazandıkları (günahları)nın cezası olarak az gülsünler, çok ağlasınlar.
83. Allah, seni (Tebük’ten sonra) o (savaşa gitmeyen münâfık)lardan bir topluluğun yanına döndürür de (onlar başka bir savaşa) çıkmak için senden izin isterlerse, de ki: “Artık benimle hiçbir zaman (savaşa) çıkmayacaksınız ve benimle beraber hiçbir düşmanla asla savaşmayacaksınız. Çünkü siz ilk defada (çıkmayıp) oturmaya razı oldunuz. Artık geri kalan (acizler ve kadın)larla beraber oturun.”
84. Onların ölenlerinin hiçbirinin cenazesinde namaz kılma, (defin, ziyaret ve okumak için) kabrinin başında durma! Çünkü onlar Allah’a ve Resûlü’ne karşı (imanda samimi olmayıp) küfre saptılar, fâsık olarak (ilâhî emirlerden sapmış halde) öldüler.
(Âyet-i kerîmede belirtildiği üzere onlardan maksat; gerek müşriklerden, gerek müslüman gözüküp de Allah ve Resûlü’nün emirlerine samimi inanmayan ve onları kabullenmeyenlerden, gerekse İslâm’a ve müslümanca yaşamak isteyenlere düşmanlık yapan münâfıklardır.[30] İşte bundan dolayı kâfir gurubunun hiçbirine namaz kılınmaz, dua ve rahmet okunmaz.)
85. Onların ne malları ne de evlatları seni imrendirmesin. Çünkü Allah, bunlarla, onlara dünyada azap etmeyi ve canlarının da kâfir olarak çıkmasını ister. [bk. 9/55]
86. “Allah’a inanın ve Resûlü ile beraber cihad edin.” diye bir sûre indirildiği zaman onlardan servet sahipleri, senden izin istediler ve: “Bırak bizi (savaşa gitmeyip evde) oturanlarla beraber olalım.” dediler.
87. Onlar, (kalplerindeki nifaktan dolayı, savaştan) geride kalan (kadın ve çocuk)larla beraber olmaya razı oldular. Bu sebeple, onların kalplerine mühür vuruldu. Artık onlar, (Allah yolunda ve Resûlullah’ın beraberinde olma saadetini) anlamazlar.
88. Fakat o Peygamber ve onunla beraber olan mü’minler, mallarıyla ve canlarıyla savaştılar. İşte bunlar var ya, bütün hayırlar onlarındır. Onlar, umduklarına kavuşanların ta kendileridir.
(Burada âyette geçen “bütün hayırlar”dan maksat hakkın zaferi, hâkimiyeti ve bu uğurda savaşanların elde ettikleri ve edecekleri dünyevî ve uhrevî nimetlerdir.)
89. Allah, onlar için alt tarafından ırmaklar akan ve orada ebedî kalacakları cennetler hazırladı. İşte bu, en büyük kurtuluş (ve saadet)tir.
90. Bedevîlerden (fakir ve çok çocuklu olup da) özür beyan edenler, kendilerine (savaştan) izin verilmesi için geldiler; Allah’a ve Resûlü’ne yalan söyleyenler de (umursamadan evlerinde) oturdular. Onlardan küfre sapanlara acıklı bir azap isabet edecektir.
91. Allah ve Resûlü için, ‘samimi dürüst’ davranışlarda bulunmak şartıyla; güçsüzlere, hastalara, (seferde) harcayacak (bir şey) bulamayan (fakir)lere, (savaşa katılmamaktan dolayı) bir günah yoktur. İyilik edenler aleyhine bir yol yoktur. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
92. Kendilerini bindir(ip savaşa gönder)men için sana geldiklerinde: “Sizi üzerine bindireceğim bir şey bulamıyorum.” deyince, harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı, üzüntüden gözlerinden yaş dökerek dönen kimselere de (bir günah) yoktur.[31]
93. Sorumluluk, ancak zengin oldukları halde (kalplerindeki nifaktan dolayı savaşa gitmemek için) senden izin isteyenleredir. Onlar, geri kalan (kadın ve çocuk)larla beraber olmaya razı oldular. Allah da kalplerini mühürledi. Artık onlar, (bunu ve başlarına geleceği) bilmezler.
94. (Savaştan sonra münâfıkların) yanlarına döndüğünüz zaman, size özür beyan ederler. (Resûlüm!) De ki: “Hiç özür dilemeyin, size asla inanmayacağız. Çünkü Allah (sizin gizlediğiniz şeylere ait) haberlerinizi bize bildirdi. (Bundan böyle) yaptığınızı Allah da Resûlü de görecek. Sonra (hepiniz, bütün) görünmeyeni ve görüneni bilen (Allah’)a döndürüleceksiniz. O da yaptıklarınızı size haber verecektir.”
95. Siz (cihaddan sonra) onlara döndüğünüzde kendilerin(e ceza vermek)ten vazgeçmeniz için Allah’a yemin edecekler. Siz de onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar pistir/murdardır, kazanmakta oldukları (kötü işleri)nin karşılığı olarak varacakları yer de cehennemdir.
96. Kendilerinden hoşnut olmanız için size yemin ederler. Bilesiniz ki siz onlardan hoşnut olsanız da (faydasız). Şüphesiz ki Allah, o yoldan çıkmış toplumdan asla razı olmaz.
97. Bedevîler (göçebe Araplar), küfür ve münâfıklık bakımından (şehirde yaşayan Araplar’dan)
97. Bedevîler (göçebe Araplar), küfür ve münâfıklık bakımından (şehirde yaşayan Araplar’dan) daha şiddetlidir. Allah’ın, Resûlü’ne indirdiği (hükümlerin) sınırlarını tanımamaya da daha yatkındırlar. Allah (her şeyi) bilendir, gerçek hüküm ve hikmet sahibidir.
98. Kimi bedevîler, (Allah yolunda) harcayacağını angarya sayar ve (bundan kurtulmak için dört gözle) size belalar gelmesini beklerler. O kötü belalar kendi başlarına gelsin! Allah (her şeyi) işitendir, bilendir.
99. Bedevîlerin Allah’a ve âhiret gününe inananları ve sarf ettiğini Allah katında yakınlık (kazanmay)a ve Peygamber’in duaların(ı almay)a vesile edinenleri vardır. Haberiniz olsun ki o (verdikleri şeyler), kendileri için tam bir yakınlıktır. Allah onları rahmeti (ile cenneti)ne koyacaktır. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.
100. (İslâm’a hizmette) öne geçen Muhacirler ve Ensâr[32] ile iyilikte onlara uyanlar var ya, Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da O’ndan razı olmuşlardır. (Allah,) onlara alt tarafından ırmaklar akan ve içinde ebedî kalacakları cennetler hazırladı. Bu en büyük kurtuluş (ve saadet)tir.
101. Çevrenizdeki bedevîlerden birtakım münâfıklar vardır. (Ayrıca) Medine halkından da münâfıklığı huy edinenler vardır. Onları sen bilemezsin, onları ancak biz biliriz. Onlara iki defa (hem dünyada hem kabirde) azap edeceğiz. Sonra (onlar) büyük bir azaba döndürüleceklerdir. [bk. 47/30]
102. (Münâfıkların dışında ihmallerinden dolayı Tebük seferine gitmeyen) diğerleri (hemen tevbe edip) günahlarını itiraf ettiler, (önce yaptıkları) iyi bir işi, kötü bir işle karıştırdılar. (Bu sebeple onlar tevbe ederlerse) bakarsın ki Allah onların tevbelerini kabul eder. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
103. Onların mallarından kendilerini temizleyen ve (günahlardan) arıtıp temize çıkaran bir sadaka al ve onlara dua et. Çünkü senin duan, onlar için bir huzur (ve güven)dir. Allah her şeyi işiten, çok iyi bilendir.
104. Onlar, kullarından tevbeyi ve sadakaları yalnız Allah’ın kabul edeceğini (hâlâ) bilmediler mi? Gerçekten Allah, tevbeyi çokça kabul edendir, çok merhamet edendir.
105. De ki: “(Ey insanlar! İstediğinizi) yapın, çünkü yaptığınızı ileride Allah da, Resûlü de, mü’minler de görecektir. (Hepiniz) görünmeyen ve görüneni bilen (Allah’ın huzurun)a döndürüleceksiniz. O, yaptıklarınızı size haber verecektir.”
106. (İhmallerinden dolayı savaşa gitmeyen fakat tevbeye de acele etmemiş olan) diğerleri(nin haklarındaki hüküm ise,) Allah’ın emri(nin gelmesi) için geriye bırakılmıştır. (Allah) ya onları azaba uğratacak ya da onların tevbesini kabul edecektir. Allah çok iyi bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir. [bk. 9/118]
(İçlerinde Ebû Lübâbe (ra.) de olmak üzere bir bahane ile savaşa katılmayan münâfıklardan başka birkaç sahabi vardı. Bunlar hemen hatalarını anlayıp pişman olmuşlar ve tevbe etmişler; üstelik haklarında yukarıdaki af âyetleri gelinceye kadar, ceza olarak, kendilerini mescidin direğine bağlamışlardı. Allah Resûlü seferden dönüp âdeti üzere önce mescidde iki rekat namaz kıldı ve bunların hallerini öğrendi. Çözülmelerini Hz. Peygamber’e bırakmışlardı; o da onları haklarında tevbelerinin kabul edildiği âyetler gelinceye kadar çözmedi. Bu gruptan olan diğer üç kişi Kâb b. Mâlik (ra.), Murâra İbni Rebî (ra.), Hilâl İbni Ümeyye (ra.) idi. Bunlar hem de Bedir Ashâbı’ndan idiler ki, tevbelerini geciktirmiş ve Resûlullah (sas.) de onlarla oturma ve konuşmayı menetmişti. Bunun üzerine dünya kendilerine dar gelmişti. Nihayet 118. âyette durumları belli oldu ve tevbeleri kabul olundu.)[33]
107. Bir de (haktan yana gözüküp müslümanlara) zarar vermek, küfr(e hizmet) etmek, mü’minlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önceden Allah ve Resûlü’ne karşı savaşanı(n da oraya gelmesini) bekleyip gözlemek için bir mescid[34] edinenler: “Biz (bununla) iyilikten başka bir şey istemedik.” diye kesin bir ifade ile yemin edecekler. Halbuki Allah onların kesinlikle yalancı olduklarına şahitlik eder.
108. (Resûlüm!) Onun içinde hiç namaz kılma! Daha ilk günden takvâ üzerine (Allah’ın emrine ve rızasına uygun) kurulan mescidin (Kuba mescidi) içinde namaz kılman daha uygundur. (O mescidin) içinde tertemiz olmayı arzu eden adamlar vardır. Allah da tertemiz olanları sever.
109. Binasını Allah korkusu ve rızası üzerine kuran mı hayırlıdır, yoksa yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına kurup da onunla birlikte cehennem ateşine göçen kimse mi? Allah, zalimler güruhunu doğru yola eriştirmez.
110. Onların yaptıkları bina, kalpleri parçalanıncaya kadar kalplerinde bir şüphe (ve ıstırap kaynağı) olarak kalacaktır. Allah (her şeyi) çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
111. Şüphesiz ki Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, onlara (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır; çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürür ve ölürler. (Bu,) Tevrat, İncil ve Kur’an’da (Allah’ın) kendisi üzerine hak (borç olarak yazdığı) bir vaaddir. Sözünü Allah’tan daha çok yerine getiren kimdir? O halde (Ey mü’minler!) O’nunla yaptığınız alışverişe sevinin. Bu da en büyük başarı ve saadettir.
112. (O mü’minler;) tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, oruç tutanlar,[35] rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar ve Allah’ın sınırlarını (koyduğu hükümleri) koruyanlardır. (İşte, böyle) mü’minlere (cenneti) müjdele!
113. Müşriklerin (tevbesiz ve şehadetsiz ölüp de) cehennem ehli oldukları kesin biçimde belli olduktan sonra, artık akraba bile olsalar, ne peygamberin ne de mü’minlerin onlar için mağfiret dilemesi yaraşır.[36]
114. İbrahim’in atasına mağfiret dilemesi de, ancak (önceden) ona verdiği sözden dolayıdır. Fakat onun, Allah’ın bir düşmanı olduğu kendisine belli olunca ondan uzaklaştı (istiğfârını kesti). Gerçekten İbrahim çok içli, çok yumuşak huylu idi. [krş. 6/74; 19/47]
115. Allah bir kavmi doğru yola ilettikten sonra, sakınacakları şeyleri (haramları) kendilerine açıklamadıkça, (günahları yüzünden) onları sapıklıkta saymaz (sorumlu tutmaz). Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla bilendir.
116. Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) Allah’ındır. O hem diriltir hem öldürür. Sizin için Allah’tan başka ne bir velî/dost ne de bir yardımcı vardır.
117. Andolsun ki Allah, Resûlü’nü (münâfıkların savaşa gitmeyenlerine izin vermesi yüzünden affettiği gibi) güçlük zamanında ona uyan Muhacirler ile Ensar’ı içlerinden bir kısmının kalpleri neredeyse kayacak duruma geldikten sonra tevbeye muvaffak kıldı. Sonra da onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O çok şefkatli, çok merhametlidir.
118. Ve (ihmallerinden dolayı Tebük seferine gitmeyen ve af durumları) geriye bırakılan o üç kişinin de (tevbelerini Allah kabul etti). Çünkü artık yeryüzü bunca genişliğiyle onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıkıştırmış ve Allah’tan başka sığınılacak yerin olmadığını anlamışlardı. (Bundan) sonra (önceki iyi hallerine) dönmeleri için (Allah) onların tevbelerini kabul etti. Çünkü Allah tevbeyi çok kabul eden, çok merhametli olandır.
119. Ey iman edenler! Allah’ın emirlerine uygun yaşayın/aykırı davranmaktan sakının ve doğru (sâdık) olanlarla beraber olun.[bk. 89/29]
120. Medine halkı ve çevresindeki çöl Araplarının, Allah’ın Resûlü’nden geri kalmaları (emirlerine aykırı hareket etmeleri), kendi canlarını (ve rahatlarını) onun hayatından üstün tutmaları (doğru) olmaz. İşte onlara, Allah yolunda erişecek bir susuzluk, bir yorgunluk, bir açlık veya (kendilerine düşmanlık eden) kâfirleri kızdıracak bir yere ayak basmaları ve düşmana karşı bir başarı kazanmaları (gibi her türlü hal ve hareket), ancak kendilerine iyi bir amel (sevabı) yazılması içindir. Çünkü Allah, iyi harekette bulunanların mükâfatını zâyi etmez.
121. (Onlar, Allah yolunda) az veya çok bir masraf yapmayagörsünler, (herhangi) bir vadiyi geçmeyegörsünler; Allah onları yaptıklarının daha güzeliyle mükâfatlandırsın diye (bunlar) mutlaka onların lehine yazılır.
122. Mü’minlerin hepsinin birden (genel zorunluluk olmadıkça savaş için) seferber olmaları gerekmez. Onların her kesiminden bir grubun da dinde (dînî ilimlerde) derin bilgi elde etmek ve kavimleri kendilerine döndüklerinde onları uyarmak (ve irşad etmek) için seferber olmaları (çalışmaları) gerekir ki bu sayede (yanlışlıklarından) sakınsınlar.
(Âyet-i kerîmeye iki türlü anlam verilmiştir. 1. Hz. Peygamber’in genel savaş dışında katılmadığı seriyyelerde her kesimden bir grubun dışındakilere savaşa katılmak farz-ı ayn olmadığından, onların ilim öğrenmek için kalmalarının gerektiği, 2. İlim öğrenmek için seferber olup Medine’ye gelenlerin topyekün değil de her kesimden/kabileden bir grubun gelmesidir. Dînî ilimler, sadece helal ve haramlarla sınırlı olmayıp bütün bir hayatı kuşatacak genişliktedir. Dinde derinleşmesi istenen grup da bu vazifeyi îfâ edecektir.)
123. Ey iman edenler! (Size düşmanlık eden) kâfirlerin önce, size (yer ve soy itibariyle) yakın olanlarıyla savaşın. Onlar, sizde büyük bir sertlik (ve şiddet) bulsunlar. İyi bilin ki Allah takvâlı olan (emrine uygun yaşayan)larla beraberdir. [krş. 9/73; 48/29]
124. Bir sûre indirildiği zaman, o (münâfık ola)nlardan bazısı: “Bu hanginizin imanını artırdı?” der. (Oysa, her inen sûre) iman edenlerin imanını artırmış (kuvvetlendirmiştir) ve onlar (her inen vahiyle sevinip) müjdeleşirler. [bk. 8/2]
125. Kalplerinde (şüphe, küfür, şirk ve münâfıklık gibi) bir hastalık bulunan kimselere gelince, (o sûreler) onların murdarlıkları üzerine murdarlığı (küfürleri üzerine küfrü) artırmış ve onlar kâfir olarak ölmüşlerdir. [bk. 17/82; 41/44]
126. Onlar her yıl bir veya iki defa belaya uğratıl(ıp imtihana çekil)diklerini görmüyorlar mı? Böyle iken yine de (nifaklarından) tevbe etmiyorlar ve (bundan) ibret de almıyorlar.
127. (Münâfıkların ayıplarını bildiren) bir sûre indirildiği zaman: “(Mü’minlerden) birisi sizi görüyor mu?” diye birbirlerine bakarlar, sonra (gören yoksa) sıvışıp giderler. Onlar (hakikati) anlamayan bir güruh olmaları sebebiyle, Allah onların kalplerini (imandan) döndürmüştür.
128. (Ey insanlar!) Andolsun ki size kendinizden öyle bir peygamber geldi ki, sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir.[37] Size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatli, çok merhametlidir. [bk. 2/129; 3/164]
129. (Resûlüm! Sana inanmaktan) yüz çevirirlerse hemen de ki: “Bana Allah yeter. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Ben ancak O’na güvenip dayandım. O, büyük (ve yüce) Arş’ın Rabbidir (sahibidir).
[1] Sûrenin başı, müşriklerin Allah ile alâkalarının kesildiğine dair bir ihtar ve açık uyarıdır. Bu sûre “besmele” ile başlamamıştır. Çünkü besmeledeki “Rahmân” ve “Rahîm” sıfatı, Allah’tan alaka kesmeye ve müşriklerle savaşınca onları öldürmeye aykırıdır. Bu yüzden yalnız “Bismillâh” demek bile caiz değildir. Öte yandan, bu sûrenin “Enfâl” sûresinin devamı olup olmadığı hakkında Ashâb-ı kirâm ihtilaf etmiştir. Nüzûlü sırasında da Hz. Peygamber besmele yazılmasını emretmemiştir. Ancak bu mahzur yalnız sûrenin başından okunurken olup herhangi bir yerinden okunduğu zaman besmele çekilir (Beydâvî; Celâleyn; Elmalılı, III, 2242-2243). Hicretin dokuzuncu yılı “hac emîri” olarak Hz. Ebû Bekir gönderilmişti. Bu sûre inince Allah Resûlü, Allah’ın emirlerini hacda bulunanlara tebliğ için Hz. Ali’yi gönderdi. Sûre bir ültimatom mahiyetinde olup kısaca müşriklerin Allah ile alakasının kesildiğini, bundan sonra Kâbe’ye yaklaştırılmayacaklarını, dört ay içinde İslâm’a girmedikleri takdirde ya öldürüleceklerini veya ülkeyi terk edeceklerini bildiriyordu. Hz. Ali, Hz. Ebû Bekir‘in hutbesinden sonra bayramın birinci günü ayağa kalkarak, sûrenin başından 30-40 âyet okuyup tebliğ etti. [bk. Râzî, XI, 398-402]
[2] Haram aylar, hürmet edilen aylar olup bu aylarda savaş yapılması haramdır.
[3] Mukâtil, s. 48.
[4] Huneyn: Tâif ile Mekke arasında, Tâif’e daha yakın bir vadinin adıdır.
[5] İbni İshak, IV, 247.
[6] İslâm’a uygun bir imana sahip olmadıkları için müşrikler, hangi özellikte olurlarsa olsunlar, ne kadar yıkanırlarsa yıkansınlar pistirler.
[7] Dokuzuncu hicret yılından.
[8] Kur’an’a göre, Allah’ın emirlerini hiçe sayarak O’na başkaldıran, fitne çıkaran, dînî azınlıklara ya da 2/190. âyette geçtiği üzere müslümanlara karşı savaşa kalkışanlara karşı savaşılır.
[9] bk. 5/17, 73.
[10] Müşriklerin, “Melekler Allah’ın kızlarıdır.” şeklindeki sözlerini.
[11] Taberî, VI, cüz: 10, 80-81.
[12] Yani gerek konuşma, gerekse plan, program, fikir, sistem, kanun ve felsefeleriyle.
[13] İslâm, değişikliğe uğramamış ilâhî ve evrensel tek dindir. Önceki dinleri yürürlükten kaldırmıştır.
[14] Hükmü para karşılığı satmak, Tevrat ve İncil hükümlerini, şeriati çıkarları karşılığında değiştirmek ve Hz. Muhammed’in peygamber olduğunu bildiren kısımlarda tahrifat yapmak suretiyle (Beydâvî).
[15] İslâm yalnız vicdanları uyandırmakla kalmaz, aynı zamanda zekât yoluyla serveti zenginden alıp fakire vermeyi sağlar. İslâm faiz ve saklı servetle savaşır. İhtikârı, stokçuluğu, israfı, gösteriş için yapılan harcamaları yasaklayarak maddî zenginlikleri herkesin faydasına sunar.
[16] Parantez içinde verilen mâna meçhul olarak okunan “yudallu” fiilinin; Nâfî, İbni Kesîr, Ebû Âmir, Âsım’dan naklen Şu‘be ve Ebû Câfer kıraatlerinde “yadıllu” şeklindeki okunuşuna göredir.
[17] Hicretin dokuzuncu yılı idi. Bizans İmparatorluğu, müslümanları imha etmek için yaklaşık 40 bin kişilik bir ordu toplayıp Şam tarafından yola çıkmıştı. Bunu haber alan Resûlullah da derhal onlara karşı savaşılacağını açıktan ilan etti ve ordu toplamaya başladı. Fakat münâfıklar gitmemek için, “Yol uzun, mevsim sıcak, mahsullerimiz ortada” diye müslümanları caydırmaya çalışıyorlar, hatta, “Onlarla savaşmak bir çılgınlık” diyorlardı. Çünkü münâfıklar imanlarına göre değil menfaatleri doğrultusunda hareket ederler. Hatta bazı yeni müslümanlar da bunlara kanarak gitmek istemiyorlardı. Fakat Resûlullah (sas.), ashâbın gayret ve yardımıyla yaklaşık 30 bin kişilik bir ordu toplayıp yola çıktı ve Tebük’e kadar gittiler. On gün orada kaldılar, fakat karşı taraf gelmeyince iki ordu karşı karşıya gelmedi. Fakat Eyle, Ezru gibi bazı Bizans kasabaları, kendiliklerinden İslâm devletinin hâkimiyetine girdiler. Böylece hükmen de olsa, bir galibiyet elde edildi. Bu iki âyet, müslüman ve münâfıkların davranışları hakkında inmiştir. Bu türlü davranışlar her devirde görülmüştür (Bûtî, s. 416-418; Gazzalî, s. 435-442).
[18] Gerek 9/91. gerekse 48/17. âyetlerde savaşa katılmamaya izin verilenler beyan edilmiştir.
[19] Bu ifadeyi dua cümlesi olarak “Allah seni affetsin.” diye tercüme etmişlerdir. Allah’ın, kendi kendine bu lafzı kullanması olmayacağından yukarıdaki ifadeyi uygun bulduk.
[20] Rum kızlarını görünce sabredemeyip zinaya düşeceklerini bahane ediyorlardı.
[21] Sâbûnî (Safve), I, 541.
[22] Fakir, nisap miktarına yani asgarî zenginlik miktarı kadar bir mala mâlik olmayan, geliri giderini karşılamayan kimsedir ki, dilenmesi helal değildir. Miskin (yoksul) ise, hiç malı olmayıp yiyecek ve giyecek temini gayesiyle dilenmeye ihtiyacı olan kimsedir.
[23] İbni Kesîr (Sâbûnî), II, 153.
[24] Cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerîmede, münâfıkların âhireti unutup dünya hayatından kâm almanın, zevk ü sefa içinde geçirmeyi kâr bilmenin sonucunun ziyana uğramak olduğunu bildirerek mü’minleri de uyarıyor. [bk. 57/20 ve bu davranışın karşılığı olarak da bk. 24/55]
[25] Beydâvî.
[32] Muhacirler, müslüman olmalarından ve İslâm’a uygun yaşamak istemelerinden dolayı Mekke’den müşriklerin/putperestlerin çeşitli baskı ve zulümleri sebebiyle Medine’ye hicret eden müslümanlardır. Ensar da bu muhacirlere yardım eden Medine’deki müslümanlardır.
[33] İbni Kesîr (Sâbûnî), II, 167; Emiroğlu, V, 364-365; Elmalılı, IV, 2633-2645.
[34] Bu, münâfıkların Medine’de yaptığı Mescid-i Dırâr olarak tanınan mesciddir. Câhiliye devrinde hıristiyan olan ve Allah Resûlü ile savaşan Ebû Âmir er-Rahîb münâfıklara, Kuba’ mescidinin yakınında bir mescid yapmaları için bir mektup yazmıştı. Adı mescid olacaktı ama Ebû Âmir’in Şam’dan bir orduyla gelmesine kadar münâfıkların karargâhı olarak hizmet verecekti. Akıllarınca bu kâfir ordu sayesinde hem kendilerini koruyacaklar, hem de Resûlullah’ı ve ashâbını sindirip dağıtacaklardı. Binayı yaptılar ve buna kutsiyet kazandırmak için de Allah Resûlü’ne giderek: “Biz, uzağa gidemeyen ihtiyar ve özürlüler için bir mescid yaptık, senin namaz kıldırıp dua etmenle birlikte açılışını yapmak istiyoruz.” dediler. Allah Resûlü: “Şimdi Tebük için sefere çıkıyoruz, Allah’tan izin olursa dönüşte!” buyurdular. Fakat dönüşte Cebrail (as.) gelerek buranın Mescid-i Dırâr (zarar mescidi) olduğunu bildirdi. Resûlullah da emir buyurarak burayı yıktırdı. Çünkü burası, İslâm’ı içinden yıkmak, müslümanların birliğini bozmak üzere yapılmış bir kurum durumunda idi. Hâlen yeryüzünde İslâm’a ve müslümanlara zarar verme, onların kökünü kazıma yolunda çeşitli hainlikler düşünen münâfıklar, yani hakikatte kâfirler, iyi niyetli gözüken planlar yapmaktadırlar.
[35] Âyetteki “seyahat edenler” ifadesini, “Ümmetimin seyahati oruçtur.” hadîs-i şerîfine göre oruçla tefsir etmişlerdir. Atâ (ra.), İkrime (ra.) ve Osman b. Maz’ûn (ra.) da, “Cihad ve ilim tahsili için seyahat edenler” demişlerdir (Beydâvî; Elmalılı, III, 2625).
[36] Bu âyet-i kerîmede gerek Allah’ı tanımayan kâfirlere, gerek Allah’ı tanıdıkları halde hükümleri altına girmeyi ve Resûlü’ne tâbi olmayı istemeyen müşriklere karşı mü’minlerin rahmet ve mağfiret dilememesi gerektiği belirtiliyor. Resûlullah (sas.) arzu etmemesine rağmen müşrik olarak ölen amcası Ebû Tâlib’e acıyıp istiğfarda bulunmak istemişti. Çünkü o, İslâm için birtakım fedakârlıklar yapmıştı. Fakat isteği, bu âyetle geri çevrildi (Zebîdî, IV, hadis no: 665). Allah Resûlü’nün anne ve babasına gelince; onların kendisinin nübüvvetinden önce, fetret devrinde öldükleri için sorumlu olmayıp azap olunmayacakları bildirilmektedir (Zebîdî, IV, 539-542). [bk. 17/15]
[37] “Azîz” kelimesinde durulursa, mana şöyle olur: “…Öyle bir peygamber gelmiştir ki azîz (şânı ve şerefi yüce)dir, size gelen sıkıntı ona da gelmiştir.”
Halkın bilgili olmadığı ya da bilgi alacak kaynaklara sahip olmadığı bir halk yönetimi olsa olsa bir komedinin ya da trajedinin;belki de ikisinin birden önsözü olabilir.Bilgi her zaman cehaleti yönetir.
Ekranın öte yüzü.sy.3.
Kendi kendisini yönetmek isteyen bir halkın da kendisini bilgiden gelen güçle donatması şarttır.(Keane,1992:156)
Ekranın öteki yüzü.sy.3,4.
10. Yunus Sûresi
Mekke döneminde nâzil olmuştur. 109 âyettir. Sûrenin 40, 94 ve 95. âyetlerinin Medine döneminde nâzil olduğu rivayet edilmiştir. Sûre, 98. âyette sözü edilen Hz. Yunus ve kavmine atıftan dolayı bu adı almıştır.
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
1. Elif, Lâm, Râ. İşte bu (okuna)nlar hüküm ve hikmet dolu Kitab’ın âyetleridir.
2. “(Bütün) insanları, (Allah’ın azabına karşı) uyar ve iman edenlere de Rableri katından kendileri için yüksek derece ve makamlar olduğunu müjdele!” diye içlerinden bir adam(ı seçip on)a vahyetmemiz, insanlar için şaşılacak bir şey mi oldu ki (Peygamber onlara âyetleri okuyunca), kâfirler: “Bu mutlaka apaçık bir sihirbazdır.” dediler. [bk. 7/69; 38/4]
3. Şüphe yok ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde (altı devrede) yaratan ve Arş’ı hükmü altına alan, (her) işi düzenli olarak idare eden Allah’tır. O’nun izni olmadan hiçbir şefaatçi (şefaatte) bulunamaz. İşte sizin Rabbiniz olan Allah budur. O halde (gereği gibi) O’na kulluk edin. Hâlâ düşünüp ibret almaz mısınız?
(Bu tip insanlar dünyaperest, materyalist kimselerdir. Allah’a karşı sorumluluk duymaz, âhirete inanmaz, hevâ ve hevesine göre yaşar, aklınca, menfaatleri neyi gerektiriyorsa onu yaparlar. Bunlara Dehriyyûn da denilir.) [krş. 6/29-30; 7/51; 23/37-42; 45/24; 64/7]
9. İman edip, sâlih (yararlı) amel işleyenlere gelince: Rableri, imanları sebebiyle onları, alt tarafından ırmaklar akan nimet dolu cennetlerine eriştirir.
10. Onların oradaki duaları: “Sübhânekellâhümme” (Allah’ım! Seni anar ve seni her türlü noksanlıktan tenzih ederiz) demeleridir. Orada (birbirine iyilik) temennileri: “Selâm” ve dualarının sonu da: “Elhamdülillâhi Rabbi’lâlemîn” (Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun) demeleridir. [krş. 13/23-24; 33/44; 36/58; 56/25-26]
11. Şâyet Allah insanların hayrı çabukça istedikleri gibi, şerri de (istediklerinde) acele verseydi, elbette onların ecelleri(nin gelmesi)ne hükmedilirdi. Ama, bize kavuşmayı ummayanları biz azgınlıkları/isyanları içinde şaşkın şaşkın bocalar halde bırakırız. [bk. 2/15; 8/32]
12. İnsana bir sıkıntı dokunduğu zaman, gerek yan yatarken gerek otururken gerek ayakta iken (her halinde) bize yalvarır. Fakat kendisinden sıkıntısını açıp kaldırıverince, sanki kendisine dokunan o sıkıntı için bize dua etmemiş gibi (şükür ve itaati bırakıp) gider (yine günahlara dalar). İşte ölçüsüz davranan (ve haddi aşan)lara yapmakta oldukları şeyler, böyle süslü (cazip) gelmiştir. [krş. 11/10-11; 41/50-51]
13. Andolsun ki sizden önceki devirler(de gelen nesiller)i de, peygamberleri onlara açık delil (ve mucize)ler getirdikleri halde zulmettikleri ve iman etmeyecek oldukları için yok etmiştik. İşte suçlular toplumunu böyle cezalandırırız.
14. Sonra onların ardından sizi yeryüzünde halifeler yaptık (hâkim kıldık) ki bakalım nasıl işler yapacaksınız.
15. Âyetlerimiz onlara, apaçık deliller halinde okunduğu zaman, (âhirette) bize kavuşmayı ummayanlar (Peygamber’e): “Ya (bize) bundan başka bir Kur’an getir veya bunu(n hoşumuza gitmeyen yerlerini) değiştir.” dediler.[1] De ki: “Kendiliğimden onu değiştirmem (asla mümkün) olmaz. Ben sadece bana vahyedilene uyar (onu bildirir)im. Eğer Rabbime karşı gelirsem, şüphesiz o büyük günün azabından korkarım.”
16. (Resûlüm!) De ki: “Allah dileseydi (Kur’an’ı bana indirmez, ben de) onu size okumazdım ve (Allah) onu size bildirmezdi. (Bilin ki) ben, bundan önce aranızda (okuma yazma bilmeden) bir ömür sürdüm. (Böyle bir şey yapamayacağımı) hiç düşünmüyor musunuz?”
17. Allah adına yalan uyduran veya âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim vardır? Şüphesiz günahkârlar, kurtuluşa eremezler.
18. Onlar, Allah’ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda sağlayan şeylere taparlar ve: “Bunlar, Allah yanında şefaatçilerimizdir.” derler.[2] De ki: “Siz Allah’a, göklerde ve yerde O’nun bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?” O, onların ortak tuttukları şeylerden çok uzak ve yücedir.
19. İnsanlar ancak (tevhid dinine bağlı) bir tek ümmet idi. Sonra (şirke, küfre ve batıl yollara sapıp) ayrılığa düştüler. Eğer (hesabın kıyamette görüleceğine dair) Rabbinden bir söz geçmemiş olsaydı, üzerinde ayrılığa düştükleri şeylerde, aralarında elbette hüküm verilir (azaba uğratılıp işleri bitirilir)di.
20. (Müşrikler:) “O’na, Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi?” dediler. De ki: “Gayb(e ait işler), Allah’a mahsustur; bekleyin. Ben de sizinle beraber (sizin için gelecek bir mucize veya azabı) bekleyenlerdenim.” [bk. 6/4-10; 8/32]
21. Kendilerine dokunan bir sıkıntıdan sonra insanlara, bir rahmet/iyilik tattıracak olsak (bir de bakarsın ki) âyetlerimiz (ve din) hakkında yine gizli bir plan kurmuşlar. De ki: “Allah’ın hilenize karşılık vermesi daha çabuktur.” Elçilerimiz (melekler) kurduğunuz hile (ve düzen)leri şüphesiz yazmaktadırlar.
22. Sizi karada ve denizde gezdiren ancak O’dur. Hatta gemilerde bulunduğunuz zaman(ı hatırlayın), o (gemiler), içinde bulunan (yolcu)ları hoş bir rüzgarla yüzüp götürdüğü ve onlar da bununla neşelendikleri sırada, şiddetli bir fırtına gelip çatar; dalga her taraftan onları kuşatır (hücum eder). Artık onlar kendilerinin tamamen kuşatıldıkları (ve kesin kurtulamayacakları)nı sandıkları sırada artık dini, yalnız Allah’a has kılarak (içlerindeki benlik putunu ve diğer putlarını
sandıkları sırada artık dini, yalnız Allah’a has kılarak (içlerindeki benlik putunu ve diğer putlarını atıp samimi olarak) O’na dua ederler: “Andolsun ki, eğer bizi bundan kurtarırsan mutlaka şükredenlerden olacağız.” derler. [krş. 10/12]
23. Fakat (Allah) onları kurtarınca, hemen yeryüzünde yine haksız yere (hevalarına uyarak) taşkınlık yaparlar. Ey insanlar! Dünya hayatının geçici/değersiz menfaati için (yaptığınız) taşkınlığınız, ancak kendi aleyhinizedir. Sonra dönüşünüz ancak bizedir. Biz de yapmış olduklarınızı size haber vereceğiz.
24. Dünya hayatının misali gökten indirdiğimiz suyunki gibidir ki, insanların ve hayvanların yediği yeryüzü bitkileri onunla karış(ıp yetiş)ir. Nihayet yeryüzü (bitkilerle) ziynetini takınıp süslendiği, sahiplerinin de (o mahsulü biçmek ve toplamak için) ona muktedir olduklarını zannettikleri bir sırada, geceleyin veya gündüzün o yere emrimiz/hükmümüz (afet) geliverir de, sanki dün (bitkilerle hiç) zengin olmamış gibi orayı (kökünden) biçilmiş hâle getiririz. İşte biz, düşünen bir toplum(un ibret alması ve aldanmaması) için âyetleri geniş geniş açıklıyoruz. [krş. 10/24; 18/45; 39/21; 57/20]
25. Allah, (kullarını) selamet yurduna (cennetini kazanmaya) çağırır ve O, dilediğini (samimi niyetleri sebebiyle) doğru yola iletir.
26. İyilik edenler ve iyi davrananlara daha güzeli ve ziyadesi[3] vardır. Onların yüzlerini (kendilerini mahcup edecek) ne bir toz (leke) ne de bir hakirlik kaplar. İşte onlar cennet ehlidirler, onlar orada ebedî kalacaklardır. [bk. 55/60]
27. Kötülük (günah) kazan(ıp da onları önemsiz say)anların cezası, yaptıkları kötülük kadardır; kendilerini de bir hakirlik (zillet) kaplayacaktır. Onları Allah’(ın azabın)a karşı hiçbir koruyucu yoktur. Onların yüzleri, sanki gecenin karanlık bir parçasıyla örtülmüştür. İşte onlar cehennem ehlidirler, orada ebedî kalacaklardır. [bk. 42/45; 3/106-107]
28-29. O gün (kıyamette) onları hep bir araya toplayacağız, sonra (Allah’a) eş tutan (Allah yerine başkasına veya başkasının emirlerine bağlanan)lara: “Siz ve ortaklarınız (olan varlıklar ve güçler)[4] yerlerinizde kalın!” diyeceğiz. Artık aralarını tamamen ayırmışızdır. Ortak (koştuk)ları da: “Siz (dünyada) bize hiç tapmıyor (aslında kendi arzularınıza tapıyor)dunuz. Şimdi sizinle bizim aramızda şahit olarak Allah yeter. Doğrusu sizin bize tapmanızdan hiç mi hiç haberimiz yoktu.” derler. [krş. 19/82; 28/63; 46/5-6]
30. İşte orada herkes, önceden (dünyada) yapmış olduğunun imtihanını verecektir. (Artık) hepsi gerçek Mevlâları olan Allah’a döndürülürler, uydurdukları (putlar, putlaşanlar) da kendilerinden kaybolup gider. [bk. 17/13-14]
31. (Resûlüm! Onlara) de ki: “Size gökten ve yerden kim rızık veriyor? Kulak ve gözler(i
31. (Resûlüm! Onlara) de ki: “Size gökten ve yerden kim rızık veriyor? Kulak ve gözler(i yaratmay)a kimin gücü yeter? Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor?[5] İşleri kim (belirli bir) düzen içinde yönetiyor?” Duraksamadan hemen: “Allah” diyecekler. O halde hâlâ (emrine âsî olmaktan) sakınmaz mısınız? [bk. 9/31 ve açıklaması; krş. 3/189]
32. İşte O (her şeye gücü yeten) Allah, sizin gerçek Rabbinizdir. Artık bu gerçekten sonra (başka ilâhlara, batıllara ve ideolojilerine yönelip onlara kulluk etmek ve onlara hak görüntüsü ve süsü vermek) sapıklıktan başkası değildir. Öyleyse nasıl oluyor da (imandan) vazgeçiyor (Allah’a rağmen insanları ve putları ilâhlaştırıp bağlılık gösteriyor)sunuz? [krş. 1/4; 2/42]
33. İşte böylece yoldan sapmış (fâsık)lara karşı Rabbinizin: “Artık onlar iman etmezler.” sözü gerçekleşmiş oldu. [krş. 39/71]
34. (Resûlüm!) De ki: “(Allah’a) ortak (tanıdık)larınız içinde, ilk defa yaratan, (öldükten) sonra onu (kıyamette) aynen iade edip dirilten var mıdır?” De ki: “Ancak Allah ilk defa yaratıp, sonra onu (kıyamette) aynen iade ederek diriltir.[6] Öyleyse (doğru yoldan) nasıl döndürülüyorsunuz?”
35. De ki: “Ortak (tanıdığınız put)larınızdan doğruya götürecek olan var mı?” (Cevap veremezler.) De ki: “Ancak Allah doğruya eriştirir. O halde gerçeğe eriştiren (Allah) mı uyulmaya daha layıktır, yoksa (kendisi) götürülmedikçe doğru yolu bulamayan (uydurma ilâhlar) mı? Öyleyse ne oluyor size! Nasıl (yanlış) hükmediyor (putlara ve putlaştırılanlara bağlılık gösteriyor)sunuz?”
36. Onların çoğu, zandan başkasına uymuyor(lar). Zan ise (ilim ve) gerçekten hiçbir şey ifade etmez. Hiç şüphesiz, Allah yaptıkları şeyleri hakkıyla bilendir.
37. Bu Kur’an, Allah’tan (indirilmiş olup) başkası tarafından uydurulmuş değildir. Fakat o, önceki (ilâhî kitap)ların da (aslını) tasdik eder ve (Levh-i Mahfûz’da yazılmış)[7] Kitab’ı açıklar. Onda asla şüphe yoktur, âlemlerin Rabbi tarafından (indirilmiş)tir.
38. Yoksa: “Onu (Peygamber’in) kendisi uydurdu” mu diyorlar? De ki: “Eğer iddianızda doğru iseniz, haydi onun benzeri bir sûre getirin ve Allah’tan başka, gücünüzün yettiği kim varsa onları da (yardımınıza) çağırın!” [krş. 2/23-24; 11/13; 17/88]
39. Hayır! (O inkârcılar,) ilmini kavrayamadıkları ve hakikati/yorumu kendilerine gelmemiş olan şeyi yalanladılar. Onlardan öncekiler de tıpkı böyle (peygamberlerini) yalanlamışlardı. İşte bak zalimlerin sonu nice oldu?
40. İçlerinde ona (Kur’an’a) inananlar da var, inanmayanlar da var. Rabbin (o Kur’an’a karşı) bozgunculuk yapanları çok iyi bilendir.
41. (Resûlüm!) Şâyet hâlâ seni yalanlarlar (getirdiklerini kabullenmezler) ise de ki: “Benim işim bana, sizin işiniz de size aittir. Siz benim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptıklarınızdan uzağım.” [bk. 109/1-6]
42. İçlerinden sen(in okuduğun)a kulak verenler de vardır. Fakat sağır(laşmış)lara sen mi işittireceksin? Akıllarını kullanıp anla(mak iste)miyorlarsa! [krş. 2/18]
43. İçlerinden sana (ve mucizelerine) bakanlar da var. Fakat (hakikati) göremiyorlarsa, körlere doğru yolu sen nasıl göstereceksin?
44. Şüphesiz ki Allah, insanlara (gücünün üstünde bir şey yükleyerek onlara) hiçbir şekilde zulmetmez. Fakat insanlar (Allah’tan uzaklaşıp nefislerine uyarak kendi) kendilerine zulmederler.[8] [krş. 4/79]
45. (Allah) onları, o gün (kıyamet günü, onca zamandan sonra) sanki (dünyada) gündüzün bir saati kadar bir süre kalmışlar gibi bir araya toplayacak, (onlar da) kendi aralarında birbirlerini tanıy(ıp tanış)acaklar. (Fakat) Allah’a kavuşmayı yalanlayıp da (hayatı bu dünyadan ibaret sayıp) doğru yola gelmeyenler, elbette büyük zarara uğramış (olacak)lardır. [bk. 20/104; 23/112-114]
46. (Resûlüm!) Onları tehdit ettiğimiz (azab)ın bazısını sana dünyada göstersek veya (onu görmeden) seni vefat ettirsek bile, sonunda onların dönüşleri ancak bizedir (o zaman hallerini görürsün.) Elbette Allah, onların yaptıklarına şâhittir.
47. Her ümmetin bir peygamberi vardır. Peygamberleri geldiği zaman, aralarında adaletle hükmedilir ve onlar haksızlığa uğratılmazlar. [bk. 39/69]
48. (Onlar:) “Eğer dediğiniz doğru ise bu vaad(edilen azap) ne zaman?” derler.
49. (Resûlüm!) De ki: “Allah’ın dilemesi dışında, ben kendi kendime (bile) ne bir zarar ne bir fayda (verme gücüne) sahibim.” Her ümmet için bir ecel vardır. Ecelleri geldiği zaman, artık bir an geri de kalamazlar, ileri de geçemezler. [bk. 63/11]
50. De ki: “O’nun azabı geceleyin veya gündüzün size gelirse (düşündünüz mü ne yaparsınız) söyleyin bana.”[9] Günahkârların onu acele istemesi(ne sebep) nedir?
51. (Yoksa azap) gerçekleştikten sonra mı iman edeceksiniz? (O zaman size: “Önceden) o azabın gelmesini acele isterken, şimdi mi iman ediyorsunuz?” (denilir.)
52. Sonra o (kendilerine) zulmeden (küfür ve şirkle ölen)lere: “Ebedî azabı tadın! Siz kazandığınızdan başkasıyla mı cezalandırılacaksınız? (Cezanız ancak yaptığınıza karşılıktır.)” denilir.
53. (Resûlüm!) “O (kıyamet ve azap) gerçek midir?” diye sana sorarlar. De ki: “Evet, Rabbim hakkı için elbette o gerçektir. Siz (Allah’ı bundan) aciz bırak(ıp kurtul)acak değilsiniz.” [bk. 34/3; 64/7]
54. (Küfür yoluna saparak) zulmeden herkes, yeryüzündeki her şeye sahip olsa, (azaptan kurtulmak için) elbette onu fidye verirdi. Onlar azabı görünce, (duydukları) pişmanlığı açıklarlar.[10] Artık onlar (için) haksızlığa uğratılmaksızın aralarında adaletle hüküm verilir.
55. Haberiniz olsun ki göklerde ve yerdeki şeyler(in hepsi) şüphesiz Allah’ındır. Yine iyi bilin ki Allah’ın vaadi gerçektir, fakat onların çoğu (bunu) bilmezler.
56. O, hem diriltir hem öldürür ve ancak O’na döndürüleceksiniz.
57. Ey insanlar! Rabbinizden size, bir öğüt, gönüllerde olan (kötü duygulara, batıl inançlara, dert ve sıkıntı)lara bir şifa, inananlara bir yol gösterici ve bir rahmet (olan Kur’an) gelmiştir. [krş. 17/82; 41/44]
(Kur’ân-ı Kerîm; en güzel ahlâkı öğütleyen, şirk, küfür ve nifak gibi mânevî hastalıkları gideren, hayat nizamını, dünya ve âhiret saadetini bildiren hidayet ve rahmettir. Ancak kalplerin Kur’an’a açık olması lazımdır. Sıkıntı ve stresin giderilmesi için de bol Kur’an okunmalıdır.)
58. De ki: “(İnsanlar) ancak bununla, Allah’ın lütfu ve rahmeti (olan İslâm ve Kur’an)[11] ile sevinsinler. Bu onların toplayıp durdukları (bütün dünyalık) şeylerden hayırlıdır.”
59. De ki: “Baksanıza, Allah size rızık olarak ne indirdi ise siz ondan (kimini) haram ve (kimini) helal yaptınız.” De ki: “Bu hususta Allah mı size izin verdi, yoksa siz Allah’a iftira mı ediyorsunuz?”[12]
60. Allah’a yalan uydurup iftira edenlerin kıyamet günü (uğrayacakları âkıbetleri) hakkında zanları (ve beklentileri) nedir? Şüphesiz Allah, insanlara karşı (azabı erteleyip, kâfire de mü’mine de nimet vermesiyle) lütuf sahibidir. Fakat onların çoğu (buna) şükretmezler.
61. Sen her ne halde bulunsan, Kur’ an’dan her ne okusan ve siz her ne iş yapsanız ona daldığınız an, (bilin ki) biz sizi görüyoruz. Ne yerde ne de gökte zerre ağırlığınca bir şey Rabbin(in bilgisin)den gizli değildir. Ne bundan daha küçük ne de daha büyük, hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfûz’da yazılı) olmasın. [bk. 6/59; 11/6]
62. Haberiniz olsun ki Allah’ın velîlerine (dostlarına) hiçbir korku yoktur, onlar üzülecek de değillerdir.
(Yukarıdaki âyet-i kerîmede bildirildiği gibi velî, iman edip takvâya ermiş kimselerdir. Bunu biraz açıklamak gerekirse, “İman etmek” kelimesi tefekkür kuvvetinin mükemmelliğine; “takvâya ermek” tâbiri de amelî kuvvetin mükemmelliğine işarettir. Demek oluyor ki bir kulun, Allahu Teâlâ’ya yakın olması/Allahu Teâlâ’nın kendisinin velîsi olması için, kelamcıların da beyanına göre, delillere dayalı dosdoğru iman/inanç içinde olup (kalbini mârifetullah ile doldurması) Allah’ın rızasına/İslâm’ın esaslarına göre sâlih amel yapması gerekir. Allahu Teâlâ da kendisine iman edenlerin/teslim olanların dostu olup onları karanlıktan aydınlığa çıkaracağını (2/257), âhiret hayatı için korku, dünya hayatı için üzüntü duymayacağını bildirmekte ve her iki hayat için müjdeler vermektedir.) [bk. 41/30]
63. Onlar, (Allah’a) iman eden ve emirlerine uygun yaşayanlardır.
64. Onlar için dünya hayatında da âhiret hayatında da müjde(ler) vardır. Allah’ın sözlerinde asla değişme yoktur. İşte bu (müjdeye erişmek) en büyük mutluluk (ve kurtuluş)tur.
Yorum Gönder